AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
G
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır. |
fhfh
“Onları
ve zürriyetlerini, dolu gemilerde
taşıyoruz!” (Yâsin 41)
hf
“Subhandır O ki, hepsini çiftler hâlinde yarattı;
yerin
bitirdiklerinden, nefislerinden, ve bilmediklerinden!” (Yasin-36)
hf
İnsan, bir spermden
yaratıldığını görmüyor da
bize düşmanlığa
kalkışıyor!.
Yaradılışını
unutarak,
“çürümüş bu
kemikleri kim canlandırır’ diye misal getirdi!.
De ki; onları ilk
önce kim yarattıysa, O!.
Yaratmanın tüm sistemini
O bilir!.
Göklerle yeri
yaratan, bir benzerini daha yaratamaz mı?
Elbette yaratır!.
Her şeyi mükemmel bilir!.
Bir şeyin olmasını
irade etti mi,
“OL” der ve o şey
olur.
Herşeyin orijinini
elinde tutan Subhandır ki.
O'na döneceksiniz. (Yâsin 77-83)
hf
“Rabbimiz… Bizlere,
gözlerimizi nurlandıracak, korunmak isteyenlere yol
gösterecek
evlâdlar bağışla eşlerimizden.” (Furkan 74)
hf
“Rabbim… Beni ve benden doğanları
namazı ikâme edenlerden eyle. Duamı kabul eyle.
Hesap gününde beni ebeveynimi ve mü’minleri
bağışla.” (İbrahim 40)
FİHRİST
“Gâfil” (Kozalı)
Melekûtundan gâfil olan, duygularının
ördüğü kozadan çıkamayan…
Gafletin başlangıcı
Gâfil, kozası dışındaki gerçekten
gaflet hâlinde yaşayandır
Duygularının ördüğü kozadan
çıkamayan…
Gâfilin kendini koruma mekanizması
Gaflet
Gaflet, Hakk’ın İsimlerinin
mânâlarından perdelenmendir
Gaflete dûçar olmak
“Hakikat”ten gafletin alâmeti
Gaflet, birimselliğin kaderi ve
sonudur
“Gaflet ehli”yle dostluk
Gâfillerin kanaatleri İslâm Dini’ni
bağlamaz
Gafletri farketmenin sonucu
Gafletin sonucu
Gafleti seçen…
Takdirinde gaflet olan, ilme yüz
çevirir
Ebedi Gaflet
Gafletten kurtuluş
Galaksi (Gökada… Galaktik Varlık…
Galaktik Şuur… Galaktik Ruh… )-(Bkz. E / Evren)
“Garib”
“Garib”, sıfat boyutunda yaşayandır
Garib’tir misafir… Garib gelmiş,
garib gider!
Garibler, DünyaLARINDA yaşar,
DünyaNIZDA görünürler!
“Gavs”
“Gayb”
Gayb, beş duyu ile tesbit
edemediğimiz boyutlar ve o boyuta ait varlıkları anlatır
“Öz”ümüzü tanıyabildiğimiz oranda
gaybî mânâları da çözmeye başlarız
İki türlü gayb vardır
Göresel Gayb (İzâfi Gayb-Muzaf Gayb)
Göresel (İzâfi) Gayb diye nitelenen
boyutlar, tek bir tümel yapının göresel katmanlarıdır
Yüz milyonlarla seneleri kapsayacak
süreç ve olaylar
Göresel (İzâfi) Gayb, birime göre
değişir
Gayb, algılama sınırına “Göre”dir
Göresel gayb, bu mânâları
algılayamayacaklar tarafından “Gayb” hükmü” ile gizli kalır
Göresel (izâfi) gayb, Allah’ın
dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir
Astrolojik tahminler gaybı bilmek değildir
“Mutlak Gayb”… (Aklın ve sezginin sukût ettiği
nokta)
Hiçbir yaratılmış,” Mutlak Gayb”ı
bilemez; tefekkür edemez
“Mutlak Gayb”ı ancak Allah bilir
“Mutlak Gayb” asla ve kesinlikle
kapsanamaz
“Gaybı İlâhi”
İnsanın gaybı ile kâinatta varolan
her nesnenin gaybı, aynı asıldan gelen aynı Özden gelen aynı gaybdır… ”Gaybı
İlâhi”dir!
Gayba İman
Gayb’a iman, korunmak için gereklidir
Gayretulllah
“Gayrı”
“Bir sûret ve mânâ ile Beni
kayıtlayıp, hakkımda hüküm verme!”
“Gazap”
“Rahman” İsmi, gazab anlamı taşıyan
fiillerden korunmamızı sağlar
Şirk, gazabı doğurur
Allah indinde büyük gazâba dûçar
olmak
Gazâba uğramışlığın bir belirtisi de…
Eğer gazap kuşatmamışsa bizi…
“Gazap Melekleri”
Gazap melekleri, vasıf olarak “Cin”
yapısındadır
“Gece”
“Gece”nin önemi
“Kadr” Gecesi (Bkz. K / Kadir Gecesi)
Geçmiş
Geçmiş hayâl ise…
Geçmişin değerlendirilmesi
İnsan, “Dün” ile oyalandığı takdirde,
yarını kaybeder..Yarını kazandırmayacaksa, “Dün”den bahsetme!
Gelecek
Gelecek Hayat
Gelecek hayat iki devredir
“An”ımızı değerlendiremezsek,
geleceğimizi köreltiriz
“Genetik Bilimi” (Genetik Yazgı-Kader)
Maddeötesi ervah (Ruhlar) boyutunun
“Genetik” zincir ve bu zincirin halkaları ile ilişkisi ne ve nasıl?..
“Kaza”(Varetme Hükmü)
Tüm canlıların varoluş gerekçesi ve
bilgisi(Tasarımı), “Saklanmış ve Korunmuş Kitap”ta(Sahife-i Vücud’da-Bilgi ve
Bilinç boyutunda) bilgi olarak mevcuttur
Her şeyin fiilen yaradılışı, o
silinmesi-bozulması mümkün olmayan kadere(“Sistem”e-“Yazı”ya) göre oluşur.
Genetik bilgi, “Öz”den gelen
ilimlerden biridir
İnsanın varlığında “Evrenin tüm boyut
ve katmanlarına ilişkin korunmuş-saklı bilgi” mevcuttur
Bugünün ilmiyle bile çözemediğimiz
şifreleri veren Zât!.. “Muhammed Mustafa A. S”…
“Hanif”lik genetik veri tabanına
sahip ve o şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan o eşsiz “Kitap”… Muhammed
Mustafa!
Anahtar boynunuzda, altın da
kasanızda!
Allah Rasûlü’nün bize hibesi, sırlar
sarayının anahtarı değil; maymuncuğudur!
Mevcudâtın Özünde saklı olan sır…
“Hilâfet Sırrı”
Aslı (“Hakikat”i), “Hû”… Nesli de,
“Hû”!
Varlık âlemi ile “Öz”ü(“Hakikat”i)
arasındaki boyutsallıkta işleyen bir “Sistem”(“Din”) var
“İnsan”, Mutlak bir Şuur tarafından
“Sünnetullah”(“Sistem-“Din) gereğince yaratılmıştır.
“Bel Suyu” (Spermin Dünyası)
“DNA” (“Alâk”)
Kan pıhtısı derinliğindeki “GEN”ler (“DNA”lar)
Kuantsal uzaydan ışık hızıyla madde
boyutumuza “Anlam” yolcuları taşıyan uzay gemileri…
“Gen”lerden madde bedenlerinizi
(hayvanlarınızı-bineklerinizi) yaratmıştır.
“Gen”lerinizin eseri olan bilinç
dalgalarınızdan, kişisel ruhlarınızı (ebediyet bineklerinizi) yaratmıştır.
“DNA”ların yarısı, babadan gelecek
ilk hücreyi programlar
“Mitokondriyal DNA”, sadece anneden
alınan genetik bilgiyi içerir.
“İnanç Geni”
Genler, beynin biyokimyasını
etkilemekte; inanç-duygu ve düşüncelerimizi de yönlendirmektedir
Genetik Hâfıza
“Ahsen-i Takvim” (En şerefli mahlûk)
Kişiliğin temel özelliklerini
genlerdeki bilgiler meydana getirir.
Genetik veriler, temel bilinçaltını
oluşturan verilerdendir
Genetik veriler, tohumdur.
Genetik özelliklerin çıkışına yol
veren ise, melekî etkilerdir.
Melekler,
genetik dizinleri etkileyerek hükümlerini uygularlar
Astrolojik etkiler, genetik yapıyı
etkileyerek kromozomların erkek-dişi seçimini yönlendirir
Genetik kartımızda yazılı veriler,
takımyıldızlardan gelen ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya
çıkar
Beyindeki genetik dizin, Burçlardan
gelen kozmik ışınımların güneşten yansımasıyla genlerde bir mutasyon oluşturur
Kozmik ışınlar, beyin hücre
genetiğinde “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek genetik programlamalara yol
açarlar
İnsanları birbirinden ayıran özellik,
farklı “bilgi genetiği”ne sahip olmalarıdır
Genetik kayıtlar ancak kendi
özelliklerini ortaya çıkarabilecek kâbiliyette bir devrenin açılması ile o
beyinden açığa çıkar
Genler kanalıyla gelen bilgiler,
beyin burçlardan açılım almamışsa onları kapalı olarak muhafaza eder ve
sonrakilere devreder
Cenin, genetik olarak “Ana Program”la
yüklüdür
Cenin, babasının geninden “Ana
Program”ı (Rabbini bilme yetisini-İslâm Fıtratının bilgisini) almış olarak
Dünyaya gelir.
Ceninin 120.günde genetik veri
tabanını değerlendirmeye başlamasıyla programının doğrultusu da belirlenmiş
olur
Genetik Programlama (“Tâlim”)
“Rahman’ın Kurân’ı Tâlimi”
“İslâm Fıtratı” (Ana Program-Rabbini
Bilme Yetisi), birime genetik olarak intikal etmiştir.
Hepimiz, “Yaratılış
yasaları”(“Sünnetullah”) sonucu varolmuş varlıklarız.
Tüm varlık, “Muhammed’in Hakikati”
için (Akl-ı Evvel için) tasarlanmıştır.
“Sistem Oluşturucu” (Mutlak Kanun Koyucu-Zât),
her şeyi kaderiyle (O suretin şartları içinde halk etmiş ve varediş
gayesini(Tasarımını) ona kolaylaştırmıştır)
Allah, önce “Kâinatın varoluşundaki
“Ana Mânâ”yı(Hz. Muhammed a.s.’ın ruhunu) yaratmıştır
O “Nokta”(Hakikat-i Muhammediye),
şuurlu bir çekirdektir ve “O”nun İlim mertebesinde ilmî açılımı ile “Melekût
âlemi” meydana gelmiştir
Rabbinin varlığına şehâdet edebilen
bir “Ana Program”la yaratılan “İnsan”ın Dünyadaki görevi, bu “İslâm Fıtratı
Programı”na uygun yaşamaktır.
Evrende uygulanmış “İşletim Sistemi”nin uygulanarak “İnsan”ın
yaratılması (“Beyan’ın Tâlimi”)
Mikro âlem olan “İnsan”, Evrende uygulanmış
olan işletim sistemi aynen uygulanmak suretiyle (“Beyânın tâlimiyle)
yaratılmıştır.
Ricâli Gayb(Görevli Allah
Velileri-Mânevi Yöneticiler Ordusu)
Allah, o Görevli Velilerde tecelli
etmek suretiyle bu âlemde, içinde yaşadığımız boyutta tasarruf eder
Mânevi Görevlilerin varlığı, Hakk’ın
takdirinin ve kudretinin açığa çıkmasıdır
İnsanlığa karşılıksız hibe edilmiş
bir bilgi, bir işletim sistemi…
Tüm insanlığın “Din”(“Sistem”)
anlayışındaki yanlışları düzelten, yaşamını ve düşünsel değerlerini yenileyen
“Yenileyici”ler
“Zamanın Yenileyicisi”nin getirdiği
“Bilgi ve İşletim Sistemi”, bir “Örtü” altında işlevini yerine getirmektedir
Birimdeki “sâbitleşmiş program” nasıl
değişir; bu değişiklik nasıl açığa çıkar?
Hücrede genetik programlamayı
(“Tâlim”i) meydana getiren, “Kalem”dir.
“Ya Rabbi ne yazayım?... Kaderi yaz!”
Rahmaniyet zuhurunun üretkenliği ile
Rabbin Esmâ terkibinin getirisi hükmü, kişinin kademe kademe semâvâtından
bedene nâzil olmaktadır.
Bu programlamadan (İsimlerin
tâliminden) sonradır ki Âdem’de şuur meydana gelmiştir.
Beyin genetiği, kendini etkileyen
kozmik ışınlarla birimdeki “şuur”u (Mânâ grubunu) oluşturur.
Allah’ın ilmine göre kaderi yazan
“Kalem” kurudu!
Allah, Rububiyet işlevi ile varlığın
tüm mertebelerinde sayısız varlıklar-türler yaratmış; ve bunların fiilerini de
halk etmiştir
Her fert, tek tek, “Yaratılış
Sistemi”ni bilmek ve yaşamına ona göre yön vermekle mükelleftir.
Düşünsel kişiliğini Tanrıya inanmayan
olarak “Sistem”e (“Sünnetullah’a) döndür.
“B” sırrı ile O’na bağlanıp O’nunla
korunanları, rahmetine erdirir.
“İnsan’ın “Hakikati”, Evrenin
Hakikati ile aynı “Öz”den gelmesine rağmen, insan beyninde gerekli açılım
kombinasyonlarının oluşması için korunma tedbirlerine muhtaçtır
İnanmayarak da yapsan, “Yaratış
Sistemi” gereği, neticesine ulaşırsın.
“Rahman’ın Tâlimi”yle Rububiyet
boyutunuzun “Siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalanlarsınız?...
“Sulbünden olabilir ama O senin
ailenden değildir!”
Ne genetiğin evrensel
duygusuzluğundan haberimiz var… Ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını
düzenlemiş olan Evrensel tek şuurdan!
Genetik veri tabanının tasavvuftaki
önemi
Beyin hücrelerinin
programlanmasında “Allah İsimleri”nin
zikrinin önemi
Genetik arınma
“İnsan”… Ve “İnsanSI”
Değişik genetik özelliklere sahip
(insansı ve insan neslinden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla) iki
yönlü hususiyetler ortaya koyan sayısız nesiller vardır
Âdem, geçirdiği mutasyon nesline
intikal içindir ki, “Halife” özelliğini kazanmıştır
İlk
“İnsan”, Âdem … Ve nesli olan, “Âdem Evlâdı”…
Evrimle
gelen nesil, “İnsanSI”… Âdem’den gelen nesil ise “İnsan” adını alır.
Âdem’in
“Hilâfet Görevi” için seçilmesinin sebebi, kendisinde meydana getirilen “İnsanî
Mânâ”dır. (“Allah Sureti”-“Halife özelliği”dir)
Âdem
(Hücresel beden), belli bir kıvama gelince Allah ona “Ruhundan üflemiş, böylece
bir mutasyon geçirmişti.
Yarın, “Dün”ünüzde gizlidir… Belki
bir dakika, belki bir nesil önceki “Dün”de!
Genetik intikal sonucu yaşanan
cezalar
Genetikten gelen virüsler
Genetik temizlenme için tek şansınız
Genetik veriler ve “ben” bilinci
Ruhsal genlerini nasıl düzenliyorsun?
Gerçek (Bkz. H / “Hakikat”)
Gıybet
Kişiyi eleştirme, gıybettir. Bu da,
seyr’i elinden kaçırmış olanın tek meşgalesidir
Gıybet, bir fitnedir ki, onu
uyandırana, devam ettirene ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!
Gıybet, “İblis”in atına binip, onun
dilediği istikamette yol almaktır!
Gıybet, insanı iftiraya sürükler
Sizden herhangi biriniz ölü
kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?... İşte bundan tiksindiniz!
Kişiye günah olarak sadece dili
yeter…
Gıybet üzere ölenin imanı meçhuldür
“Müflis”(iflas eden) kimdir?
Gıybet eden, gıybet edilen
affetmedikçe, affolmaz!
Her şey, yerli yerindedir!
Faili Hakiki’yi gör ve O’nu gıybetten
uzak dur!
“Gök”
"Gölge" (bkz.V / Vahdet-i Vücud)
“Gönül”
“Görmek” (Algılamak-Beynin değer yargısı)
Somut bir varlıktan söz edilemeyen
dalgalar âleminde insanın görme sınırı
Ayrı ayrı kapasitede çok göz yok… Tek
kapasiteye sahip çok göz var.
“Görüyorum” dediğin şey, beynin
içinde oluşan hayâldir
Hiçbirimiz dışarıdaki dünyayı değil;
beynimizdeki dünyayı görüyoruz
Dünyada gördüklerimiz, bir bakacağız
ki… Yalnızca rüyadan ibaretmiş!
“İlk Görüş” esastır… Sonrakiler, o
“ilk”in tafsilidir.
“Görüyorum”un gerçek ifadesi, kozmik
yağmurla etkilenen beynimin “değer yargısı”dır! (“Algılıyorum”dur!)
Gündüz ve gece, uyku hâlinde
gördüklerimiz, beyinde programlanmış veri tabanlarının üst yapı şuurunda açığa
çıkışıdır
Beyindeki görüntü nöronların meydana
getirdiği dalgaların girişimi sonucu holografik özellik göstermektedir
“Görüyoruz” diye ifade ettiğimiz iki
boyut var
Görme merkezi gördüğüne değil;
kendisine ulaşan frekanslara göre karar verir
Veri tabanın gelişmemişse ya da
yetersizse, arızalıysa, gördüğün de arızalıdır
Herkesin gördüğü ve algılama
sınırları içinde kalanlar haricinde olarak “algılanan” fakat “görüyorum” diye
anlatılan her şey tamamiyle bir başka boyuta ait görüntülerdir
Hiç kimse bir diğeriyle aynı şeyi
görmez… Hiç kimse aynı şeyi iki defa görmez
Cinler ve melekler görülebilir mi?
Gözden beyne gelen mesajlarla değil;
beynin direkt algıladığı dalgalarla bazı varlıkların görülebilmesi
Âhir zamanda bütün insanlar cinleri
açık seçik görebilecek
Yeni doğan çocuk neden göremez?
Gören ile görmeyen göz arasındaki
fark
Gözüyle yaşayan…
Göz odur ki…
Âhireti, semâyı, melekleri, Fâtır’ı,
Rabbimizi, “Allah” İsmiyle işaret edileni… “Sonra” mı göreceğiz?
Allah’ı görmek
"Allah"ın gözle görülmesi
mümkün değildir
"Allah"ı gördüm dersen
eğer... O, senin kendi hayâlinde sana açılan Rabbindir.... Yaratılanın Yaratanı görmesi muhaldir!
Görülen her şey, ilmî algılayıcıların
deşifre ettiği evrensel ilim sûretleridir. (“Allah İsimleri”nin surete bürünmüş
hâlidir)
Zâhir ve Bâtın Gözü
Hakiki görme, idrâktır; “İlim”dir!
Rüyalar, çeşitli mânâların suretlere
bürünerek bize görünmesi hâlidir
Niçin “Tek”i “Çok” görüyoruz?
Gözün verileri beyinde “çokluk”
olarak değerlendirilir ve birçok nesneler varmış zannı oluşur
Gurur
Gurur elbisesi
İnsanın başındaki en büyük belâ,
gururdur
Sevgin, gururundan vazgeçiremiyorsa…
Gururla yaşadı… Hüsranla öldü!’
Günah
“Günah” ve “Sevap”
Günah ve sevaplar nasıl yazılıyor?
Günah ve sevap, âyet ve hadislerle
belirlenmiştir
Günahlar buluğdan evvel yazılmaz
İdrâkların kadarıyla yanlışlardan
korunursun
Yanlışta ısrarın bedeli, pahası
ağırdır
Büyük günah sahipleri
Büyük günahlar
Günahın büyüklüğü, kişinin âhietine
verdiği zararla ölçülür
Günahların en başında gelen ve
hepsinin kökeni olan günah…
“Benlik” günahı
Nefs’ten günahı çıkartmak
Günahın hatırası
Günahlardan arınma
Ruhuna yüklenmiş tüm günahlardan
“Hac” ile arınabilirsin
Anadan doğmuşcasına günahsız olarak
Arafat’tan dönersin…
Murad ederse, kuluna, böyle bir
“Sistem” içinde arınmayı bahşeder.
“Hac”ca gitme imkânı olmayan için de
günahlardan arınma imkânı var... 5 vakit namaz!
Biri, iki vakit arasındaki; diğeri,
tüm yaşam boyunca olan günahlardan arındırır
Büyük günahlardan dahi bağışlanma
sözkonusudur
Bütün günahların bağışlanmasına sebep
olan âyet
Geçmiş ve gelecek günahların
affolması
“Fetih” gelip benliğin ortadan
kalkmadan günahı- sevabı inkâr edersen, Hakikat ile alay edenlerden olursun
Mutlak nefs için günah kavramı
geçerli olmaz
Güneş ve Sistemi (Bkz. E / Evren )
fhfh
(KOZALI)
"Kozası" dışındaki
gerçekten "gaflet" halinde yaşayan!..
hf
Özünde bulamadıkça, gâfilsin!.
hf
MELEKÛTUNDAN GÂFİL OLAN
“Melekûtundan” gâfil olan, “Allah” adıyla işaret edilenden hayli hayli
gâfildir… Ömrü, ismi tanrı edinerek tamam olmaktadır!.
hf
GAFLETİN BAŞLANGICI
Gaflet, birimin bilincinden söz etmekle başlar.
hf
GÂFİL,
KOZASI DIŞINDAKİ GERÇEKTEN
GAFLET HÂLİNDE YAŞAYANDIR
Varolanların tüm varlıklarını borçlu oldukları, kendilerini meydana
getiren; üzerlerinde görülen her şeyi yaratan yüce güç!..
Her an, O'nun üzerimizdeki etkisiyle hayatımızı devam ettiriyor,
tüm fiillerimize, O'ndan gelenlerle yön verebiliyoruz!..
"HİDÂYET"in ne olduğunu da detaylı bir şekilde ve
mekanizmasıyla izah etmiştik hatırlanacağı üzere...
Şayet bu hidâyet, bu "kolaylaştırma" olmasaydı, iman ehli
olmazdık.
Yani biz, kesinlikle bilelim ki, eğer iman ehli isek, Hazreti Muhammed
aleyhisselâmın önerilerine elimizden geldiğince uyabiliyorsak, bu tamamen,
"RAB"bımız "HÜDÂ"dan gelen "hidâyet"
sonucu oluşmaktadır...
Kim bu kesin gerçeği, görüp
farkedemezse, ona "gâfil" yani "kozalı"
derler ki, bu kişi "kozası" dışındaki gerçekten "gaflet"
hâlinde yaşıyordur..
Kim bu kesin gerçeği reddediyorsa, ona "kâfir" yani
"gerçeği örten", "gerçeği bilemeyen" derler.
"Kâfir"ler yani "gerçeği değerlendiremeyenler"
insanlık içinde en fazla yardıma muhtaç kişilerdir... Çünkü içinde yaşadıkları evrensel
SİSTEMİ "OKU"YAMADIKLARI için kendi ayaklarıyla sonsuz bir
azâba doğru yürümektedirler.
hf
DUYGULARININ ÖRDÜĞÜ KOZADAN
ÇIKAMAYAN…
En kötü AVUNTU, ilmin dedikodusuyla
avunup, onu yaşamına geçirmemektir!.
Duygularının ördüğü KOZAdan çıkamayana gâfil derler.
hf
GÂFİLİN KENDİNİ KORUMA MEKANİZMASI
Sabır, gâfilin kendini koruma
mekanizmasıdır!.
hf
GAFLET
Koza içinde kalmış olmanın getirdiği,
gerçeklere göre geleceğe hazırlanamama hâlidir!.
hf
GAFLET
HAKK’IN İSİMLERİNİN MÂNÂLARINDAN
PERDELENMENDİR
Esasen bütün fiiller. Hakk’ın isimlerine dayanmasına rağmen, senin, o
isimlerin mânâlarını müşahede edememen ve bunlardan perdelenmen “gaflet”
denilen hâli doğurmaktadır.
Fiillerde ve âlemde perde diye bir şey sözkonusu değildir!..
Kendindeki, şartlanmadan doğan ismini ve vehminde varolan “izâfi
varlığın”ı ortadan kaldırdığın zaman; Hakk’ın çeşitli isimlerinin
mânâlarının, terkip hükmüyle zuhurundan başka bir şey kalmaz!..
Sen, mânen ölmüş olursun!..
Zaten sonradan yaratılmıştın!..
hf
GAFLETE DÛÇAR OLMAK
Evrenin ve varlığın
derinliğine bir bakış, makrokozmostan nazarımızı çekip mikrokozmosa yöneliş
bizi varlığın aslı-orijini olan Tek’e yöneltecektir.
Ister ilim
aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın tekliiğini ve
dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim ve daim bir
varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike ile içiçedir
yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede helâk
olmuştur.
O tehlike de şudur;
kendi benliğinin varlolmayıp ilâhi benlikle varolduğunu hisseden kişi elinde
olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde
olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan
gayrı yoktur“ der…
Cüneydi Bağdadi!
“Subhani.. Subhan
benim şânım ve azâmetim yücedir“ der.
Ama benliğinin
gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama
gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der bedeninn tabiatı
istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakkı’m“ diyerek sınır tanımaz,
bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak gafletine düşer. Âdeta
firavun gibi olur, “ben sizin yüce rabbinizim, ben Hakk’ım“ der, herkesi de
kendi kuluymuş gibi zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer
olarak Hakk’tan gayrı varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.
İşte bu, onun
helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!
Oysa bu kişinin
kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda ilim boyutunda tanıyıp
hissetmesi gerekir. “Ben Hakkı’m
varlııkta Hakk’tan gayrı birşey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“ diyerek
içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber pekçok kişi
aramızda dolaşıyor .
Bunlar bilmelidir
ki... Vahdet ilminin gereği, şuurda-
ilim boyutunda yaşanır!
Çünkü varlığın aslı
da bu ilimden başka birşey değildir.
Bu ilmin
kırıntılarını elde edip de beden boyutunda Hakk’ın sınırsızlığını yaşamak
demek, gaflet ve dalâlate sapmak demektir.
hf
“HAKİKAT”TEN
GAFLETİN ALÂMETİ
"Fâni", "yok olacak" değildir; çünkü zaten "yok"tur!...
"Fâni"nin herhangi bir zamanda yok olduktan sonra
Bâkî'nin Bâkî olacağını sanmak, Hakikattan gafletin âlâmetidir!..
hf
GAFLET,
BİRİMSELLİĞİN KADERİ VE SONUDUR!
Birimselliğin
kaderi ve sonu, ancak, pişmanlık ve gaflettir!.
hf
‘’GAFLET EHLİ’’YLE DOSTLUK
Şüphecilik ve vehim yaşamınızı cehennem ederken; araştırmacılık, sorgulama,
ilim ile cennetinizi genişletir.
Allah'a yâkin elde etmenin yolu gaflet ehliyle dostluktan geçmez!
Bir gün "TEK"lik kokularıyla sarhoş olup, ertesi gün beşeriyet
batağında çırpınmaktan, kurtulup; gönlü "TEK"lik seyrinde dâim kılmak gerek!.
hf
GÂFİLLERİN
KANAATLERİ
İSLÂM DİNİ’Nİ BAĞLAMAZ!
Gâfillerin
veya câhillerin Kur'ân-ı Kerîm'in "RUHU"nu okuyamamaktan
dolayı edinmiş oldukları yanlış kanaatler, İslâm Dini'ni bağlamaz!
hf
GAFLETİ FARKETMENİN
SONUCU
Pişmanlık, gafletini farketmenin sonucudur!.
hf
GAFLETİN SONUCU
Şikayet benliktendir, gafletin
sonucudur.
hf
GAFLETİ SEÇEN…
İlmi tepen, gafleti seçmiştir!. Tercihinin sonuçlarını yaşamaya da mahkûmdur!.
hf
TAKDİRİNDE GAFLET OLAN
İLME YÜZ ÇEVİRİR!
Allah, yakîne erdireceklerine yanlışlarını ve
perdelerini fark ve idrâk ettirir; tövbeyi nasip eder.
Takdirinde gaflet olan ise, ilmine yüz çevirip; duygularıyla yaşamını
cehennem etmeye devam eder… Sonra da a’mâ
olarak âhirete intikal eder!.
hf
EBEDİ GAFLET
Öyleyse biz daima İLME yönelelim!
Aklımıza-mantığımıza-idrâkımıza hitâb edip, bizi derin ve
kapsamlı düşünceye sevkedenlerle yaşamımızı paylaşmaya çalışalım!.
Kıyafeti, şekli, görünüşü, yaşı, yaşamı ne olursa olsun bizi
insanların dış yaşam ve görünüşleri değil; beyinlerindeki tefekkür kapasiteleri
ilgilendirsin!
Nasıl ki buraya geldiniz…. Burada
dinliyorsunuz.... Ama burda dinlerken sizin için benim görünüşümün kıyafetimin,
yüzümün biçiminin, şeklinin hiçbir önemi değeri yoksa; esas önemli olan düşünce
sistemimin ifadesi olan bu fikirlerim önemliyse ve burda benimle kalmayıp
herkes geldiği yere dönüyorsa, herkes kendi geldiği yere dönüyorsa burdan
çıkıp; sizin için önemli olan insanların fikirleri ve düşünceleri olmalı;
insanların oturmaları kalkmaları yaşam biçimleri vesâirleri değil!
Çünkü Allah yukarıdan megafonla değil; bir beyin, bir dil
aracılığıyla sizin kulağınıza ve gönlünüze hitâb eder!
Bu hitâbın hangi görünüş, hangi şekil, hangi biçim, hangi
yaşamdan geleceğini de kimse kayıt altına alamaz, sınırlayamnaz!.
Düşünce ve zannıyla da sınırladığı takdirde de ALLAH'TAN
EBEDİYYEN GAFLETİ seçmiş olur!.
hf
GAFLETTEN KURTULUŞ
Gafletten
kurtuluş, ancak ‘’birimsellik bilinci’’nden arınış ile mümkündür.
fhfh
“GAFFAR” ESMÂSI
Dilediği tüm kusurları bağışlayan.
fhfh
“GAFUR” ESMÂSI
Suçluları bile küçük düşürmek istemeyen. Örtücü.
fhfh
GALAKSİ
(GALAKTİK VARLIK)
(GÖKADA)
(GALAKTİK ŞUUR)
(GALAKTİK RUH)
Bkz. E / Evren
fhfh
“GANİ” ESMÂSI
Kavramlar üstü. Yegâne zenginlik sahibi.
fhfh
“GARİB”
(“GURABA”)
"Garib", hâlini paylaşacak kimsesi olmayandır.
hf
(Soru: ”Fukara”nın kökü olan “fakr” kelimesinin anlamını Hadislerden ve
açıklamalarınızdan anlamaya çalışıyoruz. Ancak “guraba”nın kökü olduğunu
düşündüğüm “garîb” kelimesiyle ilgili elimizde pek veri yok. Bu konuda burada
sizden birşeyler okuyabilir miyiz?)
Kişi “fakr=yokluk” boyutunda
kendini bulduğu takdirde onu sıkacak hiç bir olay olmaz ve hiç bir şeyden de
sıkılmaz... Bu boyutta yaşayanlara tasavvufta “fukara” veya bunların daha da
üstündekilere “guraba” denilir... Olay tamamıyla boyutsal=içsel yaşantıyla
ilgilidir... Sembolik bir anlatımdır sizin işaret ettiğiniz..
fhfh
“GARİB”
“GARİB”
SIFAT BOYUTUNDA YAŞAYANDIR
Yaşamakta olduğu boyut itibariyle, kimseyle
halleşemeyen; insanlar içinde yalnız (boyutsal olarak) kalmış; yaşadıklarını
dile getirmesi mümkün olmayan Vahdet ehline verilen addır "Garîb”!.
"Fakr", Esmâ boyutuna işaret eder;
"Garib" ise Sıfat boyutunda yaşayanın
adıdır...
hf
GARİB'TİR MİSAFİR...
GARİB GELMİŞ, GARİB GİDER!.
Garibtir misafir:.. Garib
gelmiş garib gider...
Peki... Dünyaya misafir gelmilş
olanın bir alâmeti bir işareti var mı?
Hz.Rasûlullah aleyhisselatüvesselâmın
meşhur hadisi şerifi var...
Bu hadisi şerifte buyuruyor ki,
Hz.Rasûl aleyhisselâm;
”Bana dünyanızdan 3 şey sevdirildi..
Güzel koku ... kadın... ve
gözümün nûru namaz”
Şimdi bu 3 şeyin izahına,
açıklamasına ben girmiycem... Çünkü o başlı başına apayrı bir konu...
Fakat bu hadisi şerifte
Efendimizin işaret ettiği önemli bir husus vardır, onu çok iyi anlamak lâzım...
“DünyaNIZDAN” diyor... DünyaNIZdan... yani Size
ait olan bu dünyadan...
Yani, “Ben bu dünyadan değilim... Ben sizin bu dünyanızdan değilim.!”
Nerden?... Uzaydan mı geldi? Yani
başka bir galaksiden misafir mi geldi insan suretine bürünüp.... Bu mânâda mı?
Hayır!
Bu dünyanın değerlerinin bu dünyanın
nesnelerinin hiçbir şey ifade etmediği o kudsî yaşam âleminden biri olarak
bizlere hitap ediyor.
Burdan soyutlanmış maddi değerlerden
beşeri duygulardan beşeri şartlanmalardan, beşeri değer yargılarından, bunların
hepsinden soyutlanmış, kudsi ruhun makamından
bir kişi olarak hitap ediyor.
Dolayısıyla “sizin DünyaNIZDA”
diyor...
Sizin
dünyanızda para vardır değerli…
mal
vardır değerli…
makam
vardır değerli...
şöhret
vardır değerli...
şan,
şeref, koltuk,
hepsi
değerli vardır değerli..
Sırtından ceketi çıkartır gibi bütün bu değer yargılarından arınmış..
Dünya varmış tâ ki yokmuş...!
Kayıplar seni üzmez... kazançlar seni
sevindirmez... Çünkü sen kazançların en büyüğüne erişmişindir...
Kayıplar hiçbirşey ifade
etmez... Çünklü kayıpların anasını
kaybetmişin!..
BENLİĞİNİ KAYBETMİŞİN!
Varsandığın benliğinin asla ve asla
varolmadığını farketmişin!
hf
GARİBLER DÜNYALARINDA YAŞAR,
DÜNYANIZDA GÖRÜNÜRLER!
ÂŞIK, "GARİB"TİR!
Dünyada gariblerin sayısı o kadar
azdır ki...
Çünkü Garibler, Dünyalarında yaşar, DÜNYANIZDA görünürler!..
Konuşsalar, dilleri ...
Kendilerini göstermeye kalksalar
kimse tanımaz...
En fazla bakarlar
bakarlar... “ALLAH'IN DELİSİ DİVANESİ “ derler!
Gel gör ki o deli divâneleri ki Allah'ın sevgilisi
olmuş. Onlar uğruna Dünya ayakta dururyor...
Onların kadrini kıymetini de bu dünya
ehli bilmez..
Onun için Hz.Rasûlullah demiş ki:
DÜNYANIZDAN!!!
fhfh
Mânevî görevliler diye bilinen "Ricâl-i Gayb" iki gruptur;
A - Karar organı
B - İcra organı
A-Karar organı "Divân" ya da "Divân-ı
Kebîr" gibi isimler ile anılır.
B-İcra Organ, bir tür ricâli gayb ordusudur.
Divân'ın kararlarının tatbikiyle
görevlidirler.
Bu ordunun Başkumandanı "Gavs"ı zamandır. Tâbiri câiz ise
genelkurmay başkanı durumunda olan "Kutb-ül
Aktâb"dır!.. Sonra 4’ler gelir. Sonra tasarruf sahibi olan 7'ler gelir.
Sonra 12'ler gelir. Sonra 40'lar gelir. Sonra 300'ler diye bilinen 313 kişi
vardır. Sonra 1200'ler gelir ve daha sonra da yöresel kutublar iş görürler.
Geçmiş evliyâullah arasında Abdülkâdir Geylanî "Gavs"iyet göreviyle birlikte
"İNSAN-I KÂMİL"lik görevi
de kendisinden cem etmiş olduğundan, "Gavs-ı
A’zam" lâkabıyla bilinir.
Gavs, hem Rasûlullah aleyhisselâm
katılmadığı zamanlarda divan başkanlığı yapar, hem de icrâ organının başıdır.
Gavs", dünyada yaşadığı sürece, "Gavsiyet" görevini ifa eder.
"Gavs"ların hepsi de
esasen "vekil Gavs"dır.
Her mertebenin bir asîli vardır, o
asîlden sonra gelen vekilleri vardır.
Gavsiyet mertebesinin asâleten sahibi Abdülkadir Geylânî`dir. "Gavs-ı A’zâm"dır. Diğer devirlerde
gelen "Gavs"lar da o
mertebeye ve göreve "vekâleten
Gavs"lık görevini yaparlar. Fakat âhirete intikal ettikleri zaman, Gavsiyet görevini bırakırlar. Seyyid Abdulkâdir Geylânî`nin görevi ise
bâtında devam etmektedir. Bu yüzden de yardımları el`an devam etmektedir.
"Divan"a, geçmişte görev almış Gavs`ları temsilen, Abdülkadir Geylânî Hazretleri gelir. Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin "Gavs-ı A’zâm"lığı buradan ileri
gelir, "Kutbiyet"i, "İrşâdiyet"i kendinde toplamış
olduğu için değil!. Asâleten "Gavs"dır.
"Gavs-ı A’zâm"dır!.
Diğer "Gavs"lar, âhirete geçtikten sonra, "Divan"a katılmazlar, görevlere katılmazlar... O mertebeyi
ihraz etmiş, tabiri caizse, emekli olmuş gibidir. Öbür tarafta, mânevî âlemde
bir takım görevler yaparlar, dünya işlerine katılmazlar.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri`nin, Gavs-ı A’zâm olarak, asâleten o görevin
sahibi olarak dünya işlerine müdahale yetkisi vardır.
Diğer "Gavs"lar, dünyadan ayrıldıktan sonra, dünya işlerine müdahale
etmez, ama Abdülkadir Geylanî
Hazretlerinin dünya işlerine müdahale yetkisi vardır, ve o yönüyle Gavs-ı A’zâm`dır... Diğer Gavslar, dünyada yaşadıkları müddetçe Gavsiyet görevini yapar, öbür dünyaya
intikal edince de öbür dünyanın görevlerini yaparlar.
fhfh
“GAYB”
·
Gayb nedir? Nerededir?
·
Gaybı ne kadar bilebiliriz?
·
Gayb ne kadar bir zaman ve mekan
dilimini kapsar; yoksa bunlardan da öte bir bilgiyi mi içerir?
·
Gayb, yaratılmışlar hakkında kapsamlı
bir bilgiyi mi içerir; yoksa Allah'ın
zâtını da bilebilir miyiz?
·
Gaybı bilmenin yolları nelerdir?
·
Bilinmeyene inanmak bize neler
kazandırır?
·
Bilinmeyenler nelerdir ve neden
korunmak zorundayız?
“GAYB”
Gayb, Allah'ın
yaratmadıklarının adıdır, gerçekte!.
hf
GAYB,
BEŞ DUYU İLE TESBİT EDEMEDİĞİMİZ BOYUTLAR
VE O BOYUTA AİT VARLIKLARI ANLATIR!
"GAYB" kelimesiyle bizim “beş duyu” adını verdiğimiz kesitsel
algılama araçlarımızla tesbit edemediğimiz âlemler(boyutlar) ve bu âleme
(boyuta) ait varlıklar anlatılır...
“Beş duyu” dediğimiz kesit tesbiti
yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları algılayamayan beyin, bunların
tümünü "GAYB" olarak
nitelendirir...
Beş duyu aracılığıyla ile
değerlendirilebilenlerin adı ise Din dilinde "şehâdet" âlemidir... Ki bu bizim “madde âlemi” (boyutu) dediğimiz kısımdır.
hf
“ÖZ”ÜMÜZÜ TANIYABİLDİĞİMİZ ORANDA
GAYBİ MÂNÂLARI DA
ÇÖZMEYE BAŞLARIZ
Biz, özümüzü ne kadar tanıyabilirsek,
ne kadar beş duyu ve beden kaydından soyutlanıp, orijinimizi derinliklerimizde
bulup, tanıyıp, değerlendirebilirsek, o oranda varlıktaki gaybî mânâları
çözmeye başlarız.
Öte yandan bu mânâları gerçekte
seyreden ise, biz değil, mutlak varlıktır!
Gerçekte bu
seyir, "TEK`in SEYRİ"dir!
Tek bir "an"lık
seyirdir bu!
"An"dan sonra an, "dem"den
sonra dem vardır sanmayalım!
"An",
Tek`tir! "Dem", Tek!
O "an",
Tek "dem"! Amma... Değerlendirebilecek olan "saflaşmış
bilinç" noktasında kendimizi bulabilirsek!
hf
İKİ TÜRLÜ GAYB VARDIR
"GAYB" ikiye ayrılır...
a. "GAYB-I MUZAF"...
"İzafi-göresel Gayb"
b. "GAYB-I MUTLAK"...
"Kesinlikle algılanması
mümkün olamayan Gayb"
hf
(İZÂFİ GAYB-MUZAF GAYB)
GÖRESEL (İZÂFİ)
GAYB DİYE
NİTELENEN BOYUTLAR
TEK BİR TÜMEL YAPININ GÖRESEL KATMANLARIDIR
Madde âlemi, beş duyu verileriyle
kayıtlanmış beynin "varsayım" dünyasıdır... Çünkü gerçekte evren
tümüyle bir ışınsal yapıdır ki; her dalgaboyu kesitinden, farklı boyutlar yani
âlemler oluşmuş bulunmaktadır...
Farklı dalgaboylarından oluşmuş
katmanlardaki varlıkların her bir türüne göre de içinde bulundukları
âlem(boyut) kendi “MADDE” âlemleridir...
Yani "madde âlemi" diye gerçek ve mutlak tek bir "madde
âlemi" olmayıp; her boyut varlığının kendi katmanı, onun kendi özel "madde
âlemini" oluşturmaktadır...
Bu itibarla, "ölümötesi"
yaşama geçenler dahi, bir tür "madde âlemi" içinde yaşamaktadırlar...
Kezâ, "cehennem" ya da "cennetler"; ya da şu an için
“cinlerin” kendi boyutları dahi, onların algılamalarını sağlayan duyu araçlarına
GÖRE "madde âlemi”dir...
İnsanın bir düşünsel yapısı vardır;
bir de bedeni... Düşünsel yanı olan “bilinç”
ya da “şuur” hiç bir zaman
“bedensiz” kalmaz!... Bu beden, biyolojik-fiziksel beden olabilir; ya da “RUH” adı verilmiş bulunan hologromik
ışınsal beden olabilir....
Netice itibariyle, insan, sonsuza
dek, bir bedenle-bilincin bütünü olarak yaşamına devam eder.
Eski asırlarda, eski asırları
günümüzde seslendirenlerde, çağdaş bilgiler olmadığı için gereksiz
tartışmalarla uğraşılmıştır... Ölümden sonraki beden, yani kıyâmette(haşr) tüm
insanların toplu olarak bir arada bulunacakları safhadaki beden, ya da daha
sonraki aşamada yaşanacak hayat, bedenli mi bedensiz mi; “ruh”la mı, “ruh” artı
“madde beden”li mi; gibi çağımız bilimi ışığında hiç bir anlamı olmayan
tartışmalar!...
