AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

F

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

fhfh

 “Bismi’llâh’ir-Rahmân’ir-Rahîm.

Elhamdu lillahi rabbil âlemiyn,

errahman-ir rahiym, mâliki yevmid diyn,

 iyyake na’büdü ve iyyake nestaıyn,

 ihdinas sıratal mustakıym,

 sıratalleziyne en’âmte aleyhim gayrıl mağdubi aleyhim veladdâlliyn.” (Fâtiha Sûresi)

hf

 “Rahman ve Rahîm olan ALLAH isminin manâsıyla (başlarım).

Hamd, âlemlerin rabbı olan, Rahman ve Rahîm Allah’a aittir.

Din gününün mâlikidir.

Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.

Hidayet et bize, doğru yola;

O doğru yola ki, en’âmda bulunduklarına nasib ettin o yolu;

gazabına ulaşanların ve dalâlette kalanların değil.”

  hf

Bismi’llâhi’r-Rahmân’ir-Rahîm

İnna fetahna leke fethan mübiynen.

liyağfire lekellahü ma tekaddeme min zenbike

ve ma teahhare ve yütimme nığmetehu aleyke

ve yehdiyeke sıraten müstekıymen

ve yensurekellahü nasren aziyza.(Fetih Sûresi)

hf

“Rahman ve Rahîm olan ALLAH isminin manâsıyla (başlarım).

Sana öyle bir fetih verdik ki,

bu kesin ve apaçık fethe eriştir!.

Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm zenbini bağışlar;

ve sana olan nimetini tamamlar; ve seni gerçek yola erdirir;

ve sana öyle bir zafer verir ki hiç kimse karşı koyamaz!.

 

      FİHRİST

·          Faiz (Ribâ)

·          Fakih (Anlayışlı olan)

·          Fakih olmak, Allah lütfudur

·          Fakih, “İhlâs” okuyandır

·           “Fakr” (Yokluk)

·          “Fakr”a yönelen kişinin barınağı, “Hakk”tır

·          “Fakr” hâli ve yoksulluk, insanı “Hakikat”ine ulaştırır

·          “Fakr”ın mertebeleri

·          “Fakr”ın üç mertebesi vardır

·          1-“Fakr”

·          2-“Fakrın Fakrı”

·          “Varlık O’dur ve yapan O’dur!” idrakına erildiğinde “Fakrın Fakrı” yaşanmaya başlanır

·          3-“Fakrın Fakrının Fakrı”

·          “Fakrımla iftihar ederim!”… Zira varlığımda mevcud olan “Allah”tır!

·          İftihar edilen “Fakr”, Allah’ın varlığı yanında “Hiç”liğin itirafıdır

·          Fakr hâlini yaşayan ancak Vâris-i Rasûlullah’tır

·          Fakr hâlindekinin duası, “Ol” Emri gibidir

·          Fakr tamam olduğunda o mahalde seyredilen, Esmâ-i İlâhidir

·          “Fakir” (“Ene”si yok olmuş…. “Yokluk” hâlini yaşayan…)

·          “Fakir”de tasarruf eden “Allah”tır

·          “Fakir”,  “yokluk” hâlini yaşayandır

·          “Fakir”in yemesi içmesi…

·          “Yok”luğa eren “Fakir”i bulursan, hiç durma yaklaş O’na… Çünkü orada Beni bulursun!”

·          “Fakir”den zâhir olan “Hakk”tır ve elbette ki O’nun Emri de yerine gelen bir Emrdir

·          “Yokluk Âlemi”(Bkz. F / Fakr)

·          “Yokluk âlemi” boyutsal bir yaşamı anlatır

·          “Fukara”

·          El, “Yokluk Denizi”ne girerse eğer… “Zât” ile “Gayrı”nın ayrı olmadığını fark eder

·          “Fâni”

·          Fâni, varsayımdır!

·          Fâni, “yok” olacak olan değil; “yok” olandır!

·          Varlıkta “Bâki”nin dışında bir şey yoktur

·          Dünya, fânidir…

·          Yaşam ve yaşanılanlar fânidir…

·          Kişi, birimsel varlığından (“Gün aydınlığı”ndan) “Yok”luğunu fark etme karanlığına düştüğünde…

·          Yarım dairenin tamamlanmasıyla fenâ fillah gerçekleşmiş olur.

·          “Yok”lar ergeç birgün “yok”luğa döner…

·          “Yok” oldun mu, zât”en bitti!

·          Şayet sen “yok”san…

·          Yok olduğunu fark ettiğinde geride kalan…

·          Gördüklerimizi yok etmek yerine gördüğümüzün hakikatini idrak etmek, en kestirme yoldur

·          “Fenâ Fillah”

·          Allah’ın varlığı yanında yokluğunu hissetme ve yaşama hâli…

·          Mutmaine ve Radiye, “Fenâ Fillah”tır

·          Dalga fâni, deniz ise Bâki gibidir… Siz eğer denizden oluşmuş bir dalga iseniz biliniz ki, dalga zaten fânidir; “yok”tur!

·          Fenâ Fillah”ın sonu… Esmâ’da seyr hâli…

·          Sen, fenâ fillah olamazsın!

·          “Fenâ Fillah”, muhaldir

·          “Fenâ Fillah”ın sırrı, “iyyake na’budü ve iyyake nestâin”dedir

·          “Her fiilim, İlâhi Kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır!”

·          Fakr’a erende “Bâki” olanın yaşamı baş gösterirse eğer…

·          “Zât”ıyla fenâ bulmak”

·          Zât’ta fenâ olma ile ikilik kalkar

·          “Zât”ıyla fenâ bularak uyumak”

·          Fal Baktırma

·          Fal baktırma, büyük günahlardandır

·          “Fâsık”

·          “Fâsık”, bozulmuş bir “Ben”lik kavramıyla yaşamaktadır

·          Fâsık, Hâkim-i Mutlak’ı hakikatinde müşahede edemeyip herşeyi aslî hakikatinden ayrı değerlendirir

·          Allah ahlâkıyla ahlâklanmadığın sürece “Fâsı”klık etiketi ve yaşantısından kurtulamazsın

·          Faşizm

·          Faşizm nedir? Örtülü faşizm nasıl olur?

·          “İnsansı”ların bir kısmı yasakçı zihniyete sahip faşist anlayışla beyni yıkanarak yoğun şartlanmalı eğitim altında yetişirler

·          “Fâtır”

·          İlk hayali sistematize eden..

·          Yaratma öncesi takdir, tasarım, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama

·          “Fâtır” ile “Hâlık” arasındaki fark

·          Göklerin ve yerin Fâtırı, Allah’tır!

·          Tüm varlık, “hakikati Muhammediye” için tasarlanmış ve suretlenmiştir

·          Fâtır, beyinlerimizi “Tek”i “Çok” olarak algılayacak özellikte yaratmıştır

·          Fâtır’ın fıtratından söz edilemez!

·          Fıtrat Dini (Allah Fıtratı, Allah Dini, İslâm Fıtratı, Ana Program, Rabbinin Bilme Yetisi, Haniflik)

·          Din, “Allah Fıtratı”dır

·          Allah'ın fıtratına (Fıtrat olan Dini'ine), o yaratışa sarıl!

·          Fıtratı meydana getiren “Fâtır” İsminin özelliği, kişinin yapısındaki Esmâ mertebesinde yer almaktadır

·          “Allah” ismiyle işaret edilenin "Fâtır" İsminin  mânâsının ortaya çıkışı

·          Fıtrat

·          Tek bir fıtrat vardır. Birimsel Fıtrat bizim anlayşımızdan doğmaktadır

·          Fıtratın… (Var oluş programın-Esmâ (İsimler) bileşimin- Takdir Edicin-Kolaylaştırıcın-Rabbin-Terkibin)

·          Fıtrat mı kader icabı, kader mi fıtrat icabı?

·          Kendi kaderini yaşamak üzere bu fıtratla yaratılmışsın…

·          Fıtratında olup bilincinde açığa çıkmamış olanların sayısı bilinemez

·          Fıtrî Hilâfet

·          “Her insan, İslâm fıtratı üzere doğar!”

·          Fıtrî Tesbih

·          Fıtrî Kulluk (Fıtrî İbadet)

·          Yaradanın yaratış amacına uygun yaşayarak yaratış hedefine ulaşmamız, “Fıtrî Kulluğumuz”dur

·          Birimin fıtratı, onun mânevi suretidir(Programıdır-kaderidir) Ve bu program asla değişmez

·          Tüm yaratılmışlar fıtratlarına göre tekâmüle başlarlar; fıtratlarına göre yekâmül ederler; ve  tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücu ederler

·          “Fâtiha”

·          Kur’an-ı Kerim’deki en büyük dua âyetleri, “Fâtiha” suresidir

·          “Fâtiha”da “Allah” kavramının ne olduğu bilinci uyandırılır ve evrende geçerli olan “Sistem” ile insanlığın tâbi olduğu mekanizma açıklanır

·          Fâtiha “Oku”mak

·          “Fâtiha”sız namaz olmaz

·          Fâtiha’da öyle bir sır vardır ki, o sır nedeniyle “Fâtiha”sız namaz olmaz

·          Fâtiha “Oku”nunca, zaten yaşanır!

·          “Fâtiha”yı taklit yollu okumaktan kurtulmanın işareti

·          Ölen kişi, okunan “Fâtiha”dan dünyadayken yarar sağladığı kadar yarar sağlar

·          Fâtiha sonunda niçin “âmin” denir?

·          Fazilet

·          Fazilet, yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir!.

·          Fazilet, “Herkes” gibi, “Herkes”e göre değil; ilme göre, ilmin doğrultusunda kendi aklı ve mantığıyla yaşamaktır

·          “Felek”

·          Arş’ın etrafında felekler vardır

·          Evrende çarkı felekler dönüyor…

·          Yıldızlar Feleği (Galaksiler)

·          Atlas Feleği

·          Atlas Feleği, “Cennetin semâsı”dır

·          “Fecr”

·          Felsefe

·          Felsefe, görülenden yola çıkan ve eldeki mevcut bilgilere dayalı bir sistemdir… Onun için de yanılmaya mahkûmdur

·          Felsefede çeşitli bilgileri alıp değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin!!!

·          Ferâset (Kapsamlı İleri görüşlülük)

·          Ferâset, “sezgi”nin ötesindedir

·          “Sistem”, ferâsetle “oku”nabilir!

·          Hz.Rasûl aleyhisselâmın ferâsetinin açılmasına vesile olan “İsimlerin mânâları” istikametindeki fetihlerdir

·          “Ferd”

·          Ferdiyet Sahipleri

·          Ferdiyet sahiplerinde gerçekleşen arınma

·          Ferdiyet Yaşamı

·          Bilinçte “Ferdiyet” kavramının kalktığı boyut

·          “Fetih” (Işık hızını aşma-“Mânevi Ölüm”-“Şuursal Şehidlik”-İlâhi sıfatlarla tahakkuk etme-Bâtıni kapanıklıkların fethi-Kişinin şuur boyutunda kıyâmetinin kopması-Ölmeden Evvel Ölme-“Mu’tu kable en temûtu”-Allah’a rûcu etmek)

·          Fetih, fiili ölümün neticesinde meydana gelir

·          Fetih, Berzah âlemi’nin fethidir; ki bu fetih ancak “yaşarken ölmek” suretiyle gerçekleşir

·          Fetih özelliği, ışık hızını aşmaktır

·          Fetih ehlinde yaşanan ilim, “Ledün İlmi”dir

·          Fetih, “Hakkel yakin”in sonucudur

·          “Fetih”in aşamaları

·          Fetih 7 aşamadır

·          Fethin 7 derecesi Evliyaullah arasındaki 7 mertebeye tekâbül eder

·          Fetih iki türlüdür

·          1-Zâhir Feth

·          2-Bâtınî Fetih

·          Fetih, kişinin ruhtaki özelliklerle yaşamını bu dünyada sürdürmesi hâlidir

·          “Nurâni fetih” sahiplerinin sayısı yeryüzünde 40 ı bile bulmaz

·          a-Zulmâni Feth

·          b-Fethi Nurâni (Fethi Mübin)

·          Fethi mübin odur ki, kişi bu bu fethi kaldırabilir

·          Dünyada bir kişide açığa çıkacak en büyük nimet, “Fethi Nurâni”dir

·          Feth, çalışmaya bağlı değildir

·          “Fetih Ehli”

·          “Fetih ehli” fetih kendilerinde açığa çıktığı sırada kabir sorgulamasını yaşadığı için artık ikinci bir defa daha bu sorgulamayı yaşamaz

·          Fetih gelmiş kişiler, diledikleri takdirde ışınsal bedenlerini yoğunlaştırarak aramızda biyolojik bedenle görünebilirler

·          Fetih ehli “Vechullah”ı müşahede içindedir

·          Fetih ehlinin geçmiş ve gelecek tüm günahları bağışlanmıştır

·          Fetih ehlinde günahın hatırası dahi çıkmıştır

·          Fetih, ilâhi sıfatlarla tahakkuktur

·          İlâhi sıfatlarla tahakkuk ancak “zikir” ile mümkündür

·          “Reşid” İsmi, en alt sınırdan başlayıp ilâhi sıfatlarla tahakkuk hâli olan “Fetih” hâline kadar devam eder

·          Sıfat mertebesinde güç oluşturma ismi “Mürid”dir

·          Bâtın kapanıklıkların açılması, “Fettah” İsmi ile mümkündür

·          Fetih Sûresi

·          Hz.Rasûlullah’ın “İsimlerin mânâları” yönünde fetihlere kavuşması

·          Fetva (Kişisel yorum)

·          Fetva vermek demek, “Allah adına konuşmak” demektir… Hiç kimse “Allah adına” konuşamaz!

·          İnsanlar “Fetva” mercii değildir!

·          Fetvalar, kişisel indî yorumlardır, kimseyi bağlamaz; mesuliyeti kaldırmaz!

·          Kişisel yorumun Din hükmüymüş gibi uygulatılmaya kalkışılması, en büyük zulümdür

·          Fetva, mâzeret olmaz ve kişiyi kurtarmaz

·          Fetva gerçeğe uymuyorsa eğer…

·          Yanlış adama sormanın pahasını, kemiklerin kırılarak ödersin!

·          Her birimizin direkt muhatabı, Hz. Muhammed Mustafa (a.s)dır

·          Feyz

·          Feyz, güçlü beynin yaydığı ya da yönlendirdiği dalgalarla kişinin beyninde yaptığı açılımdır

·          Feyz, telepatik bir olaydır

·          Evliyanın feyz vermesi

·          Âlemlerden gelen feyz (İlâhi seyz) insanlığa nasıl dağıtılır?

·          “Fiil”

·          Bütün fiiller “99 ilâhi İsim” olarak adlandırılan “mânâ grupları” bünyesinde oluşur

·          Fiil, “Mânâ”dır… “Mânâ”nın ta kendisidir

·          Fiiller, mânâların yoğunluk kazanmış bir halde duyulara hitabıdır

·          Değişik fiillere isimler veriyoruz… Yani İsimler, fiillerden doğuyor

·          Fiiller, isimlerin mânâlarının geliş şiddetine göre açığa çıkışıdır

·          Varlık, orijininde, Zâtı itibariyle, O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur

·          Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır.

·          Rasûl ve Nebilerden çıkan fiiller, terkibiyet hükmünden çıkmaz. Bu nedenle de o fiil Allah’a bağlanır

·          Nebi, edeb olarak fiili nefsine bağlar

·          Her fiil, mutlak kemâlden ibarettir

·          Fiilin içinde mânâ mevcuttur

·          Allah indindeki zaman boyutunda (“Dehr”de) fiil sözkonusu değildir

·          Her fiil, hikmettir

·          Her fiil, Allah'ın dilemesiyle yaratılmıştır

·          Fiil olmadığı sürece mânâlar bâtındadır(“Öz”ündedir)

·          Filer, ya idrâka dayanır… Ya da korkuya!

·          Kişinin âlemi, fiillerinin gerektirdiği yerdir. (Bkz. F / Fıtrat /Tüm yaratılmışlar fıtratlarına göre tekâmül eder ve tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücu ederler)

·          Eylemler, Esmâların kuvveden fiile dönüşmesiyle meydana gelir

·          Farklı mânâları ortaya çıkarabilmen, ancak fiille mümkün

·          Fiil, belli İsimlerin mânâlarının terkibinden meydana gelir

·          Sâlih Amel (İmanın gereği fiiller)

·          İnsan doğal davranışı, kavrayışıyla orantıldır

·          Terkib hükmünün neticesi meydana gelen fiiller, tabiat hükmüyle ortaya çıkması hâlinde, İlâhi Emirlere ters düşer

·          Bir fiil varsa, orada mutlaka terkibiyet vardır

·          Fiiller, açılımları zorlar ve yeni kapasiteler getirir

·          Her fiilin neticesi, “Allah Sistem”i gereği otoamtik olarak oluşur. Fiili meydana getiren mahal istese de istemese de!

·          Fiiller âlemi

·          Fail-i Hakiki

·          Fiileri meydana getiren, Allah’tır!

·          Fail-i İzâfi

·          Fiil, kula bağlandığında “İbadet”, Allah’a bağlandığında “Ubûdet” olur!

·          Fiile buğz edecek ama faili yine seveceksin…

·          Yaratılmışı severim, Yaratandan  ötürü…

·          Fikir

·          Fikir, “Kulun Allah’a bakışı”dır

·          “Fikir”in kökeni

·          Alt bilinç tarafından üretilen fikirler, üst bilinç tarafından değerlendirilir

·          Fikir, akıl ve mantığa yön verir ama “iman” konusunda durur

·          Fikrin değerlendirilmesi ya akılla olur… Ya da vehimle!

·          Fikrin değerlendirilmediği yerde…

·          Firavun

·          Firavunun hatası neydi?

·          Mülhime” bilinci içindeydi Firavun… Kendisini “Hak” görüyordu, karşısındakini ise “Yok”!

·          Cinler, insanları mülhime idrakı için firavunlaştırırlar

·          Benliğinin gerçeğine erememiş olup, Hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama gafletine düşen, firavun gibi olur

·          Firavun, azabı görünce iman etti mi?

·          Fitne

·          İnsan için en büyük fitne

·          “Mallarınız ve evlâtlarınız, karınız ve kocanız fitnedir!”

·          “İnsanların oluşturacağı fitnelerden (imtihanlardan) Rabbinize, Melikinize, İlâhınıza sığının!              

·          Gıybet, bir fitnedir ki, onu uyandırana, devan ettirene ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!

·          Fitneden kurtulma şansınız, o fitneye karşı bağışıklık kazanmaktır

·          Fitneden korunmanın yolu

·          Fitre

·          Foton(Işıklı Zerrecik)

·          Her ışıklı zerrecik (Foton), hareketini sağlayan enerjiyi “Ruh”tan almaktadır

·          Her ışıklı zerrecik birimsel bilince sahip olup, belirli bir düzen içinde hareket etmektedir

·          Fotonların belirli bir oranda ve düzende bileşimi, maddeötesi boyutta, “insan” ve “cin“ dediğimiz varlıkların asıl yapısını meydana getirir

·          “Melekler”in ana cevheri de foton türünden bir yapıdır

·          Tüm kuantlar, bir çift hâlinde ve algılayana göre foton ya da dalga biçimde yaşamlarına devam etmektedir

·          Fotonlar mekânsız olarak birbirleriyle iletişimde bulunurlar

FAİZ

(RİBÂ)

İsimler, kelimeler yalnızca birer işaret levhalarıdır… Sen o işaret levhalarını yüklenip, kendini zengin sandın!.

Ahmak, bilgi ezberleyip, kendini âlim, ârif, veli sandı!.

İçerik?… Bomboş!… Tamtakır!…

Amaç, içeriğe ulaşıp onu elde etmektir!. İşaret levhası kolleksiyonu yapmak, değil!.

Rıbâ, dedi; sen ise bunun hangi uygulamanın ismi olduğunu anlamadan, enflasyonun yüzde yüz olduğu ülkede, üç kuruşu olan ihtiyarı, emekliyi, “FAİZ”ci diye değerlendirip, ateşle korkutup, ele muhtac ettin!… “Kâr payı” ismiyle, önce “faiz” dediğine bu kez helâl elbisesi giydirdin!.

Harama bakma” dedi; gözüne gözlük, kafana örtü koyup, eve tv sokmadın!. Oysa, “bakma”nın, “haram olanı arzulama!” içeriği taşıdığını anlamadın!.

Tüm yaşamın, denizin üstünde kelimeler teknesinde geçti, bir türlü kavram ve içerik denizine dalamadın!.

hf

FAKİH

(ANLAYIŞLI OLAN)

FAKİH OLMAK

ALLAH LÜTFUDUR!

Düşünce sisteminde çelişki ya da kopukluk olan kişi “DİN”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni, mekânizmayı “OKU”yamamış taklitçidir!.

Oysa,  “DİN” taklit kabul etmez!.

Fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur; ama anlayışın taklidi olmaz!.

“Fâkih” yani anlayışlı olmak Allah lutfudur. Böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. Fıkıh kuralları ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.

Ezbercilik, teyp icat olalı değerini yitirmiştir!.

hf

FAKİH,

“İHLÂS” OKUYANDIR!

Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi KENDİNİ TANI”yasın!  Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır  yüz bin kere çekseler dahi!...

“Çok namaz kılan vardır yanına yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz” şeklindeki Rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.

Allah Rasûlü, Kurân’ı anlayalım ve üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. Ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “sünnetullah”a uygun atalım! Saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip,  insan yargılamalarıyla ömür harcayalım diye Rasûl gelmemiştir!.

İsmi “ALLAH, olan yanı sıra tanrı ve tanrılık kavramı yoktur (Lâ İLAHE İLLA ALLAH); diye giriş yapılan “DİN” anlayışı nedir?

Bunu sorgulayıp anlamaya çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını büyük hüsran ve sükûtu hayalle ödeyeceklerdir!... 

Ne çare ki sistemde geçmişi TELÂFİ kavramı da yoktur!.

hf

“FAKR”

(“YOKLUK”)

“FAKR” hâli “Yokluk” hâlidir!.

hf

Tam olarak “yok”luğunu hissedip yaşama hâli!

hf

Mutlak bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.

hf

“Fakr”,  Esmâ boyutuna işaret eder.

hf

“FAKR”A YÖNELEN KİŞİNİN BARINAĞI,

HAKK’TIR!

“Yâ Gavs-ı Â’zâm; ben bütün fakrdekilerin sığınacağı yeri, meskenî ve manzarıyım ve bana dönerler.”

“Fakr hâlindekilerin sığınacağı yer”

ifadesinden murad; fakre eren kişinin içinde bulunacağı hâl demektir.

Fakre eren kişi bu hâlinin tabiî sonucu olarak yok olmuş ve o boşluğu dilediği şekilde hakkanî sıfatlar doldurmuştur. Esasen, daha önce de orada hakkanî sıfatlar mevcuttu, ancak o birimde beşeriyet vehmi bulunduğu için, fiiller de birime atfedilmekteydi, vasıflar da!.

Fakra yönelen kişinin, yokluğu idrâk eden kişinin nazar ettiği mahâl, mesken yani barınak, Hak’tır. Çünkü, onları “yok”tan varedip tekrar yoklukta yok eden Hak’tır!. Bu sebeple de Hak onların, meskeni, manzarı ve döndükleri hakikatlarıdır.

hf

“FAKR” HÂLİ VE YOKSULLUK

İNSANI “HAKİKAT”İNE ULAŞTIRIR

“Ve daha dedi ki:

Fakrı ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım! Kim ona yoldaş olursa, menziline ulaşır; sahralarda vâdilerde dolaşmadan!”

“Fakr hâlini ve yoksulluğu insanı taşıyıcı kıldım”. diyor.

Nereye taşıyor?..

Hakikatına!

Bir insanın hakikatına eren yolda eğer yoldaşı “fakr” olursa, elbette ki o hedefine ulaşır.

Ne zaman ki insan, kendi varlığını; varlığının Hak’ka ait olduğunu; “insan”ın tüm varlığının sadece ve sadece bir isimden ibaret olduğunu; o ismin müsemmâsının Allah’ın isim ve sıfatlarıyla kâim olduğunu idrâk ederse, yakîn ile bilir ki Allah’tan gayrı vücûd sahibi mevcut değildir! Bu durumda, sahralarda vadilerde dolaşmadan, yâni sonu gelmez boş hayâllerde, vehim ürünü fikirlerle vakit kaybetmeden hedefine ulaşmış olur!

Şâyet bir kişi, içinde yaşanılan madde âlemini ve içindekileri görerek, gerçekten var sanırsa, kendisini var sanırsa, sonra bir gün herhangi bir şekilde yok olduktan sonra Allah’ın Bakî kalacağını vehmederse, bu tamamen boş bir hayâl ve aldanıştır!

Çünkü zaten “madde âlemi” beş duyunun var gösterdiği bir âlemdir. Özüne doğru boyutsal bir yolculuğa çıkılırsa, bu algılanan âlemlerin “yok” olduğu, “yok”tan varolmuş bir hayâl olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkar!

İşte böyle olunca, insanın da, bu âlemin içinde yer alan bir ferd olarak gerçekte yok olduğu kolaylıkla görülür.

Ama gerek insanın ve gerekse âlemlerin yokluğuna karşın, ortada hangi isim ve resimle olursa olsun bir varlık vardır. Her an yeni bir şan alan, buna karşılık her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir varlık...

İşte O, Hakk’tır!

hf

"FAKR"IN MERTEBELERİ

“FAKR”IN ÜÇ MERTEBESİ VARDIR

Fakr”ın üç mertebesi vardır:

Fenâ-i ef’âli meydana getiren veya fenâ-i ef’âl sonucunda oluşan “FAKR”.

Fenâ-i esmâ ve sıfat neticesinde oluşan “FAKR’IN FAKRI”.

Fenâ-i zât neticesinde oluşan fenâ fillah hâli olan “FAKRIN FAKRININ FAKRI”.

      hf

1- “FAKR”.

Birincisi, ef’âl yani fiiller âleminde meydana gelen bütün fiillerin hakiki failinin Allah olduğu idrâk edilir. Bu sebeple de, bahsedilen müşahede içinde olan kişiden “suçlama-itham” kalkar. Çünkü artık hakiki faili görmektedir. Faili hakiki ise “lâ yüs’âl”dir!

Yani, yaptığından sual sorulması mümkün olmayandır.

hf

2- “FAKRIN FAKRI”

“VARLIK O’DUR VE YAPAN O’DUR!”

İDRAKINA ERİLDİĞİNDE

“FAKRIN FAKRI” YAŞANMAYA BAŞLANIR!

Faili hakikiye işaret eden âyetler şunlardır:

“ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH‘TI! “

“SİZİ DE FİİLLERİNİZİ DE ALLAH HALKETTİ!”

Bu idrâk, üzerinde biraz daha derin düşünülür ise önemli bir şuur sıçraması daha getirir ki o da şudur:

Mâdem ki fiilleri meydana getiren Allah’tır, öyle ise o fiillerin ortaya çıktığı mahâl de Allah’a aittir! Dolayısıyla O, yaptıran değil yapandır!

Fiili meydana getiren fâili hakîki, yani o fiili ortaya koyan O’dur!. Dolayısıyla ne fiil görüyorsak, onun meydana getiricisi hep O’dur.

Yalnız burada şunu iyi bilmek gerekir;

Resim, ressamın eseridir, ressamın kafasındaki düşünce veya duygunun şekle girmiş hâlidir; ama, resim ressamdır diyerek, ressamı o resimle kayıtlamak, sınırlamak asla mümkün değildir.

Bunun gibi, herhangi bir fiili meydana getiren Allah’ı o fiil veya anlamı ile, yahut da sûretiyle kayıt altına almak çok büyük düşüncesizlik ve anlayışsızlık olur.

Bütün bunları öğrenip yaşamaya çalışırken;

“ALLAH” ÂLEMLERDEN GANÎDİR

âyetinin işaret ettiği “tenzihiyet” yani kayıtsızlık ve sınırsızlık, prensibini de asla gözardı etmemek mecburiyeti vardır.

“Varlık O’dur ve yapan O’dur” idrâkına erildiğinde, FAKRIN FAKRI yaşamaya başlanır. Birim “yok” olup varlık O’na ait olunca; hâliyle bunun neticesi olarak kendi varlığının da “yok” olduğunu farkeder. Kendisi “yok”tur ama gene de var olan bir şey vardır. İşte o zaman farkedilir ki var olan TEK varlık Hakk’tır.

Böylece, bu mertebede “vahdeti vücud” yani varolan her şeyin gerçekte yok olup, sadece ve sadece “Hakk’kın mevcut olduğu müşahede edilir. Burada hemen şunu farketmek de son derece elzemdir:

“Panteist” görüşe göre, her şey vardır ve bunların tümüne TANRI denilir.

Vahdeti Vücud”a göre ise, ayrı ayrı sayısız şeyler mevcut değildir; bu gözün görme yetersizliğinin getirdiği bilinç yanılgısıdır; gerçekte TEK bir vücud vardır ki; sûrî yani maddi bir vücut değil, mânevîdir bu vücud!.

VECH denilen bu vücud ancak bilinç gözüyle veya kalp gözüyle görünen bir vücuddur.

Kısacası, mevcûdat yoktur, TEK vücud vardır!.

Bunun da ötesine geçilince…

Bu müşahededen de ileriye geçilirse eğer, bu defa, Ehadiyet’i ilâhî’de, mutlak “BEN”lik kavramı dahi yok olur ve “HİÇ”lik oluşur!.

hf

3- “FAKRIN FAKRININ FAKRI”

HİÇ”lik yani “â’mâ”dan ne bir mertebe olarak sözedilebilir ne de hâl olarak. “Allah â’mâdadır” hükmü bu nokta ile alâkalıdır!.

Allah için, daha doğrusu “ALLAH” isminin işaret ettiği mânâ için, zaman bildiren geçmiş, hal, gelecek kavramları kullanılamaz!. Allah, bu kavramlardan münezzehtir!. Bu sebeple, Arapçada, “Allah â’mâ’da idi” denilmişse dahi, bu muhataba olayı anlayışına göre izah etmek için kullanılmış bir ifadedir. Biz dahi kitaplarımızda bu ifadeyi böylece naklettik.

Ancak doğrusu ve gerçeği odur ki; Allah, zaman kavramı ile kayıtlanmaktan münezzeh olduğu için, “.....idi” veya “.....cek” kavramlarından beri olarak, süreklilik mânâsı içinde anlaşılmalıdır!.

Bu yüzden de hadîs-i şerîfte geçen mânâyı ehlullah, “Allah â’mâdadır” olarak müşahede eder. Ezelen ve ebeden!. Ve hattâ ezel-ebed kavramından münezzeh olarak!.

İşte bu durumda FAKRIN FAKRININ FAKRI meydana gelmiş olur!

hf

“FAKRIMLA İFTİHAR EDERİM!”…

ZİRA VARLIĞIMDA MEVCUD OLAN

ALLAH’TIR!

Bir de sanma ki, O, fakre ermeden evvel vardı da bu yüzden Allah’dan ayrı idi!.

Hâşâ!. Gene varlığının tümünde mevcut olan Allah’dı!

Ne çare ki, kendini ortaya çıkarmayı murad etmiyordu.

Ne diyor fahri âlem Muhammed Mustafa aleyhisselâtu ves selâm:

“FAKR iftiharımdır!.”

Yâni bu demektir ki, “yok”luğum ile iftihar ederim, zîra varlığımda mevcut olan Allah’tır!.

Vehim fitnesinden kurtulmuş, kendimi Hakk’tan ayrı bir varlık olarak zannetmekten arınmış, Özümde var olan Allah’ı görmüş, böylece “ben”lik belâsından kurtulmuşum!. Emâneti sahibine teslim etmiş, izâfi (göresel) benliğin gerçekte hiç bir zaman varolmamış olduğunu idrak etmişim ki işte bu iftiharımdır!.

hf

İFTİHAR EDİLEN “FAKR”,

ALLAH’IN VARLIĞI YANINDA

“HİÇ”LİĞİN İTİRAFIDIR!

Vehim fitnesinden kurtulup, kendini Hakk’tan ayrı bir varlık zannetmekten arınmak, ÖZ’ünde var olan Allah’ı görüp,”ben”lik belâsından  kurtulmak!

Emaneti sahibine teslim edip, izafi(göresel) benliğin gerçekte hiç bir zaman varolmamış olduğunu idrak etmek .

Hz. Rasûlullah aleyhisselâmın;

“FAKR”ımla iftihar ederim”!.

dıyerek işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret de mevcuttur!..

hf

FAKR HÂLİNİ YAŞAYAN

ANCAK VÂRİS-İ RASÛLULLAH’TIR!

“Abdullah” ismi Ehlullah tarafından yedi Zâtî sıfatın zâhir olduğu “vâris-i Rasûl” olan mahal için kullanılır, ki bu da “Halifetulllah”tır! “Hakikat-ı Muhammedi” zuhûrudur!

hf

Nitekim, bir Hadîsi kudsîde şöyle denmektedir:

“Aç kaldım, beni doyurmadın; hasta oldum, beni ziyaret etmedin!.”

Buradaki işaret, sûretin, ismin ardında mevcut olan Gerçek ve Mutlak Zât’adır!.

Çünkü, hor hakîr gördüğün, aşağıladığın, suçladığın isimlerin ardındaki fâil-i hakiki O‘dur ve esmâ-i ilâhî O’nundur!.

Ve sen, bu perdeliliğinden dolayı af dileyip tövbe etmedikçe, ettiğine pişman olup, gerçeğin hakkını edâ etmedikçe perdelilikten asla kurtulamaz; bu hâlinle ölümötesi yaşama geçersen, ebediyyen âmâ olarak kalırsın!

Evet, Hazreti Rasûlullah’ın burada bahsetmiş olduğu FAKR yani tam olarak “yok”luğunu hissedip yaşama hâli ancak kendi vârisi olan son derece yüksek mertebeli evliyaullahtan bir-ikisine nasip olur. Ki bu zâtlara “Muhammedî Meşreb” denilir.

hf

FAKR HÂLİNDEKİNİN DUASI,

“OL” EMRİ GİBİDİR!

“Fakr’deki o kimsedir ki, bir şeye ol derse, o şey olur”

İşte bu mânâ dolayısıyla, fakr halindekilerin duası bizler için kesinlikle bir ganimet, bir lûtuf, bir ikram bir azim nimet gibidir.

Çünkü, fakr hâlindekinin duası, hakikatından gelişi dolayısıyla, “ol” emri gibidir!.

İşte halkın evliyâdan diye bildiği kişilerden yardım istemesi, meded umması hep bu sır yüzündendir!.

Talep edilen, gerçekte, kişiden değil Hakk’tandır. Ancak bu hakikat idrâk edilmeden, direk kişiden olarak yapılırsa, bunda gizli şirk tehlikesi çok büyüktür.

Esasen, bütün sûretlerin ardında hep VECHULLAH olduğu için, bütün talepler hep Allah’adır. Ancak icabet “fakr” hâlindekilerden veya “yanık, mahzun, mağdur, erimiş” gönüllerden veya kerem ve gına zuhur mahallerindendir.

İcâbet, bilinmelidir ki, kesin olarak Hakk’ın takdirine kalmış bir şeydir. Anında icabet eder veya erteliyerek icâbet eder veya etmez!. Ama yine de yaptığından sual olmaz!. Çünkü sual edebilecek ikinci bir varlık mevcut değildir.

hf

FAKR TAMAM OLDUĞUNDA

O MAHALDE SEYREDİLEN,

“ESMA-İ İLÂHİ”DİR!

Fakr tamam olduğunda o mahalde seyredilen, görülen, konuşulan artık kişi değil, Hakk’tır; esmâ-i ilâhi’dir!

Bu sebeple fakr hâlinde olduğu idrâk edilen birisine rastlanırsa, ona olabildiğince yakın olmak gerekir. Allah’ı daha iyi tanıyabilmek için. Zîra belli bir sûreti, şekli, kaydı olmayan Allah’ı tanıyabilmek, ancak O’nun bu tür kendini olabildiğince açık ettiği mahaller ile mümkündür.

hf

 “FAKİR”

“ENE”Sİ YOK OLMUŞ…

“YOKLUK” HALİNİ YAŞAYAN…

“FAKİR”DE TASARRUF EDEN

ALLAH’TIR

“Fakîr”; “ALLAH’a sığınmış, garîb, zavallı, “ene” si yok olmuş kul” demektir; ki tasarruf edeni Allah’tır!..

hf

“FAKİR”,

 “YOKLUK” HALİNİ YAŞAYANDIR

 “Fakîr”, parası - pulu, malı - mülkü, evi - barkı olmayan anlamında kullanılmaz tasavvufta.

