AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

G

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

fhfh

 

“Onları ve zürriyetlerini, dolu gemilerde taşıyoruz!” (Yâsin 41)

hf

“Subhandır O ki, hepsini çiftler hâlinde yarattı;

 yerin bitirdiklerinden, nefislerinden, ve bilmediklerinden!” (Yasin-36)

hf

İnsan, bir spermden yaratıldığını görmüyor da

bize düşmanlığa kalkışıyor!.

Yaradılışını unutarak,

“çürümüş bu kemikleri kim canlandırır’ diye misal getirdi!.

De ki; onları ilk önce kim yarattıysa, O!.

Yaratmanın tüm sistemini O bilir!.

Göklerle yeri yaratan, bir benzerini daha yaratamaz mı?

Elbette yaratır!. Her şeyi mükemmel bilir!.

Bir şeyin olmasını irade etti mi,

“OL” der ve o şey olur.

Herşeyin orijinini elinde tutan Subhandır ki.

O'na döneceksiniz. (Yâsin 77-83)

hf

“Rabbimiz… Bizlere,

gözlerimizi nurlandıracak, korunmak isteyenlere yol gösterecek

evlâdlar bağışla eşlerimizden.”  (Furkan 74)

hf

“Rabbim… Beni ve benden doğanları

namazı ikâme edenlerden eyle. Duamı kabul eyle.

Hesap gününde beni ebeveynimi ve mü’minleri bağışla.” (İbrahim 40)

 

FİHRİST

 

“Gâfil” (Kozalı)

Melekûtundan gâfil olan, duygularının ördüğü kozadan çıkamayan…

Gafletin başlangıcı

Gâfil, kozası dışındaki gerçekten gaflet hâlinde yaşayandır

Duygularının ördüğü kozadan çıkamayan…

Gâfilin kendini koruma mekanizması

Gaflet

Gaflet, Hakk’ın İsimlerinin mânâlarından perdelenmendir

Gaflete dûçar olmak

“Hakikat”ten gafletin alâmeti

Gaflet, birimselliğin kaderi ve sonudur

“Gaflet ehli”yle dostluk

Gâfillerin kanaatleri İslâm Dini’ni bağlamaz

Gafletri farketmenin sonucu

Gafletin sonucu

Gafleti seçen…

Takdirinde gaflet olan, ilme yüz çevirir

Ebedi Gaflet

Gafletten kurtuluş

Galaksi (Gökada… Galaktik Varlık… Galaktik Şuur…  Galaktik Ruh… )-(Bkz. E / Evren)

“Garib”

“Garib”, sıfat boyutunda yaşayandır

Garib’tir misafir… Garib gelmiş, garib gider!

Garibler, DünyaLARINDA yaşar, DünyaNIZDA görünürler!

 “Gavs”

“Gayb”

Gayb, beş duyu ile tesbit edemediğimiz boyutlar ve o boyuta ait varlıkları anlatır

“Öz”ümüzü tanıyabildiğimiz oranda gaybî mânâları da çözmeye başlarız

İki türlü gayb vardır

Göresel Gayb (İzâfi Gayb-Muzaf Gayb)

Göresel (İzâfi) Gayb diye nitelenen boyutlar, tek bir tümel yapının göresel katmanlarıdır

Yüz milyonlarla seneleri kapsayacak süreç ve olaylar

Göresel (İzâfi) Gayb, birime göre değişir

Gayb, algılama sınırına “Göre”dir

Göresel gayb, bu mânâları algılayamayacaklar tarafından “Gayb” hükmü” ile gizli kalır

Göresel (izâfi) gayb, Allah’ın dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir

Astrolojik tahminler  gaybı bilmek değildir

“Mutlak Gayb”… (Aklın ve sezginin sukût ettiği nokta)

Hiçbir yaratılmış,” Mutlak Gayb”ı bilemez; tefekkür edemez

“Mutlak Gayb”ı ancak Allah bilir

“Mutlak Gayb” asla ve kesinlikle kapsanamaz

“Gaybı İlâhi”

İnsanın gaybı ile kâinatta varolan her nesnenin gaybı, aynı asıldan gelen aynı Özden gelen aynı gaybdır… ”Gaybı İlâhi”dir!

Gayba İman

Gayb’a iman, korunmak için gereklidir

Gayretulllah

“Gayrı”

“Bir sûret ve mânâ ile Beni kayıtlayıp, hakkımda hüküm verme!”

“Gazap”

“Rahman” İsmi, gazab anlamı taşıyan fiillerden korunmamızı sağlar

Şirk, gazabı doğurur

Allah indinde büyük gazâba dûçar olmak

Gazâba uğramışlığın bir belirtisi de…

Eğer gazap kuşatmamışsa bizi…

“Gazap Melekleri”

Gazap melekleri, vasıf olarak “Cin” yapısındadır

 “Gece”

“Gece”nin önemi

“Kadr” Gecesi (Bkz. K / Kadir Gecesi)

Geçmiş

Geçmiş hayâl ise…

Geçmişin değerlendirilmesi

İnsan, “Dün” ile oyalandığı takdirde, yarını kaybeder..Yarını kazandırmayacaksa, “Dün”den bahsetme!

Gelecek

Gelecek Hayat

Gelecek hayat iki devredir

“An”ımızı değerlendiremezsek, geleceğimizi köreltiriz

“Genetik Bilimi” (Genetik Yazgı-Kader)

Maddeötesi ervah (Ruhlar) boyutunun “Genetik” zincir ve bu zincirin halkaları ile ilişkisi ne ve nasıl?..

“Kaza”(Varetme Hükmü)

Tüm canlıların varoluş gerekçesi ve bilgisi(Tasarımı), “Saklanmış ve Korunmuş Kitap”ta(Sahife-i Vücud’da-Bilgi ve Bilinç boyutunda) bilgi olarak mevcuttur

Her şeyin fiilen yaradılışı, o silinmesi-bozulması mümkün olmayan kadere(“Sistem”e-“Yazı”ya) göre oluşur.

Genetik bilgi, “Öz”den gelen ilimlerden biridir

İnsanın varlığında “Evrenin tüm boyut ve katmanlarına ilişkin korunmuş-saklı bilgi” mevcuttur

Bugünün ilmiyle bile çözemediğimiz şifreleri veren Zât!.. “Muhammed Mustafa A. S”…

“Hanif”lik genetik veri tabanına sahip ve o şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan o eşsiz “Kitap”… Muhammed Mustafa!

Anahtar boynunuzda, altın da kasanızda!

Allah Rasûlü’nün bize hibesi, sırlar sarayının anahtarı değil; maymuncuğudur!

Mevcudâtın Özünde saklı olan sır…

“Hilâfet Sırrı”

Aslı (“Hakikat”i), “Hû”… Nesli de, “Hû”!

Varlık âlemi ile “Öz”ü(“Hakikat”i) arasındaki boyutsallıkta işleyen bir “Sistem”(“Din”) var

“İnsan”, Mutlak bir Şuur tarafından “Sünnetullah”(“Sistem-“Din) gereğince yaratılmıştır.

 “Bel Suyu” (Spermin Dünyası)

“DNA” (“Alâk”)

Kan pıhtısı derinliğindeki “GEN”ler (“DNA”lar)

Kuantsal uzaydan ışık hızıyla madde boyutumuza “Anlam” yolcuları taşıyan uzay gemileri…

“Gen”lerden madde bedenlerinizi (hayvanlarınızı-bineklerinizi) yaratmıştır.

“Gen”lerinizin eseri olan bilinç dalgalarınızdan, kişisel ruhlarınızı (ebediyet bineklerinizi) yaratmıştır.

“DNA”ların yarısı, babadan gelecek ilk hücreyi programlar

“Mitokondriyal DNA”, sadece anneden alınan genetik bilgiyi içerir.

“İnanç Geni”

Genler, beynin biyokimyasını etkilemekte; inanç-duygu ve düşüncelerimizi de yönlendirmektedir

Genetik Hâfıza

“Ahsen-i Takvim” (En şerefli mahlûk)

Kişiliğin temel özelliklerini genlerdeki bilgiler meydana getirir.

Genetik veriler, temel bilinçaltını oluşturan verilerdendir

Genetik veriler, tohumdur.

Genetik özelliklerin çıkışına yol veren ise, melekî etkilerdir.

Melekler, genetik dizinleri etkileyerek hükümlerini uygularlar

Astrolojik etkiler, genetik yapıyı etkileyerek kromozomların erkek-dişi seçimini yönlendirir

Genetik kartımızda yazılı veriler, takımyıldızlardan gelen ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya çıkar

Beyindeki genetik dizin, Burçlardan gelen kozmik ışınımların güneşten yansımasıyla genlerde bir mutasyon oluşturur

Kozmik ışınlar, beyin hücre genetiğinde “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek genetik programlamalara yol açarlar

İnsanları birbirinden ayıran özellik, farklı “bilgi genetiği”ne sahip olmalarıdır

Genetik kayıtlar ancak kendi özelliklerini ortaya çıkarabilecek kâbiliyette bir devrenin açılması ile o beyinden açığa çıkar

Genler kanalıyla gelen bilgiler, beyin burçlardan açılım almamışsa onları kapalı olarak muhafaza eder ve sonrakilere devreder

Cenin, genetik olarak “Ana Program”la yüklüdür

Cenin, babasının geninden “Ana Program”ı (Rabbini bilme yetisini-İslâm Fıtratının bilgisini) almış olarak Dünyaya gelir.

Ceninin 120.günde genetik veri tabanını değerlendirmeye başlamasıyla programının doğrultusu da belirlenmiş olur

Genetik Programlama (“Tâlim”)

“Rahman’ın Kurân’ı Tâlimi”

“İslâm Fıtratı” (Ana Program-Rabbini Bilme Yetisi), birime genetik olarak intikal etmiştir.

Hepimiz, “Yaratılış yasaları”(“Sünnetullah”) sonucu varolmuş varlıklarız.

Tüm varlık, “Muhammed’in Hakikati” için (Akl-ı Evvel için) tasarlanmıştır.

 “Sistem Oluşturucu” (Mutlak Kanun Koyucu-Zât), her şeyi kaderiyle (O suretin şartları içinde halk etmiş ve varediş gayesini(Tasarımını) ona kolaylaştırmıştır)

Allah, önce “Kâinatın varoluşundaki “Ana Mânâ”yı(Hz. Muhammed a.s.’ın ruhunu) yaratmıştır

O “Nokta”(Hakikat-i Muhammediye), şuurlu bir çekirdektir ve “O”nun İlim mertebesinde ilmî açılımı ile “Melekût âlemi” meydana gelmiştir

Rabbinin varlığına şehâdet edebilen bir “Ana Program”la yaratılan “İnsan”ın Dünyadaki görevi, bu “İslâm Fıtratı Programı”na uygun yaşamaktır.

Evrende uygulanmış “İşletim Sistemi”nin uygulanarak “İnsan”ın yaratılması (“Beyan’ın Tâlimi”)

Mikro âlem olan “İnsan”, Evrende uygulanmış olan işletim sistemi aynen uygulanmak suretiyle (“Beyânın tâlimiyle) yaratılmıştır.

Ricâli Gayb(Görevli Allah Velileri-Mânevi Yöneticiler Ordusu)

Allah, o Görevli Velilerde tecelli etmek suretiyle bu âlemde, içinde yaşadığımız boyutta tasarruf eder

Mânevi Görevlilerin varlığı, Hakk’ın takdirinin ve kudretinin açığa çıkmasıdır

İnsanlığa karşılıksız hibe edilmiş bir bilgi, bir işletim sistemi…

Tüm insanlığın “Din”(“Sistem”) anlayışındaki yanlışları düzelten, yaşamını ve düşünsel değerlerini yenileyen “Yenileyici”ler

“Zamanın Yenileyicisi”nin getirdiği “Bilgi ve İşletim Sistemi”, bir “Örtü” altında işlevini yerine getirmektedir                    

Birimdeki “sâbitleşmiş program” nasıl değişir; bu değişiklik nasıl açığa çıkar?

Hücrede genetik programlamayı (“Tâlim”i) meydana getiren, “Kalem”dir.

“Ya Rabbi ne yazayım?... Kaderi yaz!”

Rahmaniyet zuhurunun üretkenliği ile Rabbin Esmâ terkibinin getirisi hükmü, kişinin kademe kademe semâvâtından bedene nâzil olmaktadır.

Bu programlamadan (İsimlerin tâliminden) sonradır ki Âdem’de şuur meydana gelmiştir.

Beyin genetiği, kendini etkileyen kozmik ışınlarla birimdeki “şuur”u (Mânâ grubunu) oluşturur.

Allah’ın ilmine göre kaderi yazan “Kalem” kurudu!

Allah, Rububiyet işlevi ile varlığın tüm mertebelerinde sayısız varlıklar-türler yaratmış; ve bunların fiilerini de halk etmiştir

Her fert, tek tek, “Yaratılış Sistemi”ni bilmek ve yaşamına ona göre yön vermekle mükelleftir.

Düşünsel kişiliğini Tanrıya inanmayan olarak “Sistem”e (“Sünnetullah’a) döndür.

“B” sırrı ile O’na bağlanıp O’nunla korunanları, rahmetine erdirir.

“İnsan’ın “Hakikati”, Evrenin Hakikati ile aynı “Öz”den gelmesine rağmen, insan beyninde gerekli açılım kombinasyonlarının oluşması için korunma tedbirlerine muhtaçtır

İnanmayarak da yapsan, “Yaratış Sistemi” gereği, neticesine ulaşırsın.

“Rahman’ın Tâlimi”yle Rububiyet boyutunuzun “Siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalanlarsınız?...

“Sulbünden olabilir ama O senin ailenden değildir!”

Ne genetiğin evrensel duygusuzluğundan haberimiz var… Ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan Evrensel tek şuurdan!

Genetik veri tabanının tasavvuftaki önemi

Beyin hücrelerinin programlanmasında  “Allah İsimleri”nin zikrinin önemi

Genetik arınma

“İnsan”… Ve “İnsanSI”

Değişik genetik özelliklere sahip (insansı ve insan neslinden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla) iki yönlü hususiyetler ortaya koyan sayısız nesiller vardır

Âdem, geçirdiği mutasyon nesline intikal içindir ki, “Halife” özelliğini kazanmıştır

İlk “İnsan”, Âdem … Ve nesli olan, “Âdem Evlâdı”…

Evrimle gelen nesil, “İnsanSI”… Âdem’den gelen nesil ise “İnsan” adını alır.

Âdem’in “Hilâfet Görevi” için seçilmesinin sebebi, kendisinde meydana getirilen “İnsanî Mânâ”dır. (“Allah Sureti”-“Halife özelliği”dir)

Âdem (Hücresel beden), belli bir kıvama gelince Allah ona “Ruhundan üflemiş, böylece bir mutasyon geçirmişti.

Yarın, “Dün”ünüzde gizlidir… Belki bir dakika, belki bir nesil önceki “Dün”de!

Genetik intikal sonucu yaşanan cezalar

Genetikten gelen virüsler

Genetik temizlenme için tek şansınız

Genetik veriler ve “ben” bilinci

Ruhsal genlerini nasıl düzenliyorsun?

Gerçek (Bkz. H / “Hakikat”)

Gıybet

Kişiyi eleştirme, gıybettir. Bu da, seyr’i elinden kaçırmış olanın tek meşgalesidir

Gıybet, bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!

Gıybet, “İblis”in atına binip, onun dilediği istikamette yol almaktır!

Gıybet, insanı iftiraya sürükler

Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?... İşte bundan tiksindiniz!

Kişiye günah olarak sadece dili yeter…

Gıybet üzere ölenin imanı meçhuldür

“Müflis”(iflas eden) kimdir?

Gıybet eden, gıybet edilen affetmedikçe, affolmaz!

Her şey, yerli yerindedir!

Faili Hakiki’yi gör ve O’nu gıybetten uzak dur!

 “Gök”

"Gölge" (bkz.V / Vahdet-i Vücud)

“Gönül”

“Görmek” (Algılamak-Beynin değer yargısı)

Somut bir varlıktan söz edilemeyen dalgalar âleminde insanın görme sınırı

Ayrı ayrı kapasitede çok göz yok… Tek kapasiteye sahip çok göz var.

“Görüyorum” dediğin şey, beynin içinde oluşan hayâldir

Hiçbirimiz dışarıdaki dünyayı değil; beynimizdeki dünyayı görüyoruz

Dünyada gördüklerimiz, bir bakacağız ki… Yalnızca rüyadan ibaretmiş!

“İlk Görüş” esastır… Sonrakiler, o “ilk”in tafsilidir.

“Görüyorum”un gerçek ifadesi, kozmik yağmurla etkilenen beynimin “değer yargısı”dır! (“Algılıyorum”dur!)

Gündüz ve gece, uyku hâlinde gördüklerimiz, beyinde programlanmış veri tabanlarının üst yapı şuurunda açığa çıkışıdır

Beyindeki görüntü nöronların meydana getirdiği dalgaların girişimi sonucu holografik özellik göstermektedir

“Görüyoruz” diye ifade ettiğimiz iki boyut var

Görme merkezi gördüğüne değil; kendisine ulaşan frekanslara göre karar verir

Veri tabanın gelişmemişse ya da yetersizse, arızalıysa, gördüğün de arızalıdır

Herkesin gördüğü ve algılama sınırları içinde kalanlar haricinde olarak “algılanan” fakat “görüyorum” diye anlatılan her şey tamamiyle bir başka boyuta ait görüntülerdir

Hiç kimse bir diğeriyle aynı şeyi görmez… Hiç kimse aynı şeyi iki defa görmez

Cinler ve melekler görülebilir mi?

Gözden beyne gelen mesajlarla değil; beynin direkt algıladığı dalgalarla bazı varlıkların görülebilmesi

Âhir zamanda bütün insanlar cinleri açık seçik görebilecek

Yeni doğan çocuk neden göremez?

Gören ile görmeyen göz arasındaki fark

Gözüyle yaşayan…

Göz odur ki…

Âhireti, semâyı, melekleri, Fâtır’ı, Rabbimizi, “Allah” İsmiyle işaret edileni… “Sonra” mı göreceğiz?

Allah’ı görmek

"Allah"ın gözle görülmesi mümkün değildir

"Allah"ı gördüm dersen eğer... O, senin kendi hayâlinde sana açılan Rabbindir....  Yaratılanın Yaratanı görmesi muhaldir!

Görülen her şey, ilmî algılayıcıların deşifre ettiği evrensel ilim sûretleridir. (“Allah İsimleri”nin surete bürünmüş hâlidir)

Zâhir ve Bâtın Gözü

Hakiki görme, idrâktır; “İlim”dir!

Rüyalar, çeşitli mânâların suretlere bürünerek bize görünmesi hâlidir

Niçin “Tek”i “Çok” görüyoruz?

Gözün verileri beyinde “çokluk” olarak değerlendirilir ve birçok nesneler varmış zannı oluşur

Gurur

Gurur elbisesi

İnsanın başındaki en büyük belâ, gururdur

Sevgin, gururundan vazgeçiremiyorsa…

Gururla yaşadı… Hüsranla öldü!’

Günah

“Günah” ve “Sevap”

Günah ve sevaplar nasıl yazılıyor?

Günah ve sevap, âyet ve hadislerle belirlenmiştir

Günahlar  buluğdan evvel yazılmaz

İdrâkların kadarıyla yanlışlardan korunursun

Yanlışta ısrarın bedeli, pahası ağırdır

Büyük günah sahipleri

Büyük günahlar

Günahın büyüklüğü, kişinin âhietine verdiği zararla ölçülür

Günahların en başında gelen ve hepsinin kökeni olan günah…

 “Benlik” günahı

Nefs’ten günahı çıkartmak

Günahın hatırası

Günahlardan arınma

Ruhuna yüklenmiş tüm günahlardan “Hac” ile arınabilirsin

Anadan doğmuşcasına günahsız olarak Arafat’tan dönersin…

Murad ederse, kuluna, böyle bir “Sistem” içinde arınmayı bahşeder.

“Hac”ca gitme imkânı olmayan için de günahlardan arınma imkânı var... 5 vakit namaz!

Biri, iki vakit arasındaki; diğeri, tüm yaşam boyunca olan günahlardan arındırır

Büyük günahlardan dahi bağışlanma sözkonusudur

Bütün günahların bağışlanmasına sebep olan âyet

Geçmiş ve gelecek günahların affolması

“Fetih” gelip benliğin ortadan kalkmadan günahı- sevabı inkâr edersen, Hakikat ile alay edenlerden olursun

Mutlak nefs için günah kavramı geçerli olmaz

Güneş ve Sistemi (Bkz. E / Evren )

fhfh

GÂFİL

(KOZALI)

"Kozası" dışındaki gerçekten "gaflet" halinde yaşayan!..

hf

Özünde bulamadıkça, gâfilsin!.

hf

MELEKÛTUNDAN GÂFİL OLAN

“Melekûtundan” gâfil olan, “Allahadıyla işaret edilenden hayli hayli gâfildir… Ömrü, ismi tanrı edinerek tamam olmaktadır!.

hf

GAFLETİN BAŞLANGICI

 Gaflet, birimin bilincinden söz etmekle başlar.

hf

 GÂFİL,

KOZASI DIŞINDAKİ GERÇEKTEN

GAFLET HÂLİNDE YAŞAYANDIR

Varolanların tüm varlıklarını borçlu oldukları, kendilerini meydana getiren; üzerlerinde görülen her şeyi yaratan yüce güç!..

Her an, O'nun üzerimizdeki etkisiyle hayatımızı devam ettiriyor, tüm fiillerimize, O'ndan gelenlerle yön verebiliyoruz!..

"HİDÂYET"in ne olduğunu da detaylı bir şekilde ve mekanizmasıyla izah etmiştik hatırlanacağı üzere... Şayet bu hidâyet, bu "kolaylaştırma" olmasaydı, iman ehli olmazdık.

Yani biz, kesinlikle bilelim ki, eğer iman ehli isek, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın önerilerine elimizden geldiğince uyabiliyorsak, bu tamamen, "RAB"bımız "HÜDÂ"dan gelen "hidâyet" sonucu oluşmaktadır...

Kim bu kesin gerçeği, görüp farkedemezse, ona "gâfil" yani "kozalı" derler ki, bu kişi "kozası" dışındaki gerçekten "gaflet" hâlinde yaşıyordur..

Kim bu kesin gerçeği reddediyorsa, ona "kâfir" yani "gerçeği örten", "gerçeği bilemeyen" derler. "Kâfir"ler yani "gerçeği değerlendiremeyenler" insanlık içinde en fazla yardıma muhtaç kişilerdir... Çünkü içinde yaşadıkları evrensel SİSTEMİ "OKU"YAMADIKLARI için kendi ayaklarıyla sonsuz bir azâba doğru yürümektedirler.

hf

DUYGULARININ ÖRDÜĞÜ KOZADAN

ÇIKAMAYAN…

 En kötü AVUNTU, ilmin dedikodusuyla avunup, onu yaşamına geçirmemektir!.

Duygularının ördüğü KOZAdan çıkamayana gâfil derler.

hf

 GÂFİLİN KENDİNİ KORUMA MEKANİZMASI

Sabır, gâfilin kendini koruma mekanizmasıdır!.

hf

 GAFLET

Koza içinde kalmış olmanın getirdiği, gerçeklere göre geleceğe hazırlanamama hâlidir!.

hf

GAFLET
HAKK’IN İSİMLERİNİN MÂNÂLARINDAN

 PERDELENMENDİR

Esasen bütün fiiller. Hakk’ın isimlerine dayanmasına rağmen, senin, o isimlerin mânâlarını müşahede edememen ve bunlardan perdelenmen “gaflet” denilen hâli doğurmaktadır.

Fiillerde ve âlemde perde diye bir şey sözkonusu değildir!..

Kendindeki, şartlanmadan doğan ismini ve vehminde varolan “izâfi varlığın”ı ortadan kaldırdığın zaman; Hakk’ın çeşitli isimlerinin mânâlarının, terkip hükmüyle zuhurundan başka bir şey kalmaz!..

Sen, mânen ölmüş olursun!..

Zaten sonradan yaratılmıştın!..

hf

GAFLETE DÛÇAR OLMAK

Evrenin ve varlığın derinliğine bir bakış, makrokozmostan nazarımızı çekip mikrokozmosa yöneliş bizi varlığın aslı-orijini olan Tek’e yöneltecektir.

Ister ilim aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın tekliiğini ve dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim ve daim bir varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike ile içiçedir yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede helâk olmuştur.

O tehlike de şudur; kendi benliğinin varlolmayıp ilâhi benlikle varolduğunu hisseden kişi elinde olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan gayrı yoktur“ der…

Cüneydi Bağdadi!

“Subhani.. Subhan benim şânım ve azâmetim yücedir“ der.

Ama benliğinin gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der bedeninn tabiatı istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakkı’m“ diyerek sınır tanımaz, bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak gafletine düşer. Âdeta firavun gibi olur, “ben sizin yüce rabbinizim, ben Hakk’ım“ der, herkesi de kendi kuluymuş gibi zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer olarak Hakk’tan gayrı varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.

İşte bu, onun helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!

Oysa bu kişinin kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda ilim boyutunda tanıyıp hissetmesi gerekir. “Ben Hakkı’m varlııkta Hakk’tan gayrı birşey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“ diyerek içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber pekçok kişi aramızda dolaşıyor .

Bunlar bilmelidir ki... Vahdet ilminin gereği, şuurda- ilim boyutunda  yaşanır!

Çünkü varlığın aslı da bu ilimden başka birşey değildir.

Bu ilmin kırıntılarını elde edip de beden boyutunda Hakk’ın sınırsızlığını yaşamak demek, gaflet ve dalâlate sapmak demektir.

hf

“HAKİKAT”TEN GAFLETİN ALÂMETİ

"Fâni", "yok olacak" değildir; çünkü zaten "yok"tur!...

"Fâni"nin herhangi bir zamanda yok olduktan sonra Bâkî'nin Bâkî olacağını sanmak, Hakikattan gafletin âlâmetidir!..

hf

GAFLET,

BİRİMSELLİĞİN KADERİ VE SONUDUR!

Birimselliğin kaderi ve sonu, ancak, pişmanlık ve gaflettir!.

hf

 ‘’GAFLET EHLİ’’YLE DOSTLUK

Şüphecilik ve vehim yaşamınızı cehennem ederken; araştırmacılık, sorgulama, ilim ile cennetinizi genişletir.

Allah'a yâkin elde etmenin yolu gaflet ehliyle dostluktan geçmez!

Bir gün "TEK"lik kokularıyla sarhoş olup, ertesi gün beşeriyet batağında çırpınmaktan, kurtulup; gönlü "TEK"lik seyrinde dâim kılmak gerek!.

 hf

  GÂFİLLERİN KANAATLERİ

İSLÂM DİNİ’Nİ BAĞLAMAZ!

Gâfillerin veya câhillerin Kur'ân-ı Kerîm'in "RUHU"nu okuyamamaktan dolayı edinmiş oldukları yanlış kanaatler, İslâm Dini'ni bağlamaz!

hf

GAFLETİ FARKETMENİN SONUCU

 Pişmanlık, gafletini farketmenin sonucudur!.

hf

GAFLETİN SONUCU

Şikayet benliktendir, gafletin sonucudur.

hf

 GAFLETİ SEÇEN…

İlmi tepen, gafleti seçmiştir!. Tercihinin sonuçlarını yaşamaya da mahkûmdur!.

hf

 TAKDİRİNDE GAFLET OLAN

İLME YÜZ ÇEVİRİR!

Allah, yakîne erdireceklerine yanlışlarını ve perdelerini fark ve idrâk ettirir; tövbeyi nasip eder.

Takdirinde gaflet olan ise, ilmine yüz çevirip; duygularıyla yaşamını cehennem etmeye devam eder… Sonra da a’mâ olarak âhirete intikal eder!.

hf

EBEDİ GAFLET

Öyleyse biz daima İLME yönelelim!

Aklımıza-mantığımıza-idrâkımıza hitâb edip, bizi derin ve kapsamlı düşünceye sevkedenlerle yaşamımızı paylaşmaya çalışalım!.

Kıyafeti, şekli, görünüşü, yaşı, yaşamı ne olursa olsun bizi insanların dış yaşam ve görünüşleri değil; beyinlerindeki tefekkür kapasiteleri ilgilendirsin!

Nasıl ki buraya geldiniz…. Burada dinliyorsunuz.... Ama burda dinlerken sizin için benim görünüşümün kıyafetimin, yüzümün biçiminin, şeklinin hiçbir önemi değeri yoksa; esas önemli olan düşünce sistemimin ifadesi olan bu fikirlerim önemliyse ve burda benimle kalmayıp herkes geldiği yere dönüyorsa, herkes kendi geldiği yere dönüyorsa burdan çıkıp; sizin için önemli olan insanların fikirleri ve düşünceleri olmalı; insanların oturmaları kalkmaları yaşam biçimleri vesâirleri değil!

Çünkü Allah yukarıdan megafonla değil; bir beyin, bir dil aracılığıyla sizin kulağınıza ve gönlünüze hitâb eder!

Bu hitâbın hangi görünüş, hangi şekil, hangi biçim, hangi yaşamdan geleceğini de kimse kayıt altına alamaz, sınırlayamnaz!.

Düşünce ve zannıyla da sınırladığı takdirde de ALLAH'TAN EBEDİYYEN GAFLETİ seçmiş olur!.

hf

GAFLETTEN KURTULUŞ

 Gafletten kurtuluş, ancak ‘’birimsellik bilinci’’nden arınış ile mümkündür.

fhfh

“GAFFAR” ESMÂSI

 Dilediği tüm kusurları bağışlayan.

fhfh

 “GAFUR” ESMÂSI

 Suçluları bile küçük düşürmek istemeyen. Örtücü.

fhfh

GALAKSİ

(GALAKTİK VARLIK)

(GÖKADA)

(GALAKTİK ŞUUR)

(GALAKTİK RUH)

Bkz. E / Evren

fhfh

“GANİ” ESMÂSI

 Kavramlar üstü. Yegâne zenginlik sahibi.

fhfh

 GARİB

(“GURABA”)

"Garib", hâlini paylaşacak kimsesi olmayandır.

hf

(Soru: ”Fukara”nın kökü olan “fakr” kelimesinin anlamını Hadislerden ve açıklamalarınızdan anlamaya çalışıyoruz. Ancak “guraba”nın kökü olduğunu düşündüğüm “garîb” kelimesiyle ilgili elimizde pek veri yok. Bu konuda burada sizden birşeyler okuyabilir miyiz?)

Kişi “fakr=yokluk” boyutunda kendini bulduğu takdirde onu sıkacak hiç bir olay olmaz ve hiç bir şeyden de sıkılmaz... Bu boyutta yaşayanlara tasavvufta “fukara” veya bunların daha da üstündekilere “guraba” denilir... Olay tamamıyla boyutsal=içsel yaşantıyla ilgilidir... Sembolik bir anlatımdır sizin işaret ettiğiniz..

fhfh

 “GARİB”

“GARİB”

SIFAT BOYUTUNDA YAŞAYANDIR

Yaşamakta olduğu boyut itibariyle, kimseyle halleşemeyen; insanlar içinde yalnız (boyutsal olarak) kalmış; yaşadıklarını dile getirmesi mümkün olmayan Vahdet ehline verilen addır "Garîb”!.

"Fakr", Esmâ boyutuna işaret eder;

"Garib" ise Sıfat boyutunda yaşayanın adıdır...

hf

GARİB'TİR MİSAFİR...

GARİB GELMİŞ, GARİB GİDER!.

Garibtir misafir:..  Garib gelmiş garib gider...

Peki... Dünyaya misafir gelmilş olanın bir alâmeti bir işareti var mı?

Hz.Rasûlullah aleyhisselatüvesselâmın meşhur hadisi şerifi var...

Bu hadisi şerifte buyuruyor ki, Hz.Rasûl aleyhisselâm;

”Bana dünyanızdan 3 şey sevdirildi..

Güzel koku ... kadın...    ve gözümün nûru namaz”

Şimdi bu 3 şeyin izahına, açıklamasına ben girmiycem... Çünkü o başlı başına apayrı bir konu...

Fakat  bu hadisi şerifte Efendimizin işaret ettiği önemli bir husus vardır, onu çok iyi anlamak lâzım...

“DünyaNIZDAN” diyor... DünyaNIZdan...   yani Size ait olan bu dünyadan...

Yani,Ben bu dünyadan değilim... Ben sizin  bu dünyanızdan değilim.!”

Nerden?... Uzaydan mı geldi? Yani başka bir galaksiden misafir mi geldi insan suretine bürünüp.... Bu mânâda mı?

Hayır!                                      

Bu dünyanın değerlerinin bu dünyanın nesnelerinin hiçbir şey ifade etmediği o kudsî yaşam âleminden biri olarak bizlere hitap ediyor.

Burdan soyutlanmış maddi değerlerden beşeri duygulardan beşeri şartlanmalardan, beşeri değer yargılarından, bunların hepsinden soyutlanmış, kudsi ruhun makamından  bir kişi olarak hitap ediyor.

Dolayısıyla “sizin DünyaNIZDA” diyor...

Sizin dünyanızda  para vardır değerli…

mal vardır değerli…

makam vardır değerli...

şöhret vardır değerli...

şan, şeref, koltuk,

hepsi değerli vardır değerli..

Sırtından ceketi çıkartır gibi bütün bu değer yargılarından arınmış..

Dünya varmış tâ ki yokmuş...!

Kayıplar seni üzmez... kazançlar seni sevindirmez... Çünkü sen kazançların en büyüğüne erişmişindir...

Kayıplar hiçbirşey ifade etmez...  Çünklü kayıpların anasını kaybetmişin!..

BENLİĞİNİ KAYBETMİŞİN!

Varsandığın benliğinin asla ve asla varolmadığını farketmişin!

hf

GARİBLER DÜNYALARINDA YAŞAR,

DÜNYANIZDA GÖRÜNÜRLER!

ÂŞIK, "GARİB"TİR!

Dünyada gariblerin sayısı o kadar azdır ki...

Çünkü Garibler,  Dünyalarında yaşar, DÜNYANIZDA görünürler!..

Konuşsalar, dilleri ...

Kendilerini göstermeye kalksalar kimse tanımaz...

En fazla bakarlar bakarlar...   “ALLAH'IN DELİSİ DİVANESİ “  derler!

Gel gör ki  o deli divâneleri ki Allah'ın sevgilisi olmuş. Onlar uğruna Dünya ayakta dururyor...

Onların kadrini kıymetini de bu dünya ehli bilmez..

Onun için Hz.Rasûlullah demiş ki:

DÜNYANIZDAN!!!

fhfh

GAVS

Mânevî görevliler diye bilinen "Ricâl-i Gayb" iki gruptur;

A - Karar organı

B - İcra organı

A-Karar organı "Divân" ya da "Divân-ı Kebîr" gibi isimler ile anılır.

B-İcra Organ, bir tür ricâli gayb ordusudur.

Divân'ın kararlarının tatbikiyle görevlidirler.

Bu ordunun Başkumandanı "Gavs"ı zamandır. Tâbiri câiz ise genelkurmay başkanı durumunda olan "Kutb-ül Aktâb"dır!.. Sonra 4’ler gelir. Sonra tasarruf sahibi olan 7'ler gelir. Sonra 12'ler gelir. Sonra 40'lar gelir. Sonra 300'ler diye bilinen 313 kişi vardır. Sonra 1200'ler gelir ve daha sonra da yöresel kutublar iş görürler.