Helikopterin seyahat aracı olduğu
ortamda; kağnı arabasının tekerleğinin ceviz mi, gürgen mi; ya da altı ortalı
mı, sekiz ortalı mı olmasının tartışılması gibi!... Ya da quartz teknolojisi
kullanılırken, kum saatinin fazilet ve faydalarından sözetmek gibi...
Madde ve maddeötesinin gerçekte, tek
bir tümel yapının göresel katmanları olduğunu farkedip kavrayan bir kişi için,
bunlardan daha anlamsız soru olamaz!...
Bugünkü algılama aracımıza göre, şu
içinde bulunduğumuz katman "madde"dir!... Bu bedenden ayrılıp ışınsal
bedene geçtiğimiz anda da, o beden yapımıza GÖRE, o katman "madde olarak
algılanacak"tır.
Durum eğer iyice kavranılırsa,
farkedilecektir ki, biz sonsuza dek, nitelikleri birbirinden farklı da olsa,
her an "madde" alemleri içinde yaşamımızı sürdüreceğiz… Bu göresel
"madde" alemlerine (boyutlarına) ne isim verilirse verilsin!...
Evet, işte şu ana
kadar bahsetmiş olduğum algılayamadığımız boyutlar ve o boyutlara ait tüm
varlıklar "GAYB"ın iki
türünden biri olan "GAYB-I MUZAF"
sınıfındandır..
hf
YÜZ MİLYONLARLA SENELERİ
KAPSAYACAK
SÜREÇ VE OLAYLAR
Kabir âlemi, kişinin biyolojik hâlihazır bedenini terketmesinden sonra içinde
yaşadığı mezardan geçtiği âlem ya da boyuttur!..
Berzah âlemi ise, Nebiler, şehitler ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve
zaman zaman biraraya gelerek görüştükleri âlemdir...
Mahşer âlemi ise, "kabir aleminde kâbuslar içinde veya güzel
görüntülerle" yaşamlarını sürdürenler ile; “berzah” aleminde serbest
dolaşanların tümünün bir araya geleceği; ve herkesin dünyada yaptıklarının
kesin neticelerini görüp alacağı süreçtir!...
Sırat devresi ise, "cehennem" içine çekilmekteki dünya üzerinde bulunan,
insanların, "cennetler" ismiyle tanımlanan ortama kaçış olayıdır.
Dünyada iken yaptığı çalışmalar
sonucu elde ettiği güç oranında, kişiler, geçiş süreci içinde cehennemin
ızdırabını çekerler... Ya da güç yetersizliğinin doğal sonucu olarak,
kaçamayıp, sonsuza dek orada kalırlar...
Yahut da, bütün bu aşamalardan
geçerek, neticede “cennet” ismiyle işaret edilen, Allah'ın kendisine bahşetmiş
olduğu “hilâfet” özellikleriyle, her istediklerini oluşturacakları mutlu yaşam
boyutuna geçerler...
İşte belki de yüzmilyonlarla seneleri
kapsayacak böyle bir süreç ve olaylara
“gayb” kelimesiyle işaret edilmiştir!...
hf
GÖRESEL (İZÂFİ) GAYB,
BİRİME GÖRE DEĞİŞİR
İnsan türüne göre gayb başkadır; cin
türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır!..
Yani, sadece insana "göre"
gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..
hf
Algılama
aracının kapasitesi dışında kalan, algılayamadığı şey, o araca göre gaybdır!
Buna “göresel gayb” da diyebiliriz
Sana göre
gayb başkasıdır
Bana göre
gayb başkadır
Ötekine
göre gayb âlemi başkadır
İnsana göre
gayb başkadır
Cine göre
gayb başkadır
Meleğe göre
gayb başkadır
Bize göre
cinler gayb alemdir, ama cinlere göre gayb âlemi değildir. Cinler birbirlerini
görürler. Cinlere göre cinler âlemi, şehâdet âlemidir.
İnsana göre
de insanların âlemi şehâdet âlemidir... Şâhit olunan yani içinde yaşanılan
âlemdir.
hf
GAYB,
ALGILAMA SINIRINA “GÖRE”DİR!
Ne eski bir yıl bitiyor…
Ne de yeni bir yıl başlıyor!.
Yalnızca, insanlar “kurabiye”
imalâtına devam ediyorlar!!!
Yaşanan “an”lar var bilinçte…
Bir de insanların vehimleri;
hayâlleri, umutları…
Oysa, oyunun sonu, başından belli senarist ve yakınlarınca!.
Öyle olmasaydı nereden bilebilirdi
geleceği, bilenler!.
Gaybın, algılama sınırına göre varolduğunu anlayamayanlara
söylenecek ne söz var ki!.
Yeni 1000 yılınız, gerçekleri fark
edip de bu boyuttan ayrılmayı nasip etsin…
Psikiyatrinin alanına giren “Mistik hezeyanlardan” korunanlardan olalım hepimiz.
hf
GÖRESEL GAYB
BU MÂNÂLARI ALGILAYAMAYACAKLAR
TARAFINDAN
"GAYB" HÜKMÜ İLE GİZLİ
KALIR
Göz boyutundan çıkıp, gözün algılama
kapasitesini aşıp da, bilimsel ve düşünsel olarak yaklaşabilirsek…
Varlık âleminin; algılayamadığımız
alt boyutlarında, santimetrenin milyarda biri kadarlık dalga boylarından,
kilometrelerce uzunluğundaki dalga boylarına kadar, sayısız fakat her biri
bir mânâ ifade eden dalga boylarından oluşan bir yapı olduğunu farkederiz.
Bu, yaratılmışlar boyutudur. "Ef`al" âlemidir!
Bunların her biri kendine has mânâlar
ihtiva eder. Ve, bu mânâlar, kendilerini algılayacak yapılar tarafından
algılanır. Algılayamayacaklar tarafından da "gayb" hükmü ile
gizli kalırlar! Bu "mutlak gayb" değil, "muzaf gayb"dır!
Yani, "göresel gayb".
hf
GÖRESEL (İZÂFİ)
GAYB,
ALLAH’IN
DİLEMESİ VE TAKDİRİ SONUCU OLARAK
BİLİNEBİLİR!
"Mutlak Gayb"ın dışındaki "izafi gayb" ise, "ALLAH" dilemesi ve takdiri
sonucu olarak bilinebilir...
Ve bu biliş, "Allah"ın muradı doğrultusunda çok yönlü olabilir...
Gerek “kerâmet” adı verilen yoldan
evliyaullahın "keşif" ve "fetih" sonucu
erdikleri; ve gerekse de istidrac yollu gerçekten sapmış kişilerin bildikleri
"algılayamadıklarımız" hep bu durum sonucudur...
Öte yandan, "göresel
gayb"ın en önemli bölümü, "âhiret" dediğimiz, ölümötesi yaşam
boyutudur... Kabir âlemi; berzah âlemi; mahşer âlemi; sırat süreci; cehennem ve
cennet yaşamları hep bu "göresel gayb" ismi altında mütalâa edilir...
"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak
gayb"tır!.
hf
Gaybı Mutlak, Allah'ın
ZÂT'ıdır ki bunu hiç bir yaratılmış bilemez. Göresel gayb ise şartlar değiştikçe
bilinebilir.
hf
ASTROLOJİK TAHMİNLER
GAYB’I BİLMEK DEĞİLDİR
Astroloji gaybı bilmez!.
Astroloji esas olarak yeryüzündeki
çeşitli varlıkların (insan dahil) oluşumuyla ilgili etkilerden sözeder.
Astroloji geçmiş tecrübelere dayanan
tahmindir. Bunu Muhyiddin Arabî de yazmıştır İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde
Gazali de... Âyet, “rahimlerdeki çocuğun cinsiyetini kimse bilemez “ derken
ultrasonla görüyorsunuz.. Bu bahsediş, gaybı muzaf hükmündedir... Aynen hava
tahmini gibidir astrolojik tahminler de gaybı bilmek değil!.
hf
"MUTLAK GAYB"…
(AKLIN VE SEZGİNİN SUKÛT ETTİĞİ NOKTA)
“ALLAH’ın ilmidir!
hf
HİÇBİR YARATILMIŞ,
MUTLAK GAYBI
BİLEMEZ; TEFEKKÜR EDEMEZ!
Hiç bir yaratılmış “ALLAH” ilminde ne vardır, asla bilemez
ve bu ilmi kapsayamaz! Kezâ,”ALLAH” Zâtı
itibariyle “Mutlak gayb”dır!
Bilinmesi, kavranılması, tefekkürü
kesin olanaksızdır! Hiç bir yaratılmış, O “ZÂT”ı algılayamaz! Ancak izhar ettiği mânâlar
yollu, “bu mânâları yaratan şu özelliklere sahiptir” denebilir!
hf
“MUTLAK GAYB”I
ANCAK ALLAH
BİLİR!
-"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR,
başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak gayb"tır!...
hf
“MUTLAK GAYB”
ASLA VE KESİNLİKLE KAPSANAMAZ
Ayrıca, "B’ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı bir şekilde anlarsak...
Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan "Allah" isimlerinin işaret
ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı
Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve
kavranamayacağına iman ederler...
hf
”GAYBI İLÂHİ”
İNSANIN GAYBI İLE KÂİNATTA VAROLAN
HER NESNENİN GAYBI, AYNI ASILDAN GELEN
AYNI ÖZDEN GELEN AYNI GAYBDIR!
”GAYBI İLÂHİ”DİR!
“Yuminune bilgaybı-gayblerine iman ederler”
“gayblerine iman etmek” derken, bir önemli hususa burada esasında
işaret ediliyor;
Rastgele
bir gayba değil; ötedeki bir gayba değil...
GAYBLARINA!
Baştaki o B
harfi, “Gayblarına” anlamına getirtiyor “gayb” kelimesini..
Çünkü
insanın gaybı ile kâinatta varolan her nesnenin gaybı, aynı asıldan gelen, aynı
özden gelen aynı gaybdır. Bu da, “gaybı ilahi”dir!
hf
“GAYB”A İMAN
GAYB'A İMAN
KORUNMAK İÇİN GEREKLİDİR
"İŞTE ONLAR, GAYBA İMAN EDERLER; NAMAZLARINI İKÂME EDERLER; VE
KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH İÇİN BAĞIŞTA BULUNURLAR.
VE YİNE ONLAR, SANA NÂZİL OLANA VE SENDEN ÖNCE NÂZİL OLANA İMAN EDERLER;
VE ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA İKAN SAHİBİDİRLER..."
Yukarıda anlamını vermeye
çalıştığımız âyetlerde görüldüğü üzere "korunmak için" en başta
gerekli olan "GAYBA İMAN"dır..
fhfh
GAYRETULLAH
(Soru: “Gayyûr” ve “Gayretullah”
mânâlarını biraz açar mısınız?..)
Allah, varlığında her boyutta kendinden gayrısının olmadığını görmeyi
diler demektir...
“Gayretullah” o dur ki, açığa çıktığı yerde ulûhiyet hükümlerinin
gereğince oluşumların açığa çıkmasını ister...
fhfh
“GAYRI”
“BİR SÛRET VE MÂNÂ İLE BENİ KAYITLAYIP,
HAKKIMDA HÜKÜM VERME!”
"-Yâ Gavs. Ashabına söyle, onlardan kim bana vâsıl olmak isterse,
benden gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın!.
"BEN"den gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın,
cümlesini, sanki O'ndan gayrı bir çok
şeyler varmış da onlardan çıkılması gerekiyormuş gibi anlamak çok büyük bir
hatadır!..
O'ndan gayrı şeyler var da, onlardan
çıkılması gereklidir, değil burada anlatılmak istenen!..
Burada istenilen ve işaret edilen
şey, O'ndan ayrı görmeyi ve O'nu da o
görülen şeyle kayıtlamayı terktir!.
Biz görülen her şeyin, Hak'tan ayrı
bir varlık olarak mevcut olduğunu sanırız... Ve o görülen şeyin ardında da
Hak'kın varolduğunu tasavvur ederiz. Halbuki iş böyle değildir!.
Algıladığımız her şey, O'nunla
kâimdir!.. Ancak, O'nu şeyin sûret veya mânâsıyla kayıt altına almak büyük bir
gaflet olur. İşte "çık" hükmü, o
sûret veya mânâ ile beni kayıtlayıp,
buna göre hakkımda hüküm verme, demektir.
Kim ki, gördüğündeki mânâ ile Allah'ı kayıt alma gafletine düşer, o
artık çok yoğun bir perde ile perdelenmiş demektir.
fhfh
Zulmedenin fiilinin neticesini
oluşturma düşüncesi "gazab"
olarak tanımlanır.
hf
“RAHMAN” İSMİ,
GAZAP ANLAMI TAŞIYAN FİİİLERDEN
KORUNMAMIZI SAĞLAR!
“RAHMAN” ismi hem ilâhî rahmete nâil olmamızı sağlar, hem de gazab
anlamı taşıyan fiîllerden korunmamızı temin eder. Çünkü gazâb, şiddet ateşini
kesen Rahman’ın rahmetidir.
İleri mertebelerdeki zevâtta bu ismin çok daha değişik neticeleri vardır
ki, onlara bu kitapta girmek istemiyorum.
hf
ŞİRK,
GAZÂBI DOĞURUR
En büyük zulüm de, kişinin, "nefsine olan zulmüdür"; ki
buna "şirk" denir!...
"ŞİRK", "özellikleri ve sıfatlarıyla SONSUZ-SINIRSIZ” ve
Vâhid-ül AHAD ALLAH" olup “ALLAH” İsmiyle işaret edilenin yanı sıra
bir tanrı kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve
kabulleniştir!.
Ki bu hâl netice itibariyle "gazâb"ı doğurur.
hf
ALLAH İNDİNDE
BÜYÜK GAZÂBA DÛÇAR OLMAK
"Mallarınız ve evlâdlarınız sizi “ALLAH” ismiyle işaret edilenin
zikrinden alakoymasın!. Bunu yapanlar hüsrana uğrayanlardır"!.. (63-9)
"Mallarınız ve evlâdlarınız sizin için bir imtihandır; Allah
indinde ise büyük mükâfaat vardır"!. (64-15)
Evlâd ve maldan yüz çevirip, bir köşeye oturup, her gün bir kaç bin defa
"ALLAH", "Rahman" kelimelerini tekrar etmeyi
ihmal etmemek Mİ?...
Yoksa daha başka bir mânâ da var mı bu Kur’ân uyarısında?...
Âyetin tembihatını akılda tutmak ne demektir?...
Âyette iki ana yön var;
1-Evlâd ve malın Allah zikrine engel olmaması...
2. “Allah zikrinden” gâfil olunmaması...
Evlât ve malın engel olmasını nasıl anlamalıyız?..
“Allah zikrinden” gâfil olmamak nasıl olur?...
"ALLAH ZİKRİ" ne demektir?...
Mal ve evlâdlar ALLAH zikrine mâni olmamalı!... diyor...
Allah zikrine nasıl mâni olur mal ve evlâdlar?...
"ALLAH"ı zikir; konusunu, ALLAH ismiyle işaret
edilenin zikrinden geri kalan hüsrandadır gibi anlarsak, bundan ne anlam
çıkar?...
Allah ismiyle işaret edilenin zikrinden mal ve evlâd yüzünden geri
kalmak nedir ki, insanı hüsrana uğratsın?...
"Allah zikri, Rahman zikri" nedir ki, o zikirden geri kalan
hüsrana uğrayıp çok büyük kayıplar içinde oluyor?...
"Yapamayacağınız şeyi niçin söylersiniz?... Yapmayacağınız şeyi söylemeniz,
Allah indinde en büyük gazâbı davet eder!." (61-2/3)
bu âyet neyi anlatmak istiyor?
“Allah zikrinden geri kalan ne yapmıyor”, neyi eksik bırakıyor ki,
hüsrana uğruyor? ..
Ve... Yapmayacağını, yaparım diyen Allah indinde gazâba NASIL dûçar
oluyor?..
Evet, ne anlıyorsunuz?...
“Allah zikri” nedir ?... ”Allah indinde büyük gazâba dûçar
olmak”la bağlantısı
nedir?.
Gazap nasıl oluşur? .
Sonucu ne olur?.
“Allah zikri” bir köşeye çekilip "Allah"
kelimesini tekrar değilse; "ALLAH” adıyla işaret edilenin zikrinden
mal ve evlâd yüzünden geri kalmamak ne demektir?...
Allah isminin işaret ettiğinin zikrinden geri kalındığında, gazâb nereden ve nasıl üzerimize gelir ve bizde
açığa çıkar?...
Bu gelecekte bir zamanda mı olacaktır?... Yoksa şimdi mi oluşmaktadır?...
Eğer bu durum benim için oluşuyorsa, ben bunu nasıl anlayabilirim?...
hf
GAZÂBA UĞRAMIŞLIĞIN BİR
BELİRTİSİ DE…
“Allah
gazâbına dûçar olmuş” kişi, özündeki Allah’ı tanıyamamış ve bunun
gereğini hâlâ yaşayamamakta olan insandır!
Bunu idrâk edememek de gazâba
uğramışlığın bir başka belirtisidir!”
hf
EĞER GAZAP KUŞATMAMIŞSA BİZİ…
Eğer “gazap” kuşatmamışsa bizi,
vicdanımız ilimle, iğne deliği kadar yerden niyetlerimizi görebiliyorsa;
sorgulayalım niyetlerimizi, yaşama ve çevremize bakış açımızı!
Yarından önce bugün hesaba çekelim
kendimizi!
hf
“GAZAP MELEKLERİ”
Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya
da menfi mânâda iki tür radyasyon olarak iki tür varlık yaratır!.
Ya, insana, tabiatına hoş gelecek
sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek varlıklar!
Kişinin arzu ve istekleri ne yönde
ise, o yönde onun seveceği varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan;
ve gene aynı şekilde, kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde
ise, o yönden meydana gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!.
Beyin dalgalarının meydana getirdiği
bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya hayâl âlemi
dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan
dalgalardan meydana gelmiş olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan
dolayı ya azap duyar, ya zevk duyar; Âlemi Berzah’ta... Kabir Âlemi dediğimiz
âlemde.
hf
GAZAP MELEKLERİ
VASIF OLARAK “CİN”
YAPISINDADIR
İnsanın ürettiği gazap melekleri,
orijin olarak melek, ancak vasıf olarak “Cin”
yapısındadır!
Mezarda; mezarın içini görüyorsun,
mezarın şartlarını görüyorsun. Bu, mezar âlemi.
Belli bir süre sonra, bu mezar
görüntüsü kaybolur.
Ondan sonra, cennet ve cehennemi tam
olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları görüyorsun. Ve dünyada ürettiğin
bir takım melekler veya kötü mahlûklar sana zarar vermeye başlıyor. Bu ise
senin kabir âleminde oluyor.
Gördüğün rüyayı düşün!.
fhfh
GECE
“GECE”NİN ÖNEMİ
Gece, nasıl güneşin parazit oluşturan
ışınımı dünyanın arka yüzünde kaldığı için kesiliyor ve kısa dalga yayın çok
net alınabiliyorsa; insan beyni de, özellikle gece yarısı ve sonrasında çok
hassas hâle gelir ve kuvveti artar.. Bu, hem alıcılık (ilham) yönünden
böyledir; hem de vericilik yâni "dua" yönünden böyledir..
"İslâm Dini"nde gecenin
önemi buradan ileri gelir..
“KADR” GECESİ
Bkz. K / Kadir Gecesi
fhfh
GEÇMİŞ
GEÇMİŞ HAYAL İSE…
Geçmiş,
nasıl bugün hayâl ise; bugün de, yarın öylece hayâl olacak. Öyle ise hayâl
uğruna sonsuz mutluluğu fedâ etme!.
hf
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Geçmişin
değerlendirilmesi, ancak geçmişten ibret almakla mümkün olur.
hf
İNSAN “DÜN” İLE OYALANDIĞI TAKDİRDE,
YARINI KAYBEDER! YARININI KAZANDIRMAYACAKSA,
DÜNDEN BAHSETME!
Fazilet; Yanlışını idrâk ettiğin anda
kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.
İnsan, dün ile oyalandığı takdirde,
yarınını kaybeder.
Yarınını kazandırmayacaksa, dünden bahsetme!.
fhfh
GELECEK
Yarınınızı görmek istiyorsanız,
yaşadığınız güne bakın!...
Yarın, bugün yaptıklarınızın
sonuçlarını yaşayacaksınız!.
“Yarın”lar
“dün”lerin getirisidirler!
Yaşadığınız “an”ın hesap sonucudur “yarın”lar.
Düşünün ki, bugün, “dün” yaptıklarınızın iyi veya kötü
sonuçlarını yaşıyorsunuz.
Bugününüzün de, yarın, “dün” olacağını farkederek; yaşamınıza
ona göre yön vermeye; elinizdekileri bu gerçeğe göre değerlendirmeye bakınız.
hf
GELECEK HAYAT
- Peki, gelecek hayat nedir ve
nasıldır?
Diye bu defa Cem sordu:
-Gelecekteki dediğin hayat, senin
bedenle olan ilişkinin kesilmesi anından itibaren başlayan hayattır...
Bu da iki devredir.
hf
GELECEK HAYAT
İKİ DEVREDİR
Birinci devresi bu sisteminiz
canlılığını sürdürdüğü sürecedir...
İkinci devresi ise güneş
sisteminizdeki gezegenlerin bir kısmının güneşin büyümesiyle içine
girmelerinden sonradır.
-Peki ben nasıl olacağım bu
devrelerde?.
-Birinci devrede, hologramik
mikrodalga beden yâni sizin deyişinizle "RUH" olarak, ama
bedeni terkettiğin son andaki görüntü şeklinle...
İkinci devrede ise, gelişme sürecin
içerisinde eriştiğin ahlâk veya idrâkına göre ortamına uygun bir fizik
bedenle! Ama bu fizik beden, bugünkü
bedenin meselâ suda yürüyebileni veya havada durabileni veya duvardan
geçebileni niteliğinde bir fizik beden...
-Bu bedenden ayrıldıktan sonra içinde
bulunacağım mikrodalga beden nasıl bir şeydir veya nasıl oluşmaktadır ki?.
- Beyninin ürettiği mikrodalga
yapıdan oluşmaktadır!
-Yâni beynimin ürettiği dalgalar gelecekteki
bedenimi mi oluşturmaktadır
-Beynimin ürettiği dalgalar
gelecekteki bedenimi mi oluşturmaktadır?.
hf
“ÂN”INIMIZI
DEĞERLENDİREMEZSEK
GELECEĞİMİZİ
KÖRELTİRİZ
İçinde
bulunduğumuz ana sorun, din-bilim dengesi kuramamaktır.
Ya Din’i
veri kaynağı alıp sembolik anlatımları tasavvufla da bezeyerek hayâli bir
dünyada yaşıyoruz...
Ya da
bilimsel verileri ve yaşamın görebildiğimiz gerçeklerini esas alarak
göremediğimiz gerçeklerden uzak düşüyoruz.
Hangi
yandan veri edinirsek akabinde bunun diğer yanla örtüşmesini sağlamak için bir
çalışma yapmazsak, bilelim ki gerçeklerden sapma ihtimali hayli fazladır.
Din
kanalından veya tasavvuf yollu bize ulaşan verilerin yaşamın gerçekleriyle
örtüşmesini anında sağlamazsak hayâlimizde yarattığımız bir dünyada yaşamaya
başlarız.
Sadece bilimsellik ve yaşamda gördüklerimizle yetinirsek, genelde
algılanamayan sembol ve mecazlarla işaret edilmiş yaşamın gerçeklerinden mahrum
kalır, sonucunda da ânımızı değerlendirememek yüzünden geleceğimizi köreltiriz.
NOT: Geniş açıklama için A / Âhiret
bölümüne bakınız
fhfh
“GENETİK BİLİMİ”
(GENETİK YAZGI-KADER)
Allah’ın sistemi
önceden beri hep böyledir.
Allah sisteminde
asla değişiklik olmaz. ( 48 -23)
hf
"Kim İslâm dışında Din
seçerse, bu
geçerli değildir! (3-85)
·
Genetik zincirin halkaları nelerdir?
·
Genetik bilimi düzenleyen yasalar
nelerdir ve düzenleyicisi kimdir?
·
Genetik bilginin şifreleri nerede ve
nasıl yazılmış? Bu sırlar nasıl ve ne şekilde açıklanır? Kimler bu sırlara
erişebilir?
·
Genetik yazgı nasıl yazılıyor?... bu
genetik yazgı ana kader midir; birimsel kader midir? Bu yazgının birimsel
kaderle ilişkisi nasıldır?
·
"İnsan" bu genetik zincirin
hangi halkasındadır?
·
Genetik şifrenin- genetik yazgının
hazinesi, maymuncuğu, anahtarı nedir? Nerede bulunur ve nasıl kullanılır? Sonucu
nedir?
·
Genetik programlama nedir; bu
programlama ve bunun işletim sistemi nedir?
·
Genetik programlamanın Evren ile ve
insan ile ilişkisi nedir?
·
Genetik dizinleri kim nasıl düzenler?
·
Genetik bilimin yaratılışla ilişkisi
nedir, nasıldır?
·
"insan" a bu ilimden ne
kadarı niçin verilmiştir?
·
Genetik şifrenin tutulduğu bir hafıza
var mıdır? Varsa nerededir?
·
Genler hangi özelliklerimizi
düzenler, "Din" ile genetik bilimin ilişkisi nedir?
·
Genlerden ve genlerin eserlerinden
yaratılanlar nelerdir?
·
Bedensel ve ruhsal genlerimiz nasıl
düzenlenir?
·
Genetik dizilim nasıl bozulur? Bu
bozulumun sonucu ne zaman ve nasıl yaşanır?
·
Genetik arınma mümkün müdür?.. Bu
arınmanın zamanla-nesillerle ilgisi var mıdır?
·
Genetiğin duygusu var mıdır?
MADDEÖTESİ ERVAH
(RUHLAR )BOYUTUNUN
“GENETİK” ZİNCİR VE BU ZİNCİRİN HALKALARI İLE
İLİŞKİSİ NE VE
NASIL?
Dışarısı çok kalabalık; farkında
mısınız?
Ayrıca, çok da gürültülü!.
“Dışarısı” sözcüğü ne ifade ediyor size?
Sizi bilmem ama, inanın ki
algıladığım “dışarısı” çok kalabalık ve de çok gürültülü!.
Gergedana benzer bir hayvan, fakat
başı karınca yiyen gibi!. Sırtı kat kat!. Hayli yüksek büyütme oranlı
mikroskoplar, ancak görebiliyor onları!. Biz normal 1 atmosfer basınç altında
yaşamaktayken… Onlar şu an için bildiğimiz, yaşamlarını en yüksek basınç
altında sürdürebilen canlılar… Dört bin (4000) atmofer basınç altında
yaşamlarını sürdürebiliyorlar.. Canlılar
okyanusunda bir damla olan tür onlar…
Kirpiğimizin altında; gözümüzün
içinde, onlara benzer yaşayanları… Kulağımızın içinde, koltuk altlarımızda veya
ne kadar girilebilecek yer varsa bedenimizde, bunların tümünde, kendi şehirleri
olarak doğup büyüyüp ölen canlıları bir yana koyarsak…
Bakteri, virüs dediklerimizi de bir
yana koyarsak…
Kısacası, beş duyu ile algıladıklarımızı bir yana koyarsak…
Bizim, hiç haberdar olmadıklarımız
yanında, katında, ya bizler?
Gerçekten boşlukta, dünya üzerinde mi
yaşıyoruz? Yoksa, göremediğimiz bir başkasının gözünün ya da kulağının içinde
mi!?
En azından, görüp algılayamadığımız,
ne cesamette, hangi hacımda ya da her ne ölçü birimi ise, onunla ölçülebilen;
ne kadar canlı türü var, aralarında olduğumuzun farkında bile olamadığımız?
Yalnızca madde beden
algılayıcılarıyla, değerlendirme yapmamız çok kötü kesiyor bizi!.. Tıbbın
bilmediklerini bir bilsek!.
Mikronun mikrosu canlı-şuurlular
noktasından makronun makrosu olan galaktik canlı-şuurlular noktasına kadar
uzanan skalada yerimiz neresi ve kimlerin-nelerin arasında bir yere sıkışmışız
düşündünüz mü hiç?
Kimler bize ne göz, hangi düşünceyle
bakıyorlar… Kimler-neler bizim hiç farkımızda bile değiller!… Hiç farkımızda
bile olmayanları, hiç farketmemiş olanlar kimler!?…
Ana rahmindeki spermi buyur etmiş
yumurta denen tek hücrenin neresinde yazılı, benim gözümün, kulağımın, saçımın
nasıl olacağı? Neresinde yazılı, ses tellerimin nasıl oluşturulacağı ve sesimin
nasıl çıkacağı?… Beyin hücrelerimin ne kadarının, hangi programlara göre, ne
işlevler yaparak, çevresindekiler tarafından nasıl değerlendirileceğini
neresine yazmışlar o tek hücrenin?
Aptal, “Kader”i kavrayamaz!.
Ahmak veya cahil ise “kader”i reddeder!.
“Echel-i cühelâ” diye bir tâbir vardır.. “Cahillerin en cahili” gibi bir anlam taşır… “Kader”i
inkâr edenler için söylenmiş bir sözdür bu sanırım!.
“Genetik” bilimi, adı altında
keşfedilen, öyle bir “yazgı” sistemi günışığına çıkmıştır ki günümüzde,
“kader”i inkâr, ancak “echel-i cühelâ”ya özgü inkâr kavramı, olarak bu türü
sergileyen özellik hâlini almıştır.
“Tanrı” kavramından arınamayan
yeterince gelişmemişler, yukarda kaliteli bir tahtta oturanın; yanındakilere
verdiği komutlarla; özel kalemlerle belki de sedefli(!) mürekkeple yeryüzündeki
garibanların “yazgı”sını, yazdırdığını hayâl etmekteler… Hatta dahası,
kendilerine misâl-mecaz yollu anlatılanların bu özelliğini öylesine
farketmemekteler ki; Allah Rasulünün, “yazan kalemin çıtırtısı”
işaretini dahi, kalemin “kamış”(!?) olmasına bağlamaktalar!.
Allah Nuru Muhammed Mustafa
aleyhisselâm nurumuz olsun!.
Allah Rasûlünü anlamak bize
kolaylaştırılsın… İşaretlerini, misâllerini, sembollerini farkedebilir hâle gelelim.
Evren içre evrenlerin “Bâtın”ı
olan Allah ilminin, kuvveden fiile çıktığını mı; yoksa, bu ilmin algılayanla
algılandığını mı, kavrayabilelim.
“Seyreden ol kendi oldu”; işaretinin, ne anlama geldiğini
düşünelim.
Beş duyuya dayalı algılamanın tesbit
ettiği genetik yazgının, neyin madde planındaki uzantısı
olduğunu düşünelim…
Madde planındaki genetik yazgının, maddeyle tesbit edilemeyen ve maddemizle algılayamadığımız, neyin
veya hangi bir tür “genetik yazgının” sonucu
olduğunu sezmeye çalışalım…
Boyutsallık derinliği nerede?
“İlm-i ezel” nerede?
Yazan kalem ne?
Yazılan veya yazılmış olan nesne
ne?
Madde ötesi “ervâh” boyutunun,
“genetik” zincir ve bu zincirin halkaları ile ilişkisi ne ve nasıl?
Nerede başlayıp nerede bitiyor bu
zincir ve biz hangi halkasındayız?
Bir yumurta hücresi iken, bu yaştaki
özelliklerim, orada belli de…
Peki, O hücre oluşmadan önce, tüm
yazgım nerede yazılıydı ki; benden (bize göre) asırlar önce yaşamış olan biri,
meselâ benim, dünyaya gelip, işlevimin ne olacağını nasıl biliyordu?
Peki ya Nostradamus bazı, bilgileri
nereden alıyordu?
Kaynakları neydi veya nasıl birşeydi;
nasıl, neyle, nereden ediniyordu?
“Dışarı”daki veya “dışarımız”daki “Ötekiler” kimler? “Dışarısı”
nire?
Yarın bu boyutu terkedince, “kimler”in
arasında veya içinde yer alacağız? O zaman “dışarısı” veya “dışarımız”
nire olacak?
Bu “ötekiler”, eskiden “cin”
diye adlandırılmış olanlar mı yalnızca?… Yoksa, bu isimle, çok geniş bir
skaladaki canlı-şuurlu varlık türleri anlatılmak isteniyor da; biz, anlayış
sınırımız dolayısıyla, bu ismi, özel bir türe mi hasrediyoruz? Öyle ise “dışarıda”
daha kimler var?
Milyonlarca dünyamızı, içine alıp
buhar edecek olan cehennemin içinde yaşayan, “ötekiler” kimler, yapıları
nasıl? Şu anda, her yönümüzle içlerinde, aralarında yaşadığımız diğer “ötekiler”
kimler?…
Galaksideki yüzmilyonlarca,
cehennemde yaşayan “ötekiler”!
Ve daha… İnsanların cennetleri
ötesinde; bu kavramlar kendileri için bir değer ifade etmeyen “ötekiler”!.
Dostlarım… Yarın, anı kırıntısı kadar
dahi değer taşımayacak bir dünya yaşantısından geçip, hayalinizin
kapsayamıyacağı kadar sonsuzluğa uzanan yaşam biçimi içine doğru yolculuk
etmekteyiz… Ne geldiğimiz âlemin başını kavrayabiliyoruz, ne de geçeceğimiz
boyutun sonunu!. Tüm bağlı oldukların, kopamadıkların, uğruna tüm yaşamın
boyunca herşeyini feda ettiklerinden ayrılarak, bambaşka bir boyutta bambaşka
“ötekiler” arasında yerini alıp; dünyada edindiğin sermayeye göre yaşamını
sürdüreceksin…
Şimdi iyi düşün bu gerçekler
ışığında… Ne kadar hazırsın Bu yaşama?.. “Yazgın”
sana neleri kolaylaştırmış? Bu şartlara hazırlanmayı mı; yoksa aksini mi?
Hazırlanmayı kolaylaştırmış ve hazırlanabiliyorsan; ne mutlu sana said dostum!…
Hazırlanamıyorsan; o takdire de
diyecek bir sözüm yok!
hf
KAZA
(VARETME HÜKMÜ)
"ALLAH", "öncelik
ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut
olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD "
olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad
etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında
olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri
başlamıştır.
İşte
"ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD"
ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad
etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların
meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan
varolmasını murad etmesi “Hüküm”dür!.
Bütün
bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm
"ALLAH"ın "Kazası"dır!.
"Kaza",
işte bu "hüküm"dür!.
Esasen;
"ALLAH
MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL
YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."
Şeklindeki
Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.
Bu
boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık
suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok
daha!. Bunların asli vücudu yok!...
Bu
yüzdendir ki, "Ayân-ı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek,
bu takdir safhasına işaret edilir.
Yani,
ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi
"Kaza"dır...
Bu
mânâların seyredilir hâle gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda
"Kader"dir.
hf
TÜM CANLILARIN VAROLUŞ GEREKÇESİ
VE BİLGİSİ
(TASARIMI)
“SAKLANMIŞ VE KORUNMUŞ KİTAP”TA
(SAHİFE-İ VÜCUD’DA-BİLGİ VE BİLİNÇ BOYUTUNDA)
BİLGİ OLARAK MEVCUTTUR
“Levhi Mahfuz”, “Kesret”i yani çokluk kavramlarını meydana getiren esmâ terkiplerinin “KAZA ve KADER” boyutudur!
Bilgi ve bilinç boyutudur!
ALLAH İLMİNDEKİ “HÜKÜM ve
TAKDİRİN” fiiller âlemindeki görüntüsüdür.
Çokluk kavramı içinde olan tüm varlıklar
bu boyutun tasnifiyle meydana gelmiştir. Burada yazılmış olan hiçbir şey asla
ve kesinlikle değişmez!.
"İLLİYİN"e mensup melekler ile, bunların altındaki tüm
meleklerin varoluş hükümleri ve varoluş hikmetleri; ve bize kadar olan ve daha
alt boyutlardaki tüm canlıların varoluş kökenleri buraya dayanır...
Burada bizler, bilgi olarak tüm varoluş gerekçemiz ve programımızla
mevcuduz. Tasarım olarak mevcuduz!
Ve burada her şey, ezelden ebede kadar mevcut
olan her şey, bilgi olarak mevcuttur!.
hf
HERŞEYİN FİİLEN YARADILIŞI,
O SİLİNMESİ,
BOZULMASI MÜMKÜN OLMAYAN
KADERE(“SİSTEM”E-“YAZI”YA) GÖRE OLUŞUR
“Âlemde cereyan edecek olan cemi'i mahlûkatın
iri-ufak, ulvi-süfli HER ŞEYİN ahvali LEVHİ MAHFUZ'da tamamen ve mufassalen
yazılmış, hiç biri ihmal edilmemiştir.
İlmi Hak, kalblere O KİTAPTAN nâzil
olur ve KALEM-İ EVVEL'in yazdığı bu yazı, tespit ettiği bu nizam sayesindedir
ki eşyayı tetkik ve tetebbu ile mârifetler, ilimler, fikirler edinilir,
kitaplar telif ve tasnif olunur, mâzi ve istikbal kanunları sezilir.
Bunlar gösterir ki, Allah Teâlâ’nın
kudreti gaybında, LEVHİ MAHFUZUNDA bulunmayan ve bulunamayacak olan hiç bir
âyet yoktur " (c:3; s:1921)(*)
-"ALLAH YAZDI... " (58-21)
"Allah yazdı... Ezelde hükmünü
verip, silinmesi bozulması kâbil olmayan bir yazı ile “LEVHİ MAHFUZ”DA tesbit
eyledi." (c:7; s:4804)(*)
-"ÇÜNKÜ BİZ HER ŞEYİ BİR KADERİ İLE HALK ETMİŞİZDİR!." (54-49)
"Her şeyin vukûundan evvel,
ezelde, İLMİ İLÂHİ’DE MUKADDER OLAN BİR KADERİ, yani haysiyyeti ilmiyyesi
vardır ki, kazasının cereyanı, fi'len yaradılışı O KADERE göre vâki olur.
Onu başkası istediği gibi icab ve
tâyin (determine) edemez..
Onun için mücrim, kendi keyf ve
iradesine göre cürmün mâhiyyet ve mukadderatını değiştiremez."(c:7; s:4654)(*)
-"NE ARZDA NE DE NEFİSLERİNİZDE HİÇ BİR MUSİBET İSABET ETMEZ Kİ HER
HALDE BİR KİTAPTA YAZILI OLMASIN. (57-22)
"...Bütün musibetler de Allah'ın İLMİ EZELİSİNDE veya LEVHİ
MAHFUZDA yazılmış bir takdiridir.
Öyle ki;
-"O MUSİBETİ, YARATMAMIZDAN EVVEL YAZMIŞIZDIR.(57-23)
"O halde mukadder olan
musibetten kaçınmakla kurtulunmaz. Bu hususta böyle itikad etmeli ve o yolda
hareket eylemelidir." (c:7; s:4754)(*)
-"ŞÂNI YÜCE KUR'ÂN “LEVHİ MAHFUZ”DADIR. (85-20/21)
"Allah'ın hıfzıyla tahriften,
yanlışlıktan mâsun bir “LEVH”te sâbit ve mahfuzdur.
Bu “LEVH”, şeriat lisanında meşhur olan “LEVHİ MAHFUZ” dur. Bütün
her şeyin yazıldığı sahife-i VÜCUD'dur. O'nun da aslı “ÜMMÜLKİTAB” olan “İLMULLAH”tır.."
(C:8;s:5696)(*)
(*)E.Hamdi Yazır-“Hak Dili Kurân Dili”
hf
GENETİK BİLGİ,
ÖZDEN GELEN İLİMLERDEN BİRİDİR!
(Soru: Genetik yolla intikal eden
ilim, nakli midir? Özden gelen bir ilim midir?..)
Özden gelen ilimlerden biridir, genetik bilgi!..
hf
İNSANIN VARLIĞINDA
“EVRENİN TÜM BOYUT
VE KATMANLARINA
İLİŞKİN KORUNMUŞ-SAKLI
BİLGİ” MEVCUTTUR
Levhi mahfûzun, bir minyatüriyle senin beynindir; külli mânâda da burçlar ve
yıldızlardır!
&
Yerler ve gökler yaratılmadan önce
her şey Levhi Mahfuz’da yazılmıştır.. İnsan varlığında evrenin katmanları
mevcuttur.
Levhi Mahfuz hıfzedilmiş, korunmuş
İlimdir. Bu ilim, Hz. Muhammed aleyhisselâmın “Allah ilk defa ruhumu
yarattı… Allah ilk defa aklımı yarattı” buyurduğudur.
Cenâb-ı Hak kendi ilmi, kendi Zâtı
ile baş başa olduğu bir anda, ilminde kendisindeki mânâları seyrediyor..
Rahmaniyet, Melikiyet… deki mânâları ortaya çıkararak mânâları düşünüyor.
Bunu bizim akıl boyutumuzla
seyretmemiz mümkün değil… Ancak ilim yollu seyredilebilir. Bu esmâların belli
terkipler halinde ortaya çıkması “Levhi
Mahfuz”u oluşturur. Bizim değerlendiremediğimizi melekler değerlendirir.
Ezelden Ebede tüm boyutları alır bir
şekilde Evren içre Evrenlerde mânâlar...
Bu ilmin kayıtlı olduğu yer “Levhi Mahfuz”dur.
Kezâ, kişinin kendisinde mevcut olan
"LEVH-İ MAHFUZ"u dahi,
onun istidat ve kâbiliyeti böylece tesbit edilmiş olan beyinden başka bir şey
değildir!
hf
BUGÜNÜN İLMİYLE
BİLE ÇÖZEMEDİĞİMİZ
ŞİFRELERİ
VEREN ZÂT…
MUHAMMED
MUSTAFA A.S
Biz, ilkel
bir şartlanma sonucu olarak, sadece beş duyu verilerini var kabul edip, beş
duyunun tespit edemediği verileri yok sayıyoruz!... Gözle göremediğimizi inkâr
ediyoruz...
Bundan yüz sene
öncesine kadar böyle düşünülebilirdi; ancak günümüzde bu tür fikirler geçersiz
sayılmaktadır!. Çünkü, göremediğimiz bir çok şeyin varolduğunu kesinlikle
biliyoruz artık...
Kesinlikle,
tutamadığımız birçok şeyin, varolduğunu biliyoruz!. Duyamadığımız pekçok şeyin
mevcûdiyetinden haberimiz var; ne çare ki, bunlarla iletişim kurma imkânımız
yok!.
Din bize, 1400 sene öncesinden, Hz. Muhammed aleyhisselâmın
ağzı ile bu gerçeği sanki şöyle haber veriyor:
"Sizin,
hücresel yapılı bir bedene sahip olmanız gibi; ışınsal bedenli yapıyla meydana
gelmiş cinlerin var olması gibi; bunun ötesinde, ışık kuantlarından, yani Nur`dan
varolmuş melekler de vardır!. Ki, evrende, bünyesinde bunları
barındırmayan, bunların varlığından meydana gelmemiş hiç bir nesne yoktur!.
Evrende var
olan her birim-nokta, bu ışık kuantlarından meydana gelmiştir. Yani, meleklerden
meydana gelmiştir!. Ve bunlar, evrendeki mutlak bilinçten gelen bir şekilde,
yapısal özelliklerine göre bilinçli birimlerdir!.
Bu açıklama
ne zaman yapılıyor?...
Bundan 1400
sene evvel!.
Kimlere...!?