“FAKR” hâli “Yokluk” hâlidir!. Fakîr de, “yokluk” hâlini yaşayan kişidir.

hf

“FAKİR”İN YEMESİ İÇMESİ…

“Sordum tekrar; dedim ki:

Ya rabbi; hiç içer misin, yer misin?..

dedi ki:

       Yemem, fakîrin yemesidir; içmem de fakîrin içmesidir!.”

hf

İşte “yok”luğa eren fakîr, perdelilikten kurtulmuştur. Allah’la arasındaki bütün perdeler kalkmış ve gözünde gören, dilinde söyleyen hep O olmuştur.

Şayet böyle birini bulursan hiç durma yaklaş O’na!. Çünkü bu Allah’a yaklaşmandır!.

hf

“YOK”LUĞA EREN  “FAKİR”İ BULURSAN, 

 HİÇ DURMA YAKLAŞ O’NA…

ÇÜNKÜ ORADA BENİ BULURSUN.”

“Ve bana dedi ki:

-Ya Gavs-ı Â’zâm. FAKR ateşiyle yanan ve ihtiyaç ateşiyle münkesir birini görürsen yaklaş ona; şüphesiz ki benimle onun arasında perde yoktur!”

FAKR ateşiyle yanan, yâni, “yok”luğunun idrâkı ve hissiyatı içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!

Çünkü, orada beni bulursun!

Çünkü, o “yok”luğa ermiş kişinin varlığı benimle kâimdir. Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür.

Elinde, dilinde beni bulursun!

Ve sakın sanma ki, orada o kişi var da içi yok olmuş, onun içinde ben varım! Bu muhaldir! Hulûl yani başka bir varlığın içine girme diye bir şey asla sözkonusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın birleşmesi yani ittihad da değildir bu!

Allah’ın varlığı dışında ikinci bir varlık mevcut değildir ki, Onun içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.

Hilmi diye biri gerçekte hiç bir zaman varolmamıştır! Kendini “Hilmi” sanması, Özünden mahrum ve perdeli olmasından ileri gelir!

Kendini var sanan, karşısındakilerin de var olduğunu sanarak yaşar ve basiretindeki bu perdeden kurtulamaz ise, ölümötesi yaşamda asla bu perdelilikten kurtulamaz. Perdeli olan suçlar! Perdesiz olan ise o fiilin hakiki fâilini seyrederek, O’na dil uzatmaz, gönül koymaz!

İşte “yok”luğa eren fakîr, perdelilikten kurtulmuştur. Allah’la arasındaki bütün perdeler kalkmış ve gözünde gören, dilinde söyleyen hep O olmuştur.

Şayet böyle birini bulursan hiç durma yaklaş O’na! Çünkü bu Allah’a yaklaşmandır!

Bir de sanma ki, O, fakre ermeden evvel vardı da bu yüzden Allah’dan ayrı idi!

Hâşâ!

Gene varlığının tümünde mevcut olan Allah’dı! Ne çare ki, kendini ortaya çıkarmayı murad etmiyordu.

hf

“FAKİR”DEN ZÂHİR OLAN

“HAK”TIR VE ELBETTE Kİ ONUN EMRİ DE

YERİNE GELEN BİR EMİRDİR

 “Ve dedi ki bana:

        -Yâ Gavs-ı Â’zâm. Benim indimde fakîr, hiçbir şeyi olmayan değildir… Belki fakîrler onlardır ki, emirleri her şeyde geçer!. Bir şeye “ol” derler ise, o şey olur! “

 

Halkın genelde anladığı mânâda fakîr malı, mülkü, parası pulu, evi barkı, eşyası olmayan kişidir.

Oysa yukarıdaki açıklamada, “fakîr” kelimesiyle kastedilen gerçek mânânın bu olmadığı vurgulanmaktadır.

“FAKR” hâliyle hallenmiş kişi anlamında “fakîr” kelimesinin kullanılması gerekliliğine işaret eden bu açıklama aynı zamanda “FAKR” hâlini yaşamakta olanın çok önemli bir vasfına işaret çekmektedir:

“Emirleri her şeyde geçer. Bir şeye “OL!” derlerse, o şey olur”

Bu husus, gerçekten son derece önemli ve bir o kadar da iyi anlaşılması gerekli bir husustur.

“BİZ BİR ŞEYİN OLMASINI İSTERSEK; -OL- DERİZ VE O ŞEY OLUR”

Dileme ve “ol” hükmünü verme burada “fakîr”e izâfe edilmektedir.

Diğer bir ifade şekliyle, “fakîr”in dilemesi ve “ol” hükmünü vermesi, Hak tarafından kendi nefsine bağlanmaktadır.

Gerçek şudur ki;

Dileyen ve “ol” hükmü ile istediği şeyi olduran TEK’dir!.

Öz’den bakan için. dileyen ve hükmü yerine gelen Allah’tır!.

Kesretten vehim hükmü altında bakan için ise, dileyen ve “ol” hükmü veren gene Allah’tır; ancak bu durum izâfeten ve ikrâmen kuldan izhar olmaktadır.

“Bir kul yararlı çalışmalar ile bana yakîn elde eder. Artık ben o kulumun görür gözü, işitir kulağı, söyleyen dili, tutan eli yürüyen ayağı olurum.”

şeklindeki hadîs-i kudsi çok meşhurdur. Burada anlatılmak istenen mânânın bir açıklaması gibidir Gavs-ı Â’zâm Abdülkâdir Geylânî’nin bu beyânı.

Bir kul yararlı çalışmalar ile kendi varlığının varolmayışını idrâk ederek, Allah yanında vehmî benliğinin “yok”luğunu yaşadığı zaman, artık ondan ikram yollu Hakkanî sıfatlar zâhir olmaya başlar.

Hakkanî sıfatla görür, hakkanî sıfatla işitir ve hakkanî sıfatla söyler. “Ol” der ve o şey de olur!. Elbette, Hak’kın emri nasıl olur da yerine gelmez?...

Demek ki, “fakîr”den zâhir olan Hak’tır ve elbette ki onun emri de yerine gelen bir emirdir.

hf

YOKLUK ÂLEMİ

Bkz. F / Fakr

hf

“YOKLUK ALEMİ”,

BOYUTSAL BİR YAŞAMI ANLATIR!

“Yokluk âlemi” kavramı mekânsal bir olayı değil, boyutsal bir yaşamı anlatır...

“Yokluk” kelimesi, Rasûlullah hazretlerinin kullandığı “FAKR” kelimesinden kaynaklanır...

hf

“FUKARA”

Kişi “fakr=yokluk” boyutunda kendini bulduğu takdirde onu sıkacak hiç bir olay olmaz ve hiç bir şeyden de sıkılmaz... Bu boyutta yaşayanlara tasavvufta “fukara” veya bunların daha da üstündekilere “guraba” denilir... Olay tamamıyla boyutsal=içsel yaşantıyla ilgilidir... Sembolik bir anlatımdır sizin işaret ettiğiniz..

 “Fakr”, Esmâ boyutuna işaret eder;

“Garib” ise Sıfat boyutunda yaşayanın adıdır...

hf

EL,

“YOKLUK DENİZİ”NE GİRERSE EĞER…

“ZÂT” İLE “GAYRI”NIN

 AYRI OLMADIĞINI FARKEDER!

“Yokluk Denizi” denen şey, senin bireysel varlığının var olmadığını anlamandır.

Mutlak mânâda bir yokluk denizi yoktur.

“Yokluk”tan murad, tüm varlığın kendine özgü bir varlığı-vücudu olmayışıdır!.

Elin, kendini beyinden ayrı olarak, ayrı bir varlık hissedip, “ben dilediğimi yapıyorum” diye zannetmesi ne ile ortadan kalkar?

Elin yokluk denizine girmesi ile!...

El, yokluk denizine girerse; eldeki kan, kemik, sinir, damar hepsi beyne bağlı olduğundan; bağımsız bir varlığı olmadığını farkeder. Anlar ki bedenden ayrı bir varlığı yok ve tümüyle beyine tâbi!.

İşte “yokluk denizi” denen şey, bu mânâdadır.

Sana desem ki, “biyolojik bedenini atomik bedeninden ayır!”… Yapabilir misin bunu?

Hayır!. Hiçbir zaman ayıramazsın!.

Çünkü, biyolojik bedenin, atomik bedenin sonucu olarak mevcut!.

Öyle ise, Zât ile “gayrı” adını verdiğini  birbirinden ayıramazsın!. Bu mümkün değil!

El ile beyni birbirinden ayırmak ne ise; “Allah” ismiyle işaret edilen ile Muhammed’i de birbirinden ayırmak aynı şeydir.

hf

FÂNİ

”Yok” olandır!

hf

 “FÂNİ”,

VARSAYIMDIR!

Bâkî, asıl ve orijindir; Fâni ise, göre ve varsayımdır!.

Allah Bâki ise, fâni nerede?..

hf

FÂNİ

“YOK” OLACAK OLAN DEĞİL,

 “YOK” OLANDIR!

“Fâni”, “yok olacak” değildir; çünkü zaten “yok”tur!. “Fâni”nin herhangi bir zamanda yok olduktan sonra Bâkî’nin Bâkî olacağını sanmak, Hakikattan gafletin âlâmetidir!..

 ALLAH” adıyla işaret edilenin ne olduğunu hâlâ anlamadığınız için; hayâlinizde ötelerde bir hiçliğe atıyorsunuz “tanrınızı”; bu da sizin “tanrınız”ın yeni bilgiler ışığında “update” edilmesinden başka bir şey değildir!..

Şurası kesin ki;

FÂNİ, zaten fânidir; ve Bâkî de Bâkidir...

Bu ne demektir hiç düşündünüz mü?...

Gelecekte bir gün Bâkî’nin kalıp da O’nun “HİÇ”liğine ulaşacağınızı sanmanız bir başka ham hayâldir!...

“HİÇ”lik ötede değil, içinizdedir!...

Bâki ‘de sen!...

FÂNİ, hiç bir zaman varolmadı!...”Fânî”, yok olacak olan, değil!.. ”Yok” olandır!..

Sen sendesin; ve bana da hiç bir zaman ihtiyacın yok!...

Ben sana hiç bir şey veremem!... Zâten her şey sende var!...

Benden hiç bir şey ummayın gelecek diye!...

Siz kendinizdekini bulup, sefâsını sürün; beni de bırakın dünyamda, kendimi yaşamaya devam edeyim sizsiz!...

Denenmişi denemekte fayda yoktur!... Deneyip de faydasını görmediğiniz şeyi niye tekrar deneyerek vaktinizi boşa harcayacaksınız!...

Akıllı, ibret alan; ahmak da aynı hataya sürekli devam edendir!.

hf

VARLIKTA

“BÂKİ”NİN DIŞINDA BİRŞEY YOKTUR

”Allah Bâkidir!” demek; “fâni ve fenâlık sözkonusu değildir” demektir.

“Bâki” ile “fâni” yanyana olur mu?

Bâki’nin varlığı, “fâni”yı kabul eder mi?

Şimdi biz “zaman” kabulü içinde, “fâni”nin varlığını kabul ediyor; daha sonra Bâki’nin ortaya çıkacağını düşünüyoruz!

“Bâki” esas olduğuna göre; Allah’ın “fâni” ismi varolmadığına göre, kökende fânilik ve fenâ olmadığına göre, varlıkta Bâki’nin dışında bir şey yoktur!

hf

DÜNYA

 FÂNİDİR…

Bu anlayışı getirmiştir Hz. İbrahim Aleyhisselâm, Hz Nuh Aleyhisselâm, Hz.İsa Aleyhisselâm, Hz Musa Aleyhisselâm... Hepsi de bu Dini, bu esası getirmiştir!.

Hepsi de demiştir ki;

"Bu dünya fânidir, geçicidir. Sahip olduğunuzu sandığınız her şey bu madde dünyasında kalacaktır.. Siz "ALLAH"'a ve ölümötesi yaşam boyutuna yalnız ve hiç bir şeyinizi götüremeden geçeceksiniz. Ona göre hazırlanın."

Bütün "ALLAH" Nebi ve Rasûllerinin dediği istisnasız budur!.

Bu yüzdendir ki İslâm Dini denen Din, bu "ALLAH"a teslim olma Dinidir; yani inancıdır; anlayışıdır!.

hf

YAŞAM VE YAŞANILANLAR

FÂNİDİR!

 

 Yaşam fânidir!.

 “Yaşam fânidir”den once, “yaşanılanlar fanidir!”.

 Dün yaşadığınız en büyük zevkler, dün yaşadığınız en büyük ızdıraplar dünde kalır, herkes bugün yepyeni şeylerle karşılaşır.

 İnsanoğlu ya özündeki Allah’a ermek ve bunun neticesini yaşamak için yaratılmıştır, ya da bunun dışındaki herhangi bir gerekçeyle!.

 Kendinize sorun…

 “Benim yaşamdaki amacım ne?

 Niye yaşıyorum?

 Niye varım?

 Hedefim ne?”

 Buna vereceğiniz cevap ya “Allah için varım, O’na ermek, O’nu yaşamak istiyorum” olsun ya da başka bir gerekçe!.

 “O günde hesap görücü olarak nefsiniz yeter.” âyeti filânca fişmekânca bir tarihten bahsetmiyor. İçinde yaşadığımız andan bahsediyor. Beher an, hesap görücü olarak nefsimiz yetiyor.

 Nefsinize verdiğiniz hesap, Allah’a verdiğiniz hesaptır!.

hf

KİŞİ,

KENDİ BİRİMSEL VARLIĞINDAN

(“GÜN AYDINLIĞI”NDAN)

“YOK”LUĞUNU FARKETME KARANLIĞINA

DÜŞTÜĞÜNDE…

İnsanın bir ömür boyu yaşadıklarından çok daha hayırlı olan bir an (KADR anı) vardır ki; bu anlık şuursal sıçrama veya açılım süresi içinde hakikatine ait bilgi, kendisine bir tenezzül, yani “özünden bilincine” doğru açığa çıkar!. Bu “HU” hüviyeti hakikatidir!.

Bu hakikat, “İnsan, Kurân’ın sırrı; Kurân, insanın sırrıdır” prensibince, insanın derûnundan gelen bir şekilde açığa çıkar!.

Ne zaman?

Kişi, ben neyim, kimim sorgulamasıyla yola çıkıp, Allah Rasûlü Muhammed aleyhisselâma iman edip, O’nun getirdiklerini anlamaya ve tanrı kavramından arınıp, ismi “ALLAH” olanı en azıyla “İhlâs” Sûresinde bildirilen kadarıyla algıladıktan sonra... “ALLAH” özel ismiyle isimlenmiş indinde, kendi birimsel varlığından, yani gün aydınlığından, “yok”luğunu fark etme karanlığına düştüğünde; tüm varlık nazarında varlıklarını yitirdiklerinde...

Hakikati olan Allah isimlerinin özelliklerinin kendi varlığını oluşturduğunu hissettiği ve yaşadığı bir anda, RUH, yani bu esmânın anlamı ile, melekler, yani bu isimlerin kuvvelerinin her an kendisinde açığa çıkmakta olduğunu fark edip algılar!.. Bunu bir anda hissediş ve yaşayışı “KADR” hâlidir.

O an ne kendi kalır, ne de varlıktan bir zerre!..

Bu an (yevm) mülk kimindir?”

Lillahil vahidil kahhar (Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır),” gerçeğine şehâdet eder!. “Eşhedü...”yü “OKU”r!.. Seyreden Kendi olur!

Bu hâl, onda kendini tekrar beşeriyet boyutunda buluşuna (fecre) kadar sürer. Böylece varlığının hakikatini yaşamış olarak ehli hakikat arasında tahkik ehli olarak yerini alır ve artık Kur’ân sırlarını “OKU”maya başlayarak ölümü (boyut değişimini) bekler, ve yaradılış amacına uygun şekilde “KUL”luğuna devam eder.

hf

YARIM DAİRENİN TAMAMLANMASIYLA

FENÂ FİLLÂH GERÇEKLEŞMİŞ OLUR!

Tasavvuf erenleri, tasavvuftaki yolculuğu, “başladığı noktaya gelen daireyi tamamlamaktır” diye târif etmişlerdir.

Bireysellik ve birimsellik noktasından hareket eden düşünce yolcuları, aşama aşama “eşyâ”(“şey”ler)nın hakikatine ilerleyerek, her şeyin TEK’ten varolduğunu müşahede ederler. Bu boyutta, basîretleriyle tesbit ederler ki, hakikatleri itibariyle, çokluk yani kesret mevcut olmayıp, varlık TEK’ten ibarettir. Ne kendileri ne de çeşitli boyutlar ve evrenler hiç varolmamıştır!. Böylece yarım daire tamamlanmış, “fenâfillah” gerçekleşmiş olur... Bunun biraz ötesi de vardır ki, onu burada dillendirmenin gereği yoktur.

2. yarım dairenin yolculuğu kolaylaştırılmış olanlar ise burada kalmayıp, fıtratları gereği olarak seyirlerinde devam ederler... Bu defa TEK’in İlim sıfatının, “Mürid” ismiyle işaret edilen İrade sıfatı aracılığıyla Kudrete dönüşerek, kesrete ait ilmî sûretleri meydana getirdiğini; bu ilmî sûretleri hâvi mücerred melekin, kendisinden açığa çıkma mahalli olan “RUH” adlı müşahhas meleğe dönüştüğünü, bundan meydana gelen hamele-i arş denen müşahhas meleklerin varlığını, ve boyut boyut bunlardan meydana gelen diğer müşahhas melâikenin varlıklarıyla evren içre nice evrenlerin ve sâir varlıkların oluşumunu müşahede ederler. Nelerden nelerin nasıl meydana geldiğini, hangi müşahhas melek(kuvve)lerin hangi kuvveler-varlıklar şeklinde açığa çıktığını seyrederler. Seyredenin, gerçekte kim olduğunun bilincinde, varlıksız olarak!.

hf

“YOK”LAR,

ERGEÇ  BİRGÜN “YOK”LUĞA DÖNER…

Kaldıracak- ortadan yok edecek bir şey, gerçekte yoktur!

hf

Dilediği mânâları üretir, îcat eder, yoktan var eder. Yoktan var olan “Yok”lar, ergeç birgün ‘’Yok’’luğa döner!.

hf

“YOK” OLDUN MU,

ZÂT’EN BİTTİ!

Bilirsen  kim olduğunu; doyasıya, ölesiye, yokolasıya sev!..

Yok  oldun mu,  ZÂTen  bitti!. 

hf

ŞAYET SEN “YOK”SAN…

Şâyet sen “yok”san, elbette ki karşındaki kişi de “yok”tur!.. Öyle ise karşındaki gerçek “var” olanı farkedip, O‘nu kabullenebilecek ve hazmedebilecek misin?..

hf

Aslı ve benliği “yok” olan hangi varlığınla övünebilirsin ki?..

hf

YOK OLDUĞUNU FARKETTİĞİNDE,

GERDE KALAN…

Sen  yok olduğunu farkettiğinde  geride kalan, ‘’BÂKÎ’’dir!..

Fâni, fenâ buldumu; ‘’Bâkî’’  kalır!.

Fâni yok olduktan sonra  Bâkî  kalmaz;  çünkü fâni, fânidir!.. Bâkî,  ise Bâkî!.

hf

GÖRDÜKLERİMİZİ YOK ETMEK YERİNE,

GÖRDÜĞÜMÜZÜN HAKİKATİNİ İDRAK ETMEK

EN KESTİRME YOLDUR!

“Yok”u yok etmek muhaldir!

Yoktan varolmuş şeyler de zaten yok hükmündedir; ve onları da yok etmeye çalışmak abesle iştigaldir.

Öyle ise biz, “yok” olduğunu idrâk ettiğimiz varlıkları “yok etmeye” uğraşmakla vakit harcıyorsak, yazık ediyoruz kendimize!

Gördüklerimizi yok etmeye uğraşmak yerine, gördüğümüzün hakikatını idrâk etmek en kestirme yoldur!

Hadîs:

“Rabbim bana eşyanın hakikatını göster!

İşte, şayet Allah bir kuluna kendine vâsıl olmayı kolaylaştırmış ise, demek; o kişinin kendisinin gerçekte varolmadığını idrâk edecek istidat ve kâbiliyette yaratılmış olması demektir.

hf

 “FENÂ FİİLAH”

ALLAH’IN VARLIĞI YANINDA

YOKLUĞUNU HİSSETME VE YAŞAMA HÂLİ…

Eğer kişi, beş duyu esaretinden ve şartlanmaların oluşturduğu kabullerden arınıp, vehminin kabul ettirdiği göresel benlikten kurtulabilirse, görür ki kendisi yoktur, sadece Allah vücûd sahibidir!

Nitekim, bu yokluğunu idrâk etme sadedinde de “fenâfillah” deyimi kullanılır. Bunun mânâsı, Allah’ın varlığı yanında kendi yokluğunu hissetme ve yaşama hâlidir.

hf

MUTMAİNNE VE RÂDİYE,

“FENÂFİLLAH”TIR!

Mutmainne düzeyine geldikten sonra Nefs, “Velî” adını alır... Mutmainne düzeyindeki kişi, “ilmel yakîn” düzeyindedir. Mutmainne, Fenâfillah‘ın başlangıcıdır.

“Mülhime”de Fenâ-i ef‘al ve sonucu olarak “tevhid-i ef‘âl”; Fenâ-i esmâ ve sonucu olarak “Tevhid-i esmâ; Fenâ-i sıfat ve ertesinde de “tevhid-i sıfat” yaşanılır...

Fenâ-i Zât‘la birlikte Nefs, kendini beden kabul etme fikrinden arınmaya başlar. Bunun neticesinde de “Fenâfillah”a girer; ki “Fenâfillah”, esas “Mutmainne”de başlar; velâyet mertebesidir!.

Mutmainne ve Mutmainne‘yi takiben Râdiye “Fenâfillah”dır...

hf

İlm-el yakîn, “kelime-i şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!.

Bunun ayn-el yakîni “namaz”ın mi’râc oluşudur!.

Hakk-el yakîni “oruc”tur.

Buraya kadarı Fenâ Fillah’tır…

Bakâ Billah ise “zekât”tır!

hf

DALGA FÂNİ,

DENİZ İSE BÂKİ GİBİDİR…

SİZ EĞER, DENİZDEN OLUŞMUŞ BİR DALGA İSENİZ

BİLİNİZ Kİ;
DALGA ZATEN FÂNİDİR; “YOK”TUR!

Tüm varlık, O`nun hayatı ile hayattadır!.

O, Alîm`dir, ilmi vardır; ve tüm varlıkta mevcut olan ilim, O`nun ilmi`yle ve ilmi`ndendir!. Sınırsız ve sonsuz ilim sahibidir O!.

O, Mürîd`dir... Yâni, irade eden`dir... İradesi sınırsızdır!. Tüm varlıkta mevcut olan irade, Sonsuz ve sınırsız`ın iradesidir. Ancak bu irade onların her birinden esmâ terkiplerinin kapsamına göre ortaya çıkmaktadır!

Siz, bir birime dışarıdan baktığınız zaman, ondan çıkan iradeyi görerek, "irade-i cüzdür bu", dersiniz!. Fakat, çıkış noktasında gördüğünüz o irade, gerçekte, O, Tek olan, Küll olan iradenin, ta kendisidir!. Musluktan akan suyun geldiği barajdaki sudan ayrı bir şey sanılması gibi!

Çünkü, Mürîd olan O, Sonsuz ve sınırsız`dır!. Yani, iradesi sonsuz ve sınırsızdır. Sınırsız olan irade sınırlanamayacağı için, her bir birimdeki irade de, Sınırsız`ın iradesidir.

Varın bundan böyle, Kudret, Kelâm, Semi, Basar gibi vasıfları da sınırsız olarak düşünüp, ortaya çıkacak sonuçları elinizden geliyorsa siz değerlendirin!.

İşte olayı, böylece idrâk edip değerlendirebilirsek...

Bu takdirde görülür ki, yaşamda tek bir hayat vardır, "HAYY" olanın ki!.

Gene varlıkta mevcût olan tek bir irade vardır, "MÜRÎD"in!. Ki bu da kesinlikle "küll" ve "cüz" diye ikiye ayrılmaz; çünkü iki ayrı bağımsız varlık mevcut değildir!.

Bunun gibi Kudret, Tek bir kudrettir!. Ve her an, her zerre`de görülen tüm mânâlar ve fiiller, hep O, Sınırsız ilim sahibi varlığın sınırsız dileği, yani iradesiyle, sınırsız kudreti neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Öyle ise varlıkta, Tek bir irade, Tek bir Kudret ve bu Tek iradeyi yönlendiren sonsuz-sınırsız Tek bir ilim söz konusudur; ki bu Zât sınırsız Hayat sahibidir ve O, "ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”dir!. Ve, O, "Allah" ismi aynasında kendini seyredendir!

"Allah" ismi ile sanki kendini kendine tanıtmış; kendini, kendinde seyretmiştir!.

Kendinde, kendini seyr için, "Allah" ismi altında çeşitli tanım ve vasıflarla kendini tavsif etmiş, o tavsifde kendisini bulmayı istemiş; ve o tavsif`de kendisini bulduğu anda da demiştir ki

"Allah, âlemlerden Ganî`dir!." (29-6)

Öyle ise,

Ezelde ve Ebedde hep daima "Bâkî Allah`dır"!.

Bütün âlemler, fâni, "yok"dan var olmuş ve "yok"luğa gidici olan, denizin üstündeki dalgalar gibidir!.

Denizde, denizin suyundan dalgalar oluşur ve sonra tekrar denize döner... Dalgaların bağımsız varlığı, görenin gözünde, hayâlinde, zannındadır!. Dalga, fâni; deniz ise Bâkî gibidir!.

Siz eğer, denizden oluşmuş bir dalga iseniz, biliniz ki;

"Her şey, aslına rücû edecektir!”

Her dalga, denizde "yok" olacaktır...

Hattâ ilim sahibinin katında, dalga zâten fânidir; "yok"tur!.

Öyleyse, bir gün gelecek, Allah`ın varlığında "yok" olduğunuzu farkedeceksiniz!. Ve cehenneminizin ateşi sönecektir!.

"Yok" olduğunuzu farkettiğiniz zaman, bilmem aynada kendinizi mi göreceksiniz?...

Yoksa, kendiniz "yok" olacak da, ayna mı Bâkî kalacak?...

Gerçekte "fâni"nin fenâ bulmasından kesinlikle söz edilemez, çünkü zaten adı üstünde fânîdir!. "Yok" olanın "yok" olmasından nasıl sözedilebilir ki!?... Bunu farkeden için de elbette ki her an "BÂKÎ"den gayrı mevcut değildir!. Bununla beraber de "her an" kalkar, "tek an" kalır!.

Nitekim bütün bunlar, ancak yaşayanın hissedeceği hâllerdir...

Allah idrâk ettire...

hf

FENÂ FİLLAH’IN SONU…

ESMÂ’DA SEYR HÂLİ!

Pek çoğunuz ceviz kırmış veya yemişsinizdir!.

Bir kısmınız da dalında yada yeni kopmuş hâliyle cevizi görmüşsünüzdür!.

Ceviz üzerine, ceviz kırmak üzerine pek çok şey söylenmiştir…

Hattâ bazıları ceviz ağacına benzetmiştir kendisini şarkısıyla;

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında;

Ne sen bunun farkındasın, ne polisler farkında!.” diyerekten…

Ceviz ile insan arasındaki benzerlik bilmem hiç dikkatinizi çekti mi?..

Cevizin gümüş iyonu içeren tek meyve ve beynin gümüş iyonu ihtiyacı olan tek organ olduğunu biliyor muydunuz? Eğer cevizi ortadan ikiye bölüp tahta kabuğunu çıkartırsanız, içinin iki yarım küreli insan beynine ne kadar benzediğini fark etmişsinizdir elbet…

Ama ben bu benzerlikten söz etmiyorum!. Ya neden bahsediyorsun, dediğinizi duyar gibiyim… Hemen açıklayayım…

Dalından düşmüş cevizi gördünüz mü bilmem, üzeri noktalı yeşil renkte bir kabukla kaplıdır!. Eline alanın eli boyanır; ve kolay kolay da çıkmaz bu boya!.. Üstelik bilmeyerek dişlerseniz, sulfata yalamış gibi olursunuz; sanki zehir!.

Münâsip bir şekilde açabilirseniz bu yeşil kabuğu, işte o zaman görürsünüz tahta kabuklu meşhur cevizi!. Elle kolayca kıramazsınız o tahta kabuğu.. Ama varoluşunun çok büyük bir hikmeti vardır o tahta kabuğun! İçine hava girmesini önler; ve böylece de içindeki cevizin yağının havayla birleşerek okside olmasını, yağının acılaşmasını önler.. Onun içindir ki, ceviziçi, kabuğu içinde saklanır hava almasın diye; ancak yeneceği zaman o kabuktan çıkartılır; ayıklanmış halde saklanmaz!.

Üçüncü katı ise bildiğimiz kahverengi ince kabuktur.. Şayet o kabukla yerseniz, gene damağınızda kekremsi bir lezzet hissedersiniz, biraz acımsıdır.. Koruyucu kabuktur!. Ama buna rağmen, artık onda içinin inceliklerini, kıvrımlarını, şeklini görebilirsiniz!. Ama ne olursa olsun, yemesi o kadar lezzetli değildir..

Dördüncü katı kahverengi kabuğun altındaki beyazımsı renkli zardır!. Artık ceviz içi iyiden açığa çıkmış; rengi âşikâr olmuştur!. Her ne kadar üstündeki zar, ceviz içiyle temasımızı önlüyorsa da, tam lezzetine ermemizi engelliyorsa da; gene de ceviz içine ulaşmış sayılırız!. Buna rağmen zarın soyulmuş hali daha bir başkadır ceviz içinin!

Beşinci kat, işte ceviz içi!.. Beyaz etli, pekbi lezzetli ve de insan için çok yararlı gıda; şifa!.

Altıncı kat ise cevizin yağı!.. İnsana en yararlı yanı!.. Cevizin özü, hâsılası… Varoluş hikmeti… Sırf hayır!. Bir rahmet ki, içinde acısı hiç yok!.

Yedinci ve son kat; cevizin yağındaki kuvvet, enerji!… Cevizin varoluşunun sebebi hikmeti!.. Cevizin Hakikatı!.. Bir elektrik ki, bütün ampuller onunla hayatiyet bulur!.

Ve şimdi gelelim cevizle önemli bir benzerlik yanı bulunan insana…

1.kat bilinciyle, “Nefsi emmare”de diye tanımlanan insan… Acı ve zehirli sanki!.. Yalnızca kendini düşünüp, herşeye sahip olmak isteyen; kimseye yaşam hakkı tanımayan; kravatlı vahşi!. Sadece almayı düşünüp, vermeyi hiç hatırına getirmeyen ve dahi verecek bir nesnesi olmayan insan etiketli mahlûk!

2.kat bilinciyle, “Nefsi Levvame”de diye tanımlanan insan… Özündeki özelikleri ve güzellikleri tahta kabuk mesabesindeki “levvame” bilinciyle örtmekte olan kişi!. Kendini belkide, ceviz sanan tahta kabukçasına, beden sanan bir birim!. Kâh yeşilkabuğunun gereğini yaşayıp, kâh da içindeki değerli katmanın farkında olan ve bunun gereğini yaşayamamanın üzüntüsünü çeken insan…

3.kat bilinciyle, “Nefsi Mülhime”de diye tanımlanan insan… Kendinin kabuk -pardon beden- olduğu şartlanmasından kurtulmuş; hakikatini fark etmiş; kâh özündeki lezzetten tadan, kâh da kendini kıvrımlı beyaz ceviz içi sanan birim… Ârifler diye bahsedilen mârifet ilmi erbabı!.

4.kat bilinciyle, “Nefsi Mutmainne”de diye tanımlanan insan… Bildiği hakikatta ve hissedişte tatmine ulaşmış, mutmain olmuş; bunun getirisiyle cehenneminden azad olup cennetine girmiş insan!. Beyazımsı zar hükmünde olan birimsellik duygusuyla hakikatini zar gibi örtme hali mevcutsa da, Hakikati olan “Allah”ı hissetmenin ve tâlibine zar arkasından göstermenin hazzı içindeki kişi!. Velî, hakikat ilmi ehli.

5.kat bilinciyle, “Nefsi Râzıye”de diye tanımlanan insan… Ellerin beynin hükmüyle hareket ettiklerinin idrakına ermiş ve eller ile savaşı kalmamış insan!. Her anı ve hâli beyinle olup; beynin hükmüyle bedende olup bitenleri seyreden tüm kabuklardan arı, ceviziçi sanki!.. Fenâ fillah’ın sonu!.. Esmâ’da seyr hâli…

6.kat bilinciyle, “Nefsi Mardıyye”de diye tanımlanan insan… Cevizdeki beyaz etin özündeki yağ misali, insanın özündeki sıfat mertebesi!… Bakâ billlah yaşamı… “Görür gözü, konuşur dili…. olurum” sırrının yaşamı.. Sıfatlarla tahakkuk hâli!…

7.kat bilinciyle, “Nefsi Sâfiye”de diye tanımlanan insan… Cevizin yağında gizli kuvvet misali, insanın ve varolan herşeyin özü!.. “Özde biriz” tanımlamasıyla vurgulanan “bir”lik noktası!.. Her şeyin “şey”sizlik hâli!.

“Şey” yok, Yalnızca O var!.

Gülhane Parkında gizli, ne halkın ne de polisin farkında olmadığı ceviz ağacından ve ürününden söz etmeye çalıştım…

Bilmem anlatabildim mi?...

hf

SEN,

FENA FİLLAH OLAMAZSIN!

Allah’ın, kendi isimlerinin mânâlarını seyretmeyi dilemesiyle, kendisinin ve tüm mevcudat diye bildiğinin meydana geldiğini anladığı zaman, kişi otomatik olarak “FAKR” hâline düşer. Bu fakr hâli ise tasavvufta fenâfillah diye bilinen haldir.

Fenâfillah”, “Allah” adının işaret ettiğinin, kendi kendineliğinin adıdır!.. Hakikatı itibariyle...

Gayrı” , “Mâsiva” kavramının “yok” olduğunun yaşanmasıdır “Fenâfillâh”!.

Yani; sen , fenâ fillah olamazsın!.

O yüzden de, bunu farkettirmek için, önce “fenânın fenâsı” demişler; sonra o da yetmemiş, “fenânın fenâsının fenâsı” demişler...

Gerçekte ise, kişi fenâfillah olmaz!..

Fenâfillah”, o isimle işaret olunanın, kendi kendineliği içinde “Ulûhiyet”ini seyridir...

Bunun minyatürü diyebileceğimiz de, bir birimde, kendi seyrini seyredişidir...

Dolayısıyla, “fenâfillah”, gerçeği itibariyle bizim anladığımız gibi; bir birimin, “ALLAH” adıyla işaret edilende, fenâya ermesi gibi anlaşılamaz..

hf

FENÂ FİLLAH 

MUHALDİR

Allah‘da kendini yok etmek, fenafillah, muhaldir!.” Zira, ikinci bir varlık yoktur ki, o ikinci varlık kendini Allah‘da yok etsin!.

Bir Allah, bir de sen(!) varsın!.. Sen, bu varlığını yok edecek bir şeyler yapacaksın da, O yukarıdaki Allah‘a ulaşacaksın?... Yok öyle bir şey!.

Senin “nefs”‘ini tanıma olayın var!.

O yüzden de, Rasûlullah aleyhisselâm, hiç bir zaman, “fenâfillah” diye bir şey den sözetmemiştir; ve bu anlama gelecek bir kelime de kullanmamıştır’.

Ama, Rasûlullah aleyhisselâmın ağzından: “Nefs”‘ini tanıyan Rabbi‘ni tanımış olur” açıklaması ve hükmü çıkmıştır!.

Bu da tüm varlığın Vahdet esası üzerine ortada olduğunu açık seçik gösterir.. Dolayısıyla, vehmini terkedip, kendi hakikatını tanımaktır, esas olan..

Senin kendinde, vehminin meydana getirdiği, var olmayan şeyleri var kabul etme halleri vardır; ve sen de sık sık da bu hallere düşersin!.

Seni vesvese sarar; vehmin, gerçekte var olmayan şeyleri, sana var kabul ettirir!.

İşte bu var olmayıp da var kabul ettiğin şeylerin en başında, -“nefs”inin bürünmüş olduğu haller dolayısiyle- benim evim, benim arabam, benim kocam, benim babam, benim anam, benim vatanım vs. gibi kabuller yer alır... Oysa gerçekte “senyokken, nerede senin nesnelerin olacak?...

Aslında “nefs”in için, hiç biri, “var” hükmünde” değildir.. Ama sen bunlara bağlı olup, bunların gayrında olduğun için sen bal gibi, “benim, benim...” der uzatır gidersin. Sonsuza kadar böylece gider..

hf

 “FENÂ FİLLAH”IN  SIRRI,

“İYYÂKE NA’BUDÜ VE İYYAKE NESTÂİN”DEDİR!

Namazdan amaç, “mi’râc”dır!

Bunu gerçekleştirememesi, kişinin varlığını da oluşturan Allah’tan “perdelenmesini”, yani gafleti meydana getireceği için, çok büyük bir kayıp olur!.