Geçmiş evliyâullah arasında Abdülkâdir Geylanî "Gavs"iyet göreviyle birlikte "İNSAN-I KÂMİL"lik görevi de kendisinden cem etmiş olduğundan, "Gavs-ı A’zam" lâkabıyla bilinir.

Gavs, hem Rasûlullah aleyhisselâm katılmadığı zamanlarda divan başkanlığı yapar, hem de icrâ organının başıdır.

Gavs", dünyada yaşadığı sürece, "Gavsiyet" görevini ifa eder. "Gavs"ların hepsi de esasen "vekil Gavs"dır.

Her mertebenin bir asîli vardır, o asîlden sonra gelen vekilleri vardır.

Gavsiyet mertebesinin asâleten sahibi Abdülkadir Geylânî`dir. "Gavs-ı A’zâm"dır. Diğer devirlerde gelen "Gavs"lar da o mertebeye ve göreve "vekâleten Gavs"lık görevini yaparlar. Fakat âhirete intikal ettikleri zaman, Gavsiyet görevini bırakırlar. Seyyid Abdulkâdir Geylânî`nin görevi ise bâtında devam etmektedir. Bu yüzden de yardımları el`an devam etmektedir.

"Divan"a, geçmişte görev almış Gavs`ları temsilen, Abdülkadir Geylânî Hazretleri gelir. Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin "Gavs-ı A’zâm"lığı buradan ileri gelir, "Kutbiyet"i, "İrşâdiyet"i kendinde toplamış olduğu için değil!. Asâleten "Gavs"dır. "Gavs-ı A’zâm"dır!.

Diğer "Gavs"lar, âhirete geçtikten sonra, "Divan"a katılmazlar, görevlere katılmazlar... O mertebeyi ihraz etmiş, tabiri caizse, emekli olmuş gibidir. Öbür tarafta, mânevî âlemde bir takım görevler yaparlar, dünya işlerine katılmazlar.

Abdülkadir Geylânî Hazretleri`nin, Gavs-ı A’zâm olarak, asâleten o görevin sahibi olarak dünya işlerine müdahale yetkisi vardır.

Diğer "Gavs"lar, dünyadan ayrıldıktan sonra, dünya işlerine müdahale etmez, ama Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin dünya işlerine müdahale yetkisi vardır, ve o yönüyle Gavs-ı A’zâm`dır... Diğer Gavslar, dünyada yaşadıkları müddetçe Gavsiyet görevini yapar, öbür dünyaya intikal edince de öbür dünyanın görevlerini yaparlar.

fhfh

 

 

“GAYB”

 

·                               Gayb nedir? Nerededir?

·                               Gaybı ne kadar bilebiliriz?

·                               Gayb ne kadar bir zaman ve mekan dilimini kapsar; yoksa bunlardan da öte bir bilgiyi mi içerir?

·                               Gayb, yaratılmışlar hakkında kapsamlı bir bilgiyi mi içerir;  yoksa Allah'ın zâtını da bilebilir miyiz?

·                               Gaybı bilmenin yolları nelerdir?

·                               Bilinmeyene inanmak bize neler kazandırır?

·                               Bilinmeyenler nelerdir ve neden korunmak zorundayız?

 

“GAYB

Gayb, Allah'ın yaratmadıklarının adıdır, gerçekte!.

hf

GAYB,

BEŞ DUYU İLE TESBİT EDEMEDİĞİMİZ BOYUTLAR

VE O BOYUTA AİT VARLIKLARI ANLATIR!

 "GAYB" kelimesiyle bizim “beş duyu” adını verdiğimiz kesitsel algılama araçlarımızla tesbit edemediğimiz âlemler(boyutlar) ve bu âleme (boyuta) ait varlıklar anlatılır...

“Beş duyu” dediğimiz kesit tesbiti yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları algılayamayan beyin, bunların tümünü "GAYB" olarak nitelendirir...

Beş duyu aracılığıyla ile değerlendirilebilenlerin adı ise Din dilinde "şehâdet" âlemidir... Ki bu bizim “madde âlemi” (boyutu) dediğimiz kısımdır.

hf

“ÖZ”ÜMÜZÜ TANIYABİLDİĞİMİZ ORANDA

GAYBİ MÂNÂLARI DA ÇÖZMEYE BAŞLARIZ

Biz, özümüzü ne kadar tanıyabilirsek, ne kadar beş duyu ve beden kaydından soyutlanıp, orijinimizi derinliklerimizde bulup, tanıyıp, değerlendirebilirsek, o oranda varlıktaki gaybî mânâları çözmeye başlarız.

Öte yandan bu mânâları gerçekte seyreden ise, biz değil, mutlak varlıktır!

Gerçekte bu seyir, "TEK`in SEYRİ"dir!

Tek bir "an"lık seyirdir bu!

"An"dan sonra an, "dem"den sonra dem vardır sanmayalım!

"An", Tek`tir! "Dem", Tek!

O "an", Tek "dem"! Amma... Değerlendirebilecek olan "saflaşmış bilinç" noktasında kendimizi bulabilirsek!

hf

İKİ TÜRLÜ GAYB VARDIR

"GAYB" ikiye ayrılır...

a. "GAYB-I MUZAF"...

      "İzafi-göresel Gayb"

b. "GAYB-I MUTLAK"...

      "Kesinlikle algılanması mümkün olamayan Gayb"

hf

 GÖRESEL GAYB

(İZÂFİ GAYB-MUZAF GAYB)

GÖRESEL (İZÂFİ) GAYB DİYE NİTELENEN BOYUTLAR

TEK BİR TÜMEL YAPININ GÖRESEL KATMANLARIDIR

Madde âlemi, beş duyu verileriyle kayıtlanmış beynin "varsayım" dünyasıdır... Çünkü gerçekte evren tümüyle bir ışınsal yapıdır ki; her dalgaboyu kesitinden, farklı boyutlar yani âlemler oluşmuş bulunmaktadır...

Farklı dalgaboylarından oluşmuş katmanlardaki varlıkların her bir türüne göre de içinde bulundukları âlem(boyut) kendi “MADDE” âlemleridir...

Yani "madde âlemi" diye gerçek ve mutlak tek bir "madde âlemi" olmayıp; her boyut varlığının kendi katmanı, onun kendi özel "madde âlemini" oluşturmaktadır...

Bu itibarla, "ölümötesi" yaşama geçenler dahi, bir tür "madde âlemi" içinde yaşamaktadırlar... Kezâ, "cehennem" ya da "cennetler"; ya da şu an için “cinlerin” kendi boyutları dahi, onların algılamalarını sağlayan duyu araçlarına GÖRE "madde âlemi”dir...

İnsanın bir düşünsel yapısı vardır; bir de bedeni... Düşünsel yanı olan “bilinç” ya da “şuur” hiç bir zaman “bedensiz” kalmaz!... Bu beden, biyolojik-fiziksel beden olabilir; ya da “RUH” adı verilmiş bulunan hologromik ışınsal beden olabilir....

Netice itibariyle, insan, sonsuza dek, bir bedenle-bilincin bütünü olarak yaşamına devam eder.

Eski asırlarda, eski asırları günümüzde seslendirenlerde, çağdaş bilgiler olmadığı için gereksiz tartışmalarla uğraşılmıştır... Ölümden sonraki beden, yani kıyâmette(haşr) tüm insanların toplu olarak bir arada bulunacakları safhadaki beden, ya da daha sonraki aşamada yaşanacak hayat, bedenli mi bedensiz mi; “ruh”la mı, “ruh” artı “madde beden”li mi; gibi çağımız bilimi ışığında hiç bir anlamı olmayan tartışmalar!...

Helikopterin seyahat aracı olduğu ortamda; kağnı arabasının tekerleğinin ceviz mi, gürgen mi; ya da altı ortalı mı, sekiz ortalı mı olmasının tartışılması gibi!... Ya da quartz teknolojisi kullanılırken, kum saatinin fazilet ve faydalarından sözetmek gibi...

Madde ve maddeötesinin gerçekte, tek bir tümel yapının göresel katmanları olduğunu farkedip kavrayan bir kişi için, bunlardan daha anlamsız soru olamaz!...

Bugünkü algılama aracımıza göre, şu içinde bulunduğumuz katman "madde"dir!... Bu bedenden ayrılıp ışınsal bedene geçtiğimiz anda da, o beden yapımıza GÖRE, o katman "madde olarak algılanacak"tır.

Durum eğer iyice kavranılırsa, farkedilecektir ki, biz sonsuza dek, nitelikleri birbirinden farklı da olsa, her an "madde" alemleri içinde yaşamımızı sürdüreceğiz… Bu göresel "madde" alemlerine (boyutlarına) ne isim verilirse verilsin!...

Evet, işte şu ana kadar bahsetmiş olduğum algılayamadığımız boyutlar ve o boyutlara ait tüm varlıklar "GAYB"ın iki türünden biri olan "GAYB-I MUZAF" sınıfındandır..

hf

YÜZ MİLYONLARLA SENELERİ KAPSAYACAK

SÜREÇ VE OLAYLAR

Kabir âlemi, kişinin biyolojik hâlihazır bedenini terketmesinden sonra içinde yaşadığı mezardan geçtiği âlem ya da boyuttur!..

Berzah âlemi ise, Nebiler, şehitler ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve zaman zaman biraraya gelerek görüştükleri âlemdir...

Mahşer âlemi ise, "kabir aleminde kâbuslar içinde veya güzel görüntülerle" yaşamlarını sürdürenler ile; “berzah” aleminde serbest dolaşanların tümünün bir araya geleceği; ve herkesin dünyada yaptıklarının kesin neticelerini görüp alacağı süreçtir!...

Sırat devresi ise, "cehennem" içine çekilmekteki dünya üzerinde bulunan, insanların, "cennetler" ismiyle tanımlanan ortama kaçış olayıdır.

Dünyada iken yaptığı çalışmalar sonucu elde ettiği güç oranında, kişiler, geçiş süreci içinde cehennemin ızdırabını çekerler... Ya da güç yetersizliğinin doğal sonucu olarak, kaçamayıp, sonsuza dek orada kalırlar...

Yahut da, bütün bu aşamalardan geçerek, neticede “cennet” ismiyle işaret edilen, Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu “hilâfet” özellikleriyle, her istediklerini oluşturacakları mutlu yaşam boyutuna geçerler...

İşte belki de yüzmilyonlarla seneleri kapsayacak böyle bir süreç ve olaylara “gayb” kelimesiyle işaret edilmiştir!...

hf

GÖRESEL (İZÂFİ) GAYB,

BİRİME GÖRE DEĞİŞİR

İnsan türüne göre gayb başkadır; cin türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır!..

Yani, sadece insana "göre" gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..

hf

Algılama aracının kapasitesi dışında kalan, algılayamadığı şey, o araca göre gaybdır!

Buna “göresel gayb” da diyebiliriz

Sana göre gayb başkasıdır

Bana göre gayb başkadır

Ötekine göre gayb âlemi başkadır

İnsana göre gayb başkadır

Cine göre gayb başkadır

Meleğe göre gayb başkadır

Bize göre cinler gayb alemdir, ama cinlere göre gayb âlemi değildir. Cinler birbirlerini görürler. Cinlere göre cinler âlemi, şehâdet âlemidir.

İnsana göre de insanların âlemi şehâdet âlemidir... Şâhit olunan yani içinde yaşanılan âlemdir.

hf

 GAYB,

ALGILAMA SINIRINA “GÖRE”DİR!

Ne eski bir yıl bitiyor…

Ne de yeni bir yıl başlıyor!.

Yalnızca, insanlar “kurabiye” imalâtına devam ediyorlar!!!

Yaşanan “an”lar var bilinçte…

Bir de insanların vehimleri; hayâlleri, umutları…

Oysa, oyunun sonu, başından belli senarist ve yakınlarınca!.

Öyle olmasaydı nereden bilebilirdi geleceği, bilenler!.

Gaybın, algılama sınırına göre varolduğunu anlayamayanlara söylenecek ne söz var ki!.

Yeni 1000 yılınız, gerçekleri fark edip de bu boyuttan ayrılmayı nasip etsin…

Psikiyatrinin alanına giren “Mistik hezeyanlardan” korunanlardan olalım hepimiz.

hf

GÖRESEL GAYB

BU MÂNÂLARI ALGILAYAMAYACAKLAR TARAFINDAN

"GAYB" HÜKMÜ İLE GİZLİ KALIR

Göz boyutundan çıkıp, gözün algılama kapasitesini aşıp da, bilimsel ve düşünsel olarak yaklaşabilirsek…

Varlık âleminin; algılayamadığımız alt boyutlarında, santimetrenin milyarda biri kadarlık dalga boylarından, kilometrelerce uzunluğundaki dalga boylarına kadar, sayısız fakat her biri bir mânâ ifade eden dalga boylarından oluşan bir yapı olduğunu farkederiz. Bu, yaratılmışlar boyutudur. "Ef`al" âlemidir!

Bunların her biri kendine has mânâlar ihtiva eder. Ve, bu mânâlar, kendilerini algılayacak yapılar tarafından algılanır. Algılayamayacaklar tarafından da "gayb" hükmü ile gizli kalırlar! Bu "mutlak gayb" değil, "muzaf gayb"dır! Yani, "göresel gayb".

hf

GÖRESEL (İZÂFİ) GAYB,

 ALLAH’IN DİLEMESİ VE TAKDİRİ SONUCU OLARAK

BİLİNEBİLİR!

"Mutlak Gayb"ın dışındaki "izafi gayb" ise, "ALLAH" dilemesi ve takdiri sonucu olarak bilinebilir...

Ve bu biliş, "Allah"ın muradı doğrultusunda çok yönlü olabilir...

Gerek “kerâmet” adı verilen yoldan evliyaullahın "keşif" ve "fetih" sonucu erdikleri; ve gerekse de istidrac yollu gerçekten sapmış kişilerin bildikleri "algılayamadıklarımız" hep bu durum sonucudur...

Öte yandan, "göresel gayb"ın en önemli bölümü, "âhiret" dediğimiz, ölümötesi yaşam boyutudur... Kabir âlemi; berzah âlemi; mahşer âlemi; sırat süreci; cehennem ve cennet yaşamları hep bu "göresel gayb" ismi altında mütalâa edilir...

"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak gayb"tır!.

hf

Gaybı Mutlak, Allah'ın ZÂT'ıdır ki bunu hiç bir yaratılmış bilemez. Göresel gayb ise şartlar değiştikçe bilinebilir.

hf

ASTROLOJİK TAHMİNLER

GAYB’I BİLMEK DEĞİLDİR

Astroloji gaybı bilmez!.

Astroloji esas olarak yeryüzündeki çeşitli varlıkların (insan dahil) oluşumuyla ilgili etkilerden sözeder.

Astroloji geçmiş tecrübelere dayanan tahmindir. Bunu Muhyiddin Arabî de yazmıştır İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde Gazali de... Âyet, “rahimlerdeki çocuğun cinsiyetini kimse bilemez “ derken ultrasonla görüyorsunuz.. Bu bahsediş, gaybı muzaf hükmündedir... Aynen hava tahmini gibidir astrolojik tahminler de gaybı bilmek değil!.

hf

"MUTLAK GAYB"…

 (AKLIN VE SEZGİNİN SUKÛT ETTİĞİ NOKTA)

“ALLAH’ın ilmidir!

hf

HİÇBİR YARATILMIŞ,

MUTLAK GAYBI BİLEMEZ; TEFEKKÜR EDEMEZ!

Hiç bir yaratılmış “ALLAH” ilminde ne vardır, asla bilemez ve bu ilmi kapsayamaz! Kezâ,”ALLAH” Zâtı itibariyle “Mutlak gayb”dır!

Bilinmesi, kavranılması, tefekkürü kesin olanaksızdır! Hiç bir yaratılmış, O “ZÂT”ı  algılayamaz! Ancak izhar ettiği mânâlar yollu, “bu mânâları yaratan şu özelliklere sahiptir” denebilir!

hf

 “MUTLAK GAYB”I

 ANCAK ALLAH BİLİR!

-"GAYBI ANCAK ALLAH BİLİR, başkası bilmez" denilen gayb, "mutlak gayb"tır!...

hf

“MUTLAK GAYB”

ASLA VE KESİNLİKLE KAPSANAMAZ

Ayrıca, "B’ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı bir şekilde anlarsak...

Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan "Allah" isimlerinin işaret ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve kavranamayacağına iman ederler...

hf

”GAYBI İLÂHİ”

 İNSANIN GAYBI İLE KÂİNATTA VAROLAN

HER NESNENİN GAYBI, AYNI ASILDAN GELEN

AYNI ÖZDEN GELEN AYNI GAYBDIR!

”GAYBI İLÂHİ”DİR!

“Yuminune bilgaybı-gayblerine iman ederler

gayblerine iman etmek” derken, bir önemli hususa burada esasında işaret ediliyor;

Rastgele bir gayba değil; ötedeki bir gayba değil...

GAYBLARINA!

Baştaki o B harfi, “Gayblarına” anlamına getirtiyor “gayb” kelimesini..

Çünkü insanın gaybı ile kâinatta varolan her nesnenin gaybı, aynı asıldan gelen, aynı özden gelen aynı gaybdır. Bu da, “gaybı ilahi”dir!

hf

 “GAYB”A İMAN

 GAYB'A İMAN

KORUNMAK İÇİN GEREKLİDİR

"İŞTE ONLAR, GAYBA İMAN EDERLER; NAMAZLARINI İKÂME EDERLER; VE KENDİLERİNE VERDİĞİMİZ RIZIKTAN ALLAH İÇİN BAĞIŞTA BULUNURLAR.

VE YİNE ONLAR, SANA NÂZİL OLANA VE SENDEN ÖNCE NÂZİL OLANA İMAN EDERLER; VE ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA İKAN SAHİBİDİRLER..."

Yukarıda anlamını vermeye çalıştığımız âyetlerde görüldüğü üzere "korunmak için" en başta gerekli olan "GAYBA İMAN"dır..

fhfh

 

GAYRETULLAH

(Soru: “Gayyûr” ve “Gayretullah” mânâlarını biraz açar mısınız?..)

Allah, varlığında her boyutta kendinden gayrısının olmadığını görmeyi diler demektir...

Gayretullah” o dur ki, açığa çıktığı yerde ulûhiyet hükümlerinin gereğince oluşumların açığa çıkmasını ister...

fhfh

“GAYRI”

“BİR SÛRET VE MÂNÂ İLE BENİ KAYITLAYIP,

HAKKIMDA HÜKÜM VERME!”

"-Yâ Gavs. Ashabına söyle, onlardan kim bana vâsıl olmak isterse, benden gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın!.

"BEN"den gayrı her şeyden sıyrılıp çıksın,

cümlesini, sanki O'ndan gayrı bir çok şeyler varmış da onlardan çıkılması gerekiyormuş gibi anlamak çok büyük bir hatadır!..

O'ndan gayrı şeyler var da, onlardan çıkılması gereklidir, değil burada anlatılmak istenen!..

Burada istenilen ve işaret edilen şey, O'ndan ayrı görmeyi ve O'nu da o görülen şeyle kayıtlamayı terktir!.

Biz görülen her şeyin, Hak'tan ayrı bir varlık olarak mevcut olduğunu sanırız... Ve o görülen şeyin ardında da Hak'kın varolduğunu tasavvur ederiz. Halbuki iş böyle değildir!.

Algıladığımız her şey, O'nunla kâimdir!.. Ancak, O'nu şeyin sûret veya mânâsıyla kayıt altına almak büyük bir gaflet olur. İşte "çık" hükmü, o sûret veya mânâ ile beni kayıtlayıp, buna göre hakkımda hüküm verme, demektir.

Kim ki, gördüğündeki mânâ ile Allah'ı kayıt alma gafletine düşer, o artık çok yoğun bir perde ile perdelenmiş demektir.

fhfh

GAZAP

Zulmedenin fiilinin neticesini oluşturma düşüncesi "gazab" olarak tanımlanır.

hf

“RAHMAN” İSMİ,

GAZAP ANLAMI TAŞIYAN FİİİLERDEN

KORUNMAMIZI SAĞLAR!

 RAHMAN” ismi hem ilâhî rahmete nâil olmamızı sağlar, hem de gazab anlamı taşıyan fiîllerden korunmamızı temin eder. Çünkü gazâb, şiddet ateşini kesen Rahman’ın rahmetidir.

İleri mertebelerdeki zevâtta bu ismin çok daha değişik neticeleri vardır ki, onlara bu kitapta girmek istemiyorum.

hf

ŞİRK,

GAZÂBI DOĞURUR

En büyük zulüm de, kişinin, "nefsine olan zulmüdür"; ki buna "şirk" denir!...

"ŞİRK", "özellikleri ve sıfatlarıyla SONSUZ-SINIRSIZ” ve Vâhid-ül AHAD ALLAH" olup “ALLAH” İsmiyle işaret edilenin yanı sıra bir tanrı kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!.

Ki bu hâl netice itibariyle "gazâb"ı doğurur.

hf

ALLAH İNDİNDE

BÜYÜK GAZÂBA DÛÇAR OLMAK

"Mallarınız ve evlâdlarınız sizi “ALLAH” ismiyle işaret edilenin zikrinden alakoymasın!. Bunu yapanlar hüsrana uğrayanlardır"!.. (63-9)

"Mallarınız ve evlâdlarınız sizin için bir imtihandır; Allah indinde ise büyük mükâfaat vardır"!. (64-15)

Evlâd ve maldan yüz çevirip, bir köşeye oturup, her gün bir kaç bin defa "ALLAH", "Rahman" kelimelerini tekrar etmeyi ihmal etmemek Mİ?...

Yoksa daha başka bir mânâ da var mı bu Kur’ân uyarısında?...

Âyetin tembihatını akılda tutmak ne demektir?...

Âyette iki ana yön var;

1-Evlâd ve malın Allah zikrine engel olmaması...

2. “Allah zikrinden” gâfil olunmaması...

Evlât ve malın engel olmasını nasıl anlamalıyız?..

“Allah zikrinden” gâfil olmamak nasıl olur?...

"ALLAH ZİKRİ" ne demektir?...

Mal ve evlâdlar ALLAH zikrine mâni olmamalı!... diyor...

Allah zikrine nasıl mâni olur mal ve evlâdlar?...

"ALLAH"ı zikir; konusunu, ALLAH ismiyle işaret edilenin zikrinden geri kalan hüsrandadır gibi anlarsak, bundan ne anlam çıkar?...

Allah ismiyle işaret edilenin zikrinden mal ve evlâd yüzünden geri kalmak nedir ki, insanı hüsrana uğratsın?...

"Allah zikri, Rahman zikri" nedir ki, o zikirden geri kalan hüsrana uğrayıp çok büyük kayıplar içinde oluyor?...

"Yapamayacağınız şeyi niçin söylersiniz?... Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah indinde en büyük gazâbı davet eder!." (61-2/3)

bu âyet neyi anlatmak istiyor?

“Allah zikrinden geri kalan ne yapmıyor”, neyi eksik bırakıyor ki, hüsrana uğruyor? ..

Ve... Yapmayacağını, yaparım diyen Allah indinde gazâba NASIL dûçar oluyor?..

Evet, ne anlıyorsunuz?...

“Allah zikri” nedir ?... ”Allah indinde büyük gazâba dûçar olmak”la bağlantısı nedir?.

Gazap nasıl oluşur? .

Sonucu ne olur?.

Allah zikri” bir köşeye çekilip "Allah" kelimesini tekrar değilse; "ALLAH” adıyla işaret edilenin zikrinden mal ve evlâd yüzünden geri kalmamak ne demektir?...

Allah isminin işaret ettiğinin zikrinden geri kalındığında, gazâb nereden ve nasıl üzerimize gelir ve bizde açığa çıkar?...

Bu gelecekte bir zamanda mı olacaktır?... Yoksa şimdi mi oluşmaktadır?...

Eğer bu durum benim için oluşuyorsa, ben bunu nasıl anlayabilirim?...

hf

GAZÂBA UĞRAMIŞLIĞIN BİR BELİRTİSİ DE…

Allah gazâbına dûçar olmuş kişi, özündeki Allah’ı tanıyamamış ve bunun gereğini hâlâ yaşayamamakta olan insandır!

Bunu idrâk edememek de gazâba uğramışlığın bir başka belirtisidir!”

hf

EĞER GAZAP KUŞATMAMIŞSA BİZİ…

Eğer “gazap” kuşatmamışsa bizi, vicdanımız ilimle, iğne deliği kadar yerden niyetlerimizi görebiliyorsa; sorgulayalım niyetlerimizi, yaşama ve çevremize bakış açımızı!

Yarından önce bugün hesaba çekelim kendimizi!

hf

“GAZAP MELEKLERİ”

Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon olarak iki tür varlık yaratır!.

Ya, insana, tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek varlıklar!

Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde, kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!.

Beyin dalgalarının meydana getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya hayâl âlemi dediğimiz âlemde,  bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk duyar; Âlemi Berzah’ta... Kabir Âlemi dediğimiz âlemde.

hf

GAZAP MELEKLERİ

VASIF OLARAK “CİN” YAPISINDADIR

İnsanın ürettiği gazap melekleri, orijin olarak melek, ancak vasıf olarak “Cin” yapısındadır!

Mezarda; mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu, mezar âlemi.

Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur.

Ondan sonra, cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları görüyorsun. Ve dünyada ürettiğin bir takım melekler veya kötü mahlûklar sana zarar vermeye başlıyor. Bu ise senin kabir âleminde oluyor.

Gördüğün rüyayı düşün!.

fhfh

 

GECE

“GECE”NİN ÖNEMİ

Gece, nasıl güneşin parazit oluşturan ışınımı dünyanın arka yüzünde kaldığı için kesiliyor ve kısa dalga yayın çok net alınabiliyorsa; insan beyni de, özellikle gece yarısı ve sonrasında çok hassas hâle gelir ve kuvveti artar.. Bu, hem alıcılık (ilham) yönünden böyledir; hem de vericilik yâni "dua" yönünden böyledir..

"İslâm Dini"nde gecenin önemi buradan ileri gelir..

KADR” GECESİ

 Bkz. K / Kadir Gecesi

fhfh

GEÇMİŞ

GEÇMİŞ HAYAL İSE…

Geçmiş, nasıl bugün hayâl ise; bugün de, yarın öylece hayâl olacak. Öyle ise hayâl uğruna sonsuz mutluluğu fedâ etme!.

hf

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Geçmişin değerlendirilmesi, ancak geçmişten ibret almakla mümkün olur.

hf

İNSAN “DÜN” İLE OYALANDIĞI TAKDİRDE,

YARINI KAYBEDER! YARININI KAZANDIRMAYACAKSA,

DÜNDEN BAHSETME!

Fazilet; Yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.

İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.

Yarınını kazandırmayacaksa, dünden bahsetme!.

fhfh

GELECEK

Yarınınızı görmek istiyorsanız, yaşadığınız güne bakın!...

Yarın, bugün yaptıklarınızın sonuçlarını yaşayacaksınız!.

Yarın”lar “dün”lerin getirisidirler!

Yaşadığınız “an”ın hesap sonucudur “yarın”lar.

Düşünün ki, bugün, “dün” yaptıklarınızın iyi veya kötü sonuçlarını yaşıyorsunuz.

Bugününüzün de, yarın, “dün” olacağını farkederek; yaşamınıza ona göre yön vermeye; elinizdekileri bu gerçeğe göre değerlendirmeye bakınız.

hf

GELECEK HAYAT

- Peki, gelecek hayat nedir ve nasıldır?

Diye bu defa Cem sordu:

-Gelecekteki dediğin hayat, senin bedenle olan ilişkinin kesilmesi anından itibaren başlayan hayattır...

Bu da iki devredir.

hf

GELECEK HAYAT

İKİ DEVREDİR

Birinci devresi bu sisteminiz canlılığını sürdürdüğü sürecedir...

İkinci devresi ise güneş sisteminizdeki gezegenlerin bir kısmının güneşin büyümesiyle içine girmelerinden sonradır.

-Peki ben nasıl olacağım bu devrelerde?.

-Birinci devrede, hologramik mikrodalga beden yâni sizin deyişinizle "RUH" olarak, ama bedeni terkettiğin son andaki görüntü şeklinle...

İkinci devrede ise, gelişme sürecin içerisinde eriştiğin ahlâk veya idrâkına göre ortamına uygun bir fizik bedenle!  Ama bu fizik beden, bugünkü bedenin meselâ suda yürüyebileni veya havada durabileni veya duvardan geçebileni niteliğinde bir fizik beden...

-Bu bedenden ayrıldıktan sonra içinde bulunacağım mikrodalga beden nasıl bir şeydir veya nasıl oluşmaktadır ki?.

- Beyninin ürettiği mikrodalga yapıdan oluşmaktadır!

-Yâni beynimin ürettiği dalgalar gelecekteki bedenimi mi oluşturmaktadır

-Beynimin ürettiği dalgalar gelecekteki bedenimi mi oluşturmaktadır?.

hf

“ÂN”INIMIZI DEĞERLENDİREMEZSEK

GELECEĞİMİZİ KÖRELTİRİZ

İçinde bulunduğumuz ana sorun, din-bilim dengesi kuramamaktır.

Ya Din’i veri kaynağı alıp sembolik anlatımları tasavvufla da bezeyerek hayâli bir dünyada yaşıyoruz...

Ya da bilimsel verileri ve yaşamın görebildiğimiz gerçeklerini esas alarak göremediğimiz gerçeklerden uzak düşüyoruz.

Hangi yandan veri edinirsek akabinde bunun diğer yanla örtüşmesini sağlamak için bir çalışma yapmazsak, bilelim ki gerçeklerden sapma ihtimali hayli fazladır.

Din kanalından veya tasavvuf yollu bize ulaşan verilerin yaşamın gerçekleriyle örtüşmesini anında sağlamazsak hayâlimizde yarattığımız bir dünyada yaşamaya başlarız.

Sadece bilimsellik ve yaşamda gördüklerimizle yetinirsek, genelde algılanamayan sembol ve mecazlarla işaret edilmiş yaşamın gerçeklerinden mahrum kalır, sonucunda da ânımızı değerlendirememek yüzünden geleceğimizi köreltiriz.

NOT: Geniş açıklama için A / Âhiret bölümüne bakınız

fhfh

 “GENETİK BİLİMİ”

(GENETİK YAZGI-KADER)

Allah’ın sistemi önceden beri hep böyledir.

Allah sisteminde asla değişiklik olmaz. ( 48 -23)

hf

"Kim İslâm dışında Din seçerse, bu

 geçerli değildir! (3-85)

 

·                               Genetik zincirin halkaları nelerdir?

·                               Genetik bilimi düzenleyen yasalar nelerdir ve düzenleyicisi kimdir?

·                               Genetik bilginin şifreleri nerede ve nasıl yazılmış? Bu sırlar nasıl ve ne şekilde açıklanır? Kimler bu sırlara erişebilir?

·                               Genetik yazgı nasıl yazılıyor?... bu genetik yazgı ana kader midir; birimsel kader midir? Bu yazgının birimsel kaderle ilişkisi nasıldır?

·                               "İnsan" bu genetik zincirin hangi halkasındadır?

·                               Genetik şifrenin- genetik yazgının hazinesi, maymuncuğu, anahtarı nedir? Nerede bulunur ve nasıl kullanılır? Sonucu nedir?

·                               Genetik programlama nedir; bu programlama ve bunun işletim sistemi nedir?

·                               Genetik programlamanın Evren ile ve insan ile ilişkisi nedir?

·                               Genetik dizinleri kim nasıl düzenler?

·                               Genetik bilimin yaratılışla ilişkisi nedir, nasıldır?

·                               "insan" a bu ilimden ne kadarı niçin verilmiştir?

·                               Genetik şifrenin tutulduğu bir hafıza var mıdır? Varsa nerededir?

·                               Genler hangi özelliklerimizi düzenler, "Din" ile genetik bilimin ilişkisi nedir?

·                               Genlerden ve genlerin eserlerinden yaratılanlar nelerdir?

·                               Bedensel ve ruhsal genlerimiz nasıl düzenlenir?

·                               Genetik dizilim nasıl bozulur? Bu bozulumun sonucu ne zaman ve nasıl yaşanır?

·                               Genetik arınma mümkün müdür?.. Bu arınmanın zamanla-nesillerle ilgisi var mıdır?

·                               Genetiğin duygusu var mıdır?

MADDEÖTESİ ERVAH (RUHLAR )BOYUTUNUN

 “GENETİK” ZİNCİR VE BU ZİNCİRİN HALKALARI İLE

İLİŞKİSİ NE VE NASIL?

Dışarısı çok kalabalık; farkında mısınız?

Ayrıca, çok da gürültülü!.

Dışarısı  sözcüğü ne ifade ediyor size?

Sizi bilmem ama, inanın ki algıladığım “dışarısı” çok kalabalık ve de çok gürültülü!.

Gergedana benzer bir hayvan, fakat başı karınca yiyen gibi!. Sırtı kat kat!. Hayli yüksek büyütme oranlı mikroskoplar, ancak görebiliyor onları!. Biz normal 1 atmosfer basınç altında yaşamaktayken… Onlar şu an için bildiğimiz, yaşamlarını en yüksek basınç altında sürdürebilen canlılar… Dört bin (4000) atmofer basınç altında yaşamlarını sürdürebiliyorlar..  Canlılar okyanusunda bir damla olan tür onlar…

Kirpiğimizin altında; gözümüzün içinde, onlara benzer yaşayanları… Kulağımızın içinde, koltuk altlarımızda veya ne kadar girilebilecek yer varsa bedenimizde, bunların tümünde, kendi şehirleri olarak doğup büyüyüp ölen canlıları bir yana koyarsak…

Bakteri, virüs dediklerimizi de bir yana koyarsak…

Kısacası,  beş duyu ile algıladıklarımızı bir yana koyarsak…

Bizim, hiç haberdar olmadıklarımız yanında, katında, ya bizler?

Gerçekten boşlukta, dünya üzerinde mi yaşıyoruz? Yoksa, göremediğimiz bir başkasının gözünün ya da kulağının içinde mi!?

En azından, görüp algılayamadığımız, ne cesamette, hangi hacımda ya da her ne ölçü birimi ise, onunla ölçülebilen; ne kadar canlı türü var, aralarında olduğumuzun farkında bile olamadığımız?

Yalnızca madde beden algılayıcılarıyla, değerlendirme yapmamız çok kötü kesiyor bizi!.. Tıbbın bilmediklerini bir bilsek!.

Mikronun mikrosu canlı-şuurlular noktasından makronun makrosu olan galaktik canlı-şuurlular noktasına kadar uzanan skalada yerimiz neresi ve kimlerin-nelerin arasında bir yere sıkışmışız düşündünüz mü hiç?

Kimler bize ne göz, hangi düşünceyle bakıyorlar… Kimler-neler bizim hiç farkımızda bile değiller!… Hiç farkımızda bile olmayanları, hiç farketmemiş olanlar kimler!?…

Ana rahmindeki spermi buyur etmiş yumurta denen tek hücrenin neresinde yazılı, benim gözümün, kulağımın, saçımın nasıl olacağı? Neresinde yazılı, ses tellerimin nasıl oluşturulacağı ve sesimin nasıl çıkacağı?… Beyin hücrelerimin ne kadarının, hangi programlara göre, ne işlevler yaparak, çevresindekiler tarafından nasıl değerlendirileceğini neresine yazmışlar o tek hücrenin?