Bunu iyi
değerlendirebilmek için, 1400 sene öncesinin şartlarının ne olduğunu araştırıp;
o günkü insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl taşları dikip karşısında
tapındıklarını; ayıp olmasın diye kız çocuklarını nasıl diri diri toprağa
gömdüklerini; ölen bir adamın karısını oğlunun nasıl aldığını bilmek lâzım!.
Böylesine
ilkel değerlerle yaşayan bir toplumda, bugünün ilmiyle bile çözemediğimiz
şifreleri veren, açıklayan bir Zât!... Hazreti Muhammed Mustafa
aleyhisselâm...
Ve bu Zât,
bizim bugün bile hafsalamızın almayacağı bir takım olayları bize anlatıyor...
Aslında bu,
büyük bir müjde!...
Çünkü, şu
madde boyutundan kurtulmamızdan sonra, şayet belli çalışmalar yaparak ruhumuzu
güçlendirebilirsek, nelere ulaşabileceğimizi müjdeliyor!.
Yani, "Ben
bu ruh gücüyle, buralara ulaştım, bunları gördüm, yaşadım. Böyle şeyler var ve
bunlar sizin için de mümkün olabilir." diyor...
hf
"HANİF"LİK
GENETİK VERİ TABANINA SAHİP
VE O
ŞUURUN GENETİK MİRASINI
BÜNYESİNDE
BULAN O EŞSİZ “KİTAP”…
MUHAMMED
MUSTAFA!
Aklınızı başınıza toplayın!.
Yalnız bir köşeye çekilip, SİSTEMLİ bir şekilde DÜŞÜNMEYE
başlayın!.
Milyarlarca GALAKSİYİ içinde barındıran bu evreni, bir NOKTA’dan
halkeden; ve indinde sayısız NOKTA’lar ve o NOKTA’ların her birinden sayısız
evrenler yaratmış bulunan; ve dahi, her an bu işlevi devam eden “ALLAH Adıyla
İşaret Edilen”i; nasıl olur da Sirius yıldızında oturan bir tanrı gibi
düşünür ve onun yeryüzünde hoparlör-postacı arası bir PEYGAMBERİ olabileceğini
kabul edersiniz?
Eğer hâlâ böyle düşünüyorsanız, kozanızda mutluluklar dilerim
sizlere!.
Yok eğer; artık böyle düşünmem mümkün değil; diyebiliyorsanız…
O zaman “ALLAH RASÛLÜ ve NEBÎSİ MUHAMMED MUSTAFA” isimli
“OKU”nması gereken ve hâlâ “oku”nmamış olarak rafta bulunan “KİTAP”ı,
bugüne kadarki tüm değer yargılarınızı bir yana bırakarak, yeniden elinize
alınız!.. (Anlayışı kıtlara: sayfaları ve cildi olan kağıttan mâmûl bir
kitaptan sözetmiyorum!.)
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in her an yaratmakta olduğu sayısız NOKTA’lardan,
yalnızca bir nokta olarak varolan evrenimizdeki milyarlarca galaksiden
birindeki yüzmilyarlarca yıldızdan birinin uydusu Dünya üzerinde, “HALİFE”
olması amacıyla ve bu amacı gerçekleştirecek fıtratla Mekke’de açığa
çıkmış Bilincin, yaşam safhalarını ve DÜŞÜNCE SİSTEMİNİ “OKU”maya
çalışarak işe başlayın…
“Hanif”lik genetik veri tabanına sahip; yıldızlardaki melekî
gücü tanrı kabul etme anlayışını baltasıyla(?) yıkan ve ölü kuşu Allah
kudretiyle dirilten şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan; ve daha
başından “halife”lik fıtratına hâiz olarak madde dünyasında yer alan Bilincin,
içinde bulunduğu şartları, varlığı ve kendi hakikatını nasıl
değerlendirebileceğini farketmeye, kavramaya çalışın!.
O eşsiz bilinç!…
O muhteşem hüviyet!…
O Hârikulâde devrimci kişilik!…
Sirius ya da BETA NOVA’daki TANRI’dan mı aldı PEYGAMBERLİĞİ?…
Yoksa…
“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÛL”Ü ve bunun yanısıra
“NEBΔsi mi idi?
Gökteki tanrının fermanlarını ileten yeryüzündeki
vâlisi-komutanı-postacısı-hoparlörü mü idi?
Yoksa…
İnsanlara, hakikatleri olan “ALLAH” adıyla işaret
edilenin, fark ettirilmesi ve gereğinin yaşatılması amacıyla, teklif edilen
önerileri, kendi hakikatı olan Allah’tan gelen bir şekilde; bu
boyuta elçilik-transfer ederek açığa çıkaran “RASÛL”ü mü?
İnsanların sonsuz azâptan korunup, sonsuz saadete ermelerini
sağlayacak dünyevi bakış açısını ve uygulama biçimlerini teklif eden Allah
“NEBΔsi mi?
Ciddî olarak düşünün bir; Tanrının
Hz. Muhammed adlı Peygamberine mi inanıyorsunuz; “ALLAH” adıyla işaret
edilenin “Rasûl”ü ve “Nebî”si olan Muhammed Mustafa aleyhisselâma mı?
Eğer, ikincisine inanıyorsanız… Birincisine inanmaktan hangi
farklı yönleri var bu düşüncenizin, lafzından-sözcüklerinden başka? Bunları
ayırın bakalım bir yana?
Bu hususları öncelikle çok iyi anlayalım ki, ondan sonra, “ALLAH”
adıyla işaret edilenin “RASÜL” ve
“NEBΔsi olan MUHAMMED MUSTAFA isimli “KİTAB”ı “oku”maya
çalışalım!.
O Zât’ın, hangi olayda, neyi nasıl değerlendirdiğini; olaylara
bakış açısını; sorunların çözümünü “Allah”ta nasıl aradığını; sorunun
çözümünün, olayları nereden nereye yönlendirilerek çözülmek istendiğini;
insanların yaşamı ve olayları nasıl değerlendirmesi gerekliliğinin neden “Allah”
bakışın dayalı nasıl olması îcâbettiğini “oku”maya hazırlanalım.
hf
ANAHTAR
BOYNUNUZDA,
ALTIN DA
KASANIZDA!
Geçmişte ezber yollu öğrendiğiniz şeylerin acaba ne kadarı
tahkike dönüp, sizi o konuda YAKÎNe erdirdi?
Kendinizden veremediğiniz isabetli cevap, taklidin
SONUCUDUR!.
Taklidiniz ile tahkikinizi terazinin iki kefesine koyup
bir tartar mısınız; lûtfen!
Dışardan aldıklarınız, bir kefeye; kendi buluşunuz, sizden
açığa çıkan isabetli cevaplar diğer kefeye!
Mukallit, tanrısıyla yaşar!
İlim geldikten sonra hâlâ onların hevâsına tâbi oluyorsa
mukallit; iyi bir müşrik olarak tanrısına kulluk ediyordur!
Ne zaman kendiniz için ve kendinizdekini açığa çıkarmak
için varolduğunuzu farkedip, bunun gereğini yaşamaya başlayacaksınız?...
Cevabı sakın Tanrınıza bağlamayın!
Devâ Kur'ân ‘dadır! Kur'ân "OKU"maya
çalışın!
Kurân‘ı "OKU"yamayan, "ÜMMÜL
KUR'ÂN"ı hiç okuyamaz!
Gününüzün ne kadarını Kur'ân‘ı "OKU"mak için
değerlendiriyorsunuz?... Ne kadarını da dünyada bırakıp gidecekleriniz için
harcıyorsunuz?
Evet, "Kur'ân ‘ı "OKU"yabilmem için bana ne
tavsiye edersiniz?...
Hangi hocaefendi ya da şeyhefendiye devam etsem ki, bunu
okuyabilmek için?... Bana tavsiye edebileceğiniz biri var mı?.
Ona her şeyimi bağışlamaya hazırım; iş ki bana Kur'ân
"OKU"masını öğretsin!
1 ton altın olan kasa anahtarı boynunda, kuru ekmek
kemirmekte olan pozisyonundan kurtulabileyim!
Yok mu bana bir diyeceği olan?.
Anahtar boynunuzda, altın da kasanızda!
hf
ALLAH
RASÛLÜ A.S’IN BİZE HİBESİ,
SIRLAR
SARAYININ ANAHTARI DEĞİL;
MAYMUNCUĞUDUR!
Burada şunu da fark edelim ki...
Yaradılış noktasında başlayarak, tüm
birimlerin oluşumunda, aynı mertebeler ve boyutlar mevcuttur. Varlık katmanlar
şeklinde tüm yaratılmışlarda mevcuttur. Bunu târif için ister dinî mecazları
kullanın ister bilimsel deyimler, sonuç hep aynı gerçeği vurgular. Birinde
mevcut olan boyut, hepsinde aynı şekilde mevcuttur. Fark, açığa çıkanların
farklarıdır.
Öyle ise bu da bize şunu fark ettirir
ki...
“Zerre küllün aynasıdır”
işareti ile, Allah Rasûlü aleyhisselâmın bize hibesi, sırlar sarayının
anahtarı değil, maymuncuğudur!. Öyle bir maymuncuk ki; sadece dış kapıyı açan
anahtar değil; ehli elindeyse, tüm hazine odalarının kapısını açan bir
maymuncuktur!.
hf
MEVCÛDATIN ÖZÜNDE
SAKLI OLAN
SIR
Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece "ilim"
kelimesiyle Hazreti Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim"
hep "Hakikat ilmi”dir ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI
bildiren ilimdir.
hf
"HİLÂFET
SIRRI"
İnsan türüne göre gayb başkadır; cin
türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır!..
Yani, sadece insana "göre"
gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik
değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf"
yani "göresel gayb" derler..
Ayrıca, "B"ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı
bir şekilde anlarsak...
Onlar, gayblarında bulunan
"hilâfet" sırrını oluşturan "Allah" isimlerinin işaret
ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı Mutlak" olduğuna; bunun asla ve
kesinlikle kapsanamayacağına ve kavranamayacağına iman ederler...
hf
ASLI (“
HAKİKAT"İ), “HÛ”….
NESLİ DE,
"HÛ"!
VARLIK
ÂLEMİ İLE
“ÖZ”Ü(“HAKİKAT”İ)
ARASINDAKİ BOYUTSALLIKTA
İŞLEYEN BİR SİSTEM(“DİN”) VAR
Aslı
Hû, nesli Hû; derler bilirsiniz...
Aslı elbette ki önemlidir insanın...
Aslı önemlidir mahlûkatın... Aslı önemlidir varlık âleminin... Buna Hakikati
de denilir...
Denilir
de..
Bir de
işin faslı vardır!.
İşin
Hakikati yani aslı önemlidir!. Niye?
Eğer İşin aslını öğrenmemişsen, o
takdirde dışarıda, dışında, ötende bir tanrı düşünür; Hz. Muhammed’in
bildirdiği “Din”in özünden mahrum kalmış olursun.
Zira, “Din”in
bildirilmesindeki iki ana amaçtan birincisi ötende bir tanrı olmadığını idrak
etmen suretiyle “Allah’a iman etmen”dir. Ki bu, işin aslı ile
alâkalıdır... Birde ikinci şıkkı vardır ki bu işin o da, tâbiri câizse faslı
ile ilgilidir.
“Din” olan İslâm, bir sistemi
açıklamaktadır; bunu anlayamayan tek yönlü
ilâhiyatçılar inkâr etseler bile...
Bir kısım ilâhiyatçılar ve “Din”i
yüzeysel ele alan şekilci zekâ sahipleri, “Din” dendiğinde, sistemli
düşünceden ve çağdaş bilimlerin getirdiği evrensel bilimlerden (Quantum fiziği,
holografik gerçeklik gibi) mahrum oldukları için, konuyu, ezberci ve taklitçi
bir biçimde ele alıp, gökte oturan tanrının, kendisinin alt katındaki
melekler aracılığıyla yeryüzündeki postacı hükmünde peygamberine yolladığı
fermanlar bütünü olarak anlamaktadırlar. Cinler de bilmem kaç kilometre yukarı
fırlayıp(!) gökteki(!) meleklerden bilgi kapıp sonra yeryüzündeki medyumlarına
haber taşımaktadır(!).
Bunlar
gerçekte, çağlar gerisinden kopup gelen maddeci
Müslümanlık ekolünün günümüzdeki sözcüleridir bilim adamı olmanın çok ötesinde!.
Etiketleri ne olursa olsun, sistemli düşünme yeteneği olmayan dinciler
olmaktadırlar.
Ötede
gökte tanrı, alt katında buyrukları ileten melekler, yeryüzünde peygamber
postacılar!... Buyrukları yerine getirenler mükâfaat olarak cennete sokulacak,
buyruklara karşı gelen âsiler de kollarından tutulup ateşli kuyulara atılacaklar ceza olarak!.
Bunların ne “Allah” adıyla
işaret edilenden haberleri vardır, ne “melek” ismiyle işaret edilen
boyutun ne olduğundan, ne İslâm’da peygamberlik kavramının var
olmayıp, bunun gerçeği olan “risâlet” ve “nübüvvet” kavramlarının
düşündüklerinden çok farklı şeyler olduğundan, ne de “İslâm Din”inin
insanlara niçin ve hangi amaçla tebliğ edilmiş olduğundan haberleri vardır.
hf
“İNSAN”,
MUTLAK
BİR ŞUUR TARAFINDAN
“SÜNNETULLAH”
(“SİSTEM-“DİN) GEREĞİNCE
YARATILMIŞTIR
Bir insanın yaradılışını düşünün…
Şu elimize bakalım ..Parmağımıza bakalım... Parmakta
tırnak diye birşey var...
Bu tırnak denen yapı olmasaydı bu parmağın ucunda, biz
sert bir nesneyi tutamazdık...Et yumuşak olduğu için kayar giderdi.. Şu
tırnağın varoluşu dahi, bu insanın MUTLAK BİR ŞUUR tarafından, şuurlu
bir varlık tarafından yaratıldığını gösteriyor.
Siz bir bilgisayaraın kendi kendine varolduğunu düşünebilir
misiniz?!
Hayır!
Bir bilgisayar kendi başına olamıyorsa, milyonlarla bilgisayarın
erişemediği kapasiteye sahip olan bir insanın kendi başına olduğunu düşünmek,
tek kelimeyle, abesle iştigaldir !
Öyleyse bu kadar muazzam bir varlığı bir insanı yaratan ve bu
insanın, milyarlarla insanın içinde varolduğu Dünyayı ve sayısız Kâinatları
yaratan bir MUTLAK VARLIĞIN rastgele abes bir şey yarattığını düşünebilir
misiniz?
Elbette ki Hayır!
O zaman, biz o varlığın yaratmış olduğu bu Kâinatı, bu
nizamı, bu düzeni bu sistemi okumaya çalışırsak O’nun yarattığı bu Sistem
ve Düzeni anlatan DİN’i anlamış oluruz. Çünkü Din, Allah'ın yaratmış olduğu
Sistem ve Düzendir!.
Kurân’da "SÜNNETULLAH" der. "Sünnetullah’ta
asla değişiklik olmaz!" der.
“Sünnetullah”, Allah’ın yaratmış olduğu Sistem ve Düzendir!
"Sünnet", her ne kadar "âdet" kelimesiyle
çevrilmişse de; bugünkü ifadede Sünnet, "SİSTEM"dir!
"Allah'ın yaratmış olduğu Sistem'de asla değişiklik olmaz!” olayı geçerlidir.
Zaten "Doğa Kanunları" denilen şey de "Allah'ın
yaratmış olduğu bu Sistem ve Düzen"dir!
Gerçek din eğitimi demek, Allah'ın yaratmış
olduğu bu Sistem ve Düzeni okuma eğitimi demektir!
hf
“BEL SUYU”
(SPERMİN
DÜNYASI)
Esasen genetik
olarak bu programla yüklenmiş olan cenin ana rahminde 120 günde özünden boyutsal
bir şekilde kendisinde açığa çıkan meleki
etkiyle “ruh” adı verilen ve beyin tarafından üretilen dalgalarından oluşan “ölümötesi boyut
bedeni”ni ruhu üretmeye başlar. Ve ona
yani ruha tüm zihinsel fonksiyonlarının
hasılası dalgalar şeklinde yüklenir.
Yani başka bir yerden gelip bedene giren bilinçli bir ruh olayı kesinlikle
geçerli değildir. dünyadan öncesi
yaşamda bir yerlerdeki ruhlar âlemine dayanak gösterilen âyetidikkatle
düşünürsek burada “Ademoğullarının
belleri”nden söz edildiğini fark ederiz. “BEL” olayı ruh boyutuna değil içinde yeraldığımız dünya
boyutuna ait bir şeydir .
“Belsuyu” menidir; “spermin
dünyası”dır.
Bu çok büyük yanlış anlamının temelinde “EZEL” kelimesinin boyutsallık ifade eden mânâda aşılmayı
sanki mekâsal-tarihsel-zamansal bir
şekilde değerlendirilmesi yatmaktadır.
Şimdi bir dakika burada duralım…
Gerek “Ezel” kelimesi gerek “Allah” kelimesi Kur’ân’da iki anlamda kullanılmaktadır, diğer isimler
gibi..
1- Evrensel boyut
itibariyle
2- Birimsel boyut
itibariyle …
Evren, “Nokta”dan
varolmuştur.
Evre niçre Evrenlerdeki birimler dahi kendi “Nokta”larından
varolmuştur.
İşte biz bunu
bir koni iolarak, “Nokta’dan açılan
koni” olarak izah ediyoruz.. Ve
O koninin en üstü de görünüşü itibariyle “B” dir diyoruz…
Burada dikkat edeceğimiz nokta şurası;
İnsanın varlığından,
birimsel noktasından açığa çıkan “İsimler” sözkonusu…
Yani Evrenin ezeli
vardır… Birimin ezeli vardır…
Evrende ”Rahman”
sözkonusudur… birimde “Rahman” sözkonusudur.
Bunu, okuduğumuz âyette bahsi geçen konuya göre
değerlendiriceğiz;
“Birim”den sözediyorsa “birimin
ezelinden” diye olayı anlayacağız…
Eğer “Allah”
kelimesi geçiyorsa “Allah”
kelimesini “Birimin Hakikati”ni-“Nokta’yı
meydana getiren noktayı meydana getiren varlık” olarak
algılayacağız; evrensel anlamda değil… Ama evrensel anlamı anlatan âyetlerde de bunu evrensel olarak
değerlendireceğiz.
hf
“DNA”
(“ALÂK”)
KAN
PIHTISI DERİNLİĞİNDEKİ “GEN”LER
(“DNA”LAR)
" Allah, insanı
İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz menideki sperm
halinde iken babasının geninden İslâm fıtratının programını almış olarak dünyaya
gelir; daha sonraki aşamalardan da geçerek..
"Onların
bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi kişiye genetik olarak intikal eden
İslâm fıtratının billgisinin sperm halindeki varlığına işaret eder ve bunu
vurgular.
Yani “sperm
halindeyken insan, genetik olarak bellerinden zürriyet alındığında” yani,
fıtrat olarak “Rabbini bilme yetisi”ne
sahip kılınmıştır ; böyle bir özellik ona verilmiştir.
“Bel” kelimesinin nerelerde ne anlama
kullanıldığını bir araştırın isterseniz..
Esasen bu konu insanın yaradılışı ile ilgili “İKRA” sûresindeki anlatım ile de çok
ilgilidir. O sûrede insanın yaradılışı ve programlanışı tarif edilmektedir.
"İKRA"
"OKU" ..
kağıttan kalemden değil; “sistemini oku”... olayı oku.
"Bismi
rabbikelleeziy halak"
"seni yaratan,
vareden rabbinin sende açığa çıkarttığı güzellikleri…" ..
İşte “kan pıhtısı
derinliğindeki genler”, yani "DNA”
lardır burada "alâk"tan
işaret esas.
O gün için bilinen
en fazla “alâk” olduğu için “alâk”
denmiştir ama esas buradaki olay “DNA”
lara işarettir.
hf
KUANTSAL UZAYDAN
IŞIK HIZIYLA MADDE BOYUTUMUZA
“ANLAM” YOLCULARI TAŞIYAN UZAY GEMİLERİ…
“-Biz her şeyi çift yarattık; umulur ki tezekkür
edersiniz!” (Zâriyat-49)
“-Bütün çiftleri yaratan, gemi ve hayvanlarınızı yaratan…” (Zuhruf 12)
“-Subhandır O ki, hepsini
çiftler hâlinde yarattı; yerin
bitirdiklerinden, nefislerinden, ve bilmediklerinden!” (Yasin-36)
“-Onları ve
zürriyetlerini dolu gemilerde
taşıyoruz!” (Yâsin 41)
1970 yılında yazdığım “RUH İNSAN CİN” isimli kitap ile 1995
yılında kaleme aldığım “TEK’İN SEYRİ”
kitapta Kuantum fiziğinden evrenin holografik yapısından
söz etmiştim bir miktar…
Kurân’ın, bu konulara nasıl işaret ettiğini
elimden geldiği kadarıyla anlatmaya çalışmıştım özellikle “TEK’İN SEYRİ”nde…
Algıladığımız madde boyutunun ve her “şey”in orijini ve hakikati, aslı
olan Kuantsal boyutta-evrende, her parçacık ÇİFT olarak vardır.
Şimdi önce şunu hatırlayalım…
“Allah”
kelimesi bir “isim” kelimesidir ve
bir işaret kelimesidir.
“Atan
Allah’tı” âyetinde olduğu gibi, her şey, aynı orijin ve hakikatten
meydana geldiği için, madde, et-kemik kol boyutunda olay bu kelimeye
bağlanmakta olduğu gibi; “nokta”
diye tarif edilen Kuantsal boyutuyla TEKİL
bir yapı olan evren de elbette “Allah”
kelimesiyle işaret edilene bağlanır.
Ancak ne var ki, gene “ALLAH” ismi ile işaret edilenin, yaratmış olduğu
her “şey”den münezzeh-beri olduğu da
başka bir gerçektir.
Yani…
Kuantsal boyut olan, “RUH” ya da “Ruh-u Â’zâm” ismiyle tasavvufta işaret edilen mertebe, tüm
algıladığımız ya da algılayamadığımız her şeyin hakikati olan TEKİL bir yapıdır; ve “Vitriyet” mertebesidir; ki,
bundaki bilinç “her an yeni bir
şan'dadır”; kuantların her anki değişkenliği dolayısıyla!.
Tüm Kuantlar bir çift hâlinde ve
algılayana göre foton ya da dalga biçiminde yaşamlarına devam etmektedirler…
Her an birbirleriyle iletişim halindedirler biri galaksinin öbür ucunda olsa
bile!
Kuantsal evrenin kuantları, bizim
algıladığımız hayvan boyut(bedensel boyut)un genleri gibidir!.
“GEN”ler, Kurân’da, “gemi” olarak
sembolize edilmiştir!. Çeşitli anlamları Kuantsal boyuttan madde boyutuna “taşıyıcı” olarak “gemi”! Öyle “Uzay gemi”leridir bunlar ki; “kuantsal
uzay”dan ışık hızıyla madde boyutumuza “anlam” yolcularını taşır!.
hf
“GEN”LERDEN
MADDE BEDENLERİNİZİ
(HAYVANLARINIZI-BİNEKLERİNİZİ)
YARATMIŞTIR
Çiftler hâlindeki “gen”lerden, hayvanlarınızı-bineklerinizi yani madde
bedenlerinizi yaratmıştır. Kromozomlar da hücre stoplazması içinde taşıdıklarıyla yüzmektedir “gemi” olarak!.
hf
“GEN”LERİNİZİN ESERİ OLAN BİLİNÇ DALGALARINIZDAN
KİŞİSEL RUHLARINIZI
(EBEDİYET BİNEKLERİNİZİ)
YARATMIŞTIR
Nefislerinizden, yani varlığınızı
oluşturan genlerinizin –çiftlerin- eseri olan bilinç dalgalarınızdan da, gene
çiftler hâlinde kişisel ruhlarınızı yani ebediyet bineklerinizi yaratmaktadır…
Ve daha bilmediklerinizi..
hf
“DNA”LARIN
YARISI
BABADAN
GELECEK İLK HÜCREYİ PROGRAMLAR
Arapça "alâk"
kelimesiyle işaret edilen genetik yapıdaki DNA ların yarısı babadan gelecek
ilk hücreyi programlamaktadır.
hf
“MİTOKONDRİYAL
DNA”
SADECE
ANNEDEN ALINAN GENETİK BİLGİYİ İÇERİR
Hücrelerimizin
büyük bir bölümünde bulunan mitokondriyallerdeki DNA çok ilginç bir özelliğe
sahiptir. Çünkü taşıdığı bilginin
yarısını anneden, kalan yarısını ise babadan alan çekirdek DNA sından farklı
olarak “mitokondriyal DNA” sadece
anneden alınan genetik bilgiyi içerir.
Bu nedenle kadın olsun erkek olsun anne tarafından akraba
olan herkesin kuşaklar boyu mitokondriyal DNA özellikleri birbirinin aynıdır.
bakın.. "Çocuk
annedendir" şeklindeki Rasûlullah uyarısını burada hatırlayalım… Neyi
anlatmak istemiş acaba?..
hf
"İNANÇ GENİ"
GENLER,
BEYNİN BİOKİMYASINI ETKİLEMEKTE;
İNANÇ-DUYGU VE DÜŞÜNCELERİ DE
YÖNLENDİRMEKTEDİR
Genler din adamlarına soruluyor,
Moleküler biyolog profesörler Hadisler hakkında değerlendirme yapıyor!.
Bilgi ezberleyip bunu tekrar edenler
âlim oluyor!!!
İşte böyle bir karmaşa içinde Amerika
da Time Mecmuası Dean Hamer’i kapak yaparak “God Gene” adlı kitabından
alıntılar yaptı ve bu alıntılar Türkiye ye “İnanç geni” olarak
nakledildi.
İnanç geni var mı yok mu konusu
mahalle kahvehanelerinde tartışılmaya, buralarda Dean’a eleştiriler yapılmaya
başlandı.
Din adamları ikiye ayrıldı. Böyle bir
gen olabilir diyenler ve böyle bir şey olamaz, diyenler.
Önce Dr. Hamer ne diyor anladığımız
kadarıyla ona bakalım:
"İnsanda
VMAT2 adıyla bilinen bir genin belli bir noktasındaki nükleik asit dizilimi
cytosine veya adenin yönünden zenginlik göstermekte ve buna bağlı olarak da
beyin kimyasallarından monoaminin sentezi az veya çok olmaktadır. Sözkonusu
maddenin üretimi sonucunda kişide spritüel düşünceler artar. Bu üretimin
fazlalığı kişide mistik görüşlerin artmasına, kişinin kendisini evrenle
bütünleştirmesine tasavvufi duygulara yönelmesine vesile olur."
Yani, Dr. Hamer bu gen insanı inançlı veya inançsız yapar,
demiyor.
Önce bu hususu fark etmek lazım!.
Konu yanlış intikal edince yorumlar da hâliyle bu intikal eden şekle göre
yapıldığı için çok farklı sonuçlara gidiliyor.
Dr Hamer özellikle ikiz çiftler
üzerinde araştırma yapıyor ve bu genin aktif olduğu ikizlerin teklerinde
spritüel yaklaşımların çok yüksek olduğunu söylüyor.
Bizler yapılan yayınları takip ederek
onları mevcut veri tabanımızdaki bilgilerle karşılaştırarak konunun Din ile
bağlantısını anlamaya çalışan kişileriz. Önce bunu kabul edelim.
Sonra da buradaki esas önemli noktayı
vurgulayalım.
Adı veya işlevi ne olursa olsun tüm
tıp ehlinin bildiği gibi sayısı 20-30 bin civarında olduğu kabul edilen genler
beynin biokimyasını etkilemekte ve bunun sonucu olarak da bizim duygu ve
düşüncelerimiz yönlenmektedir. Psikiyatri ilmi dahi bu faaliyetin
incelenmesidir.
Dr Hamer bu konuda şunu demektedir:
“her düşünce ve duygumuz
beyindeki bir aktivite sonucudur. Biz doğal yasalara tâbiyiz. Bir torba
içindeki kimyasal reaksiyonlarız.”
Şimdi olayın esas önemli yanına
gelelim.
Biz ya Gökte bir gezegende oturup
oradan sihirli değnekle dünyayı ve insanları yaratıp onların içine bir şeyler
yollayan sonra da kendi hallerine bırakan ve onları sınayan bir tanrıya
inanacağız...
Ya da Hz. Muhammed A.S.ın “Allah”
ismiyle bize bildirdiğinin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.
Burada
ana sorun Tanrı kavramı ile Kurân’ın vurguladığı “Allah” adıyla işaret edilen
arasındaki farkın anlaşılamamasıdır.
Tanrı hemen hemen çoğunluğun
kafasında tahayyül edilen bir hayâldir..
“Allah” ise zâtı itibariyle tefekkür
edilmesi mümkün olmayan; Hz. Ebu bekr’e göre, idrak
edilemeyeceğinin idrak edilebileceği bir Zât’tır!
Mekân
kavramından münezzeh olan varlığa, insanın dışına yönelerek ulaşması muhaldir!.
Bu sebepledir ki “Allah”
adıyla işaret edilene her insan ancak kendi özüne yönelerek yakîn elde
edebilir. İşte bu yol batıda spritüel veya mistik kavramlarıyla, İslam’da
tasavvuf olarak değerlendirilmiştir. Kişinin kendi hakikatini sorgulaması
araştırması ve evrensel hakikatle bütünleşmeye çalışması...
İşte bütün değerli tasavvuf ehli
“Allah” adıyla işaret edilene bu yoldan yani kendi derûnlarından, nefsine ârif
olarak yakîn elde etmişlerdir.
hf
GENETİK HAFIZA
Ruhu olanın hafızası vardır; fakat her hafızası olanın ruhu yoktur...
Yani ölümötesi yaşamını sağlayacak olan beyin üretimi kişilik ruhu, demek istiyorum...
Unutmayın ki, genetik hafıza başka şeydir; ruh hafızası başka şeydir.
(Soru: Hafızası olup ta ruhu olmayan hangi varlıklardır? Teşekkürler .)
Hayvanlar ve diğer canlılar...
hf
AHSEN-İ TAKVİM
(EN ŞEREFLİ VARLIK)
İnsanın "ahsen-i takvîm" yani en mükemmel yapıda oluşundan mânâ,
onun, bütün ilâhî isimlerin mânâsını izhar edebilecek kâbiliyet ve istidatta
halkolmasıdır.
Bu yüzden insan, Allah'ın ilim ve iradesi istikametinde her kemâlâtı izhar
edebilecek şekilde hazırlanmıştır.
hf
KİŞİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİNİ
GENLERDEKİ BİLGİLER MEYDANA GETİRİR
Evet, terkipten gelen mânâların
kişide hissedilir hâle gelmesi, belirli ana duyguları meydana getirir. Meselâ
hoşlanma, kızma, üzülme, sahip çıkma ve bu gibi. Duygular ise, şartlanmaları
istikametinde ortaya çıkıyor, o anda aldığı tesirlerin, kozmik tesirlerin gücü
oranında.
Kişiliğin temel özelliklerini, genlerindeki bilgiler meydana getirir..
hf
GENETİK
VERİLER
TEMEL BİLİNÇALTINI OLUŞTURAN VERİLERDENDİR
Alt bilinç adını verdiğimiz, “bilinçaltı” da denilen, fikir
üreten ve duyguları oluşturan veri
tabanımızın kaynakları birkaçtır;
-Genetik
yoldan bize intikal eden sevgi, korku, kıskançlık, doğal savunma güdüsü vs.
gibi bizden öncekilerin bize gönderdiği veriler.
-Doğum
anından itibaren çevrenin beyin dalgalarının beynimizde yaptığı açılımlar.
-İçinde
yaşadığımız toplumun bizi şartlandırmaları.
-Okuduklarımız,
seyrettiklerimiz ve iletişimde olduklarımızdan bize yansıyan ve alıp
kabullendiğimiz değerler.
Ana
hatları ile işte bunlar bizim beynimizin veri tabanını oluşturmakta.
Yaşamımızın
çok önemli bir kısmı genellikle, alt bilinç yönetiminde geçip gidiyor.
Dünyanın
neresinde, hangi toplum içinde varolursa olsun, tüm insanlar bu temel alt
bilinç yapı ile varolurlar.
hf
GENETİK VERİLER,
TOHUMDUR.
Genetik veriler, tohum; tohumun gelişmesini
ve özelliklerinin ortaya çıkış biçimini sağlayan toprak, gübre, su, nem gibi
faktörler de "astrolojik
programlama" gibidir.
hf
GENETİK ÖZELLİKLERİN ÇIKIŞINA YOL VEREN İSE,
MELEKİ ETKİLERİDİR
İnsan organlarının tümünün çalışması dahi dinsel tâbirle melekî
tesirledir... Meselâ, “düşünme melekesi” der eskiler... Düşünme dahi
melekî boyuta dair bir olaydır... Eğer bir kitabımda "MELEK"ler
ile ilgili olarak yazdığım bölümü okursanız, Melek kelimesinin kapsamına giren,
atomüstü boyutun tüm birimlerinin gerçekte “melek” diye anlatılmak istenen “boyut varlıkları” olduğunu
farkedeceksiniz...
Dolayısıyla genetik yapının dahi bir melekî kökenli yapı olduğunu
değerlendireceksiniz...
Burada bütün mesele, “melek” kavramını en kapsamlı biçimiyle
algılamaktır sanırım...
hf
(Soru: Gen'ler, bir anlamda Levhi Mahfuz'un zâhire çıkışı olur mu?..
Şayet böyle ise astrolojik tesirlerin altındaki melekî fonksiyonların esprisi
ne olmaktadır?..)
Genetik özelliklerin açığa çıkmasına yol veren, melekî etkilerdir...
hf
MELEKLER
GENETİK DİZİNLERİ
ETKİLEYEREK
HÜKÜMLERİNİ
UYGULARLAR
İşte, Azrail isimli melek de,
yaydığı dalgalar ile, beyinlerdeki bir tür kontağı etkilemekte ve "ölüm"
denilen beynin durmasını oluşturmaktadır.
Azrail gibi diğer bütün melekler dahi
yaymış oldukları dalga yayınlar ile beyinleri veya daha derinlemesine
söyleyelim genetik dizinleri ve hattâ "ruh" dediğimiz "dalga
bedenlerin beyinlerini" etkileyerek hükümlerini uygularlar.
hf
ASTROLOJİK ETKİLER
GENETİK YAPIYI ETKİLEYEREK
KROMOZOMLARIN ERKEK-DİŞİ SEÇİMİNİ YÖNLENDİRİR
Sanırım biyolojik beden için değil de ruha dönük düşünülmesi gereken bir
olay bu..
Dişi-erkek kavramı beyinde oluşur ve ruha yansır bilgi-kabul yüklemesi
olarak…
Gelen astrolojik etkiler o anda genetik yapıyı etkileyerek kromozomların
erkek-dişi seçimini yönlendirir. Bu beyindeki oluşum aynen ruha yansır ve ruhta
da beyinle birlikte bu bilinç oluşur.
hf
GENETİK
KARTIMIZDA YAZILI VERİLER
TAKIMYILDIZLARDAN
GELEN IŞINIMLARIN
BEYNİMİZDE
OLUŞTURDUĞU AÇILIMLARLA
ORTAYA
ÇIKAR
Beyin
hücrelerimizin her biri, belirli anlamlar ihtiva eden belirli frekanslarla
programlanarak yeni düşünsel anlamlara sahip olur; ya da genetik yoldan gelen
verilerin ortaya çıkışına yolverir.
hf
Bileşimimizde
mevcut olan mânâlar, genetik kartımızdaki yazılı veriler, özellikler;
beynimizin oluşum sürecinde, çeşitli takım yıldızlardan gelen kozmik
ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya çıkmıştır!.
Böylece
oluşan beynimiz, yâni terkipsel yapımız, daha sonra çeşitli takım yıldızlardan
gelen ışınların yönlendirmesiyle belli kararlar, duygular, düşünceler
oluşturur.
Bu nokta, kişi ile ilâhi yapı
arasındaki farkın farkedilmesi noktasıdır.
İlâhi
yapıda renksiz ve sınırsız olan mânâlar, terkibi yapıda ortaya çıktığı zaman, “yaradılış” denen mânâları meydana
getirir.
hf
BEYİNDEKİ GENETİK
DİZİN,
BURÇLARDAN GELEN
KOZMİK IŞINIMLARIN
GÜNEŞTEN
YANSIMASIYLA
GENLERDE BİR
MUTASYON OLUŞTURUR
Rabbime şükürden âciz olduğumu, herkesin huzurunda bir kere daha itiraf
ediyorum!.
1985 yılında açıklayıp, 1986 yılında “İNSAN ve SIRLARI” isimli
kitabımda, Dünyada ilk defa olarak yazdığım, “insan beyninin çeşitli
burçlardan ve güneş sistemimizdeki planetlerden gelen kozmik ışınlarla
programlandığı” konusu, nihâyet bilim dünyası tarafından ispatlandı!.
Evet, yukarıda eli kalemli bir tanrı, beyinleri eline alıp, KADER
yazmıyor kıvrımlar üzerine!…
“Gökte tanrı var” kavramından kurtulamayanların; İSLÂM
DİNİ’NDE anlatılan SİSTEMİ OKUYABİLMELERİ imkânsız!.
Onlar belki, mukallit Müslümanlar olarak yürümeye mahkûmlar…
14 sene evvel açıklayıp yazdıklarımı, ilim dünyası nasıl tasdik etmeye
başlıyor, görelim:
ENGİN ARDIÇ yazıyor 11 Nisan 1999 Pazar günkü STAR
Gazetesinde:
“…Elektronik mühendisi ve yazar Maurice Cotterell, dünyanın çevresini
atmosfer gibi saran radyasyon kuşaklarını incelerken pirelenmiş... 1957 yılında
NASA'da çalışan bilim adamı James Van Allen tarafından keşfedilen ve onun
adıyla anılan bu kuşakların, güneşten gelen radyasyonu süzdüğünü ve dünyaya
gönderdiğini, güneşin yıl boyunca 12 çeşit ışın gönderdiğini ve bunların da 12
çeşit çekim alanı yarattığını görmüş. (Bu manyetik alanları keşfeden de
Profesör Iain Nicolson.)
12... Cotterell'in zihninde ampul yanmış: Yahu, burçlar da toplam 12
adet değil mi? 12 aya 12 burç, 12 ayrı manyetik alan! Bunda bir iş var!
Aramış taramış, eline Oakland Üniversitesi'nden Profesör A.Lieboff'un
bir incelemesi geçmiş. Profesör Lieboff, tüp bebekler üzerinde yaptığı bir
araştırmada, laboratuarındaki ışık düzenlemesinin, tüplerde büyümekte olan
ceninlerin hücrelerini etkilediğini söyleyerek ilgilileri uyarıyormuş...
Maurice Cotterell, bu verilerden yola çıkarak, 12 ayrı çeşit güneş
ışınımının cenin kromozomlarında 12 ayrı çeşit mutasyona yol açtığını (cenin
ister tüpte ister ana rahminde olsun), bunun sonucu da ortaya 12 ayrı çeşit
insan tipi çıktığını söylüyor.
Aha size burçlar!
Verileri bilgisayara yüklemiş. Belli ışınımların dalga boyları ve buna
'tekâbül eden' güneş lekeleriyle insanların belli davranış biçimleri ve doğum
tarihleri arasında 'korelasyon' aramış. Bilgisayar buluşu doğrulamış. Güneşteki
lekelerin (yâni radyasyon patlamalarının) belli bir şekil aldığı dönemde
giriştiyse ananız babanız sizi yapma işlemine, belli bir karaktere sahip
oluyorsunuz…. “
İşte böyle!…
Bu gelişme, bu ilmin saklı olduğu şatonun, kapısının aralanması!…
Kapı önümüzdeki yıllarda daha da açılacak ve içeri girildiğinde, bu
konuda da, yazdıklarımızın tümünün doğruluğu tasdik edilecek!… “Ahmed Hulûsi
bunu çok yıllar önce yazmıştı!” denecek…
Şu an için önemli olan, beyindeki genetik dizinin, burçlardan gelen
kozmik ışınımların güneşten yansımasıyla, genlerde bir tür mutasyon
oluşturduğunun tesbit edilmiş olması!…
Daha sonraki aşamalarda, olayın bu kadarla kalmadığı; Güneş’le beraber,
Güneş sistemindeki tüm planetlerin de bu yansıtmada görev aldığı fark ve tesbit
edilecek…
Ayrıca, olayın, yalnızca sperm-yumurta bileşmesi anında değil; 120.
Günde; doğum gününde ve dünyaya çıkış dakikasında da çeşitli programlamalara
yol açtığı anlaşılacak…
ER, YA DA GEÇ!…
hf
KOZMİK IŞINLAR
BEYİN HÜCRE GENETİĞİNDE “DNA”
VE “RNA” DİZİNLERİNİ ETKİLEYEREK
GENETİK PROGRAMLAMALARA YOL AÇARLAR
Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli "ALLAH"
isimlerinin mânâlarını havi "BURÇLAR"ın, yani günümüz
deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik
ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir!.
Semâdan, yıldızlardan gelen ve "ALLAH" isimlerinin
çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir
biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini
etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol
açmaktadır..
İşte bu sebepledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin
"OKU"muşlarından olan Muhyiddin A'rabi, "Fütuhat'ı
Mekkiye" isimli eserinde;
"Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve
edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN İNEN TESIRLERLE meydana gelir."
demiştir!.
Ve işte bu sebepledir ki, "EMİR", yani "HÜKÜM",
yani, o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir,
denmiştir...
hf
İNSANLARI BİRBİRİNDEN AYIRAN ÖZELLİK
FARKLI “BİLGİ GENETİĞİ”NE SAHİP OLMALARIDIR
Şuur ya da yeni ifade şekliyle
bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.
Melek ve cin sınıfında âfâka yani
dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme
istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.
İnsanların hepsinin, temel yapıları,
itibariyle sahip oldukları bir kemâlat vardır ki o da beyinleridir. Esasen
beyin kâbiliyeti olarak bütün insanlar, bütün özellikleri ortaya çıkartabilecek
özelliklere sahiptirler...
Ancak, her biri değişik kozmik
tesirlere ya da orijinal ifadesiyle melekî programlamaya mâruz kaldıkları için;
ve de farklı bilgi genetiğine sahip
oldukları için birbirlerinden ayrılırlar. Ama buna rağmen, neticede hepsi de
belirli ilâhî isimler bileşimidirler.
hf
GENETİK KAYITLAR
ANCAK KENDİ ÖZELLİKLERİNİ
ORTAYA ÇIKARABİLECEK KÂBİLİYETTE
BİR DEVRENİN AÇILMASI İLE O BEYİNDEN AÇIĞA ÇIKAR
Beyin, yapısı ve terkibi itibariyle zerrelerden oluşmuştur. Yani
hücrelerden, hücrelerin özüne inersek moleküllerden, atomlardan.
Buna işaret babında da "zerre" tâbiri kullanılıyor, en
küçük nesne mânâsına. Düşünülebilen en küçük nesne manâsına.
Her zerrenin, zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve efâliyle Hakk’tan gayri
bir şey olmaması hasebiyle, "beyin"
ismi altında da, zâtıyla sıfatıyla, esmâsı ve efâliyle Hakk’tan gayri bir şey
mevcut değildir. Çeşitli ilâhi
isimlerin mânâlarına karşılık olan beyin devrelerinin açılışı ve faaliyete
geçirilişi, ancak beynin ilk oluşum devresi için sözkonusu.
Az önce dedik ki, taş, yıldız, hayvan gibi isimlerin ardında, Hakk'ın
varlığından başka bir şey mevcut değildir!.. Bir yıldız ya da takımyıldız, burç
dediğimiz sistemler dahi belirli mânâları ihtiva eden yoğunlaşmış kitleler.