“Mi’râc”ın oluşması ise, Fâtiha’nın okunmasına; yani, Fâtiha’daki kelimelerin anlamlarının idrâk edilmesine bağlıdır!.

Öyle ise burada şöyle düşünmek lâzım gelir…

“Fâtiha sûresi’’nde, Kurân‘ın diğer sûrelerinde olmayan hangi anlam vardır ki; o anlamı fark edilmeyen, idrâk edilmeyen ve tasdik edilerek itiraf edilmeyen namaz, büyük sorumluluk getirmekte; buna karşılık o anlamın hissedilip yaşanması sûretiyle onun okunuşu, kişiyi “Mi’râc”a çıkartmaktadır?

Besmele ve hamdele diğer bölümlerinde de geçmektedir Kurân’ın… Hidâyet dilenmesi de!.

Öyle ise…

Burada düğüm noktası gelip “Mâlik-Melîk’i yevmid din; iyyâke na’büdü ve iyyâke nestâıyn” cümlesine dayanmaktadır... Fenâ fillah sırrı da burada gizlidir!.

İyyâke na’büdü” cümleciği,“fenâ fillah”ın Kur’ân’daki ifadesidir!.

Bu arada Rasûlullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da düşünelim:

-“Her vakit namazı, kendisiyle bir önceki vakit arasındaki günahları siler”!.

Peki bu âyetlerde ne gibi bir mânâ ve sır mevcut ki, bu sırrın farkedilip, idrâkı ve yaşama geçirilmesi, kişiyi hem bir önceki namazdan beri kendisinde oluşan günahlardan arındırıyor; hem de “mi’râc”ı yaşamanın yolunu açıyor?

Şimdi bu âyetin anlamını bir daha düşünün!..

Burası çok ama çok önemli bir sırdır... Niyaz edelim ki açıla!..

"ALLAH"a "tapınma" konusuna gelince...

"TAPINMA", asırlardır, çeşitli toplumların şuursuz bir biçimde putlarına, tanrılarına yaptıkları saygı, yakarış gibi davranışları tarif için kullanılan bir kelimedir... Asla "kulluk" diye çevirdiğimiz "ibadet" kelimesinin mânâsını ifade etmez; ve "ibadet" kelimesini Türkçeleştiriyorum diye "tapınma" kelimesini kullanmak, oldukça önemli bir hatadır!... Kullanan kişinin Türkçe bilgisinin yetersizliğine verilir!..

Diğer taraftan,

-"CİNLERİ ve İNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI İÇİN YARATTIM.. (51-58)

Âyetinde geçen "ibadet" yani "KULLUK" kelimesinin ibni Abbas radıyallahu anh tarafından “liya'rifun” diye yorumlandığı ve âyetin böyle anlaşılması gerektiği yaygın olarak bilinen bir husustur..

Şayet, "liya'budun" kelimesini bu mânâda anlayacak olursak ve "iyyake na'budu" ifadesindeki "kulluğun" da "irfan" mânâsına işaret ettiğini düşünürsek; o takdirde şöyle bir anlam ile karşılaşırız:

“Âlemlerin Rabbı olan ALLAH'ın bizim Rabbimiz olduğunun bilinciyle her an O'nun varlıkta tasarrufunu seyretmekte olduğumuzu itiraf eder; ve bu bilinçli kulluğumuzun devamı için de O'ndan yardım bekleriz”.

hf

 “HER FİİLİM,

İLÂHİ KUDRETİN TASARRUFU NETİCESİNDE

MEYDANA ÇIKMAKTADIR”

"Semi Allahu limen hamideh"...

"Semi Allahu" : "Allah algılamadadır".

"Limen hamideh": "Hamd edenin hamdı, Allah`ındır!."

Yani, benim yaptığım her hareket ilâhi kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki, "ALLAH" fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir; çünkü ilminde takdir eden "O"dur; anlamı var orada.

hf

FAKR’A ERENDE

“BÂKİ” OLANIN YAŞAMI

BAŞ GÖSTERİRSE EĞER…

Yokluğa yani “fakr”e erende eğer “bâkî” olanın yaşamı baş gösterir ise; gören göz, işiten kulak olarak açığa çıkarsa, yâni kısacası “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”, Bâkî olduğunu ortaya koyarsa, o zaman da bu hâle “Bakâbillah” denilir. Evliyaullah’ın yüksek mertebelilerinde zâhir olan bir mertebedir bu.

Seyreden, seyredilen ve seyir hep Allah’tır!

Eğer kişi, beş duyu esaretinden ve şartlanmaların oluşturduğu kabullerden arınıp, vehminin kabul ettirdiği göresel benlikten kurtulabilirse, görür ki kendisi yoktur, sadece Allah vücud sahibidir!.

Nitekim, bu yokluğunu idrâk etme sadedinde de “fenâfillah” deyimi kullanılır. Bunun mânâsı, Allah’ın varlığı yanında kendi yokluğunu hissetme ve yaşama hâlidir.

Fenâ Fillah” yani Allah varlığı yanında kendi “yok”luğunu yaşama mertebesi; ki “velâyet” dahi burada başlar.

hf

 “ZÂT’IYLA FENÂ BULMAK”

“Zâtınla fenâ bulmak” ne demek?..

“Zâtım” dediğin “öz”ünün gerçekte var olmadığını; “öz”ünün Hakk’ka ait olduğunu, O’nun varlığıyla mevcut ve kâim olduğunu; Hakikatının sadece ve sadece “O” olduğunu idrâk et. Ki böylece izâfî ve vehmî benliğinin asla varlık kokusu almadığını anlamış olasın.

Böylece de “yok”tan varolmuş “ben”liğin, zâtın tekrar “yok” olsun! Ve neticede Bâkî olan VECHULLAH hükmü âşikâr olsun.

“HER ŞEY YOK OLUCUDUR; BÂKİ OLAN RABBİNİN VECHİDİR.”

Ki ehli için her an bu böyledir... Ve bu seyr ebeden devam eder.

hf

ZÂT’TA FENÂ OLMA İLE

İKİLİK KALKAR!

“- Ya Gavs. Kurb ehli kurbiyetlerinden dolayı yakınırlar, buûd ehlinin uzaklıktan şikâyetleri gibi...

Esasen bunun îzah edilmesi ve anlaşılması oldukça güç bir husustur. Zirâ burada bahis mevzûu olan kimseler “yakîn” ehlidir. Ayn-el yakîn sahipleri.

Yakîn” ile elde ettikleri bir kurb (yakınlık) sözkonusu! Ancak şuraya dikkat edelim; “Kurb” yani yakınlıktan söz ediyoruz, iki ayrı varlığın birbirine yakınlığından.

Yani, Tekliğin müşâhedesi oluşmuş, fakat vehimdeki “benlik” kavramı kesin olarak kaybolmamış! Bir diğer ifade ile, Hakkel yakîn oluşmamış! Hakkel yakîn’in oluşması için, kişinin kendini Hak’tan ayrı bir varlık olarak düşünme hâli ortadan kalkar. Yâni “Zâtta fenâ” olma hâli diye târif edilen bir hâl ile ikilik kalkar.

İşte bu kişiler, ilmen olayın bütün sistemini bilirler. Olayın bu olduğunu da açık seçik müşâhede etmişlerdir. İşte bu noktada onları büyük bir üzüntü kaplar. Çünkü bir türlü bilinçlerini kaplayan “birimsel benlik” hissiyatından, kavramından uzaklaşamamaktadırlar.

hf

 “ZÂT’IYLA FENÂ BULARAK UYUMAK”

Bu üç basamaktaki arınmayı (*) gerçekleştirdikten sonra da, “zâtınla fenâ bularak” yaşamına devam et!

(*) Birinci basamakta, tabiatın isteklerinden kurtulmak.

İkinci basamakta, nefsin isteklerinden kurtulmak.

Üçüncü basamakta “Ruh”un, ki; burada “şuur” anlamında kullanılmakta, yanlış tesbitlere kaymasından kurtulmaktan sözediliyor.

hf

FAL BAKTIRMA

FAL BAKTIRMA

BÜYÜK GÜNAHLARDANDIR

CİN‘lerin içinde yaşadığımız İslâm toplumunda en şerli faaliyetleri elbetteki bize göre sûreti Hakk‘tan görünerek, insanları saptırmalarıdır.

CİN‘lerin sûreti Hakk‘tan görünerek insanları İslâm‘dan uzaklaştırmaları bir kaç seviyeden olmaktadır.

Fal ve büyüyü “hocalık” kisvesi altında yapmak en alt seviyedir.

Evlilik ve ya başka bir nedenle “CİN”le ilişki kuran kişi, bağlantılı olduğu varlığı kullanarak, geçmişe dair haberler vermekte ve geleceğe yönelik, ihtimaller hesabına dayalı bir şekilde güya olacağı söylemektedirler...

Oysa geleceğe dönük söylentilerin çok büyük bir kısmı doğru çıkmayacaktır... İslâm’a göre fal baktırmanın, büyü yaptırmanın yeri de dinde yoktur.  Bu önemli bir suçtur. Büyük vebaldir!.. Büyük günahlardandır!.

Maalesef günümüzde, pek çok kişi CİNlerle ilşkide olan ve bu yüzden kendini evliya sanan sahte mürşidlerin peşinden koşarak çok kıymetli ömürlerini boşa geçirmektedirler.

hf

FÂSIK

  “FÂSIK”,

BOZULMUŞ BİR “BEN”LİK KAVRAMIYLA

YAŞAMAKTADIR!

Hüküm, Allah’ındır!.

Hâkimiyet, Allah’ındır!

Allah hükmü ile hükmetmeyen kâfirdir!.

“Kimler Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmese, onlar kâfirdir!”; 5-44…

“….onlar zâlimdir!”; 5-45…

“….onlar fâsıkdır..” 5:47…

Kâfirdir… Çünkü, inzâl olanın kaynağını örtücü olarak gerçeği inkâr etmektedir.…

Zâlimdir… Çünkü, gerçeğin hakkını veremeyen nefsine zulmetmektedir…

Fâsıktır… Çünkü, hakikatini idrâk edememekten dolayı, bozulmuş bir “ben”lik kavramı ile yaşamaktadır!.

hf

FÂSIK,

HÂKİMİ MUTLAK’I  HAKİKATİNDE MÜŞAHEDE EDEMEYİP

HERŞEYİ ASLİ HAKİKATİNDEN

AYRI DEĞERLENDİRİR!

Tanrı” kavramıyla şartlanmış bir beyin olarak olaya bakarsak, yukarıdan birinin, yeryüzünde yaşayan birisine yolladığı kurallarla, yaşanılan olaylara “hüküm verme” olarak, konuyu değerlendirebiliriz.

Ancak bunun ötesinde…

“”ALLAH” İsmiyle işaret edilenin, ne olduğunu fark edip, sonuçlarını tefekkür edebilecek bir kapasiteye sahip isek…

Bu defa görürüz ki…

Evrende TEK BİR Hâkimi Mutlak vardır ve her zerrede, her an, sadece O’nun “hükmü” geçerlidir!.

O Hâkimi Mutlak’ı, basîret yetersizliği dolayısıyla göremediği için inkâr ederek, bu gerçeği örten…

O Hâkimi Mutlak’ı, değerlendiremediği için; kendini, O’nun dışında varsayarak, şirk koşmak sûretiyle; “nefs”inin hakikatinden perdelenip, kendine zulmetmek sûretiyle zâlim olan…

O Hâkimi Mutlak’ı, hakikatinde müşahede edemediği için; beşeri şartlanmalar, değer yargıları ve duygularla bilinci bozulmuş, kokuşmuş olup; bu yüzden de her şeyi aslî hakikatinden ayrı olarak değerlendirerek fâsık olan…

hf

ALLAH AHLÂKIYLA AHLÂKLANMADIĞIN SÜRECE

“FÂSIK”LIK ETİKETİ VE YAŞANTISINDAN

KURTULAMAZSIN!

      Eş Şehîd, “Ben”den sana!

      El Hâkim, “Ben”den sana!.

      Sanma ki, bu fakîrden yana!.

Derûnundan zâhir olmada 99 ismin mânâsı… Derûnundan hükmü verip hakkında; sonuçlarını yaşatmada!.

Ben dağ başındaki kulübemde yaşarım yalnız!.

Allah, kulunda Zâhir!.

Allah, kuluna Vekil;

Allah, kulunda Muktedir!.

Sen, yaşa ağalığınla, paşalığınla; şeyhliğinle, kullarınla!.

Ama bil ki, mahşerde, çok âlim ya da ârif bilinenler, â’mâ bir halde dolaşacaklar meydanda!… Tutunacak dal bile bulamayacaklar ortalıkta!.

Hüküm Allah’ın!.

Rasûller bile yalnızca kulluklarını yerine getirmekteler.

Âcilen “Allah ahlâkı ile ahlâklan” ve Allah dostlarını dost edinmeye bak ki, çevrene toplanmış maddi-mânevi çıkar tüccarları mahvına vesile olmasın!… İllâ ki Hükmü!

Yanılttıklarının hesabını bile düşünmeyecek kadar perdelenmiş; olabilirsin… Sevdiklerini bile ateşe atıp, sonra da muradı ilâhi böyleymiş; diyebilirsin… Hükmü ilâhi buymuş; diyebilirsin…

Ama tek kesin gerçek şu ki…

Neye vesile kılındın isen; âkıbetin de o olacaktır!.

“İlim geldikten sonra hevâna tâbi olursan; nefsine zulmedenlerden olursun”!

“Rabbim Allah’tır” de!.

Allah hükmü ile hükmedebilmek için âcilen Allah ahlâkıyla ahlâklan!.

Aksi halde ne Allah hükmüyle değerlendirme yapabilirsin; ne de “kâfir”lik, “zâlim”lik, “fâsık”lık etiketinden ve yaşantısından kurtulabilirsin!.

Allah, yeryüzünde “halife” insan oluşun yaşamıyla kulluğunu îfa edenlerden olmayı nasip etmiş olsun!…

hf

FAŞİSM

 FAŞİZM NEDİR?

ÖRTÜLÜ FAŞİZM NASIL OLUR?!

Lider despotizminin olduğu meclislerde, demokrasi için tek açık kapı, kesinlikle tüm oylamaların mutlak GİZLİ OY ilkesiyle yapılmasıdır.

Türk Milletinin  ana sorunu, iplerin gerçekte daima demokrasiyi istemeyenlerde olmasıdır.

Bu toplum acaba, insan hakları ve demokrasi konusunda, Yargıtay Başkanı gibi düşünen birini Cumhurbaşkanı olarak göremeyecek mi önümüzdeki yeni bin yılda?

Ya demokrasi… Ya da kapıkulluğuna devam; yüzyıllardır olduğu gibi!

Derdini dili bağlandığı için anlatamayan eliyle anlatmanın çarelerini arar; unutmayalım!

Elini de bağlarsanız, o zaman size ne derler?

Sahi, “FAŞİZM” nedir?

Örtülü faşizm” nasıl olur?

hf

 “İNSANSI”LARIN BİR KISMI

YASAKÇI ZİHNİYETE SAHİP FAŞİST ANLAYIŞLA

BEYNİ YIKANARAK YOĞUN ŞARTLANMALI

EĞİTİM ALTINDA YETİŞİRLER!

“İnsansı”lar şartlanma yollu ezberler gelen verileri ve doğruluklarını sorgulamazlar evrensel sistem içinde… Ölüm ötesi kavramları genellikle gelişmemiştir… Vahşi tabiatlıdırlar en gelişmiş toplum içinde ve o görüntüde olsalar dahi… Bazen müslüman bazen ateist olurlar, ama iç dünyalarında insanlara hükmetme, eziyet etme, işkence etme duygusu hiç kaybolmaz. “Müslüman” görünürler ama “iman”la alâkaları yoktur; hayâllerindeki kendi varettikleri tanrılarına tapınırlar. Tanrıları uğruna da insanlara yapmadıklarını bırakmazlar!.

Bir kısmı da  yoğun şartlanmalı eğitim altında beyni yıkanarak yetişir… Düşünme ve sorgulamadan mahrum olarak, “İnsan” olmayı anlamazlar. Yasakçı zihniyete sahip faşist anlayışla yetişirler. Herkesi hükümleri altına alıp, herkesi kendileri gibi yaşatmak için her yola başvururlar!. Fikir tartışmasına asla giremezler, çünkü ezberlediklerini tartışabilecek zihinsel derinlikleri yoktur!. Yaşam dünyadan ve bedensellikten ibarettir onlar için.

“İnsansı”ların dünyasında en belirgin özellik, “ZORLAMACI” ve “HÜKMETMECİ” olmalarıdır…

Yaşamı boyunca cennetliklerin amelini işleyip; ölüme bir karış kala cehennemliklerin amelini ortaya koyup o hâl üzere ölenler de bu “insansı”lardır işte.

Bir mümine ‘’kâfir’’ diyenin kendisi kâfir olur ve bu hâl üzere ölürse imansız olarak ölmüş olur.

İslâm”ı anlamış ve “Allah” adıyla işaret edilene iman etmiş olanlar, tasavvuf dünyasında görülen kemâl ehli zâtların “HOŞGÖRÜSÜ” ile yaşarlar ve asla dayatmacı olmazlar. Çünkü onlar “insan”dır.

hf

FÂTIR

Tanrı yok ise...

Ahadiiyet HİÇ lik ise...

Hakkında düşünmek muhal ise...

Fatır ın fıtrat ile zuhurunun anlamı nedir?...

hf

İLK “HAYÂLİ SİSTEMATİZE EDEN…

Fâtır, ilk “hayal”i düzenleyip sistematize edendir... Ve tüm esmâsının işaret ettiği özelliklerle her boyutta mevcut olarak işlevini sürdürmektedir...

Dikkat!.

Her boyutta her an işlevine o boyutun gerektirdiği şekilde devam etmektedir...

Ve tüm isimlerle işaret edilen özellikler dahi böyledir!.

“FÂTIR”, dilediğini gerçekleştirmek üzere birimleri o gayeyi oluşturacak biçimde yaratandır!

hf

YARATMA ÖNCESİ

TAKDİR, TASARIM, DÜZENLEME,

ÖLÇÜMLEME, ZAMANLAMA, SIRALAMA

ALLAH’ın “FÂTIR” olması, tüm canlı ve cansız diyerek bize göre ayırım yaptığımız varlıkların yaratılış programları gereği olarak “kulluk” etmekte oldukları sonucunu ortaya koymaktadır.

”Fâtır  Allah, insanları o fıtratla oluşturmuştur ki, hepsi de yaradılışları itibariyle Allah Dini üzeredirler”

hadisi Enes radiyalllahu anh’ten bize naklolmuştur.

TAKDİR, tasarım, planlama, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama “gibi “yaratma”öncesi (kavramlarını da) içine alan “yaratma” sözkonusu olduğunda hep, aynı anlama işaret eden şu isimle yüzyüze geliriz…”FÂTIR”

“FÂTIR”, gökleri ve yeri hangi gaye uğruna, hangi işlevi yerine getirmek için programlayarak yaratmış ise, o yaratılmış olanların da o gayenin dışına çıkan işleri yapması asla mümkün olamaz!

hf

  “FÂTIR” İLE

“HÂLIK” ARASINDAKİ FARK

“HÂLİK” Türkçe’deki karşılığıyla “YARATAN” anlamınadır... “Öyle bir şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan anlamınadır”...

Ama, nasıl, hangi ölçüde, hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada karşımıza “FÂTIR” çıkar... “TAKDİR, tasarım, planlama, düzenleme, ölçümleme, zamanlama, sıralama” gibi “yaratma” öncesi kavramlarla birlikte “yaratma” söz konusu olduğunda, hep aynı anlama işaret eden şu isimle yüzyüze geliriz...

FÂTIR”!.

 hf

 

 

GÖKLERİN VE YERİN FÂTIRI

ALLAH’TIR!

·       “Duman halindeki semâya iradesini yönelterek ona ve yeryüzüne dedi: isteyerek veya istemeyerek hükmüme gelin!

·       ikisi de, isteyerek geldik; dediler.” (41-11)

Göklerin ve yerin “FÂTIR”ının Allah” olup; onları “fıtrat” üzere yaratmış olduğunu düşünürsek; elbetteki, onların, fıtratlarına göre yaratılış görevlerini, yerine getirmemeleri düşünülemez!..

Nitekim, aşağıdaki âyet de, her şeyin, “fıtratları sonucu olarak kendi varoluş programları doğrultusunda fiiller ortaya koyduğuna”, işaret eder..

·       “Kul, küllün ya’melu ala şâkıletihi!” (17-84)

·       De ki: HEPSİ de programları doğrultusunda FİİLLER ortaya koyarlar!

Yani, “ALLAH”ın “FÂTIR” olması, tüm, canlı ve cansız diyerek bize göre ayırım yaptığımız varlıkların, yaratılış programları gereği olarak “kulluk” etmekte oldukları sonucunu ortaya koymaktadır....

Bu konuya en büyük açıklığı getiren şu âyeti hemen hatırlayalım:

·       “Kada rabbüke ella ta’büdu illa iyyahu” .... (17-23)

·       RABBIN HÜKMETTİ Kİ, kendinden gayrına kulluk edilmeye! (17-23)

Şimdi burada dikkat edelim...

RABBIN HÜKMETTİ Kİ”; denilmekte....

Peki, “RAB”bın “hükmü”, yani, “ kazası “ değişebilir mi?

Hemen Hazreti Rasûlulllah aleyhisselâmın duasını hatırlayalım:

·       “Allahumme la mania lima a’teyte, ve la mutı lima mana’te, ve la radde lima kadayte!”

·       Allahım, verdiğine mani olamaz; vermediğini verecek de yoktur; kazanı yani hükmünü reddedecek, yani değiştirecek, bir güç de mevcut değildir... (hadis)

·       Yani, “RAB”bın “kazası”=”hükmü” asla değişmez!. Ve kesinlikle yerine gelir!.

·       Semâda ve yerde ne varsa hepsi O’nundur!.. Her Şey hükmüne boyun eğmektedir!. (30-26)

·       Eğer, Allah, kendinden gayrıya kulluk edilmemesini hükmetmiş ise, -ki böyledir-, artık hiç bir birimin, O’ndan gayrına kulluk etmesi mümkün olmaz!.

Ki, geçmişte yaşamış değerli “öze ermişlerden” birisi bu konuda şunu söylemiştir:

·       Allah, kendisinden gayrına kulluk edilmemesini kaza ettiği içindir ki, bütün varlıkları kendi esmasıyla yaratmıştır!.. Ta ki, kim, neye kulluk ederse etsin, gerçekte, hep, daima, bütün kulluklar O’na yapıla!..

İşte “FÂTIR”, gökleri ve yeri hangi gaye uğruna, hangi işlevi yerine getirmek için programlayarak yaratmış ise, o yaratılmış olanların da o gayenin dışına çıkan işleri yapması asla mümkün olamaz!..

 

hf

 TÜM VARLIK,

“HAKİKATİ MUHAMMEDİYE” İÇİN

TASARLANMIŞ VE SURETLENMİŞTİR!

Bütün bu varlık, “Hakikat-ı Muhammediye” denilen, Hazreti “Muhammed‘in hakikatı” denilen, kendini seyreden “Akl-ı Evvel” için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır.

hf

FÂTIR,

BEYİNLERİMİZİ “TEK”İ “ÇOK” OLARAK

ALGILAYACAK ÖZELLİKTE YARATMIŞTIR!

 FÂTIR, beyinlerimizi, “TEK”i çok olarak algılayacak bir özellikle yarattığı içindir ki, biz “TEK”i çok görmeye sonsuz dek devam edeceğiz!.

Ancak, şuurda, bunu aşıp, “TEK”i hissetme” imkânımız da yok değil!...

 hf

 

FÂTIR’IN

FITRATINDAN SÖZEDİLEMEZ!

(Soru: Geçen günkü Chat’te Bireysel Fıtrat’ın, bizim anlayışımızdan doğduğunu söylemiştiniz..?)

Bireyin veya birimin fıtratından sözedilebilir de, “TEK”in yani “FÂTIR”ın fıtratından sözedilemez gibi geliyor bana... Bilmem yanılıyor muyum???..

hf

FITRAT DİNİ

(ALLAH FITRATI)

(ALLAH DİNİ)

(“İSLÂM FITRATI”)

(ANA PROGRAM)

(RABBİNİ BİLME YETİSİ)

 (HANİFLİK)

     Yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!

hf

DİN,

“ALLAH FITRATI”DIR

Gerçekte tek bir din vardır Hz.Âdem’den bugüne kadar geçerli olan,.. Bu dinin adı da İSLÂM DİNİ ’dır!

Bu gerçeği Kurân,

“İnne dine İnnallahe İslâm” âyetiyle vurgular.

“Allah indinde din, İSLÂM’dır!.” der

Allah indinde Din falanca tarihe kadar filancaydı, fişmekânca tarihte falanca din oldu,  falanca tarihten sonra  filanca   oldu!!!  değil!.

Allah indinde din, “İslâm”dır!.

Yani Âdem’den bugüne kadar bütün Nebiler ve Rasûller İslâm Dini’n ni bildirmiştir.

Yalnız, “İslâm dini” deyince İslâm dini’nin ne olduğunu iyi anlamak lazım.

Bizim bazı yanlış düşüncelere kapılmamızın sebebi, Kurân’daki bu din tâbirinin mânâsının ne olduğunu anlama konusundaki  yanılgımızdan meydana gelmektedir.

Din, Fıtrat’tır!

Allah Fıtratıdır!

Yani Allah’ın varettiği “Sistem-Düzen”dir!

hf

ALLAH’IN FITRATINA,

(FITRAT OLAN ALLAH DİNİ’NE),

O YARATIŞA SARIL!

Anlattıklarımıza kaynak olarak Diyanet işleri’nin bastırtmış olduğu Hamdi Yazır merhumun “Hak Dini Kur’ân Dili” isimli tefsirinden yararlanıyoruz...

“-Feakım vecheke liddiyni HANÎFA. Fıtratallahilletiy fetaran nâse aleyha!  Lâ tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım. Ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemun. “ (30-30)

O halde yüzünü Din’e bir HANÎF olarak tut; o ALLAH FITRATINA ki, insanları onun üzerine yaratmıştır, ALLAH yaratışına bedel bulunmaz, doğru ve sâbit Din odur, velâkin insanların ekseriyeti bilmezler!.

Bu mefhum ile örfte İbrahim milletine ismolmuştur ki, “HANÎF”, başka dinlerden, bâtıl mâbudlardan çekinip, yalnız Allah’a eğilen muvahhid demektir.

Sen yüzünü dine HANÎF olarak tut!

Allah’ın FITRATINA yani; FITRAT OLAN ALLAH DİNİ’NE; ALLAH’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl!

FITRAT DİNİ, ALLAH DİNİ, HANÎFLİK; İSLÂM’dır!.

hf

 “İSLÂM FITRATI”

(ANA PROGRAM)

(RABBİNİ BİLME YETİSİ),

BİRİME GENETİK OLARAK İNTİKAL ETMİŞTİR

A`raf Sûresinin 172. âyetinde şöyle bir anlatım var:

"RABBİN, ÂDEMOĞULLARINDAN, ONLARIN BELLERİNDEN ZÜRRİYETLERİNİ ALMIŞ VE ONLARI KENDİLERİNE ŞÂHİT TUTMUŞTU;

-BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM (ELESTÜ BİRABBİKÜM)? DİYE.

-EVET, ŞÂHİDİZ (KÂLÛ BELÂ)!.. DEDİLER..

KIYÂMET GÜNÜ, "BİZ BUNDAN HABERSİZDİK" DEMEYESİNİZ!"

âyetin işarett ettiği anlam şudur:

"Allah, insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz menideki sperm hâlinde iken babasının geninden İslâm fıtratının programını almış olarak dünyaya gelir; daha sonraki aşamalardan da geçerek…

"Onların bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi kişiye genetik olarak intikal eden İslâm fıtratının billgisinin sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve bunu vurgular.

hf

FITRATI MEYDANA GETİREN

“FÂTIR” İSMİNİN ÖZELLİĞİ

KİŞİNİN YAPISINDAKİ ESMÂ MERTEBESİNDE

YER ALMAKTADIR!

Fıtrâtı meydana getiren Fâtır isminin özelliği dahi, kişinin Rabbi olan ve rubûbiyet boyutunu oluşturan kendi yapısındaki esmâ mertebesinde yer almaktadır!

“Feakim vecheke liddiyni haniyfa. Fıtratallahilletiy fetarennase aleyha. La tebdiyle lihalkillah; zâlike diynül kayyım; velakinne ekseren nasi la ya`lemun” (30.Rum-30)

 “Vechini hanîf (tanrıya inanmayan) olarak dine (sisteme) döndür. O ALLAH FITRATI ki, insanları, fıtratlar üzerine yaratmıştır; Allah`ın [belli bir amaç ve programla] yarattığı sisteminde asla program değişikliği olmaz!. İşte dosdoğru din budur!. Ne var ki insanların çoğunluğu bu gerçeği bilmezler.”

Evet, günümüzde keşfedilen holografik gerçeklik ile “zerre külün aynasıdır” uyarısının işareti burada çakışmaktadır.

NOKTA’dan meydana gelen açı içindeki Rahmaniyet zuhuru ve bu zuhurun üretkenliği ile meydana gelen Rahîm’den, arş isimli evrensel doğurganlık —algıladığımız madde boyutunda değil— ile tüm esmâ mertebesi hâsıl olmakta; ve Kürsî, “Rubûbiyetin tahakkuk ve tahakküm mertebesi” olarak açığa çıkmaktadır!.

Kül, bu arada, aynıyla zerreye yansımış olduğu için de; zerrelerde yani birimlerde, Rabbin, yani esma terkibinin getirisi hükmü, kademe kademe kişinin semâvâtından bedene nâzil olmaktadır!.

Bu her birimde böyledir ki, işte holografik gerçeklik bu sistemi anlatır.

Allah Rasûlü’nün “zerre külün aynasıdır” cümlesiyle özetlediği gerçek kanaatimce bunu anlatır.

Zerre itibariyle, zerre ve külden söz edilirken; İlm-i ilâhide, hepsi tek bir nefs olarak yer alır.

Buna,

“O (Allah) ki, sizi nefs-i vahide’den/tek bir nefs’den yarattı” (7:189),

Onların hepsi kıyamet günü O’na ferd olarak gelir” (Meryem:95) âyetleri işaret eder.

Yani, ilm-i ilâhide “zerreler” yoktur “tek bir yapı” sözkonusudur. Bunun idrak edilmesi herkes için kolay olmayabilir.

Evren tek bir canlı gibidir sanki tüm boyutsallıklarıyla; ya da evren içre evrenleriyle!!! “Ruh-u Â’zâm” da demişlerdir buna...

hf

 “ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLENİN

“FÂTIR” İSMİNİN MÂNÂSININ ORTAYA ÇIKIŞI…

Kur’ân talim edilmiş!..

Niye?...

Nasıl?...

İyi hoş, “Hak”sın; “TEK”sin de, “KUR’ÂN”dan haberin var mı?

Sakın deme bana, “tanrının peygambere gönderdiği kutsal kitaptır!”...

Bak, ne yazılı “OKU”nası KİTAP’ta!

“Er Rahman allemel Kur’ân!... Halekal insane allemehül beyân!” (Rahman-1/4)

“Rahman, Kur’ân’ı talim etti!... Beyânı talim ile insanı halketti!”

İnsan nasıl yaratılmış? Hangi aşamadan sonra?..

İnsan yok iken daha, “Kur’ân” kime veya neye talim edilmiş?..

Tâlim edilmekten murat ne?..

Niye Kur’ân bunları bize anlatıyor?..

İnsan maymunun gelişmişidir diyen Darwin’ci görüşe reaksiyon olarak Amerika’da “AKILLI TASARIM” görüşü savunulmaya başlandı!.

Evrensel “Yaratıcı Zekâ”, insanı yaratmış maymundan bağımsız olarak; bu görüşe göre...

Fe tebarek Allahu ahsenül hâlıkiyn”!...

Ya hu, bin küsur yıl öncesinden beri, tasavvufu yaşayan tüm evliyâullah, “AKL-I EVVELden, evrenin özündeki Allah adıyla işaret edilenin ilim sıfatının zuhuru olarak söz edip durmuşlar...

Evrendeki her birimde oluşan hareketin başlangıcında ‘Akl-ı KÜL’ vardır” demişler; "tümel akıl" bugünkü deyişle...

Hiç mi kimse bunun farkında değil?.

Elin adamı “Yaratıcı Zekâ”dan ve “Akıllı Tasarım”dan söz edince kıyâmet kopuyor!.

Oysa, bu olayla esasında, “Allah” adıyla işaret edilenin “Fatır” isminin mânâsının ortaya çıkışı dile getirilmektedir; "takdir, tasarım, planlama, düzenleme, ölçüm, zamanlama" gibi kavramlarla birlikte "yaratma" anlamına gelen “fıtrat” sözkonusu olduğundan dolayı… "Fâtır"ın "fıtrat"ı...

Bilimin “tanrı yoktur” gerçeğini apaçık vurgulaması sonucu, aydın kesim mecburen ateizme kayarken, ismi “ALLAH” olan kendilerine anlatılamadığı için, kimse çıkıp da Allah Rasûlü’nün neyi açıklamış olduğunu bunlara anlatamıyor!.

Bu kadar mı kilitlenmişlik olur!

Çağdaş bilim sonucu, yükselen değer diye takdim edilen ateizmi binlerce yıl önce keşfedip, “HANİF”liği (tanrı kabul etmezlik) savunarak işe başlayan; daha sonra da Allah Rasûlü olarak, “ALLAH” gerçeğini tebliğ eden İbrahim aleyhisselâmdan bu yana, DİN gerçeğini değerlendirebilen tüm rasûller, veliler ve tahkik ehli işin daha başında “La ilahe (tanrı yoktur)” diyerek bunu dillendirmişler...

“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur; yalnızca ismi Allah olan”ı anlamak daha işin başı demişler...

"Feakım vecheke liddiyni HANÎFA... Fıtratallahilletiy fetaran nâse aleyha!.. Lâ tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım... Ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya'lemun.” (30:30)

"O halde yüzünü (şuurunu) Hanif (lik bilinciyle) DİN'e yönlendir; O Allah Fıtratına ki, insanları fıtratlarıyla yaratmıştır! Allah yaratış sisteminde değişiklik olmaz! Geçerli olan DİN (Allah sistem ve düzeni) budur. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez!"

Rahman, Kur’ân’ı talim etmiştir!. Bu talim işlemi, bir sistem ve düzen ile tüm evren içre evrenlerin meydana gelişini oluşturmuştur!.

Buradaki anlamıyla “Kur’ân”, Zâtın, sıfat ve esmâsıyla kesret (çokluk) âlemine tenezzülü; bu sûretle algılanan ve algılanamayan her şeyin, elbette ki “cin” (tüm görünmez varlıklar) ve insanlığın oluşumunu sağlamasının genel adıdır.

Evrenlerde, her zerrede, her an, ismi “Allah” olanın, ilmi değişik isimler altında açığa çıkmakta; bu açığa çıkış ile de, irade sıfatı kudrete dönüşerek her an yeni bir birimi yaratmaktadır!.

Genetik kodları her ne kadar maymunun gelişmişi olan “insansı” ile büyük bir benzerlik gösterse de; ister mutasyon deyin ister melekî etki, neticede ilmi ilâhi sonucu yoktan var edilmiş, yokken var edilmiş bir tür olarak yeryüzünde “insan” meydana gelmiştir!.

Bu meydana geliş dahi “BEYÂN” sonucu oluşmuştur!.

Beyân”, varlığını oluşturan programın, “işletim sisteminin” adıdır, tanımlamasıdır!. “Beyânın talimi” demek, evrende uygulanmış olan işletim sisteminin aynen uygulanarak insanın yaratılması demektir... Ki bu da doğal olarak “Sünnetullah”ın sonucudur!.

Bu oluşum makrodaki programın aynen mikroya uygulanması suretiyle oluşmuştur!

Bu yüzden, “zerre küllün aynasıdır” denmiştir!.

Bu yüzden, evren makro, insan mikro olarak tanımlanmıştır.

Biz de buna “beyin mikrokozmostur” diyerek işaret etmiştik uzun yıllar önce.

Evrenler, tüm derinliği, boyutsallığı ile, nasıl, ismi Allah olanın, sıfat ve esmasının, mertebeler ve terkipler halinde açığa çıkışı ise, aynı şekilde, talim edilmiş olan, yani bir programla oluşturulmuş insan da, o mertebeleri bünyesinde barındıran mikro âlemdir.

Şahı Velâyet Hazreti Âli,sen kendini küçük âlem sanırsın, oysa âlemi Kebîr sensin” diyerek bu gerçeğe 1400 yıl önce dikkat çekmiştir!.

Ne yazık ki, her şey hep mecazlar, benzetmeler, misâllerle anlatıldığı için, işin gerçeği hep örtülü kalmıştır!.