Aptal, “Kader”i kavrayamaz!.

Ahmak veya cahil ise “kader”i reddeder!.

“Echel-i cühelâ” diye bir tâbir vardır.. “Cahillerin en  cahili” gibi bir anlam taşır… “Kader”i inkâr edenler için söylenmiş bir sözdür bu sanırım!.

“Genetik” bilimi, adı altında keşfedilen, öyle bir “yazgı” sistemi günışığına çıkmıştır ki günümüzde, “kader”i inkâr, ancak “echel-i cühelâ”ya özgü inkâr kavramı, olarak bu türü sergileyen özellik hâlini almıştır.

Tanrı” kavramından arınamayan yeterince gelişmemişler, yukarda kaliteli bir tahtta oturanın; yanındakilere verdiği komutlarla; özel kalemlerle belki de sedefli(!) mürekkeple yeryüzündeki garibanların “yazgı”sını, yazdırdığını hayâl etmekteler… Hatta dahası, kendilerine misâl-mecaz yollu anlatılanların bu özelliğini öylesine farketmemekteler ki; Allah Rasulünün,yazan kalemin çıtırtısı” işaretini dahi, kalemin “kamış”(!?) olmasına bağlamaktalar!.

Allah Nuru Muhammed Mustafa aleyhisselâm nurumuz olsun!.

Allah Rasûlünü anlamak bize kolaylaştırılsın… İşaretlerini, misâllerini, sembollerini farkedebilir hâle gelelim.

Evren içre evrenlerin “Bâtın”ı olan Allah ilminin, kuvveden fiile çıktığını mı; yoksa, bu ilmin algılayanla algılandığını mı, kavrayabilelim.

“Seyreden ol kendi oldu”;  işaretinin, ne anlama geldiğini düşünelim.

Beş duyuya dayalı algılamanın tesbit ettiği genetik yazgının, neyin madde planındaki uzantısı olduğunu düşünelim…

Madde planındaki genetik yazgının, maddeyle tesbit edilemeyen ve maddemizle algılayamadığımız, neyin veya hangi bir tür “genetik yazgının” sonucu olduğunu sezmeye çalışalım…

Boyutsallık derinliği nerede?

“İlm-i ezel” nerede?

Yazan kalem ne?

Yazılan veya yazılmış olan nesne ne?

Madde ötesi “ervâh” boyutunun, “genetik” zincir ve bu zincirin halkaları ile ilişkisi ne ve nasıl?

Nerede başlayıp nerede bitiyor bu zincir ve biz hangi halkasındayız?

Bir yumurta hücresi iken, bu yaştaki özelliklerim, orada belli de… 

Peki, O hücre oluşmadan önce, tüm yazgım nerede yazılıydı ki; benden (bize göre) asırlar önce yaşamış olan biri, meselâ benim, dünyaya gelip, işlevimin ne olacağını nasıl biliyordu?

Peki ya Nostradamus bazı, bilgileri nereden alıyordu?

Kaynakları neydi veya nasıl birşeydi; nasıl, neyle, nereden ediniyordu?

Dışarıdaki veya “dışarımız”daki “Ötekiler” kimler? “Dışarısı” nire?

Yarın bu boyutu terkedince, “kimler”in arasında veya içinde yer alacağız? O zaman “dışarısı” veya “dışarımız” nire olacak?

Bu “ötekiler”, eskiden “cin” diye adlandırılmış olanlar mı yalnızca?… Yoksa, bu isimle, çok geniş bir skaladaki canlı-şuurlu varlık türleri anlatılmak isteniyor da; biz, anlayış sınırımız dolayısıyla, bu ismi, özel bir türe mi hasrediyoruz? Öyle ise “dışarıda” daha kimler var?

Milyonlarca dünyamızı, içine alıp buhar edecek olan cehennemin içinde yaşayan, “ötekiler” kimler, yapıları nasıl? Şu anda, her yönümüzle içlerinde, aralarında yaşadığımız diğer “ötekiler” kimler?…

Galaksideki yüzmilyonlarca, cehennemde yaşayan “ötekiler”!

Ve daha… İnsanların cennetleri ötesinde; bu kavramlar kendileri için bir değer ifade etmeyen “ötekiler”!.

Dostlarım… Yarın, anı kırıntısı kadar dahi değer taşımayacak bir dünya yaşantısından geçip, hayalinizin kapsayamıyacağı kadar sonsuzluğa uzanan yaşam biçimi içine doğru yolculuk etmekteyiz… Ne geldiğimiz âlemin başını kavrayabiliyoruz, ne de geçeceğimiz boyutun sonunu!. Tüm bağlı oldukların, kopamadıkların, uğruna tüm yaşamın boyunca herşeyini feda ettiklerinden ayrılarak, bambaşka bir boyutta bambaşka “ötekiler” arasında yerini alıp; dünyada edindiğin sermayeye göre yaşamını sürdüreceksin…

Şimdi iyi düşün bu gerçekler ışığında… Ne kadar hazırsın Bu yaşama?..Yazgın” sana neleri kolaylaştırmış? Bu şartlara hazırlanmayı mı; yoksa aksini mi? Hazırlanmayı kolaylaştırmış ve hazırlanabiliyorsan; ne mutlu sana said dostum!…

Hazırlanamıyorsan; o takdire de diyecek bir sözüm yok!

hf

KAZA 

 (VARETME  HÜKMÜ)

 "ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesiHüküm”dür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Ayân-ı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâların seyredilir hâle gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir.

hf

TÜM CANLILARIN VAROLUŞ GEREKÇESİ

 VE BİLGİSİ (TASARIMI)

“SAKLANMIŞ VE KORUNMUŞ KİTAP”TA

(SAHİFE-İ VÜCUD’DA-BİLGİ VE BİLİNÇ BOYUTUNDA)

BİLGİ OLARAK MEVCUTTUR

 

 “Levhi Mahfuz”, “Kesret”i yani çokluk kavramlarını meydana getiren esmâ terkiplerinin “KAZA ve  KADER” boyutudur!

Bilgi ve bilinç boyutudur!

ALLAH  İLMİNDEKİ “HÜKÜM ve TAKDİRİN” fiiller âlemindeki görüntüsüdür.

Çokluk kavramı içinde olan tüm varlıklar bu boyutun tasnifiyle meydana gelmiştir. Burada yazılmış olan hiçbir şey asla ve kesinlikle değişmez!.

"İLLİYİN"e mensup melekler ile, bunların altındaki tüm meleklerin varoluş hükümleri ve varoluş hikmetleri; ve bize kadar olan ve daha alt boyutlardaki tüm canlıların varoluş kökenleri buraya dayanır...

Burada bizler, bilgi olarak tüm varoluş gerekçemiz ve programımızla mevcuduz. Tasarım olarak mevcuduz!

Ve burada her şey, ezelden ebede kadar mevcut olan her şey, bilgi olarak mevcuttur!.

hf

HERŞEYİN FİİLEN YARADILIŞI,

O SİLİNMESİ, BOZULMASI MÜMKÜN OLMAYAN

KADERE(“SİSTEM”E-“YAZI”YA) GÖRE OLUŞUR

 “Âlemde cereyan edecek olan cemi'i mahlûkatın iri-ufak, ulvi-süfli HER ŞEYİN ahvali LEVHİ MAHFUZ'da tamamen ve mufassalen yazılmış, hiç biri ihmal edilmemiştir.

İlmi Hak, kalblere O KİTAPTAN nâzil olur ve KALEM-İ EVVEL'in yazdığı bu yazı, tespit ettiği bu nizam sayesindedir ki eşyayı tetkik ve tetebbu ile mârifetler, ilimler, fikirler edinilir, kitaplar telif ve tasnif olunur, mâzi ve istikbal kanunları sezilir.

Bunlar gösterir ki, Allah Teâlâ’nın kudreti gaybında, LEVHİ MAHFUZUNDA bulunmayan ve bulunamayacak olan hiç bir âyet yoktur " (c:3; s:1921)(*)

-"ALLAH YAZDI... " (58-21)

"Allah yazdı... Ezelde hükmünü verip, silinmesi bozulması kâbil olmayan bir yazı ile “LEVHİ MAHFUZ”DA tesbit eyledi." (c:7; s:4804)(*)

-"ÇÜNKÜ BİZ HER ŞEYİ BİR KADERİ İLE HALK ETMİŞİZDİR!."  (54-49)

"Her şeyin vukûundan evvel, ezelde, İLMİ İLÂHİ’DE MUKADDER OLAN BİR KADERİ, yani haysiyyeti ilmiyyesi vardır ki, kazasının cereyanı, fi'len yaradılışı O KADERE göre vâki olur.

Onu başkası istediği gibi icab ve tâyin (determine) edemez..

Onun için mücrim, kendi keyf ve iradesine göre cürmün mâhiyyet ve mukadderatını değiştiremez."(c:7; s:4654)(*)

-"NE ARZDA NE DE NEFİSLERİNİZDE HİÇ BİR MUSİBET İSABET ETMEZ Kİ HER HALDE BİR KİTAPTA YAZILI OLMASIN. (57-22)

"...Bütün musibetler de Allah'ın İLMİ EZELİSİNDE veya LEVHİ MAHFUZDA yazılmış bir takdiridir.

Öyle ki;

-"O MUSİBETİ, YARATMAMIZDAN EVVEL YAZMIŞIZDIR.(57-23)

"O halde mukadder olan musibetten kaçınmakla kurtulunmaz. Bu hususta böyle itikad etmeli ve o yolda hareket eylemelidir." (c:7; s:4754)(*)

-"ŞÂNI YÜCE KUR'ÂN “LEVHİ MAHFUZ”DADIR. (85-20/21)

"Allah'ın hıfzıyla tahriften, yanlışlıktan mâsun bir “LEVH”te sâbit ve mahfuzdur.

Bu “LEVH”, şeriat lisanında meşhur olan “LEVHİ MAHFUZ” dur.  Bütün her şeyin yazıldığı sahife-i VÜCUD'dur. O'nun da aslı “ÜMMÜLKİTAB” olan “İLMULLAH”tır.." (C:8;s:5696)(*)

(*)E.Hamdi Yazır-“Hak Dili Kurân Dili”

hf

GENETİK BİLGİ,

ÖZDEN GELEN İLİMLERDEN BİRİDİR!

 (Soru: Genetik yolla intikal eden ilim, nakli midir? Özden gelen bir ilim midir?..)

Özden gelen ilimlerden biridir, genetik bilgi!..

hf

İNSANIN VARLIĞINDA

“EVRENİN TÜM BOYUT VE KATMANLARINA

İLİŞKİN KORUNMUŞ-SAKLI BİLGİ” MEVCUTTUR

Levhi mahfûzun, bir minyatüriyle senin beynindir; külli mânâda da burçlar ve yıldızlardır!

&

Yerler ve gökler yaratılmadan önce her şey Levhi Mahfuz’da yazılmıştır.. İnsan varlığında evrenin katmanları mevcuttur.

Levhi Mahfuz hıfzedilmiş, korunmuş İlimdir. Bu ilim, Hz. Muhammed aleyhisselâmın “Allah ilk defa ruhumu yarattı…  Allah ilk defa aklımı yarattı” buyurduğudur.

Cenâb-ı Hak kendi ilmi, kendi Zâtı ile baş başa olduğu bir anda, ilminde kendisindeki mânâları seyrediyor.. Rahmaniyet, Melikiyet… deki mânâları ortaya çıkararak mânâları düşünüyor.

Bunu bizim akıl boyutumuzla seyretmemiz mümkün değil… Ancak ilim yollu seyredilebilir. Bu esmâların belli terkipler halinde ortaya çıkması “Levhi Mahfuz”u oluşturur. Bizim değerlendiremediğimizi melekler değerlendirir.

Ezelden Ebede tüm boyutları alır bir şekilde Evren içre Evrenlerde mânâlar...

Bu ilmin kayıtlı olduğu yer “Levhi Mahfuz”dur.

Kezâ, kişinin kendisinde mevcut olan "LEVH-İ MAHFUZ"u dahi, onun istidat ve kâbiliyeti böylece tesbit edilmiş olan beyinden başka bir şey değildir!

hf

BUGÜNÜN İLMİYLE BİLE ÇÖZEMEDİĞİMİZ

ŞİFRELERİ VEREN ZÂT…

MUHAMMED MUSTAFA A.S

Biz, ilkel bir şartlanma sonucu olarak, sadece beş duyu verilerini var kabul edip, beş duyunun tespit edemediği verileri yok sayıyoruz!... Gözle göremediğimizi inkâr ediyoruz...

Bundan yüz sene öncesine kadar böyle düşünülebilirdi; ancak günümüzde bu tür fikirler geçersiz sayılmaktadır!. Çünkü, göremediğimiz bir çok şeyin varolduğunu kesinlikle biliyoruz artık...

Kesinlikle, tutamadığımız birçok şeyin, varolduğunu biliyoruz!. Duyamadığımız pekçok şeyin mevcûdiyetinden haberimiz var; ne çare ki, bunlarla iletişim kurma imkânımız yok!.

Din bize, 1400 sene öncesinden, Hz. Muhammed aleyhisselâmın ağzı ile bu gerçeği sanki şöyle haber veriyor:

"Sizin, hücresel yapılı bir bedene sahip olmanız gibi; ışınsal bedenli yapıyla meydana gelmiş cinlerin var olması gibi; bunun ötesinde, ışık kuantlarından, yani Nur`dan varolmuş melekler de vardır!. Ki, evrende, bünyesinde bunları barındırmayan, bunların varlığından meydana gelmemiş hiç bir nesne yoktur!.

Evrende var olan her birim-nokta, bu ışık kuantlarından meydana gelmiştir. Yani, meleklerden meydana gelmiştir!. Ve bunlar, evrendeki mutlak bilinçten gelen bir şekilde, yapısal özelliklerine göre bilinçli birimlerdir!.

Bu açıklama ne zaman yapılıyor?...

Bundan 1400 sene evvel!.

Kimlere...!?

Bunu iyi değerlendirebilmek için, 1400 sene öncesinin şartlarının ne olduğunu araştırıp; o günkü insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl taşları dikip karşısında tapındıklarını; ayıp olmasın diye kız çocuklarını nasıl diri diri toprağa gömdüklerini; ölen bir adamın karısını oğlunun nasıl aldığını bilmek lâzım!.

Böylesine ilkel değerlerle yaşayan bir toplumda, bugünün ilmiyle bile çözemediğimiz şifreleri veren, açıklayan bir Zât!... Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâm...

Ve bu Zât, bizim bugün bile hafsalamızın almayacağı bir takım olayları bize anlatıyor...

Aslında bu, büyük bir müjde!...

Çünkü, şu madde boyutundan kurtulmamızdan sonra, şayet belli çalışmalar yaparak ruhumuzu güçlendirebilirsek, nelere ulaşabileceğimizi müjdeliyor!.

Yani, "Ben bu ruh gücüyle, buralara ulaştım, bunları gördüm, yaşadım. Böyle şeyler var ve bunlar sizin için de mümkün olabilir." diyor...

hf

"HANİF"LİK GENETİK VERİ TABANINA SAHİP

VE O ŞUURUN GENETİK MİRASINI

BÜNYESİNDE BULAN O EŞSİZ “KİTAP”…

MUHAMMED MUSTAFA!

Aklınızı başınıza toplayın!.

Yalnız bir köşeye çekilip, SİSTEMLİ bir şekilde DÜŞÜNMEYE başlayın!.

Milyarlarca GALAKSİYİ içinde barındıran bu evreni, bir NOKTA’dan halkeden; ve indinde sayısız NOKTA’lar ve o NOKTA’ların her birinden sayısız evrenler yaratmış bulunan; ve dahi, her an bu işlevi devam eden “ALLAH Adıyla İşaret Edilen”i; nasıl olur da Sirius yıldızında oturan bir tanrı gibi düşünür ve onun yeryüzünde hoparlör-postacı arası bir PEYGAMBERİ olabileceğini kabul edersiniz?

Eğer hâlâ böyle düşünüyorsanız, kozanızda mutluluklar dilerim sizlere!.

Yok eğer; artık böyle düşünmem mümkün değil; diyebiliyorsanız…

O zaman “ALLAH RASÛLÜ ve NEBÎSİ MUHAMMED MUSTAFA” isimli “OKU”nması gereken ve hâlâ “oku”nmamış olarak rafta bulunan “KİTAP”ı, bugüne kadarki tüm değer yargılarınızı bir yana bırakarak, yeniden elinize alınız!.. (Anlayışı kıtlara: sayfaları ve cildi olan kağıttan mâmûl bir kitaptan sözetmiyorum!.)

“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in her an yaratmakta olduğu sayısız NOKTA’lardan, yalnızca bir nokta olarak varolan evrenimizdeki milyarlarca galaksiden birindeki yüzmilyarlarca yıldızdan birinin uydusu Dünya üzerinde, “HALİFE” olması amacıyla ve bu amacı gerçekleştirecek fıtratla Mekke’de açığa çıkmış Bilincin, yaşam safhalarını ve DÜŞÜNCE SİSTEMİNİOKU”maya çalışarak işe başlayın…

“Hanif”lik genetik veri tabanına sahip; yıldızlardaki melekî gücü tanrı kabul etme anlayışını baltasıyla(?) yıkan ve ölü kuşu Allah kudretiyle dirilten şuurun genetik mirasını bünyesinde bulan; ve daha başından “halife”lik fıtratına hâiz olarak madde dünyasında yer alan Bilincin, içinde bulunduğu şartları, varlığı ve kendi hakikatını nasıl değerlendirebileceğini farketmeye, kavramaya çalışın!.

O eşsiz bilinç!…

O muhteşem hüviyet!…

O Hârikulâde devrimci kişilik!…

Sirius ya da BETA NOVA’daki TANRI’dan mı aldı PEYGAMBERLİĞİ?…

Yoksa…

“ALLAH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÛL”Ü ve bunun yanısıra “NEBΔsi mi idi?

Gökteki tanrının fermanlarını ileten yeryüzündeki vâlisi-komutanı-postacısı-hoparlörü mü idi?

Yoksa…

İnsanlara, hakikatleri olan “ALLAH” adıyla işaret edilenin, fark ettirilmesi ve gereğinin yaşatılması amacıyla, teklif edilen önerileri, kendi hakikatı olan Allah’tan gelen bir şekilde; bu boyuta elçilik-transfer ederek açığa çıkaran “RASÛL”ü mü?

İnsanların sonsuz azâptan korunup, sonsuz saadete ermelerini sağlayacak dünyevi bakış açısını ve uygulama biçimlerini teklif eden AllahNEBÎsi mi?

Ciddî olarak düşünün bir; Tanrının Hz. Muhammed adlı Peygamberine mi inanıyorsunuz; “ALLAH” adıyla işaret edilenin “Rasûl”ü ve “Nebî”si olan Muhammed Mustafa aleyhisselâma mı?

Eğer, ikincisine inanıyorsanız… Birincisine inanmaktan hangi farklı yönleri var bu düşüncenizin, lafzından-sözcüklerinden başka? Bunları ayırın bakalım bir yana?

Bu hususları öncelikle çok iyi anlayalım ki, ondan sonra, “ALLAH” adıyla işaret edilenin  “RASÜL” ve “NEBΔsi olan MUHAMMED MUSTAFA isimli “KİTAB”ı “oku”maya çalışalım!.

O Zât’ın, hangi olayda, neyi nasıl değerlendirdiğini; olaylara bakış açısını; sorunların çözümünü “Allah”ta nasıl aradığını; sorunun çözümünün, olayları nereden nereye yönlendirilerek çözülmek istendiğini; insanların yaşamı ve olayları nasıl değerlendirmesi gerekliliğinin neden “Allah” bakışın dayalı nasıl olması îcâbettiğini “oku”maya hazırlanalım.

hf

ANAHTAR BOYNUNUZDA,

ALTIN DA KASANIZDA!

Geçmişte ezber yollu öğrendiğiniz şeylerin acaba ne kadarı tahkike dönüp, sizi o konuda YAKÎNe erdirdi?

 Kendinizden veremediğiniz isabetli cevap, taklidin SONUCUDUR!.

 Taklidiniz ile tahkikinizi terazinin iki kefesine koyup bir tartar mısınız; lûtfen!

 Dışardan aldıklarınız, bir kefeye; kendi buluşunuz, sizden açığa çıkan isabetli cevaplar diğer kefeye!

 Mukallit, tanrısıyla yaşar!

 İlim geldikten sonra hâlâ onların hevâsına tâbi oluyorsa mukallit; iyi bir müşrik olarak tanrısına kulluk ediyordur!

 Ne zaman kendiniz için ve kendinizdekini açığa çıkarmak için varolduğunuzu farkedip, bunun gereğini yaşamaya başlayacaksınız?...

 Cevabı sakın Tanrınıza bağlamayın!

 Devâ Kur'ân ‘dadır!  Kur'ân "OKU"maya çalışın!

 Kurân‘ı "OKU"yamayan, "ÜMMÜL KUR'ÂN"ı  hiç okuyamaz!

 Gününüzün ne kadarını Kur'ân‘ı "OKU"mak için değerlendiriyorsunuz?... Ne kadarını da dünyada bırakıp gidecekleriniz için harcıyorsunuz?

 Evet, "Kur'ân ‘ı "OKU"yabilmem için bana ne tavsiye edersiniz?... 

Hangi hocaefendi ya da şeyhefendiye devam etsem ki, bunu okuyabilmek için?...  Bana tavsiye edebileceğiniz biri var mı?.

 Ona her şeyimi bağışlamaya hazırım; iş ki bana Kur'ân "OKU"masını öğretsin!

 1 ton altın olan kasa anahtarı boynunda, kuru ekmek kemirmekte olan pozisyonundan kurtulabileyim!

 Yok mu bana bir diyeceği olan?.

 Anahtar boynunuzda, altın da kasanızda!

hf

ALLAH RASÛLÜ A.S’IN BİZE HİBESİ,

SIRLAR SARAYININ ANAHTARI DEĞİL;

MAYMUNCUĞUDUR!

Burada şunu da fark edelim ki...

Yaradılış noktasında başlayarak, tüm birimlerin oluşumunda, aynı mertebeler ve boyutlar mevcuttur. Varlık katmanlar şeklinde tüm yaratılmışlarda mevcuttur. Bunu târif için ister dinî mecazları kullanın ister bilimsel deyimler, sonuç hep aynı gerçeği vurgular. Birinde mevcut olan boyut, hepsinde aynı şekilde mevcuttur. Fark, açığa çıkanların farklarıdır.

Öyle ise bu da bize şunu fark ettirir ki...

Zerre küllün aynasıdır” işareti ile, Allah Rasûlü aleyhisselâmın bize hibesi, sırlar sarayının anahtarı değil, maymuncuğudur!. Öyle bir maymuncuk ki; sadece dış kapıyı açan anahtar değil; ehli elindeyse, tüm hazine odalarının kapısını açan bir maymuncuktur!.

hf

MEVCÛDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN

SIR

Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece "ilim" kelimesiyle Hazreti Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim" hep "Hakikat ilmi”dir ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI bildiren ilimdir.

hf

"HİLÂFET SIRRI"

İnsan türüne göre gayb başkadır; cin türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır!..

Yani, sadece insana "göre" gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..

Ayrıca, "B"ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı bir şekilde anlarsak...

Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan "Allah" isimlerinin işaret ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve kavranamayacağına iman ederler...

hf

ASLI (“ HAKİKAT"İ), “HÛ”….

NESLİ DE, "HÛ"!

VARLIK ÂLEMİ İLE

“ÖZ”Ü(“HAKİKAT”İ) ARASINDAKİ BOYUTSALLIKTA

 İŞLEYEN BİR SİSTEM(“DİN”) VAR

Aslı  Hû, nesli Hû; derler bilirsiniz...

Aslı elbette ki önemlidir insanın... Aslı önemlidir mahlûkatın... Aslı önemlidir varlık âleminin... Buna Hakikati de denilir...

Denilir de..

Bir de işin faslı vardır!.

İşin Hakikati yani aslı önemlidir!. Niye?

Eğer İşin aslını öğrenmemişsen, o takdirde dışarıda, dışında, ötende bir tanrı düşünür; Hz. Muhammed’in bildirdiği “Din”in özünden mahrum kalmış olursun.

Zira, “Din”in bildirilmesindeki iki ana amaçtan birincisi ötende bir tanrı olmadığını idrak etmen suretiyle “Allah’a iman etmen”dir. Ki bu, işin aslı ile alâkalıdır... Birde ikinci şıkkı vardır ki bu işin o da, tâbiri câizse faslı ile ilgilidir.

Din” olan İslâm, bir sistemi açıklamaktadır; bunu anlayamayan tek yönlü ilâhiyatçılar inkâr etseler bile...

Bir kısım ilâhiyatçılar ve “Din”i yüzeysel ele alan şekilci zekâ sahipleri, “Din” dendiğinde, sistemli düşünceden ve çağdaş bilimlerin getirdiği evrensel bilimlerden (Quantum fiziği, holografik gerçeklik gibi) mahrum oldukları için, konuyu, ezberci ve taklitçi bir biçimde ele alıp, gökte oturan tanrının, kendisinin alt katındaki melekler aracılığıyla yeryüzündeki postacı hükmünde peygamberine yolladığı fermanlar bütünü olarak anlamaktadırlar. Cinler de bilmem kaç kilometre yukarı fırlayıp(!) gökteki(!) meleklerden bilgi kapıp sonra yeryüzündeki medyumlarına haber taşımaktadır(!).

Bunlar gerçekte, çağlar gerisinden kopup gelen maddeci  Müslümanlık ekolünün günümüzdeki sözcüleridir bilim adamı olmanın çok ötesinde!. Etiketleri ne olursa olsun, sistemli düşünme yeteneği olmayan dinciler olmaktadırlar.

Ötede gökte tanrı, alt katında buyrukları ileten melekler, yeryüzünde peygamber postacılar!... Buyrukları yerine getirenler mükâfaat olarak cennete sokulacak, buyruklara karşı gelen âsiler de kollarından tutulup  ateşli kuyulara atılacaklar ceza olarak!.

Bunların ne “Allah” adıyla işaret edilenden haberleri vardır, ne “melek” ismiyle işaret edilen boyutun ne olduğundan, ne İslâm’da peygamberlik kavramının var olmayıp, bunun gerçeği olan “risâlet” ve “nübüvvet” kavramlarının düşündüklerinden çok farklı şeyler olduğundan, ne de “İslâm Din”inin insanlara niçin ve hangi amaçla tebliğ edilmiş olduğundan haberleri vardır.

hf

“İNSAN”,

MUTLAK BİR ŞUUR TARAFINDAN

“SÜNNETULLAH” (“SİSTEM-“DİN) GEREĞİNCE

YARATILMIŞTIR

  Bir insanın yaradılışını düşünün…

 Şu elimize bakalım ..Parmağımıza bakalım... Parmakta tırnak diye birşey var...

 Bu tırnak denen yapı olmasaydı bu parmağın ucunda, biz sert bir nesneyi tutamazdık...Et yumuşak olduğu için kayar giderdi.. Şu tırnağın varoluşu dahi, bu insanın MUTLAK BİR ŞUUR tarafından, şuurlu bir varlık tarafından yaratıldığını gösteriyor.

Siz bir bilgisayaraın kendi kendine varolduğunu düşünebilir misiniz?!

Hayır!

Bir bilgisayar kendi başına olamıyorsa, milyonlarla bilgisayarın erişemediği kapasiteye sahip olan bir insanın kendi başına olduğunu düşünmek, tek kelimeyle, abesle iştigaldir !

Öyleyse bu kadar muazzam bir varlığı bir insanı yaratan ve bu insanın, milyarlarla insanın içinde varolduğu Dünyayı ve sayısız Kâinatları yaratan bir MUTLAK VARLIĞIN rastgele abes bir şey yarattığını düşünebilir misiniz?

Elbette ki Hayır!

O zaman, biz o varlığın yaratmış olduğu bu Kâinatı, bu nizamı, bu düzeni bu sistemi okumaya çalışırsak O’nun yarattığı bu Sistem ve Düzeni anlatan DİN’i anlamış oluruz. Çünkü Din, Allah'ın yaratmış olduğu Sistem ve Düzendir!.

Kurân’da "SÜNNETULLAH" der. "Sünnetullah’ta asla değişiklik olmaz!" der.

“Sünnetullah”, Allah’ın yaratmış olduğu Sistem ve Düzendir!

"Sünnet", her ne kadar "âdet" kelimesiyle çevrilmişse de; bugünkü ifadede Sünnet, "SİSTEM"dir!

"Allah'ın yaratmış olduğu Sistem'de asla değişiklik olmaz!” olayı geçerlidir.

Zaten "Doğa Kanunları" denilen şey de "Allah'ın yaratmış olduğu bu Sistem ve Düzen"dir!

Gerçek din eğitimi demek, Allah'ın yaratmış olduğu bu Sistem ve Düzeni okuma eğitimi demektir!

hf

 “BEL SUYU”

(SPERMİN DÜNYASI)

Esasen  genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin ana rahminde 120 günde özünden boyutsal bir şekilde kendisinde açığa çıkan meleki  etkiyle “ruh” adı verilen ve  beyin tarafından üretilen  dalgalarından oluşan “ölümötesi boyut bedeni”ni ruhu üretmeye başlar.  Ve ona yani ruha tüm zihinsel  fonksiyonlarının hasılası dalgalar şeklinde yüklenir.  Yani başka bir yerden gelip bedene giren bilinçli bir ruh olayı kesinlikle geçerli değildir.  dünyadan öncesi yaşamda bir yerlerdeki ruhlar âlemine dayanak gösterilen âyetidikkatle düşünürsek burada “Ademoğullarının belleri”nden söz edildiğini fark ederiz. “BEL” olayı ruh boyutuna değil içinde yeraldığımız dünya boyutuna ait bir şeydir .

“Belsuyu” menidir;  “spermin dünyası”dır.

Bu çok büyük yanlış anlamının temelinde “EZEL” kelimesinin  boyutsallık ifade eden mânâda aşılmayı sanki  mekâsal-tarihsel-zamansal bir şekilde değerlendirilmesi yatmaktadır.

Şimdi bir dakika burada duralım…

 Gerek “Ezel” kelimesi gerek “Allah” kelimesi Kur’ân’da  iki anlamda kullanılmaktadır, diğer isimler gibi..

1- Evrensel boyut itibariyle

2- Birimsel boyut itibariyle 

Evren, “Nokta”dan varolmuştur.

Evre niçre Evrenlerdeki birimler dahi kendi “Nokta”larından varolmuştur.

 İşte biz bunu bir  koni iolarak, “Nokta’dan açılan koni” olarak izah ediyoruz.. Ve

O koninin en üstü de görünüşü itibariyle “B” dir diyoruz…

Burada dikkat edeceğimiz nokta şurası;

İnsanın varlığından, birimsel noktasından açığa çıkan “İsimler” sözkonusu

Yani Evrenin ezeli vardır…  Birimin ezeli vardır…

Evrende ”Rahman” sözkonusudur… birimde “Rahman” sözkonusudur.

Bunu, okuduğumuz âyette bahsi geçen konuya göre değerlendiriceğiz;

 “Birim”den sözediyorsa “birimin ezelinden”  diye olayı anlayacağız…

 Eğer “Allah” kelimesi geçiyorsa “Allah” kelimesini “Birimin Hakikati”ni-“Nokta’yı  meydana getiren noktayı meydana getiren varlık” olarak algılayacağız; evrensel anlamda değil… Ama evrensel  anlamı anlatan âyetlerde de bunu evrensel olarak değerlendireceğiz.

hf

“DNA”

(“ALÂK”)

KAN PIHTISI DERİNLİĞİNDEKİ “GEN”LER

(“DNA”LAR)

" Allah, insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz menideki sperm halinde iken babasının geninden İslâm fıtratının programını almış olarak dünyaya gelir; daha sonraki aşamalardan da geçerek..

"Onların bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi kişiye genetik olarak intikal eden İslâm fıtratının billgisinin sperm halindeki varlığına işaret eder ve bunu vurgular.

Yani “sperm halindeyken insan, genetik olarak bellerinden zürriyet alındığında” yani, fıtrat olarak “Rabbini bilme yetisi”ne sahip kılınmıştır ; böyle bir özellik ona verilmiştir.

 “Bel” kelimesinin nerelerde ne anlama kullanıldığını bir araştırın isterseniz..

Esasen bu konu insanın yaradılışı ile ilgili  “İKRA” sûresindeki anlatım ile de çok ilgilidir. O sûrede insanın yaradılışı ve programlanışı tarif edilmektedir.

"İKRA"

"OKU" ..

kağıttan kalemden değil; “sistemini oku”... olayı oku.

"Bismi rabbikelleeziy halak"

"seni yaratan, vareden rabbinin sende açığa çıkarttığı güzellikleri…" ..

İşte “kan pıhtısı derinliğindeki genler”, yani "DNA” lardır burada "alâk"tan işaret esas.

 O gün için bilinen en fazla  alâk” olduğu için “alâk” denmiştir ama esas buradaki olay “DNA” lara işarettir.

hf

KUANTSAL UZAYDAN

IŞIK HIZIYLA MADDE BOYUTUMUZA

“ANLAM” YOLCULARI TAŞIYAN UZAY GEMİLERİ…

 “-Biz her şeyi çift yarattık; umulur ki tezekkür edersiniz!” (Zâriyat-49)

“-Bütün çiftleri yaratan, gemi ve hayvanlarınızı yaratan…” (Zuhruf 12)

“-Subhandır O ki, hepsini çiftler hâlinde yarattı; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden, ve bilmediklerinden!” (Yasin-36)

“-Onları ve zürriyetlerini dolu gemilerde taşıyoruz!” (Yâsin 41)

 

1970 yılında yazdığım “RUH İNSAN CİN” isimli kitap ile 1995 yılında kaleme aldığım “TEK’İN SEYRİ” kitapta Kuantum fiziğinden evrenin holografik yapısından söz etmiştim bir miktar…

Kurân’ın, bu konulara nasıl işaret ettiğini elimden geldiği kadarıyla anlatmaya çalışmıştım özellikle “TEK’İN SEYRİ”nde…

Algıladığımız madde boyutunun ve her “şey”in orijini ve hakikati, aslı olan Kuantsal boyutta-evrende, her parçacık ÇİFT olarak vardır.

Şimdi önce şunu hatırlayalım…

Allah” kelimesi bir “isim” kelimesidir ve bir işaret kelimesidir.

Atan Allah’tı” âyetinde olduğu gibi, her şey, aynı orijin ve hakikatten meydana geldiği için, madde, et-kemik kol boyutunda olay bu kelimeye bağlanmakta olduğu gibi; “nokta” diye tarif edilen Kuantsal boyutuyla TEKİL bir yapı olan evren de elbette “Allah” kelimesiyle işaret edilene bağlanır.

Ancak ne var ki, gene “ALLAHismi ile işaret edilenin, yaratmış olduğu her “şey”den münezzeh-beri olduğu da başka bir gerçektir.

Yani…

Kuantsal boyut olan, “RUH” ya da “Ruh-u Â’zâm” ismiyle tasavvufta işaret edilen mertebe, tüm algıladığımız ya da algılayamadığımız her şeyin hakikati olan TEKİL bir yapıdır; ve “Vitriyet” mertebesidir; ki, bundaki bilinç “her an yeni bir şan'dadır”; kuantların her anki değişkenliği dolayısıyla!.