Böyle olunca, belirli bir mânâyı hâvi olan kitlelerin yaydığı radyasyon,
oluşması devresinde beyinde, kendi yapısına uygun mânâların ortaya çıkmasına
sebep olmaktadır. Bu radyasyonlar beyne ulaştığı zaman, kendi anlamı türünden
bir çalışma tarzını beyinde meydana getirir. Ve beyinde oluşturduğu mânânın
neticesini de biz fiil ya da düşünce şeklinde o birimde müşahede ederiz!..
Evet, beyin temel yapısı itibariyle, aslının, yani varlığının
"Hak" oluşu itibariyle, kendisindeki 99 ismin manâsını ortaya
çıkarmaya istidatlıdır. Bu 99 ismin manâlarının değişik şiddetlerde ve değişik
tertipler halinde ortaya çıkışı birimler arası farkları doğurmaktadır. Bu arada
kişiden beş-on, ya da kırk beş ismin ortaya çıkışı gibi anlatımlar, izah
sadedinde ve teşbih yolludur.
Esas mânâda her beyinde bu 99 ismin mânâsı ortaya çıkmaktadır. Ancak bu
ortaya çıkış değişik kuvvetlerde ve belirli bir terkip halinde oluştuğu için,
sayısız farklılıkta insan meydana geliyor.
Bütün bunlar da bahsettiğimiz radyasyonların beyinde meydana getirdiği
tesirler ile ve o kişide soyu yolundan oluşan genler vasıtasıyla meydana
gelmede.
Bir an genler hususuna işaret edelim. Ana - babadan intikal eden genler,
ana - baba ve daha önceki cedlerden alınan tüm kayıtları beyne ulaştırırken; bu
kayıtlar, ancak kendi özelliklerini ortaya çıkarabilecek kâbiliyette bir
devrenin açılması hâlinde o beyinden dışa vuruyor!..
Açmaya çalışalım bir misâlle.
Ana Koç burcundan bir kafaya, baba Kova burcundan bir kafa yapısına
sahip ise, çocuk kafa olarak Kova ise baba özelliklerini, Koç ise ana
özelliklerini düşünce planında ortaya koyar. Ya da çocuk diyelim ki bir Oğlak
ise, bu defa dede veya nine Oğlağın özelliklerinin, görülmesine vesile olur ki,
bu yüzden nineye çekmiş denilir. Ya da halaya çekmiş denilir.
İşte bu durum, genlerle intikal eden
bilgilerden çocuğun ancak kendi açılışı istikametinde yararlanabileceğini
göstermektedir.
hf
GENLER KANALIYLA GELEN BİLGİLER,
BEYİN BURÇLARDAN UYGUN AÇILIM ALMAMIŞSA
ONLARI KAPALI OLARAK MUHAFAZA EDER
VE SONRAKİLERE DEVREDER
Genetik (irsiyet) diye bir olay var…
Genlerin ne olduğunu biliyoruz. Bu yolla gelen ana bilgilerin kişideki rolü
nedir?..
Genler kanalıyla gelen tüm bilgiler, şayet o kişinin beyninde
kendilerini gösterebilecekleri uygun açıklıklar bulabilirlerse ortaya çıkarlar. Yok
hf
CENİN
GENETİK
OLARAK ANA PROGRAMLA YÜKLÜDÜR
Esasen, genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin özünden
gelen bir melekî etki ile “ruh” adı verilen, “mikrodalga” diyebileceğimiz
“ölümötesi bedeni”ni üretmeğe ve tüm zihinsel fonksiyonlarını bu bedene
yüklemeğe başlar.
Biyolojik beden ölüm olayıyla kullanılmaz hâle gelince de artık
ruh bedenle berzah âleminde kıyâmete kadar yaşar.. Yeniden bedenlenerek dünyaya
geri gelme, tenasuh=reenkarnasyon kesinlikle sözkonusu olmaksızın.
Zaten farkedileceği üzere, ruh dışarıdan gelip cenine
girmemiştir ki, çıktıktan sonra tekrar başka bir bedene girsin!. Böyle bir
sistem mevcut değildir, hiç bir varlık için!. Bu tamamen HİNDU inancına dayalı
görüştür.
Dünyadan önceki ruhlar alemi görüşüne mesnet edilmek istenen
yukarıdaki âyeti dikkatle okursak, görürüz ki, "Âdemoğullarından,
bellerinden" sözedilmektedir.. Bu ise dünya yaşamına ait bir
olaydır.. Ruhlar Âlemiyle hiç alâkası olmayan bir konudur..
“Allahû Teâlâ’nın gerek meleklerle konuşması”, gerek buradaki
hitaplaşması ve dahi gerekse ölüm sonrasında meydana gelecek tüm konuşmalar hep
temsil yollu, benzetme yollu açıklamalardır!.
"İnsanın, meleklerin ve tüm varlığın hakikatı olan
Allah"ın elbette ki dışarıdan öte bir varlıkmış gibi hitabı
asla sözkonusu olamaz!.
"Nasût-melekût-ceberût-lahût" anlayışında varlığın
özünden gelen bir şekilde "Zâhir Allah" müşahedesi de bunu ispat
etmektedir.
Kısacası, Ruhların, bezmi elestte, bedenlerden önce topluca
yaratılmaları ve sonra peyderpey dünyaya gelerek bedenlere girmeleri; ve hatta
bedenden ayrıldıktan sonra yeniden dünyaya geri gelerek bir bedenle yaşamaları
hikâyesi tamamiyle yanlış anlama sonucu meydana gelen uydurmadır!.
İmam Gazali de "Ravzatüt Tâlibin" isimli eserinde
şöyle diyor:
"Çünkü Râsûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ruhu da
anneleri tarafından dünyaya getirilmelerinden önce mevcut ve yaratılmış
değildi...."
Bu konuda bizim dediklerimizi tamamiyle doğrulayan diğer
bilgileri arzu edenler son devrin en kapsamlı Kur`ân tefsiri olan Elmalılı
Hamdi Yazır’ın "Hak Dini Kurân Dili" isimli
tefsirinin 4. cildinin 2324. sayfasından itibaren bulabilirler... Ayrıca çağdaş
müfessirlerden Sayın Süleyman Ateş`in "Yüce
Kur`anın Çağdaş Tefsiri" isimli eserinin 3. cildinin 412.
sayfasından itibaren bu konuda bilgi alabilirler..
hf
CENİN,
BABASININ
GENİNDEN, “ANA PROGRAM”I
(“RABBİNİ BİLME YETİSİ”Nİ -İSLÂM FITRATININ
BİLGİSİNİ)
ALMIŞ
OLARAK DÜNYAYA GELİR
"Allah, insanı
İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz menideki sperm
hâlinde iken babasının geninden İslâm fıtratının programını almış olarak
dünyaya gelir; daha sonraki aşamalardan da geçerek…
"Onların
bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi kişiye genetik olarak intikal eden
İslâm fıtratının billgisinin sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve bunu
vurgular.
hf
CENİNİN 120. GÜNDE, GENETİK VERİ TABANINI
DEĞERLENDİRMEYE BAŞLAMASIYLA
PROGRAMININ DOĞRULTUSU DA BELİRLENMİŞ OLUR
Sperm ile yumurtanın rahimde birleşmesinin 120. gününde cenin, bazı
kozmik ışınların etkisiyle, “meleğin ruhu nefhetmesi” diye tarif edilen bir
biçimde, dalga üretimine başlar.
Beynin çekirdeği durumunda olan bu yapı, genetik veri tabanını
değerlendirmesine vesile olan ilk temel kozmik tesirleri alarak ön programa
kavuşur ki; böylece onun “şakilesi” yani “programının doğrultusu” belirlenmiş
olur..
hf
GENETİK
PROGRAMLAMA
(“TÂLİM”)
"Tâlim" kelimesinin bugünkü
dilimizdeki anlamı ise "programlama"
demektir.
hf
“RAHMAN'IN KUR'ÂN'I TÂLİMİ”
“İSLÂM
FITRATI”
(ANA
PROGRAM)
(RABBİNİ
BİLME YETİSİ),
BİRİME
GENETİK OLARAK İNTİKAL ETMİŞTİR
A`raf Sûresinin 172. âyetinde şöyle bir anlatım var:
"RABBİN, ÂDEMOĞULLARINDAN, ONLARIN BELLERİNDEN
ZÜRRİYETLERİNİ ALMIŞ VE ONLARI KENDİLERİNE ŞÂHİT TUTMUŞTU;
-BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM (ELESTÜ BİRABBİKÜM)?
DİYE.
-EVET, ŞÂHİDİZ (KÂLÛ BELÂ)!.. DEDİLER.
KIYÂMET GÜNÜ, "BİZ BUNDAN HABERSİZDİK"
DEMEYESİNİZ!"
Bu âyeti kerimenin anlamı, âyetin esas vurgulamak istediği
gerçeğin farkedilememesi yüzünden, saptırılarak tamamen alâkasız yorumlar
ortaya çıkartılmış ve insanlarda çok önemli bir konuda yanlış anlamalara yol
açılmıştır.
Bu yanlış anlama da şudur:
Allah, Dünyaya gelecek ne kadar insan varsa, onların
bedenlerinden evvel, başka bir mekânda ruhlarını yaratmıştır... Ve onlara orada
sormuştur, "ben sizin rabbiniz değil miyim -elestü birabbiküm-"
diye.. O insan ruhları da cevap vermişler, "evet buna şâhidiz -kâlû
belâ-" şeklinde..
Bu yanlış anlayıştan sonra da "ELEST BEZMİ"
diye ikinci bir asılsız kanaat oluşmuştur konu hakkında derinliğine bilgisi
olmayanlarda...
Güya, o ruhlar âleminde tanışıp ülfet edenler, burada da
tanışırmış; orada tanışmamış olanlar da burada birbirleriyle görüşemezlermiş!..
Ve daha bu asılsız görüşe dayalı olarak uydurulmuş sayısız
hikayeler!..
Önce işin aslını özetleyelim; sonra da bu husustaki
delillerimizi belirtelim.
Âyetin işaret etmek istediği mânâ Allahûâlem şudur:
"Allah insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü
üzere, her insan henüz sperm halinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden
İslâm fıtratının programını alarak dünyaya gelir.
"Onların bellerinden zürriyetlerini almış" ifadesi
genetik olarak intikal eden İslâm fıtratının sperm halindeki mevcudiyetinden
sözeder.
Yani, sperm halindeyken insan, -bellerinden, zürriyet alındığında-,
fıtrat olarak rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır.. Bu
sebeple de "kâlû bela"- “Rabbimin
varlığına şehâdet ederim” diyebilen bir ana programa sahiptir.
hf
HEPİMİZ
“YARATILIŞ
YASALARI(“SÜNNETULLAH”) SONUCU
VAROLMUŞ VARLIKLARIZ
Şimdi “Allah” adıyla işaret edilenin
evreni ve dünyayı yaratışı hakkındaki bilgilerimizi hatırlayalım..
Evren aslı itibariyle tekil bir
enerji yumağıdır!.
Algılayabildiğimiz sebep-sonuç
ilişkisi kadarı ile de bu enerji yumağının özünde “bilinç” diye isimlendirdiğimiz
sistematik bir oluşturma(var etme) mekanizmasının var olduğu mutlak gerçektir.
Buna kimi “doğa kanunu” adını takar
kimi de “yaratılış yasaları” veya “Sünnetullah” der... Sonuçta hepimiz
bu yasalara tâbi ve bu yasaların sonucu olarak varolmuş varlıklarız!
Bedenimiz ve beynimiz her an bu
yasalara göre faaliyet gösterip kendindekileri açığa çıkartır.
Yıllar önce bedende organlara hayat
ulaştıran kandan söz ediliyordu. Sonra hücreler keşfedildi. Sonra hücre kimyası
fark edildi. Şimdi ise insandaki özellikleri meydana getiren genler.
Bugün bilinen gerçek şudur ki, beyin,
genlerin ve biokimyasının sonucu olarak faaliyetini sürdürmektedir.
Bizde açığa çıkan her şey “Allah”
sistemine tâbi bu yaratılış yasaları istikametinde oluşmaktadır. Aşk veya diğer
duygular esas olarak nasıl biokimyasal reaksiyonlar sonucu meydana geliyorsa,
aynı şekilde inanç ve düşüncelerimizin de gene bu genetik özelliklere göre
şekillenmesinden daha tabii bir şey olamaz!. İşte bu
sebepledir ki biz 1998 yılında yazdığımız yazıda “iman geni” olması
gerekliliğini vurguladık. Ne var ki henüz bunun tespiti mümkün olmamıştır. Bu
bizim bir düşüncemizdir.
Bu düşüncenin kaynağı ise Rasulullah
a.s.ın, kişinin cennetlik veya cehennemlik olduğu ana rahminde 120. günde
sabitlenir, anlamındaki açıklamasıdır. Bu durum daha sonra da değişmez!. İşte
bu oluşum, kanaatime göre konuyla ilgili bir veya birkaç genin devreye girip
girmemesiyle ilgilidir. Allah sisteminde dünyada oluşan her olay bir mucizedir
görene!.
Bir diğer bakış açısı ile ise...
Dini anlatımla, “Allah” isimlerinin
işaret ettiği özelliklerle âlemler ve içindekiler meydana gelmiştir. Her birim
“Allah” isimlerinin işaret ettiği özelliklerle meydana gelmiştir.
Yani karaciğer nasıl bir yaratılış
gereği bu isimlerin bir anlamının açığa çıkması ise, genler de aynı şekilde
yaratış amacına uygun olarak işlev görmektedir “Allah” isimlerinin işaret
ettiği özelliklerle!.
Sonuç olarak şunu vurgulayalım ki...
“Allah”
adıyla işaret edilen indinde tek bir Din-Sistem mevcuttur. Bu sistem yaratış
yasalarına uygun olarak kendi bünyesinde gerekenleri, Allah isimlerinin işaret
ettiği manalarla oluşturmakta ve böylece madde dünyası olarak algıladığımız her
şey meydana gelmektedir. İsimler perdesinden kurtulup objeleri değerlendirmek
ve sistemin işleyiş mekanizmasını kavramak hepimize kolaylaşmış ola.
hf
“SİSTEM OLUŞTURUCU”
( MUTLAK KANUN KOYUCU)
(ZÂT)
HERŞEYİ KADERİYLE (O SÛRETİN ŞARTLARI İÇİNDE)
HALK ETMİŞ VE VAREDİŞ GAYESİNİ(TASARIMINI)
ONA KOLAYLAŞTIRMIŞTIR
Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı
murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o
sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri ortaya koyma yoluna
gitmiştir.
Varlık, orijininde, zâtı itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen,
o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.
İş bu yüzdendir ki, "İlâhi
kanunlar" denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:
"Velen tecide lisünnetallahi tebdilâ."
"Allah`ın varediş sisteminde, kanunlarında,
asla değişiklik olmaz!" (48/23 )
âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!.
"Doğa
kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0 mutlak kanun koyucunun,
sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.
Yani, bir diğer anlatım ile;
Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun
varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde
bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet
âlemi veya sebepler âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.
Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin
içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.
İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı
ortaya koyması:
" Biz her şeyi kaderiyle halkettik". (Kamer 49)
âyetinde vurgulanmıştır.
Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullah
tarafından şöyle açıklanmıştır:
"Herkes ne için yaratıldıysa ona o
kolaylaştırılır!."
Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre
programlanmıştır. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve
onu yapar!.
Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, "bu
kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır."
deyip; orada bir irade-i cüz`ün olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i
cüz denen şey, gerçekte, irade-i Küll`ün tâ kendisidir.
Külli programın, o birimden ortaya çıkması hâlinde
aldığı isim "irade-i cüz"dür.
hf
TÜM VARLIK
“MUHAMMED’İN HAKİKATİ” İÇİN
(AKL-I EVVEL İÇİN)
TASARLANMIŞTIR
Dünya ve içinde var olan her şey,
insan için bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir...
Bütün bu varlık, "Hakikat-ı Muhammediye" denilen, Hazreti "Muhammed`in hakikatı" denilen,
kendini seyreden "Akl-ı Evvel"
için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır.
hf
ALLAH, ÖNCE
“KÂİNATIN
VAROLUŞUNDAKİ ANA MÂN”YI
(HZ.
MUHAMMED’İN RUHUNU) YARATMIŞTIR
Bu anlattığım Ruhun beyinden meydana gelişi, ruhun
beyinden meydana gelişi ve “alâk”tan
meydana gelişi “Hz..Muhammed Neyi Okudu” isimli eserimizde var ayrıca merhum Elmalılı Hamdi Yazırr’n Kur’ân
tefsirinin 4 cü cildinin 2324 cü sayfasında bu anlattıklarımızın
doğrıuluğunu teyid eden bilgileri
bulabilirsiniz.. Kezâ sayın değerli Süleyman Ateş’in “Yüce
Kur’ân’ın Çağdaş Tefisiri” isimli eserinin 3 cü cildinin 412.ci sayfasına
da bu konu için bakabilirsiniz. İmamı
Gazali "Ravzatüt Tâlibin" isimli
eserinde bu konu ile ilgili şöyle der.
Rasûlullah
efendimizin ruhu da anneleri tarafından dünyaya getirilmeden önce mevcut ve
yaratılmış değildi.
Şimdi burada
duralım…
“Rasûlullah efendimizin ruhu” diye bahsedilen şey, bu
bedenden meydana gelen ve bu bedenin devamı olan, boyutuna göre bir tür fiziksel olan ruh beden…
Rasûlullah efendimizin ruhunun kendisinden ve evrenin varoluşundan önce
varolmasından önce varolmasının anlamı Hz Rasûlullah’ta açığa çıkan ana mânâ demektir bu ana mânâ,
işte bütün bu varlığı meydana getiren “RUH” adlı melekte mevcut
olan İLİM demektir.
Bu ilmin
bireyselliğe dönüşerek Hz Muhammed’den açığa çıkması ve Hz. Muhammed’in ebedi
yaşamını meydana ettirecek bedenini
oluşturması yine “RUH” adıyla anlır.
Yani “RUH” bir birimin ölümden sonraki
yaşamını devam ettiren bedeni anlamına gelir; bir de, bir şeyin anlamı-mânâsı
anlamına gelir.
İşte, ”ilk Hz. Muhammed’in ruhunu Allah
yaratmıştır” demek, bu “Kâinatın
varoluşundaki ana mânânın oluşturulması” demektir.
hf
O “NOKTA”
(HAKİKAT-İ
MUHAMMEDİYE)
ŞUURLU BİR ÇEKİRDEKTİR
VE “O”NUN İLİM MERTEBESİNDE İLMÎ AÇILIMI İLE
“MELEKÛT ÂLEMİ” MEYDANA GELMİŞTİR
İsmi “ALLAH”
olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde
olarak, yalnızca “HU” yani sadece “O” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).
“HU”,
evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!
O “nokta”,
“HU” zamiriyle işaret edilenin,
ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir
çekirdektir (heyûla); “Hakikati
Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.
Algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen
her şey, bu şuurlu ve bilinçli “NOKTA”nın
varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.
Bu “nokta”nın
ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût
âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana
geldiği “salt enerji okyanusu”dur.
Burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.
Buraya kadar açıklanan durum, Hazreti ÂLİ’nin “bu AN o AN’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.
İşte bu “nokta”
içinde, “nokta”nın varlığındaki
Allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların
yapıları gereği algılamaları, “GÖRESELLİĞİ”
ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).
hf
RABBİNİN VARLIĞINA
ŞEHÂDET EDEBİLEN BİR
“ANA PROGRAM”
DÜNYADAKİ GÖREVİ,
BU “İSLÂM FITRATI
PROGRAMI”NA UYGUN YAŞAMAKTIR
“Fıtrat
Dini”, yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!
hf
İşte bu sebeple Adem ve O‘nun nesli
olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya
koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî
Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta
açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm
fıtratı üzere Dünya‘ya getirilmesi”dir
“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”
Yani, “insan”, Allah‘a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah‘ın isimlerinin
mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana
gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu
Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”... Ama neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir... Eğer “fıtrat” konusunu “Hz.
MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabından okumamışsanız, mutlaka okumanızı tavsiye
ederim..
İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır... Bilse de
bilmese de, idrâk etse de etmese de,
gereğini yaşasa da yaşayamasa da...
hf
EVRENDE UYGULANMIŞ “İŞLETİM SİSTEMİ”NİN UYGULANARAK
“İNSAN”IN YARATILMASI
(“BEYAN’IN TÂLİMİ”)
MİKRO ÂLEM OLAN “İNSAN”,
EVRENDE UYGULANMIŞ OLAN İŞLETİM SİSTEMİ
AYNEN UYGULANMAK SURETİYLE
(“BEYÂNIN TÂLİMİYLE)YARATILMIŞTIR
Rahman, Kur’ân’ı tâlim etmiştir!. Bu tâlim işlemi, bir sistem ve düzen ile tüm evren içre evrenlerin
meydana gelişini oluşturmuştur!.
Buradaki anlamıyla “Kur’ân”, Zâtın,
sıfat ve esmâsıyla kesret (çokluk) âlemine tenezzülü; bu sûretle algılanan ve
algılanamayan her şeyin, elbette ki “cin” (tüm görünmez varlıklar) ve
insanlığın oluşumunu sağlamasının genel adıdır.
Evrenlerde, her zerrede, her an, ismi
“Allah” olanın, ilmi değişik isimler altında açığa çıkmakta; bu açığa çıkış ile
de, irade sıfatı kudrete dönüşerek her an yeni bir birimi yaratmaktadır!.
Genetik kodları her ne kadar maymunun
gelişmişi olan “insansı” ile büyük bir benzerlik gösterse de; ister mutasyon
deyin ister melekî etki, neticede ilmi ilâhi sonucu yoktan var edilmiş,
yokken var edilmiş bir tür olarak yeryüzünde “insan” meydana gelmiştir!.
Bu meydana geliş dahi “BEYÂN”
sonucu oluşmuştur!.
“Beyân”, varlığını oluşturan
programın, “işletim sisteminin” adıdır, tanımlamasıdır!. “Beyânın
talimi” demek, evrende uygulanmış olan işletim sisteminin aynen uygulanarak
insanın yaratılması demektir... Ki bu da doğal olarak “Sünnetullah”ın
sonucudur!.
Bu oluşum makrodaki programın aynen
mikroya uygulanması suretiyle oluşmuştur!
Bu yüzden, “zerre küllün aynasıdır”
denmiştir!.
Bu yüzden, evren makro, insan mikro
olarak tanımlanmıştır.
Biz de buna “beyin mikrokozmostur”
diyerek işaret etmiştik uzun yıllar önce.
Evrenler, tüm derinliği, boyutsallığı
ile, nasıl, ismi Allah olanın, sıfat ve esmasının, mertebeler ve terkipler
halinde açığa çıkışı ise, aynı şekilde, talim edilmiş olan, yani bir programla
oluşturulmuş insan da, o mertebeleri bünyesinde barındıran mikro âlemdir.
Şahı Velâyet Hazreti Âli, “sen kendini küçük âlem sanırsın, oysa âlemi Kebîr sensin”
diyerek bu gerçeğe 1400 yıl önce dikkat çekmiştir!.
Ne yazık ki, her şey hep mecazlar,
benzetmeler, misâllerle anlatıldığı için, işin gerçeği hep örtülü kalmıştır!.
“Kur’ân ve insan ikiz kardeştir”
uyarısının arkasında da burada anlatmaya çalıştığım işte bu gerçek yatmaktadır.
“Rahman Kur’ân’ı tâlim etti”
âyetindeki “Kur’ân” isminin anlatmak istediği kavram ile, bugün
elimizdeki “mukaddes kitap”tan algıladığımız mânâ, aynı kavram değildir.
Bu âyette geçen “Kur’ân”, ismi
Allah olanın, evreni, yani orijin “ANA KİTABI” oluşturmuş olduğu sistem
ve düzenin, oluşum ve işletim programlamasıdır. Bu oluşumun adıdır Kur’an!.
İnsan dahi aynı sistem ve düzenle var olduğu için de, evrenin mikrosu ya da
ikiz kardeşi olarak tanımlanmıştır, ve ona gelen Kitap da aynı isimle
isimlendirilmiştir!.
Rasûlullah aleyhisselâmın evrensel sistemi “OKU”ması (IKRA) ise, Kur’ân’ın
kendisine inzâli olarak anlatılmıştır!. “Kur’ân bir defada inzâl
oldu” gerçeği bu durumu anlatır.
Bu “OKU”manın vahiylerle
tafsil yollu topluma nakliyle de bildiğimiz “Kur’ân” oluşmuştur. Kur’ân,
bilgidir! Kağıt veya deri veya sayfa değil!.
İnsan, taklitten, ezber ve şartlanma
yollu edindiği bilinçsiz bilgiden arınıp; hakikatini sorgulayıp, elde
ettiklerini değerlendirebilirse, kendisine “Allah ahlâkıyla ahlâklanma”
yolu açılır.
hf
(GÖREVLİ ALLAH VELİLERİ)
(MÂNEVİ YÖNETİCİLER ORDUSU)
İdare mekanizması, dediğimiz "Ricâl-i
Gayb", yani görevli kişilere
gelince...
"Ricâl-i
Gayb"; dünyadaki toplumların idaresiyle görevli gizli Allah velileri...
Bu Evliyaullahın
belli rütbeleri vardır. Kendi aralarında mertebeleri vardır...
Zamanın "Gavs"ı
vardır. Bu Gavs`ın iki görevli yardımcısı vardır. "Kutbul Aktâb" ve "Kutbul İrşad".
Bunlardan sonra, varlıktaki dört ana yapıda tasarruf eden 4`ler, Dört Kutub, "Aktâbı Erbaa" vardır.
Ondan sonra, 7`ler vardır.
Ondan sonra 12`ler, 40`lar, 300`ler var ki, bunlar 313
kişidirler, 300`ler diye geçer.
Sonra 700`ler, ondan sonra 1200`ler ve ondan sonra da 124.000 kişilik umumi bir görevli
ordusu vardır ki buna "mânevi
yöneticiler" ordusu denilir.
hf
Dünyadaki toplumların idaresiyle görevli gizli Allah velileri.
Mânevî görevliler diye bilinen “ricâl-i
gayb” iki guruptur;
A - Karar organı
B - İcra organı
“Divân-ı Kebir”in tabîi başkanı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemdir. Onun gelmediği toplantılarda ise, şayet var ise o devrin “İnsan-ı
Kâmil”i, yoksa zamanın “Gavs”ı başkanlık görevini ifa eder.
“İnsan-ı Kâmil” her asırda bulunmaz. “Gavs” ise her asırda vardır ve
kıyâmete kadar sürekli, bir kişi, o görevi ifa eder.
“İnsan-ı Kâmil” rütbesi, en üsttür ve birkaç asırda bir o rütbeye nail kılınmış kişi
gelir yeryüzüne.
“Müceddid-i zaman” yüzyılda
bir gelir. Dinin, o günün insanlarının anlayışına göre yenilenmesi görevini ifa
eder. O da divân ehlindendir. Son müceddid de “MEHDΔ lâkabıyla bilinen Zât-ı
kirâmdır. Aynı zamanda “İnsan-ı Kâmil”dir Mehdî!.
Gavs, hem Rasûlullah Aleyhis-selâm katılmadığı zamanlarda divân başkanlığı
yapar, hem de icra organının başıdır.
Kutb-ül İrşâd tamamiyle, çeşitli burçlardan, bilinen ve bilinmeyen sayısız
yıldızlardan gelen tesirler üzerinde görev yaparak, bunlardaki sayısız
mânâların gereğinin yeryüzünde mevcûd insanlar ve cinler üzerinde açığa çıkması
hususunda çalışır.
Kutb-ül Aktâb ise, Gavs’tan çıkan emirleri çeşitli ilgili mercilere dağıtır. Divâna
katılan Cin’lerin evliyâsı dahi emirleri Kutb-ül Aktâb’dan alırlar.
İcra Organı ise bir tür ricâli gayb ordusudur.
Divân’ın kararlarının tatbikiyle görevlidirler.
Bu ordunun Başkumandanı “Gavs”ı zamandır. Tâbiri câiz ise genelkurmay
başkanı durumunda olan “Kutb-ül Aktâb”dır!.
RİCALİ GAYB denilen yüksek mânevi güç sahibi kişiler, "irşad kutupları"
dahi çoğunlukla, yeryüzüne çeşitli ilimleri, güçlü beyin dalgaları ile
yayarlar... Ve bu yayınları almaya istidatlı beyinler tarafından bu dalgalar
alınarak değerlendirilir...
Belirli konuların dünya üzerinde, hem de birbirinden habersiz kişiler
tarafından algılanarak yürürlüğe konulması; hep bu şekilde güçlü yönetici
beyinlerin yaptıkları yayınlardan ileri gelmektedir... Hattâ çeşitli modalar
bile dünya üzerine hep bu şekilde yayılmaktadır, diyebiliriz... Bu hususlar,
değerli âlim ve ârif Muhyiddin A`rabi tarafından "Fütuhatı Mekkiye" isimli
eserinde benzetme yollu anlatımla kısmen açıklanmıştır... İsteyenler o esere
bakabilirler.
hf
ALLAH
O GÖREVLİ VELİLERDE TECELLİ ETMEK SURETİYLE,
BU ÂLEMDE, İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ BOYUTTA
TASARRUF EDER
Bu zevâtı da, dışarıdan kimse tanıyıp bilemez! Bunlar gizli kişilerdir..
Bunların görevleri konusuna ileride değineceğim bir miktar...
…..
Evet, bu mânevi görevliler, bütün
bu oluşta, tasarrufa sahip olan kişilerdir.
Olayı, sakın "Yukarıda bir
tanrı var. O`ndan bilmem kimlere mesaj geliyor da, onlar da diğerlerine
iletiyorlar." şeklinde anlamayalım...
"Allah`ın Ehadiyet"ni,
"İhlâs" sûresini izah
ederken;
Yukarıda bir tanrı yok, dedik! O,
tüm varlığın özünde!
Cenâb-ı Hak, varlık üzerindeki
tasarrufunu, bu âlemde melekler ve özlerinde olduğu bu veliler vasıtasıyla
tatbik eder!
Burayı çok iyi anlamak lâzım.
"Allah böyle diledi, böyle
yaptı, böyle tasarruf etti" dediğin zaman, yukarıdaki bir tanrı oradan buraya yönelik olarak böyle tasarrufta bulunmuyor!
O, Veli dediğin, "Rical-i Gayb" dediğin, gizli,
görevli kişilerin; kişiliği ortadan kalkmış, benlikleri yok olmuştur... Ve onların varlığında tasarruf eden Hakk`ın
tasarrufudur bu!
Aklı bu olayı alamayanlar sorar... Hakk`kın direkt olarak gücü
yetmiyormu ki, o veliler yani ricali gayb aracılığıyla tasarruf etsin? Hakk`ın gücü yetmiyormu ki melekler
aracılığıyla tasarruf etsin!?
Melekler aracılığıyla tasarruf
eder ve bu Allah için bir noksanlık oluşturmaz da insanlar aracılığıyla neden
tasarruf edemez?
Evet Allah, o görevli velilerde tecelli etmek suretiyle
bu âlemde, içinde yaşadığımız bu boyutta tasarruf eder!
Ancak, burada anlattığımız olay, Dünya ve güneş sistemi için geçerli
olan bir olay!
Bunun dışındaki sayısız sistemlerde, sayısız varlıklar var. Ve o
sistemlerde öyle varlıklar var ki, bunlar insanlardan da üstün! Burayı gözden
kaçırmayalım!
İnsan, bu sistem içindeki en
mükemmel varlıktır! Yoksa, sadece, bizim Samanyolu
dediğimiz Galaksimizde 400 milyar yıldız var. Bunların her birinde de kendine
has hayat sistemleri var. Onlara, sadece, "Melekler" deyip geçmiş, detayına girmemişiz...
Dua edelim ki, Allah bize de nasip etsin o arınmayı; o âlemlere geçmeyi,
o âlemleri değerlendirebilmeyi kolaylaştırsın!
hf
MÂNEVİ GÖREVLİLERİN
VARLIĞI
HAKK'IN TAKDİRİNİN VE
KUDRETİNİN
AÇIĞA ÇIKMASIDIR
İşte bu görevli olan Zâtlar, gerek bu meleklerden, gerekse cinlerden bir
kısmını görevleri icâbı kullanabilirler.
Bazı işler vardır, bilfiil kendileri tatbik ederler, yaparlar...
Bazı işler de vardır ki, onları görevli meleklere veya cinlere
yaptırtırlar!
Bu, görevli Evliyaullah
dediğimiz zevat, her ayın 14`ünü, 15`ine bağlayan (gökteki ayın) gece toplantı
yaparlar.
Buna "DİVAN"
toplantısı denilir...
Toplantılarda, dünyanın gidişatı hakkında, çeşitli ülkelerin durumu
hakkında, tabii âfetler, doğal olaylar hakkında vs. belli kararlar alırlar.
Bu kararların uygulanması da, o bölgelerin sorumlularına verilir. O
bölgelerin sorumluları da, emirlerindeki melekler veya cinleri kullanarak
kararları yürürlüğe sokarlar. Bunlar, "DİVAN"da
alınan kararları uygulayan görevli
veliler "Ricâl-i Gayb"
ordusudur.
Diyelim ki...
"DİVAN"da bir karar
alınmıştır yıllar önce; Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaş çıkacaktır!
Bunun sebebi de Egedeki adaların kıta sahanlığı meselesidir.. Bu savaşın sonucu
Yunan için hüsran olacak; Türkiye, Yunanistan`ın sebebiyet verdiği bu savaş
sonunda hem batı trakya`yı hem de adaları harp tazminatı olarak ele
geçirecektir... Ya da, Avrupa şımaracak, Türkiye`yi dışlayacak, daha sonra da
Rusya tarafından perişan edilecek; Amerika Rusya karşısında acze düşecektir...
gibisinden... Yani, meselâ dedik!
Meselâ, o bölgenin sorumlusu, tuttu diyelim ki, Peron`u etkiledi...
Arjantin`de bir karar aldı. O kararın neticesinde de bir takım olaylar cereyan
etti.... Veyahut da diyelim ki; Amerika`da bir an Reagan`ı etkiledi, o bir
anlık etkilenmeyle, bir karara vardı, imzayı attı. O bir imza, bir karar zaten
bütün olayların temel kaynak noktasıdır.
İşte "DİVAN"ın
20-30 yıl öncesinden aldığı bir takım kararlar, görevli veliler tarafından
ilgili birimler harekete geçirilmek suretiyle uygulamaya konur... Olayların o
kararlar istikametinde gelişmesi oluşturulur... Ve nihayet şartlar tam
olgunlaştığında olaylar patlak verir!
Biz dışarıdan baktığımızda, sanırız ki bir anda bu olaylar patladı! Oysa
o olayların kökeni çok yıllar öncesine dayanır.. Ve işte bahsettiğimiz "Ricâl-i Gayb" denen zevâtın,
Hakk`ın takdirini tahakkuk ettirmesi olayı da böylece gerçekleşir!
Tabii, bunların dışarıdan anlaşılması mümkün değildir..
Nitekim bir açıklama da vardır bu konuda... Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah bir olayı
takdir etmişse, o an`da kişinin aklını başından alır, kişi fiili işler; sonra
da o kişinin aklını ona iade eder.
Bu defa o kişi; "tûh...
ben ne yaptım da bu kararı aldım, nasıl oldu da bu fiili işledim" der,
pişman olur. Behemahal Allah`ın takdiri yerine gelir!" ...
Şimdi, burada dikkat edin!
"Behemahal Allah`ın
takdiri yerine gelir!"
"Allah takdir
etti..." gibi konularda, olayı, yukarıda ötedeki bir tanrının, buraya müdahalesi şeklinde sakın
düşünmeyin!
Bu işler, bu mânevi
görevlilerin varlığı ile, Hakk`ın takdirinin ve kudretinin ortaya çıkması
olayıdır!
Ama, dediğim gibi, hiç birimiz bilemeyiz yarın neler getirir; mümkün değil!
Ben burada bir olayı, bir
sistemi, çalışan mekânizmayı, bir düzeni anlatmak sadedinde izah ediyorum
bunları..
hf
İNSANLIĞA KARŞILIKSIZ HÎBE EDİLMİŞ
BİR BİLGİ VE İŞLETİM SİSTEMİ
TÜM İNSANLIĞIN
"DİN"(SİSTEM")
ANLAYIŞINDAKİ YANLIŞLARI DÜZELTEN,
YAŞAMINI VE DÜŞÜNSEL
DEĞERLERİNİ YENİLEYEN
"YENİLEYİCİ"LER
“DİN” olgusunun
ne olduğunu kavrayamamış, “Tanrı Buyruğu” sanan bir kısım
müslümanlar, dar, derinliksiz ve şekle dayalı anlayışlarıyla, düşünce
dünyasının varoşlarındaki gecekondularında ömür tüketirlerken; hiç farkında
değiller Zamanın YENİLEYİCİSİ’nin neler oluşturmakta olduğundan!.
Çok kısa bir şekilde,
anlayışıma göre, bu YENİLEYİCİ’nin işlevine değinmek istiyorum ana
konumuza girmeden önce müsaadenizle...
Hicrî 1400 - 1410
yılları arasında görevine başlamış olan (İmam Rabbanî, Saidî Nursî veya
Kuşadalı’ya göre) Zamanın Yenileyicisi, o tarihten bu yana, her alanda,
bugüne kadar eşine rastlanmamış bir yenileme evresine sokmuştur
dünyayı..
Bundan önceki
yenileyiciler, tıpkı kavimlerine gelmiş nebiler veya rasûller misâli, klâsik
din anlayışındaki itikadî (inançsal) yanlışları düzeltme yolunda işlev ortaya
koyarken...
Algılayabildiğim
kadarıyla...
Bu defa gelmiş olan Yenileyici,
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın işlevinin vârisi olarak, tüm insanlığın
yaşamına ve düşünsel değerlerine bir yenileyici olarak görev ifâ
etmektedir; gerçek anlamda “DİN” anlayışı yenileyicisi olarak!.
Onun 1980'li yıllardan
başlayarak dünya üzerine yaydığı yenileme dalgaları, o frekansı almaya açık
beyinler tarafından alınarak, varoluş programlarına (fıtratlarına) göre,
çeşitli işlevler şeklinde dünya üzerinde açığa çıkarılmaktadır; büyük çoğunluk
veya basîreti yeterli olmayanlar tarafından fark edilemese de... Kimi de olayın
bu yönü ile ilgilenmediği için, fark etmemiştir bu işlevi!
İşte bu yenilenme
dalgalarını alanların bazıları, gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da, gerek Kuzey
Afrika veya Doğudaki Müslüman ülkelerde kendilerini “MEHDİ” veya “nezîr”
veya “uyarıcı” zannedip, çevrelerine bu imajı bilerek veya bilmeyerek
vermişlerdir. Oysa bu kişilerin benim anladığım ve açıkladığım manâda bir “yenileme”
ile yakından-uzaktan bir ilgisi yoktur!.
Gerçek yenileyici
kişilik, kanaatimizce, günümüz keşif sahibi velilerince dahi
bilinmemektedir!. O, işte böylesine bir Allah örtüsü altındadır!. Ancak
farkedilebilen, bir kısım işlevleridir!.
Benim için de önemli
olan O’nu tanımak değil; O’nun işlevlerini ve neler yapmakta, neler getirmekte
olduğunu fark edebilmektir!.
O, anlayabildiğim
kadarıyla insanlık âleminde “MUHAMMEDΔ güneşin tüm haşmetiyle
görülebilmesi için gereken hizmeti vermekte; O’nun bu yayınını alanların
hepsi de, insanları, aradan tüm aracı bulutları dağıtarak, RASÛLULLAH’a
ve KUR'ÂN’a yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
“MUHAMMEDΔ
anlayış, en başta insanlarla elindekini KARŞILIKSIZ paylaşmaktır!.
Elindekilerden çıkar sağlamak değil!.
İşte “Muhammedî”
anlayışı yeryüzüne yayan ve insanlara bu gerçeği fark ettirmeye çalışanlar,
ellerindeki değerleri çevreleriyle karşılıksız yaymaya başlarlar hangi inancı
kabul etmiş olurlarsa olsunlar, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar!.
hf
“ZAMANIN YENİLEYİCİSİ”NİN
GETİRDİĞİ “BİLGİ VE İŞLETİM SİSTEMİ”,
BİR “ÖRTÜ” ALTINDA İŞLEVİNİ YERİNE
GETİRMEKTEDİR
İşte size bir büyük
örnek bu konuda:
LINUX !
Okurlarımın dahi büyük
çoğunluğunun farkında olmadığı bir olay!.
Size bunu anlatmaya
çalışayım dilim döndüğü kadarıyla olayı basite indirgeyerek.
LINUX, bilgisayarlarda
kullanılan bir işletim sistemidir... Windows diye bilinen Microsoft’un
işletim sistemine alternatif olarak geliştirilmiş bir sistem!.
Windows, atalarınızdan,
babalarınızdan kalma sürekli eksikleri bulunarak güncelleştirilen, bir
işletim sistemidir!.
LINUX, yaklaşık 20 yıl
önce başlayan ve katılanların ilmi ve araştırmalarıyla geliştirilerek topluma
(elbette bilgisayar toplumuna) sunulmuş bir işletim sistemidir!.
Windows yalnızca Intel
veya AMD platformlarındaki bilgisayarlarda çalışır... Tıpkı, "Kur'ân
Kursları" veya "Din Okulları" şartlandırmalı din
öğretisi platformlarının sınırlarıyla sınırlı beyinler gibi!
Linux ise platform
bağımsızıdır! Apple’dan Amiga’ya, Sun Sparc işlemcili iş istasyonlarından
dünyanın en hızlı bilgisayarı olan IBM BlueGene/L’e kadar tüm windows ötesi
sistemlerle dahi çalışır. Tıpkı, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu
bilgileri değerlendirip, Allah adıyla işaret edilenin sonsuz
yaratış âleminde sınır tanımadan gezinip seyr hâlinde olan beyinler gibi!
Windows’ta hiç bir değişiklik
yapma hakkınız yoktur!. Yalnızca elinize verileni kullanmak zorundasınız!
Paylaşma hakkınız da yoktur! Ya mutlak olarak Windows işletim sistemine tâbi
olacaksınız; ya da o alanı terkedeceksiniz!. Ya windows cemâatindensiniz; ya da
Windows cemaatinden dışlanmış olarak kendinize yeni bir hayat ortamı seçmek
zorundasınız!.
LINUX’ta ise:
Yazılımı kullanan kişi
onu her türlü amaç için çalıştırmakta özgürdür. Özgür yazılımlar, kullanıcıları
kısıtlamazlar. Yazılımı kullanan kişi, yazılımın nasıl çalıştığını
inceleyebilmektedir ve kendi özel ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilmesi için
yazılım üzerinde değişiklik yapmakta özgürdür. Kendisi yeterli bilgiye sahip
değilse, bunu bir başkasına da yaptırabilir. Yazılımı kullanan kişi, elindeki
yazılımı dağıtmakta ve toplum ile paylaşmakta özgürdür. Yazılımını
geliştirmekte ve geliştirdiği yeni hâlini toplum ile paylaşmakta özgürdür.
Windows, para ödenerek
elde edilen bir sistemdir (cemâatlere, tarikatlara; dinsel kuruluşlara;
aydınlatma kurslarına, klüplerine, vs... gibi.)!