Kur’ân ve insan ikiz kardeştir” uyarısının arkasında da burada anlatmaya çalıştığım işte bu gerçek yatmaktadır.

Rahman Kur’ân’ı tâlim etti” âyetindeki “Kur’ân” isminin anlatmak istediği kavram ile, bugün elimizdeki “mukaddes kitap”tan algıladığımız mânâ,  aynı kavram değildir.

Bu âyette geçen “Kur’ân”, ismi Allah olanın, evreni, yani orijin “ANA KİTABI” oluşturmuş olduğu sistem ve düzenin, oluşum ve işletim programlanmasıdır. Bu oluşumun adıdır Kur’an!. İnsan dahi aynı sistem ve düzenle var olduğu için de, evrenin mikrosu ya da ikiz kardeşi olarak tanımlanmıştır, ve ona gelen Kitap da aynı isimle isimlendirilmiştir!.

Rasûlullah aleyhisselâmın evrensel sistemi “OKU”ması (IKRA) ise, Kur’ân’ın kendisine inzâli olarak anlatılmıştır!. “Kur’ân bir defada inzâl oldu” gerçeği bu durumu anlatır.

Bu “OKU”manın vahiylerle tafsil yollu topluma nakliyle de bildiğimiz “Kur’ân” oluşmuştur. Kur’ân, bilgidir! Kağıt veya deri veya sayfa değil!.

İnsan, taklitten, ezber ve şartlanma yollu edindiği bilinçsiz bilgiden arınıp; hakikatini sorgulayıp, elde ettiklerini değerlendirebilirse, kendisine “Allah ahlâkıyla ahlâklanma” yolu açılır.

Sünnetullah”ı “OKU”r!..

Görür gözü, işitir kulağı, konuşur dili, O olur!.

Beşer ise asla O’nu göremez!.

Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri gibi...

Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i” görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!

Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...

“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ tükezzibân!”

(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı meydana getiren Rububiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalan sayarsınız? (Rahman Suresi’nde 31 defa tekrarlanan bir uyarı!)

Buna ancak hakikat ehli tasdik ve şehadet edebilir!.

Kur’ân OKU”mak işte bu boyutta olur hakikatiyle!.

Ateizmin getirisi ve bilimin başlangıcı kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını yıkarken; "peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zeka nedir?" sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı" anlayışı ise bunu cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne ulaşılmıştır! Çünkü düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı akıl" aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.

Bilimsel gelişmeleri takip eden batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semavi) din olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel YARATICI ZEKA" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe ulaşmışlardır...

Bu görüş, Allah Rasûlü Muhamed aleyhisselâmın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif ettiği olayın kapısıdır!

İnsanlık, bugünkü müslümanlık anlayışının ötesinde, gerçek İSLAM DİNİ'ni tanıma hareketini başlatmıştır!

Fatır’ın farkına varılmasını sağlayan bu görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın keşfedilip kabul edilmesine kadar uzanacaktır..

Bu da görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır kanaâtindeyim.

Zirâ bu gerçekleri fark eden aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!

Fark edilen gerçek kapısı tüm insanlığa hayırlı olsun!

Bu da, “Allah hidâyetinin”, yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.

hf

FITRAT

 Fıtrat”, zuhûra gelecek tecellîlerin programlanışı ve yaratılışıdır.

hf

 

FITRAT, İlk yaratmak demek olan yaratılışın ilk tarz ve hey’etini ifade eder. 

hf

TEK BİR FITRAT VARDIR

BİRİMSEL FITRAT

BİZİM ANLAYIŞIMIZDAN DOĞMAKTADIR

Fâtır, fıtratı, ilminde oluşturmuş, ve her şey ilminde olup bitmiştir!

Yaratılmışların tümü bunun içine dahildir!

Bireysel fıtrat bizim anlayışımızdan doğmaktadır!

Tek bir fıtrat söz konusudur!

Resim içindeki fırçanın kıllarından birinin darbe izidir Hulusi!.. Resim, yapmadan önce tahayyül edilmiştir ressam tarafından; ondan sonra dökülmüştür tuvale!.

hf

FITRATIN…

(VAROLUŞ PROGRAMIN)

(ESMÂ (İSİMLER) BİLEŞİMİN)

(TAKDİR EDİCİN)

 (KOLAYLAŞTIRICIN)

(RABBİN)

(TERKİBİN)

“ALLAH”, kendisindeki çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koymak üzere, çeşitli mânâları meydana getirmiştir!.

Bu mânâlar terkipler-bileşimler halinde mânâ sûretlerini, çeşitli varlıkları, birimleri ve insanları ve onların programlarını oluşturmuştur.

Bu terkipsel mânâ sûretlerinin kapsadığı anlamların ortaya çıktığı mahallerden biridir insanlar! Yani her bir birim, her bir mahal, bir mânâ terkibinin ortaya çıktığı yerdir.

Dolayısıyla, o mahalde, birimin varlığını meydana getiren esmâ terkibinin -bileşiminin- dışında hiçbir şey yoktur.

Senin, “Ben” kelimesiyle işaret ettiğin varlığın, o isimler bileşimidir ki bu da senin varoluş programın yani fıtratındır!.. Ve o esmâ terkibinin dışında da -ismin hariç- senin hiç bir varlığın yoktur!.. Yani, varlığını meydana getiren o esmâ terkibini kaldırabilsek ortadan, sen hiç olursun!..

İşte, senin “esmâ bileşimin”deki özellikler sana “kolaylaştırılmış” olanı belirler, tespit eder!.

Senin “takdir edicin”, yani “RABB”in, senin o “esmâ terkibin-bileşimin”dir!..

Bu yüzden de senin, o “esmâ terkibin-bileşimin”e isyan etmen, itaat etmemen kesinlikle mümkün değildir!..

Mümkün değildir; çünkü ona itaat etmemek, isyan etmek gibi özellikleri meydana getirecek bir varlığın yok!. Nerede kaldı, iraden!

Sendeki bütün vasıflar, özellikler, senin varlığını meydana getiren “isimler bileşiminin” mânâlarından başka bir şey değildir!.

Dolayısıyla senin “kolaylaştırıcın”, yani sende çeşitli isimlere yönelik eğilimi meydana getiren ana faktör, senin varlığını meydana getiren o “ilâhi isimler terkibi-bileşimi” yani “fıtrat”ındır! Yani “RABBİN”dir!. Senin rabbine isyanın ise hiçbir şekilde mümkün değildir.

İşte bu sebepledir ki, sana ne kolaylaştırılmışsa, sana kolaylaştırılmış olanı mutlak olarak yerine getirmek zorundasın!.

hf

FITRAT MI KADER İCABI,

KADER Mİ FITRAT İCABI?

 Fıtrat”, zuhûra gelecek tecellîlerin programlanışı ve yaratılışıdır.

Bu tohum yaratılışından itibaren, kendine en uygun tecelliler ile beslenir, büyür yeşerir, ta ki yaratışındaki gayeye uygun hizmeti eder. O tecellîlerin zuhuru ta ki onda sona erer ki; bu an tekâmülünün de zirvesidir, artık onun rızkı da sona ermiş olur ve tekrar aslına rücû eder.

“HEPSİ FITRATLARINA GÖRE HAREKETLERDE BULUNUR.” (17-84)

Ve burada son olarak bir cümleyi daha söyleyebiliriz ki; ondan sonrası ne dile gelir ne de kaleme.

“ŞÜPHESİZ Kİ BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE HALKETTİK” (54-49)

Bu durakta öğreneceğin sırlardan birisi de, fıtratın mı kader îcâbı olduğu, yoksa fıtratın mı kaderi meydana getirdiği mevzûudur.

Buna başka bir ifade ile, ilim mi malûmu, yoksa malûm mu ilimi meydana getirmiştir diyebiliriz.

Burada,

“ANDOLSUN, SEN BUNDAN GAFLETTE İDİN, İŞTE SENDEN PERDENİ KALDIRDIK.” (50-22)

Âyeti tecellî etmiş; gerçeği müşahede etmiş olursun. Bundan sonra:

“NEREDE OLURSANIZ O SİZİNLE BERABERDİR.” (57-4)

Âyetinin dahi mânâsına vâkıf olursun!.

Aman sakın!.. Gene de edebe riayet et!.

Çünkü daha idrâk edemediğin nice gerçek var ki, gene de sen, ilminle o gerçeğe göre yetersizsin. O takdirde, bunu tefekkür et ve yaradanına aczini beyan et!..

Efendimiz bile günde en az yetmiş defa istiğfar dilerdi. Henüz Zât’ın künhünü idrâk edemediğini bildiği için.... Ve bu biliş elbette ki muhaldir.

Bu durumda dersin:

“RABBİM İLMİMİ ARTTIR.” (20-114)

Ki, mümkün olduğu kadar , “gizli şirkten” kaçayım.

Yanlış zanlardan kaçınayım... Çünkü bilirsin ki, ne olursa olsun O’nu ihata edemezsin!..

“GÖZLER O’NA ERİŞMEZ.” (6-103)

Yani, yaratılmış olandır!.... Yaradanı ihâta edemez!. Herhangi bir eserin, sahibini ihâta etmesine imkân var mıdır ?

Zâhir, bâtındır; bâtın, zâhir! İkisi arasında fark var sanış, gözün kapasitesinden oluşur!..

Aynı tek şeyin, gözün görebildiği kısmına “zâhir” derler, göremediğine ise “bâtın”... Oysa ikisi aynı “TEK”tir!..

hf

KENDİ KADERİNİ YAŞAMAK ÜZERE

BU FITRATLA YARATILMIŞSIN…

     Kör değilsen anla ki; sen kendi kaderini yaşamak üzere bu fıtratla FÂTIR tarafından yaratılmışsın!.

hf

FITRATINDA OLUP

BİLİNCİNDE AÇIĞA ÇIKMAMIŞ OLANLARIN SAYISI

 BİLİNEMEZ!

(Soru: “Aşk” nedir?...)

Fıtratında olup, kendinde bulamadığını bulduğun yere kapılmandır...

(Soru: Bir şeyi kendimizde bulamamamız mümkün mü üstadım?...)

Özünde vardır fakat bilincinde açığa çıkmamıştır... Kendinizde bulamadıklarınızın sayısı bilinemez.

hf

FITRÎ HİLÂFET

“HER İNSAN”IN İSLÂM FITRATI ÜZERE DOĞAR”

İşte bu sebeple Adem ve O‘nun nesli olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm fıtratı üzere Dünya‘ya getirilmesi”dir

“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”

Yani, “insan”, Allah‘a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah‘ın isimlerinin mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”...  Ama, neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir... Eğer “fıtrat” konusunu “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabından okumamışsanız, mutlaka okumanızı tavsiye ederim..

İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır... Bilse de bilmese de, idrâk etse de etmese de, gereğini yaşasa da yaşayamasa da...

hf

FITRÎ TESBİH

Her bir zerrede "O"nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre "O"nun varediş gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu îfa edip fıtrî tesbihini yapmaktadır!.

hf

FITRÎ KULLUK

(FITRÎ İBADET)

"Allah, her bir insanı, bir gaye, ve bir amaç için yaratmıştır; ki, kişi, ancak, o yaradılış amacına uygun olarak kendisine kolaylaştırılmış davranışları ortaya koymak suretiyle, yaradanın yaratış hedefine ulaşır… Ki bu da onun fıtrî kulluğudur!."

hf

"Her kuş kendi sürüsüyle uçar."

Kim ne için var edilmişse er geç ona döner...

Öyleyse, bizler de her ne mânâ için var olmuşsak, eninde sonunda, o mânânın gerektirdiği hâl ile hallenecek, o mânânın oluşacağı ortama dönecek ve böylece Allah`a karşı fıtri kulluğumuzu yerine getirmiş olacağız.

"Bu varlıkta, var olan her şey Allah`a kulluk etmektedir."

hükmü;

"Allah kulluğu için, insanların ve cinlerin var olması"

hükmü, bu fıtrî ibadeti, yâni, "ne mânâ için var olmuşsa, o mânâyı yerine getirir, o mânânın gereği olaylarla o sûrete bürünür, o mânânın gereğini yaşar" anlamıdır...

hf

YARADANIN YARATIŞ AMACINA UYGUN YAŞAYARAK

YARATIŞ HEDEFİNE ULAŞMAMIZ, 

FITRÎ KULLUĞUMUZDUR

 “ALLAH” kelimesi bir isimdir ve bir varlığa işaret etmektedir sadece... “ALLAH” isminin işaret ettiği varlığın  özelliklerine, yani sıfat ve özelliklerine de yine çeşitli isimlerle işaret edilmektedir... Öyle ise bizim isimlerle uğraşmayı bırakıp, isimlerin işaret ettiği anlamlar doğrultusunda işaret edilen ZÂT’ı anlamaya çalışmalıyız ki, bu da somut bir ismi olan obje değildir!.

Dolayısıyla bizim çok iyi anlamamız gereken husus şudur:

Evrende bir nokta bile olmayan dünyada yaşayan varlıklar,  “ALLAH” ismiyle işaret edilenin özelliklerinin, işaret ettiği özelliklerle yaratılmış, sonsuz varlık içinde bir hiçtir!.. Tüm algılananlar, O‘nun yarattıkları içinde bir hiçtir!.

Ve bizler, gene onun dilediği özelliklerle, ve KENDİSİNİ düşünebilecek bir kapasite ve özellikle yaratıldığımız için de bu yönden KULLUK yapmaktayız...

Gerçek kulluğumuz budur!.

“ALLAH” , “Âlemlerin Rabbı” olduğu için; isimlerinin işaret ettiği özelliklerin seyrini murad etmiş ve bu isimlerin mânâlarına dayanan yaratıklarını ”esmâ terkipleri” halinde ortaya çıkartmıştır.

Yaratılmışların varlıklarını bu isimlerin mânâları oluşturduğu için,onların bunun dışında kendilerine özgün vücutları ve varlıkları yoktur! İş bu sebeple de, bu mânâlara dayalı varlıklarıyla,her an bu mânâların gerçeğini ortaya koymak suretiyle “GERÇEK anlamda  MUTLAK yönden KULLUKLARINI” ifa etmektedirler.

İkinci bir mânâda “kulluk” ise, bireyin “Rabbi olan ALLAH’ı farketmesi, ona kulluk için varolduğunu ve bu görevi yaptığını kavraması ve nihayet bu halinin devamı için de her an gene ALLAH’a muhtaç olduğunu hissetmesidir! Ki, bu da “göresel” anlamda “bireysel kulluk”tur

Allah her bir insanı, bir gaye ve bir amaç için yaratmıştır; ki, kişi, ancak o yaradılış amacına uygun olarak kendisine kolaylaştırılmış davranışları ortaya koymak suretiyle, yaradanın yaratış hedefine ulaşır... Ki bu da onun fıtri kulluğu’dur!

Kişi, bu mânâyı anlayıp, hazmedip, gereğince de yaşadığı zaman ise, tahkiki imana erer, imanın hakikatını yaşar.

“ALLAH” herkesi ne için yaratmışsa, o yaratılış amacının kemâline ermesi için HAKKETTİĞİNİ vermekte ve onu o işle meşgul etmektedir!. Herkes yaratılış kemaline uygun işle meşgul olmaktadır... Yaratılış kemâline uygun olmayan ilim yağmuru üzerine yağsa dahi, o bundan çok sıkı şekilde korunup, kuruduktan sonra da yaratılış amacı yolunda yoluna devam etmektedir..

“Sana kulluk ederiz”in anlamı, “Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız”... demektir.

hf

BİRİMİN FITRATI,

ONUN MANEVİ SURETİDİR

(PROGRAMIDIR-KADERİDİR)

VE BU PROGRAM ASLA DEĞİŞMEZ

Birim, var oluş gayesine uygun bir programla yüklenir; ki bu oluş birimin "fıtratı" diye bilinir!. Daha doğrusu, programı gelen meleki-kozmik etkilerle beyne yüklenir!. O birimin mânevi sureti, onun programıdır; yani "fıtratı"dır; yani kaderidir!.

Bu hususa işaret eden âyet

"KÜLLÜN YA'MELU ALÂ ŞÂKILETİH"dir. (17-84)

"TÜMÜ DE PROGRAMLARI (ŞÂKILESİ) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER YAPAR..."

dır. Bu hususa işaret eden çok önemli bir âyet daha var:

"FEEKIM VECHEKE LİDDİYNİ HANİFA...." (30-30)

"VECHİNİ HÂNİF OLARAK DİNE DÖNDÜR"

Hz. Rasûlullah aleyhisselâma bu şekilde bir gerçek bildirildikten sonra evrensel sır açıklanıyor ve bir gerçek daha vurgulanıyor:

Buyuruluyor:

"...FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NASE ALEYHA;

LA TEBDİYLE LİHALKİLLAH;

ZALİKE DİYNÜL KAYYIM;

VE LAKİNNE EKSEREN NASİ LA YA'LEMUN". (30-30)

"FITRATALLAHİLLETİY FETAREN NASE ALEYHA":

"İnsanlar belli program üzere, programlanmış olarak vardırlar".

"ALLAH"ın belli bir gayeye yönelik bir biçimde, belli bir programla meydana getirmesi ile vardırlar.

"ALLAH" onlarda hangi isimlerin mânâlarını açığa çıkarmayı dilemişse, o isimlerin mânâlarını açığa çıkarmaya uygun bir beyin programıyla oluşurlar; ve o beyin programının gereğini meydana getirirler!. Ve bu program da asla değişmez!.

"LA TEBDİYLE LİHALKİLLAH":

Bazı müfessirler buradaki "tebdila"yı "ona bedel bulunmaz" şeklinde tercüme etmişlerse de; buradaki esas ağırlıklı mana "değişmezliktir."

Yani, "ALLAH`ın belli bir programla ve amaçla halkettiği varlığında asla program değişikliği olmaz"!.

"O ne gaye ile var olmuşsa, o gaye üzerine yaşamına sonsuza dek devam eder"dir, bunun mânâsı... Ve zaten:

"ZÂLİKE DİN`ÜL KAYYUM":

Ve "dinde bu esas üzerine kaimdir", hükmü de bunu hemen tamamlıyor ve ondan sonra diyor ki:

"VE LÂKİN EKSEREN NÂSİ LA YA'LEMUN"

"Velakin insanların ekseriyeti bu gerçeği bilmezler"!.

Ya nasıl bilirier; işte bugün herkes nasıl biliyorsa öyle bilirler... İşin bu gerçeğini bilmezler!.

İşte "ALLAH"'ın, insanların her birini belli bir gayeye uygun olarak, kendindeki mânâları seyretme amacına dönük "fıtrat"la halketmesi konusunu isteyenler bizim, "TEKİN SEYRİ" isimli kitabımızda ve "Öz'ün Seyri" ve "Tekliğin Esasları" isimli kasetlerimizden dinleyebilirler.

Şimdi biz, belli bir program üzere kendi kaderi ile, "fıtratı" ile varolmuş olan insanın; sadece kendi çizgisini, kaderini yaşayacağı hususunu vurgulayan; kadere iman esasını anlamamıza yardımcı olacak bazı açıklamalar yapmaya çalışalım…

hf

TÜM YARATILMIŞLAR

FITRATLARINA GÖRE TEKÂMÜLE BAŞLARLAR;

FITRATLARINA GÖRE TEKÂMÜL EDERLER;

VE TEKÂMÜLLERİNİN SONUNDA DA

ASILLARINA RUCÛ EDERLER!

Bil ki, vazifen hem kendine, hem de çevrene faydalı olmaktır!.

Bilirsin ki, bu dünyada bâkî kalmış kimse yoktur. Bütün yaratılmışlar doğarlar ve tekâmüle başlarlar, fıtratlarına göre tekâmül ederler ve bu tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücû ederler.

“SÖYLE, HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA HAREKETLERDE BULUNURLAR.” (17-84)

Efendimiz buyuruyor:

“Herkes ne iş için yaradılmış ise, o fiillerde bulunur; kendisi için ne kolaylaştırıldı ise, onu yapar!..”

Ve artık o kişinin âlemi de fiillerinin gerektirdiği yer olur.

hf

FÂTİHA

Bismi’llâh’ir-Rahmân’ir-Rahîm.

Elhamdu lillahi rabbil âlemiyn, errahman-ir rahiym, mâliki yevmid diyn, iyyâke na’büdü ve iyyâke nestaıyn, ihdinas sıratal mustakıym, sıratalleziyne en’âmte aleyhim gayrıl mağdubi aleyhim veladdâlliyn.

Anlamı:

 Rahman ve Rahîm olan ALLAH isminin manâsıyla (başlarım). Hamd, Âlemlerin Rabbı olan, Rahman ve Rahîm Allah’a aittir. Din gününün mâlikidir. Yalnız sana kulluk eder ve yanlız senden yardım isteriz. Hidâyet et bize, doğru yola; O doğru yola ki, en’âmda bulunduklarına nasip ettin o yolu; gazâbına ulaşanların ve dalâlette kalanların değil.

hf

 

KURÂN-I KERİM’DEKİ EN BÜYÜK DUA AYETLERİ

“FÂTİHA” SURESİDİR

Bilelim ki, Kur’ân-ı Kerîm’de mevcût bulunan en büyük dua âyetleri “FÂTİHA” sûresidir.

Bu sebepledir ki, namazın her rek’âtında bu âyetlerin okunması farz olmuştur. Hazreti Rasûl aleyhisselâm bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Fâtiha’sız namaz olmaz”!.

Gene bu konudaki bir başka hadîs-i şerîf’te Fâtiha için şöyle buyrulur:

“Sana Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerin sevap cihetiyle en büyüğünü öğreteyim mi?.. Bu sûre, “Elhamdulillahi rabbul âlemiyn”dir.”

Gene bir başka hadîs-i şerîf’e göre, Fâtiha sûresi “Kurân’ın anahtarıdır”.

Fâtiha sûresi ile alâkalı, bu sûrenin faziletini bildiren pek çok hadîs-i Rasûlullah mevcut olmasına rağmen, biz bu konuda daha fazla konuşmak istemiyoruz.

Ancak şunu belirtelim ki, hergün 41 Fâtiha okumayı alışkanlık edinenler bunun pek çok faydasını zaman içinde müşahede ederler.

Ayrıca sahabeden bazı zevât çeşitli ağrılara karşı gene bu sûreyi okuyarak çok faydalandıklarını bildirmişlerdir ki, bunu daha sonra da tecrübe edip yararını gören bir hayli insan mevcuttur.

Fâtiha’nın ayrıca belli bir süre ile kayıtlı olmaksızın 40 bin defa okunmasının da kişiye ölümötesi yaşamda çok büyük faydalar hasıl edeceği çeşitli Evliyâullah tarafından ifade edilmiştir.

hf

 “FÂTİHA”DA

“ALLAH” KAVRAMINI NE OLDUĞU BİLİNCİ UYANDIRILIR

VE EVRENDE GEÇERLİ OLAN “SİSTEM” İLE

 İNSANLIĞIN TÂBİ OLDUĞU MEKANİZMA AÇIKLANIR

.Şayet dikkat ettiyseniz, "İKRA" âyetlerinde "neyin", "niçin", ve "nasıl" "oku"nması üzerinde durulmuştu...

"Besmele'li Fâtiha" sûresinde ise "İnsanda, ALLAH kavramının ne olduğunun bilinci uyandırılmaya çalışılıyor ve evrende geçerli sistem ve insanlığın tâbi olduğu mekanizma" açıklanıyordu...

Nihayet şimdi ele aldığımız Bakara Sûresi’nin bu ilk âyetlerinde ise bunların devamı olarak, insanın neler yapmak suretiyle, “nasıl korunabileceği” belirtilmektedir..

Şayet, "OKU"NAN sistemi, böylece anlayabildiysek; bu durumda elimizden ne gelir?

Ne yaparsak, bizden ne meydana gelirse, karşılığında -ya da bir diğer ifade şekliyle- neticesinde bizim için ne gibi şartlar oluşur?

Bu soruların cevabını da, gene "Kur'ân-ı Kerim’e"; "Bakara" Sûresi’nin ilk beş âyetine dayalı bir şekilde vermeye çalışalım...

……

hf

FÂTİHA “OKU”MAK

Namazın ne olduğunu ve Namazda, FÂTİHA OKUMANIN ne olduğunu iyi anlamak gerekir...

Arapça Fâtiha Sûresi’ni bilmezsen, o kelimelerin işaret ettiği mânâları bilmezsen, Fâtiha’nın mânâsını nasıl tercüme edeceksin ki, Fâtiha okumuş olasın?

Bugün Fâtiha’yı ezberleyip mânâsını düşünemeyecek kadar AHMAK bir insan varsa, ona da Fâtiha okumak zaten gerekli değildir!..

hf

 “FÂTİHA”SIZ NAMAZ OLMAZ

Nasıl ki, günde beş defa yıkanan birinin üzerinde maddi bir kir, pislik kalmazsa, aynı şekilde günde beş vakit namazını eda eden kişinin de üzerinde günâh kiri kalmaz.”

Ama, burada bir incelik var. Bu anlatımda dikkat etmeniz gereken bir püf nokta var:

Yine Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:

“Fâtiha’sız namaz olmaz!“

Namazı edâ etmiş olmanın ana şartı, her rekâtta Fâtiha sûresini okumaktır. Nedir o Fâtiha sûresi bir kez okuyalım;

Bismillâhirrahmanirrahim elhamdulillâhi rabbil âlemin.............. veleddââlliyn âmin.

“Eğer bu, namazda okunmazsa o namaz yerine gelmiş, edâ edilmiş olmaz” diyor, Hz. Rasûlullah. Ve, yine buyuruyor ki:

“Namaz, mü’minin mi’râcıdır.”

Buradaki “namaz mü’minin mirâcıdır” ifadesini iki yönlü ele almak lâzım.

Namazın mi’râc olması…

Mi’râcın namaz olması…

Namazın mi’râc olması ne demek?.. Mirâcın namaz olması ne demek?..

Edâ edilen her namaz, kendisiyle öncekilerin arasındaki günâhların affına vesile oluyor.

Günün her hangi bir vaktinde, ansızın ölebilirsin. Öldüğün anda artık ana-baba, eş. çocuk, koltuk, iş, para, mal-mülk gibi değerlerin hiç geçerliliği kalmayacak. Tek başına başka bir âlemde ve ortamda olacaksın.

Bu ortama, dünyada yüklediğin tüm beşeri yükler ve günâhlarla gitmek mi; yoksa, bütün bu beşeri yaşamdaki günahlarından arınarak, temizlenerek gitmek mi evlâ?

Evvelâ buna bir karar vermek lâzım!.

Eğer günâhlardan arınmış, temizlenmiş olarak gitmek istiyorsak, bunun en kolay yolu günde beş vakit namazı, vakitlerinde edâ etmektir.

Şöyle dediğinizi işitir gibi oluyorum;

“Eee canım, Allah ona para vermiş, imkân vermiş. Hacca gitti, bütün günâhlarını sıfırladı geldi. Benim param olmadığı için gidemedim!.”

Senin paran yoksa, imkânın yoksa Cenâb-ı Hak sana da beş vakit namazı ihsan buyurdu. Günde beş vakit edâ ettiğin zaman her bir namaz arasındaki günahlardan temizlenip, arınıp, sıfırlanıyorsun!.

Peki?.. Bu beş vakit namaz da neye bağlı?..

Fâtiha’nın okunmasına bağlı!.

Fâtiha’sız namaz olmaz!.

hf

FÂTİHA’DA ÖYLE BİR SIR VARDIR Kİ

 O SIR NEDENİYLE FATİHA’SIZ NAMAZ OLMAZ

Fâtiha sûresinde ne var ki, “Fâtiha”sız namaz olmuyor?.

Kurân'ın diğer sûrelerinde olmayıp da sadece Fâtiha sûresinde olan ne?.

Fatiha sûresinin en önemli en can alıcı âyeti;

“İyyake nâ’budü ve iyyake nestaiyn” dir.

İnsanın bütün günahlarının bağışlanmasına sebep olan âyet, iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn âyetidir. Niçin?..

Buna girmeyeceğim... Herkes kendi bünyesinde, kendi ilmine göre, kendi mertebesine göre düşünsün araştırsın!..

Ama buradaki sırrı size söylüyorum.

Buradaki sır iyyake na’budü ve iyyake nestaiyndir. Onun için namazda Fâtiha'yı okurken özellikle bu âyeti düşünerek okuyun!.

Üstünde durarak okuyun!.

Namaza durduğunuz zaman, ezbere, düşünmeden, bir teyp gibi değil; namazı düşünerek, üstünde durarak okursanız, farkını ve faydasını mutlaka görürsünüz.

Bu masayı üstün körü, şöyle bir silmek var; bir de bastırarak, işine önem vererek silmek var. Ehemmiyet vererek silersen tozu, masa daha iyi temizlenir.

İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn âyetini de düşünerek, anlayarak, hazmederek tekrar edersen, mermerin üzerindeki kirleri böyle almışın gibi bütün günahlarından arınır, temizlenir, pâklanır ve o namaz sonrasında vefat edersen, o namaza kadar olan bütün günahlarından arınmış olarak ahirete intikal edersin...

Böyle bir kısmeti böyle bir şansı, imanı olan hiç kimse tepmez!

Öyleyse, bize verilen beş vakit namaz nimetini çok iyi bilelim.

Vaktin yok, mümkün değil, sünnetlerini kılamıyorsun. Kılamazsan da hiç olmazsa fazladan geçtik, farzları edâ etmeye çalış ve Fâtiha'yı okurken de bilinçli, şuurlu olarak oku!. Özellikle “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” âyetini bilinçli, şuurlu bir şekilde düşünüp tefekkür ederek tekrar et!.

Allah, bütün namazlarınızda bilinçli olarak Fâtiha'yı OKUmayı ve özellikle bu âyetin üzerinde durmayı, anlamını açmayı bize kolaylaştırsın!. Bu sırrı anlamayı bize nasip etsin!.

Ben bu sırrı size açamam!..

Niye açamam?..

Çünkü siz, yumurtayı dışarıdan kırarsanız, içindeki civcivi öldürürsünüz.

Civcivin kendisinin yumurtasını kırıp dünyaya çıkması, açılması gerekir. Vaktinden evvel yumurtayı kırdığınız takdirde içindeki civcivi öldürmüş olursunuz.

Siz, kendi yumurtanızı kendiniz kırarak çıkmak zorunda olduğunuz içindir ki, sırrın “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” olduğunu söyleyebilirim. Ama, niye bu âyette böyle bir sır var; bunu açamam!.

hf

FÂTİHA “OKU”NUNCA,

ZATEN YAŞANIR!

(Soru: Fâtiha’yı yaşamak, içerdiği anlamlarla hallenmek şeklinde anlayabilir miyiz?

Eğer doğruysa bu konuyu biraz daha açmanız mümkün olur mu ? Teşekkürler..)

Fâtiha "OKU"nunca, zaten yaşanır...

hf

 “FÂTİHA’YI

TAKLİT YOLLU OKUMAKTAN KURTULMANIN

İŞARETİ

Fâtiha’yı olsun, taklit yollu okumaktan kurtuldunuz mu?...

Fâtiha’yı taklit yollu okumaktan kurtulmanın işareti, Kurân’da anlatılan mânâları kendinde bulmaktır; ve Kurân’ı yaşamanın mânâsı da sanırım budur...

hf

ÖLEN KİŞİ,

OKUNAN “FÂTİHA”DAN,

DÜNYADAYKEN YARAR SAĞLADIĞI KADAR

YARAR SAĞLAR!

(Soru: “Cenâze namazında ölen kişi için Fâtiha okunmuyor çünkü feth kapanmıştır artık, ama ölülerin ardından Fâtiha gönderiliyor, aradaki farkı açar mısınız lütfen...)

Dünyadayken Fâtiha’dan yarar sağladığı kadar, öldükten sonra da yarar sağlar!.

hf

FATİHA SONUNDA NİÇİN

AMİN DENİR?

(Soru: “Fâtiha’yı OKUyanın “AMİN” demesi, yani Tek’lik açısından “AMİN” ne anlama gelir Üstadım?..)

OKUduğun Fâtiha’nın anlamının seni algılayan tüm birimler tarafından tasdikini istemektir...

hf

FAZİLET

Fazilet, yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir!.

hf

FAZİLET,

YANLIŞINI İDRÂK ETTTİĞİN ANDA

KENDİNE İTİRAF EDEBİLMEK

VE GEREĞİNİ UYGULAYABİLMEKTİR!

Yaşamda insan tek başına bu dünyaya geliyor ve tek başına çekip gidiyor!.

Tek başınıza bu dünyadan çekip gitme durumunuzda ne olacak?

Şeytan, en büyük şeytaniyetini insanları birbirleriyle uğraştırmak suretiyle ortaya koyar.

Günümüzün büyük kısmını, dikkat edin, “falanca böyle yapmış, filânca şunu demiş, Ahmet bunu yapmış, Ayşe böyle demiş...” diyerek geçiriyoruz.

Bu şekilde geçirdiğimiz her dakika ve saat, Şeytan’a kulluk etme ve ona tapınma halindeyiz demektir.

Allah bizleri, birbirimizle uğraşmak, birbirimizin dedikodusunu yaparak ömür tüketmek için yaratmadı.

Önemli olan, falancanın, filâncanın ne yaptığı değil, senin kendi geleceğine dönük bir biçimde ne yaptığındır.

Hiç kimseye hiç bir şey zorla verilmiyor.

Eline geçeni alırsın, işe yarıyorsa değerlendirirsin; işine yaramıyorsa değerlendirmezsin! Benim yolum, kendi doğru yolum bu dersin, kendi yolunu kendin çizersin...

Ama, şu önümüzde kalan kısacık zamanı başkalarının hakkında konuşarak tüketecek kadar lükse hiç birimiz sahip değiliz!.

Ölüm sonrası yaşamı ne kadar biliyoruz ve bu yaşama kendimizi ne kadar hazırlıyoruz?.

Sualler bu kadar basit!.

Eğer, bir daha dünyaya gelip yapmadıklarını yapma şansın yoksa; ki bu durum kesin bir hükümdür!.. Eğer şu dünyada geçireceğin vakit, daha sonraki sürecin milyarlarca ve milyarlarca sene sürecek boyutuna göre okyanusa dalmış bir kuşun gagasındaki damla kadar az ve kısa ise!..

Ve sen, geleceğini sadece bu süreç içinde kazanma şansına sahip isen!..

Hâlâ daha dedikodu ile, gıybet ile, etraf hakkında konuşmakla vaktini harcayacak lükse sahip olduğunu mu zannediyorsun?.

Aklı olan, zorunlu konuşmanın haricinde kalan tüm vaktini "zikir" ile değerlendirir, tesbih ile değerlendirir.

Nerede olursa olsun, abdestli veya abdestsiz, her halükârda zikir yapılabilir.

Öyleyse yapılacak şey, yanlışlardan en kısa zamanda dönmektir.

Fazilet, yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.

İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.  Yarınını kazandırmayacaksa, dünden bahsetme!

hf

FAZİLET,

“HERKES” GİBİ, “HERKES”E GÖRE DEĞİL;

İLME GÖRE, İLMİN DOĞRULTUSUNDA

KENDİ AKLI VE MANTIĞIYLA YAŞAMASIDIR!

Herkes”in kaç kişi?.

Kendimizi aldatmak, yaptığımız işi mâzur göstermek için çoğumuz pek çok zaman bu kelimenin, kavramın ardına sığınırız…

Herkes”!

Bazen birkaç arkadaşındır “herkes”… Bazen anan-baban; bazen kardeşlerin… Bazen komşundur; bazen işyerindeki birkaç insan!

Ya geride kalan milyarlarca insan?. Onların değer yargıları, bakış açıları?...

Esasen bu kelimeyi, hep kendi fikrimizi güçlü göstermek istediğimizde kullanırız, başkalarına karşı!.

Zayıf insanın, ya da zayıf aklın, zayıf düşüncenin, aczin savunma kalkanıdır,herkes”!.

Kuvvetli kişiliğin, kapsamlı düşünen akıllı beynin, “herkes”e ihtiyacı yoktur!.

Bu beyinler, kişiler, araştırırlar, soruştururlar, düşünürler ve doğruluğuna hükmettikleri şeyi herkese rağmen uygularlar!. Onların ağzından “herkes” kelimesini duymazsınız!… Onlar yaşamlarına “herkes”e göre yön vermezler!.

Fazilet, “herkes” gibi, “herkes”e göre değil; ilme göre, ilmin doğrultusunda kendi aklınla ve mantığınla yaşamaktadır!.

hf

FELEK

ARŞ’IN ETRAFINDA

FELEKLER VARDIR

Önce Tasavvufun en önde gelen simâlarından Muhyiddin A’râbî’nin âlemin ve burçların oluşu hakkındaki görüşlerini dinleyelim özetle; Fütuhatı Mekkîye isimli eserinden...

MUHYİDDİN A’RABİ DİYOR Kİ:

“Hak Teâlâ, kendinde bir şey yok iken, mevcûdiyet sıfatıyla sıfatlanmıştır. Diyebilirim ki, Hak Teâlâ, mevcûdiyetin ta kendisidir.