Tüm Kuantlar bir çift hâlinde ve algılayana göre foton ya da dalga biçiminde yaşamlarına devam etmektedirler… Her an birbirleriyle iletişim halindedirler biri galaksinin öbür ucunda olsa bile!

Kuantsal evrenin kuantları, bizim algıladığımız hayvan boyut(bedensel boyut)un genleri gibidir!.

“GEN”ler, Kurân’da, “gemi” olarak sembolize edilmiştir!. Çeşitli anlamları Kuantsal boyuttan madde boyutuna “taşıyıcı” olarak “gemi”! Öyle “Uzay gemi”leridir bunlar ki; “kuantsal uzay”dan ışık hızıyla madde boyutumuza “anlam” yolcularını taşır!.

hf

“GEN”LERDEN

MADDE BEDENLERİNİZİ

(HAYVANLARINIZI-BİNEKLERİNİZİ)

YARATMIŞTIR

Çiftler hâlindeki “gen”lerden, hayvanlarınızı-bineklerinizi yani madde bedenlerinizi yaratmıştır. Kromozomlar da hücre stoplazması içinde taşıdıklarıyla yüzmektedir “gemi” olarak!.

hf

“GEN”LERİNİZİN ESERİ OLAN BİLİNÇ DALGALARINIZDAN

KİŞİSEL RUHLARINIZI

(EBEDİYET BİNEKLERİNİZİ)

YARATMIŞTIR

Nefislerinizden, yani varlığınızı oluşturan genlerinizin –çiftlerin- eseri olan bilinç dalgalarınızdan da, gene çiftler hâlinde kişisel ruhlarınızı yani ebediyet bineklerinizi yaratmaktadır…

Ve daha bilmediklerinizi..

hf

“DNA”LARIN YARISI

BABADAN GELECEK İLK HÜCREYİ PROGRAMLAR

Arapça "alâk" kelimesiyle işaret edilen genetik yapıdaki DNA ların yarısı babadan gelecek ilk hücreyi programlamaktadır.

hf

“MİTOKONDRİYAL DNA”

SADECE ANNEDEN ALINAN GENETİK BİLGİYİ İÇERİR

 Hücrelerimizin büyük bir bölümünde bulunan mitokondriyallerdeki DNA çok ilginç bir özelliğe sahiptir. Çünkü taşıdığı  bilginin yarısını anneden, kalan yarısını ise babadan alan çekirdek DNA sından farklı olarak “mitokondriyal DNA” sadece anneden alınan genetik bilgiyi içerir.

Bu nedenle kadın olsun erkek olsun anne tarafından akraba olan herkesin kuşaklar boyu mitokondriyal DNA özellikleri birbirinin aynıdır.

 bakın.. "Çocuk annedendir" şeklindeki Rasûlullah uyarısını burada hatırlayalım… Neyi anlatmak istemiş acaba?..

hf

"İNANÇ GENİ"

GENLER,

BEYNİN BİOKİMYASINI ETKİLEMEKTE;

İNANÇ-DUYGU VE DÜŞÜNCELERİ DE

 YÖNLENDİRMEKTEDİR

Genler din adamlarına soruluyor, Moleküler biyolog profesörler Hadisler hakkında değerlendirme yapıyor!.

Bilgi ezberleyip bunu tekrar edenler âlim oluyor!!!

İşte böyle bir karmaşa içinde Amerika da Time Mecmuası Dean Hamer’i kapak yaparak “God Gene” adlı kitabından alıntılar yaptı ve bu alıntılar Türkiye ye “İnanç geni” olarak nakledildi.

İnanç geni var mı yok mu konusu mahalle kahvehanelerinde tartışılmaya, buralarda Dean’a eleştiriler yapılmaya başlandı.

Din adamları ikiye ayrıldı. Böyle bir gen olabilir diyenler ve böyle bir şey olamaz, diyenler.

Önce Dr. Hamer ne diyor anladığımız kadarıyla ona bakalım:

"İnsanda VMAT2 adıyla bilinen bir genin belli bir noktasındaki nükleik asit dizilimi cytosine veya adenin yönünden zenginlik göstermekte ve buna bağlı olarak da beyin kimyasallarından monoaminin sentezi az veya çok olmaktadır. Sözkonusu maddenin üretimi sonucunda kişide spritüel düşünceler artar. Bu üretimin fazlalığı kişide mistik görüşlerin artmasına, kişinin kendisini evrenle bütünleştirmesine tasavvufi duygulara yönelmesine vesile olur."

Yani, Dr. Hamer  bu gen insanı inançlı veya inançsız yapar, demiyor.

Önce bu hususu fark etmek lazım!. Konu yanlış intikal edince yorumlar da hâliyle bu intikal eden şekle göre yapıldığı için çok farklı sonuçlara gidiliyor.

Dr Hamer özellikle ikiz çiftler üzerinde araştırma yapıyor ve bu genin aktif olduğu ikizlerin teklerinde spritüel yaklaşımların çok yüksek olduğunu söylüyor.

Bizler yapılan yayınları takip ederek onları mevcut veri tabanımızdaki bilgilerle karşılaştırarak konunun Din ile bağlantısını anlamaya çalışan kişileriz. Önce bunu kabul edelim.

Sonra da buradaki esas önemli noktayı vurgulayalım.

Adı veya işlevi ne olursa olsun tüm tıp ehlinin bildiği gibi sayısı 20-30 bin civarında olduğu kabul edilen genler beynin biokimyasını etkilemekte ve bunun sonucu olarak da bizim duygu ve düşüncelerimiz yönlenmektedir. Psikiyatri ilmi dahi bu faaliyetin incelenmesidir.

Dr Hamer bu konuda şunu demektedir:

her düşünce ve duygumuz beyindeki bir aktivite sonucudur. Biz doğal yasalara tâbiyiz. Bir torba içindeki kimyasal reaksiyonlarız.”

Şimdi olayın esas önemli yanına gelelim.

Biz ya Gökte bir gezegende oturup oradan sihirli değnekle dünyayı ve insanları yaratıp onların içine bir şeyler yollayan sonra da kendi hallerine bırakan ve onları sınayan bir tanrıya inanacağız...

Ya da Hz. Muhammed A.S.ın “Allah” ismiyle bize bildirdiğinin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.

Burada ana sorun Tanrı kavramı ile Kurân’ın vurguladığı “Allah” adıyla işaret edilen arasındaki farkın anlaşılamamasıdır.

Tanrı hemen hemen çoğunluğun kafasında tahayyül edilen bir hayâldir..

“Allah” ise zâtı itibariyle tefekkür edilmesi mümkün olmayan; Hz. Ebu bekr’e göre, idrak edilemeyeceğinin idrak edilebileceği bir Zât’tır!

Mekân kavramından münezzeh olan varlığa, insanın dışına yönelerek ulaşması muhaldir!.

Bu sebepledir ki “Allah” adıyla işaret edilene her insan ancak kendi özüne yönelerek yakîn elde edebilir. İşte bu yol batıda spritüel veya mistik kavramlarıyla, İslam’da tasavvuf olarak değerlendirilmiştir. Kişinin kendi hakikatini sorgulaması araştırması ve evrensel hakikatle bütünleşmeye çalışması...

İşte bütün değerli tasavvuf ehli “Allah” adıyla işaret edilene bu yoldan yani kendi derûnlarından, nefsine ârif olarak yakîn elde etmişlerdir.

hf

GENETİK HAFIZA

Ruhu olanın hafızası vardır; fakat her hafızası olanın ruhu yoktur... Yani ölümötesi yaşamını sağlayacak olan beyin üretimi kişilik ruhu, demek istiyorum... Unutmayın ki, genetik hafıza başka şeydir; ruh hafızası başka şeydir.

(Soru: Hafızası olup ta ruhu olmayan hangi varlıklardır? Teşekkürler .)

Hayvanlar ve diğer canlılar...

hf

AHSEN-İ TAKVİM

(EN ŞEREFLİ VARLIK)

İnsanın "ahsen-i takvîm" yani en mükemmel yapıda oluşundan mânâ, onun, bütün ilâhî isimlerin mânâsını izhar edebilecek kâbiliyet ve istidatta halkolmasıdır.

Bu yüzden insan, Allah'ın ilim ve iradesi istikametinde her kemâlâtı izhar edebilecek şekilde hazırlanmıştır.

hf

KİŞİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİNİ

GENLERDEKİ BİLGİLER MEYDANA GETİRİR

Evet, terkipten gelen mânâların kişide hissedilir hâle gelmesi, belirli ana duyguları meydana getirir. Meselâ hoşlanma, kızma, üzülme, sahip çıkma ve bu gibi. Duygular ise, şartlanmaları istikametinde ortaya çıkıyor, o anda aldığı tesirlerin, kozmik tesirlerin gücü oranında.

Kişiliğin temel özelliklerini, genlerindeki bilgiler meydana getirir..

hf

GENETİK  VERİLER

TEMEL BİLİNÇALTINI OLUŞTURAN VERİLERDENDİR

Alt bilinç adını verdiğimiz, “bilinçaltı” da denilen, fikir üreten ve duyguları oluşturan veri tabanımızın kaynakları birkaçtır;

-Genetik yoldan bize intikal eden sevgi, korku, kıskançlık, doğal savunma güdüsü vs. gibi bizden öncekilerin bize gönderdiği veriler.

-Doğum anından itibaren çevrenin beyin dalgalarının beynimizde yaptığı açılımlar.

-İçinde yaşadığımız toplumun bizi şartlandırmaları.

-Okuduklarımız, seyrettiklerimiz ve iletişimde olduklarımızdan bize yansıyan ve alıp kabullendiğimiz değerler.

Ana hatları ile işte bunlar bizim beynimizin veri tabanını oluşturmakta.

Yaşamımızın çok önemli bir kısmı genellikle, alt bilinç yönetiminde geçip gidiyor.

Dünyanın neresinde, hangi toplum içinde varolursa olsun, tüm insanlar bu temel alt bilinç yapı ile varolurlar.

hf

GENETİK VERİLER,

TOHUMDUR.

Genetik veriler, tohum; tohumun gelişmesini ve özelliklerinin ortaya çıkış biçimini sağlayan toprak, gübre, su, nem gibi faktörler de "astrolojik programlama" gibidir.

hf

GENETİK ÖZELLİKLERİN ÇIKIŞINA YOL VEREN İSE,

MELEKİ ETKİLERİDİR

İnsan organlarının tümünün çalışması dahi dinsel tâbirle melekî tesirledir... Meselâ, “düşünme melekesi” der eskiler... Düşünme dahi melekî boyuta dair bir olaydır... Eğer bir kitabımda "MELEK"ler ile ilgili olarak yazdığım bölümü okursanız, Melek kelimesinin kapsamına giren, atomüstü boyutun tüm birimlerinin gerçekte “melek” diye anlatılmak istenen “boyut varlıkları” olduğunu farkedeceksiniz...

Dolayısıyla genetik yapının dahi bir melekî kökenli yapı olduğunu değerlendireceksiniz...

Burada bütün mesele, “melek” kavramını en kapsamlı biçimiyle algılamaktır sanırım...

hf

(Soru: Gen'ler, bir anlamda Levhi Mahfuz'un zâhire çıkışı olur mu?.. Şayet böyle ise astrolojik tesirlerin altındaki melekî fonksiyonların esprisi ne olmaktadır?..)

Genetik özelliklerin açığa çıkmasına yol veren, melekî etkilerdir...

hf

MELEKLER

GENETİK DİZİNLERİ ETKİLEYEREK

HÜKÜMLERİNİ UYGULARLAR

İşte, Azrail isimli melek de, yaydığı dalgalar ile, beyinlerdeki bir tür kontağı etkilemekte ve "ölüm" denilen beynin durmasını oluşturmaktadır.

Azrail gibi diğer bütün melekler dahi yaymış oldukları dalga yayınlar ile beyinleri veya daha derinlemesine söyleyelim genetik dizinleri ve hattâ "ruh" dediğimiz "dalga bedenlerin beyinlerini" etkileyerek hükümlerini uygularlar.

hf

ASTROLOJİK ETKİLER

GENETİK YAPIYI ETKİLEYEREK

KROMOZOMLARIN ERKEK-DİŞİ SEÇİMİNİ YÖNLENDİRİR

Sanırım biyolojik beden için değil de ruha dönük düşünülmesi gereken bir olay bu..

Dişi-erkek kavramı beyinde oluşur ve ruha yansır bilgi-kabul yüklemesi olarak…

Gelen astrolojik etkiler o anda genetik yapıyı etkileyerek kromozomların erkek-dişi seçimini yönlendirir. Bu beyindeki oluşum aynen ruha yansır ve ruhta da beyinle birlikte bu bilinç oluşur.

hf

GENETİK KARTIMIZDA YAZILI VERİLER

TAKIMYILDIZLARDAN GELEN IŞINIMLARIN

BEYNİMİZDE OLUŞTURDUĞU AÇILIMLARLA

ORTAYA ÇIKAR

Beyin hücrelerimizin her biri, belirli anlamlar ihtiva eden belirli frekanslarla programlanarak yeni düşünsel anlamlara sahip olur; ya da genetik yoldan gelen verilerin ortaya çıkışına yolverir.

hf

 

Bileşimimizde mevcut olan mânâlar, genetik kartımızdaki yazılı veriler, özellikler; beynimizin oluşum sürecinde, çeşitli takım yıldızlardan gelen kozmik ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya çıkmıştır!.

Böylece oluşan beynimiz, yâni terkipsel yapımız, daha sonra çeşitli takım yıldızlardan gelen ışınların yönlendirmesiyle belli kararlar, duygular, düşünceler oluşturur.

Bu nokta, kişi ile ilâhi yapı arasındaki farkın farkedilmesi noktasıdır.

İlâhi yapıda renksiz ve sınırsız olan mânâlar, terkibi yapıda ortaya çıktığı zaman, “yaradılış” denen mânâları meydana getirir.

hf

BEYİNDEKİ GENETİK DİZİN,

BURÇLARDAN GELEN KOZMİK IŞINIMLARIN

GÜNEŞTEN YANSIMASIYLA

GENLERDE BİR MUTASYON OLUŞTURUR

Rabbime şükürden âciz olduğumu, herkesin huzurunda bir kere daha itiraf ediyorum!.

1985 yılında açıklayıp, 1986 yılında “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımda, Dünyada ilk defa olarak yazdığım, “insan beyninin çeşitli burçlardan ve güneş sistemimizdeki planetlerden gelen kozmik ışınlarla programlandığı” konusu, nihâyet bilim dünyası tarafından ispatlandı!.

Evet, yukarıda eli kalemli bir tanrı, beyinleri eline alıp, KADER yazmıyor kıvrımlar üzerine!…

Gökte tanrı var” kavramından kurtulamayanların; İSLÂM DİNİ’NDE anlatılan SİSTEMİ OKUYABİLMELERİ imkânsız!.

Onlar belki, mukallit Müslümanlar olarak yürümeye mahkûmlar…

14 sene evvel açıklayıp yazdıklarımı, ilim dünyası nasıl tasdik etmeye başlıyor, görelim:

ENGİN ARDIÇ yazıyor 11 Nisan 1999 Pazar günkü STAR Gazetesinde:

“…Elektronik mühendisi ve yazar Maurice Cotterell, dünyanın çevresini atmosfer gibi saran radyasyon kuşaklarını incelerken pirelenmiş... 1957 yılında NASA'da çalışan bilim adamı James Van Allen tarafından keşfedilen ve onun adıyla anılan bu kuşakların, güneşten gelen radyasyonu süzdüğünü ve dünyaya gönderdiğini, güneşin yıl boyunca 12 çeşit ışın gönderdiğini ve bunların da 12 çeşit çekim alanı yarattığını görmüş. (Bu manyetik alanları keşfeden de Profesör Iain Nicolson.)

12... Cotterell'in zihninde ampul yanmış: Yahu, burçlar da toplam 12 adet değil mi? 12 aya 12 burç, 12 ayrı manyetik alan! Bunda bir iş var!

Aramış taramış, eline Oakland Üniversitesi'nden Profesör A.Lieboff'un bir incelemesi geçmiş. Profesör Lieboff, tüp bebekler üzerinde yaptığı bir araştırmada, laboratuarındaki ışık düzenlemesinin, tüplerde büyümekte olan ceninlerin hücrelerini etkilediğini söyleyerek ilgilileri uyarıyormuş...

Maurice Cotterell, bu verilerden yola çıkarak, 12 ayrı çeşit güneş ışınımının cenin kromozomlarında 12 ayrı çeşit mutasyona yol açtığını (cenin ister tüpte ister ana rahminde olsun), bunun sonucu da ortaya 12 ayrı çeşit insan tipi çıktığını söylüyor.

Aha size burçlar!

Verileri bilgisayara yüklemiş. Belli ışınımların dalga boyları ve buna 'tekâbül eden' güneş lekeleriyle insanların belli davranış biçimleri ve doğum tarihleri arasında 'korelasyon' aramış. Bilgisayar buluşu doğrulamış. Güneşteki lekelerin (yâni radyasyon patlamalarının) belli bir şekil aldığı dönemde giriştiyse ananız babanız sizi yapma işlemine, belli bir karaktere sahip oluyorsunuz…. “

İşte böyle!…

Bu gelişme, bu ilmin saklı olduğu şatonun, kapısının aralanması!…

Kapı önümüzdeki yıllarda daha da açılacak ve içeri girildiğinde, bu konuda da, yazdıklarımızın tümünün doğruluğu tasdik edilecek!… “Ahmed Hulûsi bunu çok yıllar önce yazmıştı!” denecek…

Şu an için önemli olan, beyindeki genetik dizinin, burçlardan gelen kozmik ışınımların güneşten yansımasıyla, genlerde bir tür mutasyon oluşturduğunun tesbit edilmiş olması!… 

Daha sonraki aşamalarda, olayın bu kadarla kalmadığı; Güneş’le beraber, Güneş sistemindeki tüm planetlerin de bu yansıtmada görev aldığı fark ve tesbit edilecek…

Ayrıca, olayın, yalnızca sperm-yumurta bileşmesi anında değil; 120. Günde; doğum gününde ve dünyaya çıkış dakikasında da çeşitli programlamalara yol açtığı anlaşılacak…

ER, YA DA GEÇ!…

hf

KOZMİK IŞINLAR

BEYİN HÜCRE GENETİĞİNDE “DNA”

VE “RNA” DİZİNLERİNİ ETKİLEYEREK

GENETİK PROGRAMLAMALARA YOL AÇARLAR

Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli "ALLAH" isimlerinin mânâlarını havi "BURÇLAR"ın, yani günümüz deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir!.

Semâdan, yıldızlardan gelen ve "ALLAH" isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol açmaktadır..

İşte bu sebepledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin "OKU"muşlarından olan Muhyiddin A'rabi, "Fütuhat'ı Mekkiye" isimli eserinde;

"Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN İNEN TESIRLERLE meydana gelir." demiştir!.

Ve işte bu sebepledir ki, "EMİR", yani "HÜKÜM", yani, o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir...

hf

İNSANLARI BİRBİRİNDEN AYIRAN ÖZELLİK

FARKLI “BİLGİ GENETİĞİ”NE SAHİP OLMALARIDIR

Şuur ya da yeni ifade şekliyle bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.

Melek ve cin sınıfında âfâka yani dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.

İnsanların hepsinin, temel yapıları, itibariyle sahip oldukları bir kemâlat vardır ki o da beyinleridir. Esasen beyin kâbiliyeti olarak bütün insanlar, bütün özellikleri ortaya çıkartabilecek özelliklere sahiptirler...

Ancak, her biri değişik kozmik tesirlere ya da orijinal ifadesiyle melekî programlamaya mâruz kaldıkları için; ve de farklı bilgi genetiğine sahip oldukları için birbirlerinden ayrılırlar. Ama buna rağmen, neticede hepsi de belirli ilâhî isimler bileşimidirler.

hf

GENETİK KAYITLAR

ANCAK KENDİ ÖZELLİKLERİNİ

ORTAYA ÇIKARABİLECEK KÂBİLİYETTE

BİR DEVRENİN AÇILMASI İLE O BEYİNDEN AÇIĞA ÇIKAR

Beyin, yapısı ve terkibi itibariyle zerrelerden oluşmuştur. Yani hücrelerden, hücrelerin özüne inersek moleküllerden, atomlardan.

Buna işaret babında da "zerre" tâbiri kullanılıyor, en küçük nesne mânâsına. Düşünülebilen en küçük nesne manâsına.

Her zerrenin, zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve efâliyle Hakk’tan gayri bir şey olmaması hasebiyle, "beyin" ismi altında da, zâtıyla sıfatıyla, esmâsı ve efâliyle Hakk’tan gayri bir şey mevcut değildir.  Çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarına karşılık olan beyin devrelerinin açılışı ve faaliyete geçirilişi, ancak beynin ilk oluşum devresi için sözkonusu.

Az önce dedik ki, taş, yıldız, hayvan gibi isimlerin ardında, Hakk'ın varlığından başka bir şey mevcut değildir!.. Bir yıldız ya da takımyıldız, burç dediğimiz sistemler dahi belirli mânâları ihtiva eden yoğunlaşmış kitleler.

Böyle olunca, belirli bir mânâyı hâvi olan kitlelerin yaydığı radyasyon, oluşması devresinde beyinde, kendi yapısına uygun mânâların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu radyasyonlar beyne ulaştığı zaman, kendi anlamı türünden bir çalışma tarzını beyinde meydana getirir. Ve beyinde oluşturduğu mânânın neticesini de biz fiil ya da düşünce şeklinde o birimde müşahede ederiz!..

Evet, beyin temel yapısı itibariyle, aslının, yani varlığının "Hak" oluşu itibariyle, kendisindeki 99 ismin manâsını ortaya çıkarmaya istidatlıdır. Bu 99 ismin manâlarının değişik şiddetlerde ve değişik tertipler halinde ortaya çıkışı birimler arası farkları doğurmaktadır. Bu arada kişiden beş-on, ya da kırk beş ismin ortaya çıkışı gibi anlatımlar, izah sadedinde ve teşbih yolludur.

Esas mânâda her beyinde bu 99 ismin mânâsı ortaya çıkmaktadır. Ancak bu ortaya çıkış değişik kuvvetlerde ve belirli bir terkip halinde oluştuğu için, sayısız farklılıkta insan meydana geliyor.

Bütün bunlar da bahsettiğimiz radyasyonların beyinde meydana getirdiği tesirler ile ve o kişide soyu yolundan oluşan genler vasıtasıyla meydana gelmede.

Bir an genler hususuna işaret edelim. Ana - babadan intikal eden genler, ana - baba ve daha önceki cedlerden alınan tüm kayıtları beyne ulaştırırken; bu kayıtlar, ancak kendi özelliklerini ortaya çıkarabilecek kâbiliyette bir devrenin açılması hâlinde o beyinden dışa vuruyor!..

Açmaya çalışalım bir misâlle.

Ana Koç burcundan bir kafaya, baba Kova burcundan bir kafa yapısına sahip ise, çocuk kafa olarak Kova ise baba özelliklerini, Koç ise ana özelliklerini düşünce planında ortaya koyar. Ya da çocuk diyelim ki bir Oğlak ise, bu defa dede veya nine Oğlağın özelliklerinin, görülmesine vesile olur ki, bu yüzden nineye çekmiş denilir. Ya da halaya çekmiş denilir.

İşte bu durum, genlerle intikal eden bilgilerden çocuğun ancak kendi açılışı istikametinde yararlanabileceğini göstermektedir.

hf

GENLER KANALIYLA GELEN BİLGİLER,

BEYİN BURÇLARDAN UYGUN AÇILIM ALMAMIŞSA

ONLARI KAPALI OLARAK MUHAFAZA EDER

VE SONRAKİLERE DEVREDER

Genetik (irsiyet) diye bir olay var… Genlerin ne olduğunu biliyoruz. Bu yolla gelen ana bilgilerin kişideki rolü nedir?..

Genler kanalıyla gelen tüm bilgiler, şayet o kişinin beyninde kendilerini gösterebilecekleri uygun açıklıklar bulabilirlerse ortaya çıkarlar. Yok eğer o beyin, genleri kanalıyla sahip olduğu bilgileri, ortaya koyabileceği bir biçimde uygun açılım burçlardan almamışsa, onları aynen kapalı olarak muhafaza eder ve kendisinden sonrakilere iletir. Tâ ki genlerdeki bilgilerin ortaya çıkmasına uygun açılımda bir beyin bulana kadar bu böylece devam eder.

hf

CENİN

GENETİK OLARAK ANA PROGRAMLA YÜKLÜDÜR

Esasen, genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin özünden gelen bir melekî etki ile “ruh” adı verilen, “mikrodalga” diyebileceğimiz “ölümötesi bedeni”ni üretmeğe ve tüm zihinsel fonksiyonlarını bu bedene yüklemeğe başlar.

Biyolojik beden ölüm olayıyla kullanılmaz hâle gelince de artık ruh bedenle berzah âleminde kıyâmete kadar yaşar.. Yeniden bedenlenerek dünyaya geri gelme, tenasuh=reenkarnasyon kesinlikle sözkonusu olmaksızın.

Zaten farkedileceği üzere, ruh dışarıdan gelip cenine girmemiştir ki, çıktıktan sonra tekrar başka bir bedene girsin!. Böyle bir sistem mevcut değildir, hiç bir varlık için!. Bu tamamen HİNDU inancına dayalı görüştür.

Dünyadan önceki ruhlar alemi görüşüne mesnet edilmek istenen yukarıdaki âyeti dikkatle okursak, görürüz ki, "Âdemoğullarından, bellerinden" sözedilmektedir.. Bu ise dünya yaşamına ait bir olaydır.. Ruhlar Âlemiyle hiç alâkası olmayan bir konudur..

“Allahû Teâlâ’nın gerek meleklerle konuşması”, gerek buradaki hitaplaşması ve dahi gerekse ölüm sonrasında meydana gelecek tüm konuşmalar hep temsil yollu, benzetme yollu açıklamalardır!.

"İnsanın, meleklerin ve tüm varlığın hakikatı olan Allah"ın elbette ki dışarıdan öte bir varlıkmış gibi hitabı asla sözkonusu olamaz!.

"Nasût-melekût-ceberût-lahût" anlayışında varlığın özünden gelen bir şekilde "Zâhir Allah" müşahedesi de bunu ispat etmektedir.

Kısacası, Ruhların, bezmi elestte, bedenlerden önce topluca yaratılmaları ve sonra peyderpey dünyaya gelerek bedenlere girmeleri; ve hatta bedenden ayrıldıktan sonra yeniden dünyaya geri gelerek bir bedenle yaşamaları hikâyesi tamamiyle yanlış anlama sonucu meydana gelen uydurmadır!.

İmam Gazali de "Ravzatüt Tâlibin" isimli eserinde şöyle diyor:

"Çünkü Râsûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ruhu da anneleri tarafından dünyaya getirilmelerinden önce mevcut ve yaratılmış değildi...."

Bu konuda bizim dediklerimizi tamamiyle doğrulayan diğer bilgileri arzu edenler son devrin en kapsamlı Kur`ân tefsiri olan Elmalılı Hamdi Yazır’ın "Hak Dini Kurân Dili" isimli tefsirinin 4. cildinin 2324. sayfasından itibaren bulabilirler... Ayrıca çağdaş müfessirlerden Sayın Süleyman Ateş`in "Yüce Kur`anın Çağdaş Tefsiri" isimli eserinin 3. cildinin 412. sayfasından itibaren bu konuda bilgi alabilirler..

hf

CENİN,

BABASININ GENİNDEN, “ANA PROGRAM”I

 (“RABBİNİ BİLME YETİSİ”Nİ -İSLÂM FITRATININ BİLGİSİNİ)

ALMIŞ OLARAK DÜNYAYA GELİR

"Allah, insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz menideki sperm hâlinde iken babasının geninden İslâm fıtratının programını almış olarak dünyaya gelir; daha sonraki aşamalardan da geçerek…

"Onların bellerinden zürriyetlerini alır" ifadesi kişiye genetik olarak intikal eden İslâm fıtratının billgisinin sperm hâlindeki varlığına işaret eder ve bunu vurgular.

hf

CENİNİN 120. GÜNDE, GENETİK VERİ TABANINI

DEĞERLENDİRMEYE BAŞLAMASIYLA

PROGRAMININ DOĞRULTUSU DA BELİRLENMİŞ OLUR

Sperm ile yumurtanın rahimde birleşmesinin 120. gününde cenin, bazı kozmik ışınların etkisiyle, “meleğin ruhu nefhetmesi” diye tarif edilen bir biçimde, dalga üretimine başlar.

Beynin çekirdeği durumunda olan bu yapı, genetik veri tabanını değerlendirmesine vesile olan ilk temel kozmik tesirleri alarak ön programa kavuşur ki; böylece onun “şakilesi” yani “programının doğrultusu” belirlenmiş olur..

hf

GENETİK PROGRAMLAMA

(“TÂLİM”)

"Tâlim" kelimesinin bugünkü dilimizdeki anlamı ise "programlama" demektir.

hf

 “RAHMAN'IN KUR'ÂN'I TÂLİMİ”

“İSLÂM FITRATI”

(ANA PROGRAM)

(RABBİNİ BİLME YETİSİ),

BİRİME GENETİK OLARAK İNTİKAL ETMİŞTİR

A`raf Sûresinin 172. âyetinde şöyle bir anlatım var:

"RABBİN, ÂDEMOĞULLARINDAN, ONLARIN BELLERİNDEN ZÜRRİYETLERİNİ ALMIŞ VE ONLARI KENDİLERİNE ŞÂHİT TUTMUŞTU;

-BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM (ELESTÜ BİRABBİKÜM)? DİYE.

-EVET, ŞÂHİDİZ (KÂLÛ BELÂ)!.. DEDİLER.

KIYÂMET GÜNÜ, "BİZ BUNDAN HABERSİZDİK" DEMEYESİNİZ!"

Bu âyeti kerimenin anlamı, âyetin esas vurgulamak istediği gerçeğin farkedilememesi yüzünden, saptırılarak tamamen alâkasız yorumlar ortaya çıkartılmış ve insanlarda çok önemli bir konuda yanlış anlamalara yol açılmıştır.

Bu yanlış anlama da şudur:

Allah, Dünyaya gelecek ne kadar insan varsa, onların bedenlerinden evvel, başka bir mekânda ruhlarını yaratmıştır... Ve onlara orada sormuştur, "ben sizin rabbiniz değil miyim -elestü birabbiküm-" diye.. O insan ruhları da cevap vermişler, "evet buna şâhidiz -kâlû belâ-" şeklinde..

Bu yanlış anlayıştan sonra da "ELEST BEZMİ" diye ikinci bir asılsız kanaat oluşmuştur konu hakkında derinliğine bilgisi olmayanlarda...

Güya, o ruhlar âleminde tanışıp ülfet edenler, burada da tanışırmış; orada tanışmamış olanlar da burada birbirleriyle görüşemezlermiş!..

Ve daha bu asılsız görüşe dayalı olarak uydurulmuş sayısız hikayeler!..

Önce işin aslını özetleyelim; sonra da bu husustaki delillerimizi belirtelim.

Âyetin işaret etmek istediği mânâ Allahûâlem şudur:

"Allah insanı İslâm fıtratı üzere yaratmıştır" hükmü üzere, her insan henüz sperm halinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden İslâm fıtratının programını alarak dünyaya gelir.

"Onların bellerinden zürriyetlerini almış" ifadesi genetik olarak intikal eden İslâm fıtratının sperm halindeki mevcudiyetinden sözeder.

Yani, sperm halindeyken insan, -bellerinden, zürriyet alındığında-, fıtrat olarak rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır.. Bu sebeple de "kâlû bela"-Rabbimin varlığına şehâdet ederim” diyebilen bir ana programa sahiptir.

hf

HEPİMİZ

 “YARATILIŞ YASALARI(“SÜNNETULLAH”) SONUCU

VAROLMUŞ VARLIKLARIZ

Şimdi “Allah” adıyla işaret edilenin evreni ve dünyayı yaratışı hakkındaki bilgilerimizi hatırlayalım..

Evren aslı itibariyle tekil bir enerji yumağıdır!.

Algılayabildiğimiz sebep-sonuç ilişkisi kadarı ile de bu enerji yumağının özünde “bilinç” diye isimlendirdiğimiz sistematik bir oluşturma(var etme) mekanizmasının var olduğu mutlak gerçektir.

Buna kimi “doğa kanunu” adını takar kimi de “yaratılış yasaları” veya “Sünnetullah” der... Sonuçta hepimiz bu yasalara tâbi ve bu yasaların sonucu olarak varolmuş varlıklarız!

Bedenimiz ve beynimiz her an bu yasalara göre faaliyet gösterip kendindekileri açığa çıkartır.

Yıllar önce bedende organlara hayat ulaştıran kandan söz ediliyordu. Sonra hücreler keşfedildi. Sonra hücre kimyası fark edildi. Şimdi ise insandaki özellikleri meydana getiren genler.

Bugün bilinen gerçek şudur ki, beyin, genlerin ve biokimyasının sonucu olarak faaliyetini sürdürmektedir.

Bizde açığa çıkan her şey “Allah” sistemine tâbi bu yaratılış yasaları istikametinde oluşmaktadır. Aşk veya diğer duygular esas olarak nasıl biokimyasal reaksiyonlar sonucu meydana geliyorsa, aynı şekilde inanç ve düşüncelerimizin de gene bu genetik özelliklere göre şekillenmesinden daha tabii bir şey olamaz!. İşte bu sebepledir ki biz 1998 yılında yazdığımız yazıda “iman geni” olması gerekliliğini vurguladık. Ne var ki henüz bunun tespiti mümkün olmamıştır. Bu bizim bir düşüncemizdir.

Bu düşüncenin kaynağı ise Rasulullah a.s.ın, kişinin cennetlik veya cehennemlik olduğu ana rahminde 120. günde sabitlenir, anlamındaki açıklamasıdır. Bu durum daha sonra da değişmez!. İşte bu oluşum, kanaatime göre konuyla ilgili bir veya birkaç genin devreye girip girmemesiyle ilgilidir. Allah sisteminde dünyada oluşan her olay bir mucizedir görene!.

Bir diğer bakış açısı ile ise...

Dini anlatımla, “Allah” isimlerinin işaret ettiği özelliklerle âlemler ve içindekiler meydana gelmiştir. Her birim “Allah” isimlerinin işaret ettiği özelliklerle meydana gelmiştir.

Yani karaciğer nasıl bir yaratılış gereği bu isimlerin bir anlamının açığa çıkması ise, genler de aynı şekilde yaratış amacına uygun olarak işlev görmektedir “Allah” isimlerinin işaret ettiği özelliklerle!.

Sonuç olarak şunu vurgulayalım ki...

“Allah” adıyla işaret edilen indinde tek bir Din-Sistem mevcuttur. Bu sistem yaratış yasalarına uygun olarak kendi bünyesinde gerekenleri, Allah isimlerinin işaret ettiği manalarla oluşturmakta ve böylece madde dünyası olarak algıladığımız her şey meydana gelmektedir. İsimler perdesinden kurtulup objeleri değerlendirmek ve sistemin işleyiş mekanizmasını  kavramak hepimize kolaylaşmış ola.

hf

“SİSTEM OLUŞTURUCU”

( MUTLAK KANUN KOYUCU)

(ZÂT)

HERŞEYİ KADERİYLE (O SÛRETİN ŞARTLARI İÇİNDE)

HALK ETMİŞ VE VAREDİŞ GAYESİNİ(TASARIMINI)

ONA KOLAYLAŞTIRMIŞTIR

Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri ortaya koyma yoluna gitmiştir.