LINUX, insanlığa
bağıştır!. İnsanlığa karşılıksız hibe edilmiş bir bilgi, bir işletim
sistemidir! Telif hakkı yoktur!. Kimseye para, yardım vs. ödemezsiniz bu
sistemi edinmek veya kullanmak için!
Windows’ta kaynak
kodları gizlidir!. Kullandığınız sistemin içindeki hangi kodların, sizi
farkında olmadan nerelere kopyalayacağını bilemezsiniz!.
Linux’ta, kaynak
kodları, her şey açıktır!. Hiç bir yere bağımlı değilsiniz! Bilgisayarınızla,
ulaşmak istediğiniz hedefiniz arasına kimse giremez!
Windows’ta işletim
sistemini aynen kabullenmek zorundasınız; size verilenler hakkında hiç düşünme
sorgulama şansınız yoktur!. Kesin, kayıtsız şartsız tâbi olmak durumundasınız!.
Bu konuda artık araştırma ve beyninizi çalıştırmak zorunda değilsiniz!
LINUX’ta ise sorgulama
ve düşünme hakkınız vardır! Sürekli düşünüp sorgulamak, araştırmak ve yeni yeni
keşifler yapmak şansına sahipsiniz. Buna göre istediğiniz yeni keşifleri yapıp,
bunları düşünme, (pardon) uygulama sisteminize ekleme hakkınız vardır. Bunun
için kimseye hesap vermek durumunda değilsiniz! Bu konuda tek şart yaptığınız
ekleme için telif hakkı istememek ve bunu toplumla karşılıksız
paylaşmaktır!.
Windows’ta, onun
tâbileri, kullarısınız; onun sisteminde yaşayabilmek için!
LINUX’ta herkes
özgürdür; Kendi yolunu kendi çizer ve sonuçlarını da kendi yaşar veya kendi
katlanır!
Windows kolay yoldur.
Üç-beş tıklamayı öğrendiniz mi, artık hiç düşünmeden aynı işlemleri gözü kapalı
taklit ederek, sizi tatmin edecek bir şeyler elde edersiniz!.
LINUX’ta ise, herkes,
hep yeniye açık olarak, hep yeni bir şeyler öğrenerek, mevcuda kendindeki
güzellikleri katarak; ve dahi bunları karşılıksız olarak çevresiyle paylaşarak
yaşar.
Windows, topluma kabul
ettirilen şartlanma ve taklit esasına dayalı müslümanlık anlayışı gibidir
sanki...
LINUX ise, ferdî,
birebir Rasûlullah’ı muhatap gören, Allah ile arasına kimseyi sokmayan; her
şeyi kendinde bulup keşfetmeyi öngören; insanları bu yolda sürekli düşünmeye ve
sorgulamaya yönlendirerek sistem ve düzeni tanımamızı isteyen Allah Rasûlü ve
son nebisi’nin orijinal sistemine dayanır!
Evet...
İşte benim anlayışıma
göre, Zamanın Yenileyicisi’nin dünya üzerine getirdiği yeni anlayışın,
bilgisayar dünyasında açığa çıkışına bir örnektir bu olay..
Düşünün bu sistem,
nasıl böylesine bir örtü altında işlevini yerine getirmektedir. Bugüne
kadar varlığından hiç haberdar olmayanların, LINUX adını dahi duymadan onun
nimetlerinden faydalananların çokluğunu veya tüm bilgisayar dünyasını windows
işletim sisteminden ibaret zannederek; "yenilik" denince de
sadece windows'tan görebildiği kadarını izleyebilenlerin kalabalığını
düşünün... Oysa, sizin büyük çoğunluğunuz onu bilmiyor olmanıza rağmen, şu satırlar
bile size şimdi bir LINUX işletim sistemi üzerinden ulaşmaktadır.
İşte o "örtü"ye
de bir misâldir bu olay...
Ömrümüz varsa, o Yenileyici’nin
yaydığı dalgalarla, kimbilir daha hangi alanlarda, daha ne yeni anlayış ve
değerlendirmeler ile karşılaşacağız; ya da karşılaştık da farkında değiliz!.
Kısacası, “YENİLEYİCİ”
anlayışımızı da yenileyip, O değerli Zâtı, din hocası, ya
da eli kılıçlı mehdi(!) kisvesinden arındırıp, Hazreti Muhammed
aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi, evrensel Allah kulu olarak düşünemezsek;
dünya üzerindeki tüm toplumlara, konularında, yeni ufuklar açmak
işleviyle dünyamıza gönderilmiş biri olduğunu anlayamazsak; düşünsel
gecekondumuzda bu dünyaya veda edeceğiz demektir!.
hf
BİRİMDEKİ “SÂBİTLEŞMİŞ PROGRAM”
NASIL DEĞİŞİR; BU DEĞİŞİKLİK
YAŞAMDA NASIL AÇIĞA ÇIKAR?
Levhi mahfûzun hükümleri değişebilir;
A’yân-ı sâbîte değişmez!
Niçin değişmez?
Çünkü, beyinde meydana getirdiği
tesirler sâbitleşmiştir!..
Sabitleşmiş, tesbit olunmuş artık
değişmez hale gelmiştir.
Senin Levhi Mahfûzun değişir.
Levhi mahfûz’unun değişmesi iki
mânâda olabilir;
Birinci mânâdaki levhi mahfûzun
değişmesi, yıldız tesirlerinin değişmesidir.
İkinci mânâdaki, levhi mahfûzun
değişmesi, beyindeki belli değişikliklerin; yeni devrelerin faaliyete
girmesiyle, o kişinin aldığı tesirlerin değişmesidir
İki yönlü, levhi mahfûzun değişmesi
söz konusudur;
1-Levhi mahfûzun birinci yönünden değişmesi, vazifeli
veliler dediğimiz, tasarruf sahibi kişiler tarafındandır. Belli tesirler
güçlendirilir veya zayıflatılır veya yönlendirilir, böylece olaylar
etkilenir!..
2-İkinci yönünden levhi mahfûzun değişmesi ise,
kişinin tabiatını terk yolunda yaptığı fiîllerle, terkîbinin değişmesi; bu da
beyindeki belli değişik devrelerin faaliyete geçmesi veya faaliyet hızının
durdurulması yoluyla oluşur ve böylece de levhi mahfûzu değişmiş olur.
Âyette;
SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE HER HANGİ BİR MUSİBET GELMEZ Kİ
ANCAK BİZ ONU YARATMAZDAN EVVEL, BİR KİTAPTA YAZILMIŞ OLMASIN.’ (Hadîd-22)
Buradaki “size”den kasıt, terkib
hükmüyle varolan, “insan” ismiyle
anılan izafî varlıktır!..
“İnsan”, ismiyle anılan izâfî
varlığın karşılaşacağı olaylar, başına gelecek şeyler; onun tabiatı dolayısıyla
“müsibet” diye adlandırdığı
nesneler, “levhi mahfûz” adıyla
anılan, “İlâhî kitap’da”; yani bizim
bu günkü deyişimizle, burçlar, yıldızlar âleminde meydana getirilmiştir.
Bu tesirler,
her bir birimin kendi terkibiyeti istikâmetinde onda belli olayları meydana
getirecek; bunlar belli kazançlar, hâsılalar veya belli müsîbetler şeklinde
ortaya çıkacaktır!.
hf
HÜCREDE
GENETİK PROGRAMLAMAYI
(“TÂLİM”İ)
MEYDANA GETİREN,
“KALEM”DİR
Programlamanın “Kalem” ile olduğunu vurgulayan âyetteki
“Kalem” kelimesi neye işaret ediyor değil mi???
hf
"İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.
İşte bu "TÂLİM ETTİ"!.
-ADEM’E İSİMLERİN TÜMÜNÜ TÂLİM ETMİŞTİR!. (2-31)
Adem'e isimlerin tümünün tâlim
edilmesinden murad, hiç şüphesiz ki, Adem’in Allah'ın isimlerinin mazharı
olarak ortaya çıkışıdır!.
Ancak ne var ki, bütün bu
isimler insanın yapısında bir terkip hâlindedir... Kimi isimlerin mânâları daha
güçlü ve kimi isimlerin mânâları da daha zayıf olarak.
hf
“Elleziy allleme
bilkalem”
ile de… yani “tâlim” denen
programlama işleminin “Kalem” ile hücrede uygulandığını anlatılmaktadır bu
âyette.. Yani “Kalem”, hücrede bu genetik işlevi meydana getirmektedir.
“Kalemin mürekkebi” nedir ve kalem nasıl
bir yazı yazarak genetik programlamayı oluşturmaktadır, bunu bir düşünün ciddi olarak…
Acaba nereye çıkıyor olay… Bu düşünülmeye değer bir konudur bence..
Eğer bunu
keşfedersek bu Kurân’daki mecaz yollu
anlatımın deşifresini anlamış oluruz ve bu anlayış da bize Kurân’ı anlamada
bambaşka bir pencere açılır.
hf
“YA
RABBİ NE YAZAYIM?...
KADERİ
YAZ!”
Burada hemen akla şu soru geliyor... "KALEM" nedir?..
"OKU"mak yazıp-çizmeyle alâkalı olamadığına göre, yazan
"KALEM" acaba neydi?
Meşhur müfessir Fahreddin Razi, "KALEM" "akıldır"
der... Bu konuda şu işareti Rasûlullah meşhurdur:
-"Haberiniz olsun ki, Allah ilk halk ettiğinde, kalemi halk
etti; de ona;
“yaz” dedi...
”Ya Rab ne yazayım” , diye sordu...
“Kaderi yaz” dedi...
İşte o saatte kalem, olmuş ve ebeden olacak her şeyi yazdı..."
Burada bahsedilen "Kalem" tasavvufta tahkike ermişlere
göre "İnsan-ı Kâmil"dir... Bu "İnsan-ı Kâmil"in
aklına “Aklı Evvel”, ruhuna "Ruhu Muhammedi”, derler...
"Hakikati Muhammedi" ismiyle işaret edilen dahi budur!.
diğer taraftan şu âyeti hatırlayalım:
-"ALLAH YAZDI...."
Yazan "Kalem"dir; fakat "ALLAH" kendine izâfe
etmektedir; çünkü “Kalem” O'nun varlığıyla kaim ve daimdir... Tıpkı, "SEN
ATMADIN, ATAN ALLAH'TI" âyetinde olduğu gibi...işte tasavvufta “maiyyet
sırrı” denen hususu bu gibi âyetler tanımlamaktadır.
Çağdaş tanımlama ile, evrende varolmuş ve olacak her şeyi meydana
getiren "Kalem"e günümüzde bir kısım çevrelerce
“KOZMİK BİLİNÇ” denilmektedir!.
Yani, "İLİM SIFATININ
MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.
hf
RAHMANİYET ZUHURUNUN ÜRETKENLİĞİ İLE
RABBİN ESMA TERKİBİNİN GETİRİSİ HÜKMÜ
KADEME KADEME KİŞİNİN SEMÂVÂTINDAN BEDENE
NÂZİL OLMAKTADIR
NOKTA’dan
meydana gelen açı içindeki Rahmaniyet zuhuru ve bu zuhurun üretkenliği ile
meydana gelen Rahîm’den, arş isimli evrensel doğurganlık —algıladığımız madde boyutunda değil— ile tüm esmâ mertebesi hâsıl
olmakta; ve Kürsî, “Rubûbiyetin tahakkuk ve tahakküm mertebesi” olarak açığa
çıkmaktadır!.
Kül, bu arada, aynıyla zerreye
yansımış olduğu için de; zerrelerde yani birimlerde, Rabbin, yani esma
terkibinin getirisi hükmü, kademe kademe kişinin semâvâtından bedene nâzil
olmaktadır!.
Bu her birimde böyledir ki, işte holografik
gerçeklik bu sistemi anlatır.
Allah Rasûlü’nün “zerre külün
aynasıdır” cümlesiyle özetlediği gerçek kanaatimce bunu anlatır.
Zerre itibariyle, zerre ve külden söz
edilirken; İlm-i ilâhide, hepsi tek bir nefs olarak yer alır.
Buna, “TEK BİR NEFS OLARAK
GELİRLER” âyeti işaret eder.
Yani, ilm-i ilâhide “zerreler”
yoktur “tek bir yapı” sözkonusudur. Bunun idrak edilmesi herkes için kolay
olmayabilir.
Evren tek bir canlı gibidir sanki tüm
boyutsallıklarıyla; ya da evren içre evrenleriyle!!! “Ruh-u Â’zâm” da
demişlerdir buna...
Peki ya bu muazzam yapıda, “insan”ın
varoluşunu, özelliklerini ve işlevini idrâk edebilecek miyiz?..
hf
BU
PROGRAMLAMADAN
(İSİMLERİN
TÂLİMİNDEN) SONRADIR Kİ
ÂDEM’DE ŞUUR MEYDANA GELMİŞTİR
Şimdi burada şu akla gelebilir:
-"allemel" kelimesini tefsirler hep “tâlim etme”,
“bildirme”, “öğretme”, diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu
“yapıyı programlama”, “yapıda ortaya çıkartma” diye anlıyorsunuz?
Gayet basit ... Hemen şu âyeti hatırlayalım...
-Alleme Adem el esmâe külleha...(231)
Bu Adem’in ilk varoluş safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu
safhada Adem bilinçlenmemiştir... Bu isimlerin “TÂLİM EDİLMESİ”nden,
yani, “Allah isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde
yaratılmasından sonradır ki Adem’de şuur
meydana gelmiştir!...
Yani, Adem’i “şuurlu bir varlık” haline getiren gerçek, ana ve tek
faktör, yapısında ortaya çıkan esmâ’ül hüsnâ diye bildiğimiz Allah isimlerinin
mânâlarıdır ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu
bağış sonucu, bu “TÂLİM EDİŞ” sonucu Adem “şuurlu bir varlık”
yani “nefsi nâtık” olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...
hf
BEYİN GENETİĞİ
KENDİNİ ETKİLEYEN KOZMİK IŞINLARLA
BİRİMDEKİ “ŞUUR”U (MÂNÂ GRUBUNU)
OLUŞTURUR
Bir
hücredeki yaşam biçimi ve onda kendine has mânâyı oluşturan DNA ve RNA
dediğimiz genetik dizilim, çeşitli atomlardan meydana gelmiştir. Ve, bu genetik
dizilim çeşitli zamanlarda ve şartlarda dahi, uzaydan gelen çeşitli kozmik
ışınımlarla belli değişimlere uğrar.
“Şuur” dediğimiz şey, beyin genetiğinin
kendini etkileyen kozmik ışınlar neticesinde oluşturduğu mânâlardır.
Şuur,
esasen bedene ait bir şey değildir. Her ne kadar beynin eseri olarak ortaya
çıkıyorsa da oradaki genetik yapının ve bunların birbiriyle bağlantılı
çalışmalarının oluşturduğu bir mânâ grubudur.
Sayısız
ve sınırsız mânâlar, ana yapı olan evrende mevcutsa da, bunların herbiri
kendini değerlendirebilecek varoluşlarla değerlendirilebilir .
Yani,
madde boyutunun varlığını algılayacak bir beş duyu meydana getirildikten sonra
madde boyutu değerlendirilir!. Veya, ışınsal boyutu değerlendirebilecek ışınsal
değerlendiriciler oluştuktan sonra, o dalgalar değerlendirilir. O dalga
boylarına uygun yapıdaki varlıkların varlığı ile onlardaki mânâlar ortaya
çıkar.
hf
Bizler,
genetik yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan oluşturulan
kapasitedeki anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz zihinsel
yetenek ile yaşarız.
hf
ALLAH’IN İLMİNE GÖRE
KADERİ YAZAN KALEM KURUDU!
Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah naklediyor babasından...
Soruyor Hazreti Ömer radıyallahu anh:
-"Ya Rasûlullah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş,
bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?."
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
cevap verdi:
-"Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.
HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...
Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekâvet ehlinden olan da
şekâvet için çalışır!."
Son olarak Rasulullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da nakledip,
“kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:
Süraka bin Cü'şum şöyle soruyor Rasulullah aleyhisselâma:
-Ya Rasûlullah... AMEL (fiillerimiz), kaderleri çizen kalemin yazdığı
takdirler cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?...
Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir
sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?
Buyurdu ki Rasûlullah:
-"FİİLİN, kader ile tespit edilmiş olan takdirler sonucu olup,
kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!...
Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!.."
Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... KOLAYLAŞTIRILIYOR...
HİDÂYET EDİLİYOR..?
Yukarıda izah etmiştik ki, "hidâyet", "LÂTİF"
ismi yönünden oluşur!...
Şimdi "LÂTİF" ismi sırrıyla, "hidâyetin"
oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...
Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu açıklamasına
kulak verelim:
-"Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı..
Sonra onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidâyete erdi!...
Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.
Bunun için, ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!."
hf
ALLAH,
RUBÛBİYET İŞLEVİ İLE VARLIĞIN TÜM
MERTEBELERİNDE SAYISIZ VARLIKLAR-TÜRLER YARATMIŞ;
VE BUNLARIN FİİLLERİNİ DE HALK ETMİŞTİR
Zâtı itibariyle mutlak gayb (bilinmez) olan “Allah”; Rubûbiyet
işlevi ile, varlığın tüm mertebelerinde, sıfat ve isimlerinin
özelliklerini açığa çıkartarak sayısız varlıklar, türler yaratmış; hem bunları
hem de fiillerini halk etmiştir!.
“Siz’leri ve fiîllerinizi halk
etmiştir!” (Saffat:96)
“Siz”leri kelimesinin işareti,
ehlullah indinde, “isimlerinizi” demektir!.. Müsemma
ise, yalnızca O’nun sıfat ve esmâsının terkip şeklinde fiîller
âlemindeki açığa çıkışıdır!.
Her birim, yalnızca O’nunla Hay
(diri) ve Kayyum’dur (hayatı kâim)! Her birimden, her an
açığa çıkan her oluşum, yalnızca, kendisini meydana getiren Allah
isimleri bileşiminin terkip şeklinde o andaki dışa vurumudur!.
İş böyle olunca...
Bu durum gösterir ki, birime dayalı
bir özellikten söz edildiğinde, gerçekte, birim ismi ardındaki esmanın
ef’âl âleminde (fiiller boyutunda) ortaya çıkışından söz edilmek
istenmektedir.
hf
HER FERT, TEK TEK,
YARATILIŞ SİSTEMİNİ BİLMEK VE YAŞAMINA
ONA GÖRE YÖN VERMEKLE MÜKELLEFTİR
Din esasında, gelmemiştir. Din, bildirilmiştir!.
Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzen, Rasûlü tarafından insanlara
bildirilmiş, açıklanmış, tebliğ edilmiştir…
“Allah’ın yaratmış olduğu böyle bir Sistem ve Düzen var!. Siz, bu Sistem
ve Düzeni anlayarak kendinize ona göre yön verin ki, neticede pişmanlık
duymayasınız” diye insanlar uyarılmışlardır.
Açıklamaya çalıştığım bu husus çok
önemlidir.
Bugün tartışılan pek çok konunun
çözüm anahtarıdır.
Allah, yeryüzü yaratılmadan evvel, ezelde
bir Sistem ve Düzen içinde bu âlemleri
yaratmıştır. Dünyanın yaratılışı ise, bu sistem ve düzende bir değişiklik
meydana getirmemiştir,
“lâ tebdila li halkillah”!.
“Allah’ın halkettiği sistemde
değişme olmaz” Hükmü, bu sistem içinde
çalışmaktadır.
“ve len tecide li sünnetillâhi tebdiylâ”
“Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz!.”
İşte “bu sistem”, Rasûller ve Nebiler aracılığı ile insanlara
tebliğ edilmiştir.
Sen bugün için dünyada her hangi bir
şekilde varsın; ama, yarın öbür gün bu
dünya ile alâkan kesilecek, başka bir boyutta yaşamaya devam edeceksin.
Daha sonraki evrelere kendini
hazırla. Çünkü, Allah böyle bir sistem ve düzen oluşturmuş. Sen kendini bu
sistem ve düzene göre yetiştirmezsen, ölümden sonraki yaşamda büyük sıkıntı ve
ızdıraplara düşersin.
Rasûller insanlara bu gerçekleri
bildirmiş...
Bu bildirim nasıl yapılmış?.
“Eyyühen nâs” “Ey insanlar” denerek. Falanca
millet, falanca kavim denerek değil!. “Eyyühen
nas” “ey insanlar” şeklinde hitap
var.
Çünkü, bütün insanların, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin
kurallarını bilmek ve ona göre kendilerine yön vermek hakları vardır.
Dolayısıyla, “DİN”in yani, Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzenin
muhatabı da din adamları değildir. Yeryüzünde yaşayan her ferttir!. Tek tek!.
hf
DÜŞÜNSEL KİŞİLİĞİNİ
TANRIYA İNANMAYAN
OLARAK
“SİSTEM”E (“SÜNNETULLAH’A) DÖNDÜR
“Feakim vecheke liddiyni haniyfa. Fıtratallahilletiy
fetarennase aleyha. Lâ tebdiyle lihalkillah; zâlike diynül kayyım; velakinne
ekseren nasi la ya`lemun” (30.Rum-30)
“Vechini hanîf (tanrıya inanmayan) olarak dine (sisteme) döndür. O ALLAH
FITRATI ki, insanları, fıtratlar üzerine yaratmıştır; Allah`ın [belli bir
amaç ve programla] yarattığı sisteminde asla program değişikliği olmaz!.
İşte dosdoğru din budur!.
Ne var ki insanların çoğunluğu bu
gerçeği bilmezler.”
Evet, günümüzde keşfedilen holografik
gerçeklik ile “zerre külün aynasıdır” uyarısının işareti burada
çakışmaktadır.
hf
“B” SIRRI İLE O’NA BAĞLANIP
O’NUNLA KORUNANLARI
RAHMETİNE ERDİRİR
Rasûlullah kimlere şefaat eder veya etmektedir?..
Eğer bu dünyada şefâat ulaşmamışsa, sonrasında
fayda eder mi?.. Veya, bizler bir diğerimize ne kadar yardımcı olabiliriz?
Hangi şartlarla şefaatten yararlanmak
mümkündür?
İşte bu konuda Âyetel Kürsî’deki
bir cümleyi hatırlayalım; zirâ, kişide Allah’ın tasarrufu nasıl açığa
çıkmaktadır ve dış etkiler veya şefâat bu tasarrufu ne kadar etkiler sorusunun
cevabı buradadır.
“...men zelleziy yeşfeu indehu illâ
bi iznihi”...
“...Kim şefaat edebilir “bi izni hi”
olmadan!”...
Diyeceksiniz ki niye başını Türkçe
yazdın da “bi izni hi” kelimesini Arapça orijinaliyle bıraktın?
Konunun sır noktası işte o kelime de
onun için!.
“B izni H”...
Besmele
açıklamasında belirttiğim
üzere Kurân-ı Kerîm’i sırlarına ermek için okumak istiyorsak öncelikle “B“
anahtarını kullanmak zorundayız. Bu sır anlaşılmaz ise, hep yukarıdaki bir
tanrıdan, ötedeki ya da ötendeki bir tanrıdan söz edildiğini
düşünürüz. Ne yazık ki, mevcut Kur’ân çevirilerinin neredeyse tamamında ve
hattâ orijinalinde mevcut olmasına rağmen güncelleştirilmiş Kur’ân
tefsirlerinde “B“ harfinin anlamı gözardı edilip, yer verilmemiş
ve bu çok çok önemli anlama hiç işaret edilmemiştir!
Oysa...
“B izni H” işareti,
kişinin hakikati olan esma terkibine (isimler bileşimine) işaret etmektedir
burada!.
Bu durumda bu âyetin anlamı şu olur:
“Senin Rabbin olan, Allah isimleri
bileşimin, o şeyin oluşmasına elvermiyorsa, kim sana o konuda başarılı olman
için yardımcı olabilir”!.
Nitekim bu gerçekler bakın şu
âyetlerde nasıl vurgulanmaktadır:
"Yevmeizin la tenfaaüş Şefaatü
illa men ezine lehür Rahmanu ve radıye lehu kavla" (Taha:109)
“O gün şefaat fayda vermez. Ancak
Rahman’ın kendisine izin verdiği (şefaat edilen)
ve kavline (etkin söz) razı olduğu (şefaat eden) kimse
müstesna!."
“Isteiynu B illahi.” (A’raf:128)
“Yardımı, özünüzdeki ulûhiyet
hakikatından isteyin!..”
“Ya
eyyuhellezine amenu, âminu Billahi...” (Nisa:136)
“Ey iman
edenler, iman edin “B” harfindeki anlam itibariyle ALLAH`a..”
“Ve minennasi men yekûlu amenna
Billahi ve Bilyevmilâhiri; ve mâhum Bimu`minin” (Bakara:8)
“Ve insanların bir kısmı, “B”
harfinin işaret ettiği sır ile Allah`a ve yine “B” harfinin işaret ettiği sır
ile âhirete iman ettiklerini söylerler... Oysa, onlar “B” harfinin sırrını
anlamış olarak iman etmemişlerdir.”
“Feâminu Billahi ve Rasûlihin
Nebiyyil Ümmiyi.” (A’raf:158)
“B sırrı ile Allah`a ve ümmi Nebi
olan Rasûlüne iman edin!.”
“Feemmelleziyne amenu Billahi
va`tasamu Bihi feseyudhiluhum fiy rahmetin minhu ve fadlin ve yehdiyhim ileyhi
siratan mustakiyma.” (Nisa:75)
“B’nin sır anlamıyla Allah`a
iman eden ve B sırrı ile O`na bağlanıp O`nunla korunanları rahmetine ve fazlına
erdirir, sıratı mustakıyme hidayet eder.”
“Velev şâe rabbuke leamene men fil
ardı küllühüm cemiy`a; efeente tukrihun nase hatta yekûnu mu`miniyn. Ve ma kâne
linefsin en tu`mine illa “B”iiznillahi....” (Yunus:99-100)
“Eğer Rabbin isteseydi
yeryüzündekilerin tamamı iman ederdi... Bu durumda sen mi insanları
zorlayacaksın mü`min olmaları için.. “B” izni Allah olmadıkça hiç bir kimsenin
iman etmesi mümkün değildir....”
İşte bu yüzdendir ki:
“Ma alerrarasûli illel belağ..”
“Rasûl`ün üzerinde tebliğden başka
vazife yoktur.” (Maide:99)
“La ikrâhe fid DİYN.” (Bakara-256)
“Din içinde zorlama yoktur.”
İşte bu yüzdendir ki, Şefâat yani yardım ancak kişinin fıtratı o işe elveriyorsa geçerli
olabilir!. Fıtratı meydana
getiren Fâtır isminin özelliği dahi, kişin Rabbi olan ve rubûbiyet
boyutunu oluşturan kendi yapısındaki esmâ mertebesinde yer almaktadır!
hf
“İNSAN’IN HAKİKATİ”; EVRENİN HAKİKATİ İLE
AYNI ÖZDEN
GELMESİNE RAĞMEN
İNSAN, BEYNİNDE GEREKLİ AÇILIM KOMBİNASYONLARININ
OLUŞMASI İÇİN KORUNMA TEDBİRLERİNE MUHTAÇTIR
İslâm “Din”inin açıkladığı vahdet gerçeğini taklit yollu
kabullenip dayandığı “sistem”i fark edemeyenler, işin bu faslında
hep şu yanılgıya düşmektedirler...
“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok; Allah
adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki hakikat denilen ilim ve
kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim tapınacağım
bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç ne hac ne
zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra bunlara
ihtiyaç kalmaz!.”
Bu fikir tümüyle çok büyük bir
yanılgıdır!.. Öylesine pahalı faturasıyla
karşılaşılacak bir yanılgı ki, sonuçlarını kimse tahmin edemez!.
Bu konuyu “KENDİNİ TANI” isimli
kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir kere daha
kısaca özetleyelim...
İnsanın hakikati ile evrenin hakikati
aynı asıldan aynı özden meydana gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki
herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın bileşimi itibariyledir!
Yani, atom
boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik tekil bir varlık
olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu boyut
itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve
bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom
boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler
yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu
boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını
sürdürmektedir.
Demek ki, bir alt asla göre dahi
gerçek olan tekillik, üst katmanın yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi
oluşum şartlarına göre yaşam geçerli olmaktadır.
Bunun sonucu nedir?
Bunun sonucu şudur:
Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil
Hakikat olduğunu ne kadar idrak etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta,
yaşamı beden boyutunun şartlarına göre sürmektedir.
Biraz daha açık misal vereyim...
Bedeninin aslı moleküler katmandır!.
Moleküler katmanın için ise, ne açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık
veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi, benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE
moleküler boyutum veya katmanımdır, diyerek yemeden içmeden durabiliyor,
hastalanınca ilaç veya serum, vitamin almadan ayakta kalabiliyor musun?
Hücresel katmanının aslı olan
moleküler katmanının gerçeklerine rağmen, nasıl sen yaşamına beden yani
hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar oluşturmak zorunda isen...
Aynı şekilde, “hakikat” dediğin
evrensel özünün ne olduğunu ne
ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden boyutunun ve geleceğin olan ruh
boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön vermek zorundasın!.
İşte İslâm “Din”i
gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende
bir tanrıya tapınmak amacıyla değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi
özündeki sayısız kuvveleri beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere
sana teklif edilmiştir. Yapacağın korunma duaları beyninde üretilen
bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı oluşturmak amacına dönüktür!.
Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu çalışmalarla zâhirine çıkmakta
ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü insan değildir!. Korunmaya
muhtaçsın! Bunu anla artık!.
Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu
çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli açılım kombinasyonları oluşmaz;
oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur veya enerji ruhuna yüklenmez;
böylece, bedenin terk edilerek ölümün tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç
olacağın kuvvelerden de kendini mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi elde edebileceğin fizik beyni de
bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap ve ızdırabını çekersin! Kendi
kendini cehenneme atmış olursun!
Allah asla kullarına azap etmez!.
Herkes elleriyle ortaya koyduklarının sonuçlarını yaşar!.
Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...
hf
İNANMAYARAK
DA YAPSAN,
YARATIŞ
SİSTEMİ GEREĞİ NETİCESİNE ULAŞIRSIN
“Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltu ve Huve rabbül arşıl
azıym.”
“Allah’a güvendim (bana yeter) tanrı yoktur O vardır, ki ben de O’na
bağlanıp işimi ona bıraktım; O arşın aziym rabbidir.”
Başınız haksız yere derde girdiği
zaman bu âyet-i günde beşyüz veya bin kere okumaya devam ederseniz, inşâallah
kısa zamanda selâmete çıkarsınız.
Bu âyetteki duâyı ilk okuyan İbrahim
Nebidir.
İbrahim aleyhisselâm Nemrud
tarafından yakalattırılıp, mancınıkla ateş dağının içine fırlatıldığı zaman,
havadayken Cebrâil isimli melek gelir ve sorar.
-Yâ İbrahim senin için ne yapmamı
istersin?
İbrahim aleyhisselâm cevap verir:
-Allah’a güvendim. O bana yeter. Tanrı yoktur O vardır! Ben O’na
bağlanıp, işimi ona bıraktım. Ki O arş’ın azîm rabbıdır.
İşte İbrahim aleyhisselâmın bu
şekildeki ifadesinden sonra mûcize olur; ve İbrahim aleyhisselâm yavaş bir
şekilde ateşin içine düşer fakat onu ateş yakmaz. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı üzere "ateş soğumuş ve selâmet verici olmuştur" İbrahim Nebi için,
Allah emri ile.
İşte, böyle bir mûcizenin meydana
gelmesine vesile olan anlayış ve ifade vardır bu duada.
Bakın bu duâ için ne buyuruyor
Rasûlullah salla’lâhu aleyhi ve sellem efendimiz bizlere:
-Kim sabah kalktığında ve geceye girdiğinde “Allah’a güvendim o bana
yeter, Tanrı yoktur, arş’ın azîm rabbi olan O vardır” derse; bunu ister
sıdk ile söylesin ister YALANDAN (inanmıyarak) söylesin, yedi defa söylediğinde Allah ona
kâfi gelir.’ Ebû Davud.
Dikkat edin!
Bu hadîs-i şerîfte çok önemli bir
hususa işaret ediliyor! Allah’ın SİSTEM’ine! "Allah’ın düzeninde asla değişiklik olmaz" âyetiyle de
vurgulanan SİSTEME.
Siz belli duaları veya zikirleri
yaptığınız zaman, inansanız da, inanmasanız da, o yapılan çalışma, ilgili
mekânizmayı, sistemi harekete geçirir ve mutlaka semeresini verir; demiştik.
İşte bu hadîs-i şerîf,
söylediklerimizin açık-seçik ispatıdır. "Kişi ister SIDK ile ister yalandan yâni inanmayarak"
yaptığında denmesi bunun apaçık göstergesidir.
Bu sebeple diyoruz ki, siz
inanmasanız dahi bu zikirlere veya duâlara bir süre devam edin, söylenildiği
sistem üzere. Elbette neticesine ulaşacaksınız.
Allah bize bunun mânâsına ermeyi ve
bu duayı edebilmeyi nasîb etmiş olsun.
hf
“RAHMAN’IN TÂLİMİ”YLE
RUBUBİYET
BOYUTUNUZUN “SİZ” OLARAK
AÇIĞA
ÇIKARDIĞI NİMETLERİ NASIL YALANLARSINIZ?
“Sünnetullah”ı “OKU”r!..
Görür gözü, işitir kulağı, konuşur
dili, O olur!.
Beşer ise asla O’nu göremez!.
Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri
gibi...
Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i”
görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!
Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...
“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ
tükezzibân!”
(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı
meydana getiren Rububiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri
nasıl yalan sayarsınız? (Rahman Suresi’nde 31 defa tekrarlanan bir
uyarı!)
Buna ancak hakikat ehli tasdik
ve şehadet edebilir!.
“Kur’ân OKU”mak işte bu
boyutta olur hakikatiyle!.
Ateizmin getirisi ve bilimin
başlangıcı kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını
yıkarken; "peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zeka
nedir?" sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı"
anlayışı ise bunu cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne
ulaşılmıştır! Çünkü düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı
akıl" aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.
Bilimsel gelişmeleri takip eden
batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semavi) din
olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var
ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel
YARATICI ZEKA" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe
ulaşmışlardır...
Bu görüş, Allah Rasûlü Muhamed
aleyhisselamın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif
ettiği olayın kapısıdır!
İnsanlık, bugünkü müslümanlık
anlayışının ötesinde, gerçek İSLAM DİNİ'ni tanıma hareketini
başlatmıştır!
Fatır’ın farkına varılmasını sağlayan bu görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle
mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın keşfedilip kabul edilmesine
kadar uzanacaktır..
Bu da, görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin
dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır
kanaâtindeyim.
Zirâ bu gerçekleri fark eden
aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!
Fark edilen gerçek kapısı tüm
insanlığa hayırlı olsun!
Bu da, “Allah hidâyetinin”,
yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.
hf
“SULBÜNDEN OLABİLİR AMA
O SENİN AİLENDEN DEĞİLDİR!”
“Rabbi inniy euzü bike en eseleke ma leyseliy bihi ilmün ve illâ
tağfirliy ve terhamniy ekün minel hâsıriyn.”
Anlamı:
Rabbim sana sığınırım neticesi
hakkında kesin bilgim olmayan bir konuda ısrarla senden bir şey istemekten.
Böyle bir hatam dolayısıyla beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana
uğramışlardan olurum.
Bilgi:
Nuh aleyhi’s-selâm kavmini uyarmış, ama
kendisini dinlememişlerdi. O da aldığı emri ilâhî üzerine bir gemi yaptı ve
hayvanlardan birer çift ile yakınlarını gemiye davet etti. Ne çare ki oğlu ona
inanmamış ve gemiye de binmemişti.
Tufan başladıktan sonra, seller üzerinde gemi yüzerken, dalgaların
arasında boğulmak üzere olan oğlunu gördü ve onun kurtulması için ısrarla
rabbine dua etti. Ama ne çare ki duasına icabet gelmiyordu.
“(Sulbünden olabilir ama) O senin ailenden değildir!. Yaptıkları sâlih
olmayan işlerdir. Gerçeğini bilemediğin şey için bana ısrarla dua etme.
Câhillerden olmaman için seni uyarıyorum." (11-46)
İşte bu uyarıdan sonra Nuh aleyhi’s-selâm, yukarıda metnini
verdiğimiz özrü, bağışlanmayı ihtiva eden duayı yaptı.
Bize, burada büyük ders vardır!. Bir çok akrabamız
veya daha yakınımız, ailemizden kişiler vardır ki, gerçeği örtmekte, inkârda,
tanrı kabulünde inad edip dururlar. Oysa onlarla her ne kadar kan bağımız varsa
da, ölümötesi yaşam içinde hiç bir yakınlığımız mevcût değildir. Bu sebepten de
onlar hakkında ısrar etmemiz, ya da onları zorlamamız abestir. Bize düşen
sadece onların hidâyet bulması için rabbimize dua edip, gerisini O’na
bırakmaktır.
Muhakkak ki Allah’ın takdiri yerine gelecektir!.
hf
NE GENETİĞİN EVRENSEL DUYGUSUZLUĞUNDAN
HABERİMİZ VAR…
NE DE GENETİĞİN EVRENSEL
BOYUTLARDAKİ YAPISINI DÜZENLEMİŞ OLAN
EVRENSEL TEK ŞUURDAN!
Lûtfen bakmayın bize sakın, gökteki göksüzler, yerdeki yersizler!
Değerlendirme yapmayın bizler hakkında!…
Değmeyiz!
Biz, kendi minik dünyamızda,
küçük mutluluklarla ya da üzüntülerle yaşamımızı kâh cennet kâh da cehennem
eden; evrendeki yerinden ruhunun bile haberi olmayan kozalarımızın
imparatorlarıyız!!!
Tek yaptığımız, kendi cehalet
karamızla önümüze gelene kara sürerek, onun seviyemize düştüğünü sanmaktır!
Kafamızda yarattığımız
tanrımızla çok mutluyuz biz, zaman zaman onu beğenmesek, eleştirsek de!
Çöle sosyal düzen kuralları
getirdiğini sandığımız peygamber(?), ona gökten inen bir melek ve nihayet
gökteki tanrımız ile geçinip gidiyoruz işte!
Ne genetiğin evrensel duygusuz hükümranlığından haberimiz var; ne de
genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan evrensel tek şuurdan!
Kozamdaki ben, gökteki dev pençe eli olan tanrım; sahip olduklarım(!?),
ve onları yitirmekten dolayı yangınlarım, cehennemim!
Ha, bir de, tabiatıma uygun ele geçirdiklerimden dolayı hayâlimde
yaşadığım cennetim!
Sakın arkanıza dönüp bize bakmayın yarınlardakiler; gökteki göksüzler;
yerdeki yersizler!… Zamansız ve Mekânsızın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak varlığı
devam edenler!
hf
GENETİK VERİ TABANININ
TASAVVUFTAKİ ÖNEMİ
(Soru: Ehlullah aynı zamanda zâhirde Rasûlullah'ın sülbünden gelenler
midir?)
Zâhiren çoğunluğu öyledir; ama istisnalar da vardır...
Esasen ancak o genetik taban o kemâlâtı getiriyor...
Genetik veri tabanı, velâyette yüksek kemâlâtlar için çok önemli...
hf
BEYİN HÜCRELERİNİN
PROGRAMLANMASINDA
“ALLAH
İSİMLERİ”NİN ZİKRİNİN ÖNEMİ
Bkz. B / Beyin- Z / Zikir
hf
GENETİK ARINMA
SORU: Hz. Rasül’deki üç aşamalı gerçekleşen genetik arınma, ”Ferdiyet sahipleri”nin her biri için
gerçekleşiyor mu?.
CEVAP: Evet!. Hepsi için geçerli; ancak,
hepsinde aynı derece olmaz. Kemâlâtına göre arınmaları da farklı olacaktır!.
hf
“İNSAN”…
VE “İNSANSI”
“İnsansı”lar şartlanma yollu ezberler
gelen verileri ve doğruluklarını sorgulamazlar evrensel sistem içinde… Ölüm
ötesi kavramları genellikle gelişmemiştir… Vahşi tabiatlıdırlar en gelişmiş
toplum içinde ve o görüntüde olsalar dahi… Bazen müslüman bazen ateist olurlar,
ama iç dünyalarında insanlara hükmetme, eziyet etme, işkence etme duygusu hiç
kaybolmaz. “Müslüman” görünürler ama “iman”la
alâkaları yoktur; hayâllerindeki kendi varettikleri tanrılarına tapınırlar.
Tanrıları uğruna da insanlara yapmadıklarını bırakmazlar!.
Bir kısmı da yoğun şartlanmalı eğitim
altında beyni yıkanarak yetişir… Düşünme ve sorgulamadan mahrum olarak, “İnsan”
olmayı anlamazlar. Yasakçı zihniyete sahip faşist anlayışla yetişirler. Herkesi
hükümleri altına alıp, herkesi kendileri gibi yaşatmak için her yola
başvururlar!. Fikir tartışmasına asla giremezler, çünkü ezberlediklerini
tartışabilecek zihinsel derinlikleri yoktur!. Yaşam, dünyadan ve bedensellikten
ibarettir onlar için.
“İnsansı”ların dünyasında en belirgin özellik,
“ZORLAMACI” ve “HÜKMETMECİ” olmalarıdır…
Yaşamı boyunca cennetliklerin amelini
işleyip; ölüme bir karış kala cehennemliklerin amelini ortaya koyup o hâl üzere
ölenler de bu “insansı”lardır işte.
Bir mümine ‘’kâfir’’ diyenin kendisi
kâfir olur ve bu hâl üzere ölürse imansız olarak ölmüş olur.
“İslâm”ı anlamış ve “Allah” adıyla işaret
edilene iman etmiş olanlar, tasavvuf dünyasında görülen kemâl ehli zâtların
“HOŞGÖRÜSÜ” ile yaşarlar ve asla dayatmacı olmazlar. Çünkü onlar “insan”dır.
hf
DEĞİŞİK
GENETİK ÖZELLİKLERE SAHİP
(İNSANSI VE
İNSAN NESLİNDEN GELENLERİN
YAPTIĞI
BİRLEŞMELER DOLAYISIYLA)
İKİ YÖNLÜ
HUSUSİYETLER ORTAYA KOYAN
SAYISIZ
NESİLLER VARDIR
"İnsansı"lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak,
en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç
çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler
günümüzde de!
Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve
buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur.
Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam
şartlarıyla ömürlerini sürdürürler..
Öte yandan "insan"lar da öncelikle karşısındakini düşünen,
maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler
yine genlerinden gelen bir komutla!
Bir de bu iki nesilden gelenlerin
yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip olup, iki
yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır.
hf
ÂDEM
GEÇİRDİĞİ MUTASYON NESLİNE İNTİKAL ETTİĞİ
İÇİNDİR Kİ
“HALİFE”
ÖZELLİĞİNİ KAZANMIŞTIR
İster İnsan-ı Kâmil, ister birimsel
mânâda insan olsun hepsi de ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olarak vücud
sahibidirler; ki dolayısıyla, Allah
onlardan daha câmi mânâda hiç bir varlıkta zuhûr etmemiştir!.
Âdem’in Âdem olması ve Allah'ın yeryüzündeki
halife olma özelliğini kazanması ancak beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon
geçirmesi ve ondan sonra da bu mutasyonun genetik olarak nesline geçmesi
dolayısıyladır...
hf
İLK “İNSAN”,
ÂDEM…
VE NESLİ OLAN,
“ÂDEM
EVLÂDI”…
"İnsan", yani "Adem", yani ilk "insan"dır!
"Adem evlâdı" ise kendisindeki "Hilâfeti"
sezen, hisseden, anlayan, idrâk eden ve bunun gereğini yaşayabilendir!
hf
"Yeryüzündeki halife"
kimdir?..