Rasûlullâh sallullahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu.”

Buyurmuşlardı.

Hak Teâlâ kendi nefsi ve hüviyeti yönünden bilinmez; bu bilinmezlik ve görünmezlik keyfiyetine de “İLİM” denmiştir.

Hak Teâlâ’nın evvelki şekli, buluta benzer bir duman şeklinde olmasıdır. Burada âlem, “Bâtın” hükmüyle mevcuttu. Bâtınî hükümden ise âlemin zuhûru imkânsızdır.

İşte bu ilk duman da Rahman’ın “Zâhir” adı olmuştur. Bu durumda kendi nefsini görerek ilmî ve özel bir tecellî ile ruhî şekillerden birini seçmiştir. Bundan sonra Zâtıyla nefsine bakınca nefsini sayısız sıfatlarla muttasıf olarak buldu. İşte bu buluşu meydana getiren ilk bakış, İLİM’di.

İlimde mevcût olan bu sıfatlara da “mâkûlât” dendi. Aynı zamanda “Aklı Evvel” adını bu bakışı yapması hasebi ile aldı. Bu akıl, âlemlerin duman ve bulut içinde gizli olan sıfatlar olduğunu, bunun da kendi nefsi olduğunu seyreyledi. Ve bu sanki gölge olan aklın zâtından uzanan varlık, o tecellinin nûrundan oluştu.

Buna da “Levhi Mahfuz” veya “Zâti Tabiat” denildi. Bununla beraber bu boyutta bunun tümüne Hayat, İlim, İrade, Kelâm denildi.

Rükûnler boyutunda ateş-hava-su-toprak;

cisimler âleminde sıcaklık, rutûbet, soğukluk, kuruluk;

canlılar düzeyinde de kan, safra, sevda, balgam denilir.

Bundan sonra “Akl-ı Evvel”, çehresini o dumana çevirerek, kendisinden neler kaldığını görmek istedi. Fakat bu sıfatların varlığının dışında hiçbir şey göremedi. İşte bütün âlemin sûret ve şekilleri bu zulmet ve gizlilik içinde bulunmaktadır. Hak Teâlâ’nın ARŞ’I da bu zulmet içindedir. Arşın etrafında da kürsü, felekler, cennetler, semâlar, rükûnler ve doğurucular vardır. Bu varlığın babası Akıldır, anası Nefs.



EVRENDE

 ÇARKI FELEKLER DÖNÜYOR…

Âlem zikirde, âlemler zikirde…

Âlem tesbihte; âlemler tesbihte…

Nokta dönüyor, kendi yaratılış amacı çevresinde…

Noktada dönüyor her nokta kendi yaratılış gâyesi çevresinde!

Her şey dönüyor, Bir Şey çevresinde!

Melek var, “RUH” adıyla mümtaz!

Melek”ten olma melekler… Meleklerden olma melekler!

Melekler var âzîm… Melekler var, perdeli! Melekler var, melekeleri seyrettiklerinden perdeli!

Melekler, nur!

Melekler, şuur!

Melekler, gayyûr!

Melekler kâh oluyor bir yaratık; kâh oluyor bir başka yaratık! Melekler kendi aralarında oynaşıyorlar! Evrende, çarkıfelekler dönüyor; çarkı felek iş bitiriyor, diyoruz biz!

hf

YILDIZLAR FELEĞİ

(GALAKSİLER)

Geçmişte kullanılan klâsik anlatıma göre, Dünyanın yaşadığımız zemini üzerinden, Ay yörüngesine kadar olan sahada yedi kat yer vardır.

Ve bu anlayışa göre biz, şu anda yedi kat yerin dibinde yaşamaktayız!.

Bizim üstümüzde altıncı kat yer, üstünde beşinci yer ve Ay’a kadar birinci kat yer vardır.

Esasen bu anlatım, bizim atmosfer tabakalarını tanımlamaktadır.

Atmosfer dışında birinci semâda yani gökte Ay vardır, ikinci katta Merkür, üçüncü katta Venüs, dördüncü katta Güneş, beşinci katta Mars, altıncı katta Jüpiter ve yedinci katta da Satürn ve diğerleri mevcuttur.

Bundan sonra “yıldızlar feleği” denen “galaksiler” vardır.

hf

ATLAS FELEĞİ

Muhyiddini Arabi şöyle devam ediyor;

“Hak Teâlâ burçlarında olan hazinelerden ve etkili bilgilerden bir şey almak için 12 melâikenin elinde bulunan bu yıldızlardan her bir yıldızı ATLAS feleği içinde yerleştirmiştir.”

İçinde yerleştirmiştir yani güneş sistemimiz dışındaki galaksi içinde!

hf

ATLAS FELEĞİ

CENNETİN SEMÂSIDIR

Muhyiddin A’rabi diyor ki:

……

Cenâb-ı Hak Teâlâ oniki burcun mümessili olan her bir melâikeye otuz ilim hazinesi vermiştir. Bu burçlardaki melâikeler kâinatta lüzumlu olan şeyleri bu ilim dolabı olan burçlardan olarak indirirler ve bir sene ile yüz sene arasında dünyada bırakırlar.

Cennet ve Cehennem ehline nezâret hakkı da bu 12 burca verilmiştir. Cennetteki hükümler hep bu 12 burçtan çıkar.

Cennetlerdeki meydana getirişlerden tutun da; yemek ve içmek, nikâh ve hareket, değişiklik ve şehvet gibi şeyler hepsi o hazinelerden inen 12 burcun temsilcileri eliyle ve Allah’ın izniyle olur. Adn cenneti hariç, diğer cennetleri bu 12 burcun mümessilleri bina etmişlerdir.

İnsanın âhıret neşeti, berzah neşeti gibidir. İnsanın bâtını, kendisine göre bir hayâldir.

Mükevkep felek cennetin tabanı, atlas felekte cennetin semâsıdır. Hava, âlemin hayatıdır. Bu nemli sıcak bir havadır. Hava içindeki nisbetler ve dereceler yükseldi mi buna ateş adı verilmiş olur. Hararet ve rutubet derecesi düştüğünde ise su adını almış olur. Havadan gayrı süratle değişecek bir şey yoktur.

hf

 “FECR”

Bu hakikatin, sırrın (KADR) ne olduğunu bilir misin?

KADR sürecinin yaşandığı “yok”luk karanlığı (gecesi), bin ayda (80 küsur yıllık insan ömrü sürecinden) yaşanabileceklerden daha hayırlıdır.

Melekler (melekî kuvveler-kanatlar bu kuvvelerin 2-3-4 yönlü olması) ve ruh (varlığındaki hüviyetin ”HU” hakikatin anlamı), kişinin rabbinin (esma terkibinin-varlığını oluşturan Allah isimlerininin bileşiminin) izni (kapsamı-kapasitesi) kadarıyla, şuurunda açığa çıkar; böylece o anda, kendiyok”luğu hissi yanısıra, mutlak var olan “ALLAH”ı hissedip yaşar! Her hükümden “Selâm”ette olarak!.

Bu hâl, tâ ki, tekrar varlık, beşeriyet hissi ve fikri ağır basana (FECRE dönene) kadar devam eder.

hf

FELSEFE

FELSEFE,

GÖRÜLENDEN YOLA ÇIKAN VE

ELDEKİ MEVCUT BİLGİLERE DAYALI BİR SİSTEMDİR…

ONUN İÇİN DE YANILMAYA MAHKÛMDUR

     Din ile felsefe arasındaki en önemli fark şudur:

Felsefe, görülenden yola çıkarak, varlığın , yaşamın, yaşam içinde insanın yerinin ve davranış kökeninin tesbit edilebilmesi çalışmalarını yapar.. Bilgiye, görgüye, kültüre, ilme dayanır yani zâhirde mevcut beş duyuyla algılanan donelere dayanır.

Din ise görülmeyenden yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre edilmesi sistemine dayanır. Zira dini vahiy esasına dayanarak bildiren peygamberdir.

Allah Rasûlü normal göz ile, beş duyu ile algılanamayan bir biçimde algıladıklarını esas alarak, onlara dayalı bir biçimde görülenleri deşifre edip değerlendirme sistemini getirmiştir. Bu ikisi arasında uçurum vardır; çünkü gördüklerin, göremediklerin yanında nedir? bir hiç! Sonsuzda bir hiç!

Bu yüzdendir ki felsefe her halükârda yanılmaya mahkûmdur.

Gördüğüne göre bir sonuç çıkaracak; ama göremediği bir başka esasın yanında o sonuç değerini yitirecek hiç olacak..

Buna karşılık din görülmeyen gerçekleri de esas alan bir biçimde varlığı değerlendirme yoluna gidecek; bunun neticesinde gerçek değerler idrak edilebilecektir. Onun içindir ki felsefe eldeki mevcut bilgilere dayalı bir sistemdir; değerleri de ele geçenlere GÖREdir; yani izâfidir!

hf

 

FELSEFEDE,

ÇEŞİTLİ BİLGİLERİ ALIP DEĞERLENDİRMEK SURETİYLE

BELLİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNE SAHİP OLABİLİR;

BUNUNLA BERABER DİLEDİĞİN GİBİ YAŞAYABİLİRSİN!!!

 Din (sistem) ise başlangıçta kolaylıkla kavranamayacağı için, imana dayalı bir sistemdir... Ama yanlış anlamayalım, din imana dayalı bir sistemdir derken, burada imanla iş biter anlamında kilitlenmeyelim!

İmandan gaye ameldir!

Bir şeyler yapmaktır! Bir şeyler yapmak için de önce onun yapılmasına iman etmek lazımdır.

İman etmek görülmeyene olur; görülen şeye iman olmaz! Gördüğün bir şey için, iman ediyor musun, denmez.. Zaten onu görüyorsun, bu yüzden burada iman söz konusu olamaz..

İman görülmeyene olur.. Görülmeyene iman etmek suretiyle, o görülmeyenin yapısal özelliklerine, yapısına, tarzına, sistemine, şekline göre gerektiği gibi fiiller ortaya konulur. Yani, görülemeyen gerçeklere dayalı bir şekilde çalışmalar yaparak, varlığın sırrına, aslına, orijinine ermektir din..

Felsefe ise eldeki mevcut doneleri değerlendirmek suretiyle varlığın yapısını ve sistemini çözmeye çalışmayı ve bunların içinde insanın yerini tesbit etmeyi hedef almıştır.

Felsefe ile din arasındaki farkın muazzamlığı apaçık ortada değil mi?

Beş milyon veya beş milyar ile sonsuz arasındaki fark ne ise; felsefe ile din arasındaki farkta budur işte!

Felsefede çeşitli bilgileri alıp değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin...

Buna karşılık dinde ise, bir takım çalışmalar yapma zorunluluğu söz konusudur; bu zorunluluğu ise idrakın veya imanın oluşturur.

Çünkü, Din sana diyor ki...

Gelecekte senin için şöyle şöyle bir yaşam söz konusu...

Bu yaşamın üzüntü ve sıkıntılarından kurtulmak; güzelliklerini yaşamak istiyorsan, bunun için şu tarz çalışmalar ve davranışlar ortaya koymak zorundasın! Aksi takdirde o hedefe ulaşabilmen mümkün değildir!

Evet, Din bunu söylüyor!

Öyle ise dinde esas mesele, "iman" edilen konularda yapılması gereken çalışmalardır... Yani, imandan öte, esas olay, inancın sonucu olan ameldir, yani fiillerdir...

Zira, sadece "iman ettim" demek yeterli olmayıp; önemli olan, o imana dayalı hususlarda belli fiilleri ortaya koymaktır!

Âyet-i Kerime’de ne deniyor:

"İMAN EDİP, KURTULUŞA ERDİRECEK OLAN FİİLLERİ TATBİK EDERLER"

"İNSAN İÇİN KENDİ ÇALIŞMALARININ SONUCUNDAN BAŞKA BİRŞEY SÖZKONUSU DEĞİLDİR"

İnsan daima kendisinden çıkan fiillerin sonuçlarıyla karşılaşacaktır!

Her aşamada yaptıklarının neticeleri, bir sonraki aşamada o kişi için otomatik olarak oluşmaktadır..

hf

FERÂSET

(KAPSAMLI İLERİ GÖRÜŞLÜLÜK)

     ……..

           Bu bir idrâk ve anlayış meselesidir... Bunu anlamanın iki yolu vardır.

    Birinci yolu, kapsamlı ileri görüşlülüktür... “Ferâset” de derler buna aranızda!. Kişinin karşısındakinin yapısal özelliklerini hemen derhal farkedebilmesi, idrak edebilmesi hâlidir. Bu ender rastlanır, hatta çok ender!

hf

 FERÂSET,

“SEZGİ”NİN ÖTESİNDEDİR!

Ancak, akıl belli bir kemâle gelmişse, beş duyuya dayalı örnekleri alıp kendi bünyesinde değerlendirir ve buna dayalı bazı çalışmalar yapabilir... Bu arada altıncı, yedinci, sekizinci duyular durumunda olan sezgi veya sezginin ötesinde olan feâaset, veya ilham yolları ile gelen çeşitli bilgileri de bir potada eritip değerlendirir ve bunun çok üst neticelerini yaşar!..

İşte o zaman “akl-ı kül”e yaklaşmağa başlar.

hf

 “SİSTEM”,

FERÂSETLE OKUNABİLİR!

Sistem nasıl “OKU”nur..?

Varlığını meydana getiren “rabbani kudret + bilinçle”, yani basiretle, ferâsetle, nüfûziyetle, beş duyunun algıladığı boyut değerlendirilerek...

 hf

 

“İSİMLERİN MÂNÂLARI İSTİKAMETİNDE FETİHLER,

HZ. RASÛL ALEYHİSSELÂMIN FERÂSETİNİN ÇOK BÜYÜK

ÖLÇÜDE AÇILMASINA VESİLE OLDU

Hazreti Rasûl aleyhisselâm, Cebrail’in “SIKMA”sına mâruz kaldığı zaman, daha önce de izah ettiğimiz yönüyle, “ALLAH”ın bazı “isimlerinin mânâları” istikametinde son derece önemli “FETİH”lere kavuştu!.

Bu “isimlerin mânâlarının” kendisinde daha büyük kapasiteyle ortaya çıkması, O’nun basiretinin, ferâsetinin, nüfûziyetinin (yani yöneldiği varlığın bâtınına nüfuz ederek onun yapısını, özelliklerini, varoluş gaye ve hikmetini sezme hassası) çok büyük ölçüde gelişmesine vesile oldu...

Bu bir anda, şıp diye ortaya çıkan, veya çıkacak olan bir olay değildi...

hf

FERD

Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır...

Zât ise, TEK’tir!.

Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize. İşte burada bu gerçek anlatılarak “ÖZ”ün tanınması için yapılması gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!.

Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve “Nefs”ten çıkmak!. “BENLİK”siz kalmaktır!.”

“Vâhidiyet” mertebesi “Nefs” ile kâimdir. “FERD”dir “Nefs”!.

“Ahadiyyet” ise “Hüviyyet”tir ki, “eniyyet” kabûl etmez...

“Ahadiyyet”, “eniyyet” dolayısıyla “vâhidiyyet” mertebesine tenezzül eder ki, “Ferd” ismiyle tanınır.

“Vitriyet” ise kesretin “hükmî” nihâyeti dolayısıyla erişilen Tek’lik mertebesidir. Kesret kavramının kalkışı ile “Vitriyet” hâsıl olur.

hf

FERDİYET SAHİPLERİ

  “Ferdiyet” sahibi denilen zevâtın sayısı devre göre on - oniki civarında olup, Gavs’ın tasarruf dairesi dışındadırlar.

Zât tecellîsine mazhar kişilerdir.

Not: Daha geniş açıklama için  “M / “Müferridun” bölümüne bakınız.

hf

FERDİYET SAHİPLERİNDE GERÇEKLEŞEN

ARINMA

SORU: Hz. Rasül’deki üç aşamalı gerçekleşen genetik arınma, ”Ferdiyet sahipleri”nin her biri için gerçekleşiyor mu?.

CEVAP: Evet!. Hepsi için geçerli; ancak, hepsinde aynı derece olmaz. Kemâlâtına göre arınmaları da farklı olacaktır!.

hf

FERDİYET YAŞAMI

 “Nefsi kül” kavramı kalkınca “Vitriyet” yaşanır!.

İşte yukarıda, çıkılması gerekli olarak işaret edilen “Nefs”, nefsi küldür. Ki neticede “vitriyet” tahakkuk etsin ve Zât’a yönelim başlasın. “Vitriyet” kesretin nihâyeti ve kalkışı olarak, “Ferdiyet” yaşamını getirir.

Bütün bunlar “Mardiyye nefs” ismiyle işaret edilen bilinç düzeyinde başlar.

hf

BİLİNÇTE

“FERDİYET” KAVRAMININ KALKTIĞI BOYUT

İkincisi, “Refref” dediğimiz yükseltici binek, Ruh beden!

Ondan sonrası hani Cebrâilin de artık Ben sana eşlik edemem… Gelemem!” dediği boyut, Bilinç Boyutu! Aklı Evvel boyutu!.

O boyutta birimsellik kalkıyor artık! O Boyutun, Bilinç boyutunun altındaki nokta, o mukadderatın yazılması, Kalem’in çıtırtılarını işitmesi..

O “Kalem’in çıtırtıları” diye tabir edilen şey, kozmik plandaki ışınsal gürültüler!.

Ama o bizim tasavvur edebileceğimiz gibi birşey değil.. Onu ancak o boyuta çıkıp da onu hissedebilen yaşayabilen biri farkeder. Başka türlü farkedilmesi mümkün değil..

İşte bu yükselişin neticesinde bilinç boyutunda zaten “Ferdiyet” kavramı da kalkıyor ortadan!.. Ne ins kalıyor ne cin kalıyor ne melek kalıyor... Bilinç boyutunda varlığın tüm Tekliğini yaşıyor.

Yaşayan kendisi!

Rabbına mülâki oluyor. Rabbıyla karşı karşıya geldiği zaman zaten kendisi kalmıyor. Çünkü zaten Hz. Musa’ya hitap gelmişti.. “Bana görün!” diyor. ”Sana nasıl görünüyüm ya Musa!” diyor. “Sana göründüğüm zaman sen kalmazsın!”

“Görün..” diyor. Musa gidiyor, ortadan kalkıyor; Rabbı kalıyor!

Aynı şekilde  Hz.Rasûlullah da Mirâc’a çıktığı zaman son noktaya geldiğinde Rabbına mülâki oluyor. Tabii bu “Rabbıyla konuşması”, bizim anladığımız mânâda “sen-ben” ikili diyalog değil… O anda o isimle tüm varlığıyla kendini zâhir kılan, HAK!

Böyle söylenir işte… Bunu hissedebilen hisseder... Yaşayabilen yaşar… Gerisine de dedikodusunu yapmak düşer...

Kendi özündeki, varlığındaki Mutlak varlığın Kendini açık etmesiyle birlikte O’nun dışında hiçbirşeyin kalmaması!

İşte bu yüzden diyor ki: “Namaz, müminin mirâcıdır!”

Ama  bu cümleyi iyi anlayın... Bu cümleyi iyi anlamak için iyi Türkçe bilmek lâzım..

“Namaz, müminin miracıdır.” Yani “Namaz, Mirâc’tır!” Yani “Mirâc, Namazdır!”

hf

FETİH

·          Işık hızını aşma

·          “Mânevi Ölüm”

·          “Şuursal Şehidlik”

·          İlâhi Sıfatlarla tahakkuk etme

·          Bâtınî kapanıklıkların fethi

·          Kişinin şuur boyutunda kıyametinin kopması

·          Ölmeden evvel ölme

·          “Mutû kalbe en temûtu”

·          Allah’a rucû etmek

FETİH ise, fizik - biyolojik beden yaşamına devam ederken, ruh dediğimiz dalga bedenin -ışınsal bedenin- bağımsızlığını kazanma hâlidir ki, bu durum tasavvufta, “ÖLMEDEN ÖLMEK” diye tanımlanır.

hf

FETİH,

FİİLİ ÖLÜMÜN NETİCESİNDE MEYDANA GELİR

 Senin şuur boyutunda varlıkta Hakk’ın varlığının dışında birşey görmez hale gelerek herşeyden her olandan razı bir halde ancak aksiyona reaksiyon verir bir halde yaşamandır. Hükmi ölümün neticesi, tasavvufta KEŞİF dediğimiz haldir. Keşfin 7 mertebesi vardır. Hükmi ölümün sonunda eğer o birimin mânâ boyutunda görev alması sözkonusuysa, Ricali Gayb denilen Evliyaullah arasına girmesi sözkonusuysa, bu görevi almasıyla birlikte onda fiili ölüm olur. Fiili ölümün sonunda da onda FETİH dediğimiz hâl meydana gelir.

hf

 FETİH, BERZAH ÂLEMİ’NİN FETHİDİR;

Kİ BU FETİH ANCAK

“YAŞARKEN ÖLMEK” SURETİYLE GERÇEKLEŞİR!

“Sana öyle bir FETİH verdik ki, bu kesin ve apaçık FETHE eriştir!. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm zenbini bağışlar; ve sana olan nimetini tamamlar; ve seni gerçek yola erdirir. Ve sana öyle bir zafer verir ki, hiç kimse karşı koyamaz!.’

Nakletmiş olduğumuz bu üç âyet-i kerîmenin zâhir yâni ilk anda anlaşılan manâsı bütün tefsir ve meâllerde mevcût olduğu için burada bunun üzerinde durmayacağım. Allahü Teâlâ’nın bize ihsan buyurduğu açıklık ve irfan nisbetinde buradan anladığımız mânânın açıklayabileceğimiz kadarına gelince…

FETH, kapalı olan bir şeyin açılması, ya da kişinin elde edemediği bir şeyi elde etmesi anlamlarına gelir. Bu anlamlarladır ki, dünya hayatı içinde bir kişinin elde edebileceği en büyük FETH, âhıret âleminden bir bölüm olan berzah âleminin FETH’idir. Ki bu FETH’de ancak “yaşarken ölmek” suretiyle gerçekleşir!.

hf

FETİH ÖZELLİĞİ,

IŞIK HIZINI AŞMAKTIR!

(Soru: Işık hızını aşmak Fetih özelliğine sahip olmak anlamına gelir mi?..)

Evet!.

hf

FETİH EHLİNDE YAŞANAN İLİM,

“LEDÜN İLMİ”DİR

 

 Ledün ilmi, Zâtın, esmâsına olan ilimdir...

Taalluku a’yân-ı sâbite’yedir! İkram yollu bir kula verilirse bu ilim –Hızır ve Zâtiyyûn- gibi bir insanın tüm geçmişini ve gelecekte cennet veya cehennemdeki hâlini ve bütün mertebelerde nereye ulaşacağını icmâlen bilir...

Bu ilim, kişide “FETİH” denilen bir hâl sonunda yaşanır hâle gelir...

hf

 FETİH,

HAKKEL YAKİN’İN SONUCUDUR!

Ölmeden önce ölmek” denen sırrın “hakk-el yakini” ancak “mardiye nefs” kemâlinde gerçekleşir!. “FETH” hâli de bunun sonucudur!. Bunun ehli de dünya üzerinde ancak onlarla sayılır!.

“Fetih” ehli olan görevliler dünya üzerinde tüm cereyan eden işlere vâkıftırlar. “Keşif” ehli ise sadece görev alanı ile sınırlıdırlar.

hf

“FETİH”İN AŞAMALARI

 FETİH 7 AŞAMADIR!

FETH esas itibariyle yedi derecedir. Bu yedi derecenin birinci dereceden olanının gerçekleşmesiyle birlikte kişi FETH sahibi olmuş olur.

hf

FETHİN 7 DERECESİ

EVLİYAULLAH ARASINDAKİ 7 MERTEBEYE

TEKABÜL EDER

Fetih de yine 7 kademedir aşamadır. Evliyaullah arasındaki 7 mertebeye tekâbül eder.

Fetih gelmiş olan yani ölmeden evvel ölmüş olan yani fiili ölümü tatmış olan kişi sanki şehidler gibi şehidler nasıl fizik bedeni terketmekle birlikte o anda ruh boyutunda serbest olarak yaşarlar dünya üzerinde her olayı görür bilir müdahale edebilirse işte fiili ölümü tatmış olanda  ki ölmeden evvel ölmenin tahakkukudur bu, kişi fizik bedenden kendini kurtarmıştır ruh beden boyutunda yaşar, dilerse herhangi bir yerde bedenlenir, bedenlenerek orada tasarrufta bulunur, dilerse bulunduğu yerden dünya üzerinde olan bir olayı sanki orada yaşıyormuşçasına bilir görür yaşar dilerse müdahale eder veya etmez. Yani ruh beden olarak sanki fizik beden ölmüş gibi, fizik bedenden kurtulmuş bir yaşam içine girmiştir Fetih dediğimiz olaydır bu.

hf

 FETİH İKİ TÜRLÜDÜR

FETH iki türlüdür;

1-Zâhir FETH.

2-Bâtın FETH.

 

 1- ZÂHİR FETİH

FETİH Sûresi, zâhir anlamı itibariyle Hudeybiye anlaşması ve Mekke’nin fethi ile alâkalı bir çok hususu açıklar. Ancak ne var ki, asla bu kadarıyla da değildir kapsamındaki anlamlar.

Bu sûrenin derinliklerinde öyle önemli bâtınî yâni iç anlamlar söz konusudur ki, bunları ancak ehli kişiler bilir.

Biz bir iş’arî tefsir hazırlamadığımız için burada bu derinliğe girmeyeceğiz. Ancak, ilk üç âyetin bâtınî anlamından da sözetmeden geçmemiz mümkün değildir!. Zirâ, bu üç âyet tasavvuftaki çok önemli bir hususa işaret etmektedir.

2- BÂTINİ FETİH

 Bâtın FETH dahi iki türlüdür.

a-FETH

b-FETH-İ MÜBİN

hf

FETİH

KİŞİNİN RUHTAKİ ÖZELLİKLERLE

YAŞAMINI BU DÜNYADA SÜRDÜRMESİ HÂLİDİR!

FETH nedir?.

Kişinin içinde bulunduğumuz şu boyutta, bu bedenle yaşarken; bir anda, beden bağımlılığından kurtularak, sanki ölmüş gibi, tamamiyle ruh beden yaşamına geçmesi ve ruhtaki özellikleriyle yaşamını bu dünyada sürdürmesi hâlidir.

hf

NURÂNİ FETİH SAHİPLERİNİN SAYISI

YERYÜZÜNDE 40 I BİLE BULMAZ!

“Ölmeden evvel ölmek” denilen hâlin hakkel yakîn yaşanmasıdır. Bize öğretilene göre, böyle kişilerin yeryüzünde sayıları kırkı bile bulmazmış, nurânî FETH sahipleri olarak.

Evet, FETH bu yönüyle de ikiye ayrılır:

A. FETH-i zulmânî

B. FETH-i nûrânî

 

 A- FETHİ ZULMÂNİ

FETH-i Zulmânî, müslim ya da gayrı müslim tüm insanlarda meydana gelebilir. Özellikle, hindularda, Budist felsefe mensuplarında görülen ve FETH eseri olan bazı haller hep bu FETH-i zulmanî neticesidir ki, din terminolojisinde bu hallere “istidraç” adı verilir.

FETH-i Zulmânî’nin iki büyük işareti vardır. Birincisi bu tür FETH kendisinde meydana gelmiş kişi Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm’ı kabul etmez. İkincisi de, birimsellikten, yâni kendini bir birim olarak görmek perdesinden kurtulamamıştır!.

FETH-i Zulmânî sahipleri, kişinin tüm geçmişini bilebildiği gibi, aynı anda birkaç yerde bulunabilme, kabir ahvalini anlatabilme, CİNlerle rahatlıkla iletişim kurabilme ve daha başka bazı akıl almaz davranışlar ortaya koyabilme özelliklerine sahiptirler.

hf

İstidraç yollu oluşan “fetih”te 7 mertebeden yalnızca iki mertebesi mevcutur.

 

hf

 B- FETHİ NURÂNİ

  (FETHİ MÜBİN)

FETH-i Nûrânîde dahi benzer özellikler meydana gelir!. Ancak bir farkla ki, bu zevât kısa sürede bu yaşama adepte olduktan sonra gelişmelerine devam ederler, FETH’in üçüncü derecesinde Hazreti Rasûlullah ile ve sâir Nebi ve Evliyâ ile buluşurlar ve berzah âleminin çeşitli sırlarını âgâh olurlar.

Bundan sonra da ricâli gayb arasında yerlerini alırlar.

hf

FETHİ MÜBİN ODUR Kİ,

KİŞİ BU FETHİ KALDIRABİLİR

FETH-İ MÜBÎN odur ki, gelen kişi bu FETHİ kaldırabilir. Bu ne demektir?.

Kişiye FETH geldiği zaman, yâni fizik - biyolojik beden bağından kurtulduğu zaman, bu yaşam şeklini hazmedemeyip kendini içinde bulunduğu boyutun şartlarına kaptırabildiği gibi, buna güç yetiremeyip bedenden tümüyle de kopabilirler; ki bu da onun mutlak manâda ölümü tadışına yolaçabilir.

FETH geldikten sonra, mutlak manâda ölüm gelmediği takdirde, o kişi beyin aracılığıyla gücünü arttırmaya, ilmini çok daha üst seviyeye yükseltmeye devam eder yâni ilerleme devam eder. FETH’in arkasından ölümün gelişi ise onu bulunduğu yerde sınırlar.

hf

DÜNYADA BİR KİŞİDE AÇIĞA ÇIKACAK

EN BÜYÜK NİMET,

“FETHİ NURÂNİ”DİR!

“Ebrarın güzellikleri, mukarreblerin kusurlarıdır” hükmünce, Allah’ın Vahdâniyetini seyirden, beşerî yaşam şartlarınca perdelenmekten ileri gelen kusurlarını bağışlar. Ve tam kemâliyle ihsan ettiği bu FETH ile dünyada oluşabilecek en mükemmel nimeti ihsan etmek suretiyle sana olan nimetini tamamlar. Zirâ, dünyada bir kişide açığa çıkacak en büyük nimet FETH-i Nûrânîdir. Adetâ, dünyada yaşarken cennete girmek gibi bir şeydir bu.

“Ve sana öyle bir zafer verir ki, hiç kimse karşı koyamaz”!. Yâni bu FETHİ-i Mübîne nâil olarak yaptığın çalışmalar ile seni öyle bir zafere, başarıya ulaştırır ki Allah hiç bir aklı selîm sahibi sana, açıkladıklarına, bildirdiklerine karşı koyamaz.

hf

FETİH,

ÇALIŞMAYA BAĞLI DEĞİLDİR!

FETH kesinlikle kişinin çalışmasına bağlı, yâni çalışmakla elde edilir bir şey değildir.

Hakkal yakin, çalışmaya bağlı değildir. Saidlik gibi “kişi varolurken nasip olmuşsa” dır. yani “feth” dir!

hf

 “FETİH EHLİ”

 “FETİH EHLİ”,

FETİH KENDİLERİNDE AÇIĞA ÇIKTIĞI SIRADA

 KABİR SORGULAMASINI YAŞADIĞI İÇİN ARTIK

İKİNCİ BİR DEFA DAHA BU SORGULAMAYI YAŞAMAZ!

“Ölmeden önce ölmek” denen hâlin üç mertebesi vardır.

a-İlm-el yakîn;

b-Ayn-el yakîn;

c-Hakk-el yakîn.

Birincisi –İLM-, konuyu yakîn derecesinde müşahede ederek olaya ikân kazanmış olmaktır. Bu yukarda bahsettiğimiz şartlara tâbidir. Ne var ki, o olayları çok farklı tepkimelerle geçiştirir.

İkincisiAYN-, olayı kendindeki kuvvelerle âdeta yaşamış gibi görür, algılar, hisseder ve hazırdır o şartlara... Ama gene de aynen birincide olduğu  gibi aynı aşamalardan geçerek yaşar.

ÜçüncüsüHakk-, ise –ki bu zevâtın sayısı fevkâlâde azdır- “Mardiyye” mertebesindeki evliyâullahta; veya bazı ender sıra dışı inançsız insanlarda istidraç denen bir biçimde  gerçekleşir. Buna tasavvufta “fetih” denilir. İstidraç yollu oluşan “fetih”te 7 mertebeden yalnızca iki mertebesi mevcutur.

Bunlar, dünyada, bildiğimiz biyolojik bedenle yaşarlarken; aynı anda, biyolojik bedenden tam bağımsızmışçasına da yaşama özelliğini elde etmişlerdir. Bunlar bahsi geçen sorgulama olayını “fetih” kendilerinde açığa çıktığı sırada bir şekilde geçmişlerdir ki, artık onlar için ikinci bir defa kabîr âlemi sorgulaması söz konusu olmaz.

Nitekim, Hz. Rasulullah aleyhisselâmın boyut değiştirmesi sırasında “Allah sana ikinci bir ölümü tattırmaz” denerek bu gerçeğe işaret edilmiştir. Yani, sen yaşarken “fetih  yoluyla bu aşamayı geçtiğin için, normalde herkesin yaşadığı ölümü tatma olayı sırasında yaşanacakları yaşamazsın; anlamındadır. “FETİH” Sûresinin başında da bu olaya işaret edilmiştir zaten. Ne var ki, olayın bu derinliği açılmamış olanlar konuyu Mekke’nin fethiyle ilgili olarak değerlendirmişlerdir. Bu gerçeği bilmeyenler, ikinci ölüm olayını gelecekte ilerde bir zamanda oluşacak başka bir ölüm olayına bağlamışlardır.

hf

FETİH GELMİŞ KİŞİLER

DİLEDİKLERİ TAKDİRDE

IŞINSAL BEDENLERİNİ YOĞUNLAŞTIRARAK

ARAMIZDA BİYOLOJİK BEDENLE GÖRÜNEBİLİRLER!

İşte bu fetih gelmiş, yani ölmeden ölmüş, ruhuyla, ışınsal âlemde yaşama yeteneğini elde etmiş kişiler; diledikleri takdirde bu bedeni yoğunlaştırmak suretiyle aramızda biyolojik bedenle görünebilirler ve çeşitli işler başarabilirler.

Nitekim bunun bir örneği de HIZIR aleyhisselâmdır!. Dilediği anda biyolojik bedene geçip görünür, dilediği anda da dalga boyutta yaşamına devam eder.

Bu esastan olmak üzere gerek Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ve gerekse daha başka fetih ehli zevâtın aynı anda birkaç yerde görülüp yemek yemeleri, hep bu türden olaylardır.

Hazreti İSA’da, şu anda yaşamakta olduğu RUH ya da bir tür hologramik ışınsal bedenini tekrar yoğunlaştırmak suretiyle yeni baştan aramıza dönecektir ki, bu dönüş yaşı da, ayrıldığı andaki 33 yaşın sureti ve şekliyle gerçekleşecektir. Muhakkak gerçeği en mükemmel şekilde bilen Allah’tır.

hf

 FETİH EHLİ

“VECHULLAH”I DAİMİ MÜŞAHEDE İÇİNDEDİR!

Helâk olma” ifadesi ile anlatılan mânâ, esasen içinde yaşadığımız şu anda ve her anda geçerlidir... Ve bu durum keşif ve fetih sahibi basîret ehli zâtlar tarafından daimi olarak müşahede edilebilmektedir.

“Başını ne yana döndürürsen ALLAH’ın VECH’ini görürsün” (2/115)

Âyeti zâten bu durumu açık-seçik vurgulamaktadır.

hf

FETİH EHLİNİN

GEÇMİŞ VE GELECEK TÜM GÜNAHLARI

BAĞIŞLANMIŞTIR!

 “Sana öyle bir FETH verdik ki”. Kişide bu FETH’in oluşması onun hiç bir çalışmasına bağlı olmaksızın tamamiyle Allah tarafındandır. Allah vergisidir ki, “bu kesin ve apaçık bir FETH’e eriştir”. Böylece sen artık berzah âleminin bir ferdi olarak dünyada yaşarsın her şeyin içyüzünü ve hikmetini bilirsin, dolayısıyla bundan sonra senden hiç bir “zenb” meydana gelmez. O gerçekler içinde yaşayan bir Ferd olarak, “Allah senin geçmiş ve gelecek tüm zenbini bağışlar”.

hf

FETİH EHLİNDE

GÜNAHIN HÂTIRASI DAHİ ÇIKMIŞTIR

Kendini var kabul ettiğin sürece, günah fiîlî varolmasa dahi hâtıraları “benliğini” meşgul edecektir! Bu meşguliyet ise “günah hâtırası”dır ki, benliğinin yaşamıyla bağlantılıdır.

Ne zamandır ki, “benliğinin” varolmadığını, hakikatını yaşarsın, işte o zaman, nefsinden günah da, hâtırası da çıkmış olur.

“SANA AÇIK-SEÇİK FETİH İHSÂN ETTİK: ALLAH GEÇMİŞ VE GELECEK TÜM GÜNAHLARINI BAĞIŞLADI.”