Varlık, orijininde, zâtı itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.

İş bu yüzdendir ki, "İlâhi kanunlar" denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:

"Velen tecide lisünnetallahi tebdilâ."

"Allah`ın varediş sisteminde, kanunlarında, asla değişiklik olmaz!" (48/23 )

âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!.

"Doğa kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0 mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.

Yani, bir diğer anlatım ile;

Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet âlemi veya sebepler âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.

Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.

İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:

" Biz her şeyi kaderiyle halkettik". (Kamer 49)

 âyetinde vurgulanmıştır.

Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullah tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Herkes ne için yaratıldıysa ona o kolaylaştırılır!."

Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!.

Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, "bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır." deyip; orada bir irade-i cüz`ün olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i cüz denen şey, gerçekte, irade-i Küll`ün tâ kendisidir.

Külli programın, o birimden ortaya çıkması hâlinde aldığı isim "irade-i cüz"dür.

hf

TÜM VARLIK

“MUHAMMED’İN HAKİKATİ” İÇİN

(AKL-I EVVEL İÇİN)

TASARLANMIŞTIR

Dünya ve içinde var olan her şey, insan için bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir...

Bütün bu varlık, "Hakikat-ı Muhammediye" denilen, Hazreti "Muhammed`in hakikatı" denilen, kendini seyreden "Akl-ı Evvel" için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır.

hf

ALLAH, ÖNCE

“KÂİNATIN VAROLUŞUNDAKİ ANA MÂN”YI

(HZ. MUHAMMED’İN RUHUNU) YARATMIŞTIR

Bu anlattığım Ruhun beyinden meydana gelişi, ruhun beyinden meydana gelişi ve “alâk”tan meydana gelişi “Hz..Muhammed Neyi Okudu”  isimli eserimizde var ayrıca merhum Elmalılı Hamdi Yazırr’n Kur’ân tefsirinin 4 cü cildinin 2324 cü sayfasında bu anlattıklarımızın doğrıuluğunu  teyid eden bilgileri bulabilirsiniz..  Kezâ sayın değerli Süleyman Ateş’in  “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefisiri” isimli eserinin 3 cü cildinin 412.ci sayfasına da bu konu için bakabilirsiniz. İmamı Gazali "Ravzatüt Tâlibin" isimli eserinde bu konu ile ilgili şöyle der.

 Rasûlullah efendimizin ruhu da anneleri tarafından dünyaya getirilmeden önce mevcut ve yaratılmış değildi.

 Şimdi burada duralım…

 “Rasûlullah efendimizin ruhu” diye bahsedilen şey, bu bedenden meydana gelen ve bu bedenin devamı olan, boyutuna göre  bir tür fiziksel olan ruh beden…

 Rasûlullah efendimizin ruhunun  kendisinden ve evrenin varoluşundan önce varolmasından önce varolmasının anlamı Hz Rasûlullah’ta açığa çıkan ana mânâ demektir bu ana mânâ, işte bütün bu varlığı  meydana getiren “RUH” adlı melekte mevcut olan İLİM demektir.

 Bu ilmin bireyselliğe dönüşerek Hz Muhammed’den açığa çıkması ve Hz. Muhammed’in ebedi yaşamını meydana  ettirecek bedenini oluşturması yine “RUH” adıyla anlır.

 Yani “RUH” bir birimin ölümden sonraki yaşamını devam ettiren bedeni anlamına gelir; bir de, bir şeyin anlamı-mânâsı anlamına gelir.

 İşte, ”ilk Hz. Muhammed’in ruhunu Allah yaratmıştır” demek, bu “Kâinatın varoluşundaki ana mânânın oluşturulması” demektir.

hf

O “NOKTA”

(HAKİKAT-İ  MUHAMMEDİYE)

ŞUURLU BİR ÇEKİRDEKTİR

VE “O”NUN İLİM MERTEBESİNDE İLMÎ AÇILIMI İLE

“MELEKÛT ÂLEMİ” MEYDANA GELMİŞTİR

İsmi “ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “HU” yani sadece “O” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).

HU”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!

O “nokta”, “HU” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.

Algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “NOKTA”nın varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.

Bu “nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt enerji okyanusu”dur. Burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.

Buraya kadar açıklanan durum, Hazreti ÂLİ’nin “bu AN o AN’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.

İşte bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki Allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği algılamaları, “GÖRESELLİĞİ” ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).

hf

RABBİNİN VARLIĞINA ŞEHÂDET EDEBİLEN BİR  

 “ANA PROGRAM”LA YARATILAN “İNSAN”IN

DÜNYADAKİ GÖREVİ,

BU “İSLÂM FITRATI PROGRAMI”NA UYGUN YAŞAMAKTIR

“Fıtrat Dini”, yaratılış programına kayıtsız şartsız uyum zorunluluğudur!

hf

İşte bu sebeple Adem ve O‘nun nesli olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm fıtratı üzere Dünya‘ya getirilmesi”dir

“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”

Yani, “insan”, Allah‘a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah‘ın isimlerinin mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”...  Ama neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir... Eğer “fıtrat” konusunu “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabından okumamışsanız, mutlaka okumanızı tavsiye ederim..

İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır... Bilse de bilmese de, idrâk etse de etmese de, gereğini yaşasa da yaşayamasa da...

hf

EVRENDE UYGULANMIŞ “İŞLETİM SİSTEMİ”NİN UYGULANARAK

“İNSAN”IN YARATILMASI

(“BEYAN’IN TÂLİMİ”)

MİKRO ÂLEM OLAN “İNSAN”,

EVRENDE UYGULANMIŞ OLAN İŞLETİM SİSTEMİ

AYNEN UYGULANMAK SURETİYLE

(“BEYÂNIN TÂLİMİYLE)YARATILMIŞTIR

Rahman, Kur’ân’ı tâlim etmiştir!. Bu tâlim işlemi, bir sistem ve düzen ile tüm evren içre evrenlerin meydana gelişini oluşturmuştur!.

Buradaki anlamıyla “Kur’ân”, Zâtın, sıfat ve esmâsıyla kesret (çokluk) âlemine tenezzülü; bu sûretle algılanan ve algılanamayan her şeyin, elbette ki “cin” (tüm görünmez varlıklar) ve insanlığın oluşumunu sağlamasının genel adıdır.

Evrenlerde, her zerrede, her an, ismi “Allah” olanın, ilmi değişik isimler altında açığa çıkmakta; bu açığa çıkış ile de, irade sıfatı kudrete dönüşerek her an yeni bir birimi yaratmaktadır!.

Genetik kodları her ne kadar maymunun gelişmişi olan “insansı” ile büyük bir benzerlik gösterse de; ister mutasyon deyin ister melekî etki, neticede ilmi ilâhi sonucu yoktan var edilmiş, yokken var edilmiş bir tür olarak yeryüzünde “insan” meydana gelmiştir!.

Bu meydana geliş dahi “BEYÂN” sonucu oluşmuştur!.

Beyân”, varlığını oluşturan programın, “işletim sisteminin” adıdır, tanımlamasıdır!. “Beyânın talimi” demek, evrende uygulanmış olan işletim sisteminin aynen uygulanarak insanın yaratılması demektir... Ki bu da doğal olarak “Sünnetullah”ın sonucudur!.

Bu oluşum makrodaki programın aynen mikroya uygulanması suretiyle oluşmuştur!

Bu yüzden, “zerre küllün aynasıdır” denmiştir!.

Bu yüzden, evren makro, insan mikro olarak tanımlanmıştır.

Biz de buna “beyin mikrokozmostur” diyerek işaret etmiştik uzun yıllar önce.

Evrenler, tüm derinliği, boyutsallığı ile, nasıl, ismi Allah olanın, sıfat ve esmasının, mertebeler ve terkipler halinde açığa çıkışı ise, aynı şekilde, talim edilmiş olan, yani bir programla oluşturulmuş insan da, o mertebeleri bünyesinde barındıran mikro âlemdir.

Şahı Velâyet Hazreti Âli,sen kendini küçük âlem sanırsın, oysa âlemi Kebîr sensin” diyerek bu gerçeğe 1400 yıl önce dikkat çekmiştir!.

Ne yazık ki, her şey hep mecazlar, benzetmeler, misâllerle anlatıldığı için, işin gerçeği hep örtülü kalmıştır!.

Kur’ân ve insan ikiz kardeştir” uyarısının arkasında da burada anlatmaya çalıştığım işte bu gerçek yatmaktadır.

Rahman Kur’ân’ı tâlim etti” âyetindeki “Kur’ân” isminin anlatmak istediği kavram ile, bugün elimizdeki “mukaddes kitap”tan algıladığımız mânâ, aynı kavram değildir.

Bu âyette geçen “Kur’ân”, ismi Allah olanın, evreni, yani orijin “ANA KİTABI” oluşturmuş olduğu sistem ve düzenin, oluşum ve işletim programlamasıdır. Bu oluşumun adıdır Kur’an!. İnsan dahi aynı sistem ve düzenle var olduğu için de, evrenin mikrosu ya da ikiz kardeşi olarak tanımlanmıştır, ve ona gelen Kitap da aynı isimle isimlendirilmiştir!.

Rasûlullah aleyhisselâmın evrensel sistemi “OKU”ması (IKRA) ise, Kur’ân’ın kendisine inzâli olarak anlatılmıştır!. “Kur’ân bir defada inzâl oldu” gerçeği bu durumu anlatır.

Bu “OKU”manın vahiylerle tafsil yollu topluma nakliyle de bildiğimiz “Kur’ân” oluşmuştur. Kur’ân, bilgidir! Kağıt veya deri veya sayfa değil!.

İnsan, taklitten, ezber ve şartlanma yollu edindiği bilinçsiz bilgiden arınıp; hakikatini sorgulayıp, elde ettiklerini değerlendirebilirse, kendisine “Allah ahlâkıyla ahlâklanma” yolu açılır.

hf

RİCAL-İ GAYB

(GÖREVLİ ALLAH VELİLERİ)

(MÂNEVİ YÖNETİCİLER ORDUSU)

İdare mekanizması, dediğimiz "Ricâl-i Gayb", yani görevli kişilere gelince...

"Ricâl-i Gayb"; dünyadaki toplumların idaresiyle görevli gizli Allah velileri...

 Bu Evliyaullahın belli rütbeleri vardır. Kendi aralarında mertebeleri vardır...

Zamanın "Gavs"ı vardır. Bu Gavs`ın iki görevli yardımcısı vardır. "Kutbul Aktâb" ve "Kutbul İrşad".

Bunlardan sonra, varlıktaki dört ana yapıda tasarruf eden 4`ler, Dört Kutub, "Aktâbı Erbaa" vardır.

Ondan sonra, 7`ler vardır.

Ondan sonra 12`ler, 40`lar, 300`ler var ki, bunlar 313 kişidirler, 300`ler diye geçer. Sonra 700`ler, ondan sonra 1200`ler ve ondan sonra da 124.000 kişilik umumi bir görevli ordusu vardır ki buna "mânevi yöneticiler" ordusu denilir.

hf

Dünyadaki toplumların idaresiyle görevli gizli Allah velileri.

Mânevî görevliler diye bilinen “ricâl-i gayb” iki guruptur;

 

A - Karar organı

B - İcra organı

“Divân-ı Kebir”in tabîi başkanı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Onun gelmediği toplantılarda ise, şayet var ise o devrin “İnsan-ı Kâmil”i, yoksa zamanın “Gavs”ı başkanlık görevini ifa eder.

“İnsan-ı Kâmil” her asırda bulunmaz. “Gavs” ise her asırda vardır ve kıyâmete kadar sürekli, bir kişi, o görevi ifa eder.

“İnsan-ı Kâmil” rütbesi, en üsttür ve birkaç asırda bir o rütbeye nail kılınmış kişi gelir yeryüzüne.

Müceddid-i zaman” yüzyılda bir gelir. Dinin, o günün insanlarının anlayışına göre yenilenmesi görevini ifa eder. O da divân ehlindendir. Son müceddid de “MEHDΔ lâkabıyla bilinen Zât-ı kirâmdır. Aynı zamanda “İnsan-ı Kâmil”dir Mehdî!.

Gavs, hem Rasûlullah Aleyhis-selâm katılmadığı zamanlarda divân başkanlığı yapar, hem de icra organının başıdır.

Kutb-ül İrşâd tamamiyle, çeşitli burçlardan, bilinen ve bilinmeyen sayısız yıldızlardan gelen tesirler üzerinde görev yaparak, bunlardaki sayısız mânâların gereğinin yeryüzünde mevcûd insanlar ve cinler üzerinde açığa çıkması hususunda çalışır.

Kutb-ül Aktâb ise, Gavs’tan çıkan emirleri çeşitli ilgili mercilere dağıtır. Divâna katılan Cin’lerin evliyâsı dahi emirleri Kutb-ül Aktâb’dan alırlar.

İcra Organı ise bir tür ricâli gayb ordusudur.

Divân’ın kararlarının tatbikiyle görevlidirler.

Bu ordunun Başkumandanı “Gavs”ı zamandır. Tâbiri câiz ise genelkurmay başkanı durumunda olan “Kutb-ül Aktâb”dır!.

RİCALİ GAYB denilen yüksek mânevi güç sahibi kişiler, "irşad kutupları" dahi çoğunlukla, yeryüzüne çeşitli ilimleri, güçlü beyin dalgaları ile yayarlar... Ve bu yayınları almaya istidatlı beyinler tarafından bu dalgalar alınarak değerlendirilir...

Belirli konuların dünya üzerinde, hem de birbirinden habersiz kişiler tarafından algılanarak yürürlüğe konulması; hep bu şekilde güçlü yönetici beyinlerin yaptıkları yayınlardan ileri gelmektedir... Hattâ çeşitli modalar bile dünya üzerine hep bu şekilde yayılmaktadır, diyebiliriz... Bu hususlar, değerli âlim ve ârif Muhyiddin A`rabi tarafından "Fütuhatı Mekkiye" isimli eserinde benzetme yollu anlatımla kısmen açıklanmıştır... İsteyenler o esere bakabilirler.

hf

ALLAH

O GÖREVLİ VELİLERDE TECELLİ ETMEK SURETİYLE,

BU ÂLEMDE, İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ BOYUTTA

TASARRUF EDER

Bu zevâtı da, dışarıdan kimse tanıyıp bilemez! Bunlar gizli kişilerdir.. Bunların görevleri konusuna ileride değineceğim bir miktar...

…..

Evet, bu mânevi görevliler, bütün bu oluşta, tasarrufa sahip olan kişilerdir.

Olayı, sakın "Yukarıda bir tanrı var. O`ndan bilmem kimlere mesaj geliyor da, onlar da diğerlerine iletiyorlar." şeklinde anlamayalım...

"Allah`ın Ehadiyet"ni, "İhlâs" sûresini izah ederken;

Yukarıda bir tanrı yok, dedik! O, tüm varlığın özünde!

Cenâb-ı Hak, varlık üzerindeki tasarrufunu, bu âlemde melekler ve özlerinde olduğu bu veliler vasıtasıyla tatbik eder!

Burayı çok iyi anlamak lâzım.

"Allah böyle diledi, böyle yaptı, böyle tasarruf etti" dediğin zaman, yukarıdaki bir tanrı oradan buraya yönelik olarak böyle tasarrufta bulunmuyor!

O, Veli dediğin, "Rical-i Gayb" dediğin, gizli, görevli kişilerin; kişiliği ortadan kalkmış, benlikleri yok olmuştur... Ve onların varlığında tasarruf eden Hakk`ın tasarrufudur bu!

Aklı bu olayı alamayanlar sorar... Hakk`kın direkt olarak gücü yetmiyormu ki, o veliler yani ricali gayb aracılığıyla tasarruf etsin? Hakk`ın gücü yetmiyormu ki melekler aracılığıyla tasarruf etsin!?

Melekler aracılığıyla tasarruf eder ve bu Allah için bir noksanlık oluşturmaz da insanlar aracılığıyla neden tasarruf edemez?

Evet Allah, o görevli velilerde tecelli etmek suretiyle bu âlemde, içinde yaşadığımız bu boyutta tasarruf eder!

Ancak, burada anlattığımız olay, Dünya ve güneş sistemi için geçerli olan bir olay!

Bunun dışındaki sayısız sistemlerde, sayısız varlıklar var. Ve o sistemlerde öyle varlıklar var ki, bunlar insanlardan da üstün! Burayı gözden kaçırmayalım!

İnsan, bu sistem içindeki en mükemmel varlıktır! Yoksa, sadece, bizim Samanyolu dediğimiz Galaksimizde 400 milyar yıldız var. Bunların her birinde de kendine has hayat sistemleri var. Onlara, sadece, "Melekler" deyip geçmiş, detayına girmemişiz...

Dua edelim ki, Allah bize de nasip etsin o arınmayı; o âlemlere geçmeyi, o âlemleri değerlendirebilmeyi kolaylaştırsın!

hf

MÂNEVİ GÖREVLİLERİN VARLIĞI

HAKK'IN TAKDİRİNİN VE KUDRETİNİN

AÇIĞA ÇIKMASIDIR

İşte bu görevli olan Zâtlar, gerek bu meleklerden, gerekse cinlerden bir kısmını görevleri icâbı kullanabilirler.

Bazı işler vardır, bilfiil kendileri tatbik ederler, yaparlar...

Bazı işler de vardır ki, onları görevli meleklere veya cinlere yaptırtırlar!

Bu, görevli Evliyaullah dediğimiz zevat, her ayın 14`ünü, 15`ine bağlayan (gökteki ayın) gece toplantı yaparlar.

Buna "DİVAN" toplantısı denilir...

Toplantılarda, dünyanın gidişatı hakkında, çeşitli ülkelerin durumu hakkında, tabii âfetler, doğal olaylar hakkında vs. belli kararlar alırlar.

Bu kararların uygulanması da, o bölgelerin sorumlularına verilir. O bölgelerin sorumluları da, emirlerindeki melekler veya cinleri kullanarak kararları yürürlüğe sokarlar. Bunlar, "DİVAN"da alınan kararları uygulayan görevli veliler "Ricâl-i Gayb" ordusudur.

Diyelim ki...

"DİVAN"da bir karar alınmıştır yıllar önce; Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaş çıkacaktır! Bunun sebebi de Egedeki adaların kıta sahanlığı meselesidir.. Bu savaşın sonucu Yunan için hüsran olacak; Türkiye, Yunanistan`ın sebebiyet verdiği bu savaş sonunda hem batı trakya`yı hem de adaları harp tazminatı olarak ele geçirecektir... Ya da, Avrupa şımaracak, Türkiye`yi dışlayacak, daha sonra da Rusya tarafından perişan edilecek; Amerika Rusya karşısında acze düşecektir... gibisinden... Yani, meselâ dedik!

Meselâ, o bölgenin sorumlusu, tuttu diyelim ki, Peron`u etkiledi... Arjantin`de bir karar aldı. O kararın neticesinde de bir takım olaylar cereyan etti.... Veyahut da diyelim ki; Amerika`da bir an Reagan`ı etkiledi, o bir anlık etkilenmeyle, bir karara vardı, imzayı attı. O bir imza, bir karar zaten bütün olayların temel kaynak noktasıdır.

İşte "DİVAN"ın 20-30 yıl öncesinden aldığı bir takım kararlar, görevli veliler tarafından ilgili birimler harekete geçirilmek suretiyle uygulamaya konur... Olayların o kararlar istikametinde gelişmesi oluşturulur... Ve nihayet şartlar tam olgunlaştığında olaylar patlak verir!

Biz dışarıdan baktığımızda, sanırız ki bir anda bu olaylar patladı! Oysa o olayların kökeni çok yıllar öncesine dayanır.. Ve işte bahsettiğimiz "Ricâl-i Gayb" denen zevâtın, Hakk`ın takdirini tahakkuk ettirmesi olayı da böylece gerçekleşir!

Tabii, bunların dışarıdan anlaşılması mümkün değildir..

Nitekim bir açıklama da vardır bu konuda... Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah bir olayı takdir etmişse, o an`da kişinin aklını başından alır, kişi fiili işler; sonra da o kişinin aklını ona iade eder.

Bu defa o kişi; "tûh... ben ne yaptım da bu kararı aldım, nasıl oldu da bu fiili işledim" der, pişman olur. Behemahal Allah`ın takdiri yerine gelir!" ...

Şimdi, burada dikkat edin!

"Behemahal Allah`ın takdiri yerine gelir!"

"Allah takdir etti..." gibi konularda, olayı, yukarıda ötedeki bir tanrının, buraya müdahalesi şeklinde sakın düşünmeyin!

Bu işler, bu mânevi görevlilerin varlığı ile, Hakk`ın takdirinin ve kudretinin ortaya çıkması olayıdır!

Ama, dediğim gibi, hiç birimiz bilemeyiz yarın neler getirir; mümkün değil!

Ben burada bir olayı, bir sistemi, çalışan mekânizmayı, bir düzeni anlatmak sadedinde izah ediyorum bunları..

hf

İNSANLIĞA KARŞILIKSIZ HÎBE EDİLMİŞ

BİR BİLGİ VE İŞLETİM SİSTEMİ

TÜM İNSANLIĞIN

"DİN"(SİSTEM") ANLAYIŞINDAKİ YANLIŞLARI DÜZELTEN,

YAŞAMINI VE DÜŞÜNSEL DEĞERLERİNİ YENİLEYEN

"YENİLEYİCİ"LER

DİN” olgusunun ne olduğunu kavrayamamış, “Tanrı Buyruğu” sanan bir kısım müslümanlar, dar, derinliksiz ve şekle dayalı anlayışlarıyla, düşünce dünyasının varoşlarındaki gecekondularında ömür tüketirlerken; hiç farkında değiller Zamanın YENİLEYİCİSİ’nin neler oluşturmakta olduğundan!.

Çok kısa bir şekilde, anlayışıma göre, bu YENİLEYİCİ’nin işlevine değinmek istiyorum ana konumuza girmeden önce müsaadenizle...

Hicrî 1400 - 1410 yılları arasında görevine başlamış olan (İmam Rabbanî, Saidî Nursî veya Kuşadalı’ya göre) Zamanın Yenileyicisi, o tarihten bu yana, her alanda, bugüne kadar eşine rastlanmamış bir yenileme evresine sokmuştur dünyayı..

Bundan önceki yenileyiciler, tıpkı kavimlerine gelmiş nebiler veya rasûller misâli, klâsik din anlayışındaki itikadî (inançsal) yanlışları düzeltme yolunda işlev ortaya koyarken...

Algılayabildiğim kadarıyla...

Bu defa gelmiş olan Yenileyici, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın işlevinin vârisi olarak, tüm insanlığın  yaşamına ve düşünsel değerlerine bir yenileyici olarak görev ifâ etmektedir; gerçek anlamda “DİN” anlayışı yenileyicisi olarak!.

Onun 1980'li yıllardan başlayarak dünya üzerine yaydığı yenileme dalgaları, o frekansı almaya açık beyinler tarafından alınarak, varoluş programlarına (fıtratlarına) göre, çeşitli işlevler şeklinde dünya üzerinde açığa çıkarılmaktadır; büyük çoğunluk veya basîreti yeterli olmayanlar tarafından fark edilemese de... Kimi de olayın bu yönü ile ilgilenmediği için, fark etmemiştir bu işlevi!

İşte bu yenilenme dalgalarını alanların bazıları, gerek Türkiye’de, gerek Amerika’da, gerek Kuzey Afrika veya Doğudaki Müslüman ülkelerde kendilerini “MEHDİ” veya “nezîr” veya “uyarıcı” zannedip, çevrelerine bu imajı bilerek veya bilmeyerek vermişlerdir. Oysa bu kişilerin benim anladığım ve açıkladığım manâda bir “yenileme” ile yakından-uzaktan bir ilgisi yoktur!.

Gerçek yenileyici kişilik, kanaatimizce, günümüz keşif sahibi velilerince dahi bilinmemektedir!. O, işte böylesine bir Allah örtüsü altındadır!. Ancak farkedilebilen, bir kısım işlevleridir!.

Benim için de önemli olan O’nu tanımak değil; O’nun işlevlerini ve neler yapmakta, neler getirmekte olduğunu fark edebilmektir!.

O, anlayabildiğim kadarıyla insanlık âleminde “MUHAMMEDΔ güneşin tüm haşmetiyle görülebilmesi için gereken hizmeti vermekte; O’nun bu yayınını alanların hepsi de, insanları, aradan tüm aracı bulutları dağıtarak, RASÛLULLAH’a ve KUR'ÂN’a yönlendirmeye çalışmaktadırlar.

MUHAMMEDΔ anlayış, en başta insanlarla elindekini KARŞILIKSIZ paylaşmaktır!. Elindekilerden çıkar sağlamak değil!.

İşte “Muhammedî” anlayışı yeryüzüne yayan ve insanlara bu gerçeği fark ettirmeye çalışanlar, ellerindeki değerleri çevreleriyle karşılıksız yaymaya başlarlar hangi inancı kabul etmiş olurlarsa olsunlar, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar!.

hf

“ZAMANIN YENİLEYİCİSİ”NİN

GETİRDİĞİ “BİLGİ VE İŞLETİM SİSTEMİ”,

BİR “ÖRTÜ” ALTINDA İŞLEVİNİ YERİNE GETİRMEKTEDİR

İşte size bir büyük örnek bu konuda:

LINUX !

Okurlarımın dahi büyük çoğunluğunun farkında olmadığı bir olay!.

Size bunu anlatmaya çalışayım dilim döndüğü kadarıyla olayı basite indirgeyerek.

LINUX, bilgisayarlarda kullanılan bir işletim sistemidir... Windows diye bilinen Microsoft’un işletim sistemine alternatif olarak geliştirilmiş bir sistem!.

Windows, atalarınızdan, babalarınızdan kalma sürekli eksikleri bulunarak güncelleştirilen, bir işletim sistemidir!.

LINUX, yaklaşık 20 yıl önce başlayan ve katılanların ilmi ve araştırmalarıyla geliştirilerek topluma (elbette bilgisayar toplumuna) sunulmuş bir işletim sistemidir!.

Windows yalnızca Intel veya AMD platformlarındaki bilgisayarlarda çalışır... Tıpkı, "Kur'ân Kursları" veya "Din Okulları" şartlandırmalı din öğretisi platformlarının sınırlarıyla sınırlı beyinler gibi!

Linux ise platform bağımsızıdır! Apple’dan Amiga’ya, Sun Sparc işlemcili iş istasyonlarından dünyanın en hızlı bilgisayarı olan IBM BlueGene/L’e kadar tüm windows ötesi sistemlerle dahi çalışır. Tıpkı, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu bilgileri değerlendirip, Allah adıyla işaret edilenin sonsuz yaratış âleminde sınır tanımadan gezinip seyr hâlinde olan beyinler gibi!

Windows’ta hiç bir değişiklik yapma hakkınız yoktur!. Yalnızca elinize verileni kullanmak zorundasınız! Paylaşma hakkınız da yoktur! Ya mutlak olarak Windows işletim sistemine tâbi olacaksınız; ya da o alanı terkedeceksiniz!. Ya windows cemâatindensiniz; ya da Windows cemaatinden dışlanmış olarak kendinize yeni bir hayat ortamı seçmek zorundasınız!.

LINUX’ta ise:

Yazılımı kullanan kişi onu her türlü amaç için çalıştırmakta özgürdür. Özgür yazılımlar, kullanıcıları kısıtlamazlar. Yazılımı kullanan kişi, yazılımın nasıl çalıştığını inceleyebilmektedir ve kendi özel ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilmesi için yazılım üzerinde değişiklik yapmakta özgürdür. Kendisi yeterli bilgiye sahip değilse, bunu bir başkasına da yaptırabilir. Yazılımı kullanan kişi, elindeki yazılımı dağıtmakta ve toplum ile paylaşmakta özgürdür. Yazılımını geliştirmekte ve geliştirdiği yeni hâlini toplum ile paylaşmakta özgürdür.

Windows, para ödenerek elde edilen bir sistemdir (cemâatlere, tarikatlara; dinsel kuruluşlara; aydınlatma kurslarına, klüplerine,  vs... gibi.)!

LINUX, insanlığa bağıştır!. İnsanlığa karşılıksız hibe edilmiş bir bilgi, bir işletim sistemidir! Telif hakkı yoktur!. Kimseye para, yardım vs. ödemezsiniz bu sistemi edinmek veya kullanmak için!

Windows’ta kaynak kodları gizlidir!. Kullandığınız sistemin içindeki hangi kodların, sizi farkında olmadan nerelere kopyalayacağını bilemezsiniz!.

Linux’ta, kaynak kodları, her şey açıktır!. Hiç bir yere bağımlı değilsiniz! Bilgisayarınızla, ulaşmak istediğiniz hedefiniz arasına kimse giremez!

Windows’ta işletim sistemini aynen kabullenmek zorundasınız; size verilenler hakkında hiç düşünme sorgulama şansınız yoktur!. Kesin, kayıtsız şartsız tâbi olmak durumundasınız!. Bu konuda artık araştırma ve beyninizi çalıştırmak zorunda değilsiniz!

LINUX’ta ise sorgulama ve düşünme hakkınız vardır! Sürekli düşünüp sorgulamak, araştırmak ve yeni yeni keşifler yapmak şansına sahipsiniz. Buna göre istediğiniz yeni keşifleri yapıp, bunları düşünme, (pardon) uygulama sisteminize ekleme hakkınız vardır. Bunun için kimseye hesap vermek durumunda değilsiniz! Bu konuda tek şart yaptığınız ekleme için telif hakkı istememek ve bunu toplumla karşılıksız paylaşmaktır!.

Windows’ta, onun tâbileri, kullarısınız; onun sisteminde yaşayabilmek için!

LINUX’ta herkes özgürdür; Kendi yolunu kendi çizer ve sonuçlarını da kendi yaşar veya kendi katlanır!

Windows kolay yoldur. Üç-beş tıklamayı öğrendiniz mi, artık hiç düşünmeden aynı işlemleri gözü kapalı taklit ederek, sizi tatmin edecek bir şeyler elde edersiniz!.

LINUX’ta ise, herkes, hep yeniye açık olarak, hep yeni bir şeyler öğrenerek, mevcuda kendindeki güzellikleri katarak; ve dahi bunları karşılıksız olarak çevresiyle paylaşarak yaşar.

Windows, topluma kabul ettirilen şartlanma ve taklit esasına dayalı müslümanlık anlayışı gibidir sanki...

LINUX ise, ferdî, birebir Rasûlullah’ı muhatap gören, Allah ile arasına kimseyi sokmayan; her şeyi kendinde bulup keşfetmeyi öngören; insanları bu yolda sürekli düşünmeye ve sorgulamaya yönlendirerek sistem ve düzeni tanımamızı isteyen Allah Rasûlü ve son nebisi’nin orijinal sistemine dayanır!

Evet...

İşte benim anlayışıma göre, Zamanın Yenileyicisi’nin dünya üzerine getirdiği yeni anlayışın, bilgisayar dünyasında açığa çıkışına bir örnektir bu olay..

Düşünün bu sistem, nasıl böylesine bir örtü altında işlevini yerine getirmektedir. Bugüne kadar varlığından hiç haberdar olmayanların, LINUX adını dahi duymadan onun nimetlerinden faydalananların çokluğunu veya tüm bilgisayar dünyasını windows işletim sisteminden ibaret zannederek; "yenilik" denince de sadece windows'tan görebildiği kadarını izleyebilenlerin kalabalığını düşünün... Oysa, sizin büyük çoğunluğunuz onu bilmiyor olmanıza rağmen, şu satırlar bile size şimdi bir LINUX işletim sistemi üzerinden ulaşmaktadır.

İşte o "örtü"ye de bir misâldir bu olay...

Ömrümüz varsa, o Yenileyici’nin yaydığı dalgalarla, kimbilir daha hangi alanlarda, daha ne yeni anlayış ve değerlendirmeler ile karşılaşacağız; ya da karşılaştık da farkında değiliz!.

Kısacası, “YENİLEYİCİ” anlayışımızı da yenileyip, O değerli Zâtı, din hocası, ya da eli kılıçlı mehdi(!) kisvesinden arındırıp, Hazreti Muhammed aleyhisselâm örneğinde olduğu gibi, evrensel Allah kulu olarak düşünemezsek; dünya üzerindeki tüm toplumlara, konularında, yeni ufuklar açmak işleviyle dünyamıza gönderilmiş biri olduğunu anlayamazsak; düşünsel gecekondumuzda bu dünyaya veda edeceğiz demektir!.

hf

BİRİMDEKİ “SÂBİTLEŞMİŞ PROGRAM”

NASIL DEĞİŞİR; BU DEĞİŞİKLİK

YAŞAMDA NASIL AÇIĞA ÇIKAR?

Levhi mahfûzun hükümleri değişebilir; A’yân-ı sâbîte değişmez!

Niçin değişmez?

Çünkü, beyinde meydana getirdiği tesirler sâbitleşmiştir!..

Sabitleşmiş, tesbit olunmuş artık değişmez hale gelmiştir.

Senin Levhi Mahfûzun değişir.

Levhi mahfûz’unun değişmesi iki mânâda olabilir;

Birinci mânâdaki levhi mahfûzun değişmesi, yıldız tesirlerinin değişmesidir.

İkinci mânâdaki, levhi mahfûzun değişmesi, beyindeki belli değişikliklerin; yeni devrelerin faaliyete girmesiyle, o kişinin aldığı tesirlerin değişmesidir

İki yönlü, levhi mahfûzun değişmesi söz konusudur;

1-Levhi mahfûzun birinci yönünden değişmesi, vazifeli veliler dediğimiz, tasarruf sahibi kişiler tarafındandır. Belli tesirler güçlendirilir veya zayıflatılır veya yönlendirilir, böylece olaylar etkilenir!..

2-İkinci yönünden levhi mahfûzun değişmesi ise, kişinin tabiatını terk yolunda yaptığı fiîllerle, terkîbinin değişmesi; bu da beyindeki belli değişik devrelerin faaliyete geçmesi veya faaliyet hızının durdurulması yoluyla oluşur ve böylece de levhi mahfûzu değişmiş olur.

Âyette;

SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE HER HANGİ BİR MUSİBET GELMEZ Kİ ANCAK BİZ ONU YARATMAZDAN EVVEL, BİR KİTAPTA YAZILMIŞ OLMASIN.’ (Hadîd-22)

Buradaki “size”den kasıt, terkib hükmüyle varolan, “insan” ismiyle anılan izafî varlıktır!..

“İnsan”, ismiyle anılan izâfî varlığın karşılaşacağı olaylar, başına gelecek şeyler; onun tabiatı dolayısıyla “müsibet” diye adlandırdığı nesneler, “levhi mahfûz” adıyla anılan, “İlâhî kitap’da”; yani bizim bu günkü deyişimizle, burçlar, yıldızlar âleminde meydana getirilmiştir.

Bu tesirler, her bir birimin kendi terkibiyeti istikâmetinde onda belli olayları meydana getirecek; bunlar belli kazançlar, hâsılalar veya belli müsîbetler şeklinde ortaya çıkacaktır!.

hf

HÜCREDE GENETİK PROGRAMLAMAYI

(“TÂLİM”İ) MEYDANA GETİREN,

“KALEM”DİR

Programlamanın “Kalem” ile olduğunu vurgulayan âyetteki “Kalem” kelimesi neye işaret ediyor değil mi???

hf

"İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.