Âdem nesli!
"İnsansı"lar değil; yalnızca Âdem ve Havva`dan gelen nesil olan
"insan"lar!
hf
EVRİMLE GELEN NESİL,
“İNSANSI”,
ÂDEM’DEN GELEN NESİL İSE
“İNSAN” ADINI ALIR!
Evrimle gelen nesil
“insansı”, Adem’den gelen nesil ise “insan” adını alır, demiştik
geçmiş kitaplarımızda ve bunun izahını yapmıştık gene onlarda…
Allah’ın bir
topluma rahmet ve merhametinin alâmeti ve işareti odur ki, onları derinden
yönetenler, “insan” sınıfındandır…
Allah’ın bir
topluma gazap ve Celâlinin alâmet ve işareti de odur ki, onları derinden
yönetenler, “insansı” sınıfındandırlar!
Toplumlar, hâl diliyle, hâllerine
göre yöneticilerini talep ederler ve Allah da onların bu taleplerine icâbet eder!.
hf
ÂDEM’İN
“HİLAFET GÖREVİ” İÇİN SEÇİLMESİNİN SEBEBİ,
KENDİSİNDE MEYDANA GETİRİLEN
“İNSANÎ MÂN”DIR.
(“ALLAH SURETİ”-HALİFE
ÖZELLİĞİDİR)
"İnsansı"lar türünden olan "bedeni" yönünden değil;
kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yâni "Halife"
özelliği ile ilk "insan" olmaktadır Adem! Bize açılan
gerçeğe göre…
hf
İnsan, "Halife"
olarak yeryüzünde mevcuttur!
Ancak, bu "Hilâfet"
görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin"
mânâsını anlayıp, idrâk edip, yaşayabilen zâtlar kimler?..
Elbetteki bu konu, üzerinde çok
önemle durulması gereken bir konu.
hf
"Allah, Adem`i yer yüzünde bir halife olarak meydana
getirdi."
Kur'ân `dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat`ta da Tekvin
bahsinde şu hususa değinilir. "Allah, kendi sûretinde Adam`ı yaptı."
Adem`den Tevrat`ta "Adam" şeklinde
bahsedilir... Keza, İncil`de de...
Bununla birlikte, Buhari`de, Müslim`de, İbn-i
Hanbel`de bu konuda bir açıklama vardır. Hazreti Rasulullah
Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
"Allah, Adem`i kendi sûreti üzere yarattı."
"Allah sûreti üzere meydana getirilen", Adem`in var
oluşunun gayesi, bu Âyet-i Kerime’de açıklandığı üzere, "yeryüzünde
Halife" olmasıdır...
"Halife" olması, Adem`in, Allah sûreti
üzere yaratılması ile ancak mümkündür ki, biraz önce bahsolunan Rasûl
açıklamasında da buna;
"Allah Adem`i kendi sûreti üzere meydana getirdi"
şeklinde işaret edilmiştir.
"Allah sûreti üzere..."
diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?...
Biliyoruz ki, Allah, şekilden, maddeden, sûretten münezzehtir!.
Bu sûretin, ne olduğu hakkında çok tafsilatlı bir izahı, "Özün Seyri"
isimli bölümde bulacaksınız.
Burada bahsedilen "sûret" Cenâb-ı Hakk`ın
Esmâ-i ilâhisi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.
Adem`in, "Allah`ın sûreti üzere var olması"
demek, "İlâhi isimlerin mânâları ile varlığı var olması"
demektir.
Yani, Adem, "Allah`ın isimlerinin mânâlarını ortaya
koymakla "Hilâfet" görevine seçilmiş", o görev için
meydana getirilmiş demektir.
Nitekim, Nur Sûresi`nin 55. âyetinde de:
"Allah, sizden, inanıp iyi işler yapanlara kendilerini
yeryüzünde Halife yapacağını vaadetti"
denilmektedir...
En`âm sûresi`nin 155. âyetini şöyle açıklamaktadır:
"O, sizi, yeryüzünün halifeleri yaptı."
hf
ÂDEM (HÜCRESEL BEDEN)
BELLİ BİR KIVAMA GELİNCE ALLAH ONA
“RUHUNDAN ÜFLEMİŞ) BÖYLECE
BİR MUTASYON GEÇİRMİŞTİ
Bizim müşahedemize göre..
"Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar" ifâdesi meleklerin o an için yeryüzündeki "insansı"ları
ve onların yaşantılarını tesbit etmelerinden ileri geliyordu. Çünkü o sıralar
yeryüzünde ilk "insan" varolmamıştı ve yalnızca "insansı"lar
yaşamaktaydı!
Dikkat edilirse, Kur`ân-ı Kerîm’de Âdem`in ilk insan türünden bir
varlık olduğuna dâir hiç bir âyet yoktur! Kurân‘daki bu açıklama
"yeryüzünde Halife meydana getirileceği" yolundadır.
O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a
son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme
gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak
adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı.. Ki
biz bunlara "insansı" demekteyiz.
Bunlar kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı
verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal
düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son
derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.
Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler
de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı.
Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife"
olacak "insan"ı, o ana kadar yaşayagelmekte olan
"insansı"lar gibi değerlendirerek; onu "Yeryüzünde kan
dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak" zannetmişlerdi!
Oysa, "Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş
çamur" yani "hücresel beden" sahibi varlığa, yani,
"insansı"ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten
sonra Allah "ruhundan üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon"
geçirmişti! Bundan sonra da "insansı"lar arasında da ilk
"insan" olmuştu Hazreti Adem!
"Onu kıvama erdirip, ruhumdan üflediğim zaman" (Sad-72)
Burada dikkat edilmesi gereken husus, öncelikle insan bedeninin, "insanî"
hakikatı ortaya çıkartabilecek bir "kıvama", kemâle
gelmesidir.. Ki bu da yukarıdaki âyette ön oluşum olarak belirtilmiş;
daha sonra da "ruhum" ifadesiyle "esmâ-i ilâhi’nin
mânâları" anlatılmak istenmiştir! Bilindiği gibi "ruh"
kelimesinin çok önemli bir anlamı da "mânâ"dır.
"Allah, Âdem`e bütün isimleri tâ`lim etmişti"!
"Ruh nefhi" ifadesiyle anlatılan,
"esmâ-i ilâhi’nin" kapsamlı bir kapasiteyle ortaya
çıkarılabilmesi yeteneğini oluşturan "mutasyon" olayı
sonucunda, beyin kapasitesi Allahû Teâlâ`nın "tâlim edilen"
tüm esmâsının özelliklerini ortaya koyabilecek kemâlâta ulaşmış; böylece
de cennet hâli diye bahsolan yaşama geçmişti Adem!
Yani, kendi esmâ-i ilâhi’sini, zâhiren ve bâtınen bütün boyutlarda
ortaya çıkarabilecek kemâl üzere Adem`i meydana getirdiği için, bu kemâlinin
neticesi olarak Âdem, varlıkları, mevcûdâtı değerlendirmeğe gitmişti.
hf
YARIN, "DÜN"ÜNÜZDE GİZLİDİR...
BELKİ BİR DAKİKA,
BELKİ BİR NESİL ÖNCEKİ "DÜN"DE!
“Yarın ne getirecek?”
Çoğumuzun kafasında bu soru vardır…
Acaba cevabı ne?
Kesinlikle bilin ki, bu sorunun cevabı “DÜN”ünüzde gizlidir!.
Belki bir dakika, belki
bir nesil önceki “dün”de!.
Dedesi erik yemiş
torunun dişi kamaşmış, uyarısından başlayıp, bir an önceki davranışınıza kadar gelen
bir çizgiyle…
“Gen” ilmi hakkında
bilgimiz arttıkça göreceğiz ki, “irsiyet”in
rolü tahminlerimizin çok fevkinde
önemli.
Siz, bu gerçeği bilin; ister bir nefes sonraki “yarın”, ister bir yıl sonraki “yarın” için şu “an”ınızı ilminize göre en mükemmel
şekilde değerlendirmeye çalışın!…
Ki böylelikle, torunlarınıza
kamaşmış bir diş değil; gür sesli bir “vicdan” bırakmış olursunuz!
hf
GENETİK İNTİKAL
SONUCU YAŞANAN
CEZALAR
DUA, esas itibariyle, beynin "yönlendirilmiş dalgalarıdır".
Bu
sebepledir ki, konsantrasyon ne derece güçlü olursa, DUA'ya icâbet de o derece
süratli olur. Bunun için denmiştir, "mazlumun
duası yerde kalmaz; âh alan felâh bulmaz!."
Zirâ,
o "âh" eden kişi, öyle bir
sıkıntı ile, öyle bir konsantrasyon ile, menfî beyin dalgalarını o kişiye
yöneltir ki, o yayın okundan kurtulmak aslâ mümkün olmaz.
Dedesinde
çıkmasa, torununda çıkar o "âh"ın neticesi!.
Nasıl
mı, çok basit!.
Dedenin
aldığı "âh" dalgaları, onun öyle bir genetik düzenini etkiler ki,
neticesi kendisinde ortaya çıkmasa bile, çocuğunda veya torununda genetik
intikal dolayısıyla ortaya çıkar; ve dedesinin cezasına mâruz kalır.
İşte
bu yüzden denmiştir, "Dedesi erik çalmış, torunun dişi kamaşmış"
diye.
hf
GENETİKTEN GELEN VİRÜSLER
İnsan beynindeki, genetikten gelen
veya sonradan şartlanma yollu edinilmiş bilgiler, PC deki virüslere benzer!.
Bu
virüsler bazen kapalı kalıp harekete geçirecek bir dış etki beklerler ve
dışarıdan virüs yok sanılırlar; bazen de hemen yayılıp kişiyi duygusallık
batağında perişan edip, tüm harddiski çökertirler... Yeniden harddiskin çalışır
hâle gelmesi uzun yıllar alır!.
Virüs
şartlanması yerleşmiştir hard diskinin bir köşesine, farkında değilsindir...
İlim gelir, harddiskinin çoğunluğunu kaplar... Sonra öyle bir olayla, “imtihan” derler tasavvuf dilinde buna,
karşılaşırsın; ki, o olay gider virüsü aktive eder!.
Haydi
al başına!. Virüs bir anda bütün bilgilerini imha eder ve hard disk güm!.
Yanarsın!. İlim bana faydalı olmadı dersin!.
Oysa,
ilim öncesinde edindiğin –şartlanman,
değer yargın- beynine yerleşmiş virüsü temizlemediğin için, o virüsü aktive
eden olay PC ni darmadağın etmiştir ve yapabileceğin de hiçbir şey yoktur
artık, PC ni yeni baştan formatlamaktan başka!.
Evrensel Sırlar kitabının başına ise, tüm virüsleri
imha edecek ana “ANTİ-VİRÜS”
programını koymuştuk!.(*)
Onu
kullanmazsanız, PC niz her an bir olayla aktive olacak virüsle çökmeğe
mahkûmdur!.
Ayrıca
bilgisayar bağlantıları ile de birbirine virüs geçebilir dosya alış-verişiyle!.
Virüsün
beyinden beyine geçişi vardır ve çok önemli bir konudur!.
Beyinler
arasındaki bilgi alışverişinde, virüslü bilgiyi siz bile farkında olmadan
karşınızdaki PC nin beynine yüklersiniz!
Bana,
PC uzmanı Hacker ..... tavsiyede bulundu; “hemen antivirüsü yükle” diye ve
yolladı... Hemen yükledim... Antivirüsüm hayli güçlü şimdi... Eğer siz de
antivirüs yüklemezseniz, ne zaman içinizdeki virüs hangi olayla aktive olup
beyninizi dağıtır bilemem... sonra da cinci dolaşıp beyninizi tamire
uğraşırsınız!.
Bilin
ki PC nizin beyni yaşamdaki en kıymetli aracınızdır ve onu derhal antivirüsle
koruma altına alın!.
-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
(*)
Bütün toplumsal şartlanmalardan; toplumsal şartlanmalardan doğan değer
yargılarından; ve bu değer yargıları sonucu oluşan duygulardan arınmayan ÖZÜNDEKİ
EVRENSEL SIRLARA eremez!.
hf
GENETİK TEMİZLENME İÇİN TEK ŞANSINIZ
(Soru: Genetik temizlenme hakkında ne düşünüyorsunuz?..)
Olanaksız!...
Tek şansınız, antivirüsü devreye sokmanız!... (*)
(*)Bütün toplumsal şartlanmalardan; toplumsal şartlanmalardan doğan değer
yargılarından; ve bu değer yargıları sonucu oluşan duygulardan arınmayan
ÖZÜNDEKİ EVRENSEL SIRLARA eremez
hf
GENETİK VERİLER
VE “BEN”
BİLİNCİ
Bilinç, genetik veriler, astrolojik veriler tabanında gelişen
çevresel algılamalar sentezinin oluşturduğu "ben" adını
verdiğimiz şeydir .
Bilinç, esasen bedene ait bir şey değildir!. Beynin eseri olarak
ortaya çıkan, oradaki son derece kapsamlı analiz ve sentezlerin oluşturduğu bir
düşünsel yapıdır; "Nefs"e aittir!.
hf
RUHSAL GENLERİNİ
(TOHUMUNU) DÜZENLİYORSUN…
Doğuyoruz, büyüyoruz; büyürken,
içinde yaşadığımız toplumun doğru ve eğrileriyle şartlanıp; onları doğru ve
eğri kabul ediyoruz!… Sonra genetiğimizin de yönlendirdiği karakterle,
başlıyoruz en iyi şekilde yaşamak amacıyla savaş vermeye…
Kâh aldatıyoruz, kâh kandırıyoruz;
kâh ezip geçiyoruz; kâh vurup geçiyoruz; kâh egomuzu tatmin için birilerinin
üstünden geçiyoruz!…
Kimimiz için, dünya, o olmasa dönmez,
hâle geliyor! Kimimiz, yorumları olmasa,
insanlar yönlerini tâyin edemeyecek sanıyor!…
Kimimiz cep, kimimiz koltuk veya
etiket uğruna nice savaşlar verip; hep vatan uğruna millet uğruna yaşıyoruz!!!…
Millet deyip, cebimizi dolduruyoruz;
Din deyip, cebimizi dolduruyoruz!… Cebimiz olmazsa, etiketimizi; şânımızı
dolduruyoruz!
Yaşamın evrensel amacı ne mi olmuş?…
Para… Koltuk… Nâm… Dişi…
Tüm oyunlar bunun üzerine kuruluyor…
Her şey, eline geçene kadar
değerli!.. Satın alana kadar, değerli!.
Elde ettin mi, değeri tükeniyor;
haydi yenisine!… Satın alınmayacak, elde edilip hükmedilmeyecek yok sanıyoruz!.
“Kaça?” demekte devam ediyoruz!… Allah’a bile, paha biçmeye kalkıyoruz!
Paraya doymuyoruz!
Koltuğa doymuyoruz!
Nâma doymuyoruz!
Dişiye doymuyoruz!…
Ötesini, bilmiyoruz ki!…
Allah Rasûlü’ne de imanımız yok ki,
gösterdiği hedefe ulaşmak gibi bir amacımız olsun!…
Doyasıya, patlayasıya, çatlayasıya,
yiyip içip, çiftleşmenin yollarını arayıp duruyoruz!.
Tanrı korkusu olmasa, ne zekât
vereceğiz, ne bir iyilik yapacağız!.
Ama ya varsa, öte dünya?
İşte bu korku bazılarımızı biraz
dizginliyor!.
Hayvânî arzularımızı frenliyor!.
Ateş ve azap korkusu tanrı korkusuyla
birleşince, disk fren gibi işlev görüyor!.. Bu korkuları olmayansa dolu dizgin,
patlamış frensiz araba gibi!.
Nereye kadar?…
Toslayacağı yere kadar!.
Ama tüm bunlar, oyunun bir sahnesi
daha… Farkında değiliz!. Arkada, bu sahneye göre gelişecek çok sahne var daha!.
Bu sahnede kimlerle olduğun, kimlere
hükmettiğin; kimlere vurup geçtiğin; kimlerin sırtında kimleri ezip tükettiğin,
gelecek sahnelere göre çok önemli… Tohumunu, ruhsal genlerini düzenliyorsun bu
arada… Bak o tohum sana neler yaşatacak zorunlu olarak genetiği istikametinde
sana!
Dedesi erik yemiş; torunun dişi
kamaşmış!.
Dedesi vurup geçmiş; torunu delinip
geçmiş!
Oynadığın rolün, sana gelecekte hangi
sahneleri yaşatacağını düşünecek kadar çalışmıyorsa artık beynin; ister biraz
daha bu hâliyle kullan; faturanı yükselt!… İstersen bir sakatatçıya sat!…
Mezelik ya da salatalık niyetine değerlendirilsin!.
Ölümötesi yaşamı idrâk edemeyip;
gelecek yaşamına göre hayatına yön vermeyen; yalnızca, para, dişi, nâm, koltuk
için gününü gün eden beyin; gelecek sahnelerde, ateşte kızartılıp, ya da
haşlanıp, “ötekilerin” sofrasını süsleyecektir!.
Bu senaryoda, sana hangi rolün
verildiği benim hiç derdim değil!.
Ama sen, senaryoda sana verilen
rolün, gerisini de düşün; diğer sahnelerde başına gelecekleri de artık idrâk
etmeye çalış!.
Senaryoyu anlayamasan, okumamış olsan
da; hiç olmazsa, yaşamdaki rolün iyi olsun; buna çalış!. Başarıyorsan, nasip
demektir!. Başarmak için gayret sarf etmiyorsan veya gerek duymuyorsan;
şimdiden sakatçının yolunu öğren!.
fhfh
GERÇEK
Bkz. H / “Hakikat”
fhfh
“GIYBET”
· “Zan” niçin suçtur?
· Gıybet niçin fitnedir, o fitneyi söndüren nedir?
· Gıybet ile iftira arasındaki fark nedir?
· Birisinin hakkında neler konuşmak gıybettir? Konuştuklarımız o kişide
varsa, yine de gıybet olur mu?
· "Ben bunları onun yüzüne
de söylerim" zihniyetiyle kendimizi haklı
çıkarmamız sonucu değiştirir mi?
· Gıybet üzere ölenin âkibeti nedir?
hf
(DEDİ-KODU)
İslâm toplumu arasında bir “kul
hakkı” sözüdür sürer gider… “Hakkımı aldın”, “hakkım kaldı”. gibisinden
sözleri çeşitli vesilelerle söyler dururuz.
Nedir bu kul hakkı?..
“Gıybet” kelimesiyle
işaret edilen bir mânâ gene sürekli konuşulur. “Gıybet etme” denir ama gene de bir türlü kolay kolay vazgeçemeyiz “DEDİKODU”dan.
Evet, Arapça'daki “GIYBET”
kelimesini Türkçe'ye çevirmek gerekirse, aşağı yukarı bunun Türkçe'deki en
yakın karşılığı “DEDİKODU”dur!..
Nedir dedikodunun sınırları?..
Niye suçtur?..
hf
KİŞİYİ
ELEŞTİRME, GIYBETTİR.
BU DA
SEYR’İ ELDE EDEMEMİŞ VEYA
ELİNDEN KAÇIRMIŞ OLANIN TEK MEŞGALESİDİR!
Fikrin değil, kişinin dedikodusu olur!.
Akıllı insan, ilmi ve aklı
kadarıyla fikrin eleştirisini
yapar!.
Kişinin eleştirisi olan gıybet, yalnızca, edenini değil dinleyeni de kozasına hapseder ve dahi
kozasını kalınlaştırır!.
Kişiye saygısı
olmayanın Allah’a da saygısı olmaz!
“Seyr”i elde
edememiş veya elinden kaçırmış olanın tek meşgalesi, dedikodu olur!
Dünyada insanın niye varolmuş olduğunu fark edemeyenler,
günlerini Allah’ı tanıma ve erme
ilmiyle değil, birbirleriyle çekişmeyle tüketirler!.
Her gününü, sana ebedî hayatında yararlı olacak yeni bir ilim öğrenerek
değerlendiremiyorsan, ancak perdeni kalınlaştırmakla meşgulsün,
demektir.
hf
GIYBET,
BİR FİTNEDİR Kİ,
ONU
UYANDIRANA, DEVAM ETTİRENE ANCAK
ALLAH’IN BELÂSINI İSTEYENLER DEVAM EDERLER!
Gıybet bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene,
ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!.
Tek başınayken bunları bilmek önemli değildir; önemli
olan, insanlarla ilişki ve iletişimde, bu imanın esaslarına göre yaşamaktır…
Gönül alma etiketi altında yalan söylemek, aldatmak,
kandırmak; dedikodu; gıybet yapmak imanla bağdaşmaz ve kişinin imansız
olarak ölmesine yol açar!. Hayatı namaz-oruç-hacla geçse bile!. Zira bu yanlış
fiîller, “ALLAH”ı inkâr düşüncesinden kaynaklanır ve imansızlık sonucudur!.
İyi düşünün… “ALLAH”a iman etmiş veya bunun ötesine
geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün müdür?
Yapıyorsa, o kişinin “Allah”a imanından şüphe etmek gerekir!.. Onun
sözlerini ise ancak ancak anlayışı sınırlılar dinler!..
Dedikodu ve gıybet dinleyenler, ancak ahmaklardır!.
İnsan ilim için yaratılmıştır; ilim dinler; ilim konuşur!
İlmi olmayanın dedikodusu boldur!
İmânı olmayanın gıybeti bitmez!.
Gıybet ateşini, ancak iman suyu söndürür!.
Gıybet bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene,
ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!.
Allah hepimize aklın yolundan, imanın gereğini yaşamak
suretiyle; Allah rasûlünün yolunda yürümeyi nasip etsin ve kolaylaştırsın.
hf
GIYBET,
İBLİS’İN
ATINA BİNİP
ONUN DİLEDİĞİ İSTİKAMETTE YOL ALMAKTIR!
Hepimiz yalancıyız!. Hepimiz kendimizi aldatıyoruz.
Kendimizi aldatmak sûreti ile, kendimize verdiğimiz zararı ise,
bize dışarıdan hiç kimse veremez!
Eğer, Allah’ın sistem ve
düzenini anlamışsak, Hüküm şu ki;
“Herkes ancak,
yaptığının karşılığını alacak, yapmadığının da karşılığını almak mümkün
değil!.”
Dışarıdan biri de öyle bedavadan bir şey vermeyecek.
Birinizin kârı biraz düşük olduğu zaman; “Eyvah!. Bu açığımı
nasıl kapatabilirim?.” diye telâşlanıyor, bir takım sorular sorarak, kendi
kendinize bir takım çareler arıyorsunuz.
En fazla ayda bir, muhasebe yapıyorsunuz. “Ne geldi, ne gitti,
ne kadar kâr ettim, ne kadar zarar ettim, nereye ne harcadım, ne açığım var,”
diye...
Hiç olmazsa kendinizi
ayda bir defa muhasebeye tâbi tutuyor musunuz?
“Bu ayı nasıl
geçirdim?. Bu ay kaç saat yaşadım?. Bunun kaç saatini ölüm ötesi yaşama dönük
olarak değerlendirdim?.”
“Ne kadarını da bu dünyada bırakıp gideceğim ve bir daha hiç
ilişkim olmayacak şeyler için harcadım?.”
İşte haftada bir olan Cuma namazının bir çok özelliği yanında
bir özelliği de kişinin haftalık muhasebesi içindir.
Cuma günü yatağından kalkıp, sabah namazını kıldıktan sonra,
namazı kıldığın yerde oturup hiç olmazsa beş dakika düşüneceksin!.
“Şu geçen Cuma namazından bu Cumaya kadar, bu bir haftamı ben
nasıl değerlendirdim?. Hangi kazançlı işleri yaptım?.Ne kadar zamanımı da israf
ettim?.
Ve bu arada, ne kadar insanı da aldattım?. Menfaat sağlamak için ne davranışlar yapıp,
ne yalanlar söyledim?. Bu arada neleri kaybettim?. “
“Dünyada bırakıp gideceğim ve bir daha benimle hiç alâkası
olmayacak şeyler için ne kadar zaman harcadım?.”
Bunun bir misâlini
Hâdiste Rasulullah sallallahu aleyhivesellem anlatır:
“Kişi mahşerde kendi
dünya yaşamını görür. O yaşamı ile hesabını vermeye başladığı zaman bir yana
bakar; Allah için harcadıkları yırtık elbiseler, kullanılmış giyecekler, yemek
artıkları, beş on kuruşluk sadakalar!..
Sonra öbür tarafa bakar; Kendisi için olan tarafta, kıymetli
giysiler, lezzetli yiyecekler, kendisine ve en yakınlarına harcadıkları
paralar...
Her ikisini de böylece
görür. Ve o anda der ki, utancından dolayı ;
“Yer yarılsa da ben şu
anda toprakta yok olsam!..”
“Çevrenizdekilere
elinizden geldiğince yardımcı olun, zarar vermeyin… Allah sizi çevrenizle
uğraşmanız için değil, kendinizi yetiştirmek için bu dünyaya gönderdi,
kulluğunuzu edesiniz” derken Hz.Rasulullah, İblis de bizi daima
çevremizdekilerle meşgul edip, kendi geleceğimizi hazırlamamızı engelleyici
fikirler ilkâ eder, içimize verir… Bu
sebeptendir ki; İnsanların arasında en
yaygın olan şey, dedikodu ve gıybettir!
Dedikodu ve gıybet
eden kişi, İblisin atına binmiş onun dilediği istikamette yürümektedir,
ilerlemektedir!
hf
Kulağına gittiği zaman hoşlanmayacağı şeyi kardeşinin
arkasından konuşmak “GIYBET”tir,
İblisin atına binip onun dilediği istikamette yol almaktır!
Allah bizi birbirimizin
dedikodusu ve gıybetiyle zamanımızı harcayalım-tüketelim diye dünyaya
yollamadı!
Allah; kendisini
tanıyalım-bilelim-anlayalım-idrak etmeğe çalışalım ve yaşamımıza ona göre yön
verelim diye bizi yarattı-var etti!
Kimin hakkında
dedikodu veya gıybet yaptığını bilmeyen, farketmeyen ise zaten MÜŞRİKTİR!.
Karşındakinin
hakikatini göremediğin sürece et kemik görüp secde etmeyen şeytan gibi
olursun!.
hf
GIYBET
İNSANI İFTİRAYA
SÜRÜKLER
Dedikodu insanı gıybete sürükler... Gıybet
insanı iftiraya sürükler... İftira insanı imanından edebilir....
Son nefesi hangi hal üzere yaşayıp, o hal ile
dünya değiştireceğimiz meçhul... Ebedi yaşamımıza devam edeceğimiz halimiz
inşâallah imansızlığın sonucu olarak yaşanan bir hal olmaz!
hf
SİZDEN
HERHANGİ BİRİNİZ
ÖLÜ
KARDEŞİNİN ETİNİ YEMEKTEN HOŞLANIR MI?
İŞTE
BUNDAN TİKSİNDİNİZ!.
Ve Kur'ân-ı Kerîm'de
niçin son derece tiksindirici bir misâl kullanılmıştır dedikodu için. Şöyle ki:
“EY İMAN EDENLER,
ZANNIN BİR ÇOĞUNDAN KAÇININ!. ÇÜNKÜ, BAZI ZANLAR SUÇTUR!.
BİRBİRİNİZİN KUSURUNU
ARAŞTIRMAYIN!.
KİMİNİZ DE KİMİNİZİN
DEDİKODUSUNU YAPMASIN.
SİZDEN HERHANGİ
BİRİNİZ ÖLÜ KARDEŞİNİN ETİNİ YEMEKTEN HOŞLANIR MI?.. İŞTE BUNDAN TİKSİNDİNİZ!.” (Hucurât-12)
hf
Hazreti Aişe
radıyallahu anha anlatıyor:
“Resûlullah
salla'llâhu aleyhi ve sellem'e:
-Safiyye'nin şu
kusurları, boyunun kısa olması sana yeter!.
dedim. Rasûlü Ekrem:
-Öyle bir söz konuştun
ki, denize atılsa, denizi bulandırır ve kokuturdu!.. buyurdu.
Resûlü Ekrem'e gene
bir insandan bahsetmiştim. Bana şöyle dedi:
-Bana dünyalıktan bir
çok şey verilse de, kimseyi kötülükle anmayı sevmem!.. (Ebû Davud, Tırmızî)
hf
Ebû Hureyre radıyallahu anh
naklediyor:
Hz. Rasûlullah
aleyhisselâtü ve sellem'e sordular:
-Gıybet nedir biliyor
musunuz?..
Ashab cevabladı:
-Kardeşini hoşuna
gitmeyen şeyle anmandır!..
Birisi sordu:
-Dediğim şeyler
kardeşimde varsa, ne buyurursun?..
Resûlullah:
-Söylediğin şayet onda
varsa, onu gıybet etmiş bulunursun!.. Ve eğer onda yoksa ona iftira etmiş
olursun!.. (Müslim)
Amribn-ül As radıyallahu anh'dan nakledilmiştir:
Resûlullah salla'llâhu aleyhi ve
sellem ölü bir katırın yanından geçerken ashabından bazılarına şöyle
buyurmuştur:
-Kişinin karnını
doyuruncaya kadar şu (leşden) yemesi,
elbette müslüman bir kişinin etini yemesinden (dedikodusunu yapmasından) daha hayırlıdır.” (ibni Hibbân)
hf
Allah bizleri birbirimizin dedikodusunu, gıybetini yapalım diye
yaratmadı!.
Bizim görevimiz;bir araya
geldiğimiz zaman bildiklerimizi karşımızdakine-yanımızdakine anlatmak ve ondan
sonra da onun hakkında hiç bir yerde konuşmamaktır! Çünkü Hz.Rasûlullah buyuruyor ki;
“Kim kardeşinin
kulağına gittiği zaman üzüleceği bir şeyi bir başkasına söylerse, bu, gıybettir” Kurân‘daki anlatımla
“ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek”tir!
Kim ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek ister?
hf
KİŞİYE GÜNAH OLARAK
SADECE DİLİ YETER..
Kur'ân ifadesi ile, deyişi ile, kişinin dedikodusunu yapmak, ölü
kardeşinin etini yemek kadar “tiksindirici”
bir fiildir!..
Niçin?..
Başta da çeşitli vesileler ile anlattığımız üzere siz bir takım
çalışmalar yapıyorsunuz, zikir yapıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz zekât sadaka
veriyorsunuz, hatta yoldan bir taşı, bir çöpü kaldırıyorsunuz ve bu yaptığınız
yararlı fiiler ile sevap yani, size ölümötesi yaşamda gerekli olan enerjiyi
topluyorsunuz.
Sonra?..
Falanca kişi dile geliyor ve başlıyorsunuz, duyduğu takdirde
hoşnut kalmayacağı bir biçimde onun hakkında konuşmaya. dedikodusuna.işte o
anda olan oluyor!..
O kişiden sözetmeye başladığınız anda, beyniniz ile o kişinin
beyni arasında sizin bilinciniz dışında bir devre, bir bağlantı kuruluyor ve
onun hakkında ne kadar hoşlanmayacağı bir biçimde konuşmuş iseniz;
konuşmanızdan dolayı onun hoşnutsuzluğunu giderecek düzeyde sizin pozitif
enerjiniz yani sevaplarınız onun beynine anında transfer oluveriyor!..
Nice emeklerle, nice gayretlerle ne kadar zamanınızı harcayarak
elde ettiğiniz o pozitif enerjiniz, o sevaplarınız, bir anda dedikodusunu
yaptığınız kişiye bağışlanıp gidiveriyor!.
Oysa siz, o pozitif enerjinizle milyonlarla yıl neler elde
edebilecektiniz!.
Ya da bundan daha kötüsü…
Verecek birikmiş pozitif enerjiniz yok. işte bu defa aynı
kanalda tersine bir akış başlıyor ve. Onun eşdeğerdeki negatifleri bir anda
sizin beyninize boşalıp, oradan da dalga bedeninize anında yüklemesi
yapılıveriyor!..
Dilinizi tutamayıp, bir anlık geçici zevk için beyninizi
fuzuliyâta harcamanızın; dünyanın en kıymetli cevheri beyninizi yerinde
kullanmayıp boş şeylere harcamanızın “neticesinde” oluşan bir olay!.. Kendi
kendinize verdiğiniz bir ceza!..
Nice insanlar vardır. Hayır hasenat yaparlar. Namaz kılarlar,
oruç tutarlar. Zekât verirler. Ve âhırete “dolgun” gittiklerini sanırlar!..
Oysa tamtakır, tamamiyle müflis yani iflas etmiş bir şekilde oraya
varmaktadırlar, bundan hiç haberleri yoktur.
“KİŞİYE GÜNAH OLARAK
SADECE DİLİ YETER”
Hadîs-i şerîfinde anlatıldığı üzere, başkalarının dedikodusunu
yapması, zan üzere başkaları hakkında konuşması, iftiralara âlet ve aracı
olması yüzünden tüm sevablarını yani müsbet enerjisini onlara dağıtmaktan
başka, bir de onların günâhlarını yani negatif yüklerini yüklenmiştir; üstelik
bunun farkında bile değildir!..
hf
GIYBET
ÜZERE ÖLENİN İMANI
MEÇHULDÜR
Kim kendini adam etmek yerine başkalarını çekiştirip onların
dedikodusu ve gıybetiyle ömür tüketip yanına iki kişi daha toplayıp kendine bir
pâye arıyorsa yarın cehennemin dik alâsını yaşayacaktır!
Aklı olan başkalarının dedikodu ve gıybetiyle ömür tüketmez.
Allah sizleri kendinizi adam edesiniz diye yarattı! Siz,
başkalarını adam edeyim diyerek kendinizi tüketiyorsunuz!
Herkes haddini bilmezse, ilimle kendini yetiştirmezse; zinadan
36 kat daha beter olan gıybet ve dedikoduyla ömrünü tüketirse bu ilmi
edindikten sonra, başına belâyı davet ediyor demektir.
Kul azmayınca belâ nâzil olmazmış!
İlim yerine dedikodu ve gıybetle günlerini tüketenler akıllarını
başlarına almazlarsa, bilin ki belâ yakındır!
Allah sizleri kendisine kulluk için yarattı.. Kendisi için
yarattı!
İslâm’ın prensibi; yanlışını gördüğün kişiye bir defa yanlışını
yüzüne karşı söylemektir. . Bundan sonra iş biter!. Yanlışta devam eden, kendi
bilir!
Yanlış söylendikten sonra da başkalarına onun hakkında
konuşulmaz, bu,gıybet olur. Zinadan 36 defa kötü olan gıybet!
Dedikodu ve gıybet imanlı kişiye yakışmaz
Gıybete devam ederek ölen kişinin imanından korkarım..
Ne amel yaparsanız yapınız, dedikodu ve gıybet üzere ölürseniz
imanınız meçhuldür, bunu sakın unutmayın!
Nefsini terbiyeden aciz olan , başkalarını terbiye etmeye kalkar
ve başkalarıyla mücadele eder..Bu,nefsinden yana âcizliğinin itirafıdır, bunu
da unutmayın!
Siz, kendinizi adam etmek için bu dünyada varsınız.
Halâ akıllanmayacak mısınız?
Bilin ki Allah ihsan ettiği ilimle uğraşmayıp da birbirleriyle
uğraşanları çok kötü sonuçlarla karşılayacaktır
Kendinize dönesiniz ve ÖZ’ünüzde O’nu bulasınız diye bu dünyada
sayılı nefesiniz var.
Ölmüs kardesinin çiğ etini yemek isteyen YAMYAMIN müslümanlıkla
bir ilgisi olabilir mi? Bu yamyam imanlıyım dese, gerçekten imanlı midir? hele
hele bu yamyam tasavvuf bilgileri konuşsa... ona ne kadar inanilir?
Tasavvuf ehli olan değil; iman ehli olan, yamyamlar konuşurken
yanlarında oturmazlar!. Bazıları uyduruyor kötü adamın giybeti yapılır diye...
Çünkü kötü adamın hakikatinde O yoktur!!!...
Bilelim ki ölü kardeşinin çiğ etini yemekte olan YAMYAMLARIN
KALPLERINDE iman bulunmaz!.
Siz siz olun, dedikodu ve ölü kardes eti yemek olan giybete
devam eden kimselerle görüsmeyin!. Yamyamlarla dost olan sonunda YAMYAM olur!.
Kisi dostunun haliyle hallenir; atasözünü hatirdan çikarmayin.
Samimi olarak ALLAH i isteyen, YAMYAMLARDAN uzak dursun!.
Unutmuşunuzdur belki “INSAN
ve SIRLARI” diye bir kitap vardı... Yeniden onu okuyarak SISTEMI hatırlamaya
çalışın!.
Dostlarım... Dedikodu ve gıybetten, dünyadaki en korktuğunuz
şeyden kaçar gibi kaçının! Hakkında konuştuğunuz kişide gerçekten varsa o hâl;
bunun adı "gıybet"tir, Allah Rasûlüne göre!.
hf
“MÜFLİS” (İFLÂS EDEN) KİMDİR
İşte şu Tırmızî'deki
Hadîs-i Resûlullâh’ı, beraberce okuyalım:
Ebû Hureyre Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den
nakletmiştir:
"-MÜFLİS kimdir
biliyor musunuz?.. diye sordu Resûlullah. Ashab:
-Bizce müflis parası
ve malı olmayandır, Yâ Resûlullah!.
Resûlullah sallallâhu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Benim ümmetimin
müflisi o kişidir ki, kıyâmet günü namaz, oruç, zekât getirecek. Fakat, buna
zinâ isnad etmiş, bunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış, bunu dövmüştür!..
Sonra oturacak; kısas
olarak bu onun sevaplarından alacak, o da bunu sevaplarından alacaklardır.
Şayet, sevapları üzerinde bulunan hataların karşılığı ödenmeden tükenirse bu
defa, onun hatalarından (doğan günah)
alınıp buna yüklenecek ve sonra da ateşe atılacaktır!.."
Şeytan, en büyük şeytâniyetini insanları birbirleriyle
uğraştırmak sûretiyle ortaya koyar.
Günümüzün büyük kısmını, dikkat edin, “Falanca böyle yapmış, filânca
şunu demiş, Ahmet bunu yapmış, Ayşe böyle demiş...” diyerek geçiriyoruz.
Bu şekilde geçirdiğimiz her dakika ve saat, Şeytan’a kulluk etme
ve ona tapınma hâlindeyiz demektir.
Allah bizleri, birbirimizle uğraşmak, birbirimizin dedikodusunu
yaparak ömür tüketmek için yaratmadı.
Önemli olan, falancanın filâncanın ne yaptığı değil, senin kendi
geleceğine dönük bir biçimde ne yaptığındır.
Hiç kimseye hiçbir şey zorla verilmiyor.
Eline geçeni alırsın, işe yarıyorsa değerlendirirsin. İşine
yaramıyorsa değerlendirmezsin! “Benim yolum, kendi doğru yolum bu!.” dersin.
Kendi yolunu kendin çizersin...
Ama, şu önümüzde kalan kısacık zamanı başkalarının hakkında
konuşarak tüketecek kadar lükse hiç birimiz sahip değiliz!.
Ölüm sonrası yaşamı ne kadar biliyoruz?. Ve, bu yaşama kendimizi
ne kadar hazırlıyoruz?.
Sualler bu kadar basit!.
Eğer, bir daha dünyaya gelip yapmadıklarını yapma şansın
yoksa?... Ki, bu durum kesin bir hükümdür.
Eğer, şu dünyada geçireceğin vakit, daha sonraki sürecin
milyarlarca ve milyarlarca sene sürecek boyutuna göre, okyanusa dalmış bir
kuşun gagasındaki damla kadar az ve kısa ise;
Ve sen, geleceğini sadece bu süreç içinde kazanma şansına sahip
isen, halâ daha dedikodu ile, gıybet ile etraf hakkında konuşmakla vaktini
harcayacak lükse sahip olduğunu mu zan ediyorsun?.
Aklı olan, zorunlu konuşmanın haricinde kalan tüm vaktini zikir
ile değerlendirir, tesbih ile değerlendirir.
Nerede olursa olsun, abdestli veya abdestsiz her halükârda zikir
yapılabilir.
Öyleyse yapılacak şey, yanlışlardan en kısa zamanda dönmektir.
Fazilet; yanlışını idrâk
ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.
İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.
Yarınını kazandırmayacaksa dünden bahsetme!
Asr sûresi, bunu anlatır.
Hak olanı, gerçek olanı, sana bir şeyler kazandıracak olanı elde
et ve kendinde oturtmaya çalış!.
Ve, bunları yapma, gerçekleştirme konusundaki güzellikleri
çevrene de tavsiye et!..
Kurân’ın uyarısı bu!..
Yer yüzündeki hiçbir değerin ölçemeyeceği, içinde yaşamakta olduğumuz
zamanı süratle yitiriyoruz.
İçinde yaşamakta olduğumuz zaman, yeryüzünde hiçbir değerin
ölçemeyeceği konumdadır.
Ölüm ötesinde; “Ahh!.” diyeceksin. “Neden bir nefesi dahi boşa
harcayıp zâyi ettim?..”
Bana ne!.. Falanca ne yapmışsa yapmış. Ben bunları konuşayım
diye gelmedim ki dünyaya!.
Onu bunu konuşayım derken geçen bunca zamanda neler yitirdim?.
Neleri elde edebilirdim?.
Bir adam, yemeğini yemiş, sofrada bir dilim ekmek bırakmış. Ona,
“ ne müsrif insan!.” diyoruz.
Yalnız O adam değil!.
Hepimiz istisnasız müsrifiz, iflâstayız... Çünkü, içinde yaşadığımız anları, ölümden sonraki hayatta bize yararlı olacak
şekilde değerlendiremiyoruz.
Ne kadar büyük bir
yanlıştır ki, zikri veya ibadeti sadece câmiye ve seccadeye tahsis etmişiz.
Onun dışında kalan zamanın hepsini de dedikoduya gıybete ayırmışız.
Televizyon seyreder dedikodusunu yaparız. Gazete okur,
dedikodusunu yaparız. Komşuya gider, dedikodusunu yaparız. İki kişi bir araya
gelir hemen dedikoduya başlarız.
“ Ölmüş kardeşinin çiğ
etini yemek ” diye bahsedilir bu olay yüce kitabımız Kurân’da...
Ölen kardeşini kim sofraya koyup, etini kesip, üzerine tuz biber
ekip, yanına da turşu alıp yer?. Kimse böyle bir şeye kalkışmaz!
Ama Kur’ân, gıybeti
dedikoduyu, ” ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek“ diye tasvir ve tarif ediyor...
Mevlâna’nın bir sözü var;
“Ben kötüysem, kötülüğümle gittim Cancağızım!.” diyor.
Kendim, yaptığımın neticesi ile karşılaşacağım. Ben iyi isem,
benim iyiliğimin de sana bir faydası yok!
Sen, kendin için ne yapmadasın?. Kendi geleceğin için yaşamı
nasıl değerlendiriyorsun?.
hf
GIYBET EDEN,
GIYBET EDİLEN AFFETMEDİKÇE
AFFOLMAZ!
Niye Rasûlullah aleyhi's-selâm
bu mevzûda bu kadar şiddetli konuşmuş da şöyle buyurmuştur:
-GIYBET ZİNADAN OTUZ
ALTI DEFA DAHA ŞİDDETLİDİR.
Câbir ve Ebû Said radıyallahu anh naklediyor
“Rasûlullah
salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Gıybetten sakınınız!.
Zirâ gıybet zinâdan daha şiddetlidir!. Çünkü zinâ eden kimse tevbe eder, Allah
da afveder. Fakat gıybet eden, gıybeti yapılan afvedinceye kadar, afvedilmez!.. (Gazalî-İhya)
hf
HERŞEY
YERLİ
YERİNDEDİR!