Âyetlerinde işaret edilen mânâ da anladığımız kadarıyla bu hususa işaret eder.

Fetih” tasavvuftaki anlamıyla, kişinin benliğinin ve benliğinin oluşturduğu perdelerin ortadan kalkması ve Hakkânî sıfatlarla tahakkuk etmesi hâlidir ki, bir devirde ancak çok çok ender kişilerde oluşur! Bunlar, “Hakkın gözüyle görür, işitir, söyler, tutar, yürürler!”

Fetih” gelmiş kişiler, “benliklerinden” kurtulmuş oldukları için, geçmiş ve gelecek günahlarından da bağışlanmışlardır.

Çünkü, onlardan günah ve hâtırası çıkmıştır... Çünkü benlikleri ortadan kalkmıştır! Beden ve bedensel değerler onlar için hiçbir anlam taşımadığı gibi, ruhsal değerler dahi onlardan düşmüştür! Onlar mukarreblerdir, Ferdiyet sahipleridir.

Kişilik isimlerinin ardında, seyreden-seyredilen ve seyr hep aynı TEK olmuştur!

hf

FETH,

İLÂHİ SIFATLARLA TAHAKKUKTUR!

 ”Feth”in birisi “zulmânî” olmak üzere yedi basamağı vardır... Keşif basîrete aittir. “Fetih” ise tahakkukla alâkalıdır! İlâhî sıfatlarla tahakkukla, demek istedim...

 hf

 İLÂHİ SIFATLARLA TAHAKKUK

ANCAK “ZİKİR” İLE MÜMKÜNDÜR!

ZİKİR, bize göre, dünyada bir insanın yapabileceği, en yararlı çalışma türüdür.

ZİKİR, “Allah'ı anma” diye her ne kadar tercüme edilirse de, böyle bir tercüme son derece yetersizdir.

1. ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin mânâsı istikametinde, beyin kapasitesini arttırır.

2. ZİKİR, beyinden üretilen dalga enerjinin RUH'a, yani hologramik dalga bedene yüklenmesini ve böylece ölümötesi yaşamda güçlü bir RUH'a sahip olunmasını sağlar.

3. ZİKİR, tekrar edilen mânâlar istikâmetinde beyinde anlayış, idrak ve o mânâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.

4. ZİKİR, Allah'a yakîn sağlar.

5. ZİKİR, ilâhî mânâlar ile tahakkuku temin eder.

hf

“REŞİD” İSMİ, EN ALT SINIRDAN BAŞLAYIP,

 İLÂHİ SIFATLARLA TAHAKKUK HÂLİ OLAN

“FETİH” HÂLİNE KADAR DEVAM EDER!...

"REŞÎD" ismi insanda "RÜŞD" hâlinin oluşmasını sağlar.

Fizik bedende "rüşd" bir tanımlamaya göre, "bülûğ" ile başlar; çünkü o zaman cinsiyet hormonları faaliyete geçerek zihinsel fonksiyonlarda "aklı" güçlendirir; ve aynı zamanda da cinsiyet hormonları beynin biokimyasını etkileyerek, "günah" dediğimiz "negatif yüklü mikrodalga enerjinin" ruha yâni mikrodalga bedene yüklenmesini sağlar. Bir diğer tanımlamaya göre de, sebebi her ne hikmetse, 18 yaşında başlar!

Olgunluğun tabanı, insanın ölümötesi yaşam olabileceği ihtimalini düşünerek, hayatına ona göre yön vermesi, bu konuda araştırmalar yapmasıyla başlar!

İşte "REŞÎD" ismi bu en alt sınırdan başlayıp, "İlâhî sıfatlarla tahakkuk etme" hâli olan "FETİH" hâline kadar devam eder. Ondan sonra bir başka şekilde hükmünü icra eder.

hf

SIFAT MERTEBESİNDE

GÜÇ OLUŞTURMA İSMİ İSE,

“MÜRİD”DİR!

Olayın kilit noktası, ZİKİR olayı!

Âyeti kerimeyi hemen hatırla...

“Kim ki Rahman’ın zikrinden yüzçevirirse biz ona şeytanı musallat ederiz!”

Bu âyette çok büyük bir sır var.

Kim ki RAHMANın zikrinden yüz çevirirse....”

Burda “Allah’ın zikrinden” demiyor. Çünkü Rahman’ın zikri, esmâ mertebesindeki ilâhi isimlere işaret eder.

Rahmaniyet mertebesi, sıfat mertebesidir.

Sıfat mertebesindeki güç oluşturma ismi de MÜRİD ismidir!.

Yani insanın varlığındaki bu ilâhi sıfatlara tekâbül eden isimlerin zikrinden kişi vazgeçtiği zaman o ilâhi güçten mahrum kalıyor ve cinlerin etkileri altına giriyor. O tesirleri almaya başlıyor .

İşte, “Rahman’ın zikrinden yüz çevirene biz şeytanı musallat ederiz ederiz. O, onda evham vesvese korku vesâireyi arttırır” âyetinin sırrı da budur.

hf

 BÂTIN KAPANIKLIKLARIN AÇILMASI,

“FETTAH” İSMİ İLE MÜMKÜNDÜR!

Aynı şey bıkkınlık doğurur, tıkanıklığı getirir.

Peki, insanın kendini yenilemesi yeni şeyleri ortaya getirmesi, yeni şeyleri açması nasıl mümkündür?

Burda demek ki bu sorunla karşılaşıyoruz...

İşte o “yeni”yi ortaya çıkarabilmenin yolu, FETTAH’tan geçer.

”Fettah” isminin mânâsı sende açılır, hükmünü icra ederse,  sende yeni yeni şeyler açılmaya başlar; yeni yeni şeyleri görür, hisseder, yaşar ve ortaya koyarsın.

“FETTAH” isminin zikri, insanda açılımlar yapar!. Hem zâhîri problemlerin çözümlenmesi yönünden, hem de “BÂTIN” kapanıklıkların açılması fetholması cihetinden!

Konuşmamızın başında ne dedik?..

Sendekileri ortaya çıkarabilmen için ayna olarak karşına konmuştur ESMÂ’ÜL HÜSNÂ!

Yani “esmâ’ül hüsnâ”, yani “Allah’ın isimleri”, sendeki vasıflara ayna olarak karşına konmuştur!.

Ötedeki Allah’ın(!), ilâh’ın, Tanrı’nın isimleri değildir onlar! Sende mevcud olan mânâlardır onlar!.

Bu mânâlar sende açıldığı kadar, bu özellikler senden dışarı taşar!. Bunun yolu da zikirden geçer, bilgiden değil!.

hf

FETİH SÛRESİ

Bu sûreyi hergün bir defa okumalıyız.

Ayrıca bu ilk üç âyeti hergün aynı sayıda olmak üzere 300-500 ya da 1000’e kadar olmak üzere okumakta çok büyük fayda vardır mânevî açılım isteyene.

Bismi’llâhi’r-Rahmân’ir-Rahîm

(1) İnna fetahna leke fethan mübiynen (2) liyağfire lekellahü ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhare ve yütimme nığmetehu aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıymen (3) ve yensurekellahü nasren aziyza (4) hüvelleziy enzeles sekiynete fiy kulubil mü’miniyne liyezdadû iymanen meğa iymanihim ve lillâhi cünudüs semavati vel’ard ve kânallahü aliymen hakiyma (5) liyüdhılel mü’miniyne velmü’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha ve yükeffire anhüm seyyiatihim ve kane zalike ındallahi fevzen azıyma (6) ve yüğazzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikatiz zanniyne billâhi zannessev aleyhim dairetüssev ve ğadıballahü aleyhim ve leğanehüm ve eğadde lehüm cehennem ve saet masıyra (7) ve lillâhi cünudüs semavati vel’ard ve kanallahü aziyzen hakiyma (8) inna erselnake şahiden ve mübeşşiren ve neziyra (9) litü’minu billâhi ve resulihi ve tüğazziruhü ve tüvekkıruh ve tüsebbihuhü bükreten ve asıyla (10) innelleziyne yübayiğuneke innema yübayiğunallah, yedullahi fevka eydiyhim, femen nekese feinnema yenküsü alâ nefsih ve men evfa bima ahede ğaleyhullahe feseyü’tiyhi ecren azıyma (11) seyekulü lekel muhallefune minel’ağrabi şeğeletna emvalüna ve ehluna festağfir lena, yekulune bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim kul femen yemlikü leküm minallahi şey’en in erade biküm darren ev erade biküm nef’a bel kanallahü bima tağmelune habiyra (12) bel zanentüm en len yenkaliber rasulü velmü’minune ila ehliyhim ebeden ve züyyine zalike fiy kulubiküm ve zanen tüm zannessev ve küntüm kavmen bûra (13) ve men lem yü’min billâhi ve rasûlihi feinna a’tedna zilkâfiriyne saiyra (14) ve lillâhi mülküs semavati vel’ard yağfirü limen yeşaü ve yüğazzibü men yeşa ve kanallahü ğafurur rahıyma (15) seyekülül muhallefune izentalaktüm ilâ meğanime lite’huzuha zeruna nettibığküm yüriydune en yübeddilu kelamallah kul len tettebiğuna kezaliküm kalellahu min kabl feseyekulune bel tahsüdunena bel kanu lâ yefkahune illâ kaliyla (16) kul lilmuhallefiyne minel’ağrabi setüdavne ilâ kavmin uliy be’sin şediydin tükatilunehüm ev yüslimun fein tütıyğu yü’tikümullahü ecren hasena ve in teteellev kema tevelleytüm min kablü yüğazzibküm azaben eliyma (17) leyse alel’ağma harecün ve lâ alel’areci harecün ve lâ alelmeriydı harec ve men yütığıllâhe ve rasulehu yüdhılhü cennatin tecriy min tahtihel’enhar ve men yetevelle yüazzibhü azaben eliyma (18) lekad radıyallahü anilmü’miniyne iz yübayiğuneke tahteşşecereti feğalime ma fiy kulubihim feenzelessekiynete aleyhim ve esabehüm fethan kariyben (19) ve meğanime kesiyreten ye’huzuneha ve kânallahü aziyzen hakiyma (20) veadekümullahü meğanime kesiyreten te’huzuneha feaccele leküm hazihî ve keffe eydiyennasi anküm ve litekune ayeten lilmü’miniyne ve yehdiyeküm sıratan müstekıymen (21) ve uhra lem takdiru aleyha kad ehatallahü biha ve kanallahü alâ külli şey’in kadiyr (22) ve lev katelekümülleziyne keferu levellevül edbare sümme lâ yecidune veliyyen ve lâ nasıyra (23) sünnetallahilletiy kad halet min kabl ve len tecide lisünnetillâhi tebdiyla (24) ve hüvelleziy keffe eydiyehüm anküm ve eydiyeküm anhüm bibatni mekkete min bağdi en azfereküm aleyhim ve kanallahü bima tağmelune basıyra (25) hümülleziyne keferu ve sadduküm anilmescidil harami velhedye mağkufen en yeblüğa mahıllehu velevlâ ricalün mü’minune ve nisaün mü’minatün lem tağlemuhüm en tetauhüm fetüsıybeküm minhüm meğarretün biğayri ılm, liyüdhılellahü fiy rahmetihî men yeşa lev tezeyyelu leazzebnelleziyne keferu minhüm azaben eliyma (26) iz ceğalelleziyne keferu fiy kulubihimül hamiyyete hamiyyetel cahiliyyeti feenzelellahü sakiynetehu alâ rasulihî ve alelmü’miniyne ve elzemehüm kelimetet takva ve kanû ehakka biha ve ehleha ve kanallahü bikülli şey’in aliyma (27) lekad sadekallahü rasulehür rü’ya bilhakk letedhulün nelmescidel harame inşaallahü aminiyne muhallikıyne rüuseküm ve mukassıriyne lâ tehâfun, fealime ma lem tağlemu feceale min duni zalike fethan kariyba (28) hüvelleziy ersele rasulehu bilhüda ve diynil hakkı liyuzhirehu aleddiyni küllihi ve kefa billahi şehiyda (29) muhammedün rasulullahi velleziyne meahu eşiddaü alelküffari rühamaü beynehüm terahüm rükkean süccedaen yebteğune fadlen minellahi ve rıdvan siymahüm fiy vücuhihim min eserissücud zalike meselühüm fiyttevrat ve meselühüm fiyl’inciyl kezerın ahrece şat’ehu feazerehu festağleza festeva alâ sukıhî yucibüzzürrağa liyeğıyza bihimülküffar veadallahülleziyne amenu ve amilussalihati minhüm mağfireten ve ecren azıyma

Anlamı:

1. Sana öyle bir fetih verdik ki, bu kesin ve apaçık fethe eriştir!.

2. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm zenbini bağışlar; ve sana olan nimetini tamamlar; ve seni gerçek yola erdirir;

3. ve sana öyle bir zafer verir ki hiç kimse karşı koyamaz!.

4. İmanlarının kat kat artması için mü’minlerin şuûrunda güven duygusunu oluşturan O’dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah hükmünü yerine getirmek için görevlendirilmiştir. Allah Alîmdir, hakîmdir.

5. İman eden erkek ve kadınları altında ırmaklar akan cennetlere ebediyyen kalmak üzere sokar ve onların kusurlarını örter. İşte bu Allah’tan en büyük bağıştır.

6. Bir de Allah’a karşı kötü ZANda bulunan ikiyüzlüler ile ŞİRK koşanları hakkettikleri azaba erdirir. Zanları kendi başlarında patlasın!. Allah’ın gazabı ve lâneti onlarda açığa çıkar ve cehennem onlar için hazırlanmıştır. Ne berbat dönüş yeridir!.

7. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah hükmünü yerine getirmek için görevlendirilmiştir. Allah Azîz ve Hakîm’dir.

8. Biz seni, şehadet edici, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik!

9. Hakkıyla Allah’a ve Resûlüne iman edin, yardımcı olun, saygı gösterin ve O’nu sabah akşam tesbih edin.

10. Gerçektir ki sana biat edenler Allah’a biat etmişlerdir ve Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Verdiği sözden dönen bununla kendine zarar vermiş olur. Sözüne sadık kalana ise Allah’tan büyük ecir vardır.

11.Bedevilerden (savaştan) geri kalanlar, “bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz geri bıraktırdı; Allah’tan bağışlanmamızı dile” diyecekler. İçlerinde olmayanı dilleriyle söylüyorlar. De ki, -Allah size bir zarar ya da bir fayda dilerse kimin onu geri çevirmeğe gücü yeter?.. Kaldı ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır’.

12. Belki siz, Rasûlün ve iman edenlerin ailelerine geri dönmeyeceklerini zannettiniz. Bu zan size hoş geldi de kabullendiniz; ve helâka liyâkat kazandınız.

13. Kim hakkıyla Allah’a ve Resûlüne iman etmezse bilsin ki biz gerçeği örtenlere alevli ateşi hazırlamışızdır.

14. Göklerin ve yerin varlığı Allah’ındır. Dilediğini bağışlar ve dilediğine azab verir. Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.

15. Bu geride kalanlar, ganimetleri almak için gittiğinizde, -bırakın biz de sizinle gelelim’, derler. Onlar, Allah hükmünü deiştirmek isterler. De ki, -Siz bizimle gelemezsiniz, Allah böyle hükmetti’. Size, “bizi çekemiyorsunuz” derler. Hayır, onlar anlayışları kıt insanlar!.

16. Geri kalan o bedevîlere de ki, -siz son derece güçlü, cengaver bir kavimle savaşa davet olunacaksınız. Onlarla İslâmı kabul edesiye vuruşacaksınız. İtaat ederseniz, Allah size büyük ecir verir. Ama daha önce yüzçevirdiğiniz gibi gene döneklik yaparsanız, sizi acıklı bir azaba uğratacak.’

17. Gözleri görmeyene, topala ve hasta olana mes’uliyet yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, O’nu altında ırmaklar akan cennete sokar. Kim de yüzçevirirse, can yakıcı azaba sokar.

18. Mü’minler ağaç altında sana biat ettiklerinde Allah hoşnud oldu!. Gönüllerinde olanı bildi de onlara huzur ve itminan verdi. Onları pek yakın bir fetih ve zafer ile mükâfaata mazhar kıldı.

19. Onları, alacakları bir çok ganimetlere nâil etti. Allah, Azîz ve Hakîm’dir!.

20. Allah size ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vâadetmiştir. Bunu da size pek çabuk nasibetti. İnsanların elini üzerinizden çekti!. Ki bu size bir işaret olsun!. Ve sizi gerçek yola eriştirsin!.

21. Daha başka şeyler de vâad etti ki, onlara henüz gücünüz yetmez. Allah onları kuşattı. Allah her şeye gücü yetendir.

22.Gerçeği örtenler sizinle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçacaklardı. Sonra hiç bir yardımcı ve koruyucu da bulamazlardı!.

23. Allah’ın sistemi önceden beri hep böyledir. Allah sisteminden asla değişiklik olmaz.

24. Sizi, onlara galip getirdikten sonra, Mekke’nin göbeğinde onların elini sizden, sizin elinizi de onlardan çeken O’dur!. Allah bütün yaptıklarınızı görür.

25.Gerçeği örtenler, sizi Mescîd-i Harâm’dan alakoyanlar, hediye kurbanınızın yerine ulaşmasını engelleyenler onlardı. Şayed, aralarındaki henüz tanımadığınız inanmış kadın ve erkekleri ezmeniz ihtimali olmasaydı, -ki bu takdirde çok üzülürdünüz- Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerini rahmetine kavuşturmak içindi bu!. Onlar birbirinden ayrılabilir olsaydı, gerçeği örtenleri yakıcı bir azâba atardık.

26. Gerçeği örtenlerin şuûrlarına yerleşmiş olan gayretkeşlik ve cahiliye asabiyetiydi!. Allah, Resûlüne ve mü’minlerin kalplerine sekîne indindirdi; onları takvâ sözü üzere sabit kıldı. Onlar bu söze lâyık kimselerdi. Allah her şeyi, o şeyin zâtı olarak bilir!.

27. Andolsun ki, Allah peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Dilerse Allah, kesinlikle kiminiz başı traşlı, kiminiz de saçları kırkılmış bir halde kimseden çekinmeden, tam emniyet içinde, Mescîd-i Harâm’a girersiniz. Allah, sizin bilmediğinizi biliyordu. Onun için size yakın zamanda yeni bir zafer müyesser etmiştir.

28. O Allah, Rasûlünü irsâl eylemiştir ki hidâyet ile, Hak din bütün dinlere ağır basarak insanlara gerçeği göstersin. Şahid olarak Allah yeter!.

29. Muhammed, Allah Rasûlüdür!. Onunla beraber bulunanlar, gerçeği örtenlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükû ve secde halinde görürsün; Allah’ın fazlını ve hoşnudluğunu isterler. Onları yüzlerindeki secde izinden tanırsın. Tevrat’ta ve İncil’de onların vasıfları şudur:

Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış gövdesiyle dikilmiştir: ekincilerin hoşuna gider. Allah bunların sayısını arttırmakla, gerçeği örtenleri çatlatır. Allah, iman edip yararlı çalışmalarda bulunanlara bağışlama ve büyük ecir vaad etmiştir.

hf

 

FETVA

(KİŞİSEL YORUM)

 FETVA VERMEK DEMEK,

“ALLAH ADINA KONUŞMAK” DEMEKTİR…

HİÇ KİMSE “ALLAH ADINA” KONUŞAMAZ!

 İslâm dininde din adamları sınıfı yoktur.

İslâm dininde istişâre vardır.

Bildiğini düşündüğün kimselerle istişâre eder, danışırsın, fikrini sorarsın!. Ama sen, kendi aklınla kendi mantığınla, kendi vicdanınla yolunu çizersin. Ve, sonucuna da katlanırsın.

Bana sorarsanız, fikrimi söylerim, fetva verme hakkım yoktur!.

Fetva veremem, fetva verme olayı yanlıştır ve bâtıldır, geçersizdir.

Fetva vermek demek, Allah adına konuşmak demektir.

Ben, Allah adına konuşamam!. 

Ben, Allah Rasûlü adına konuşamam!.

Ben, çalıştığım konuda, yaptığım çalışmalar kadar, etüd ettiğim kadar, kişisel kanaatimi söylerim ve benim görevim orada biter.

Otomobil konusunda;

“şu arabanın motoru nasıldır?. Performansı, gücü nedir?   Yeterli midir?” diye sorar, danışırsan, Ve, benim de, bu konuda  bir fikrim varsa ;  

Arabanın motoru, kaportası, aksesuarı vs  hakkında bilgi verir, fikrimi söylerim.

Veyahut  “bilgisayar konusunda danışmak istiyorsan, bilgisayar hakkında bilgimi söylerim.

Ya da, din hakkında sorarsın, fikrimi söylerim.

Ama, benim bütün bu tavsiyelerim, sözlerim kimseyi bağlamaz!.

Çünkü, herkes kendi aklı, fikri, idrâkı ile kendi yolunu çizecek, sonuçlarını da kendisi yaşayacaktır!.

Lûtfen bu yazdıklarımı iyi değerlendirin...

Kimsenin benim hakkımda dedikleri; ya da, benden naklen diyerek söyledikleri beni  bağlamaz!..

Ben diyeceklerimi, kitaplarda yazmış ve kasetlerde konuşmuşumdur...

Benden nakil yapanlar, kendi anladıkları kadarıyla, kendi düşüncelerini dile getirir; bense yazdıklarımlayım...

Ben yalnızca yazdıklarımdan veya kasetlerimde dediklerimden mesûlüm...

Kimsenin de benim adıma konuşma yetkisi yoktur!.

Herkes dilediğiyle görüşür, ama o kişilerin görüşleri beni bağlamaz...

Kitaplarımı okuyanları görüyorum ki, her biri başka şeyler anlıyor ve anlatıyor!.. Esasen geçmişte de bu böyle olmuştu...

Dolayısıyla, siz kendi anlayışınızla, vicdanınız müsterih olacak şekilde yaşayın, kimsenin görüşüyle kendinizi bağlamayın, kimseye tâbi olmayın Allah Rasulü’nden başka kimseye tâbi olmayın!..

Bize, istişâre tavsiye edilir; körü körüne bağlanmak değil!..

Tahkik tavsiye edilir; taklit değil!.

İstişâreler sonunda kişi kendi aklıyla kendine rota çizer... Tâbi olmada ise akıl nimetini değerlendirmeyip, onu körletmek vardır...

Öyle ise, tavsiyem;  kendi aklınızla, ilminize göre yol çizmektir...

Unutmayın ki, kişinin ameli, niyetine göre değerlendirilecektir...

İşte Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzen budur.

hf

 İNSANLAR

FETVA MERCİİ DEĞİLDİR!

Biz fetva mercii değiliz. Kurân ve Rasûl’den haram hükmü gelmemiş şey için haram diyemeyiz.

Helal-haram hükmü, Allah ve Rasulü’ne aittir!.

hf

FETVALAR,

KİŞİSEL İNDİ YORUMLARDIR

KİMSEYİ BAĞLAMAZ,

MESULİYETİ KALDIRMAZ!

 Hz. Rasûlullah’ın getirdikleri, istisnasız her insanın ölümötesi yaşamda karşılaşacakları dolayısıyla, yapması-hazırlanması gerekenlerdir!.

Ölüm ötesinde yaşamı devam eden yapıya, varlığa hitâben DİN yani “SİSTEM” bildirilmiştir...   “İSLÂM”,  bu “sistem”in adıdır.

Ve “Din” denen yapının getirdiği teklifler, kurallar, özellikler Hz. Rasûlullah tarafından bildirilmiştir.

Bunları, başka birinin ne değiştirme şansı vardır; ne bunlara ilâve getirme şansı vardır; ne de bunlardan birşeyi eksiltme şansı vardır bir başka kişinin.

Çünkü Hz. Rasûlullah, VAHYE dayalı bir biçimde içinde yaşadığımız SİSTEME bağlı ve dayalı olarak yapmamız gereken teklifleri  bize bildirmiştir.

Yani ALLAH ADINA konuşma yetkisi Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselâmda idi. Onun boyut değişimiyle birlikte bu özellik insanlıktan alınmıştır!

FETVALAR, kişisel indî değerlendirmelerdir, kimseyi bağlamaz!… FETVALAR, kişisel mesuliyeti kaldırmaz!

hf

KİŞİSEL YORUMUN

DİN HÜKMÜYMÜŞ GİBİ UYGULATILMAYA KALKIŞILMASI

EN BÜYÜK ZULÜMDÜR

Kişiler kendi anladıkları İslâm’ı, ele geçirdikleri güç ile insanlara “orijin İslâm’mış” gibi kabul ettirerek saltanatlarını sürdürmüşlerdir yüzyıllardır.

“Orijin İslâm” Kurân ve Hadis’tir!.

Bugünkü yanlış kabul ise, “Kurân + Hadis + Kıyası Fukuha + ümmetin ortak kararı”dır!.

İşte yanlış bu noktada başlamaktadır!.

Kurân veya hadiste olmayan HER ŞEY, “KİŞİSEL YORUMDUR”, yani “FETVA”DIR ve kimseyi bağlamaz DİN ADINA!.

Hele hele, Kurân da veya Hadiste olmayan bir konuya ilişkin kişisel yorumunun(fetva) Din hükmüymüş gibi uygulatılmaya kalkışılması, insanlara en büyük zulümdür!.

hf

FETVA,

MÂZERET OLMAZ VE KİŞİYİ KURTARMAZ..

Hiç kimse, hiçbir insan, hiçbir fert ;

“Efendim, ben falancadan fetva aldım, ben filânca şeyhten duydum, filânca müftüden duydum, onun için böyle yaptım” diyerek mesuliyetten kendini kurtaramaz!.

Bunu çok iyi anlayın! Çevrenize de anlatın!

Fetva, mâzeret olmaz!.

Fetva, DİN’den sayılmaz!.

Fetva ancak istişarî fikirdir!

hf

FETVA GERÇEĞE UYMUYORSA EĞER…

 

Fetvâ gerçeğe uymuyorsa, anlayışı sınırlı birinin kısıtlı görüşüne göre ise; tüm tâbilerini de batırır!.

hf

YANLIŞ ADAMA SORMANIN PAHASINI,

KEMİKLERİN KIRILARAK ÖDERSİN!

Hiç kimse, hiç kimseyi bahane ederek, bana yanlış bilgi verdi diyerek, kendini kurtaramaz!.

“Sistem”de mâzerete yer yoktur.

“At buradan kendini aşağı!.” diyen adama inanır da dokuzuncu kattan aşağı kendini atarsan, kemiklerinin kırılmamasını bekleme!. Aşağıdaki mermerden de, merhamet dilenme!.

“Atladığımda bir şey olmayacağını söyleyen adama ben inanmıştım!.” demenin de bir yararı yok artık!. 

Yanlış adama sormanın pahasını bütün kemiklerin kırılarak ödersin.

hf

 HER BİRİMİZİN DİREKT MUHATABI,

HZ. MUHAMMED MUSTAFA (A.S) DIR!

Hz. Ebu Bekir’den, Hz. ÂLİ’den başlayıp, bugün yaşayan herhangi bir birime kadar tüm fertler, Din HAKKINDA çeşitli mütalâalarını yorumlarını fikirlerini açıklayabilirler, bildirebilirler.

Ama hiçbirinin “Din adına”, “Allah adına”, “Kurân adına” konuşma yetkisi yoktur!. Dolayısıyla her birimizin direkt muhatabı, Hz. Muhammed Mustafa’dır!

Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselâm, 1400 sene evvelinden, tüm gelecek zamanlar içinde yaşayan her ferde, geleceği itibariyle yapması gerkenleri anlatmış, bildirmiştir ve bunu neticesinde de herkes kendi yapacaklarına kendisi karar vererek sonuçlandırmak durumundadır! Başkasına tâbi olmak asla kişisel mesûliyeti ortadan kaldırmaz!

hf

FEYZ

Feyz, kişinin beyninde meydana gelen açılımdır!.

hf

FEYZ,

GÜÇLÜ BEYNİN YAYDIĞI

YA DA YÖNLENDİRDİĞİ DALGALARLA

KİŞİNİN BEYNİNDE YAPTIĞI AÇILIMDIR!

 Bir velinin beyninden çıkan güçlü dalgaların diğer beyni kendi frekansına programlayarak onda benzer açılımı oluşturmasıdır.

Kişinin beyin kapasitesi ne kadar güçlü ise, yayını ve “dua”sı da o nisbette tesirlidir... Yalnızca konuştuğunuzda değil, düşündüğünüzde dahi tüm düşüncelerinizi beyin kapasitenizin kuvveti kadarıyla dünya üzerinde yayınlıyorsunuz.. Ve bunlar, aynı frekanstaki bir beyin tarafından içime doğdu gibisinden algılanıp değerlendiriliyor.. Bir kısım mânevî görevlilerin yani “irşad kutuplarının” tasarrufu bu yöndendir!.

Feyiz” denen şey dahi güçlü beynin yaydığı ya da yönlendirdiği dalgalarla kişinin beyninde yaptığı açılımdır...

hf

 FEYZ,

TELEPATİK BİR OLAYDIR!

     (Soru: Feyz vermenin sistemini nasıl anlamalıyız?..)

Her an hepimiz birbirimizden feyz alıp-veriyoruz. Telepatik bir olaydır...

hf

EVLİYANIN FEYZ VERMESİ

“Evliyanın feyiz vermesi” denilen olaya gelince...

Bu kişi, yapmış olduğu yoğun zikir ve riyazat sonucu, beyninde oldukça önemli bir kapasiteyi kullanabilir hâle gelmiştir. Bu sebeple, çok güçlü verici dalgalar yayabilmektedir.

Böyle birini bulduğunuz zaman, o kişi, güçlü verici beyin dalgalarını sizin beyninize yönlendirir... İşte o anda, sizin beyninizde, o güne kadar açılmamış ek bir kapasite devreye girer ve o ana kadar anlamadığınız, farketmediğiniz bir hususu kolaylıkla anlar hale geliverirsiniz... Konuştuğu birkaç cümle, beraberinde böyle bir güç olduğu için, sizde önemli gelişmeler sağlar... Ve böylece denir ki “ben filanca zat’a gittim ve bana şöyle feyiz verdi... O anda çözüverdim bir çok meseleyi!.”

hf

 (Soru:Sistemde her şey özden geldiğine göre Evliyalardan gelen feyz nasıl olur?..)

Evliyadan gelen ya da burçların hakikati olan meleklerden gelen “ÖZ” kapsamı dışında mı?...

“ÖZ” kavramını, tanrı kavramında olduğu gibi öteye atmayın lûtfen!.

Tuvale!..

hf

ÂLEMLERDEN GELEN FEYZ (İLÂHİ FEYZ),

İNSANLIĞA NASIL DAĞITILIR?

Kutb-ul irşâd, âlemlerden gelen feyzi insanlığa dağıtır. Kutb-ul irşâd, dünya işlerine karışmaz. Dünyada olacak olaylara, yani insanların kişisel durumu ile ilgili işlere karışmaz.

Âlemden gelen feyzi, yani bulunduğu devir içinde çeşitli burçlardan gelen kozmik ışınımı gereken kişilere kanalize ederek onlarda belli bir bakış açısını oluşturur.

Kutb-ul irşâd‘ın vazifesi, gelen mânevî feyzi gerekli olan kişilere ve yerlere dağıtmaktır. O‘nun görev alanı Kutbül Aktâb başkanlığındaki Ricâl-i Gayb’tan tamamen başkadır...

Kutb-ul İrşâd‘ın emrinde de kutuplar vardır... Kutb-ul Aktâb‘ın da emrinde Kutuplar vardır...

Kutb-ul İrşâd‘ın emrindeki kutuplar, irşâd kutuplarıdır. Bunlar, yetişmesi imkân dahilinde olan kişilerin yetişmesi için gerekli olan feyzi de dağıtır.

Meselâ, bir kişi gider bir şeyhe bağlanır. O şeyh aslında yetersiz bir şeyhdir... Ama o kişi de, istidatlıdır. Bir şeyler olması lazım!. İşte o zaman “Kutb-ul irşâd”ın emrindeki “irşâd” kutupları, mânen o kişiye müdahale eder ve yetiştirir.

O kişi zanneder ki, “Ben şeyhimden alıyorum” Hayır!. Şeyhinden almıyor!. Şeyhinde gerçekte hiç bir şey yok!..

Ama O, sâfiyetle o şeyhe bağlandığı için, “Kutb-ul irşâd”ın emrindeki “irşâd” kutubları tarafından yetiştirilir... Bu durumu ne o kişi ne de şeyhi bilir...

İşte “İrşâd” Kutubları, “Kutb-ul İrşâd”dan aldıkları feyzi dağıtan kutuplardır. Ancak bu dağıtılan “feyz”i sadece kişi yetişmesiyle kayıt altına almamak gerekir.

Dünya insanları arasında oluşan çeşitli akımlar, eğilimler hep bu “feyiz” kapsamına girer!. Bu kelimenin anlamını çok geniş anlamak îcâbeder.

hf

“Müceddid”ler yenilemeyi yapar, o tecdit istikametinde “Kutb-ul İrşâd”la diğer kutuplar feyzi yayarlar...

Kutb-ul İrşâd”, ilâhi feyzi yönlendirir. İlâhi feyzin yönlenişi de, “Müceddid”in, yenilediği konuya dönük olarak oluşur. Dolayısıyla, “Müceddid”, “Kutb-ul İrşâd”la parelel çalışır. “Müceddid”in olmadığı zamanlarda da “Kutb-ul İrşâd” görevlidir. O, devam eder... Ancak, tecdit bâbında, “Müceddid” geldikçe, “Müceddid”in istikâmetinde O‘nunla paralel çalışır.

“Kutb-ul İrşâd”lar, “Nübüvvet-i Tâ‘rifiyye” kemâlâtıyla görev yaparlar... Tecdid görevini yaparlar, fakat yüzleri halka dönüktür. “Müceddid” de, “Nübüvvet‘i Tâ‘rifiyye” kemâlâtından hissedâr olarak gaybından alır, halka verir.

Müceddid”, gaybından aldığı ilmi, “Kutb-ul irşâd”ın boyutsal olarak âfâktan aldığı feyizle birleştirir, halka yayar. Çevresine yayışı kendindendir; dünya üzerine yayışı, “Kutb-ul İrşâd”ın gücünden yararlanaraktır...

hf

FİİL

Bir mânânın beş duyuya hitap eder şeklide ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz..

hf

BÜTÜN FİİLLER

99 İLÂHİ İSİM OLARAK ADLANDIRILAN

MÂNÂ GRUPLARI BÜNYESİNDE OLUŞUR

Varlıktaki bütün fiiller doksan dokuz ilâhi isim olarak adlandırılan, mânâ grupları bünyesinde oluşur. Bu açıdan bakılınca evren tümüyle bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkmış hâlinden başka bir şey olmaz.

Meseleyi biraz daha açmak gerekirse; ister beş duyuyla tespit sahamız içinde kalsın, isterse de mevcut algılama sistemimizin dışında olsun, bir şey hariç olmamak üzere herşey, bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile dönüşmesinden başka bir şey değildir.

hf

FİİL,

MÂNÂDIR…

MÂNÂNIN TA KENDİSİDİR!

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, mânâdır!..

Dikkat ediniz, “mânâ ihtiva eder”, demiyorum!.. Birimin algılama şekline göre, “mânâ ifade eder”dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.

O “mânâ”, algılama aracına bağlı olarak “fiil” şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir “sır”dır bu; ve konunun önemli “püf” noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan mânâdır!.

Mânânın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Bir fakire merhamet edip, acıyıp, verdiğin sadakada, fiili “sadaka vermek” diye târif ederiz.fakat burada sadaka vermek fiili ile merhamet aynı noktadan çıkmaktadır. Çünkü sendeki merhamet duygusu yani merhamet isminin karşılığı olan mânâ, fiil düzeyinde o kişiye o nesneyi verme şeklinde görünür. Yani netice olarak mânânın fiile dönüşmesi belli bir isim olarak sanki fiil mânâdan ayrı bir şeymiş gibi görüntü meydana getirir.

Bir mânânın beş duyuya hitap eder şeklide ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz... Yani beş duyuyla tespit ettiğin her oluş, bir fiildir. Ve bu fiile de bir isim verilir. O isimle bir mânâyı kendi içinde taşır ve dolayısıyla isme bağlanır. Netice olarak isim ve fiil aynı mânâya işaret eder.

hf

FİİLLER,

 MÂNÂLARIN YOĞUNLUK KAZANMIŞ BİR HALDE

DUYULARA HİTABIDIR

Gözün algılama kapasitesi, normal bir insan görüntüsü imajını meydana getirirken, röntgen ışınlarıyla bakış bir iskelet yapının varlığını iddia etmemize yol açar; kızıl ötesi ışınlarla bakışımız ise ışıksal yapıdan müteşekkil varlıklar müşahede etmemize yol açar.

Oysa varlık tümüyle, gerçekte bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılması sözkonusu olmayan, başından ve sonundan söz edilemeyen bir varlıktır.