İşte bu "TÂLİM ETTİ"!.

-ADEM’E İSİMLERİN TÜMÜNÜ TÂLİM ETMİŞTİR!. (2-31)

Adem'e isimlerin tümünün tâlim edilmesinden murad, hiç şüphesiz ki, Adem’in Allah'ın isimlerinin mazharı olarak ortaya çıkışıdır!.

Ancak ne var ki, bütün bu isimler insanın yapısında bir terkip hâlindedir... Kimi isimlerin mânâları daha güçlü ve kimi isimlerin mânâları da daha zayıf olarak.

hf

“Elleziy allleme bilkalem” ile de… yani “tâlim” denen programlama işleminin “Kalem” ile hücrede uygulandığını anlatılmaktadır bu âyette..  Yani “Kalem”, hücrede bu genetik işlevi meydana getirmektedir.

 “Kalemin mürekkebi” nedir ve kalem nasıl bir yazı yazarak genetik programlamayı oluşturmaktadır, bunu bir düşünün  ciddi olarak…  Acaba nereye çıkıyor olay… Bu düşünülmeye değer bir konudur bence..

 Eğer bunu keşfedersek  bu Kurân’daki mecaz yollu anlatımın deşifresini anlamış oluruz ve bu anlayış da bize Kurân’ı anlamada bambaşka bir pencere açılır.

hf

“YA RABBİ NE YAZAYIM?...

KADERİ YAZ!”

Burada hemen akla şu soru geliyor... "KALEM" nedir?..

"OKU"mak yazıp-çizmeyle alâkalı olamadığına göre, yazan "KALEM" acaba neydi?

Meşhur müfessir Fahreddin Razi, "KALEM" "akıldır" der... Bu konuda şu işareti Rasûlullah meşhurdur:

-"Haberiniz olsun ki, Allah ilk halk ettiğinde, kalemi halk etti; de ona;

“yaz” dedi...

”Ya Rab ne yazayım” , diye sordu...

“Kaderi yaz” dedi...

İşte o saatte kalem, olmuş ve ebeden olacak her şeyi yazdı..."

Burada bahsedilen "Kalem" tasavvufta tahkike ermişlere göre "İnsan-ı Kâmil"dir... Bu "İnsan-ı Kâmil"in aklına “Aklı Evvel”, ruhuna "Ruhu Muhammedi”, derler... "Hakikati Muhammedi" ismiyle işaret edilen dahi budur!.

diğer taraftan şu âyeti hatırlayalım:

-"ALLAH YAZDI...."

Yazan "Kalem"dir; fakat "ALLAH" kendine izâfe etmektedir; çünkü “Kalem” O'nun varlığıyla kaim ve daimdir... Tıpkı, "SEN ATMADIN, ATAN ALLAH'TI" âyetinde olduğu gibi...işte tasavvufta “maiyyet sırrı” denen hususu bu gibi âyetler tanımlamaktadır.

Çağdaş tanımlama ile, evrende varolmuş ve olacak her şeyi meydana getiren "Kalem"e günümüzde bir kısım çevrelerce “KOZMİK BİLİNÇ” denilmektedir!.

Yani, "İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!.

hf

RAHMANİYET ZUHURUNUN ÜRETKENLİĞİ İLE

RABBİN ESMA TERKİBİNİN GETİRİSİ HÜKMÜ

KADEME KADEME KİŞİNİN SEMÂVÂTINDAN BEDENE

NÂZİL OLMAKTADIR

NOKTA’dan meydana gelen açı içindeki Rahmaniyet zuhuru ve bu zuhurun üretkenliği ile meydana gelen Rahîm’den, arş isimli evrensel doğurganlık —algıladığımız madde boyutunda değil— ile tüm esmâ mertebesi hâsıl olmakta; ve Kürsî, “Rubûbiyetin tahakkuk ve tahakküm mertebesi” olarak açığa çıkmaktadır!.

Kül, bu arada, aynıyla zerreye yansımış olduğu için de; zerrelerde yani birimlerde, Rabbin, yani esma terkibinin getirisi hükmü, kademe kademe kişinin semâvâtından bedene nâzil olmaktadır!.

Bu her birimde böyledir ki, işte holografik gerçeklik bu sistemi anlatır.

Allah Rasûlü’nün “zerre külün aynasıdır” cümlesiyle özetlediği gerçek kanaatimce bunu anlatır.

Zerre itibariyle, zerre ve külden söz edilirken; İlm-i ilâhide, hepsi tek bir nefs olarak yer alır.

Buna, “TEK BİR NEFS OLARAK GELİRLER” âyeti işaret eder.

Yani, ilm-i ilâhide “zerreler” yoktur “tek bir yapı” sözkonusudur. Bunun idrak edilmesi herkes için kolay olmayabilir.

Evren tek bir canlı gibidir sanki tüm boyutsallıklarıyla; ya da evren içre evrenleriyle!!! “Ruh-u Â’zâm” da demişlerdir buna...

Peki ya bu muazzam yapıda, “insan”ın varoluşunu, özelliklerini ve işlevini idrâk edebilecek miyiz?..

hf

BU PROGRAMLAMADAN

(İSİMLERİN TÂLİMİNDEN) SONRADIR Kİ

ÂDEM’DE  ŞUUR MEYDANA GELMİŞTİR

Şimdi burada şu akla gelebilir:

-"allemel" kelimesini tefsirler hep “tâlim etme”, “bildirme”, “öğretme”, diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu “yapıyı programlama”, yapıda ortaya çıkartma” diye anlıyorsunuz?

Gayet basit ... Hemen şu âyeti hatırlayalım...

-Alleme Adem el esmâe külleha...(231)

Bu Adem’in ilk varoluş safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu safhada Adem bilinçlenmemiştir... Bu isimlerin “TÂLİM EDİLMESİ”nden, yani, “Allah isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde yaratılmasından sonradır ki Adem’de  şuur meydana gelmiştir!...

Yani, Adem’i “şuurlu bir varlık” haline getiren gerçek, ana ve tek faktör, yapısında ortaya çıkan esmâ’ül hüsnâ diye bildiğimiz Allah isimlerinin mânâlarıdır ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu bağış sonucu, bu “TÂLİM EDİŞ” sonucu Adem “şuurlu bir varlık” yani “nefsi nâtık” olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...

hf

BEYİN GENETİĞİ

KENDİNİ ETKİLEYEN KOZMİK IŞINLARLA

BİRİMDEKİ “ŞUUR”U (MÂNÂ GRUBUNU)

OLUŞTURUR

Bir hücredeki yaşam biçimi ve onda kendine has mânâyı oluşturan DNA ve RNA dediğimiz genetik dizilim, çeşitli atomlardan meydana gelmiştir. Ve, bu genetik dizilim çeşitli zamanlarda ve şartlarda dahi, uzaydan gelen çeşitli kozmik ışınımlarla belli değişimlere uğrar.

“Şuur” dediğimiz şey, beyin genetiğinin kendini etkileyen kozmik ışınlar neticesinde oluşturduğu mânâlardır.

Şuur, esasen bedene ait bir şey değildir. Her ne kadar beynin eseri olarak ortaya çıkıyorsa da oradaki genetik yapının ve bunların birbiriyle bağlantılı çalışmalarının oluşturduğu bir mânâ grubudur.

Sayısız ve sınırsız mânâlar, ana yapı olan evrende mevcutsa da, bunların herbiri kendini değerlendirebilecek varoluşlarla değerlendirilebilir .

Yani, madde boyutunun varlığını algılayacak bir beş duyu meydana getirildikten sonra madde boyutu değerlendirilir!. Veya, ışınsal boyutu değerlendirebilecek ışınsal değerlendiriciler oluştuktan sonra, o dalgalar değerlendirilir. O dalga boylarına uygun yapıdaki varlıkların varlığı ile onlardaki mânâlar ortaya çıkar.

hf

Bizler, genetik yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan oluşturulan kapasitedeki anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz zihinsel yetenek ile yaşarız.

hf

ALLAH’IN İLMİNE GÖRE

KADERİ YAZAN KALEM KURUDU!

Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah naklediyor babasından...

Soruyor Hazreti Ömer radıyallahu anh:

-"Ya Rasûlullah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?."

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

-"Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.

HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...

Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekâvet ehlinden olan da şekâvet için çalışır!."

Son olarak Rasulullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:

Süraka bin Cü'şum şöyle soruyor Rasulullah aleyhisselâma:

-Ya Rasûlullah... AMEL (fiillerimiz), kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?

Buyurdu ki Rasûlullah:

-"FİİLİN, kader ile tespit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!...

Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!.."

Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET EDİLİYOR..?

Yukarıda izah etmiştik ki, "hidâyet", "LÂTİF" ismi yönünden oluşur!...

Şimdi "LÂTİF" ismi sırrıyla, "hidâyetin" oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...

Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu açıklamasına kulak verelim:

-"Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı.. Sonra onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidâyete erdi!... Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.

Bunun için, ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!."

hf

ALLAH,

RUBÛBİYET İŞLEVİ İLE VARLIĞIN TÜM

MERTEBELERİNDE SAYISIZ VARLIKLAR-TÜRLER YARATMIŞ;

VE BUNLARIN FİİLLERİNİ DE HALK ETMİŞTİR

Zâtı itibariyle mutlak gayb (bilinmez) olan “Allah”; Rubûbiyet işlevi ile, varlığın tüm mertebelerinde, sıfat ve isimlerinin özelliklerini açığa çıkartarak sayısız varlıklar, türler yaratmış; hem bunları hem de fiillerini halk etmiştir!.

Siz’leri ve fiîllerinizi halk etmiştir!” (Saffat:96)

Siz”leri kelimesinin işareti, ehlullah indinde, “isimlerinizi” demektir!.. Müsemma ise, yalnızca O’nun sıfat ve esmâsının terkip şeklinde fiîller âlemindeki açığa çıkışıdır!.

Her birim, yalnızca O’nunla Hay (diri) ve Kayyum’dur (hayatı kâim)! Her birimden, her an açığa çıkan her oluşum, yalnızca, kendisini meydana getiren Allah isimleri bileşiminin terkip şeklinde o andaki dışa vurumudur!.

İş böyle olunca...

Bu durum gösterir ki, birime dayalı bir özellikten söz edildiğinde, gerçekte, birim ismi ardındaki esmanın ef’âl âleminde (fiiller boyutunda) ortaya çıkışından söz edilmek istenmektedir.

hf

 

HER FERT, TEK TEK,

YARATILIŞ SİSTEMİNİ BİLMEK VE YAŞAMINA

ONA GÖRE YÖN VERMEKLE MÜKELLEFTİR

Din esasında, gelmemiştir. Din, bildirilmiştir!.

Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzen, Rasûlü tarafından insanlara bildirilmiş, açıklanmış, tebliğ edilmiştir…

“Allah’ın yaratmış olduğu böyle bir Sistem ve Düzen var!. Siz, bu Sistem ve Düzeni anlayarak kendinize ona göre yön verin ki, neticede pişmanlık duymayasınız” diye insanlar uyarılmışlardır.

Açıklamaya çalıştığım bu husus çok önemlidir.

Bugün tartışılan pek çok konunun çözüm anahtarıdır.

Allah, yeryüzü yaratılmadan evvel, ezelde bir Sistem ve Düzen içinde bu âlemleri yaratmıştır. Dünyanın yaratılışı ise, bu sistem ve düzende bir değişiklik meydana getirmemiştir,

“lâ tebdila li halkillah”!.

 “Allah’ın halkettiği sistemde değişme olmaz” Hükmü, bu sistem içinde çalışmaktadır.

“ve len tecide li sünnetillâhi tebdiylâ”

“Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz!.”

İşte “bu sistem”, Rasûller ve Nebiler aracılığı ile insanlara tebliğ edilmiştir.

Sen bugün için dünyada her hangi bir şekilde varsın; ama, yarın öbür gün bu dünya ile alâkan kesilecek, başka bir boyutta yaşamaya devam edeceksin.

Daha sonraki evrelere kendini hazırla. Çünkü, Allah böyle bir sistem ve düzen oluşturmuş. Sen kendini bu sistem ve düzene göre yetiştirmezsen, ölümden sonraki yaşamda büyük sıkıntı ve ızdıraplara düşersin.

Rasûller insanlara bu gerçekleri bildirmiş...

Bu bildirim nasıl yapılmış?.

“Eyyühen nâs” “Ey insanlar” denerek. Falanca millet, falanca kavim denerek değil!.Eyyühen nas” “ey insanlar” şeklinde hitap var.

Çünkü, bütün insanların, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin kurallarını bilmek ve ona göre kendilerine yön vermek hakları vardır.

Dolayısıyla, “DİN”in yani, Allah’ın yaratmış olduğu sistem ve düzenin muhatabı da din adamları değildir. Yeryüzünde yaşayan her ferttir!. Tek tek!.

hf

DÜŞÜNSEL KİŞİLİĞİNİ

TANRIYA İNANMAYAN OLARAK

 “SİSTEM”E (“SÜNNETULLAH’A) DÖNDÜR

“Feakim vecheke liddiyni haniyfa. Fıtratallahilletiy fetarennase aleyha. Lâ tebdiyle lihalkillah; zâlike diynül kayyım; velakinne ekseren nasi la ya`lemun” (30.Rum-30)

 “Vechini hanîf (tanrıya inanmayan) olarak dine (sisteme) döndür. O ALLAH FITRATI ki, insanları, fıtratlar üzerine yaratmıştır; Allah`ın [belli bir amaç ve programla] yarattığı sisteminde asla program değişikliği olmaz!. İşte dosdoğru din budur!.

Ne var ki insanların çoğunluğu bu gerçeği bilmezler.”

Evet, günümüzde keşfedilen holografik gerçeklik ile “zerre külün aynasıdır” uyarısının işareti burada çakışmaktadır.

hf

 “B” SIRRI İLE O’NA BAĞLANIP

O’NUNLA KORUNANLARI

RAHMETİNE ERDİRİR

Rasûlullah kimlere şefaat eder veya etmektedir?..

 Eğer bu dünyada şefâat ulaşmamışsa, sonrasında fayda eder mi?.. Veya, bizler bir diğerimize ne kadar yardımcı olabiliriz?

Hangi şartlarla şefaatten yararlanmak mümkündür?

İşte bu konuda Âyetel Kürsî’deki bir cümleyi hatırlayalım; zirâ, kişide Allah’ın tasarrufu nasıl açığa çıkmaktadır ve dış etkiler veya şefâat bu tasarrufu ne kadar etkiler sorusunun cevabı buradadır.

“...men zelleziy yeşfeu indehu illâ bi iznihi”...

“...Kim şefaat edebilir “bi izni hi” olmadan!”...

Diyeceksiniz ki niye başını Türkçe yazdın da “bi izni hi” kelimesini Arapça orijinaliyle bıraktın?

Konunun sır noktası işte o kelime de onun için!.

B izni H”...

Besmele açıklamasında belirttiğim üzere Kurân-ı Kerîm’i sırlarına ermek için okumak istiyorsak öncelikle “B“ anahtarını kullanmak zorundayız. Bu sır anlaşılmaz ise, hep yukarıdaki bir tanrıdan, ötedeki ya da ötendeki bir tanrıdan söz edildiğini düşünürüz. Ne yazık ki, mevcut Kur’ân çevirilerinin neredeyse tamamında ve hattâ orijinalinde mevcut olmasına rağmen güncelleştirilmiş Kur’ân tefsirlerinde “B“ harfinin anlamı gözardı edilip, yer verilmemiş ve bu çok çok önemli anlama hiç işaret edilmemiştir!

Oysa...

B izni H” işareti, kişinin hakikati olan esma terkibine (isimler bileşimine) işaret etmektedir burada!.

Bu durumda bu âyetin anlamı şu olur:

“Senin Rabbin olan, Allah isimleri bileşimin, o şeyin oluşmasına elvermiyorsa, kim sana o konuda başarılı olman için yardımcı olabilir”!.

Nitekim bu gerçekler bakın şu âyetlerde nasıl vurgulanmaktadır:

"Yevmeizin la tenfaaüş Şefaatü illa men ezine lehür Rahmanu ve radıye lehu kavla" (Taha:109)

“O gün şefaat fayda vermez. Ancak Rahman’ın kendisine izin verdiği (şefaat edilen) ve kavline (etkin söz) razı olduğu (şefaat eden) kimse müstesna!."

“Isteiynu B illahi.” (A’raf:128)

“Yardımı, özünüzdeki ulûhiyet hakikatından isteyin!..”

“Ya eyyuhellezine amenu, âminu Billahi...” (Nisa:136)

“Ey iman edenler, iman edin “B” harfindeki anlam itibariyle ALLAH`a..”

“Ve minennasi men yekûlu amenna Billahi ve Bilyevmilâhiri; ve mâhum Bimu`minin” (Bakara:8)

 “Ve insanların bir kısmı, “B” harfinin işaret ettiği sır ile Allah`a ve yine “B” harfinin işaret ettiği sır ile âhirete iman ettiklerini söylerler... Oysa, onlar “B” harfinin sırrını anlamış olarak iman etmemişlerdir.”

“Feâminu Billahi ve Rasûlihin Nebiyyil Ümmiyi.” (A’raf:158)

“B sırrı ile Allah`a ve ümmi Nebi olan Rasûlüne iman edin!.”

“Feemmelleziyne amenu Billahi va`tasamu Bihi feseyudhiluhum fiy rahmetin minhu ve fadlin ve yehdiyhim ileyhi siratan mustakiyma.” (Nisa:75)

 “B’nin sır anlamıyla Allah`a iman eden ve B sırrı ile O`na bağlanıp O`nunla korunanları rahmetine ve fazlına erdirir, sıratı mustakıyme hidayet eder.”

“Velev şâe rabbuke leamene men fil ardı küllühüm cemiy`a; efeente tukrihun nase hatta yekûnu mu`miniyn. Ve ma kâne linefsin en tu`mine illa “B”iiznillahi....” (Yunus:99-100)

“Eğer Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin tamamı iman ederdi... Bu durumda sen mi insanları zorlayacaksın mü`min olmaları için.. “B” izni Allah olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir....”

İşte bu yüzdendir ki:

“Ma alerrarasûli illel belağ..”

“Rasûl`ün üzerinde tebliğden başka vazife yoktur.” (Maide:99)

“La ikrâhe fid DİYN.” (Bakara-256)

Din içinde zorlama yoktur.”

İşte bu yüzdendir ki, Şefâat yani yardım ancak kişinin fıtratı o işe elveriyorsa geçerli olabilir!. Fıtratı meydana getiren Fâtır isminin özelliği dahi, kişin Rabbi olan ve rubûbiyet boyutunu oluşturan kendi yapısındaki esmâ mertebesinde yer almaktadır!

hf

“İNSAN’IN HAKİKATİ”; EVRENİN HAKİKATİ İLE

 AYNI ÖZDEN GELMESİNE RAĞMEN

İNSAN, BEYNİNDE GEREKLİ AÇILIM KOMBİNASYONLARININ

OLUŞMASI İÇİN KORUNMA TEDBİRLERİNE MUHTAÇTIR

İslâmDin”inin açıkladığı vahdet gerçeğini taklit yollu kabullenip dayandığı “sistem”i fark edemeyenler, işin bu faslında hep şu yanılgıya düşmektedirler...

“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok; Allah adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki hakikat denilen ilim ve kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim tapınacağım bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç ne hac ne zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra bunlara ihtiyaç kalmaz!.”

Bu fikir tümüyle çok büyük bir yanılgıdır!.. Öylesine pahalı faturasıyla karşılaşılacak bir yanılgı ki, sonuçlarını kimse tahmin edemez!.

Bu konuyu “KENDİNİ TANI” isimli kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir kere daha kısaca özetleyelim...

İnsanın hakikati ile evrenin hakikati aynı asıldan aynı özden meydana gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın bileşimi itibariyledir!

Yani, atom boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik tekil bir varlık olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu boyut itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını sürdürmektedir.

Demek ki, bir alt asla göre dahi gerçek olan tekillik, üst katmanın yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi oluşum şartlarına göre yaşam geçerli olmaktadır.

Bunun sonucu nedir?

Bunun sonucu şudur:

Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil Hakikat olduğunu ne kadar idrak etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta, yaşamı beden boyutunun şartlarına göre sürmektedir.

Biraz daha açık misal vereyim...

Bedeninin aslı moleküler katmandır!. Moleküler katmanın için ise, ne açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi, benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE moleküler boyutum veya katmanımdır, diyerek yemeden içmeden durabiliyor, hastalanınca ilaç veya serum, vitamin almadan ayakta kalabiliyor musun?

Hücresel katmanının aslı olan moleküler katmanının gerçeklerine rağmen, nasıl sen yaşamına beden yani hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar oluşturmak zorunda isen...

Aynı şekilde, “hakikat”  dediğin  evrensel özünün ne olduğunu  ne ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden boyutunun ve geleceğin olan ruh boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön vermek zorundasın!.

İşte İslâmDin”i gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet  kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende bir tanrıya tapınmak amacıyla değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi özündeki sayısız kuvveleri beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere sana teklif edilmiştir. Yapacağın korunma duaları beyninde üretilen bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı oluşturmak amacına dönüktür!. Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu çalışmalarla zâhirine çıkmakta ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü insan değildir!. Korunmaya muhtaçsın! Bunu anla artık!.

Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli açılım kombinasyonları oluşmaz; oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur veya enerji ruhuna yüklenmez; böylece, bedenin terk edilerek ölümün tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç olacağın kuvvelerden de kendini mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi elde edebileceğin fizik beyni de bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap ve ızdırabını çekersin! Kendi kendini cehenneme atmış olursun!

Allah asla kullarına azap etmez!. Herkes elleriyle ortaya koyduklarının sonuçlarını yaşar!.

Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...

hf

İNANMAYARAK DA YAPSAN,

YARATIŞ SİSTEMİ GEREĞİ NETİCESİNE ULAŞIRSIN

“Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ Hû, aleyhi tevekkeltu ve Huve rabbül arşıl azıym.”

“Allah’a güvendim (bana yeter) tanrı yoktur O vardır, ki ben de O’na bağlanıp işimi ona bıraktım; O arşın aziym rabbidir.”

Başınız haksız yere derde girdiği zaman bu âyet-i günde beşyüz veya bin kere okumaya devam ederseniz, inşâallah kısa zamanda selâmete çıkarsınız.

Bu âyetteki duâyı ilk okuyan İbrahim Nebidir.

İbrahim aleyhisselâm Nemrud tarafından yakalattırılıp, mancınıkla ateş dağının içine fırlatıldığı zaman, havadayken Cebrâil isimli melek gelir ve sorar.

-Yâ İbrahim senin için ne yapmamı istersin?

İbrahim aleyhisselâm cevap verir:

-Allah’a güvendim. O bana yeter. Tanrı yoktur O vardır! Ben O’na bağlanıp, işimi ona bıraktım. Ki O arş’ın azîm rabbıdır.

İşte İbrahim aleyhisselâmın bu şekildeki ifadesinden sonra mûcize olur; ve İbrahim aleyhisselâm yavaş bir şekilde ateşin içine düşer fakat onu ateş yakmaz. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı üzere "ateş soğumuş ve selâmet verici olmuştur" İbrahim Nebi için, Allah emri ile.

İşte, böyle bir mûcizenin meydana gelmesine vesile olan anlayış ve ifade vardır bu duada.

Bakın bu duâ için ne buyuruyor Rasûlullah salla’lâhu aleyhi ve sellem efendimiz bizlere:

-Kim sabah kalktığında ve geceye girdiğinde “Allah’a güvendim o bana yeter, Tanrı yoktur, arş’ın azîm rabbi olan O vardır” derse; bunu ister sıdk ile söylesin ister YALANDAN (inanmıyarak) söylesin, yedi defa söylediğinde Allah ona kâfi gelir.’ Ebû Davud.

Dikkat edin!

Bu hadîs-i şerîfte çok önemli bir hususa işaret ediliyor! Allah’ın SİSTEM’ine! "Allah’ın düzeninde asla değişiklik olmaz" âyetiyle de vurgulanan SİSTEME.

Siz belli duaları veya zikirleri yaptığınız zaman, inansanız da, inanmasanız da, o yapılan çalışma, ilgili mekânizmayı, sistemi harekete geçirir ve mutlaka semeresini verir; demiştik.

İşte bu hadîs-i şerîf, söylediklerimizin açık-seçik ispatıdır. "Kişi ister SIDK ile ister yalandan yâni inanmayarak" yaptığında denmesi bunun apaçık göstergesidir.

Bu sebeple diyoruz ki, siz inanmasanız dahi bu zikirlere veya duâlara bir süre devam edin, söylenildiği sistem üzere. Elbette neticesine ulaşacaksınız.

Allah bize bunun mânâsına ermeyi ve bu duayı edebilmeyi nasîb etmiş olsun.

hf

“RAHMAN’IN TÂLİMİ”YLE

 RUBUBİYET BOYUTUNUZUN “SİZ” OLARAK

 AÇIĞA ÇIKARDIĞI NİMETLERİ NASIL YALANLARSINIZ?

Sünnetullah”ı “OKU”r!..

Görür gözü, işitir kulağı, konuşur dili, O olur!.

Beşer ise asla O’nu göremez!.

Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri gibi...

Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i” görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!

Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...

“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ tükezzibân!”

(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı meydana getiren Rububiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalan sayarsınız? (Rahman Suresi’nde 31 defa tekrarlanan bir uyarı!)

Buna ancak hakikat ehli tasdik ve şehadet edebilir!.

Kur’ân OKU”mak işte bu boyutta olur hakikatiyle!.

Ateizmin getirisi ve bilimin başlangıcı kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını yıkarken; "peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zeka nedir?" sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı" anlayışı ise bunu cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne ulaşılmıştır! Çünkü düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı akıl" aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.

Bilimsel gelişmeleri takip eden batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semavi) din olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel YARATICI ZEKA" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe ulaşmışlardır...

Bu görüş, Allah Rasûlü Muhamed aleyhisselamın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif ettiği olayın kapısıdır!

İnsanlık, bugünkü müslümanlık anlayışının ötesinde, gerçek İSLAM DİNİ'ni tanıma hareketini başlatmıştır!

Fatır’ın farkına varılmasını sağlayan bu görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın keşfedilip kabul edilmesine kadar uzanacaktır..

Bu da, görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır kanaâtindeyim.

Zirâ bu gerçekleri fark eden aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!

Fark edilen gerçek kapısı tüm insanlığa hayırlı olsun!

Bu da, “Allah hidâyetinin”, yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.

hf

“SULBÜNDEN OLABİLİR AMA

O SENİN AİLENDEN DEĞİLDİR!”

“Rabbi inniy euzü bike en eseleke ma leyseliy bihi ilmün ve illâ tağfirliy ve terhamniy ekün minel hâsıriyn.”

 Anlamı:

 Rabbim sana sığınırım neticesi hakkında kesin bilgim olmayan bir konuda ısrarla senden bir şey istemekten. Böyle bir hatam dolayısıyla beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğramışlardan olurum.

Bilgi:

Nuh aleyhi’s-selâm kavmini uyarmış, ama kendisini dinlememişlerdi. O da aldığı emri ilâhî üzerine bir gemi yaptı ve hayvanlardan birer çift ile yakınlarını gemiye davet etti. Ne çare ki oğlu ona inanmamış ve gemiye de binmemişti.

Tufan başladıktan sonra, seller üzerinde gemi yüzerken, dalgaların arasında boğulmak üzere olan oğlunu gördü ve onun kurtulması için ısrarla rabbine dua etti. Ama ne çare ki duasına icabet gelmiyordu.

“(Sulbünden olabilir ama) O senin ailenden değildir!. Yaptıkları sâlih olmayan işlerdir. Gerçeğini bilemediğin şey için bana ısrarla dua etme. Câhillerden olmaman için seni uyarıyorum." (11-46)

İşte bu uyarıdan sonra Nuh aleyhi’s-selâm, yukarıda metnini verdiğimiz özrü, bağışlanmayı ihtiva eden duayı yaptı.

Bize, burada büyük ders vardır!. Bir çok akrabamız veya daha yakınımız, ailemizden kişiler vardır ki, gerçeği örtmekte, inkârda, tanrı kabulünde inad edip dururlar. Oysa onlarla her ne kadar kan bağımız varsa da, ölümötesi yaşam içinde hiç bir yakınlığımız mevcût değildir. Bu sebepten de onlar hakkında ısrar etmemiz, ya da onları zorlamamız abestir. Bize düşen sadece onların hidâyet bulması için rabbimize dua edip, gerisini O’na bırakmaktır.

Muhakkak ki Allah’ın takdiri yerine gelecektir!.

hf

NE GENETİĞİN EVRENSEL DUYGUSUZLUĞUNDAN

HABERİMİZ VAR…

 NE DE GENETİĞİN EVRENSEL

BOYUTLARDAKİ YAPISINI DÜZENLEMİŞ OLAN

EVRENSEL TEK ŞUURDAN!

Lûtfen bakmayın bize sakın, gökteki göksüzler, yerdeki yersizler!

Değerlendirme yapmayın bizler hakkında!…

Değmeyiz!

Biz, kendi minik dünyamızda, küçük mutluluklarla ya da üzüntülerle yaşamımızı kâh cennet kâh da cehennem eden; evrendeki yerinden ruhunun bile haberi olmayan kozalarımızın imparatorlarıyız!!!

Tek yaptığımız, kendi cehalet karamızla önümüze gelene kara sürerek, onun seviyemize düştüğünü sanmaktır!

Kafamızda yarattığımız tanrımızla çok mutluyuz biz, zaman zaman onu beğenmesek, eleştirsek de!

Çöle sosyal düzen kuralları getirdiğini sandığımız peygamber(?), ona gökten inen bir melek ve nihayet gökteki tanrımız ile geçinip gidiyoruz işte!

Ne genetiğin evrensel duygusuz hükümranlığından haberimiz var; ne de genetiğin evrensel boyutlardaki yapısını düzenlemiş olan evrensel tek şuurdan!

Kozamdaki ben, gökteki dev pençe eli olan tanrım; sahip olduklarım(!?), ve onları yitirmekten dolayı yangınlarım, cehennemim!

Ha, bir de, tabiatıma uygun ele geçirdiklerimden dolayı hayâlimde yaşadığım cennetim!

Sakın arkanıza dönüp bize bakmayın yarınlardakiler; gökteki göksüzler; yerdeki yersizler!… Zamansız ve Mekânsızın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak varlığı devam edenler!

hf

GENETİK VERİ TABANININ

TASAVVUFTAKİ ÖNEMİ

(Soru: Ehlullah aynı zamanda zâhirde Rasûlullah'ın sülbünden gelenler midir?)

Zâhiren çoğunluğu öyledir; ama istisnalar da vardır...

Esasen ancak o genetik taban o kemâlâtı getiriyor...

Genetik veri tabanı, velâyette yüksek kemâlâtlar için çok önemli...

hf

BEYİN HÜCRELERİNİN PROGRAMLANMASINDA

“ALLAH İSİMLERİ”NİN  ZİKRİNİN ÖNEMİ

         Bkz. B / Beyin- Z / Zikir

hf

GENETİK ARINMA

SORU: Hz. Rasül’deki üç aşamalı gerçekleşen genetik arınma, ”Ferdiyet sahipleri”nin her biri için gerçekleşiyor mu?.

CEVAP: Evet!. Hepsi için geçerli; ancak, hepsinde aynı derece olmaz. Kemâlâtına göre arınmaları da farklı olacaktır!.

hf

 “İNSAN”…

VE “İNSANSI”

“İnsansı”lar şartlanma yollu ezberler gelen verileri ve doğruluklarını sorgulamazlar evrensel sistem içinde… Ölüm ötesi kavramları genellikle gelişmemiştir… Vahşi tabiatlıdırlar en gelişmiş toplum içinde ve o görüntüde olsalar dahi… Bazen müslüman bazen ateist olurlar, ama iç dünyalarında insanlara hükmetme, eziyet etme, işkence etme duygusu hiç kaybolmaz. “Müslüman” görünürler ama “iman”la alâkaları yoktur; hayâllerindeki kendi varettikleri tanrılarına tapınırlar. Tanrıları uğruna da insanlara yapmadıklarını bırakmazlar!.

Bir kısmı da yoğun şartlanmalı eğitim altında beyni yıkanarak yetişir… Düşünme ve sorgulamadan mahrum olarak, “İnsan” olmayı anlamazlar. Yasakçı zihniyete sahip faşist anlayışla yetişirler. Herkesi hükümleri altına alıp, herkesi kendileri gibi yaşatmak için her yola başvururlar!. Fikir tartışmasına asla giremezler, çünkü ezberlediklerini tartışabilecek zihinsel derinlikleri yoktur!. Yaşam, dünyadan ve bedensellikten ibarettir onlar için.

“İnsansı”ların dünyasında en belirgin özellik, “ZORLAMACI” ve “HÜKMETMECİ” olmalarıdır…

Yaşamı boyunca cennetliklerin amelini işleyip; ölüme bir karış kala cehennemliklerin amelini ortaya koyup o hâl üzere ölenler de bu “insansı”lardır işte.

Bir mümine ‘’kâfir’’ diyenin kendisi kâfir olur ve bu hâl üzere ölürse imansız olarak ölmüş olur.

İslâmı anlamış ve “Allah” adıyla işaret edilene iman etmiş olanlar, tasavvuf dünyasında görülen kemâl ehli zâtların “HOŞGÖRÜSÜ” ile yaşarlar ve asla dayatmacı olmazlar. Çünkü onlar “insan”dır.

hf

DEĞİŞİK GENETİK ÖZELLİKLERE SAHİP

(İNSANSI VE İNSAN NESLİNDEN GELENLERİN

YAPTIĞI BİRLEŞMELER DOLAYISIYLA)

İKİ YÖNLÜ HUSUSİYETLER ORTAYA KOYAN

SAYISIZ NESİLLER VARDIR

"İnsansı"lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak, en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler günümüzde de!

Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur. Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla ömürlerini sürdürürler..

Öte yandan "insan"lar da öncelikle karşısındakini düşünen, maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler yine genlerinden gelen bir komutla!

Bir de bu iki nesilden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip olup, iki yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır.

hf

ÂDEM

 GEÇİRDİĞİ MUTASYON NESLİNE İNTİKAL ETTİĞİ İÇİNDİR Kİ

“HALİFE” ÖZELLİĞİNİ KAZANMIŞTIR

İster İnsan-ı Kâmil, ister birimsel mânâda insan olsun hepsi de ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olarak vücud sahibidirler; ki dolayısıyla, Allah onlardan daha câmi mânâda hiç bir varlıkta zuhûr etmemiştir!.

 Âdem’in Âdem olması ve Allah'ın yeryüzündeki halife olma özelliğini kazanması ancak beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon geçirmesi ve ondan sonra da bu mutasyonun genetik olarak nesline geçmesi dolayısıyladır...

hf

İLK “İNSAN”,

ÂDEM…

VE NESLİ OLAN,

 “ÂDEM EVLÂDI”…

"İnsan", yani "Adem", yani ilk "insan"dır!

"Adem evlâdı" ise kendisindeki "Hilâfeti" sezen, hisseden, anlayan, idrâk eden ve bunun gereğini yaşayabilendir!

hf

"Yeryüzündeki halife" kimdir?..