Karşınızdakini saygıyla dinleyin... İlminize uyanı alın;
uymayanı kendisine iade edin.
Kimseyi hor hakîr görmeyin; ayıplamayın ve dil uzatmayın;
dedikodusunu yapmayın!. Ondaki de Allah’ın bir tecellisidir; ve hikmeti vardır!. Her şey yerli
yerindedir!.
“Görelim mevlâ neyler;
neylerse güzel eyler”!.
hf
FÂİLİ HAKİKİ’Yİ GÖR
VE O’NU GIYBETTEN UZAK DUR!
(Soru: Fâsık ve Fâcir kişilerin gıybetini yapmak mübahtır… diye
bir kitapta okumuştum. Bu doğru olabilir mi?)
Tamamıyla gaflet eseri olan bir ifadedir bana göre.... Fâili
hakikiyi gör ve “O”nu gıybetten uzak dur!..
fhfh
“GÖK”
Yer bedendir; gök bilinçtir...
Bilinçte yedi mertebeyi açığa çıkarttı ki,
yedi kat göğü aşanlar kendine ulaşsın diye...
fhfh
“GÖLGE”
Bkz. V
/ Vahdet-i Vücud
fhfh
“GÖNÜL”
İslâm terminolojisinde “şûur” ya da
bugünkü deyimiyle “bilinç”, “kalp” kelimesiyle, “gönül” kelimesiyle tanımlanır.
fhfh
“GÖRMEK”
(ALGILAMAK)
(BEYNİN DEĞER YARGISI)
’Gözden öz’e’’ değil;
‘’Öz’den göze’’ bakmak gerek!.
hf
·
Kaç gözümüz var?
·
Hepimizin görme kapasitesi aynı mıdır?
·
Başgözüyle gördüklerimiz bize gerçeği ne kadar yansıtır?
·
Allah'ı, melekleri, âlemleri ve oralarda yaşayan varlıkları görebilir miyiz?
·
Sadece uyanıkken mi görürüz?
·
Rüyada nasıl görürüz; gördüklerimiz gerçek midir?
·
Gördüğümüz Tek midir?; çok mu?
·
Varolan sadece Tek ise neden çok görüyoruz? Bu değerlendirme
nasıl ve nerede oluşuyor?
·
Her zaman aynı şeyi mi görürüz? İlk ve sonraki görüşler arasında
fark var mıdır; varsa bu farkı oluşturan
nedir?
·
Şimdi gördüklerimiz "Sonra" değişir mi?
·
Görmeyi etkileyen etkenler nelerdir?
SOMUT BİR VARLIKTAN SÖZ EDİLEMEYEN
DALGALAR ÂLEMİNDE
İNSANIN GÖRME SINIRI
Ünlü batılı düşünür George Berkeley 1750'lerde düşüncesini şöyle dile
getiriyordu:
“Kâinatın muazzam yapısını meydana getiren cisimlerin, onu
değerlendirecek bir zihin olmadığı sürece bir cevher olmasına imkân yoktur.
Bütün bunlar benim veya başka bir yaratılmışın zihnine hitap etmediği sürece
mevcudiyetinden söz edilemez; ya da Ebedî Ruh'un zihninde mevcuttur denebilir.”
Berkeley'den sonra yapılan araştırmalar özellikle son yüzyıl içindekiler
insanlara çok değişik fikirleri kabûl ettirmek durumuna geldi. Son yüzyılın
araştırma ve bulguları âlemin yapısı hakkında özetle şu neticeyi ortaya
koyuyordu: Madde moleküllerden, moleküller atomdan, atomlar da elektromanyetik
dalgalardan meydana gelmiştir.
Öyle ise âlem, elektromanyetik dalgalardan ibaret bir tek kütledir.
Kâinat kısacası tek bir enerji kütlesidir. Çok kaba bir tâbirle, dalgalar
âleminde gerçek, mutlak somut madde varlıktan söz edilemez.
İnsan açısından bakılınca ise…
İnsanın görme sınırı morötesi
ışınların dalga boyunun başladığı
hf
AYRI AYRI KAPASİTEDE ÇOK GÖZ YOK…
TEK KAPASİTEYE SAHİP ÇOK GÖZ VAR…
Peki, gerçekte bir rüya olduğu
açıklanan Dünya yaşamı görüntüleri nasıl oluşuyor?..
Bu da, demin açıkladığım, melekî
yapının beyindeki deşifresi ile aynı tarzda bir olay... Aslında ben, burada
beynin çalışma sistemini anlatıyorum...
Bu anlattıklarım, dünyanın bir
numaralı nörofizyoloğu, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve, ünlü fizikçi David Bohm`un, "Beyin ve Evren" konusundaki görüşleri ile aynı… Dünyanın
bu iki ünlü bilim adamı ile, bu konulardaki görüşlerimiz tamamen çakışıyor.
(Soru : Her hangi bir objeyi, insanlar
değişik şekilde görebilir mi?.)
Beyine ulaşan frekanslar aynı ise,
veri tabanı da aynı ise tesbitler de aynıdır, değişmez!. Zaten, hepimizin
objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın
eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.
Gözün görme sınırları, kapasitesi
belli… Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi
aynı şeyi söyleyecektir!. Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok!. Tek
kapasiteye sahip bin göz var.
hf
“GÖRÜYORUM DEDİĞİN
ŞEY
BEYNİN İÇİNDE
OLUŞAN HAYÂLDİR
Sen, karşımda oturuyorsun, senden
çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı
noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme
siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında
değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.
İşte senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan
hayâldir...
Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya
gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok!.. Ama, beynindeki
bilgiler, senin hayal mekanizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.
hf
HİÇBİRİMİZ DIŞARDAKİ DÜNYAYI DEĞİL,
BEYNİMİZDEKİ DÜNYAYI GÖRÜYORUZ!
Kurân’da geçen “Dünya” kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI”
anlatır!
“DünyaN”dır!.
Bunun ilmî izahına girmeme gerek var
mı?...
Hiç kimse, hiçbir insan, Dünyayı
göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok zaten..
Dışardan gelen çeşitli verilerin
beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!
Dolayısıyla hiçbirimiz dışardaki
Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI
görüyoruz!.
hf
DÜNYADA GÖRDÜKLERİMİZ,
BİR BAKACAĞIZ Kİ…
YALNIZCA RÜYADAN İBARETMİŞ!
Hazreti Muhammed aleyhisselâm diyor
ki:
"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!."
İnsanlar, dünya yaşamında iken
uykudadır, ölünce uyanırlar!..
Peki, uykuda görülen şey, rüya değil
midir?. Bu durumda, demektir ki, bu dünyada gördüğümüz her şey, gideceğimiz ölüm ötesi yaşam boyutuna göre rüya hükmünde
olacak, rüya olacak!.
Bu dünyada iken yaşadıklarımız,
gördüklerimiz, ciddiye aldıklarımız, bir bakacağız ki, rüyadan ibaretmiş!.
hf
“İLK GÖRÜŞ“ ESASTIR...
SONRAKİLER, O “İLK“İN
TAFSİLİDİR
Bir şey bir kere müşahede edilir!.
Müşahede ettiğin anda da onu etmişindir!.
Pencereden dışarıya bir ilk bakışın
vardır, ondan sonra bakışın vardır, ondan sonraki bakışların, o bakışın
devamıdır, tafsilidir!. Bir kere “Lâ
ilâhe illâllah” sözünü söyleyebilirsin; ondan sonrakiler o sözün devamının
gelmesinden başka bir şey değildir...
Diyelim ki Kâbe’yi ilk defa
görüyorsun; ne diyor Hz.Muhammed aleyhisselâm;
“Kâbe’yi
ilk görüşte dua edin, o duanız kabul olur”
diyor! ”Ne zaman görürsen gör” veya “devamlı
bakarken” demiyor!. ”İlk görüş”
diyor!.
Peki ilk görüş görüş de sonrakiler
görüş değil mi?... Onlar da görüş!. Ama ilk görüştür esas!. Bir defa gördüğün
zaman, onu görmüşsündür!.
Görmenin ikinci defası olmaz!. ,Bir
şey bir kere görülür... Ondan sonrakiler o şeyin devamıdır… Devam
edegitmesidir!.
hf
“GÖRÜYORUM“UN GERÇEK İFADESİ,
KOZMİK YAĞMURLA ETKİLENEN
BEYNİMİN
“DEĞER YARGISI“DIR!
(“ALGILIYORUM”DUR!)
Beyin hücreleri,
az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken,
aynı zamanda kozmik yağmura da mâruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler,
girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.
Her biri, tüm
diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kâbiliyette ve 16.000 (onaltı
bin) hücre ile bağlantı hâlinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine
göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini
kullanabilen insanlar!..
Biz, bu yüzde
yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade
ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..
Meselâ,
görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.. Gerçekte,
beyin içinde görüntü yoktur!. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir
bioelektrik akış söz konusudur.
Kozmik yağmur
ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar
istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz “görüyoruz” demişiz... “Görüyoruz”un
gerçek ifadesi, “beynimizin değer yargısıdır”!. Bir diğer ifade ile “görüyorum”un
anlamı “algılıyorum”dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.
Çünkü, görme
aracı ve kapasitesi değiştikçe “algılama”da değişir, algılamanın getirdiği
değer yargısı da değişir!..
Esasen, beyin,
bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek,
programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
hf
GÜNDÜZ VE GECE UYKU
HÂLİNDE GÖRDÜKLERİMİZ
BEYİNDE
PROGRAMLANMIŞ VERİ TABANLARININ
ÜST YAPI ŞUURUNDA
AÇIĞA ÇIKIŞIDIR
Karşımızdaki bir objeden bizim
gözümüze yansıyan dalgalar, eğer santimetrenin onbinde 4 ile 7 si arasında ise,
gözbebeğimiz bunu bioelektrik dalgalara dönüştürerek göz siniri dediğimiz hat
üzerinden beyne ulaştırır..
Beyinde bu dalgalar, daha önceden
yüklenmiş veri tabanına GÖRE, onlarla birleştirilerek bir sentez oluşturmak
suretiyle değerlendirilir; sonra da hayâli oluşturan görme grubu içinde, bir
hayâli imaj oluşur. İşte bu hayâli imaja, biz, “görüyoruz” lâfzını kullanırız.
Her şeyi, ötelerde ve asılsız hayâllerde değil; içinde yaşadığımız boyut
ve sistemde bulmaya çalışırsak isabet etmiş oluruz...
İşte bu anlayışla beynimizi
değerlendirirsek...
Beyin gerek göz görme sınırları içinde
kalarak kendisine ulaşan dalgaları ve gerekse de bunun dışında, direkt olarak
aldığı dalgaları değerlendirerek düşünür, hisseder, ve gerekirse hayâl
merkezini devreye sokarak görür!.
Esasen beynin değerlendirmelerinde,
görme bir ara işlem değil, bir son işlemdir... İsterse, görme devresi oluşmadan
da değerlendirmeleri yapar!.
Şunu çok iyi anlayalım;
Yukarıdan, tanrının ruhundan, belli özelliklere sahip bir ruh kopup
geldi, bizim bedenimize girdi; o kendisindeki tanrısal güçle görüp biliyor;
bedende terbiye oluyor; sonra çıkıp onun huzuruna gidecek; o da onu yargılayıp
cehennemine atacak, ya da cennetine sokacak; işte bu yüzden biz o ruhla
görüp işitiyoruz görüşü sembolik anlatımların yanlış deşifresinden doğan
bir ham hayâlden başka bir şey değildir!.
“Görme” dediğimiz olayın aslı ve
hakikatı ne?
Şu gördüğümüzü az çok herkes görüyor,
ne olduğunu bilmese de görüyor da hele hele “rüya”dediğimiz olay rüyada
ruhbedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor, bir yerleri mi görüyor?
Genel anlatım içinde söylenen; gece
uykuda ruhun serbest kalması, bir yerlere gitmesi-bir olayları görmesi,
özellikle kişinin bilmediği yerleri rüyasında görmesi diye anlatılan bir olay
var.
Şimdi bizim anlatımımızda ruhun beyin
tarafından üretilen dalgalardan meydana geldiği konusu işleniyor. Ayrıca
rüyanın dışında “Telepati” diye bir
olay da biliyoruz ve telepatinin iki beyin arasındaki karşılıklı gönderilen
dalgalar olduğunu da biliyoruz. Yâni beynin belli dalgalar göndererek bir
beyine ulaştığını, ona çeşitli mesajlar verdiğini biliyoruz fakat bu kopuk
kopuk bildiğimiz hususları biraraya getirip bir sonuca varmayı genelde hiç
düşünmüyoruz.
“Telepati” dediğimiz olayı gerçekleştiren beyin
esasen bunun benzeri bir hususu hemen herkeste yaşamakta...
Beynin yaydığı radar dalgaları,
uyuduğumuz zaman ruhbedenden ayrılıp bir yerlere gidip orada birşeyleri görüp
veya birisi ile görüşüp gelmez!.
Bizim tesbitimize göre; beyin gündüz
olduğu gibi gece uyku hâlinde de radar dalgalarını yaymaya devam eder ve gündüz
beyin birçok kanaldan veri toplarken gece bu özellikle beş duyuya dayalı
alanlar kapalı olduğu için yaydığı radar dalgalarının getirisini beynin görüntü
merkezinde değerlendirerek sùretlendirir. “Bu ruh gitti de falanca ile görüştü
“denen görüntüleri meydana getirir.
Dua; beynin yönlendirilmiş dalgaları
olduğu gibi, rüyaların bir kısmı da beynin radar dalgalarının tesbit ettiği
olaylardır.
“Rüya”lar; kâh sizin o ana kadar mevcut
veri tabanınızdaki mânâların açığa çıkmasıdır yâni bilgisayarınızın
harddiskindeki birtakım verilerin ekrana yansıması, görüntüsüdür, kâh da
ekranınıza internet aracılığı ile gelen verilerin bilgisayarınızda işlenerek
ekrana yansımasıdır.
İşte bu bilgisayara verilen
internetten gelen veriler gibi beynin radar dalgalarıyla algıladığı bazı dış
olaylar geçmişte ruhun bedenden ayrılıp bir yerlere gidip bir yerlerde
görüşmesi veya o yerleri görmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
Tabii bu geçmişte hiçbir şekilde izah
edilmesi mümkün olmayan bir olaydır, bunu ancak bugünki şartlarda böylece
açıklama imkânını bulabiliyoruz. Bilim ve teknoloji bu düzeye gelebildiği için
telepatinin varlığını kabul eden her insan, beynin radar dalgalarını da doğal
olarak kabullenmek zorundadır.
Beynin radar dalgalarının ve telepati
dalgalarını kabul eden her insan güçlü bir kapasiteye sahip beyinli kişilerin
geçmişin “Kerâmet” denen olaylarını
yaşayabilmesinin de son derece doğal ve mâkul olduğunu rahatlıkla fark
edebilirler.
Dışarıdan gelen veriler nasıl
bilgisayarın harddiskine geçiyorsa daha sonra da bu harddiskten istenilenler
ekrana yansıyorsa görünür hâle geliyorsa fakat bu bilgiler bilgisayarın içinde
nasıl mevcut bilgi hâli ile değilde sadece 0-1 esasına dayalı iki tür kayıt
ise; insan beyninde ve hücrelerinde de programlanmış veri tabanları vardır. Siz
bunlardan hangisine yönelirseniz onlar sizin ekranınızda üst yapı şuurda
meydana çıkar.
Önemli olan insanın kendi
kapasitesini olabildiğince kullanabilmesini temin etmektir!
hf
BEYİNDEKİ GÖRÜNTÜ
NÖRONLARIN MEYDANA
GETİRDİĞİ DALGALARIN
GİRİŞİMİ SONUCU
HOLOGRAFİK ÖZELLİK GÖSTERMEKTEDİR
Holografın
elde ediliş şekli şöyledir. Laser ışınını ikiye ayırdıktan sonra, yarısını
direk görüntüsü alınacak cisme, oradan resim plakasına, diger yarısını da bir
ayna yardımıyla, aynı resim plakasına aksettirdiğimizde holografik görüntüyü
elde etmemizi sağlıyacak girişimleri elde etmiş oluruz. Bu plakaya
yönlendirilecek bir laser ışını üç boyutlu görüntü elde etmemizi sağlar.
Bunun en
önemli özelliği de resmin en küçük parçasından dahi aynı, tüm görüntünün elde
edlmesidir.
Önceleri
beyinde görüntünün bire bir oluştuğu varsayılıyordu; ama Pribram'ın
araştırmalarına göre, görme merkezinin %98'i alınmış olan bir kedide görüntü
aynen alınmakta idi.
Bunun
üzerinde çalışarak, beyindeki görüntünün, nöronların meydana getirdiği
dalgaların girişimi sonucu, holografik özellik gösterdiği açıklandı.
Beynin ömür
boyunca 2.8x10 üssü 20 bitlik görüntü kaydetmesi gerektiği; bunun nasıl
olabileceği araştırıldığında ise 2.5 cm2.lik holografik filmin 50 incil bilgisi
kadar bilgi yüklenebildiği; burada önemli olanın filme verilen laser ışını
açısı olduğu anlaşılmıştır.
Bu yönüyle
konu incelendiğinde, çağrışım ve unutma gibi kavramları, laser ışınının doğru
açıyı bulması veya bulamaması şeklinde açıklayabiliriz.
Bizlerde
kızgınlık, aşk, nefret, açlık gibi hisler içseldir. Müzik sesi, güneşin ısısı,
taze ekmek kokusu ise dışsaldır. Fakat beynimizin bunları nasıl ayırtettiği
belirsizdir.. Yanıt ise ancak "hologram" olabilir!
Bir
holografik görüntünün içinden elinizi geçirebilirsiniz, orada enerji veya başka
birşey olduğunu gösteren herhangi bir ölçü aleti de geliştirilmemiştir. Aynen
aynadaki görüntümüz gibi buna hayâli yapı (Phantom Limb) adı verilmiştir.
1960`larda
George Von Bekesy vibratörle gözleri kapalı deneklerin dizleri üzerinde yaptığı
deneylerde, titreşim sayısını değiştirdiğinde, titreşim kaynağının bir dizden
diğerine atladığını, hattâ dizlerin arasında dahi titreşim kaynağının
hissedildiğini buldu. Bu durumda dokunma duyusu olmayan yerlerde dahi duyumsal
verilerin algılanabildiğini ispatladı.
Buradan da
kolu veya bacağı olmayan kişilerin hissettikleri krampların, kasılmaların,
kaşıntıların gerçekte var olan bir kaynaktan değil beyne kayıtlı girişim
modellerinden olduğunu gösterdi
hf
“GÖRÜYORUZ” DİYE İFADE ETTİĞİMİZ
İKİ BOYUT VAR
Şu, “gördüklerimiz” konusunu bir ele alsak, ne dersiniz?.
Gördüklerimiz ne kadar gerçek?.
Ne kadar gerçekleri görüyoruz;
göremediğimiz neler var, algıladığımız ve algılayamadığımız ne tür boyutlar söz
konusu?..
“Gördüğümüz”
diye ifade ettiğimiz iki boyut var;
Birinci gördüğümüz boyut, şu
yaşadığımız ortam… Burada birtakım şeyler görüyoruz.
İkinci gördüğümüz boyut; “rüya âlemi”… Rüyada da bir şeyler görüyoruz.
Bu ikinin dışında bazıları da böyle
ayakta dolaşırken, gezerken birşeyler görüyor ve onu da bilmiyoruz. Hiç öyle
ayakta dolaşırken, gezerken ben hayâl meyâl bir şey görmedim!. Onun için o
konuda bir şey diyemem, gördüklerini söylüyorlar!.
Bir de cinleri görüyorlar!. Ben
bugüne kadar cinleri görmedim. Onun için o konuda da hiç bir şey söyleyemem!.
hf
GÖRME MERKEZİ
GÖRDÜĞÜNE DEĞİL;
KENDİSİNE ULAŞAN
FREKANSLARA GÖRE
KARAR VERİR
İlk defa
18. yüzyılda Fransız Fourıer herhangi bir modelin ne kadar kompleks olursa
olsun basit dalgalarla ifade edilebileceğini ve bu formların orijinal modele
dönüştürülebileceğini metamatik olarak ispatlamıştı.
Bunu tv kameralarının
görüntüyü eloktromanyetik frekanslara, tv cihazının da bu frekansları tekrar
görüntüye dönüştürmesi şeklinde örnekliyebiliriz. (Fourıer Transforms)
1960 ve
70`lerde birçok araştırmacı görme sisteminin, dalgaların saniyede ne kadar
salınım yaptığını saptayan bir frekans analizörü gibi çalıştığını
ispatladıklarını Pribram'a söylediler; ve beynin bu işlemde holografik işlev
yaptığı görüşüne vardılar.
1976 da
Berkeley'de, Russell ve Karen de Valois meseleyi keşfettiler.
Görme
merkezi üzerinde yaptıkları çalışmalarda bazı hücrelerin yatay çizgilerin
algılanmasında, diğer bazı hücrelerin de dikey çizgilerin algılanmasında
devreye girdiklerini buldular; karakter algılayıcı dedikleri çok özel
hücrelerin bizim göresel olarak algıladığımız dünyayı gösterdiğini
belirttiler.
Deneyi
ispatlamak için de Fourier denklemlerini kullanarak örnekleri dalga formlarına
çevirdiler ve beyin hücrelerini kontrol ettiler. Buldukları, beyin hücrelerinin
orijinal örneğe, değişik Fourier denklemlerine uygun tepki gösterdikleri idi.
Sonuç, beynin görüntüleri
Fourier denklemine uygun olarak dalgalara çevirerek algıladığı
oldu!
Bu deneyler bir çok ülkede
tekrarlandı, beynin holograf olarak çalıştığı henüz tam olarak ispatlanamasa
da, bu yolda yeterli kanıt sağlandı.
Böylece görme merkezinin, gördüğü
değil; kendisine ulaşan frekanslara göre karar verdiği;
ve buna göre de, diğer duyuların dahi araştırılması gerektiği ortaya çıktı!
hf
VERİ TABANIN
GELİŞMEMİŞSE
YA DA
YETERSİZSE, ARIZALIYSA,
GÖRDÜĞÜN DE ARIZALIDIR
Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her
şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri
değerlendiren veri tabanın gelişmemiş ya da yetersizse; arızalıysa, gördüğün
hayâl de ona göre arızalıdır, gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl
gördüğünün ispatıdır.
Birisi bakıyor, o şeyi orijinal
olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile
o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!.
Niye öyle görüyor?..
Çünkü, görme cihazı arızalı!...
Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi
gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme
yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...
hf
HERKESİN GÖRDÜĞÜ VE
ALGILAMA SINIRLARI
İÇİNDE KALANLAR
HARİCİNDE OLARAK
“ALGILANAN” FAKAT
“GÖRÜYORUM” DİYE ANLATILAN HERŞEY
TAMAMIYLE BİR BAŞKA
BOYUTA AİT GÖRÜNTÜLERDİR!
Daha önceki bölümlerde anlatmaya çalıştık ki, "DİN",
"KUR'ÂN" ve "CEBRAİL" gibi kelimelerle
anlatılan kavramlar, GÖKTEN, GÖKTEKİ belli bir MEKÂNDA BULUNAN TANRININ
YANINDAN YERYÜZÜNE inmemişlerdir!.
Geçmiş yüzyıllarda "BOYUT" ve "BOYUTSAL
VARLIKLAR" kavramları insanlar tarafından bilinmediği için, olay sanki
gökte cereyan ediyormuş gibi anlatılmıştır...
Buna açık bir misâl vermek gerekirse, Rasûlullah’ın başından
geçen bir olayı ibret ve örnek olarak nakledebiliriz...
Hazreti Rasûl aleyhisselâm bir gün namaz kılarken önündeki duvarda
cenneti ve cehennemi görüyor... Cennette gördüğü bazı şeylere âdeta elini
uzatarak almak istiyor, buna mukabil cehenneme dair gördüğü şeyler ise onun
geri kaçma hareketi yapmasına neden oluyor...
Kitabı genişletmemek için fazla detaya girmiyorum.. Burada konumuzla
ilgili olan husus şu:
Görüldüğü ifade edilen, bu tür görüntülerin tümü de GÖKTE, YA DA
YERYÜZÜNDE belirli bir MEKÂNDA olmayıp, tamamıyla bize GÖRE bir ÜST veya ALT BOYUTTA
oluşmaktadır.
Kesin olarak bilelim ki...
Herkesin gördüğü ve herkesin algılama sınırları içinde kalan şeyler
haricinde olarak “algılanan”, fakat “görüyorum” diye anlatılan her şey,
tamamıyla bir başka boyuta ait görüntülerdir!.
hf
HİÇ KİMSE BİR DİĞERİYLE AYNI ŞEYİ GÖRMEZ…
HİÇ KİMSE AYNI ŞEYİ İKİ DEFA GÖRMEZ
Herkes, birbirine ve her şeye
bakar; fakat, kimse, bir diğeriyle aynı
şeyi görmez!. Herkes, aynı şeye
bakar; fakat, aynı şeyi, mutlaka
farklı görüp değerlendirir…
Herkes, her şeyi, dışarıda değil, hayâlinde görür; ve değerlendirmesini de, kendi
veri tabanına göre yapar!.
Herkes, farklı şeyleri olduğu gibi, aynı şeyi dahi, ayrı zamanlarda, aynı
şekilde değil, farklı şekilde algılayıp
değerlendirir…
Hiç kimse, aynı şeyi, iki defa görmez
ve iki defa aynı şekilde algılayamaz.
Herkes, her şeyi, kendi veri tabanına göre değerlendirdiği için de, her şey,
değerini değerlendireninden alır!.
Herkes, kendi cehenneminde, ya da kendi cennetinde yaşar!.
Tanrısından
kurtulanın yaşamı ise, “ALLAH” adıyla işaret edilenin “HİÇ”lik mertebesidir
“ALLAH” adıyla işaret
edilen, “Bâkî”dir; uyarısını
değerlendirenler, fâni
düşünemeyecekleri gibi; “Allah” ahlâkıyla
ahlâklanmış olanlar da, âlemlerin,
hayâl çekirdeğinden oluşmuş bir dev ağaç olduğunun seyri içindedir.
Her an, her zerrede, yeni bir “şe`n”de
olandır, “HU”; ve dahi bundan münezzehtir; ise, bunun sonuçları ne olabilir ve
getirisi dahi neler olabilir?
Ya birilerinin
dedikodusuyla ömür tüketenlerin yeri?
hf
CİNLER VE MELEKLER
GÖRÜLEBİLİR Mİ?
Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar
mevcuttur. .İnsanın dışında, cinlerin ve meleklerin
sınıfları olarak!
Esasında, cinler de, insanlar gibi
çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri itibariyle!.
Yâni, nasıl insan bu dünyada yaşıyor,
cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan varlıklarsa...
Güneş sisteminin dışındaki sayısız
yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu galakside, Samanyolu’ndaki
sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız varlıklar var...
Bunları "görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.
Yâni insanlar tasavvurlarına göre,
hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.
Kim, "ben cini gördüm, meleği
gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..
Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman
karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.
hf
GÖZDEN BEYNE GELEN MESAJLARLA DEĞİL,
BEYNİN DİREKT ALGILADIĞI DALGALARLA
BAZI VARLIKLARIN GÖRÜLEBİLMESİ
İster “uzaylı” deyin, ister “cin” deyin, ister başka bir adla anın,
sonuçta, normal gözle bakanların göremediği, ancak bir kısım insanların
gördüklerini iddia ettikleri, bazı varlıklar vardır, farklı bir boyutta
yaşamakta olan!. Bunlar, gözden beyine giden mesajlarla değil, beynin direkt
olarak algıladığı bir kısım dalgalar ile o kişiye “görülür”(?)
olmaktadırlar.
Bir kısım beyinlerin algıladığı bu
dalgalar, aynı zamanda bizim “ruh”
adıyla bildiğimiz, ölüm sonrası bedenimizi de meydana getiren dalga türüdür.
İnsan beyninin ürettiği bu dalgalardan oluşan bazı “velî”
“ruh”ları yani ölüm ötesi yaşam bedenleri de, diğer boyut canlıları gibi, ölüm
ötesi yaşam boyutundan, bu dünyadaki bazı kişilere benzer türden dalgalar
yollayarak, görünebilir…
Nitekim, ölümünden üç gün sonra inananlarına
görünen Hz. İsa aleyhisselâm ile, Hızır aleyhisselâm dahi, bu yoldan
görülmüşlerdir.
Ne var ki, normal gözün göremediği bu tür dalgaları algılayarak,
“gören(?)” insanlar, çoğu zaman yeterli veri altyapısı olmadığı için, “gördüğü”
“cin” olmasına rağmen, oyuna gelerek “veli” gördüğünü sanır.
hf
ÂHİR ZAMANDA BÜTÜN İNSANLAR
CİNLERİ AÇIK SEÇİK GÖREBİLECEK
Meleği veya cini görüyorum diyenlerin, görme
olayı da şu:
O varlığı, karşısında olarak gözüyle
görmüyor!.
Beynin sadece beş duyuyla çalıştığını
öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.. Yani, görme, işitme, koklama,
tad alma, dokunma... Sonra bir de 6. duyu diye bir şey kabul etmişiz; ama onun
da ne olduğundan habersiziz..
Oysa beynin, bunun dışında sayısız
algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu çözemedi... Çünkü tıp, beynin
mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.
2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan
beynidir!.
Eğer batı dünyası, trilyonlarca
doları, uzaya gitme yerine, beyini çözme yolunda kullanabilseydi, bugün
insanlık hayâl edemeyeceğiniz güçlere ve özelliklere kavuşmuştu. Fakat, ne
yazık ki, beyin araştırmalarına, beyinin dalgasal faaliyetlerine yeterli önem
ve harcama yapılmadığı için; dışa dönük olarak, bu para değerlendirildiği için,
insan beynindeki o fevkâlâde muazzam güçler henüz keşfedilemedi..
Zira bunun keşfolması için önce
beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu
dalga boylarını çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..
Sonra da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.
Ki, bu dalga boylarının deşifresine
dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği dalgalar ve de ruh dediğimiz
ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.
Bu arada, bu konuda önemli bir olay
söz konusu!.
Bir açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara
görünecek!."
Bu, ya insanların beyninin, cinlerin
dalga boyuna açık olması sebebi ile gerçekleşecek. Veya belli bir araç
geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla... Mesela, TV gibi bir araç oluşacak, bu
araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları bütün insanlar tarafından görülebilecek...
hf
YENİ DOĞAN ÇOCUK NEDEN GÖREMEZ?
Beyin, veri birikimi ile belli bir
kapasiteye ulaşır.
Sen anandan doğduğun zaman, beynin,
sadece genetik ve astrolojik verilerle oluşan veri tabanına tâbi idi. Dünyaya
geldiğin andan itibaren sürekli şekilde yeni veriler yükleniyor.
Yeni doğan çocuk ilk anda bir çok
şeyi göremiyor, göz de değerlendiremiyor.
Niçin?.
“Değerlendiremiyor”
ne demek?..
Beyinde, onu değerlendirecek belli
bir veri birikimi yok demek!. Çünkü ancak,
beyinde mevcut olan şeyi açığa çıkartıyorsun; beyin veri tabanında var olan kadarıyla kendindekini deşifre
edebiliyorsun. Yani, genetik ve astrolojik etkilerden kaynaklanan bir
tabanın, özelliklerin, ham madden var. Bu özellikler, kendi kendine açığa
çıkmaz!. Giren yeni veriler
istikametinde bunlar açığa çıkar. Bir örnek verelim..
Meselâ: Güzeli seçme ve güzele
yönelme..
Güzeli seçme ve güzele yönelme,
beyindeki bir özellikten meydana gelir. Genetik özellikten veya beyinde astrolojik
olarak Venüs tesirlerinin kuvvetli olmasından meydana gelir. Venüs
tesirlerinden meydana gelen veya genetikten gelen bu, güzeli seçme özelliği,
İran`daki bir insanda başka türlü, Amerika`daki bir insanda ise başka türlü bir
gelişme gösterir, Afrika`dakinde ise daha başka.. Yani, güzeli seçme duygusu ve
arzusu başkadır, güzeli bulma olayı başkadır.. Veriye göre değişir. Temelde,
baz olan özellikler genetik ve astrolojik tabanda vardır. Bunun açığa çıkması,
daha sonraki, dıştan alınan verilere bağlı olarak meydana gelir kişide..
hf
GÖREN İLE
GÖRMEYEN GÖZ ARASINDAKİ FARK
(Soru : "Kırmızıyı, bir renk körü,
başka bir renk olarak algılıyor." Neden?..)
Beyinlerde de fark var aslında..
Bakın!. Hem fark yok diyorum, hem var diyorum. Neye
göre fark yok?.
Temelde, ham madde olarak iki beyin
de aynı. Fakat, körün beyninde gözün geçirdiği o frekanslar gerekli açılımı
yapmadığı için gören kişinin beyniyle körün beyni arasında açılım yönünden fark
var. Yani, beyne ulaşan veriler yönünden, beyinler arasında farklılıklar var.
hf
GÖZÜYLE YAŞAYAN...
Özünü
bilmeyen, gözünün gam ve kasâvetini yaşar.
Gördüğünü
tanıyamayan, gözüyle yaşayandır!.
hf
GÖZ ODUR Kİ...
Göz odur ki, insanı
hidâyete erdire!.
hf
ÂHİRETİ, SEMÂYI, MELEKLERİ,
FÂTIR’I,
RABBİMİZİ, “ALLAH“ İSMİYLE
İŞARET EDİLENİ...
“SONRA” MI GÖRECEĞİZ?!
Namaza durduktan sonra Allah’ın huzuruna çıkacağız!?
Öldükten sonra; kâbir âleminden sonra mahşerde Rabbimizi göreceğiz!?
Dünyadan sonra âhireti göreceğiz!?
Nasıl bir kelime bu sonra ki, bizi alıp alıp bir yerlere
götürüyor!?
Ve bizler, Sistem içinde pek çok
önemli konuyu, “sonra” kavramı yüzünden, ötelerde hayâl balonu
içinde aramaya başlıyoruz!
“SONRA”
kavramı yüzünden neler gelecek başımıza!?
“Semâ”
kelimesini Kurân‘da geçtiği yerlerde, nasıl yukarıda dünyanın üstündeki “Gök” diye anlayarak; melekleri de uzaya oturttuysak!!!
Nasıl ki “Allah” adıyla işaret edileni,
gökte bir yerde yaşayan; oradan bizi seyredip zaman zamanda yanındaki melekler
aracılığıyla yaşamımıza müdahale eden bir tanrı diye kabullendiysek!!!
“SONRA”
kelimesini de, “Sistem”i (Din’i) anlamada kullanırken; zamana dönük anlamıyla
değerlendirerek anlıyoruz... Yedikten sonra
su içmek, gibi...
Oysa, Dinsel kavramlar içinde “sonra” kelimesini üstten sonraki alt boyut olarak algılasak...
Beden boyutunu dünya (dış-üst boyut), âhiret boyutunu şuur (alt-iç
boyut) olarak algılasak...?
Şuurda rabbini görmeyi, âhırette rabbini görmek olarak değerlendirip bunun anlamını farketsek....
Yaratılanın ortadan kalktıktan “sonra”, yalnızca yaratanın
kalacağının; mânâsını anlasak... (“Her şey helâk olur vechi rabbin Baki’dir”in
nerelerde, ne zaman, nelerden “sonra”
oluşacağının; ne demek olduğunu farkedebilsek...
“Allah
dilediğini yapar” uyarısının, “tanrı
dilediğini yapar” anlamına gelmediğini farkedebilsek...
Fâtır’ın, uzayda mı, nerede; fıtratın neresinde olduğunu görebilsek!
“Ben”
öldükten “SONRA” başıma neler
geleceğine yakîn elde edebilsek!
“Kıyâmetten “sonra” her şeyin ölüp(?),
Rasûllerin baygınlık geçirip, Hz. Muhammed aleyhisselâmın dahi arşın direğine
sarılıp yarı kendinden geçik bir halde bulunacağı” meâlindeki hadisin neyi
anlatmak istediğini farkedebilsek..?
Kısacası pek çok “sonra”nın; bu kelimenin “boyutsallık” anlamına kullanılmasıyla
oluşacak yeni bakış açısında; anlamını yeniden değerlendirmeye tâbi
tutabilsek...?
Acaba neler olurdu?
Nasıl bir dünya ve âhiret anlayışı
karşımıza çıkardı?
Nasıl bir dünya ve kabir âlemi
anlayışı önümüze açılırdı?
Nasıl bir Cennet ve Cehennem kavramı
önümüzde sergilenirdi?
“Allah”
adıyla işaret edileni, nelerden “sonra” nerede ve nasıl görebileceğimizi
farkederdik!
hf
ALLAH’I GÖRMEK
"ÖZ"de mi "BİR"iz; "göz"de mi
"BİR"iz.?
hf
“ALLAH” IN GÖZLE GÖRÜLMESİ
MÜMKÜN DEĞİLDİR
Hazreti Rasûl aleyhisselâm meşhur hadîs'inde şöyle diyor:
"İlim Çin'de bile olsa, alınız!"
Burada bahsedilen "İlim", Hakikat ilmi'dir.
Çünkü, insanın bütün geleceği bu ilmi elde etmesine bağlıdır!
İlim, esas itibariyle ikiye ayrılır;
Geçici yarar sağlayan ilim,
Ebedî yarar sağlayan ilim.
Mevcut, çokluk âlemine dair bütün
ilimler, geçici yarar sağlayan ilimler sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o
varlığın yapısı dolayısı ile veya varoluş gayesi istikametinde faydalı olacak
olan ilimdir.
Hakikat ilmine dair olan ilim ise
asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece "ilim" kelimesiyle Hazreti
Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim",
hep "Hakikat ilmi”dir; ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI
bildiren ilimdir.
Hakikat ilmi, gözle görülecek surî yâni şekli, maddesi olan bir nesne
değildir. Dolayısıyla ister madde
gözüyle, ister rüya şeklinde görülmesi sözkonusu olan bir şey değildir HAKİKAT ilmi!
Hakikat ilmi, gözle görülecek, yâni rü'yet edilecek bir şey olmaz ise; O yüce ilmin ZÂTI nasıl
görülebilir ki?
İşte bu sebepledir ki, kim baş
gözüyle veya rüya şeklinde Allah'ın
görülebileceğinden söz ederse, bu kişi ilmin özünden mahrum olması sebebiyle
konunun hakikatından mahrumdur.
Zîrâ “Allah” ismiyle işaret edilen, bir maddî yapı değildir! Dolayısıyla
maddeye dayanan beş duyu ile anlaşılması da mümkün değildir!
Bu sebepledir ki, Allah isimli, sonsuz-sınırsız yüce varlığın gözle görülmesi mümkün değildir.
hf
“ALLAH’I GÖRDÜM” DERSEN EĞER…
O, SENİN KENDİ HAYÂLİNDE SANA AÇILAN
RABBINDIR!
YARATILANIN YARATANI GÖRMESİ MUHALDİR!
Esas itibariyle Allah’ı seyir,
ilimden ibarettir.
Yâni; rü’yet, ilimdir!.
İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayâle
girer!. Tahayyül sùretiyledir!. Çünkü görme
mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz konusu
olur!
Yaratılmış ilâh olmaz!.
Yaratılmış ilâh olmazsa,
yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!.
İnsan yaratılmıştır, bunu daha evvel
konuştuk... Yâni, belli isimlerin mânâsının âşikâre çıkışıyla varolan varlık,
bu yönüyle yaratılmıştır!. Yaratılanın yaratanı ihâta etmesi, görebilmesi zaten
muhaldir!.
Ancak Allah kendisi, kendisini
görür!. Ne anda, hangi anda sen “Allah’ı gördüm”, “Allah’ı duydum”
dersin, o senin kendi hayâlinde sana açılan Rabbındır!.
Öyle ise, ”Allah’a vâsıl olmaktan”
mânâ, Allah’ın ilmini, ”sen” adı altında izhârından başka bir şey
değildir!.
hf
GÖRÜLEN HERŞEY
İLMİ ALGILAYICILARIN DEŞİFRE ETTİĞİ
EVRENSEL İLİM SURETLERİDİR
(“ALLAH İSİMLERİ”NİN
SURETE BÜRÜNMÜŞ HÂLİDİR)
Bütün tarikatın gerçek gayesini
anlamış kişilerin tek hedefi "rü'yet-i
ilâhî"dir!
Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!
Gerçekte, görülen hiç bir şey,
görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim suretlerini
deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!
İlmî algılayıcılar dahi ilim
kapasitelerini genişlettikleri ölçüde, "Muhît"e
yaklaşırlar... Ve sonuçta Bâkî olan TEK, İLİM kalır!
hf
Esas itibariyle, her şey yâni her görüntü, Allahû Teâlâ'nın çeşitli isimlerinin
mânâlarının bir sûrete bürünmüş hâlidir. Hattâ daha gerçeğiyle; biz o mânâları, beynimizdeki özel algılama
sistemi ile, görüntüler, sûretler şeklinde algılarız.
Evet, konunun en can alıcı noktası
burasıdır.
Gerçekte, evrende mevcut her şey, bizim bir altımızdaki boyutta dalga
yâni ışınsal yapı hâlindedir.
Nasıl televizyon dalgaları dediğimiz
şey gerçekte bir tür, belirli frekanstaki dalgalardır ama bünyesinde ses ve
görüntü barındırmaktadır. Televizyon kendisinin özel yapısı dolayısıyla, bu
dalgaların içinde bulunan mânâları ekranda bir görüntü şeklinde tarafımızdan
algılanmaktadır.
Aynı şekilde, evrende mevcut, her
biri de belirli anlam taşıyan dalgaların bir kısmı gözbebeğimizin algılama sınırları
içinde kaldığı için beynimize transfer edilmekte ve böylece de bunlar beyinde
deşifre edilerek sanki görüntüsel varlıklarmış gibi tarafımızdan
algılanmaktadır.
Yâni, bize, beyin özelliğimiz dolayısı ile varmış gibi gelen görüntüler aslında
“ilmi şifreler”dir.
İş böyle olunca, anlaşılmaktadır ki,
gerçekte her şey bir ilimdir ve bütün ilimlerin özü, aslı, orijini, hakikatı da
"ALLAH İLMİ” dir!
hf
ZÂHİR VE BÂTIN GÖZÜ
Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde verilecek isim, "halk" ismi olur. Sınırsız
müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim "Hak" olur. Zâhir gözüyle, "Hak"kı görmek muhaldir!
Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak olarak sınırlı
gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne "Hak"
diyemezsin, "halk" demek
mecburiyetindesin!.. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey terkiptir
ve "halk" ismine
bağlanır!..
Allah'ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile
müşahede edebilirsin derken, ne demek istediğim anlaşıldı mı?
Zâhir isminin de mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah'a aittir!.. Fakat
Allah'ı zâhirde görüyorum diyemezsin! Çünkü zâhir dediğin âlem, kısıtlılık
âlemidir! Neye göre?.. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene
göre!.. Çünkü görme dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil
mi?
Dolayısıyla, bu mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar
Hak ise de; nihâyet belli bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır.
Kayıtlı varlık, kayıtsız varlığı göremez!.. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı
görebilir!
Kayıtlı varlığın, kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben "Allah'ı
görüyorum" diyemezsin! "Ben Allah'taki mânâlardan meydana
gelen âlemi müşahede ediyorum" diyebilirsin!
hf
HAKİKİ GÖRME,
İDRAKTIR; İLİMDİR!
Allah’ı neyle seyredebilirsin,
Allah’ı neyle görebilirsin?