Çokluk gözüyle, daha açık bir ifadeye beş duyu kaydında olarak varlığını tespit ettiğimiz her nesne, esas oluşu itibariyle  ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkipler şeklinde yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bu varlığın benliğini büründüğü sayısız mânâlar, “ilâhi isimler” olarak târif edilmiş.

Burada dikkat edilecek nokta “benliğini bürüdüğü” kelimeleridir. Her ne kadar büründüğü mânâlar, kendinde olmadığı ve kendinden ise de, kendisi o mânâlarla kayıtlı olmadığı için, “bürünme” tâbirini kullanmak zorunda kalıyoruz.

“Fiiller” diye anlatılan bütün oluşlar, mânâların yoğunluk kazanmış bir halde duyulara hitâbından başka bir şey olmadığından ve duyular dahi, bu mânâlardan meydana geldiğinden; varlık tümüyle bu mânâlardan başka bir şey olmamış olur!

hf

DEĞİŞİK FİİLLERE İSİMLER VERİYORUZ…

YANİ İSİMLER,

  FİLLERDEN DOĞUYOR

Bütün mânâlar tek bir Ruh’ta mevcuttur. Tek bir ruh vardır!

Bu tek ruh, değişik özellikleri veya değişik kâbiliyetleri veya değişik ortaya koyabileceği şeyler dolayısıyla, ayrı ayrı varlıklarmış gibi mütalâa edilmektedir. Halbuki mânâ yapı tek, varlık da tek!

Bu tek olan varlık, değişik oluşlar meydana getiriyor... TEK’ten çok özellik sonucu, çok şey seyrediliyor ve çok varlık var sanılıyor.

Buna misâl yollu şöyle yaklaşalım..

Şimdi, Ahmed diyoruz… Ahmed dediğimiz tek bir varlık değil mi?..

Ahmed’in cömertliği var, Ahmed’in yürekliliği var, Ahmed’in boynu büyüklüğü var... Şimdi cömertlik, cesurluk, düşüncelilik dediğimiz hep aynı Ahmed’e ait değil mi?

Evet!

Peki bu ayrı ayrı mânâlar, Ahmed’de ayrı ayrı mânâ yapılar olarak mı var?.. Yâni, bu isimlerin mânâları ayrı ayrı mânâlar olarak mı var Ahmed’de?

Hayır!

Değişik olarak ortaya koyduğu fiillere verdiğimiz isimler bunlar!

Eğer bir olay gördüğü zaman, o olaya arkasını dönüp gidiyorsa, korkak diyoruz…. Yâni isimler, fiillerden doğuyor! Ahmed’in ortaya koyduğu mânâ, ortaya koyduğu fiil, bir mânâ ile yorumlanıp, onda bu mânâ da vardır deniyor...

Eğer ki isimleri kaldırırsan varlık tek olarak gözükür! Varlığın tekliğini müşahede edersin!

Eğer isimleri kaldırmaz da; yâni fiillere nisbetle isim vermede devam edersen, çok mânâlar varmış gibi gelir; çok isimler varmış gibi olur!

hf

FİİLLER,

 İSİMLERİN MÂNÂLARININ GELİŞ ŞİDDETİNE GÖRE

AÇIĞA ÇIKIŞIDIR!

Her zerrenin, zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve efâliyle Hak’tan gayri bir şey olmaması hasebiyle, “beyin” ismi altında da, zâtıyla sıfatıyla, esmâsı ve efâliyle Hak’tan gayrı bir şey mevcut değildir. Çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarına karşılık olan beyin devrelerinin açılışı ve faaliyete geçirilişi, ancak beynin ilk oluşum devresi için sözkonusu.

Az önce dedik ki, taş, yıldız, hayvan gibi isimlerin ardında, Hakk’ın varlığından başka bir şey mevcut değildir!. Bir yıldız ya da takımyıldız, “burç” dediğimiz sistemler dahi belirli mânâları ihtiva eden yoğunlaşmış kitleler.

Böyle olunca, belirli bir mânâyı hâvi olan kitlelerin yaydığı radyasyon, oluşması devresinde beyinde, kendi yapısına uygun mânâların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu radyasyonlar beyne ulaştığı zaman, kendi anlamı türünden bir çalışma tarzını beyinde meydana getirir. Ve beyinde oluşturduğu mânânın neticesini de biz “fiil” ya da “düşünce” şeklinde o birimde müşahede ederiz!.

Beyinde, belirli tesirlerin gelişiyle birlikte, belirli bir çalışma başlıyor. Bunun sonunda o da, ‘’mânâ’’, ‘’fiîl’’ şeklinde ortaya çıkmış oluyor!. Gelen ışınım beyinde meydana getirdiği kendi mânâsına uyan çalışmayla, kendi anlamında olan bir fiilin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Hangi tür mânâ, oluş sırasında beyne gelmişse, beyin daha sonraki yaşamında, faaliyetinde ona uygun mânâları ortaya çıkarıyor.

Doğum tarihi ve saati itibariyle beyin ilk tesirleri aldı. Böylece bu tesirlerin mânâları istikâmetinde beyinde âşikâre çıkacak kâbiliyet oluştu. Bu kâbiliyet ile o beyin de Hak Teâlâ isimlerinin anlamlarını andıran mânâları fiile dönüştürmeye başlar. Yâni, o beyinden sâdır olan fiiller; o isimlerin mânâlarının, geliş kuvvetine göre o mahalden çıkışından başka bir şey değildir!

hf

 

VARLIK, ORİNİJİNİNDE, ZÂTI  İTİBARİYLE

O MUTLAK VARLIK OLMASINA RAĞMEN,

O SÛRETLERİN ŞARTLARI İÇİNDE

O FİİLERİ ORTAYA KOYMUŞTUR

Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri ortaya koyma yoluna gitmiştir.

Varlık, orijininde, zâtı itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.

İş bu yüzdendir ki, "İlâhi kanunlar" denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:

"Velen tecide lisünnetallahi tebdilâ."

"Allah`ın varediş sisteminde, kanunlarında, asla değişiklik olmaz!" (48/23 )

âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!.

"Doğa kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0 mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.

Yani, bir diğer anlatım ile;

Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet âlemi veya sebepler âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.

Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.

İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:

" Biz her şeyi kaderiyle halkettik". (Kamer 49)

 âyetinde vurgulanmıştır.

Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullah tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Herkes ne için yaratıldıysa ona o kolaylaştırılır!."

Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!.

Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, "bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır." deyip; orada bir irade-i cüz`ün olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i cüz denen şey, gerçekte, irade-i Küll`ün tâ kendisidir.

Külli programın, o birimden ortaya çıkması hâlinde aldığı isim "irade-i cüz"dür.

hf

HER AN, BÜTÜN ÂLEMLERDEKİ

TÜM FİİLLERİN YARATICIXI

ALLAH'TIR

Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!

Mâdem ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını seyir için meydana getirmiştir. Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Öyle ise, O'nun bütün yaptıkları "Hakîm" isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!

"Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir ol öyle,

Bak sonuna, sabreyle,

Görelim mevlâ neyler,

Neylerse güzel eyler!

"Beyitlerinde Erzurumlu İbrahim Hakkı rahmetullahu aleyh bu hususa işaret ederek, yersiz bir şeyin olmadığını her şeyin yerli yerince meydana geldiğini anlamak ister.

Esasen, gerçekte ise olay, “mâsiyet” ve “tâat” kavramlarının çok ötesinde; Allah'ın, "lâ yus'âl" olarak dilediğince fiilini ortaya koymasıdır ki, biz buna "hikmet" deriz.

Gerçektir ki, Allah "hikmet" ile kayıt altına girmekten de münezzeh'tir!

Bu hususu da çok iyi idrâk etmek mecburiyetindeyiz.

hf

RASUL VE NEBİLERDEN ÇIKAN FİİLLER

TERKİBİYET HÜKMÜNDEN ÇIKMAZ.

BU NEDENLE DE O FİİL ALLAH’A BAĞLANIR!

Nefis, tümüyle Rabbın zuhuru!

Daha evvel anlattık!..

Dedik ki:

"Nefis" dediğimiz, "nefs" kelimesiyle kastedilen şey, sende mevcut olan "Rububiyet" hükmü olan "esmâ terkibin"dir!

Yani, terkibin mâhiyetinin ve hakîkatının Hak olması; ve birimsel mânâda da bu Hak'tan terkib oluşu dolayısıyla; "nefs" adıyla kastedilmesidir dedik. Yani, "nefs"ten murad Rab’tır. Nefsine tâbi olan Rabbına tabî olmuş olur!.. Ki bu da onun tabii zikri olur. Demek ki bir fiil gördüğümüzde, bu fiil, terkibiyet hükmünden çıkıyorsa ki; genellikle böyledir, dolayısıyla o fiîl nefisten gelmektedir!.,.

Eğer herhangi bir fiîl terkibiyet "hükmünden" çıkmıyorsa ki; Nebi ve Rasûllerden meydana gelen bütün fiîller terkibiyet hükmünden çıkmaz, çünkü velâyette "ölmeden önce ölme" dediğimiz hal var; "Ölmeden evvel ölmek" dediğimiz hal ile birlikte fiîl, artık kişiye bağlanmaz, Allah'a bağlanır!..

hf

NEBİ,

EDEB OLARAK,

 FİİLİ NEFSİNE BAĞLAR!

Ölmeden evvel ölmek” ne demek?

Onun ilminde terkibiyet hükmünün kalkması demektir!.. Terkibiyet hükmünden doğan fiil kalkıp da, o fiil Allah’a bağlanırsa, velâyette; bir nebîdeki fiîl nefse mi bağlanır?.. Ama buna rağmen bir nebî, herhangi bir fiîli edep olarak nefsine bağlar; Allah’a demez ki, “sen meydana getirdin bu fiîli, yerli yerincedir!..” Çünkü, gerçekte, terkip hükmü kalkmaz! Terkip hükmü ebedî olarak kalkmaz!

hf

HER FİİL

MUTLAK KEMÂLDEN İBARETTİR

İlâhi isimlerin mânâlarının âşikâr olmaması hâlinden doğan veya algılayacağımız kuvvetle zâhir olamamasından doğan târifleri, tâbirleri nereye ve neye bağlayacağız, nasıl bunlar meydana gelmiş olacak?

Bu ilâhi isimler “Esmâ-ül Hüsnâ”da da görüldüğü gibi belli ana mânâları mutlak varlığa lâyık olan bir biçimde, şekilde ortaya koyar, târif eder; bunun zıddı olan mânâlar, meselâ Nur’un zıddı olan “zulmet”; veya ilmin zıddı olan cehâlet gibi vasıflar aslında var olmayıp, ilâhi murad gereği olarak; tecellilerin, veyahut ta ilâhi isimlerin terkipleri dolayısıyla varmış gibi görünen algılamalardır, mânâlardır... Ve bu mânâlar dahi birer hikmettir!.

Herhangi bir hâlin noksan olarak kabul edilmesi, terkibe göredir!. Allah’a göre ise, her fiil mutlak kemâlinden ibarettir!. Zulmet dediğimiz şey dahil!.

hf

FİİLİN İÇİNDE

MÂNÂ MEVCUTTUR

·       “Yâ Gavs-ı Â’zâm. İNSANI meydana getirdim beni hâmil olması için... Ve kâinatı da, İNSANI hâmil olması için meydana getirdim!”

·       “Beni hâmil olması” beyânından murad, maddi ya da fiziki taşıma değildir elbette ki. “Varlığında barındıran” anlamında.

Ancak unutmayalım ki, bir insan var, bir de ondan ayrı bir mekânda veya boyutta mevcut Tanrı var da; birincisi ikincisini bünyesinde barındırıyor, değil!

Bir fiilin, o fiilli oluşturan mânâyı hâmil olması gibi bir taşımadır burada kastedilen mânâ. Yani, mânâ fiilin içinde nasıl mevcut ise, İNSAN’ın da rabbini hâmil olması öylecedir.

Yoksa, olayı mekân ve madde boyutları içinde anlamak son derece ilkel ve yetersiz bir düşünce şekildir. İnsanın, ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olması, yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir, mecâzî bir anlatım ile.

hf

ALLAH İNDİNDEKİ ZAMAN BOYUTUNDA

(DEHR’DE)

FİİL SÖZKONUSU DEĞİLDİR

DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsî hadiste açıklandığı üzere Allah’tır.. Öyle ise,”AN” gerçeği itîbariyle Allah katındaki zaman birimidir!.. Ve bu zaman birimi ancak “zât” ve “sıfat” tecellileri mertebelerine erişmişlerce bilinebilir..

Yoksa avâmın şartlanma yollu, beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânâsını anlayabilmek mümkün değildir..

Avâma göre zaman, fiiler mertebesinde olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..

Bu boyutta ise fiil sözkonusu değildir!..

Bu ancak, “zâti ilmin kendine nazarı” diye târif edilebilir.

Kendine nazarı da,

zâtına nazarı,

varlığına nazarı,

kendindeki mânâlara nazarı olmak üzere, üç ayrı bölümde incelenebilir…

Zâtına nazarı, zât mertebesini;

sıfatına nazarı, bu belli sıfatlarını bilmeyi;

mevcut olan mânâlarına nazarı da esmâ mertebesinin tabîi ve zarûri sonucudur ef’âl mertebesi! Çünkü mânâlar mutlaka, kendi mânâları istikametindeki fiilleri doğururlar!.

hf

HER FİİL,

HİKMETTİR

Allah’ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın “hikmet”tir!.

 

hf

HER FİİL,

ALLAH’IN DİLEMESİYLE YARATILMIŞTIR!

Âlemlerin Rabbı olan Allah, yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!.

Bu âlemlerde, her zerrede, kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi; kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!..

Öyleyse ”yaratma” dediğimiz olay, mânâların fiiller mertebesinde aşikâre çıkışıdır!.

Fiiller mertebesinde aşikâre çıkan her bir fiil yaratılmıştır!

Yaratılmış çeşitli isimler alır.. İnsan, maden, hayvan vs. . Ve bunlar, bütün yaratılmışlıklarına karşılık, varlıklarını tümüyle Hak’tan alırlar!.Hakk’ın varlığı ile kâimdirler.

Hakk’ın varlığı ile kaim olmaları, kendilerinde “Kayyum” isminin mânâsının mevcut olmasındandır!.

Her biri, kendi yönünde ne yapması gerektiğini bilir!. Çünkü, ”Alim” ismi de kendilerinde mevcuttur!.

Ancak bu isimlerin o fiil mahallinde aşikâre çıkmaları, o mahallin “kâbiliyet ve istidadına” yani bu mânâları aşikâre çıkarmada pay alışına; hisse alışına göredir!.

Her bir mânâ, neyi gerektiriyorsa, o mânânın gerektirdiği fiil oradan aşikâre çıkar. Bu fiillin ortaya çıkması da “Allah’ın dilemesi”nden başka bir şey değildir!.

Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fail, o fiillerin mânâlarıdır ki; o mânalar, O Zâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır... Yani belli ilâhi isimlerin mânâlarının âşikare çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhuru, neticede bu fiilleri meydana getirmiştir.. Ki bu da dilemesine bağlıdır!

hf

FİİL OLMADIĞI SÜRECE

MÂNÂLAR BÂTINDADIR!

(ÖZÜNDEDİR)

İsimlerin varlığı aslında fiile dayanır!. Fiil olmadığı zaman, ismin mânâsının varlığı da kalmaz!.

Allah’ın isimleri olması, varlığın varolmasından sonradır bir başka anlamda!.

Varlık varolmadan evvel yâni fiiller boyutu olmadan evvel, isim boyutu da yoktu zaten; isim boyutu olmadığı gibi o mânâlarda yoktu!.

Bu mânâlar yoktu sözünü, tasavvufta nasıl ifade ediyorlar, mânâlar bâtındaydı diyorlar! Kendindeydi, özündeydi!

“Özündeydi” hükmünü de nereden veriyorsun?...

Fiile dayanarak veriyorsun.. Fiil olmayınca, zaten o mânâ olmayınca mânâ yok hükmündedir. Mânâlar sonradan varolmuştur.

hf

FİİLLER

YA İDRAKA DAYANIR …

YA DA KORKUYA

Fiiller ya idrâka dayanır, ya korkuya yâni vehme dayanır! İdrâkında meydana getirdiği teslimiyet vardır, korkunun da meydana getirdiği teslimiyet vardır...

Neticede teslimiyet oluşur ama; temelinde ne var?.. İdrâk mı var; yani o şeyin öyle olmasını idrâk etmen dolayısıyla mı teslim oldun; yoksa korkuyla mı oldun?..

Nitekim insanların Allah’ın emirlerine teslimiyeti iki yönlüdür... Bir nebînin, bir velinin ilâhi emirlere teslimiyeti idrâk yolludur...

Mühim olan, senden meydana gelecek olan teslimiyetin veya senden meydana gelecek fiillerin, duygu yoluyla değil yani vehmin hükmüyle değil; idrâkının hükmüyle olmasıdır! Gaye, neticede, bu idrâka gelmektir; bu idrâka gelmek için de o aşamadan geçmek lâzım...

hf

KİŞİNİN ÂLEMİ

FİİLLERİNİN GEREKTİRDİĞİ YERDİR

Bkz. F / Fıtrat /Tüm yaratılmışlar fıtratlarına göre tekâmül eder ve tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücu ederler

hf

EYLEMLER,

ESMÂLARIN KUVVEDEN FİİLE DÖNÜŞMESİYLE

 MEYDANA  GELİR

Varlıkların aslı-orijini, a’yân-ı sâbitedir. Her şey esmâ boyutundan kaynaklanan esmâ terkibi... Bu esmâların çıkış noktası a’yân-ı sâbitedir.

A’yân-ı sâbite bir boyuttur. Bu boyut ilmin enerjiye dönüş noktasıdır.

Enerji başlangıç noktasından doğar… İlim ile enerji, Evren boyutuna dönüşür. İlim boyutu, Evren enerji boyutunda yoğunlaşınca makro kozmosa dönüşür. Bu olay bizim mikro yapımıza da uygundur..

HİÇLİK noktası, Mutlak Varlıktaki AHADİYETe gelir. Önce HİÇLİK, sonra BEN noktasına gelinir. O nokta yani Vâhidiyet noktasında değişik özellikleri hissedersin. Bu nokta, Esma noktasıdır. Sıfatlarında bulduğun kendinde bulduğun özelliklerin kuvveden fiile dönüşmesi, Esma boyutunda olur. Esmalar kuvveden fiile dönüşerek eylemleri meydana getirir.

hf

FARKLI MÂNÂLARI ORTAYA ÇIKARABİLMEN,

 ANCAK FİİLLE MÜMKÜN!

Bu terkip dışı mânâları ortaya koyabilmek de ancak fiille mümkündür. Çünkü isim eşittir fiil dedik!.. Fiil isimdir, isim fiildir! Dolayısıyla sen o fiili ortaya koymadıkça, o ismin mânâsını ortaya koymuş olmazsın. Fiili ortaya koymak ismin mânâsını ortaya koymaktır.

İsmin mânâsını müşahede etmek, onu fiil düzeyinde görmektir. İkisi aynı şeydir. Sen terkibinin dışında olan fiilleri ortaya koyacaksın ve bu fiillerin neticesi olan mânâlar sende kuvveden fiile çıkmış olacak.

hf

FİİL,

BELLİ İSİMLERİN MÂNÂLARININ TERKİBİNDEN

 MEYDANA GELİR

Fiillerin, isimlerden gelen bir biçimde oluştuğunu konuştuk... Şimdi, fiil adı verilen şeyin, belli isimlerin mânâlarının terkip hükmüyle âşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını öğrendik...Yani, fiil eşittir isim dedik!...

Şimdi de fiil ile isim mânâları arasındaki fark noktası üzerinde duralım ve “fiil” dediğimiz şeylerin neden bu adı aldığını görelim..

Fiil, mânâların terkibinden meydana gelir... ”Esmâ” denince salt mânâlar kastedilir... Yani hangi isim söylenirse, o isimle kastedilen mânâ akla gelir... Oysa fiil mertebesinde ise, bir fiil denildiğinde, o fiili meydana getiren mânâlar terkibi sözkonusudur. Her fiil, fiil adı altında çeşitli mânâları değişik nispetlerde toplamıştır. Yani, birkaç  ismin mânâsının, bir terkip şeklinde birleşerek ortaya çıkmasının aldığı ada “Fiil” deriz.. Fiil mertebesi denmesinin sebebi, birkaç ismin mânâsının sayısız terkipler şeklinde ortaya çıkmasıdır.

İsim mertebesinde ise, isimler, yani, bu isimlerle kastedilen mânâlar, sadece o ismin müsemması olan bir mânâ olarak, tüm haldedir!... Bu mertebede mânâ terkipleri sözkonusu değildir. O isimle, salt o mânâ kastedilir.

Şimdi bir Ziya ismi altında, kaç tane ilâhi ismin mânâsı bir terkip hükmüyle aşikâre çıkıyor ve karşımızda gördüğümüz şeyin varlığını meydana getiriyor!.. Yani, ef’al mertebesi dediğimiz zaman, bu ef’al mertebesi , değişik isimlerin mânâlarının terkipler hâlindeki görüntüsüdür.

hf

SÂLİH AMEL

(İMAN GEREĞİ FİİLLER)

İmanın gereği olan fiillere Dinî terminolojide “ameli sâlih” adı verilir.

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Altı şeyden, yani güneşin batıdan doğmaya başlamasından veya Duhan’dan veya Deccal’dan veya Dabbetu’l-arz’dan veya (ölümünüzde) yâhud sizi başkası ile meşgul olmaktan alıkoyan bir fitneden veya Kıyâmetin vukûundan önce sâlih amel işlemeye koşun. (Müslim- İmam Ahmed)

Ebu Hüreyre r.a.’dan:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

·       İnsanın sabah mü’min, akşam kâfir; sabah kâfir, akşam mü’min olduğu için küçük bir dünya menfaati karşısında dinini sattığı ve karanlık gecenin dalgaları gibi fitnelerin vukû bulduğu zamanda sâlih amellere koşunuz! (Müslim, Tırmizî)

·       Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

·       Yedi şeyden önce sâlih amele sarılın. Zîra şu aşağıdaki şeylerden birini ancak beklemektesiniz:

·       Ya âniden gelen fakirlik, ya sizi taşkınlığa sevkeden zenginlik, ya vücud sağlığınızı bozan hastalık, ya sizi şaşkın şekilde konuşturan ihtiyarlık, ya âniden gelen ölüm, ya Deccal, ya Kıyâmet, ki bu her şeyden şiddetli ve zordur. (Tırmizî)

Abdullah r.a.’den:

Allah Rasûlü(salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

·       Cennet, sizden birinizin nalınlarının tasmasından kendisine daha yakındır, Cehennem de aynı böyledir. (Buhari, İmam Ahmed)

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

·       Ölen bir kimse yoktur ki, pişman olmasın. Eğer iyi işler yapmışsa, fazla yapmadığına, günahkâr ise, tevbe etmediğine pişman olur. (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

Kim (düşmanından) korkarsa, geceleyin yolculuğunu yapar ve yerine ulaşıp, rahat ve emniyete kavuşur.

Dikkat edin! Allah’ın malı, Cennet’tir. (Tırmizî)

hf

İNSANIN DOĞAL DAVRANIŞI

KAVRAYIŞIYLA ORANTILIDIR

İnsanın doğal davranışı, bildiklerine göre değil; kavradığı kadarına göre oluşur!.

hf

 

TERKİB HÜKMÜNÜN NETİCESİ MEYDANA GELEN FİİLLER,

TABİAT HÜKMÜYLE ORTAYA ÇIKMASI HALİNDE

İLÂHİ EMİRLERE TERS DÜŞER!

Bizim ef’âl mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller Hakikate dayanır.

”Hakikat” dediğimiz şey, Hakk’ın varlığı ve onda mevcut olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden” meydana geliyor deriz...

Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı, duyguları, şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!..

Alışkanlıklar, şartlanmalar, tabiat, duygular dediğimiz şey ise, tabîi hükmüyle ortaya çıkması halinde, ilâhi emirlere ters düşer!.. İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yâni Hakk’ın belli isim terkibi, mânâları içinde kalması dolayısıyladır.. Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.

hf

BİR FİİL VARSA

 ORADA MUTLAKA TERKİBİYET VARDIR

Terkibiyet kaydından kendini kurtarmandan murad; esmâ mertebesinde isimlerin hakîkatıyla yaşaman; sıfat mertebesinde Allah’ı müşahede etmen ve bunun neticesinde de “Allah’ın kulu” olmandır.

Ama buna rağmen, fiilin çıktığı mahal, gene de terkip hükmündedir. Çünkü bir fiil varsa ortada, mutlaka o fiili meydana getiren bir terkip söz konusudur! Bir terkip oluşmuştur, vardır, varolacaktır, olmamasına imkân yoktur!.. Dolayısıyla terkibiyet hükmü ebediyyen yok olmaz!..

hf

FİİLLER, AÇILIMLARI ZORLAR

VE  YENİ KAPASİTELER GETİRİR!

Allah’ın kurmuş olduğu sistem ve düzen gereği, insanda meydana gelen her şey beyin aracılığıyla ortaya çıkar, farkedilir hâle gelir!..

Beyinde hangi konu ağırlık kazanırsa, o konu üzerinde beyindeki açılımlar genişler ve alışları artar!.

Verme fiîli, beyinde ilgili alandaki kapasitede genişleme oluşturur.  Hangi fiiller kişiden açığa çıkarsa, o fiillerin kökeni olan hücre bloğunda büyüme, gelişme olur; o alanda faaliyet gösteren hücrelerin sayısı artar!.

Anlamasan da ibadet et” önerisinin ardındaki gerçek budur!.

Fiîller, açılımları zorlar ve yeni kapasiteler meydana getirir.

Netice, zekâtını hangi yoldan neye dönük olarak verirsen, karşılığını da aynı yoldan, misli misli alırsın!. Maddiyata dönükse, o yoldan; maneviyata dönükse, o yoldan!.

"ALLAH" bağışı olan varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın yönüdür...

Zekât...

Hak için halktan, mülkten geçmektir!..

Allah`tan geleni halkla Hak için paylaşmaktır!.

Varlıksızlıkta dâim olmak için, varlığından geçmektir!.

"ALLAH" âlemlerden Ganî’dir; esası üzere "Gınâ"dan hisse almaktır!.

HALK`ta “HAK”kı görüp, ondan esirgememektir!.

Şeytan vasıflı cinin, Adem’de Hak’kı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lâ`netlenmesi benzeri olarak...

Zekât ve sadakadan kaçanlar, “İnsan”da “Hak”kın varlığını göremeyip, onunla varlığını paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!.

hf

HER FİİLİN NETİCESİ,

“ALLAH SİSTEMİ” GEREĞİ OTOMATİK OLARAK OLUŞUR.

FİİLİ MEYDANA GETİREN MAHAL

İSTESE DE İSTEMESE DE!

 Yâ Gavs! Kim   mücahedeyi ihtiyâr ederse, ona müşâhedem olur; istese de istemese de!

Bu cümlede Sistem’in çok önemli bir sırrı açıklanmakta, dikkatli okuyanlar için...dikkatlice bir kere daha tekrar edelim;

“Kim mücahede ederse, müşâhedem oluşur. İstese de istemese de!”

İşte, içinde yaşadığımız kâinattaki, Allah’ın Sistemi-Düzeni budur! Bir fiil olmuşsa, o fiilin neticesi de otomatik olarak oluşacaktır, o fiili meydana getiren mahâl için; istese de istemese de de!

Yâni, o fiili meydana getirenin, fiilinin sonucunu görme yolunda bir talebi olmaması hâlinde dahi bir şey değişmez; onun neticesini mutlaka görmek durumunda kalır!

Bu durum bize şunu da idrâk ettirir;

Bir insanın, ille de yaptıklarının ne getireceğini bilmesi veya bilmemesi gerekli değildir neticesine ulaşması için...Bu  yüzden, her fiil neticesini meydana getirir.

Meselâ elinize bir bardağı aldınız ve bıraktınız, o düşünce kırılacaktır taş üzerine! Bardağın kırılması için, kırılacağını bilmesi şart değildir.

İşte bunun gibi, bir kişinin belirli mücahedeleri, çalışmaları yapması da kendiliğinden belirli, o mücahedenin karşılığı müşâhedeyi oluşturur.

Bu sebepledir ki, Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın buyurduklarını, ne getireceği bilinmese dahi tatbik edenler, otomatik olarak o çalışmaların semeresini alırlar!

Kur’ân-ı Kerîm‘in bildirdiklerini tatbik edenler dahi, bu tatbikatlarının karşılığını elde edeceklerdir, isteseler de istemese de!

hf

FİİLLER ÂLEMİ

Fiiller âlemi” denilen âlem, ilâhi isimlerin mânâlarının, terkipler şeklinde, bir terkibin diğer terkibe bakışından başka bir şey değildir!. Ve bu açıdan bakarsan, ortada ef’al âlemi diye bir âlemin olmadığını da müşahede edersin!. Bu defa bakarsın ki, fiil dediğin şeyler, aslında fiil olmayıp, terkibiyet hükümlerinin ortaya çıkışıdır! Ama sen buna, “fiil” diyebilirsin, “fiiller âlemi” de diyebilirsin! Ama “fiil” veya “fiiller âlemi” diye kastettiğin şey, ilâhi isimlerin terkibiyet hâliyle ortaya çıkışından başka bir şey değildir!.

Not: Daha geniş açıklama için “Ef’al Âlemi” bölümüne bakınız.

hf

FAİL-İ HAKİKİ

FİİLLERİ MEYDANA GETİREN,

 ALLAH’TIR!

Ef’âl yani fiiller âleminde meydana gelen bütün fiillerin hakiki failinin Allah olduğu idrâk edilir. Bu sebeple de, bahsedilen müşâhede içinde olan kişiden “suçlama-itham” kalkar. Çünkü artık hakiki fâili görmektedir. Fâili hakiki ise “lâ yüs’âl”dir! Yâni, yaptığından sual sorulması mümkün olmayandır.

Fâili hakiki’ye işaret eden âyetler şunlardır:

“ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH‘TI!”

“SİZİ DE FİİLLERİNİZİ DE ALLAH HALKETTİ!”

Bu idrâk, üzerinde biraz daha derin düşünülür ise önemli bir şuur sıçraması daha getirir ki o da şudur:

Mâdem ki fiilleri meydana getiren Allah’tır, öyle ise o fiillerin ortaya çıktığı mahal de Allah’a aittir! Dolayısıyla O, yaptıran değil yapandır!

Fiili meydana getiren fâili hakîki, yani o fiili ortaya koyan O’dur! Dolayısıyla ne fiil görüyorsak, onun meydana getiricisi hep O’dur.

Yalnız burada şunu iyi bilmek gerekir;

Resim, ressamın eseridir; ressamın kafasındaki düşünce veya duygunun şekle girmiş hâlidir ama, resim ressamdır diyerek, ressamı o resimle kayıtlamak, sınırlamak asla mümkün değildir.

Bunun gibi, herhangi bir fiili meydana getiren Allah’ı o fiil veya anlamı ile, yahut da suretiyle kayıt altına almak çok büyük düşüncesizlik ve anlayışsızlık olur.

Bütün bunları öğrenip yaşamaya çalışırken;

”ALLAH” ÂLEMLERDEN GANÎDİR âyetinin işaret ettiği “tenzihiyet” yani kayıtsızlık ve sınırsızlık, prensibini de asla gözardı etmemek mecburiyeti vardır.

hf

FAİL-İ İZÂFİ

En büyük günah da “BENLİK”tir!.

BENLİK ortadan kalktı mı, günah da kalkar!.

Allah dilediğini yapar, hikmettir!.

 “Sen” bir olumsuz fiil işlediğin zaman günah olur!.

Fâili izâfî varolduğu sürece günah bitmez. Fiil, hakiki fâile bağlanıp, izâfî fâil ortadan kalktı mı günah da son bulur!.

hf

FİİLE BUĞZ EDECEK AMA

FAİLİ  YİNE SEVECEKSİN

Şeriatta çok hassas bir terazi vardır:

”Buğz” konusunda “fiile buğz fâile muhabbet”!

“Hubbu fail buğzu fail” esastır. Yani buğz edilecek fiilde dahi faile buğz etmek yoktur, şer’an!

Bırak tasavvufu, hakikati... Kişide kötü bir fiil gördün.. Çok kötü bir fiil ortaya koyuyor kişi.. Bu  kişiye  dahi şeriatın hükmü odur ki; o fiili kötü göreceksin; fiile  buğz edeceksin, faili yine de seveceksin!

“Adâvet”in mânâsı, bizim düşündüğümüz anlamda “düşmanlık” değil.. O fiilin neticesinde sende gaflet hâli oluşacağını idrâk ederek farkederek o fiilden uzak durmak anlamınadır; bizim bildiğimiz mânâda beşeri mânâda adâvet değil...

hf

FİİL, KULA BAĞLANDIĞINDA

“İBADET”;

ALLAH’A BAĞLANDIĞINDA

“UBÛDET” OLUR!

Fiil, kula bağlandığı zaman ibadet adını alır. Fâili Hakiki ortaya çıkıp, kuldan sâdır olan fiillerin Allah’a ait olduğunda ise ubûdet denilen yaşam başlar!

Hemen şu âyeti kerîmeyi hatırlayılım:

“ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN ALLAH ATTI !” (8-17)

Atma fiili senden çıktı ama sanma ki sen varsın da o atma fiilini sen meydana getirdin; atma fiilinin hakiki fâili Allah’tı.

“SİZİ DE, FİİLLERİNİZİ DE HALKEDEN ALLAHTIR” (37-96)

İşte bu gerçeği göremeyiş, yani fâili hakikiyi göremeyiş; fiillerin fâili hakikisi olarak vehmi benliğini kabulleniş, bir yönüyle şirk, diğer yönüyle de küfürdür!

Fiillerin fâili olarak kendini görüş, Allah’a karşı kendini bir tanrı gibi kabullenme sonucunu doğurur ki, bu yönüyle şirke yol açar!

Öte yandan fiili gene kendisinin meydana getirdiğini zannediş, fâili hakikiyi inkâr sonucunu doğurur ki, bu da kişinin inkârını yani küfrünü oluşturur.

Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği “Ben”liğinin “yok” olduğunu, var olan TEK Vücûd’un Allah olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.

İşte vusûlünün tahakkukundan sonra bir kısım evliyaullahtan çıkan ve “şatahat” denilen bazı sözleri bu ilimle değerlendirmek gerekir.

Hallac-ı Mansur’un meşhur “ENE’L HAK” sözünü dinleyen Mevlâna Celâleddin’in “Ne yani Ene bâtıl mı diyecekti?.. Elbette Ene’l Hak der” dediği nakledilir.

Mevlâna Celâleddin bunu nasıl diyor?..

Görerek! Yâni, rüyete erdiği, ilme erdiği, hakikata erdiği, gereğini yaşadığı için Hallacı Mansur ismi altında zâhir olan varlığın HAK olduğunu biliyor ve dolayısıyla da O’na yakışan elbette böyle söylemektir diyor!

Diğer bir deyişle, Hallac-ı Mansur konuşuyor diyen binbir perdeliler gibi değil; gördüğünün hakikatına ermiş perdesiz evliyaullahtan biri olarak böyle konuşuyor.

“Cüppemin altında Allah’tan gayrı mevcud değildir” diyen evliyaullahın önde gelenlerinden Cüneydi Bağdadî’nin bu beyanını dahi aynı şekilde anlamak ve sözü sahibi hakikisine bağlamak gerekir. Zirâ “yok”un haddinden değildir “varlıktan dem vurmak!

hf

YARATILMIŞI SEVERİM

YARADANDAN ÖTÜRÜ…

“Fâile Hubb ve fiîle buğz”!.

İslâm Dini’ne göre… Bu gerçekleri değerlendirmeye çalışan tasavvuf görüş ve anlayışına göre…

Kötü veya zararlı bir fiîli ortaya koyan birini gördüğümüz zaman yapılacak iş şudur:

O kötü fiîlden yüz çevirip, ondan nefret etmek; buna karşın o fiîli meydana getirene karşı, en azından “yaratılmışı severim yaratandan ötürü” anlayışı ile sevgimizde bir eksiklik oluşturmamak!.

Mutlak Hâkim, mutlaka bir amacına dönük olarak oluşturmaktadır her şeyi; ki bu da, o şeyin varoluş hikmetidir!

İyi veya kötü, bize göre… Kim, ne derse desin!

hf

FİKİR

Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir.

Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir.

hf

 FİKİR,

“KULUN ALLAH’A BAKIŞI”DIR!

Zikir, “Allah’ın kulunu seyri’’;  fikirse, ‘’kulun Allah’a bakışı’’dır!. 

“FİKİR”İN KÖKENİ

hf

 

 Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...

Fikir, Merkürün ruhaniyetinden gelir.

hf

ALT BİLİNÇ TARAFINDAN ÜRETİLEN FİKİRLER,

ÜST BİLİNÇ TARAFINDAN DEĞERLENDİRİLİR!