Âdem nesli!

"İnsansı"lar değil; yalnızca Âdem ve Havva`dan gelen nesil olan "insan"lar!

hf

 

EVRİMLE GELEN NESİL,

“İNSANSI”,

ÂDEM’DEN GELEN NESİL İSE

“İNSAN” ADINI ALIR!

Evrimle gelen nesil “insansı”, Adem’den gelen nesil ise “insan” adını alır, demiştik geçmiş kitaplarımızda ve bunun izahını yapmıştık gene onlarda…

Allah’ın bir topluma rahmet ve merhametinin alâmeti ve işareti odur ki, onları derinden yönetenler, “insan” sınıfındandır…

Allah’ın bir topluma gazap ve Celâlinin alâmet ve işareti de odur ki, onları derinden yönetenler, “insansı” sınıfındandırlar!

Toplumlar, hâl diliyle, hâllerine göre yöneticilerini talep ederler ve Allah da onların bu taleplerine icâbet eder!.

hf

ÂDEM’İN

“HİLAFET GÖREVİ” İÇİN SEÇİLMESİNİN SEBEBİ,

KENDİSİNDE MEYDANA GETİRİLEN

“İNSANÎ MÂN”DIR.

(“ALLAH SURETİ”-HALİFE ÖZELLİĞİDİR)

"İnsansı"lar türünden olan "bedeni" yönünden değil; kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yâni "Halife" özelliği ile ilk "insan" olmaktadır Adem! Bize açılan gerçeğe göre…

hf

İnsan, "Halife" olarak yeryüzünde mevcuttur!

Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını anlayıp, idrâk edip, yaşayabilen zâtlar kimler?..

Elbetteki bu konu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konu.

hf

"Allah, Adem`i yer yüzünde bir halife olarak meydana getirdi."

Kur'ân `dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat`ta da Tekvin bahsinde şu hususa değinilir. "Allah, kendi sûretinde Adam`ı yaptı."

Adem`den Tevrat`ta "Adam" şeklinde bahsedilir... Keza, İncil`de de...

Bununla birlikte, Buhari`de, Müslim`de, İbn-i Hanbel`de bu konuda bir açıklama vardır. Hazreti Rasulullah Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:

"Allah, Adem`i kendi sûreti üzere yarattı."

"Allah sûreti üzere meydana getirilen", Adem`in var oluşunun gayesi, bu Âyet-i Kerime’de açıklandığı üzere, "yeryüzünde Halife" olmasıdır...

"Halife" olması, Adem`in, Allah sûreti üzere yaratılması ile ancak mümkündür ki, biraz önce bahsolunan Rasûl açıklamasında da buna;

"Allah Adem`i kendi sûreti üzere meydana getirdi"

şeklinde işaret edilmiştir.

"Allah sûreti üzere..."

diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?...

Biliyoruz ki, Allah, şekilden, maddeden, sûretten münezzehtir!. Bu sûretin, ne olduğu hakkında çok tafsilatlı bir izahı, "Özün Seyri" isimli bölümde bulacaksınız.

Burada bahsedilen "sûret" Cenâb-ı Hakk`ın Esmâ-i ilâhisi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.

Adem`in, "Allah`ın sûreti üzere var olması" demek, "İlâhi isimlerin mânâları ile varlığı var olması" demektir.

Yani, Adem, "Allah`ın isimlerinin mânâlarını ortaya koymakla "Hilâfet" görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir.

Nitekim, Nur Sûresi`nin 55. âyetinde de:

"Allah, sizden, inanıp iyi işler yapanlara kendilerini yeryüzünde Halife yapacağını vaadetti"

denilmektedir...

En`âm sûresi`nin 155. âyetini şöyle açıklamaktadır:

"O, sizi, yeryüzünün halifeleri yaptı."

hf

ÂDEM (HÜCRESEL BEDEN)

 BELLİ BİR KIVAMA GELİNCE ALLAH ONA

“RUHUNDAN ÜFLEMİŞ) BÖYLECE

BİR MUTASYON GEÇİRMİŞTİ

Bizim müşahedemize göre..

"Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar" ifâdesi meleklerin o an için yeryüzündeki "insan"ları ve onların yaşantılarını tesbit etmelerinden ileri geliyordu. Çünkü o sıralar yeryüzünde ilk "insan" varolmamıştı ve yalnızca "insansı"lar yaşamaktaydı!

Dikkat edilirse, Kur`ân-ı Kerîm’de Âdem`in ilk insan türünden bir varlık olduğuna dâir hiç bir âyet yoktur! Kurân‘daki bu açıklama "yeryüzünde Halife meydana getirileceği" yolundadır.

O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı.. Ki biz bunlara "insansı" demekteyiz.

Bunlar kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.

Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı.

Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife" olacak "insan"ı, o ana kadar yaşayagelmekte olan "insansı"lar gibi değerlendirerek; onu "Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak" zannetmişlerdi!

Oysa, "Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş çamur" yani "hücresel beden" sahibi varlığa, yani, "insansı"ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allah "ruhundan üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti! Bundan sonra da "insansı"lar arasında da ilk "insan" olmuştu Hazreti Adem!

"Onu kıvama erdirip, ruhumdan üflediğim zaman" (Sad-72)

Burada dikkat edilmesi gereken husus, öncelikle insan bedeninin, "insanî" hakikatı ortaya çıkartabilecek bir "kıvama", kemâle gelmesidir.. Ki bu da yukarıdaki âyette ön oluşum olarak belirtilmiş; daha sonra da "ruhum" ifadesiyle "esmâ-i ilâhi’nin mânâları" anlatılmak istenmiştir! Bilindiği gibi "ruh" kelimesinin çok önemli bir anlamı da "mânâ"dır.

"Allah, Âdem`e bütün isimleri tâ`lim etmişti"!

"Ruh nefhi" ifadesiyle anlatılan, "esmâ-i ilâhi’nin" kapsamlı bir kapasiteyle ortaya çıkarılabilmesi yeteneğini oluşturan "mutasyon" olayı sonucunda, beyin kapasitesi Allahû Teâlâ`nın "tâlim edilen" tüm esmâsının özelliklerini ortaya koyabilecek kemâlâta ulaşmış; böylece de cennet hâli diye bahsolan yaşama geçmişti Adem!

Yani, kendi esmâ-i ilâhi’sini, zâhiren ve bâtınen bütün boyutlarda ortaya çıkarabilecek kemâl üzere Adem`i meydana getirdiği için, bu kemâlinin neticesi olarak Âdem, varlıkları, mevcûdâtı değerlendirmeğe gitmişti.

hf

YARIN, "DÜN"ÜNÜZDE GİZLİDİR...

BELKİ BİR DAKİKA,

BELKİ BİR NESİL ÖNCEKİ "DÜN"DE!

Yarın ne getirecek?”

Çoğumuzun kafasında bu soru vardır…

Acaba cevabı ne?

Kesinlikle bilin ki, bu sorunun cevabı “DÜN”ünüzde gizlidir!.

Belki bir dakika, belki bir nesil önceki “dün”de!.

Dedesi erik yemiş torunun dişi kamaşmış, uyarısından başlayıp, bir an önceki davranışınıza kadar gelen bir çizgiyle…

Gen” ilmi hakkında bilgimiz arttıkça göreceğiz ki, “irsiyet”in rolü tahminlerimizin çok fevkinde önemli.

Siz, bu gerçeği bilin; ister bir nefes sonraki “yarın”, ister bir yıl sonraki “yarın” için şu “an”ınızı ilminize göre en mükemmel şekilde değerlendirmeye çalışın!…

Ki böylelikle, torunlarınıza kamaşmış bir diş değil; gür sesli bir “vicdan” bırakmış olursunuz!

hf

GENETİK İNTİKAL SONUCU YAŞANAN

CEZALAR

DUA, esas itibariyle, beynin "yönlendirilmiş dalgalarıdır".

Bu sebepledir ki, konsantrasyon ne derece güçlü olursa, DUA'ya icâbet de o derece süratli olur. Bunun için denmiştir, "mazlumun duası yerde kalmaz; âh alan felâh bulmaz!."

Zirâ, o "âh" eden kişi, öyle bir sıkıntı ile, öyle bir konsantrasyon ile, menfî beyin dalgalarını o kişiye yöneltir ki, o yayın okundan kurtulmak aslâ mümkün olmaz.

Dedesinde çıkmasa, torununda çıkar o "âh"ın neticesi!.

Nasıl mı, çok basit!.

Dedenin aldığı "âh" dalgaları, onun öyle bir genetik düzenini etkiler ki, neticesi kendisinde ortaya çıkmasa bile, çocuğunda veya torununda genetik intikal dolayısıyla ortaya çıkar; ve dedesinin cezasına mâruz kalır.

İşte bu yüzden denmiştir, "Dedesi erik çalmış, torunun dişi kamaşmış" diye.

hf

GENETİKTEN GELEN VİRÜSLER

İnsan beynindeki, genetikten gelen veya sonradan şartlanma yollu edinilmiş bilgiler, PC deki virüslere benzer!.

Bu virüsler bazen kapalı kalıp harekete geçirecek bir dış etki beklerler ve dışarıdan virüs yok sanılırlar; bazen de hemen yayılıp kişiyi duygusallık batağında perişan edip, tüm harddiski çökertirler... Yeniden harddiskin çalışır hâle gelmesi uzun yıllar alır!.

Virüs şartlanması yerleşmiştir hard diskinin bir köşesine, farkında değilsindir... İlim gelir, harddiskinin çoğunluğunu kaplar... Sonra öyle bir olayla, “imtihan” derler tasavvuf dilinde buna, karşılaşırsın; ki, o olay gider virüsü aktive eder!.

Haydi al başına!. Virüs bir anda bütün bilgilerini imha eder ve hard disk güm!. Yanarsın!. İlim bana faydalı olmadı dersin!.

Oysa, ilim öncesinde edindiğin –şartlanman, değer yargın- beynine yerleşmiş virüsü temizlemediğin için, o virüsü aktive eden olay PC ni darmadağın etmiştir ve yapabileceğin de hiçbir şey yoktur artık, PC ni yeni baştan formatlamaktan başka!.

Evrensel Sırlar kitabının başına ise, tüm virüsleri imha edecek ana “ANTİ-VİRÜS” programını koymuştuk!.(*)

Onu kullanmazsanız, PC niz her an bir olayla aktive olacak virüsle çökmeğe mahkûmdur!.

Ayrıca bilgisayar bağlantıları ile de birbirine virüs geçebilir dosya alış-verişiyle!.

Virüsün beyinden beyine geçişi vardır ve çok önemli bir konudur!.

Beyinler arasındaki bilgi alışverişinde, virüslü bilgiyi siz bile farkında olmadan karşınızdaki PC nin beynine yüklersiniz!

Bana, PC uzmanı Hacker ..... tavsiyede bulundu; “hemen antivirüsü yükle” diye ve yolladı... Hemen yükledim... Antivirüsüm hayli güçlü şimdi... Eğer siz de antivirüs yüklemezseniz, ne zaman içinizdeki virüs hangi olayla aktive olup beyninizi dağıtır bilemem... sonra da cinci dolaşıp beyninizi tamire uğraşırsınız!.

Bilin ki PC nizin beyni yaşamdaki en kıymetli aracınızdır ve onu derhal antivirüsle koruma altına alın!.

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

(*) Bütün toplumsal şartlanmalardan; toplumsal şartlanmalardan doğan değer yargılarından; ve bu değer yargıları sonucu oluşan duygulardan arınmayan ÖZÜNDEKİ EVRENSEL SIRLARA eremez!.

hf

GENETİK TEMİZLENME İÇİN TEK ŞANSINIZ

(Soru: Genetik temizlenme hakkında ne düşünüyorsunuz?..)

Olanaksız!...

Tek şansınız, antivirüsü devreye sokmanız!... (*)

(*)Bütün toplumsal şartlanmalardan; toplumsal şartlanmalardan doğan değer yargılarından; ve bu değer yargıları sonucu oluşan duygulardan arınmayan ÖZÜNDEKİ EVRENSEL SIRLARA eremez

hf

GENETİK VERİLER

 VE “BEN” BİLİNCİ

Bilinç, genetik veriler, astrolojik veriler tabanında gelişen çevresel algılamalar sentezinin oluşturduğu "ben" adını verdiğimiz şeydir .

Bilinç, esasen bedene ait bir şey değildir!. Beynin eseri olarak ortaya çıkan, oradaki son derece kapsamlı analiz ve sentezlerin oluşturduğu bir düşünsel yapıdır; "Nefs"e aittir!.

hf

RUHSAL GENLERİNİ

(TOHUMUNU) DÜZENLİYORSUN…

Doğuyoruz, büyüyoruz; büyürken, içinde yaşadığımız toplumun doğru ve eğrileriyle şartlanıp; onları doğru ve eğri kabul ediyoruz!… Sonra genetiğimizin de yönlendirdiği karakterle, başlıyoruz en iyi şekilde yaşamak amacıyla savaş vermeye…

Kâh aldatıyoruz, kâh kandırıyoruz; kâh ezip geçiyoruz; kâh vurup geçiyoruz; kâh egomuzu tatmin için birilerinin üstünden geçiyoruz!…

Kimimiz için, dünya, o olmasa dönmez, hâle geliyor!  Kimimiz, yorumları olmasa, insanlar yönlerini tâyin edemeyecek sanıyor!…

Kimimiz cep, kimimiz koltuk veya etiket uğruna nice savaşlar verip; hep vatan uğruna millet uğruna yaşıyoruz!!!…

Millet deyip, cebimizi dolduruyoruz; Din deyip, cebimizi dolduruyoruz!… Cebimiz olmazsa, etiketimizi; şânımızı dolduruyoruz!

Yaşamın evrensel amacı ne mi olmuş?… Para… Koltuk… Nâm… Dişi…

Tüm oyunlar bunun üzerine kuruluyor…

Her şey, eline geçene kadar değerli!.. Satın alana kadar, değerli!.

Elde ettin mi, değeri tükeniyor; haydi yenisine!… Satın alınmayacak, elde edilip hükmedilmeyecek yok sanıyoruz!. “Kaça?” demekte devam ediyoruz!… Allah’a bile, paha biçmeye kalkıyoruz!

Paraya doymuyoruz!

Koltuğa doymuyoruz!

Nâma doymuyoruz!

Dişiye doymuyoruz!…

Ötesini, bilmiyoruz ki!…

Allah Rasûlü’ne de imanımız yok ki, gösterdiği hedefe ulaşmak gibi bir amacımız olsun!…

Doyasıya, patlayasıya, çatlayasıya, yiyip içip, çiftleşmenin yollarını arayıp duruyoruz!.

Tanrı korkusu olmasa, ne zekât vereceğiz, ne bir iyilik yapacağız!.

Ama ya varsa, öte dünya?

İşte bu korku bazılarımızı biraz dizginliyor!.

Hayvânî arzularımızı frenliyor!.

Ateş ve azap korkusu tanrı korkusuyla birleşince, disk fren gibi işlev görüyor!.. Bu korkuları olmayansa dolu dizgin, patlamış frensiz araba gibi!.

Nereye kadar?…

Toslayacağı yere kadar!.

Ama tüm bunlar, oyunun bir sahnesi daha… Farkında değiliz!. Arkada, bu sahneye göre gelişecek çok sahne var daha!.

Bu sahnede kimlerle olduğun, kimlere hükmettiğin; kimlere vurup geçtiğin; kimlerin sırtında kimleri ezip tükettiğin, gelecek sahnelere göre çok önemli… Tohumunu, ruhsal genlerini düzenliyorsun bu arada… Bak o tohum sana neler yaşatacak zorunlu olarak genetiği istikametinde sana!

Dedesi erik yemiş; torunun dişi kamaşmış!.

Dedesi vurup geçmiş; torunu delinip geçmiş!

Oynadığın rolün, sana gelecekte hangi sahneleri yaşatacağını düşünecek kadar çalışmıyorsa artık beynin; ister biraz daha bu hâliyle kullan; faturanı yükselt!… İstersen bir sakatatçıya sat!… Mezelik ya da salatalık niyetine değerlendirilsin!.

Ölümötesi yaşamı idrâk edemeyip; gelecek yaşamına göre hayatına yön vermeyen; yalnızca, para, dişi, nâm, koltuk için gününü gün eden beyin; gelecek sahnelerde, ateşte kızartılıp, ya da haşlanıp, “ötekilerin” sofrasını süsleyecektir!.

Bu senaryoda, sana hangi rolün verildiği benim hiç derdim değil!.

Ama sen, senaryoda sana verilen rolün, gerisini de düşün; diğer sahnelerde başına gelecekleri de artık idrâk etmeye çalış!.

Senaryoyu anlayamasan, okumamış olsan da; hiç olmazsa, yaşamdaki rolün iyi olsun; buna çalış!. Başarıyorsan, nasip demektir!. Başarmak için gayret sarf etmiyorsan veya gerek duymuyorsan; şimdiden sakatçının yolunu öğren!.

fhfh

GERÇEK

Bkz. H / “Hakikat”

fhfh

 

“GIYBET”

·  “Zan” niçin suçtur?

·  Gıybet niçin fitnedir, o fitneyi söndüren nedir?

·  Gıybet ile iftira arasındaki fark nedir?

·  Birisinin hakkında neler konuşmak gıybettir? Konuştuklarımız o kişide varsa,  yine de gıybet olur mu?

·  "Ben bunları onun yüzüne de söylerim" zihniyetiyle kendimizi haklı çıkarmamız sonucu değiştirir mi?

·  Gıybet üzere ölenin âkibeti nedir?

hf

GIYBET

(DEDİ-KODU)

İslâm toplumu arasında bir “kul hakkı” sözüdür sürer gider… “Hakkımı aldın”, “hakkım kaldı”. gibisinden sözleri çeşitli vesilelerle söyler dururuz.

Nedir bu kul hakkı?..

Gıybet” kelimesiyle işaret edilen bir mânâ gene sürekli konuşulur. “Gıybet etme” denir ama gene de bir türlü kolay kolay vazgeçemeyiz “DEDİKODU”dan.

Evet, Arapça'daki “GIYBET” kelimesini Türkçe'ye çevirmek gerekirse, aşağı yukarı bunun Türkçe'deki en yakın karşılığı “DEDİKODU”dur!..

Nedir dedikodunun sınırları?..

Niye suçtur?..

hf

 KİŞİYİ ELEŞTİRME, GIYBETTİR.

BU DA SEYR’İ ELDE EDEMEMİŞ VEYA

ELİNDEN KAÇIRMIŞ OLANIN TEK MEŞGALESİDİR!

Fikrin değil, kişinin dedikodusu olur!.

Akıllı insan, ilmi ve aklı kadarıyla fikrin eleştirisini yapar!.

Kişinin eleştirisi olan gıybet, yalnızca, edenini değil dinleyeni de kozasına hapseder ve dahi kozasını kalınlaştırır!.

Kişiye saygısı olmayanın Allah’a da saygısı olmaz!

Seyr”i elde edememiş veya elinden kaçırmış olanın tek meşgalesi, dedikodu olur!

Dünyada insanın niye varolmuş olduğunu fark edemeyenler, günlerini Allah’ı tanıma ve erme ilmiyle değil, birbirleriyle çekişmeyle tüketirler!.

Her gününü, sana ebedî hayatında yararlı olacak yeni bir ilim öğrenerek değerlendiremiyorsan, ancak perdeni kalınlaştırmakla meşgulsün, demektir.

hf

GIYBET, BİR FİTNEDİR Kİ,

ONU UYANDIRANA, DEVAM ETTİRENE ANCAK

ALLAH’IN BELÂSINI İSTEYENLER DEVAM EDERLER!

Gıybet bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene, ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!.

Tek başınayken bunları bilmek önemli değildir; önemli olan, insanlarla ilişki ve iletişimde, bu imanın esaslarına göre yaşamaktır

Gönül alma etiketi altında yalan söylemek, aldatmak, kandırmak; dedikodu; gıybet yapmak imanla bağdaşmaz ve kişinin imansız olarak ölmesine yol açar!. Hayatı namaz-oruç-hacla geçse bile!. Zira bu yanlış fiîller, “ALLAH”ı inkâr düşüncesinden kaynaklanır ve imansızlık sonucudur!.

İyi düşünün… “ALLAH”a iman etmiş veya bunun ötesine geçmiş bir insanın dedikodu veya daha beteri gıybet yapması mümkün müdür? Yapıyorsa, o kişinin “Allah”a imanından şüphe etmek gerekir!.. Onun sözlerini ise ancak ancak anlayışı sınırlılar dinler!..

Dedikodu ve gıybet dinleyenler, ancak ahmaklardır!.

İnsan ilim için yaratılmıştır; ilim dinler; ilim konuşur!

İlmi olmayanın dedikodusu boldur!

İmânı olmayanın gıybeti bitmez!.

Gıybet ateşini, ancak iman suyu söndürür!.

Gıybet bir fitnedir ki, onu uyandırana, devam ettirene, ancak Allah’ın belâsını isteyenler devam ederler!.

Allah hepimize aklın yolundan, imanın gereğini yaşamak suretiyle; Allah rasûlünün yolunda yürümeyi nasip etsin ve kolaylaştırsın.

hf

 GIYBET,

İBLİS’İN ATINA BİNİP

ONUN DİLEDİĞİ İSTİKAMETTE YOL ALMAKTIR!

Hepimiz yalancıyız!. Hepimiz kendimizi aldatıyoruz.

Kendimizi aldatmak sûreti ile, kendimize verdiğimiz zararı ise, bize dışarıdan hiç kimse veremez!

Eğer, Allah’ın sistem ve düzenini anlamışsak, Hüküm şu ki;

“Herkes ancak, yaptığının karşılığını alacak, yapmadığının da karşılığını almak mümkün değil!.”

Dışarıdan biri de öyle bedavadan bir şey vermeyecek.

Birinizin kârı biraz düşük olduğu zaman; “Eyvah!. Bu açığımı nasıl kapatabilirim?.” diye telâşlanıyor, bir takım sorular sorarak, kendi kendinize bir takım çareler arıyorsunuz.

En fazla ayda bir, muhasebe yapıyorsunuz. “Ne geldi, ne gitti, ne kadar kâr ettim, ne kadar zarar ettim, nereye ne harcadım, ne açığım var,” diye...

Hiç olmazsa kendinizi ayda bir defa muhasebeye tâbi tutuyor musunuz?

“Bu ayı nasıl geçirdim?. Bu ay kaç saat yaşadım?. Bunun kaç saatini ölüm ötesi yaşama dönük olarak değerlendirdim?.”

“Ne kadarını da bu dünyada bırakıp gideceğim ve bir daha hiç ilişkim olmayacak şeyler için harcadım?.”

İşte haftada bir olan Cuma namazının bir çok özelliği yanında bir özelliği de kişinin haftalık muhasebesi içindir.

Cuma günü yatağından kalkıp, sabah namazını kıldıktan sonra, namazı kıldığın yerde oturup hiç olmazsa beş dakika düşüneceksin!.

“Şu geçen Cuma namazından bu Cumaya kadar, bu bir haftamı ben nasıl değerlendirdim?. Hangi kazançlı işleri yaptım?.Ne kadar zamanımı da israf ettim?.

Ve bu arada, ne kadar insanı da aldattım?.  Menfaat sağlamak için ne davranışlar yapıp, ne yalanlar söyledim?. Bu arada neleri kaybettim?. “

“Dünyada bırakıp gideceğim ve bir daha benimle hiç alâkası olmayacak şeyler için ne kadar zaman harcadım?.”

Bunun bir misâlini Hâdiste Rasulullah sallallahu aleyhivesellem anlatır:

“Kişi mahşerde kendi dünya yaşamını görür. O yaşamı ile hesabını vermeye başladığı zaman bir yana bakar; Allah için harcadıkları yırtık elbiseler, kullanılmış giyecekler, yemek artıkları, beş on kuruşluk sadakalar!..

Sonra öbür tarafa bakar; Kendisi için olan tarafta, kıymetli giysiler, lezzetli yiyecekler, kendisine ve en yakınlarına harcadıkları paralar...

Her ikisini de böylece görür. Ve o anda der ki, utancından dolayı ;

“Yer yarılsa da ben şu anda toprakta yok olsam!..”

Çevrenizdekilere elinizden geldiğince yardımcı olun, zarar vermeyin… Allah sizi çevrenizle uğraşmanız için değil, kendinizi yetiştirmek için bu dünyaya gönderdi, kulluğunuzu edesiniz” derken Hz.Rasulullah, İblis de bizi daima çevremizdekilerle meşgul edip, kendi geleceğimizi hazırlamamızı engelleyici fikirler ilkâ eder, içimize verir… Bu sebeptendir ki; İnsanların arasında en yaygın olan şey, dedikodu ve gıybettir!

Dedikodu ve gıybet eden kişi, İblisin atına binmiş onun dilediği istikamette yürümektedir, ilerlemektedir!

hf

 Kulağına gittiği zaman hoşlanmayacağı şeyi kardeşinin arkasından konuşmak “GIYBET”tir,

 İblisin atına binip onun dilediği istikamette yol almaktır!

 Allah bizi birbirimizin dedikodusu ve gıybetiyle zamanımızı harcayalım-tüketelim diye dünyaya yollamadı!

Allah; kendisini tanıyalım-bilelim-anlayalım-idrak etmeğe çalışalım ve yaşamımıza ona göre yön verelim diye bizi yarattı-var etti!

Kimin hakkında dedikodu veya gıybet yaptığını bilmeyen, farketmeyen ise zaten MÜŞRİKTİR!.

Karşındakinin hakikatini göremediğin sürece et kemik görüp secde etmeyen şeytan gibi olursun!.

hf

 GIYBET

İNSANI İFTİRAYA SÜRÜKLER

Dedikodu insanı gıybete sürükler... Gıybet insanı iftiraya sürükler... İftira insanı imanından edebilir....

Son nefesi hangi hal üzere yaşayıp, o hal ile dünya değiştireceğimiz meçhul... Ebedi yaşamımıza devam edeceğimiz halimiz inşâallah imansızlığın sonucu olarak yaşanan bir hal olmaz!

hf

SİZDEN HERHANGİ BİRİNİZ

ÖLÜ KARDEŞİNİN ETİNİ YEMEKTEN HOŞLANIR MI?

İŞTE BUNDAN TİKSİNDİNİZ!.

Ve Kur'ân-ı Kerîm'de niçin son derece tiksindirici bir misâl kullanılmıştır dedikodu için. Şöyle ki:

“EY İMAN EDENLER, ZANNIN BİR ÇOĞUNDAN KAÇININ!. ÇÜNKÜ, BAZI ZANLAR SUÇTUR!.

BİRBİRİNİZİN KUSURUNU ARAŞTIRMAYIN!.

KİMİNİZ DE KİMİNİZİN DEDİKODUSUNU YAPMASIN.

SİZDEN HERHANGİ BİRİNİZ ÖLÜ KARDEŞİNİN ETİNİ YEMEKTEN HOŞLANIR MI?..  İŞTE BUNDAN TİKSİNDİNİZ!.” (Hucurât-12)

hf

Hazreti Aişe radıyallahu anha anlatıyor:

“Resûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem'e:

-Safiyye'nin şu kusurları, boyunun kısa olması sana yeter!.

dedim. Rasûlü Ekrem:

-Öyle bir söz konuştun ki, denize atılsa, denizi bulandırır ve kokuturdu!.. buyurdu.

Resûlü Ekrem'e gene bir insandan bahsetmiştim. Bana şöyle dedi:

-Bana dünyalıktan bir çok şey verilse de, kimseyi kötülükle anmayı sevmem!.. (Ebû Davud, Tırmızî)

hf

Ebû Hureyre radıyallahu anh naklediyor:

Hz. Rasûlullah aleyhisselâtü  ve sellem'e sordular:

-Gıybet nedir biliyor musunuz?..

Ashab cevabladı:

-Kardeşini hoşuna gitmeyen şeyle anmandır!..

Birisi sordu:

-Dediğim şeyler kardeşimde varsa, ne buyurursun?..

Resûlullah:

-Söylediğin şayet onda varsa, onu gıybet etmiş bulunursun!.. Ve eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun!.. (Müslim)

Amribn-ül As radıyallahu anh'dan nakledilmiştir:

Resûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem ölü bir katırın yanından geçerken ashabından bazılarına şöyle buyurmuştur:

-Kişinin karnını doyuruncaya kadar şu (leşden) yemesi, elbette müslüman bir kişinin etini yemesinden (dedikodusunu yapmasından) daha hayırlıdır.” (ibni Hibbân)

hf

Allah bizleri birbirimizin dedikodusunu, gıybetini yapalım diye yaratmadı!.

 Bizim görevimiz;bir araya geldiğimiz zaman bildiklerimizi karşımızdakine-yanımızdakine anlatmak ve ondan sonra da onun hakkında hiç bir yerde konuşmamaktır! Çünkü Hz.Rasûlullah buyuruyor ki;

“Kim kardeşinin kulağına gittiği zaman üzüleceği bir şeyi bir başkasına söylerse, bu, gıybettir” Kurân‘daki anlatımla “ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek”tir!

Kim ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek ister?

hf

 KİŞİYE GÜNAH OLARAK

SADECE DİLİ YETER..

Kur'ân ifadesi ile, deyişi ile, kişinin dedikodusunu yapmak, ölü kardeşinin etini yemek kadar “tiksindirici” bir fiildir!..

Niçin?..

Başta da çeşitli vesileler ile anlattığımız üzere siz bir takım çalışmalar yapıyorsunuz, zikir yapıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz zekât sadaka veriyorsunuz, hatta yoldan bir taşı, bir çöpü kaldırıyorsunuz ve bu yaptığınız yararlı fiiler ile sevap yani, size ölümötesi yaşamda gerekli olan enerjiyi topluyorsunuz.

Sonra?..

Falanca kişi dile geliyor ve başlıyorsunuz, duyduğu takdirde hoşnut kalmayacağı bir biçimde onun hakkında konuşmaya. dedikodusuna.işte o anda olan oluyor!..

O kişiden sözetmeye başladığınız anda, beyniniz ile o kişinin beyni arasında sizin bilinciniz dışında bir devre, bir bağlantı kuruluyor ve onun hakkında ne kadar hoşlanmayacağı bir biçimde konuşmuş iseniz; konuşmanızdan dolayı onun hoşnutsuzluğunu giderecek düzeyde sizin pozitif enerjiniz yani sevaplarınız onun beynine anında transfer oluveriyor!..

Nice emeklerle, nice gayretlerle ne kadar zamanınızı harcayarak elde ettiğiniz o pozitif enerjiniz, o sevaplarınız, bir anda dedikodusunu yaptığınız kişiye bağışlanıp gidiveriyor!.

Oysa siz, o pozitif enerjinizle milyonlarla yıl neler elde edebilecektiniz!.

Ya da bundan daha kötüsü…

Verecek birikmiş pozitif enerjiniz yok. işte bu defa aynı kanalda tersine bir akış başlıyor ve. Onun eşdeğerdeki negatifleri bir anda sizin beyninize boşalıp, oradan da dalga bedeninize anında yüklemesi yapılıveriyor!..

Dilinizi tutamayıp, bir anlık geçici zevk için beyninizi fuzuliyâta harcamanızın; dünyanın en kıymetli cevheri beyninizi yerinde kullanmayıp boş şeylere harcamanızın “neticesinde” oluşan bir olay!.. Kendi kendinize verdiğiniz bir ceza!..

Nice insanlar vardır. Hayır hasenat yaparlar. Namaz kılarlar, oruç tutarlar. Zekât verirler. Ve âhırete “dolgun” gittiklerini sanırlar!.. Oysa tamtakır, tamamiyle müflis yani iflas etmiş bir şekilde oraya varmaktadırlar, bundan hiç haberleri yoktur.

“KİŞİYE GÜNAH OLARAK SADECE DİLİ YETER”

Hadîs-i şerîfinde anlatıldığı üzere, başkalarının dedikodusunu yapması, zan üzere başkaları hakkında konuşması, iftiralara âlet ve aracı olması yüzünden tüm sevablarını yani müsbet enerjisini onlara dağıtmaktan başka, bir de onların günâhlarını yani negatif yüklerini yüklenmiştir; üstelik bunun farkında bile değildir!..

hf

GIYBET ÜZERE ÖLENİN İMANI

MEÇHULDÜR

Kim kendini adam etmek yerine başkalarını çekiştirip onların dedikodusu ve gıybetiyle ömür tüketip yanına iki kişi daha toplayıp kendine bir pâye arıyorsa yarın cehennemin dik alâsını yaşayacaktır!

Aklı olan başkalarının dedikodu ve gıybetiyle ömür tüketmez.

Allah sizleri kendinizi adam edesiniz diye yarattı! Siz, başkalarını adam edeyim diyerek kendinizi tüketiyorsunuz!

Herkes haddini bilmezse, ilimle kendini yetiştirmezse; zinadan 36 kat daha beter olan gıybet ve dedikoduyla ömrünü tüketirse bu ilmi edindikten sonra, başına belâyı davet ediyor demektir.

Kul azmayınca belâ nâzil olmazmış!

İlim yerine dedikodu ve gıybetle günlerini tüketenler akıllarını başlarına almazlarsa, bilin ki belâ yakındır!

Allah sizleri kendisine kulluk için yarattı.. Kendisi için yarattı!

İslâm’ın prensibi; yanlışını gördüğün kişiye bir defa yanlışını yüzüne karşı söylemektir. . Bundan sonra iş biter!. Yanlışta devam eden, kendi bilir!

Yanlış söylendikten sonra da başkalarına onun hakkında konuşulmaz, bu,gıybet olur. Zinadan 36 defa kötü olan gıybet!

Dedikodu ve gıybet imanlı kişiye yakışmaz

Gıybete devam ederek ölen kişinin imanından korkarım..

Ne amel yaparsanız yapınız, dedikodu ve gıybet üzere ölürseniz imanınız meçhuldür, bunu sakın unutmayın!

Nefsini terbiyeden aciz olan , başkalarını terbiye etmeye kalkar ve başkalarıyla mücadele eder..Bu,nefsinden yana âcizliğinin itirafıdır, bunu da unutmayın!

Siz, kendinizi adam etmek için bu dünyada varsınız.

Halâ akıllanmayacak mısınız?

Bilin ki Allah ihsan ettiği ilimle uğraşmayıp da birbirleriyle uğraşanları çok kötü sonuçlarla karşılayacaktır

Kendinize dönesiniz ve ÖZ’ünüzde O’nu bulasınız diye bu dünyada sayılı nefesiniz var.

Ölmüs kardesinin çiğ etini yemek isteyen YAMYAMIN müslümanlıkla bir ilgisi olabilir mi? Bu yamyam imanlıyım dese, gerçekten imanlı midir? hele hele bu yamyam tasavvuf bilgileri konuşsa... ona ne kadar inanilir?

Tasavvuf ehli olan değil; iman ehli olan, yamyamlar konuşurken yanlarında oturmazlar!. Bazıları uyduruyor kötü adamın giybeti yapılır diye... Çünkü kötü adamın hakikatinde O yoktur!!!...

Bilelim ki ölü kardeşinin çiğ etini yemekte olan YAMYAMLARIN KALPLERINDE iman bulunmaz!.

Siz siz olun, dedikodu ve ölü kardes eti yemek olan giybete devam eden kimselerle görüsmeyin!. Yamyamlarla dost olan sonunda YAMYAM olur!. Kisi dostunun haliyle hallenir; atasözünü hatirdan çikarmayin.