“Allah’ı görmek” denen şey nedir?
Allah’ı görme, bir kere senin
anladığın, benim anladığım mânâda "görme"
fiili değildir! “Allah'ı görmek”
denen şey, "görme" fiili değildir!
Çünkü, “Allah'ı görüyorum” dediğin zaman; Allah isminin mânâsı; daha ilk
sohbetlerimizde konuştuk ki, zâtı, sıfatı, isimleri ve efâliyle tüm kâinat
bunun içine girer! Ve bu kâinatın
esmâsı, sıfatı ve zâtını da ihâta etmesi şart!
Böyle bir varlık!
Halbuki, sendeki görme hâli, "görüyorum" dediğin hâl, eğer fiil mertebesindeki göz dediğimiz noktayı da
kaldırırsak ortadan, bir idrâktır... Bir
ilimdir!
Şimdi buradan ince bir noktaya daha
kayıyoruz...
Gözle görüyorum dediğin şey, bir hayâlden başka bir şey değildir!
Hakiki görme, idrâktır, ilimdir!
Bunun basit bir misâlini verelim;
Televizyona bakıyoruz, ekranda
çeşitli insanlar veya çeşitli nesneler görüyoruz...
Ekranda gördüğümüz şeyler gerçek
midir, değil midir?
Ekranda gördüğümüz şeyler görünüşü
itibariyle gerçektir, aslında öyle bir şey o anda ekranın üstünde var mı?
Yok!
Görüntü var ve o görüntü, bir başka
görüntünün buraya ulaşmasıdır… Yerinde mevcut! İşin o tarafını bırakalım.
Gördüğümüz üzerine gidelim...
Şimdi bizim “görüyorum” hükmünü
verdiğimiz, “görüyoruz” dediğimiz şey, gözün aldığı ışıkları göz sinirleri
dediğimiz sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırmasıdır.
Beyne görüntü ulaşmaz, beyne bir
elektrik mesajı bir bioelektrik impuls ulaşır.
Beyin bu mesajı çözer ve mânâsını ya
anlayabilir ki; gördüğünü anlayabilmesi için daha evvel kendisinde o konuda bir
bilgi olması gerekir. Aksi takdirde mânâsını anlayamaz. Bir görüntü var der,
fakat görüntünün mânâsını anlayamaz.
İşte beyinde oluşan ve neticede
dolayısıyla Ruha da yansıyan, mânâdır. Bilfiil görüntü değildir! Dolayısıyla,
bir şey değildir!
Temelde, 5 duyuya göre madde var
kabul edilir ise de; aslında madde 5 duyuya yâni kesitsel algılama araçlarının
kapasitesine göre vardır. Dar bir değerlendirme skalasına göre, madde vardır!
Eğer geniş açıdan bakarsak, geniş bir
skala ile bakarsak, geniş bir değerlendirme mekanizmasıyla bakarsak, "madde" diye bir şey yoktur.
Sen, bugün, gözünün kesitsel
kapasitesi dolayısıyla evleri, binaları, dağları v.s. görüyorsun. Eğer bundan
çok daha hassas bir göze sahip olsaydın, o zaman uzaydaki yıldızları seyrettiğin,
aralarındaki boşlukları gördüğün gibi; bu defa atomları görecektin, içindeki
boşluklarını görecektin; ve senin hissiyatını da o gördüklerin etkileyecekti!
Ve o gördüklerine göre hüküm verip, değerlendirme yapmak durumuna gidecektin!
Öyleyse, âlemlerde mevcut olan şeyler, hakîkatı ve aslı itibariyle sadece ve
sadece mânâlardır! Çeşitli ilâhî isimlerin manâlarıdır!
Bu mânâların değişik terkibler
almasının sonucunda oluşmuş olan dar skalalar, yâni maddesel görüntüyü meydana getiren görüntü araçları, ancak ve ancak
"İnsan" adıyla anılan varlığın, kendi aslını ve hakikatını anlamasına
ve hakiki varlığın özelliklerini seyretmesine vesile olması amacıyla yaratılmış
örnekleme nesnelerdir.Yâni, gördüğünü değerlendir ve gördüğüne nisbetle
daha neler olabileceğini düşün, tefekkür et ve buradan da kendini tanıma yoluna
git denmektedir!
Kendini, derken hakiki mânâda kendini
demek istiyoruz!
Evvelâ Rabbını tanı; kendin kabul
ettiğin varlığının mâhiyetini anla; ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini,
aslının ve hakikatının ne olduğunu idrâk et. Buradan da külli mânâda kendini
bulma ve tanıma yoluna git! Ama mesele bu söylendiği kadar basit değil… Bunun
için gerçekten kişinin kendini vermesi lâzım!
Gerçekten kendisi için en değerli
şeyin, bu konu olması lâzım! Sırf bu için var olması lâzım!
Niye?
Çünkü bu varlık, tek bir mekanizma ve her dişli, kendi kanununa tâbi! Zanna
ve hayâle yer yok bu mekanizmada!
Mekanizma dişlilerden, dişlilerden,
dişlilerden oluşuyor! Arada bir tek hayâlî dişli yok! Hepsi birbirine bağlı,
birbirinin başını ve sonunu meydana getiriyor!
Mutlak olarak senden ne çıkarsa, o çıkanın bir sonraki neticesi gene
dönüp sana gelecek!
hf
RÜYALAR,
ÇEŞİTLİ MÂNÂLARIN SURETLERE BÜRÜNEREK
BİZE GÖRÜNMESİ HÂLİDİR
Bu arada bazı bilgi sahiplerinin
aklına takılabilecek şu soru olabilir;
Gerek Hazreti Rasûlullah ve gerekse Evliyaûllah'ın önde gelenlerinden bazı
zevâtın rüyalarında, Allah'ı bir
insan sûretinde gördüklerine dair nakiller mevcuttur. Bunlar elbette ki yalan
değildir. Ancak rüyanın ne olduğunu iyi bilmek gerekir.
Rüyalar, çeşitli mânâların, o mânâlara uygun sûretlere bürünerek bize
görünmesi hâlidir.
hf
NİÇİN “TEK”İ “ÇOK “
GÖRÜYORUZ?
FÂTIR, beyinlerimizi, "TEK"i çok olarak algılayacak bir
özellikle yarattığı içindir ki biz "TEK"i ‘’çok’’ görmeye sonsuz dek
devam edeceğiz!.
hf
GÖZ’ÜN VERİLERİ BEYİNDE
“ÇOKLUK” OLARAK DEĞERLENDİRİLİR
VE BİRÇOK NESNELER VARMIŞ ZANNI OLUŞUR
Bakın...
Diyor ki: “O Allah, bölünmez,
parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz, sonsuz ve sınırsız Tek’tir! Ne O birşeyden
meydana gelmiştir; O’nu meydana getirecek ikinci birşey vardır... Ne de O’ndan
meydana gelebilen ikinci bir varlık vardır!”
Çünkü O, sonsuz ve sınırsız
Tek’tir!
O’nun bir yerde bitmesi gerekir ki
O’ndan bittiği yerde ikinci bir varlık meydana gelsin; ikinci bir varlık
oluşsun!
O’nun bittiği bir yer yok ki ikinci
bir varlık meydana gelsin!
Öyleyse varolan, sadece ve sadece
o TEK’tir!
Peki... GERÇEK, sonsuz ve sınırsız
bölünmez ve parçalanmaz kendisine birşeyin girmesi veya çıkması mümkün olmayan
TEK ise, tek gerçek varlık O ise.... Ve O’na geçmişte “ALLAH” ismi
konmuş ve biz O’nu “Allah” ismiyle tanıyor isek... Nereden çıktı bu
çokluk görüntüsü, nereden çıkıyor bu bir yığın varlıklar?...
Ben-sen-o, biz-siz-onlar?..
İşte burada anlamamız gereken şey; gözün
verilerinin, beyinde “çokluk” olarak değerlendirilmesi!
Gözün verdiği veriler bizde birçok
varlıklar nesneler varmış zannını oluşturuyor!.
Sade göz değil, 5 duyu!
Dokunma, koklama, duyma, işitme, görme, tadını
değerlendirme dediğimiz duygular bizde bu algılara tekâbül eden varlıkların
varlığını kabul etme hâlini doğruyor ve bu vehimle de biz pekçok saysız varlık
varmış gibi onlara göre yaşayarak kendi gerçeklik âlemimizden bihaber
yaşıyoruz.
Sizin gözünüzün algılama kapasitesi
dışında kalan şeylere siz “YOK” diyorsunuz!
Dokunma duygunuzun dışında olan
şeylere “YOK” diyorsunuz..
İşitme sınırlarınız dışnda kalan
şeylere “YOK” diyorsunuz...
Oysa...
İşitemediğiniz milyarlar ve
milyarlarca ses var!
Göremediğiniz milyarlarca ve
milyarlarca varlık var!.
Tutamadığınız milyarlarca ve milyarlarca
varlık var!.
Ama bunların varlığını tesbit
edebilecek algılama aracından mahrumuz!
Beyin ne düzeyde gelişme gösterirse,
o düzeyde algılama aracına algılama frekansına sahip olur ve o frekansa tekâbül
eden varlıkların varlığına da şehâdet eder!
Senin benim göremediğimiz şeyleri o
beyin görür ve “VAR” der!
Ama biz “YOK”
deriz…
Niye?
Beyin
kapasitesinin sınırlarından dolayı!
Beynimizi 5 duyu
ile bloke olmuş halden arındırıp, bu blokajı kırıp, beynimizdeki kullanılır
kapasiteyi %5den, %10 dan 20 ye, 30a 40a 50e 60a çıkartıp gerçekleri
görebilirsek, o zaman diyeceğiz ki;
Gerçek âlem, gerçek dünya, gerçek yaşam,
varlık âlemi bambaşka bir âlemdir!.
“O zaman yer
başka bir yerdir, gök bambaşka bir gök!” âyeti tecelli eder. Ve herşey bambaşka bir âleme
tahavvül eder!
GURUR
Gururun, benliğindendir!. Benliğinin
varolmadığını idrâk etmedikçe, gururdan kurtulamazsın!.
Cehennem alevleri, gurur odunlarıyla
tutuşmuştur.
Gururunun sana kaybettirdiklerini hiçbir şey
kaybettiremez.
Gururuyla yaşadı, hüsranla öldü!.
hf
GURUR ELBİSESİ
Allah, bir adamın nimetlerinden
mahrum kalmasını isterse, onun üzerine gurur elbisesini giydirir... O kişi
mağrur olur, kendini beğenmiş olur ve kolay kolay kimsenin yanına gitmez;
kimseyi beğenmez olur!.
Bu gurur öylesine gözlerini KÖR
eder ki, karşısındakinin hakikatini göremeyerek, ondan neler açığa
çıkabileceğini düşünemez olur!...
“Her gördüğünü Hızır bil.” sözü
boşuna söylenmemiştir!... Hele bilip tanıdığınız kişilere karşı gurur duygusunu
atabilmek en zor iştir...
Dersin ki, “canım bunca yıldır
tanıyorum, ondan ne gelir ki bana!...”
Evet, insanın en kör oldukları,
en yakınlarıdır!...
Kişinin hakikatı "O"
ise... O , her an yeni bir şanda ise... Bilin ki, kimden hangi anda
hangi hakikatı dillendirip; sizi nasıl uyaracağını asla tahmin edemezsiniz...
hf
İNSANIN BAŞINDAKİ EN BÜYÜK BELÂ
GURURDUR
Dostlarım...
Söze başlarken dedim ki, insan
başındaki en büyük belâ, gururdur!.
Ben biliyorum, onu da
tanıyorum, öyle ise ona ihtiyacım yok; demektir...
Hepiniz hepinize
muhtaçsınız!...
Hepinizin hepinizden öğreneceği
pek çok şey var...
İnkâr ettiğin her kişide dahi
senin muhtaç olduğun pek çok kemâlât vardır!...
Kişiyi değil, kişidekini
göremiyorsan; zaten âcil servise kaldırılma durumundasın!...
Bir insanın, akıllıyım sanarak,
ahmak rolünde olması inanın ki başına gelecek en kötü hâldir!..
hf
SEVGİN,
GURURUNDAN VAZGEÇİREMİYORSA…
Gururundan vazgeçiremiyorsa sevgin; o, sadece bir beğenidir!.
hf
GURURLA YAŞADI…
HÜSRANLA ÖLDÜ!
Gururla
yaşadı, hüsran ile öldü!.
Etraf
için yaşadı; kendini tanıyamadan öldü!.
Desinler
için yaşadı; dediler, oh kurtulduk!.
Allah
için yaşadı;
Halifeliğinin
gereğini ortaya koydu!.
fhfh
“GÜNAH”
·
Günah ve sevap nedir? Fiiler mi,
duygular mı, düşünceler mi günah ve sevabı oluşturur?
·
Günah ve sevabın sınırları nasıl ve
nerede belirlenmiştir?
·
Günahın küçüğü ve büyüğü olur mu?
Bunu belirleyen nedir?
·
Nereye ve nasıl yazılır; kim yazar?
·
Günahlarımızı ve sevaplarımızı nasıl
ve ne zaman okuyabiliriz?
·
Günahlardan arınmanın bir sistemi var
mıdır? Varsa bu sistemden ne zaman ve nasıl yararlanabiliriz? Yararlanmazsak
sonuçlarını nasıl yaşarız?
GÜNAH
‘’Günah’’,
Hakikatını bilmeyenin davranışlarının adıdır.
hf
Geniş anlamı ile günah, nefse dönük,
nefsin menfaatine dönük davranıştır. Bu elbette havâsa dönük mânâdır.
hf
GÜNAH VE SEVAP
Sana yarar sağlayacak ya da zarar verecek fiilindir!.
Pozitif enerji adını verdiğimiz bu
dalgalar beynin “verici” mahiyetteki düşünce ve fiillerinden oluşan bir enerji
türüdür!.. Dindeki adı “sevap”tır!..
Pozitif enerjinin karşıtı olan “negatif enerji” adını verdiğimiz
dalgalar ise beynin “alıcı”, “birimsel menfaate dönük”
davranışlarından oluşur. Dindeki adı “günah”tır!..
hf
GÜNAH VE SEVAPLAR NASIL YAZILIYOR?!
Melekî kuvve ve kuvvetler
sayısızdır...
Meselâ, insanın müvekkel melekleri,
insana vazifeli olarak verilmiş melekler… Esasen bu konuda, Hz. Rasûlullah aleyhisselâm buyuruyor ki:
“Bir çocuk doğduğu andan itibaren, onunla ilgili, onunla beraber olmak
üzere bir Melek meydana getirilir. Bir de onunla beraber olan bir Cin`i vardır.
O melek onu, meleki güçlere çekmek isterken, o cin de onu maddiyata, süfliyata
çeker.”
Neticede o kişi ya melekiyeti kazanır, melekler âlemine yükselebilecek
düzeye gelir. Veyahut da Cin`e yani
şeytana tâbi olarak, kendini madde beden kabul edip, bu süflî madde dünyasında
kaybolur, boğulur gider.”
Bu iki meleğin dışında ayrıca, iki de
“Kirâmen Kâtibeyn” denen, sağ ve sol
omuzda diye anlatılan bu iki meleğin vazifesi, dini tabirle sevap ve günahları
yazma olarak anlatılır.
Buradaki “sevap ve günahları yazmak” diye anlatılan olay, bizim genelde
anladığımız mânâda bir kalemle bir yazı mahalline yazmak değil, elbette!..
Bildiğimiz gibi, insanın sağ yönünde,
Çinlilerin 2000 sene önce tespit etmiş olduğu, vücudun sağ yönünde,
akapunkturun esasını getiren pozitif yük vardır. Sol yanında da negatif yük
vardır.
Kişinin kendini madde ötesi yaşama
hazırlamasını sağlayan fiil ve düşünceleri, çevresine verici fiil ve
düşünceleri, pozitif yük ağırlıklı olarak, beyinde düşünülür ve bunlar dalgasal
yapıya çevrilerek ruhta kayda alınır!.
Ruha yüklenen bu pozitif yüklü
dalgalar, kişinin ruhunun dünyanın manyetik çekim alanından kurtulmasına ve
cennetler`e açılmasına vesile olan güçtür!.
Buna mukabil, kişinin, alıcı, kendine
toplayıcı, dünya ve maddeye yönelici düşünce ve eylemlerinden oluşan fiilleri ve
düşünceleri, günah diye
nitelendirilir; ve bu menfi, negatif ağırlıklı dalgaların meydana getirdiği
dalgasal üretim, ruha negatif olarak
yansır ve bu da kişinin madde dünyasına bağlılığını, çekimini artırır.
Dolayısıyla, madde dünyasına
ağırlıklı olarak bağlanan bu ruh, neticede madde dünyasından kopamaz ve o
nispette de dünya ile birlikte güneşin dalgasal boyutuna girerek orada büyük
azaplar çeker.
İşte, kişideki pozitif ve negatif
yükün kaynağı, din terminolojisinde; kişinin günahları ve sevaplarını yazan “iki omuzundaki iki melek” diye tarif
edilmiştir...
“Sevap” denen sistem düşünceye,
“günah” denen sistem ise beyindeki fiile dönük devreyle çalışır...
hf
GÜNAH VE
SEVAP
ÂYETLER VE
HADİSLERLE BELİRLENMİŞTİR
İslâm Dini’nin kökeni-kaynağı “Kurân”dır
veya “Hadis” dediğimiz Rasûlullah aleyhisselâmın açıklamalarıdır!.
Bu iki kökene dayanmayan herşey kabul
edilmesi gerekli olmayan şeylerdir ve DİN diye de
konuşmaması gerekli şeylerdir!.
Biz maalesef çok yanlış bir eğitim
şekli de uyguluyoruz.
Çoluğumuza çocuğumuza sıkıştığımız
yerde hoşumuza gitmeyen bir şeyde hemen “bunu yapma günahtır”
diyoruz… Veya “şöyle yap sevaptır”
diyoruz..
Bir şeyin günah veya sevap olması
için, Kurân’da o şeyin insanlara yasaklanması veya yapılmasının tavsiye
edilmesi gerekir veya Hz.Rasûlullah aleyhisselâm
tarafından bu yasağın getirilmesi veya tavsiyenin getirilmesi gerekir!.
Eğer Kurân’a veya Hz.Rasûlullah’ın
açıklamalarına dayanmıyorsa o şey, biz onu kabul etmekle mükellief değiliz. Ve
bu, Din adına da öngörülmez hiçbir zaman!
Öyle bir şey için ”bu sevaptır..
bu günahtır” denmez!
Dendiği takdirde arkasında ”niye
sevap, niye günah?” suali sorulur ve buna dayalı olarak da mutlaka bir Rasûl,
Nebi açıklaması veya bir âyet gösterilmesi gerekir!.
Bugün anlatılan şeylerin pek çoğu hep
halk arasında dolaşan hurâfeler veya çeşitli hikayeler, yakıştırmalar..
Siz, bir fikir söylüyorsunuz… ”Bu
fikir Kurân’da hangi âyete dayanıyor veya Hz.Rasûlullah’ın hangi açıklamasına
dayanıyor? dediğiniz zaman,
“ben öyle duydum” diyor..
“ Ben öyle duydum”
hf
GÜNAHLAR BULÛĞ’DAN EVVEL YAZILMAZ
Pozitif enerji dalgaları (sevap)
kişinin ilk şuur hallerinden itibaren üretilir. Bu sebepten 5-6 yaşından
itibaren çocuğa müsbet çalışmalar tavsiye edilir ve bu istikamete yönlendirilir.
Negatif enerji dalgalarını (günah)
beyin “büluğa ermek” diye tanımlanan
cinsiyet hormonlarının salgılanmasından sonra üretmeye başlar!
Zira bu dalgalar, beynin
biokimyasının seks hormonlarıyla etkilenmesinden sonra beyin tarafından
üretilebilmektedir. Bunun için de, “büluğdan
evvel kişinin günâhları yazılmaz” diye mecazi bir şekilde anlatılır bu
durum.
Kişi, bulûğa erme denen östrojen ve
androjen hormonlarının üst düzey faaliyete geçişiyle birlikte mesûliyet
devresine girer. Bu, şu demektir; Beyin bu hormonların kimyasal etkisiyle
birlikte yanlış zihinsel faaliyetlerini negatif yük olarak ruha kaydetmeye
başlar!.. Yâni günâh olarak!.. Yâni, iki omuzundaki iki melek tarafından!..
Ayrıca gene bu beyin faaliyetleri pozitif ve negatif yük esasıyla ve her beynin
kendine has şifresiyle boşluğa yayınlanır.
hf
İDRAKLARIN KADARIYLA
YANLIŞLARDAN KORUNURSUN!
Önemli olan her an şuurlu bir şekilde ve belli bir noktaya, hedefe doğru
yürümektir.
İdrâkın kadarıyla yanlışlardan korunursun...
Nasıl yakacağını idrak ettiğin ütüye dokunmazsan, sana pişmanlık verecek
yanlıştan da kendini öylece korursun...
hf
YANLIŞTA ISRARIN BEDELİ, PAHASI
AĞIRDIR!
Yanlıştan dönmek, hatadan dönmek, akıllı insana özgü bir fazilettir.
Gelişmemiş insanın “dediğim dedik”
anlayışı vardır!.
Beyni yeterince gelişmemiş
çocuk kalmış insan, yanlış karar verdiğinde, o karardan dönmeyi; yanlış konuda
söz verdiğinde sözünden dönmeyi eksiklik kabul eder, “erkekliğine” yediremez, kişiliğine-benliğine
yakıştıramaz!.
Allah Rasûlü ise, yanlış yere yemin edildiğinde, o yeminden dönülüp; kefâret
olarak üç gün bir fakirin karnının doyurulmasını ya da buna gücü yetmeyenin üç
gün oruç tutmasını tavsiye etmektedir!.
Yaşamda, her insan hata
yapabilir o konuda yeterli bilgi tabanı yoksa; ya da kendisine doğru bilgi
verilmemişse; ya da kandırılmışsa; ve yahut aklı yerine duygu veya dürtüleriyle
bir karar almış ya da söz vermişse!
Burada faziletli ve olgun davranış, verilen karar ya da sözden dönüp;
gerçeğin hakkı ya da gereği neyse onu uygulamaktır!.
“Ama söz vermiştim, bana yakışmaz” diyerek hatada ya da yanlışta,
ısrar, ancak gelişmemiş beyinlerin tavrıdır!.
Olgun insan, yanlış veya hata yapıp da ardında uyarıldığında,
duygusallığını bir yana atıp, bu hatasından dönebilen insandır!. Kefâretini
verir ve hatasından ya da yanlışından döner; doğrunun, makûlün, ilmin
gereğinin hakkını verir.
“Söz verdim” diyerek hatada ya da yanlışta ısrarın bedeli, pahası
çok ağırdır!… Bazen kaybedilen nîce yıllara, bazen de insanın sağlığına, veya
yaşamına, mâl olur!. Telâfisi de mümkün olmaz!
hf
BÜYÜK GÜNAH SAHİPLERİ
(Soru: Rasûlullah Efendimiz, "Benim şefâatim ümmetimden büyük
günah sahipleri içindir." buyuruyorlar. Büyük günah sahiplerinden
kastedilen kimlerdir?.)
Bu açıklamasından benim anladığım, şefâatin ŞİRKİ HAFÎ ehline olduğudur... Çünkü şirki hafî en büyük günahtır!...
Mutlak şirkin zaten bağışlanması yoktur... Şirki hafi ise bunun dışında kalan
günahların en büyüğü ve bütün günahların kökenidir!..
hf
BÜYÜK GÜNAHLAR
Savaştan kaçma olayının dahi bu şekildeki
istiğfarla affedilmesi olayına gelince…
Savaştan kaçma, Hazreti Rasûlullah
aleyhi’s-selâmın bildirdiği üzere yedi büyük günâhtan birisidir.
* * *
Buyuruyor ki Rasûlullah:
-Helâk eden yedi şeyden sakının."
Soruluyor “nedir onlar” diye:
"Allah'a şirk koşmak;
Allah'ın harâm kıldığı insanı
öldürmek;
BÜYÜ ve sihir yapmak;
Faiz yemek;
Yetim malı yemek;
Savaştan kaçmak;
İffetli kadına zinâ iftirası
atmak."
açıklaması yapılıyor Efendimizden.
hf
GÜNAHIN BÜYÜKLÜĞÜ
KİŞİNİN ÂHİRETİNE VERDİĞİ ZARARLA ÖLÇÜLÜR
Vicdanımızın bize, “sen imanlısın”
demesi önemli mi?...
Yoksa, amelimiz mi imanımızın
göstergesi?...
Mesela, sigara içen biri, sigaranın
beynine ve dolayısıyla âhiretine zarar vermekte ve kendine zulmetmekte olduğuna
imanlı mıdır?
İmandan AMAÇ, İMANIN GEREĞİ OLAN AMEL
MİDİR?
İmanın gereği olan amel yoksa, iman
mevcut olabilir mi?
Sigara için biri, ben sigaranın
zararlarına iman ediyorum dese dahi, böyle bir imanı var mıdır? O zarara iman
etmiş biri sigaraya devam edebilir mi? Ediyorsa, o konuda imanı hala var
olabilir mi?...
Her konuda gerçekçi olalım ve ne
karşımızdakini, ne de kendimizi aldatmayalım!... İman ehlinden mümine bilerek
zarar gelmez, diyor Hz.Rasûl!.
Eğer çevremize veya kendimize bilerek
zarar veriyorsak, bu durumda ne kadar imanlı olabiliriz?
Anlayışı kıtlara kapı açıyorum:
Buhari 2144 nolu hadise göre zinada
en hafif günahlardandır; iki kişi arasında kalması ve beyne direkt zararı
olmaması yönünden!...
Ama sigara kisinin hem kendisine hem
de çevresine bilerek zulmetmesidir ki, bu zinadan çok daha büyük günahtır!...
Bir günahın büyüklüğü kisinin
ahıretine verdigi zararla ölçülür...
Kimsenin ne kendi beynine ne de
baskasının beynine zarar verme hakkı yoktur...
Meselâ sigaranın zararına iman diye bir konu sözkonusu olamaz!... Çünkü
artık o, iman boyutunu asmıs, ikan noktasına ulasmıstır!... Çünkü bu zarar
bilimsel olarak, madden tespit edilmiştir!..
Öyleyse, ister sigara yollu, ister
başka fiillerle kendisine veya çevresine bilerek zarar veren kişinin imanından
ne kadar sözedilebilir?
Allah, bizi çevremize ve kendimize(kendisine)
yararlı olalım diye mi yarattı; yoksa kendimize ve çevremize zarar verelim diye
mi yarattı?
İman, bizi çevremize yararlı ameller konusunda yönlendirmiyorsa, o iman
ne kadardır bizde?
Sigaranın misâlini her konuya
yayalım...
İman, bizi her konuda insanlara
yararlı olmaya, onlara birşeyler kazandırmaya yönlendirmek isterken, biz onlara
yararlı olmak yerine zararlı oluyorsak bu mümindir baskılı elbiseyle
dolaşsak,imanlı sayilir mıyız acaba?
hf
GÜNAHLARIN EN BAŞINDA GELEN
VE HEPSİNİN KÖKENİ OLAN GÜNAH
Günahların en büyüğü nedir?..
"İnneş şirke lezulmün azîm"!..
"Şirk azîm zulümdür";
diyor âyet...
Yani, "Allah"ı, tanrı
mesabesine koymak!... Şirk budur!...
"Sizin için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde"
diyor...
Öyle ise Tanrıya tapmak "kebâir"in ta kendisidir!...
Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir!...
Bütün günahların kökeninde de "Şirk-i hafi" yani "tanrıya inanmak" yatar!...
"Ey iman edenler.... Allah'a iman edin"; âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kur'ân’a iman, edip
henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHABEYE gelmişti....
Sahâbe, yani Allah Rasûlü'nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!....
hf
“BENLİK” GÜNAHI
Günah, “benlik”ten doğar!.
En büyük günah da “BENLİK”tir!.
hf
NEFS’TEN GÜNAHI ÇIKARTMAK
Geniş anlamı ile ‘’günah’’, nefse dönük, nefsin menfaatine
dönük davranıştır. Bu, elbette havâsa dönük mânâdır.
Bu anlayış ile ‘’nefsten günahın çıkartılması’’ ise Hak’tan ayrı bir varlık
görülmek sûretiyle onda günah kavramının görülmesinin kaldırılması demektir.
Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî kişiliği kapı gibi ortada
dururken, günah-sevap yoktur deyip, nefsine bedenine dönük nerşeyi yapması onun
katranlı beton perdenin ardına atar, tabiat cehennemine sokar ki, bunun
getireceği sonuçları, mahrûmîyetleri ve azâbları târif mümkün olmaz!.
Hem kendini gör, hem karşındakini bir
kişi veya birim olarak gör, ondan sonra da günah yoktur de!... Bu
basiretsizliğin zirvesidir!.
Kendini Hilmi zannettiğin, vehmettiğin, hissettiğin sürece; karşındakini Hulûsi olarak gördüğün sürece, asla
“günah yoktur” diyemezsin ve perdeli yaşamın son bulmaz... Perdenin kalkmasını
ve ebediyyen perdesiz yaşamayı istiyorsan, dünyada yaşarken kendini kaldırmak
sûretiyle “HAKÎKİ SECDE”yi yapmak ve
suçlanacak kişiler görmeyi terketmek mecbûriyetindesin!.
Aksi takdirde perdeli yaşamak ve
ölümötesi yaşamda da perdeli kalmaktan kimse kurtaramaz seni!.
hf
GÜNAHIN HATIRASI
En büyük günah da “BENLİK”tir!.
BENLİK ortadan kalktı mı, günah da kalkar!.
Allah dilediğini yapar, hikmettir!.
“Sen” bir olumsuz fiil işlediğin
zaman günah olur!.
Fâili izâfî varolduğu sürece günah
bitmez. Fiil, hakiki fâile bağlanıp, izâfî fâil ortadan kalktı mı günah da son
bulur!.
İşte böylece “günahın hâtırası”da ortadan kalkmış olur!.
Çünkü hâtıranın kalkması, hâtıranın
yer aldığı varlığın kalkması ile mümkündür… Ne zaman ki hâtıranın çıktığı
varlık ortadan kalkar, işte o zaman hâtıra da kaybolup gider.
hf
GÜNAHLARDAN ARINMA
RUHUNA YÜKLENMİŞ TÜM
GÜNAHLARDAN
“HAC” İLE ARINABİLİRSİN
"Hac"cın iki hedefi
vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur;
1-Yaşamının "Arafat"ta
bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, "sıfırlanmak"!.
2-"Maârif
Billah" ile hâllenmek sûretiyle, ALLAH ismiyle işaret edilenin
ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek.
hf
ANADAN DOĞMUŞCASINA GÜNAHSIZ
OLARAK
ARAFAT’TAN DÖNERSİN…
Peki Kâbe böylesine muazzam
enerji merkezi, ya da bir diğer ifade ile “ nûr kaynağı” dır da; Hac niçin Arafat'ta olmaktadır?..
Hac niçin Arafat'tır?..
Arafat'taki olay nedir?..
Kâbe-i Muazzama'nın altında
bulunan son derece güçlü müsbet radyasyon kanalının bir uzantısı da Arafat
tepesinin altında ikinci bir düğüm meydana getirmektedir, demiştik az evvel.
İşte Arafat tepesi ve
civarında toplanan yüzbinlere, milyonlarca insan, yerden aldıkları son derece
güçlü radyasyon ile beyinlerinden tek bir manâda yayın yapmaktadırlar.
“Vakfe” denen olay,
insanların bu tek manâ üzere toplu “yönlendirilmiş
dalga” yayınına yönelişleridir.
“ ALLAH’IM BİZİ AFFET!.”
Yüzbinlerle, milyonlarca insan beyni; sanki laser ışını gibi, tek bir
anlamdaki dalga boyundan yayın yapmakta; ve bu dalga boyundan oluşan dev bir
manyetik bulut tüm Arafat Bölgesini
kaplamaktadır!.
hf
MURAD EDERSE, KULUNA
BÖYLE BİR SİSTEM İÇİNDE
ARINMAYI BAHŞEDER
Şimdi hemen hatırlamaya çalışın…
Üzerine herhangi bir görüntü çekilmiş video bandını, çalışırken video
cihazının üzerinde unutursanız ne olur?..
Video cihazının yaydığı manyetik alan bandın üzerindeki kaydı siler!.
İsterseniz siz buna görünmeyen eller bandı siler de diyebilirsiniz.
Evet.işte misâl yollu anlatmaya çalıştığım gibi…
Siz orada “ALLAH’IM GEÇMİŞ
GÜNAHLARIMDAN DOLAYI BENİ AFFET”
dediğiniz anda hem bu tür bir dalga oluşturmuşsunuzdur. Hem de beyninizi
bu mânâdaki dalgalara açmışsınızdır!. Ve açılan bu kanaldan, o güçlü manyetik
alan bir anda beyninizi etkiler ve o ana kadar ruhunuza negatif yükle beyniniz
tarafından kaydedilmiş tüm yazımlar siliniverir!.
Ve siz anadan doğmuşcasına günâhsız olarak. O ana kadar ruhunuza
yüklenmiş olan tüm negatif yüklerde arınmış olarak Arafat'dan dönersiniz.
Rasûlullah salla'llâhu aleyhi
ve sellem buyuruyor ki;
“Arafat'tan dönüp de, acaba
benim günâhlarım afvoldu mu, diyen kişi en büyük günâhkârdır!.”
Çünkü olay böylesine kesin bir olaydır!.
Allah, günâhlarından arındırmayı murad ettiği kuluna nasibeder oraya
gitmeyi; ve orada da böyle bir sistem içinde arınmayı bahşeder!.
hf
“HAC”CA GİTME İMKÂNI OLMAYAN
İÇİN DE
GÜNAHLARDAN ARINMA İMKÂNI VAR…
5 VAKİT NAMAZ!
Hacca gittiğimiz zaman, “Arafat” dan,
anamızdan doğduğumuz günkü kadar bütün günâhlarımızdan arınmış olarak sâf,
temiz bir hâlde geri dönüyoruz.
Peki?... Bu güzel şey de ancak,
Allah’ın kendisine büyük imkân tanıdığı bir kimse ise, bu şansa sahip oluyor.
Hacca gidecek mâli imkânları
elvermeyen bir kişiyi düşünelim...
O kişi Allah’a iman ediyor. Rasûlullah’a iman ediyor. Ama, gayet doğal olarak beşer olduğu için de çeşitli eksikleri,
noksanları, kusurları, yanlışları vs. var.
Bilerek veya bilmeyerek işlediği
çeşitli kusur ve yanlışların getirdiği günahlarla da bezenmiş bir halde...
O zaman, bu kişinin kurtulma şansı
nedir? Kendini nasıl kurtaracak?. Ne yapması gerekiyor?.
Böylesine iman sahibi olan kimselere
Cenâb-ı Hak, bir yol göstermiş ve kolaylık sunmuş. Bu kolaylığı bize
Hz.Rasûlullah,Efendimiz Hz. Muhammed
Mustafa s.a.v. şöyle bildiriyor :
“Kılınan her vakit namazı, kendisinden önceki namazla arasında işlenmiş
olan bütün günâhları siler, temizler, arıtır.”. Ve bunun misâlini de şu şekilde veriyor;
“Sizin evinizin önünden bir ırmak aksa ve siz bu ırmağa günde beş defa
girip çıksanız, üzerinizde hiçbir kir, pislik kalır mı?
Nasıl ki, günde beş defa yıkanan
birinin üzerinde maddi bir kir, pislik kalmazsa, aynı şekilde günde beş vakit
namazını eda eden kişinin de üzerinde günâh kiri kalmaz.”
Ama, burada bir incelik var. Bu
anlatımda dikkat etmeniz gereken bir püf nokta var:
Yine Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:
“Fâtiha’sız namaz olmaz!“
Namazı edâ etmiş olmanın ana şartı,
her rekâtta Fâtiha sûresini okumaktır.
Nedir o Fâtiha sûresi bir kez
okuyalım;
Bismillâhirrahmanirrahim
elhamdulillâhi rabbil âlemin.............. veleddââlliyn âmin.
“Eğer bu, namazda okunmazsa o namaz
yerine gelmiş, edâ edilmiş olmaz” diyor, Hz. Rasûlullah. Ve, yine buyuruyor ki:
“Namaz, mü’minin mi’râcıdır.”
Buradaki “namaz mü’minin mirâcıdır”
ifadesini iki yönlü ele almak lâzım.
Namazın mi’râc olması
Mi’râcın namaz olması
Namazın mi’râc olması ne demek?..
Mirâcın namaz olması ne demek?..
Edâ edilen her namaz, kendisiyle
öncekilerin arasındaki günâhların affına vesile oluyor.
Günün her hangi bir vaktinde, ansızın
ölebilirsin. Öldüğün anda artık ana-baba, eş. çocuk, koltuk, iş, para, mal-mülk
gibi değerlerin hiç geçerliliği kalmayacak. Tek başına başka bir âlemde ve
ortamda olacaksın.
Bu ortama, dünyada yüklediğin tüm
beşeri yükler ve günâhlarla gitmek mi; Yoksa, bütün bu beşeri yaşamdaki
günahlarından arınarak, temizlenerek gitmek mi evlâ?
Evvelâ buna bir karar vermek lâzım!.
Eğer, günâhlardan arınmış,
temizlenmiş olarak gitmek istiyorsak, bunun en kolay yolu günde beş vakit
namazı, vakitlerinde edâ etmektir.
Şöyle dediğinizi işitir gibi
oluyorum;
“Eee canım, Allah ona para vermiş,
imkân vermiş. Hacca gitti, bütün günâhlarını sıfırladı geldi. Benim param
olmadığı için gidemedim!.”
Senin paran yoksa, imkânın yoksa
Cenâb-ı Hak sana da beş vakit namazı ihsan buyurdu. Günde beş vakit edâ ettiğin
zaman her bir namaz arasındaki günahlardan temizlenip, arınıp,
sıfırlanıyorsun!.
hf
BİRİ, İKİ VAKİT ARASINDAKİ;
DİĞERİ, TÜM YAŞAM BOYUNCA OLAN
GÜNAHLARDAN
ARINDIRIR
(Soru;
Arafat’ta günahlar siliniyor. Namazdaki “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn”
derken, onun bilincine vararak o namazı kılarsak günah silinecek. Aradaki günah
silinme farkı ne?.)
Birisi, iki zaman arasındaki günahı siliyor. Diğeri, yaşamın boyunca
olan günahları siliyor.
hf
BÜYÜK GÜNAHLARDAN DAHİ
BAĞIŞLANMA SÖZKONUSUDUR!
Okunuşu:
Estağfirullahelleziy lâ ilâhe
illâ Hû el Hayyul Kayyum ve etubu ileyh.
Anlamı:
Bağışlanma diliyorum. Allah’tan
ki, tanrı yoktur Hay ve Kayyum olan sadece O vardır. Tövbem O’nadır!.
Bilgi:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Kim, “Tanrı yoktur Hay ve Kayyum olan O
vardır. Bağışlanmayı Allah’tan dilerim, tövbem O’nadır” derse, savaştan kaçmış
bile olsa günâhları bağışlanır.’
Burada çok önemli
olan husus ikidir; İstiğfarda "İSMİ A'ZÂM" kullanılması ve bu tür
istiğfarın büyük günâhları dahi affettireceği.
Görülüyor ki, büyük günâhlardan bağışlanma
dahi söz konusudur. Ve bağışlanmak için; hıristiyanların günâh çıkartmak için
papazlara muhtaç oluşu gibi bir muhtaciyet gerekmeden; sadece Allah’ın Azamet
ve Kibriyâ’sına yönelip, kusurunu, suçunu itirâf ile O'ndan bağışlanma niyaz
etmek yeterli olmaktadır.
Öyle ise, ne kadar büyük suç işlemiş olursak
olalım, asla umutsuz olmayalım; ve Allah'a yönelip tövbe etmeyi ertelemeyelim!.
hf
BÜTÜN GÜNAHLARIN BAĞIŞLANMASINA
SEBEP OLAN ÂYET
Fâtiha sûresinin en önemli en can alıcı âyeti;
“İyyake nâ’budü ve iyyake nestaiyn,” dir.
İnsanın bütün günâhlarının bağışlanmasına sebep olan âyet, “iyyake
na’budü ve iyyake nestaiyn” âyetidir.
Niçin?..
Not: Geniş açıklama için F / “Fâtiha” Suresi bölümüne bakınız
hf
GEÇMİŞ VE GELECEK GÜNAHLARIN
AFFOLMASI
Kendini var kabul ettiğin sürece,
günah fiîlî varolmasa dahi hâtıraları “benliğini”
meşgul edecektir! Bu meşguliyet ise “günah hâtırası”dır ki, benliğinin
yaşamıyla bağlantılıdır.
Ne zamandır ki, “benliğinin” varolmadığını,
hakikatını yaşarsın, işte o zaman, nefsinden günah da, hâtırası da çıkmış olur.
“SANA AÇIK-SEÇİK FETİH İHSÂN
ETTİK: ALLAH GEÇMİŞ VE GELECEK TÜM GÜNAHLARINI BAĞIŞLADI.”
Âyetlerinde işaret edilen mânâ da
anladığımız kadarıyla bu hususa işaret eder.
“Fetih”
tasavvuftaki anlamıyla, kişinin benliğinin ve benliğinin oluşturduğu perdelerin
ortadan kalkması ve Hakkânî sıfatlarla
tahakkuk etmesi hâlidir ki, bir devirde ancak çok çok ender kişilerde
oluşur!. Bunlar, “Hakkın gözüyle görür,
işitir, söyler, tutar, yürürler!.”
hf
“FETİH” GELİP BENLİĞİN ORTADAN KALKMADAN
GÜNAHI SEVABI İNKÂR EDERSEN
HAKİKAT İLE ALAY EDENLERDEN OLURSUN
“Fetih”
gelmiş kişiler, “benliklerinden”
kurtulmuş oldukları için, geçmiş ve gelecek günahlarından da bağışlanmışlardır.
Çünkü, onlardan günah ve hâtırası
çıkmıştır... Çünkü benlikleri ortadan kalkmıştır!. Beden ve bedensel değerler
onlar için hiçbir anlam taşımadığı gibi, ruhsal değerler dahi onlardan
düşmüştür!. Onlar mukarreblerdir, ferdiyet sahipleridir.
Kişilik isimlerinin ardında,
seyreden-seyredilen ve seyr hep aynı TEK
olmuştur!.
Eğer bu bahsedilen hâl oluşmadan,
kendini Hak görerek, başkalarına Hak’lık atfederek, günahı-sevabı inkâr
edersen, ancak müstehzîlerden olursun...
Yâni hakikatle alay edenler durumuna
düşersin... Alay konusu olursun.
hf
MUTLAK NEFS İÇİN
GÜNAH KAVRAMI GEÇERLİ OLMAZ!
“Yâ Gavs. Tövbeyi istersen, önce
nefsinden günahı çıkarmalısın. Sonra kalbinden hâtırasını çıkarmalısın... İşte
o zaman bana vâsıl olursun!. Aksi halde müstehzîlerden olursun!.
Avâm’ın “nefsinden günahı çıkartması”,
günah olan fiilleri terketmesidir.
Havâs’ın “nefs”inden günahı çıkarması,
benliğine dönük fiilleri terketmesidir.
Has-ül havâs’ın günahı çıkartması ise, “nefs”inin varolmayıp, sadece mutlak “NEFS”in varoluşunu seyr hâli içinde
“günahın çıkmış” olmasıdır..
Elbette ki mutlak NEFS için “günah”
kavramı geçerli olmaz!.
fhfh
GÜNEŞ VE SİSTEMİ
Bkz. E /
Evren
hf