Alt bilinç adını verdiğimiz, “bilinçaltı” da denilen, fikir üreten ve duyguları oluşturan veri tabanımızın kaynakları birkaçtır;

·       Genetik yoldan bize intikal eden sevgi, korku, kıskançlık, doğal savunma güdüsü vs. gibi bizden öncekilerin bize gönderdiği veriler.

·       Doğum anından itibaren çevrenin beyin dalgalarının beynimizde yaptığı açılımlar.

·       İçinde yaşadığımız toplumun bizi şartlandırmaları.

·       Okuduklarımız, seyrettiklerimiz ve iletişimde olduklarımızdan bize yansıyan ve alıp kabullendiğimiz değerler.

Alt bilinç tarafından üretilen fikirlerin, beyinde belirli hayâl sûretleri oluşturularak üst bilinç tarafından değerlendirildiğini; bu yüzden, insanın, varoluşundan ebede kadar, hep hayâl içinde yaşayacağı gerçeğini ise pek az insan fark etti!.

hf

FİKİR ,

AKIL VE MANTIĞA YÖN VERİR AMA

 “İMAN” KONUSUNDA DURUR!

Akıl herhangi bir noktayı düşünürken, bütün bağlantıları gereği gibi kuramayıp, herhangi bir yanlış fikrin etkisi altında kalma tehlikesi ile yüzyüzedir!.

İşte o anda da vehim, onun üzerinde hükmünü icra eder; yani nefsin, benliğin üzerinde tesirini icra eder.

Aklın gücünü, tesirini keser, geleceğe ve bilince dönük biçim yerine; bedene, ve benliğe dönük istikamette bir harekete sürükler.. O zararlı hareketi yararlıymış gibi gösterir!. Çünkü vehim, her şeyi tersine gösterir... İşte bu yüzden de zararlı hareketi yararlıymış gibi sandırıp, seni yanlışa çekebilir.

Ancak vehmin üstesinden yüzde yüz gelebilecek bir güç vardır... İşte o güç iman gücüdür.

“İman”da, “akıl” ve mantığa yön veren “fikir” durur!.

Meselâ sana biri geliyor, hiç aklının ve mantığının kabul etmeyeceği bir şey söylüyor. Şu işi şöylece yap diyor...

Eğer sen, o kişiye tam bir itimadla güvenmişsen, daha önceden aklın yatmışsa; bu kişi mutlaka doğru söyler, kendi menfaatine dönük bir şey söylemez, söylediği doğrudur diye tam inanmışsan; işte o zaman söylediği ters bile gelse, vehim seni o işi yapmamağa tahrik etse dahi, ona olan o güvenin, teslimiyetin dolayısı ile o işi yaparsın!.

İşte o işi yapman anında sen vehmini yenmişindir.

Ama işi o iman ve teslimiyetle yapmayıp da, “acaba ben bu işi böyle mi yapsam? Bu böyle diyor ama, bu böyle olursa, böyle böyle sonuçlanır; yok böyle olmazsa, şöyle şöyle neticeler doğurur”un içine girdin mi, işin içinden çıkamazsın ve o işi gerektiği biçimde yapamazsın.

Yapamadığın zaman da vehim sana galip gelmiş olur!. Yani yapamamak, vehminin sana galip gelmesindendir.

Bu yüzdendir ki ölümötesi yaşam konusu, teslimiyet ve iman esasına dayandırılmıştır.

hf

 FİKRİN DEĞERLENDİRİLMESİ

YA AKILLA OLUR…

YA DA VEHİMLE!

Herhangi bir konuda bir fikir geliyor aklına... Bu fikir, ya beynin çeşitli konularda dışarıdan aldığı bilgileri değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan yeni bir fikirdir ki; bu daha evvelde düşündüğün, “daha evvel düşünmüştüm ben bunu” dediğin bir olaydır... Veya hiç düşünmeden, birden bire o anda senin beyninde bir lâmba yanışı gibi parlayan bir fikirse bu, Merkür’ün veya herhangi bir ışınsal etkinin sende meydana getirdiği yeni fikirdir...

Bu fikir daha sonra hayâl yoluyla daha belirgin bir hâle sokulur ve şekillendirme özelliği ile musavvire gücü ile belli bir şekil içinde düşünülerek daha anlaşılır hâle gelir.

Bundan sonra bunun değerlendirilmesine geçilir.

Değerlendirilmesi, ya akıl yoluyla olur, ya vehim yoluyla olur. Eğer vehim yoluyla bir değerlendirme yapılırsa, bu fikir üzerinde, bu fikir kişinin benliğine dönük bir netice ortaya doğurur!.. Benliğe dönük bir neticeyi doğurması, bu fikrin, o kişinin kendisini  bir beden veya mustakil varlığı olan bir ruh olarak kabulüne yol açar.

hf

 FİKRİN DEĞERLENDİRLMEDİĞİ YERDE…

Fikrin değerlendirilmediği yerde, zorbalık hüküm sürer.

hf

FİRAVUN

Birimsel nefse dönük sorumsuzca yaşayan kişidir!

VAHDET idrak edilmeden, vehimden kurtulunmaz!. “Allah”ı anlamadan vehmi atan firavun olur!.

hf

FİRAVUNUN HATASI NEYDİ?

(Soru: Firavunun hatası neredeydi?... )

Kendinde gördüğünü, karşısındakinde görememek!...

hf

 “MÜLHİME” BİLİNCİ İÇİNDEYDİ

FİRAVUN...

KENDİSİNİ “HAK” GÖRÜYORDU,

KARŞISINDAKİLERİ İSE “YOK”!

Bugün, bize çok acı da gelecek olsa, iki gerçek üzerinde durmak istiyorum...

Ben yaşarken de olsa, ölümümden sonra da olsa, bunlar benim kesin olarak doğru bildiklerimdir.

1986 senesinde İnsan ve Sırları kitabımda yazdığım, bugün bazı detaylarına girdiğim bu gerçekler, sistemin evrensel gerçekleridir.

Lutfen bunları iyi bilin ve arzu ederseniz yaşamınızın en değerli kıstasları olarak değerlendirin.

Yaşamının önde gelen değerleri para ve cinsellik olan kişilerin, “HOBİ” kabilinden tasavvufla da ilgilenerek vicdanlarını göya rahatlatma yolunu seçmeleri hiçbir zaman onları aradıkları hedefe ulaştırmayacaktır!... Sadece kendilerini; ve belki de bilgi birikimleri dolayısıyla çevrelerindekini aldatacaklar; ve bunun vebalini omuzlayacaklardır.

Dostlarım...

Mevlana Celâleddin hikaye eder...

Bir gün Musa aleyhisselam yolda giderken, ilerde bir koyun sürüsü ve ağacın altına uzanmış bir çoban görür... Yaklaşır ağacın altına doğru... Bakar çoban konuşuyor kendi kendine... Kulak verir...

·       Ey ULU TANRIM!... Sen ne güzelsin!... Ne olur şimdi buraya gelseydin de, seni kucağıma yatırıp BİTLERİNİ AYIKLASAYDIM!... Tırnaklarını kesseydim... Saçlarını okşayıp sana koyunlarımın sütünden içirseydim... Aklayıp, paklayıp tertemiz etseydim...

Sen ne güzelsin, ne iyisin, ne adilsin!... Sen olmasaydın nasıl bu dünya ayakta dururdu!.. Sen bizi seyrediyorsun... Yaptıklarımızı görüyorsun!.. Yarın senin huzuruna geleceğiz... Ne olur bizim kusurlarımızı görmezden gel; yaptıklarımızı bağışla!..

TANRIM... Ne olur yanlış yaparsam beni cehennemine atma!.. Beni cennetine sok!.. Ben seni çok seviyorum ama bir türlü göremiyorum.. Ne zaman seni göreceğim acaba?..

Tanrım, bütün arzum senin yanına gelip seninle olmak!.. Sana yaranmak için her istediğini yapmaya hazırım... Bazı emirlerini tutamıyorsam, beni bağışla ne olursun!”

Firavun’a tanrılık davasındaki yanlışından vazgeçmesi için uğraş veren Musa aleyhisselamın başı çobanlarla da derde girmekten kurtulmamış sizin anlıyacağınız...

Ne mi olmuş o çobana?

O şimdi...

Şeyhefendi, tekkede !...

Hocaefendi, camide !...

Sayın Hocam, üniversitede !.

Musa aleyhisselamdan söz açılmışken devam edelim...

Firavun, eski kaynaklardan gelen gerçek bilgilere dayanarak TANRI’nın var olmadığını idrak etmiş olan kendinden öncekiler gibi; sadece kendisinin tanrısal gücüne inanıyordu... “Allah” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu idrak edememenin yetersizliği dolayısıyla...

MÜLHİME” bilinci içindeydi FİRAVUN!..

Kendisini “Hak” görüyordu, karşısındakileri ise “yok”!..

Çevresindekiler onun kullarıydı!... Elpençe divan dururlardır önünde hep!..

Kullarının hiçbir değeri yoktu onun indinde!..

Onlara hakaret eder; küfreder; her bahaneyle aşağılardı!..

Kullara yalan söylemesi mubahtı onun!...

Kullarının dedikodusunu yapıp diğerlerine; onları çekiştirmesi mubahtı!...

Kendisine paye verenlere, saygı gösterenlere mertebeler dağıtır; en ufak saygısızlık gösterenleri sapıtmışlıkla itham edip, aşağıların aşağısına sokardı...

O dilediğini yapardı...

Çünkü Firavundu o!..

Yalnızca kendisi en büyüktü...

Tüm bilgisini borçlu olduğu efsanevî mısır kitaplığı bile onun için bir değer ifade etmezdi artık ona!...

En büyük kendisi idi!...

Kullarının tek ibadeti kendisine tapınmaları ve saygı göstermeleri olmalıydı...

Ne namazı; zikir bile yaptırmazdı kullarına!..

Yalnızca kendisi!..

Kulları olmadan kendisinin bir şey ifade etmeyeceğini bildiğinden, yalnız kalmayı ve yaşamayı hiç sevmez ve katlanamazdı!..

Kendisine tapınanlara bildiklerinin bazılarını aktarır ve onların da kendisinin olmadığı yerlerde tanrılık taslayarak tatmin olmalarına müsaade ederdi..

Yanındaki bazı kulları bilgi sayar olmuşlardı adeta!..

İlim, kuru bilgide kalmış; yaşam para kazanıp, bilgiyle çevreye üstünlük taslama yarışına dönmüştü!..

Yalan mübahtı!... Dedikodu mübahtı!... Gıybet mubahtı!... Haram diye bir şey kalmamıştı artık!... Herkes yanlızca diğerlerinde bir şeyler almak ve kotarmak için sürdürülmeye dönüşmüştü!...

İlim ayağa düşmüş; maddi veya manevi çıkar sağlama sermayesi olmuştu!..

Musa aleyhisselam gerçekleri açıklayıp, insanları uyarınca, onların üzerine saldırmaya başladılar...

Musa, ilmin gereğini yaşayanlarıyla Mülhime Denizinde geçip giderken; Firavun da kendi kullarıyla mülhime denizinde yürüyemeye kalktı!..

Musa geçti!... İnananları da...

Firavuna tâbi olanlar ise Mülhime Denizinde, -pardon Kızıl Deniz’de- boğulup helâk oldular!..

hf

CİNLER,

İNSANLARI MÜLHİME İDRAKI İÇİN

FİRAVUNLAŞTIRIRLAR…

 Ne senin yapmadıklarının hesabı bana sorulacak... Ne de, benim yediğim elmanın vebali sana!... Senin yaptıkların beni ilgilendirmez; benim yaptıklarım da seni hiç ilgilendirmez!...

Sen yoluna... Ben yoluma... Herkes kendi yoluna!

Sana gerekli olan bilgileri yeteri kadarıyla ulaştırdım bugüne kadar!.. Yararlı buluyorsan, önce onları uygula, başkalarıyla uğraşmayı bırakıp bir yana!...

Sen bu dünyada, varsa öyle bir arzun, Allah’a ermek için varsın!.. Başkalarının dedikodusuyla, gıybetiyle zamanını boşa harcaman sana hüsrandan başka bir şey getirmeyecektir!.

Zikrin dünyadaki en önemli ve değerli şey olduğunu açıklamak için DUA ve ZİKİR kitabını yazdım, ilmim kadarıyla... Hâlâ zikrin önemini ve değerini anlamıyorsan, sana söylenecek hiçbir şey yok!.

Zikir yapan her kişinin beyninde oluşan hassasiyet dolayısıyla cinlerle farkında olmadan veya olarak iletişim kurulabileceğini; cinlerin insanları mülhime idrakı için FİRAVUNLAŞTIRACAĞINI belirterek KORUNMA dualarına mutlaka devam edilmesi zorunluluğunu yazdım... Ama senin ilmin daha fazla ve benim bilmediklerimi biliyorsan; elbette ki bunlara ihtiyacın olmayabilir...

Bir anlayışı kıt diyor ki:

“Ben sana inandım, güvendim; korunma duasına ihtiyacım yok!”

Anlıyamıyor ki, aldığın ilaç senin virüsüne şifa olur; ilaç almaksızın doktora güvenmen değil!.

Allah Rasûlüne güvenmiyorlarmıydı ki sahabe, onun öğrettiği dua ve âyetlere devam ediyorlardı?

Anlayışı sınırlılar...

Anlayışı kıtlar...

Nasipsizler...

Salât”ı ikâme edemeseler dahi, “namaz”ın kılınmasının beyinde oluşturacağı nuraniyetin-enerjinin bilincinde olamazlar; ve onu terkederler!... Getirisinden ebeden mahrum kalırlar!.

Tefekkürî zikrin ne olduğunu idrak edemeseler dahi, esmâ zikrinin beynin gelişmesindeki rolünü kavrayamayan basiretsizler, üniversite okumayacağım ki aritmetiği niye öğreneyim anlayışıyla zikri terkederler!

İLİM MEKRİNE UĞRAMIŞLAR, tasavvuf bilgisayarı haline gelmenin kendilerini nasıl Firavunlaştırdığının farkına varamazlar “korunma” dualarına” devam etmedikleri için!...

Turistik umre seyyahatleriyle gösteriş, eğlence veya vicdan tatmini arayanlar hüsrana uğradıklarını anladıkları zaman hem kendileri hem de kulları için iş işten geçmiş olacaktır!.

Dostlarım...

Kim size...

Namazın gereksiz olduğunu söylüyorsa...

Zikrin yapılmamasını, yararsız olduğunu söylüyorsa...

“Korunma dualarına” devam etmekten sizi caydırıyorsa...

Yalan söylüyorsa...

İnsanların arkasından konuşuyor; insanları birbirine çekiştirerek aralarını açıyorsa...

Gıybet yapıyorsa...

İnsanlara hitabederken onları tehdit ediyorsa kendisinde bir mertebe vehmederek...

O kişiden kesinlikle uzak durun; isterse benim soframın müdavimi olsun!... İsa aleyhisselama ihanet eden de onun sofrasındaydı, bunu unutmayın!.

Benim yayınladıklarıma ters düşeni savunan bizden olamaz!..

Mukallitin muhakkikler sofrasında yeri olmayacaktır âhırette!.

Hayalindeki “TANRI” kavramından kurtulamayıp; “ALLAH” adıyla işaret edileni kavrayamayanlar, sistemi anlayamadıkları için, insanların yaptıklarının karşılığını almayacaklarını sanırlar; ve olayı gene farkında olmadan ÖTEDEKİNE atarlar!.

Oysa herkes kendi yaptıklarının sonuçlarına katlanacaktır!.

Dostum...

Sana ilim geldikten sonra hâlâ ilmin dışındaki vehim ve hayalinden kaynaklanan kendi göresel doğrularına tâbi olursan, bil ki bunun vebali çok ağır olacak ve bunun faturasını ödeyemeyecek; kendine geleceği cehennem edeceksin!.

İnsanlar her zaman hata yapabilir... Tâbi olursanız insanlara, onların hatasını da paylaşmak zorunda kalırsınız...

Siz, bana kalırsa, yalnızca Allah Rasulü Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselama ve O’nun getirdiği ilme tâbi olunuz; sizin gibi bir fâniye tâbi olmak yerine... Kendi yolunuzu bu ilim doğrultusunda kendiniz çiziniz ve sonuçlarına da katlanınınız, kimseyi suçlamadan!

Allah hepimizi firavunlaşmış şeyhlerden korusun; Hazreti Muhammedin yolundan ayırmasın!.

hf

FİRAVUN

AZABI GÖRÜNCE İMAN ETTİ Mİ?

 (Soru: Füsûs da geçtiği gibi; İlimde Mürsel Nebilerin rütbesini ve Rubûbiyetin özelliklerini bilen bir yapı Firavun.. ve Cennet’te olduğunu söyleyen Arabi, Ciyli v.d . Evliyaullah.. Buna göre, Hadisde ge.çen; Firavun’un suda boğulduğu sırada, CEBRAİLin: ”Ey Muhammed sen beni, denizin çamurundan alıp Allah’ın RAHMET’i O’na ulaşıverir korkusuyla ağzını tıkarken görseydin..” Hadisini nasıl anlamalıyız?...)

Hadiste bundan sonra “Firavun imansız öldü” eki var mı?...

(Cevap: Hayır…)

(Soru: Âyette: “Musa dedi ki: Ey Rabbimiz!.. Hakikaten sen, Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin... Ey Rabbimiz, senin yolundan insanları saptırsınlar diye mi (bu nimetleri verdin)... Ey Rabbimiz, onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver, çünkü AZÂBI GÖRÜNCEYE KADAR İMAN ETMEZLER!..” buyuruluyor... Firavun’un imanla vefat eceğine bu Âyet‘te ayrıca işaret etmez mi?.. Teşekkür ederim..)

İman, ölmeden önce geçerlidir!... Azâbı görünce Firavun’un iman ettiği de bu âyetten çıkartılabilir elbette... Teşekkür ederim...

hf

 BENLİĞİNİN GERÇEĞİNE EREMEMİŞ OLUP

HAKKANİYET VASFINI

BEDENİNDE YAŞAMA GAFLETİNE DÜŞEN,

FİRAVUN GİBİ OLUR!

Ister ilim aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın tekliiğini ve dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim ve daim bir varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike ile içiçedir yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede helâk olmuştur.

O tehlike de şudur; kendi benliğinin varlolmayıp ilahi benlikle varolduğunu hisseden kişi elinde olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan gayrı yoktur“ der…

Cüneydi Bağdadi!

“Subhani.. Subhan benim şanım ve azâmetinm yücedir“ der.

Ama benliğinin gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der bedeninn tabiatı istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakk’ım“ diyerek sınır tanımaz bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak gafletine düşer… Âdeta firavun gibi olur, “ben sizin yüce rabbinizim ben Hakk’ım“ der herkesi de kendi kuluymuş gibi zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer olarak Hakk’tan gayrı varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.

İşte bu, onun helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!

Oysa bu kişinin kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda ilim boyutunda tanıyıp hissetmesi gerekir. “Ben hakkım varlııkta Hakk’tan gayrı birey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“ diyerek içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber pekçok kişi aramızda dolaşıyor .

Not: Geniş açıklama için M / Mülhime bölümüne bakınız.

hf

 FİTNE

 

Ne ki sana kendini bir “madde” veya bir “ruh” birim sandırır, o senin için  bir  fitnedir!.

      hf

 

İNSAN İÇİN EN BÜYÜK FİTNE

İnsan için en büyük fitne, birşeylere sahip olduğu zannıdır!.

Yarın terkedeceğin şeylerin nasıl sahibi olduğunu sanırsın ki?.

hf

 “MALLARINIZ VE EVLÂTLARINIZ,

KARINIZ VE KOCANIZ FİTNEDİR!”

 Kurân’da ne diyor?

“Mallarınız evlatlarınız karınız kocanız fitnedir!”

“Fitne”nin mânâsı ne?

Yani bütün vaktini sadece bunlara harcayıp öbür tarafa yalnız gidecekken, öbür tarafa gerekli hazırlığı yapmazsan, bunlar senin bütün zamanını almış olur…Neticede sen pişman olursun…Bunu demek istiyor.

“Haaa!.. Kurân “karın fitnedir” diyor… yüz çevireyim.. “çocuğun fitnedir” diyor…. .yüz çevireyim!!!”

HAYIR!

Kurân bunu demiyor!

Ama, “kafanı sürekli bunlarla meşgul edip de öbür tarafa hazırlanmaktan geri kalma!” diyor.

Biz maşallah öyle her birşeyi ters anlamaya şartlanmışız ki… herşeyi tersinden anlamışız!.

hf

     İNSANLARIN OLUŞTURACAĞI FİTNELERDEN

(İMTİHANLARDAN)

RABBİNİZE,

MELİKİNİZE,

 İLÂHINIZA SIĞININ!

 Dostlarım,

Lûtfen elinizden geldiğince hakikati araştırınız ve yarın size hiç bir faydası olmayacak “dedi-kodu”yu “gıybeti” derhal terkediniz!.

Neyinize gerek insanların hâlleri, yaşamları!. Siz, geleceğinize ışık tutacak fikirlerle, düşüncelerle ilgilenin!.

Siz bu dünyaya başkalarının neler yapıp neler yapmadığıyla uğraşmak ve onları yargılamak üzere gelmediniz!.

Zaten hepimiz bu dünyada yaptıklarımızın cezasını tam hakkıyla göreceğiz!. Bundan kesinlikle kuşku duymayın!. Çünkü sistem, bir mekanizma olarak yürürlüktedir.

Herkes yaptığının sonucuna katlanacaktır!.

Öyle ise, bırakın insanların yaptıklarıyla kafanızı meşgul etmeyi!. Başkalarının kulvarlarıyla ilgilenip yol almaktan geri kalacağınıza; kendi kulvarınızda olabildiğince ileriye gitmeye çalışın!.

Biliniz ki, İNSANLAR FİTNEDİR; yani imtihan vesilesidir!.

Onlardan Rabbinize, Melîkinize ve İlâhınıza sığının!.

Şu âyeti kerimeye çok dikkat ediniz:

“Kul;

eûzü bi‘RABB‘in nâs;

MELİK‘in nâs,

İLÂH‘in nâs,

min şerr‘il vesvâsil Hannas,

elleziy yüvesvisü fiy sudûr‘in nâs,

min el CİNNETİ ven NÂS !.”

Hemen hepinizin bildiği “NÂS”=”İNSANLAR” sûresinin yorumuna girmeyeceğim burada elbette... Ancak, konumuzla ilgili olarak son âyetindeki çok çok önemli bir noktaya, değerli bir arkadaşım istediği için dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bu sûrenin son âyetinde, hiç bir sınırlama ve ayırım yapılmaksızın şöyle uyarılmaktayız:

“Bütün görünmeyen varlıklardan; ve İNSANLARDAN sığınırım!.” de... “RABB‘ıma, MELİK‘ime ve İLÂH‘ıma!.”

Tek şansımız olan şu kısacık dünya yaşamını, Hakikatı kavrayıp gereğini yaşamak ve ölümötesi boyuta hazırlanmak yerine; insanların dedi-kodusuyla harcarsak, sonuçta çok çok yazık olacaktır bize!.

İNSANLARDAN sığınmak” demek, “onların bizim için oluşturacağı fitne yani imtihanlardan sığınmak”, demektir!.

Her sabah, değişik bir rüyadan uyandığımız halde; acaba ne oluyor da, dünya rüyasından, beklemediğimiz bir anda uyanıvereceğimizi düşünemiyoruz?

Uyandığımızda, didişecek birileri kalmadığını gördüğümüzde, acaba hangi şartlar altında olacağımızı düşünüyor muyuz?

Birbirimizin imtihanı olduğumuzun farkında mıyız?

Akıl hastalarıyla, şizofrenlerle, diktatörlerle, erken bunayanlarla, zekâ özürlülerle, kişilik sorunu olanlarla, aşağılık duygusuyla yaşayanlarla, tepeden bakanlarla, imtihan içinde olduğumuzun farkında mıyız?

Onlar, nasıl olsa, içinde bulundukları hâllerin sonuçlarını yaşayacaklar, uykudan uyandıktan sonra! Ama ya onlara takılıp kalanlar!

Onlar, çoğunlukla çevrelerine fitne olurlar!.

Onların neler yaptıklarını, gerçeğiyle, yakın çevreleri bile çoğunlukla bilmez!. Onlar, kendilerini, farklı takdim ederler; ama arka planda yakınlarının bile bilmediği, kendilerinden beklenmeyen bir takım davranışlarda bulunurlar! Bu yüzden de, en yakınları için bile, fitne olurlar!

hf

GIYBET, BİR FİTNEDİR Kİ,

ONU UYANDIRANA, DEVAM ETTİRENE ANCAK

ALLAH’IN BELÂSINI İSTEYENLER DEVAM EDERLER!

Tek başınayken bunları bilmek önemli değildir; önemli olan, insanlarla ilişki ve iletişimde, bu imanın esaslarına göre yaşamaktır

Gönül alma etiketi altında yalan söylemek, aldatmak, kandırmak; dedikodu; gıybet yapmak imanla bağdaşmaz ve kişinin imansız olarak ölmesine yol açar!. Hayatı namaz-oruç-hacla geçse bile!… Zira bu yanlış fiîller, “ALLAH”ı inkâr düşüncesinden kaynaklanır ve imansızlık sonucudur!.

İyi düşünün… “ALLAH”a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün müdür? Yapıyorsa, o kişinin “Allah”a imanından şüphe etmek gerekir!.. Onun sözlerini ise ancak ancak anlayışı sınırlılar dinler!..

Dedikodu ve gıybet dinleyenler, ancak ahmaklardır!.

İnsan ilim için yaratılmıştır; ilim dinler; ilim konuşur!

İlmi olmayanın dedikodusu boldur!

İmanı olmayanın gıybeti bitmez!.

Gıybet ateşini, ancak iman suyu söndürür!.

Gıybet bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene, ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!.

Allah hepimize aklın yolundan, imanın gereğini yaşamak suretiyle; Allah rasûlünün yolunda yürümeyi nasip etsin ve kolaylaştırsın.

hf

FİTNEDEN TEK KURTULMA ŞANSINIZ,

O FİTNEYE KARŞI BAĞIŞIKLIK KAZANMAKTIR!

Fitneniz, o fitne sizi etkilemez olana kadar, son bulmayacaktır!.

Tek şansınız, o fitneye bağışıklık kazanmaktır… Dünyada… Ya da Kâbir âleminde… Veya Cehennemde!.

Eğer uyandığınızda pişman olmak istemiyorsanız, yaşam boyu sizi bırakmayacak olan, fitnelere takılıp kalmayınız!.

İnsanları tanımak istiyorsanız, ayaklarına basın; ama sonucuna katlanmayı da göze alın!.

O zaman testi eğilecek ve içindeki dışarı akacaktır!.

Olgunluk, kişinin maddi veya mânevi menfaati zedelendiği zaman belli olur!.

Birisi, birilerine, kendini kabul ettirmek için çaba sarf etmekten geri kalmıyorsa, kendine veya ilmine güveni yok, kişilik sorunu var demektir!.

Diyelim ki ben, insanların dolduruşuna göre hareket eden bir insan olarak nitelendiriliyorsam... Bunu değiştirmeye uğraşırsam, onu muhatap almış; kendimi, ona ispat çabasına girmiş olurum. Bunu diyene karşı bana düşen, “Allah selâmet versin sana!. O zaman sen kendi değerlerinle devam et, benimle vakit kaybetme”, demek olacaktır. Beni, değersiz bulanlar da olacaktır elbette…

Olaylar ve çevremdekiler, benim ilmimin, imtihan sorularıdır!.

Çevrendekiler, aklını kullanabilenler de olabilir; yaşam boyu aklını tatile çıkartmaya karar verip, duygularıyla yaşamayı seçenler de… Bu durumda yapılması gereken, ilmi” at gözlüğü yapıp; aklınla ilmin yolunda yürümektir

hf

FİTNEDEN KORUNMANIN YOLU

Fitneden korunmanın yolu, ilme tâbi olmaktır!.

hf

FİTRE

Fitre, zekâtın herkes tarafından verilmesi gereken zorunlu miktarıdır... Zekâtın eğer ne olduğunu TEMEL ESASLAR kitabında okuduysanız, fitrenin de bu yoldan anlamını çözersiniz.

hf

FOTON

(IŞIKLI ZERRECİK)

HER IŞIKLI ZERRECİK

(FOTON)

HAREKETİNİ SAĞLAYAN ENERJİYİ

“RUH”TAN ALMAKTADIR

Evreni meydana getiren, “Kozmik Bilinç”-“Akl-ı Evvel” dediğimiz yapının canlılık yönü, varoluş yönü, “RUH” kelimesi ile tanımlanır...

”RUH” kelimesi bize iki büyük özelliği ifade etmektedir;

1-Bilimin de son olarak eriştiği ve foton adını verdiği, şimdiki verilere göre maddenin özü mahiyetinde olarak bildiğimiz, ışıklı enerji zerreciklerinin sahip olduğu enerjiyi meydana getiren bir “ÖZ”dür “RUH”!.. Yani, Evrensel Kuantsal bütünlük!..

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere;

Evrenin her zerresi “RUH”la ve “RUH”tan meydana gelmiştir..

“RUH” olmadık hiç bir zerre mevcut değildir... Zira; zerre, “kuant” onunla mevcuttur!..

Her ışıklı zerrecik, hareketini sağlayan enerjiyi “RUH”tan almaktadır...

Dolayısıyla evren, ilk varolduğu andan itibaren “RUH”a sahip ve “RUH”la kaim olmuştur; kâinatın yokoluşuna kadar, yani kıyâmete kadar da sahip olacaktır...

hf

HER IŞIKLI ZERRECİK BİRİMSEL BİLİNCE SAHİP OLUP

BELİRLİ  BİR DÜZEN İÇİNDE HAREKET ETMEKTEDİR

Dini tâbirle, “RUH” ile kâinat yaradılmıştır... “RUH” ile kaim ve var olan varlıkta gerçeği itibarıyle asla yok olma düşünülemez...''ŞUUR” kaynağıdır...

Yani, evrende mevcut bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.

Dolayısıyla kâinatta var olan her hareket asla tesadüfi olmayıp, taşıdığı “ŞUUR”un sonucu olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler göstermektedir...

ŞUUR”suz sanılan hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu idrak edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrak edememekteyiz...

hf

FOTONLARIN BELİRLİ BİR ORANDA

VE DÜZENDE BİLEŞİMİ, MADDEÖTESİ BOYUTTA,

İNSAN VE CİN DEDİĞİMİZ VARLIKLARIN

ASIL YAPISINI MEYDANA GETİRİR

Foton adını verdiğimiz ışıklı zerreciklerin belirli bir oranda ve düzende bileşimi, bu maddeötesi boyutta  (âlemde), “İNSAN”, “CİN” dediğimiz varlıkların asıl yapısını meydana getirirken; bu bileşimin belirli ölçülerde “yoğunlaşması” da, saydığımız yaratıkların katlarını veya başka bir tâbirle büründükleri nesneleri meydana getirmektedir, insanın ve cinnin perisperisi gibi; kezâ bu bileşimin, öyle bir özelliği daha mevcut bulunmaktadır ki, o da kısmi “bilinç” sahibi olarak nitelendirdiğimiz fotonların, bu yapıdaki bileşiminin en bâriz şekilde “insan”da gördüğümüz ve bildiğimiz mânâdaki “BİLİNC”i meydana getirmesidir.

hf

 “MELEKLER”İN ANACEVHERİ DE

FOTON TÜRÜNDEN BİR YAPIDIR

Varlıkların tüm nesneler,yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hepmeleklerin varlığından ibarettir/ Çünkü, evrende varolan her şey ”enerji”den meydana gelmiştir. yani, “nur”dan meydana gelmiştir.

Esasen yaşamda varolan her şey, “CAN”lılığını ve “BİLİNCİNİ” bahsetmekte olduğumuz “MELEK”lerden alır..

Kâinatta yaygın ve de evrenin hammaddesi varlıklar da “MELEK”ler…

“MELEK” denilen varlıkların yapısının anacevheri, foton türlerinden bir yapıdır. “NURÂNİ”dir yapıları…

hf

CİN’lerin yapısı elektromanyetik dalgalara dönük bir tür radyasyon olmasına karşılık; "MELEK" denilen varlıkların yapısının anacevheri, foton türlerinden bir yapıdır. "NURÂNÎ"dir yapıları.

hf

TÜM KUANTLAR,

BİR ÇİFT HALİNDE VE ALGILAYANA GÖRE FOTON

YA DA DALGA BİÇİMİNDE YAŞAMLARINA

DEVAM ETMEKTEDİR

Bkz. K / Kuant

hf

FOTONLAR, MEKÂNSIZ OLARAK,

BİRBİRLERİ YLE İLETİŞİMDE BULUNURLAR

 

Bugünkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.

Fizikçiler, bir dalganın sahip olacağı minumum enerjiyi hesapladıklarında, “uzaydaki, bir cm3`lük boşluk, evrendeki bilinen tüm maddenin enerjisinden daha çok enerjiye sahiptir” sonucuna varmışlardır.

Bazı fizikçilerin, bu hesapta bir yanlışlık olması gerektiği savına karşın; Bohm, bunun, gizli iradenin çok büyük ve saklı doğası hakkında küçük bir fikir verdiğini söyler. Bu fizikçileri de, okyanusta, yüzdüğü denizin farkında olmadan, içindeki maddelerle ilgilenen balıklara benzetir.

Bohm, bu sonsuz enerji denizindeki, uzay-madde ilişkisini şu benzetme ile anlatır:

Mutlak sıfır derecesinde soğutulmuş bir kristal, elektronlarının hiç dağılmadan içinden geçmesine izin verir. Isı biraz arttırılırsa, kristaldeki çeşitli çatlaklar, elektron dağılımına neden olur.

Burada eğer elektron gözüyle bakarsak, bu çatlaklar, sonsuzluk denizinde yüzen maddeler olarak görünür. Oysa her ikisi de aynı yapının “DERİNDEKİ KRİSTALİN” farklı görüntüleridir.

Bohm, aynı şeyin bizim, mevcut boyutumuzda da geçerli olduğunu söyler... Yani, uzay boş değil, doludur!. Ve biz dahil, tüm mevcûdatın mekânıdır!.

Görünen muazzam, maddesel yapısına rağmen evren, kendi kendine mevcut değildir!. Ancak, çok uzak ve güçlü bir vasînin üvey evlâdıdır!. Daha da kötüsü, bu vasînin önemli bir uğraşı da değil, geçici bir gölgesidir.

Sonsuz enerji denizi, gizli iradenin tek yönü değildir. Çünkü, gizli irade, atomaltı parçalardan, maddenin her şekline, enerjiye, hayata ve bilince, kuantlardan kişinin beynine kadar herşeyin aslıdır.

Bohm’a göre bu, herşeyin sonu da değildir, belki de gerisinde hayâl bile edemeyeceğimiz başka düzenleyici katlar vardır. Yani varoluşun sonsuz basamakları...

Fizikçiler, uzayın, ışık ve birbirini kesen-içiçe geçen bir sürü elektromanyetik dalgalarla dolu olduğunu kabul etmektedirler. Daha önce de gördüğümüz gibi parçacıklar, aynı zamanda dalgalardır.

Bu da gördüğümüz her fiziki objenin ve herşeyin gerçekte girişim örnekleri olduğunu ispatlamaktadır. Bir gerçek ki, bu ifadeler tartışmasız holografik yapıyı anlatmaktadır.

Bir başka tespit de 1982 de fizikçi Alain Aspect tarafından yapılan deney sonucu elde edildi. Kalsiyum atomları lazerle ısıtılarak ikiz fotonlar elde edildi ve bu fotonların 6.5 metrelik bir boru içinde zıt yöne doğru hareket etmeleri ve özel filitrelerden geçerek iki polarizasyon analizörüne yönlendirilmesi sağlandı. Her filitrenin, bir analizörden diğerine yön değiştirtmesi, saniyenin on milyonda biri kadar süre aldı. Işığın, iki foton dizisini ayıran 13 m’lik boruyu geçmesi ise, saniyenin 30 milyonda biri kadar süre aldı. Buradan da fotonların, bilinen herhangi bir fiziksel yöntemle haberleşemeyeceği anlaşıldı.

Aspect, kuantum teorisinin de önerdiği gibi, her fotonun ikiziyle aynı polarizasyon açısını bildiğini buldu. Buradan çıkan iki sonuçtan biri Einstein’ın aksine, ışık hızından daha hızlı bir sürat olabileceği idi ki bunu kabul etmek zordu. İkincisi ise, yersiz olarak iki fotonun iletişimde bulunduğu idi.

İngliz fizikçi Paul Davis’e göre parçacıklar devamlı olarak birbirlerine geçme ve ayrılma durumlarında olduklarına göre, kuantum teorisinin yersizlik görüşü, doğanın genel özelliği idi. Bu bilgiler de Bohm’a büyük destek sağladı.