Samimi olarak ALLAH i isteyen, YAMYAMLARDAN uzak dursun!.

Unutmuşunuzdur belki  “INSAN ve SIRLARI” diye bir kitap vardı... Yeniden onu okuyarak SISTEMI hatırlamaya çalışın!.

Dostlarım... Dedikodu ve gıybetten, dünyadaki en korktuğunuz şeyden kaçar gibi kaçının! Hakkında konuştuğunuz kişide gerçekten varsa o hâl; bunun adı "gıybet"tir, Allah Rasûlüne göre!.

hf

 “MÜFLİS” (İFLÂS EDEN) KİMDİR

İşte şu Tırmızî'deki Hadîs-i Resûlullâh’ı, beraberce okuyalım:

Ebû Hureyre Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den nakletmiştir:

"-MÜFLİS kimdir biliyor musunuz?.. diye sordu Resûlullah. Ashab:

-Bizce müflis parası ve malı olmayandır, Yâ Resûlullah!.

Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

-Benim ümmetimin müflisi o kişidir ki, kıyâmet günü namaz, oruç, zekât getirecek. Fakat, buna zinâ isnad etmiş, bunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış, bunu dövmüştür!..

Sonra oturacak; kısas olarak bu onun sevaplarından alacak, o da bunu sevaplarından alacaklardır. Şayet, sevapları üzerinde bulunan hataların karşılığı ödenmeden tükenirse bu defa, onun hatalarından (doğan günah) alınıp buna yüklenecek ve sonra da ateşe atılacaktır!.."

Şeytan, en büyük şeytâniyetini insanları birbirleriyle uğraştırmak sûretiyle ortaya koyar.

Günümüzün büyük kısmını, dikkat edin, “Falanca böyle yapmış, filânca şunu demiş, Ahmet bunu yapmış, Ayşe böyle demiş...” diyerek geçiriyoruz.

Bu şekilde geçirdiğimiz her dakika ve saat, Şeytan’a kulluk etme ve ona tapınma hâlindeyiz demektir.

Allah bizleri, birbirimizle uğraşmak, birbirimizin dedikodusunu yaparak ömür tüketmek için yaratmadı.

Önemli olan, falancanın filâncanın ne yaptığı değil, senin kendi geleceğine dönük bir biçimde ne yaptığındır.

Hiç kimseye hiçbir şey zorla verilmiyor.

Eline geçeni alırsın, işe yarıyorsa değerlendirirsin. İşine yaramıyorsa değerlendirmezsin! “Benim yolum, kendi doğru yolum bu!.” dersin. Kendi yolunu kendin çizersin...

Ama, şu önümüzde kalan kısacık zamanı başkalarının hakkında konuşarak tüketecek kadar lükse hiç birimiz sahip değiliz!.

Ölüm sonrası yaşamı ne kadar biliyoruz?. Ve, bu yaşama kendimizi ne kadar hazırlıyoruz?.

Sualler bu kadar basit!.

Eğer, bir daha dünyaya gelip yapmadıklarını yapma şansın yoksa?... Ki, bu durum kesin bir hükümdür.

Eğer, şu dünyada geçireceğin vakit, daha sonraki sürecin milyarlarca ve milyarlarca sene sürecek boyutuna göre, okyanusa dalmış bir kuşun gagasındaki damla kadar az ve kısa ise;

Ve sen, geleceğini sadece bu süreç içinde kazanma şansına sahip isen, halâ daha dedikodu ile, gıybet ile etraf hakkında konuşmakla vaktini harcayacak lükse sahip olduğunu mu zan ediyorsun?.

Aklı olan, zorunlu konuşmanın haricinde kalan tüm vaktini zikir ile değerlendirir, tesbih ile değerlendirir.

Nerede olursa olsun, abdestli veya abdestsiz her halükârda zikir yapılabilir.

Öyleyse yapılacak şey, yanlışlardan en kısa zamanda dönmektir.

Fazilet; yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.

İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.

Yarınını kazandırmayacaksa dünden bahsetme!

Asr sûresi, bunu anlatır.

Hak olanı, gerçek olanı, sana bir şeyler kazandıracak olanı elde et ve kendinde oturtmaya çalış!.

Ve, bunları yapma, gerçekleştirme konusundaki güzellikleri çevrene de tavsiye et!..

Kurân’ın uyarısı bu!..

Yer yüzündeki hiçbir değerin ölçemeyeceği, içinde yaşamakta olduğumuz zamanı süratle yitiriyoruz.

İçinde yaşamakta olduğumuz zaman, yeryüzünde hiçbir değerin ölçemeyeceği konumdadır.

Ölüm ötesinde; “Ahh!.” diyeceksin. “Neden bir nefesi dahi boşa harcayıp zâyi ettim?..”

Bana ne!.. Falanca ne yapmışsa yapmış. Ben bunları konuşayım diye gelmedim ki dünyaya!.

Onu bunu konuşayım derken geçen bunca zamanda neler yitirdim?. Neleri elde edebilirdim?.

Bir adam, yemeğini yemiş, sofrada bir dilim ekmek bırakmış. Ona, “ ne müsrif insan!.” diyoruz.

Yalnız O adam değil!. Hepimiz istisnasız müsrifiz, iflâstayız... Çünkü, içinde yaşadığımız anları, ölümden sonraki hayatta bize yararlı olacak şekilde değerlendiremiyoruz.

Ne kadar büyük bir yanlıştır ki, zikri veya ibadeti sadece câmiye ve seccadeye tahsis etmişiz. Onun dışında kalan zamanın hepsini de dedikoduya gıybete ayırmışız.

Televizyon seyreder dedikodusunu yaparız. Gazete okur, dedikodusunu yaparız. Komşuya gider, dedikodusunu yaparız. İki kişi bir araya gelir hemen dedikoduya başlarız.

“ Ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek ” diye bahsedilir bu olay yüce kitabımız Kurân’da...

Ölen kardeşini kim sofraya koyup, etini kesip, üzerine tuz biber ekip, yanına da turşu alıp yer?. Kimse böyle bir şeye kalkışmaz!

Ama Kur’ân, gıybeti dedikoduyu, ” ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek“ diye tasvir ve tarif ediyor...

Mevlâna’nın bir sözü var;

“Ben kötüysem, kötülüğümle gittim Cancağızım!.” diyor.

Kendim, yaptığımın neticesi ile karşılaşacağım. Ben iyi isem, benim iyiliğimin de sana bir faydası yok!

Sen, kendin için ne yapmadasın?. Kendi geleceğin için yaşamı nasıl değerlendiriyorsun?.

hf

GIYBET EDEN,

GIYBET EDİLEN AFFETMEDİKÇE

 AFFOLMAZ!

Niye Rasûlullah aleyhi's-selâm bu mevzûda bu kadar şiddetli konuşmuş da şöyle buyurmuştur:

-GIYBET ZİNADAN OTUZ ALTI DEFA DAHA ŞİDDETLİDİR.

Câbir ve Ebû Said radıyallahu anh naklediyor

Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Gıybetten sakınınız!. Zirâ gıybet zinâdan daha şiddetlidir!. Çünkü zinâ eden kimse tevbe eder, Allah da afveder. Fakat gıybet eden, gıybeti yapılan afvedinceye kadar, afvedilmez!.. (Gazalî-İhya)

hf

 HERŞEY

YERLİ YERİNDEDİR!

Karşınızdakini saygıyla dinleyin... İlminize uyanı alın; uymayanı kendisine iade edin.

Kimseyi hor hakîr görmeyin; ayıplamayın ve dil uzatmayın; dedikodusunu yapmayın!. Ondaki de Allah’ın bir tecellisidir; ve hikmeti vardır!. Her şey yerli yerindedir!.

“Görelim mevlâ neyler; neylerse güzel eyler”!.

 hf

 FÂİLİ HAKİKİ’Yİ GÖR

VE O’NU GIYBETTEN UZAK DUR!

(Soru: Fâsık ve Fâcir kişilerin gıybetini yapmak mübahtır… diye bir kitapta okumuştum. Bu doğru olabilir mi?)

Tamamıyla gaflet eseri olan bir ifadedir bana göre.... Fâili hakikiyi gör ve “O”nu gıybetten uzak dur!..

fhfh

“GÖK

Yer bedendir; gök bilinçtir...

 Bilinçte yedi mertebeyi açığa çıkarttı ki, yedi kat göğü aşanlar kendine ulaşsın diye...

 fhfh

“GÖLGE”

Bkz. V / Vahdet-i Vücud

fhfh

 “GÖNÜL”

İslâm terminolojisinde “şûur” ya da bugünkü deyimiyle “bilinç”, “kalp” kelimesiyle, “gönül” kelimesiyle tanımlanır.

fhfh

 GÖRMEK

(ALGILAMAK)

(BEYNİN DEĞER YARGISI)

 

’Gözden öz’e’’ değil;

 ‘’Öz’den göze’’ bakmak gerek!.

hf

 

·                               Kaç gözümüz var?

·                               Hepimizin görme kapasitesi aynı mıdır?

·                               Başgözüyle gördüklerimiz bize gerçeği ne kadar yansıtır?

·                               Allah'ı, melekleri, âlemleri ve oralarda yaşayan varlıkları  görebilir miyiz?

·                               Sadece uyanıkken mi görürüz?

·                               Rüyada nasıl görürüz; gördüklerimiz gerçek midir?

·                               Gördüğümüz Tek midir?; çok mu?

·                               Varolan sadece Tek ise neden çok görüyoruz? Bu değerlendirme nasıl ve nerede oluşuyor?

·                               Her zaman aynı şeyi mi görürüz? İlk ve sonraki görüşler arasında fark var mıdır;  varsa bu farkı oluşturan nedir?

·                               Şimdi gördüklerimiz "Sonra" değişir mi?

·                               Görmeyi etkileyen etkenler nelerdir?

SOMUT BİR VARLIKTAN SÖZ EDİLEMEYEN

DALGALAR ÂLEMİNDE

İNSANIN GÖRME SINIRI

Ünlü batılı düşünür George Berkeley 1750'lerde düşüncesini şöyle dile getiriyordu:

Kâinatın muazzam yapısını meydana getiren cisimlerin, onu değerlendirecek bir zihin olmadığı sürece bir cevher olmasına imkân yoktur. Bütün bunlar benim veya başka bir yaratılmışın zihnine hitap etmediği sürece mevcudiyetinden söz edilemez; ya da Ebedî Ruh'un zihninde mevcuttur denebilir.”

Berkeley'den sonra yapılan araştırmalar özellikle son yüzyıl içindekiler insanlara çok değişik fikirleri kabûl ettirmek durumuna geldi. Son yüzyılın araştırma ve bulguları âlemin yapısı hakkında özetle şu neticeyi ortaya koyuyordu: Madde moleküllerden, moleküller atomdan, atomlar da elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir.

Öyle ise âlem, elektromanyetik dalgalardan ibaret bir tek kütledir. Kâinat kısacası tek bir enerji kütlesidir. Çok kaba bir tâbirle, dalgalar âleminde gerçek, mutlak somut madde varlıktan söz edilemez.

İnsan açısından bakılınca ise…

İnsanın görme sınırı morötesi ışınların dalga boyunun başladığı 0.0004 cm. ile kırmızı ışınların dalga boyunun başladığı 0.0007 cm. arasında dalgalar.

hf

AYRI AYRI KAPASİTEDE ÇOK GÖZ YOK…

TEK KAPASİTEYE SAHİP ÇOK GÖZ VAR…

Peki, gerçekte bir rüya olduğu açıklanan Dünya yaşamı görüntüleri nasıl oluşuyor?..

Bu da, demin açıkladığım, melekî yapının beyindeki deşifresi ile aynı tarzda bir olay... Aslında ben, burada beynin çalışma sistemini anlatıyorum...

Bu anlattıklarım, dünyanın bir numaralı nörofizyoloğu, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve, ünlü fizikçi David Bohm`un, "Beyin ve Evren" konusundaki görüşleri ile aynı… Dünyanın bu iki ünlü bilim adamı ile, bu konulardaki görüşlerimiz tamamen çakışıyor.

(Soru : Her hangi bir objeyi, insanlar değişik şekilde görebilir mi?.)

Beyine ulaşan frekanslar aynı ise, veri tabanı da aynı ise tesbitler de aynıdır, değişmez!. Zaten, hepimizin objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.

Gözün görme sınırları, kapasitesi belli… Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir!. Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok!. Tek kapasiteye sahip bin göz var.

hf

“GÖRÜYORUM DEDİĞİN ŞEY

BEYNİN İÇİNDE OLUŞAN HAYÂLDİR

Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.

İşte senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir...

Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekanizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.

hf

HİÇBİRİMİZ DIŞARDAKİ DÜNYAYI DEĞİL,

BEYNİMİZDEKİ DÜNYAYI GÖRÜYORUZ!

Kurân’da geçen “Dünya” kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI” anlatır!

DünyaN”dır!.

Bunun ilmî izahına girmeme gerek var mı?...

Hiç kimse, hiçbir insan, Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok zaten..

Dışardan gelen çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!

Dolayısıyla hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI görüyoruz!.

hf

DÜNYADA GÖRDÜKLERİMİZ,

BİR BAKACAĞIZ Kİ…

YALNIZCA RÜYADAN İBARETMİŞ!

Hazreti Muhammed aleyhisselâm diyor ki:

"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!."

İnsanlar, dünya yaşamında iken uykudadır, ölünce uyanırlar!..

Peki, uykuda görülen şey, rüya değil midir?. Bu durumda, demektir ki, bu dünyada gördüğümüz her şey, gideceğimiz ölüm ötesi yaşam boyutuna göre rüya hükmünde olacak, rüya olacak!.

Bu dünyada iken yaşadıklarımız, gördüklerimiz, ciddiye aldıklarımız, bir bakacağız ki, rüyadan ibaretmiş!.

hf

“İLK GÖRÜŞ“ ESASTIR...

SONRAKİLER, O “İLK“İN TAFSİLİDİR

Bir şey bir kere müşahede edilir!. Müşahede ettiğin anda da onu etmişindir!.

Pencereden dışarıya bir ilk bakışın vardır, ondan sonra bakışın vardır, ondan sonraki bakışların, o bakışın devamıdır, tafsilidir!. Bir kere “Lâ ilâhe illâllah” sözünü söyleyebilirsin; ondan sonrakiler o sözün devamının gelmesinden başka bir şey değildir...

Diyelim ki Kâbe’yi ilk defa görüyorsun; ne diyor Hz.Muhammed aleyhisselâm;

Kâbe’yi ilk görüşte dua edin, o duanız kabul olur”

diyor! ”Ne zaman görürsen gör” veya “devamlı bakarken” demiyor!. ”İlk görüş” diyor!.

Peki ilk görüş görüş de sonrakiler görüş değil mi?... Onlar da görüş!. Ama ilk görüştür esas!. Bir defa gördüğün zaman, onu görmüşsündür!.

Görmenin ikinci defası olmaz!. ,Bir şey bir kere görülür... Ondan sonrakiler o şeyin devamıdır… Devam edegitmesidir!.

hf

“GÖRÜYORUM“UN GERÇEK İFADESİ,

KOZMİK YAĞMURLA ETKİLENEN BEYNİMİN

“DEĞER YARGISI“DIR!

(“ALGILIYORUM”DUR!)

Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da mâruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.

Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kâbiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı hâlinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini kullanabilen insanlar!..

Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..

Meselâ, görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.. Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur!. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir bioelektrik akış söz konusudur.

Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz “görüyoruz” demişiz... “Görüyoruz”un gerçek ifadesi, “beynimizin değer yargısıdır”!. Bir diğer ifade ile “görüyorum”un anlamı “algılıyorum”dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.

Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe “algılama”da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!..

Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.

hf

GÜNDÜZ VE GECE UYKU HÂLİNDE GÖRDÜKLERİMİZ

BEYİNDE PROGRAMLANMIŞ VERİ TABANLARININ

ÜST YAPI ŞUURUNDA AÇIĞA ÇIKIŞIDIR

Karşımızdaki bir objeden bizim gözümüze yansıyan dalgalar, eğer santimetrenin onbinde 4 ile 7 si arasında ise, gözbebeğimiz bunu bioelektrik dalgalara dönüştürerek göz siniri dediğimiz hat üzerinden beyne ulaştırır..

Beyinde bu dalgalar, daha önceden yüklenmiş veri tabanına GÖRE, onlarla birleştirilerek bir sentez oluşturmak suretiyle değerlendirilir; sonra da hayâli oluşturan görme grubu içinde, bir hayâli imaj oluşur. İşte bu hayâli imaja, biz, “görüyoruz” lâfzını kullanırız.

Her şeyi, ötelerde ve asılsız hayâllerde değil; içinde yaşadığımız boyut ve sistemde bulmaya çalışırsak isabet etmiş oluruz...

İşte bu anlayışla beynimizi değerlendirirsek...

Beyin gerek göz görme sınırları içinde kalarak kendisine ulaşan dalgaları ve gerekse de bunun dışında, direkt olarak aldığı dalgaları değerlendirerek düşünür, hisseder, ve gerekirse hayâl merkezini devreye sokarak görür!.

Esasen beynin değerlendirmelerinde, görme bir ara işlem değil, bir son işlemdir... İsterse, görme devresi oluşmadan da değerlendirmeleri yapar!.

Şunu çok iyi anlayalım;

Yukarıdan, tanrının ruhundan, belli özelliklere sahip bir ruh kopup geldi, bizim bedenimize girdi; o kendisindeki tanrısal güçle görüp biliyor; bedende terbiye oluyor; sonra çıkıp onun huzuruna gidecek; o da onu yargılayıp cehennemine atacak, ya da cennetine sokacak; işte bu yüzden biz o ruhla görüp işitiyoruz görüşü sembolik anlatımların yanlış deşifresinden doğan bir ham hayâlden başka bir şey değildir!.

“Görme” dediğimiz olayın aslı ve hakikatı ne?

Şu gördüğümüzü az çok herkes görüyor, ne olduğunu bilmese de görüyor da hele hele “rüya”dediğimiz olay rüyada ruhbedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor, bir yerleri mi görüyor?

Genel anlatım içinde söylenen; gece uykuda ruhun serbest kalması, bir yerlere gitmesi-bir olayları görmesi, özellikle kişinin bilmediği yerleri rüyasında görmesi diye anlatılan bir olay var.

Şimdi bizim anlatımımızda ruhun beyin tarafından üretilen dalgalardan meydana geldiği konusu işleniyor. Ayrıca rüyanın dışında “Telepati” diye bir olay da biliyoruz ve telepatinin iki beyin arasındaki karşılıklı gönderilen dalgalar olduğunu da biliyoruz. Yâni beynin belli dalgalar göndererek bir beyine ulaştığını, ona çeşitli mesajlar verdiğini biliyoruz fakat bu kopuk kopuk bildiğimiz hususları biraraya getirip bir sonuca varmayı genelde hiç düşünmüyoruz.

“Telepati” dediğimiz olayı gerçekleştiren beyin esasen bunun benzeri bir hususu hemen herkeste yaşamakta...

Beynin yaydığı radar dalgaları, uyuduğumuz zaman ruhbedenden ayrılıp bir yerlere gidip orada birşeyleri görüp veya birisi ile görüşüp gelmez!.

Bizim tesbitimize göre; beyin gündüz olduğu gibi gece uyku hâlinde de radar dalgalarını yaymaya devam eder ve gündüz beyin birçok kanaldan veri toplarken gece bu özellikle beş duyuya dayalı alanlar kapalı olduğu için yaydığı radar dalgalarının getirisini beynin görüntü merkezinde değerlendirerek sùretlendirir. “Bu ruh gitti de falanca ile görüştü “denen görüntüleri meydana getirir.

Dua; beynin yönlendirilmiş dalgaları olduğu gibi, rüyaların bir kısmı da beynin radar dalgalarının tesbit ettiği olaylardır.

“Rüya”lar; kâh sizin o ana kadar mevcut veri tabanınızdaki mânâların açığa çıkmasıdır yâni bilgisayarınızın harddiskindeki birtakım verilerin ekrana yansıması, görüntüsüdür, kâh da ekranınıza internet aracılığı ile gelen verilerin bilgisayarınızda işlenerek ekrana yansımasıdır.

İşte bu bilgisayara verilen internetten gelen veriler gibi beynin radar dalgalarıyla algıladığı bazı dış olaylar geçmişte ruhun bedenden ayrılıp bir yerlere gidip bir yerlerde görüşmesi veya o yerleri görmesi şeklinde değerlendirilmiştir.

Tabii bu geçmişte hiçbir şekilde izah edilmesi mümkün olmayan bir olaydır, bunu ancak bugünki şartlarda böylece açıklama imkânını bulabiliyoruz. Bilim ve teknoloji bu düzeye gelebildiği için telepatinin varlığını kabul eden her insan, beynin radar dalgalarını da doğal olarak kabullenmek zorundadır.

Beynin radar dalgalarının ve telepati dalgalarını kabul eden her insan güçlü bir kapasiteye sahip beyinli kişilerin geçmişin “Kerâmet” denen olaylarını yaşayabilmesinin de son derece doğal ve mâkul olduğunu rahatlıkla fark edebilirler.

Dışarıdan gelen veriler nasıl bilgisayarın harddiskine geçiyorsa daha sonra da bu harddiskten istenilenler ekrana yansıyorsa görünür hâle geliyorsa fakat bu bilgiler bilgisayarın içinde nasıl mevcut bilgi hâli ile değilde sadece 0-1 esasına dayalı iki tür kayıt ise; insan beyninde ve hücrelerinde de programlanmış veri tabanları vardır. Siz bunlardan hangisine yönelirseniz onlar sizin ekranınızda üst yapı şuurda meydana çıkar.

Önemli olan insanın kendi kapasitesini olabildiğince kullanabilmesini temin etmektir!

hf

BEYİNDEKİ GÖRÜNTÜ

NÖRONLARIN MEYDANA GETİRDİĞİ DALGALARIN

GİRİŞİMİ SONUCU HOLOGRAFİK ÖZELLİK GÖSTERMEKTEDİR

Holografın elde ediliş şekli şöyledir. Laser ışınını ikiye ayırdıktan sonra, yarısını direk görüntüsü alınacak cisme, oradan resim plakasına, diger yarısını da bir ayna yardımıyla, aynı resim plakasına aksettirdiğimizde holografik görüntüyü elde etmemizi sağlıyacak girişimleri elde etmiş oluruz. Bu plakaya yönlendirilecek bir laser ışını üç boyutlu görüntü elde etmemizi sağlar.

Bunun en önemli özelliği de resmin en küçük parçasından dahi aynı, tüm görüntünün elde edlmesidir.

Önceleri beyinde görüntünün bire bir oluştuğu varsayılıyordu; ama Pribram'ın araştırmalarına göre, görme merkezinin %98'i alınmış olan bir kedide görüntü aynen alınmakta idi.

Bunun üzerinde çalışarak, beyindeki görüntünün, nöronların meydana getirdiği dalgaların girişimi sonucu, holografik özellik gösterdiği açıklandı.

Beynin ömür boyunca 2.8x10 üssü 20 bitlik görüntü kaydetmesi gerektiği; bunun nasıl olabileceği araştırıldığında ise 2.5 cm2.lik holografik filmin 50 incil bilgisi kadar bilgi yüklenebildiği; burada önemli olanın filme verilen laser ışını açısı olduğu anlaşılmıştır.

Bu yönüyle konu incelendiğinde, çağrışım ve unutma gibi kavramları, laser ışınının doğru açıyı bulması veya bulamaması şeklinde açıklayabiliriz.

Bizlerde kızgınlık, aşk, nefret, açlık gibi hisler içseldir. Müzik sesi, güneşin ısısı, taze ekmek kokusu ise dışsaldır. Fakat beynimizin bunları nasıl ayırtettiği belirsizdir.. Yanıt ise ancak "hologram" olabilir!

Bir holografik görüntünün içinden elinizi geçirebilirsiniz, orada enerji veya başka birşey olduğunu gösteren herhangi bir ölçü aleti de geliştirilmemiştir. Aynen aynadaki görüntümüz gibi buna hayâli yapı (Phantom Limb) adı verilmiştir.

1960`larda George Von Bekesy vibratörle gözleri kapalı deneklerin dizleri üzerinde yaptığı deneylerde, titreşim sayısını değiştirdiğinde, titreşim kaynağının bir dizden diğerine atladığını, hattâ dizlerin arasında dahi titreşim kaynağının hissedildiğini buldu. Bu durumda dokunma duyusu olmayan yerlerde dahi duyumsal verilerin algılanabildiğini ispatladı.

Buradan da kolu veya bacağı olmayan kişilerin hissettikleri krampların, kasılmaların, kaşıntıların gerçekte var olan bir kaynaktan değil beyne kayıtlı girişim modellerinden olduğunu gösterdi

hf

“GÖRÜYORUZ” DİYE İFADE ETTİĞİMİZ

İKİ BOYUT VAR

Şu, “gördüklerimiz” konusunu bir ele alsak, ne dersiniz?.

Gördüklerimiz ne kadar gerçek?.

Ne kadar gerçekleri görüyoruz; göremediğimiz neler var, algıladığımız ve algılayamadığımız ne tür boyutlar söz konusu?..

Gördüğümüz” diye ifade ettiğimiz iki boyut var;

Birinci gördüğümüz boyut, şu yaşadığımız ortam… Burada birtakım şeyler görüyoruz.

İkinci gördüğümüz boyut;  “rüya âlemi”… Rüyada da bir şeyler görüyoruz.

Bu ikinin dışında bazıları da böyle ayakta dolaşırken, gezerken birşeyler görüyor ve onu da bilmiyoruz. Hiç öyle ayakta dolaşırken, gezerken ben hayâl meyâl bir şey görmedim!. Onun için o konuda bir şey diyemem, gördüklerini söylüyorlar!.

Bir de cinleri görüyorlar!. Ben bugüne kadar cinleri görmedim. Onun için o konuda da hiç bir şey söyleyemem!.

hf

GÖRME MERKEZİ

GÖRDÜĞÜNE DEĞİL; KENDİSİNE ULAŞAN

FREKANSLARA GÖRE KARAR VERİR

İlk defa 18. yüzyılda Fransız Fourıer herhangi bir modelin ne kadar kompleks olursa olsun basit dalgalarla ifade edilebileceğini ve bu formların orijinal modele dönüştürülebileceğini metamatik olarak ispatlamıştı.

Bunu tv kameralarının görüntüyü eloktromanyetik frekanslara, tv cihazının da bu frekansları tekrar görüntüye dönüştürmesi şeklinde örnekliyebiliriz. (Fourıer Transforms)

1960 ve 70`lerde birçok araştırmacı görme sisteminin, dalgaların saniyede ne kadar salınım yaptığını saptayan bir frekans analizörü gibi çalıştığını ispatladıklarını Pribram'a söylediler; ve beynin bu işlemde holografik işlev yaptığı görüşüne vardılar.

1976 da Berkeley'de, Russell ve Karen de Valois meseleyi keşfettiler.

Görme merkezi üzerinde yaptıkları çalışmalarda bazı hücrelerin yatay çizgilerin algılanmasında, diğer bazı hücrelerin de dikey çizgilerin algılanmasında devreye girdiklerini buldular; karakter algılayıcı dedikleri çok özel hücrelerin bizim göresel olarak algıladığımız dünyayı gösterdiğini belirttiler.

Deneyi ispatlamak için de Fourier denklemlerini kullanarak örnekleri dalga formlarına çevirdiler ve beyin hücrelerini kontrol ettiler. Buldukları, beyin hücrelerinin orijinal örneğe, değişik Fourier denklemlerine uygun tepki gösterdikleri idi.

Sonuç, beynin görüntüleri Fourier denklemine uygun olarak dalgalara çevirerek algıladığı oldu!

Bu deneyler bir çok ülkede tekrarlandı, beynin holograf olarak çalıştığı henüz tam olarak ispatlanamasa da, bu yolda yeterli kanıt sağlandı.

Böylece görme merkezinin, gördüğü değil; kendisine ulaşan frekanslara göre karar verdiği; ve buna göre de, diğer duyuların dahi araştırılması gerektiği ortaya çıktı!

hf

VERİ TABANIN  GELİŞMEMİŞSE

 YA DA YETERSİZSE, ARIZALIYSA,

GÖRDÜĞÜN DE ARIZALIDIR

Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri değerlendiren veri tabanın gelişmemiş ya da yetersizse; arızalıysa, gördüğün hayâl de ona göre arızalıdır, gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl gördüğünün ispatıdır.

Birisi bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!.

Niye öyle görüyor?..

Çünkü, görme cihazı arızalı!...

Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...

hf

HERKESİN GÖRDÜĞÜ VE

ALGILAMA SINIRLARI İÇİNDE KALANLAR

HARİCİNDE OLARAK “ALGILANAN” FAKAT

 “GÖRÜYORUM” DİYE ANLATILAN HERŞEY

TAMAMIYLE BİR BAŞKA BOYUTA AİT GÖRÜNTÜLERDİR!

Daha önceki bölümlerde anlatmaya çalıştık ki, "DİN", "KUR'ÂN" ve "CEBRAİL" gibi kelimelerle anlatılan kavramlar, GÖKTEN, GÖKTEKİ belli bir MEKÂNDA BULUNAN TANRININ YANINDAN YERYÜZÜNE inmemişlerdir!.

Geçmiş yüzyıllarda "BOYUT" ve "BOYUTSAL VARLIKLAR" kavramları insanlar tarafından bilinmediği için, olay sanki gökte cereyan ediyormuş gibi anlatılmıştır...

Buna açık bir misâl vermek gerekirse, Rasûlullah’ın başından geçen bir olayı ibret ve örnek olarak nakledebiliriz...

Hazreti Rasûl aleyhisselâm bir gün namaz kılarken önündeki duvarda cenneti ve cehennemi görüyor... Cennette gördüğü bazı şeylere âdeta elini uzatarak almak istiyor, buna mukabil cehenneme dair gördüğü şeyler ise onun geri kaçma hareketi yapmasına neden oluyor...

Kitabı genişletmemek için fazla detaya girmiyorum.. Burada konumuzla ilgili olan husus şu:

Görüldüğü ifade edilen, bu tür görüntülerin tümü de GÖKTE, YA DA YERYÜZÜNDE belirli bir MEKÂNDA olmayıp, tamamıyla bize GÖRE bir ÜST veya ALT BOYUTTA oluşmaktadır.

Kesin olarak bilelim ki...

Herkesin gördüğü ve herkesin algılama sınırları içinde kalan şeyler haricinde olarak “algılanan”, fakat “görüyorum” diye anlatılan her şey, tamamıyla bir başka boyuta ait görüntülerdir!.

hf

HİÇ KİMSE BİR DİĞERİYLE AYNI ŞEYİ GÖRMEZ…

HİÇ KİMSE AYNI ŞEYİ İKİ DEFA GÖRMEZ

Herkes, birbirine ve her şeye bakar; fakat, kimse, bir diğeriyle aynı şeyi görmez!. Herkes, aynı şeye bakar; fakat, aynı şeyi, mutlaka farklı görüp değerlendirir…

Herkes, her şeyi, dışarıda değil, hayâlinde görür; ve değerlendirmesini de, kendi veri tabanına göre yapar!.

Herkes, farklı şeyleri olduğu gibi, aynı şeyi dahi, ayrı zamanlarda, aynı şekilde değil, farklı şekilde algılayıp değerlendirir…

Hiç kimse, aynı şeyi, iki defa görmez ve iki defa aynı şekilde algılayamaz.

Herkes, her şeyi, kendi veri tabanına göre değerlendirdiği için de, her şey, değerini değerlendireninden alır!.

Herkes, kendi cehenneminde, ya da kendi cennetinde yaşar!.

 Tanrısından kurtulanın yaşamı ise, “ALLAH” adıyla işaret edilenin “HİÇ”lik mertebesidir “ALLAH” adıyla işaret edilen, “Bâkî”dir; uyarısını değerlendirenler, fâni düşünemeyecekleri gibi; “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış olanlar da, âlemlerin, hayâl çekirdeğinden oluşmuş bir dev ağaç olduğunun seyri içindedir.

Her an, her zerrede, yeni bir “şe`n”de olandır, “HU”; ve dahi bundan münezzehtir; ise, bunun sonuçları ne olabilir ve getirisi dahi neler olabilir?

Ya birilerinin dedikodusuyla ömür tüketenlerin yeri?

hf

CİNLER VE MELEKLER

 GÖRÜLEBİLİR Mİ?

Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar mevcuttur. .İnsanın dışında, cinlerin ve meleklerin sınıfları olarak!

Esasında, cinler de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri itibariyle!.

Yâni, nasıl insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan varlıklarsa...

Güneş sisteminin dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu galakside, Samanyolu’ndaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız varlıklar var...

Bunları "görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.

Yâni insanlar tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.

Kim, "ben cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..

Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.

hf

GÖZDEN BEYNE GELEN MESAJLARLA DEĞİL,

BEYNİN DİREKT ALGILADIĞI DALGALARLA

BAZI VARLIKLARIN GÖRÜLEBİLMESİ

İster “uzaylı” deyin, ister “cin” deyin, ister başka bir adla anın, sonuçta, normal gözle bakanların göremediği, ancak bir kısım insanların gördüklerini iddia ettikleri, bazı varlıklar vardır, farklı bir boyutta yaşamakta olan!. Bunlar, gözden beyine giden mesajlarla değil, beynin direkt olarak algıladığı bir kısım dalgalar ile o kişiye “görülür”(?) olmaktadırlar.

Bir kısım beyinlerin algıladığı bu dalgalar, aynı zamanda bizim “ruh” adıyla bildiğimiz, ölüm sonrası bedenimizi de meydana getiren dalga türüdür.

İnsan beyninin ürettiği bu dalgalardan oluşan bazı “velî” “ruh”ları yani ölüm ötesi yaşam bedenleri de, diğer boyut canlıları gibi, ölüm ötesi yaşam boyutundan, bu dünyadaki bazı kişilere benzer türden dalgalar yollayarak, görünebilir…

Nitekim, ölümünden üç gün sonra inananlarına görünen Hz. İsa aleyhisselâm ile, Hızır aleyhisselâm dahi, bu yoldan görülmüşlerdir.

Ne var ki, normal gözün göremediği bu tür dalgaları algılayarak, “gören(?)” insanlar, çoğu zaman yeterli veri altyapısı olmadığı için, “gördüğü” “cin” olmasına rağmen, oyuna gelerek “veli” gördüğünü sanır.

hf

ÂHİR ZAMANDA BÜTÜN İNSANLAR
CİNLERİ AÇIK SEÇİK GÖREBİLECEK

Meleği veya cini görüyorum diyenlerin, görme olayı da şu:

O varlığı, karşısında olarak gözüyle görmüyor!.

Beynin sadece beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.. Yani, görme, işitme, koklama, tad alma, dokunma... Sonra bir de 6. duyu diye bir şey kabul etmişiz; ama onun da ne olduğundan habersiziz..

Oysa beynin, bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu çözemedi... Çünkü tıp, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.

2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan beynidir!.

Eğer batı dünyası, trilyonlarca doları, uzaya gitme yerine, beyini çözme yolunda kullanabilseydi, bugün insanlık hayâl edemeyeceğiniz güçlere ve özelliklere kavuşmuştu. Fakat, ne yazık ki, beyin araştırmalarına, beyinin dalgasal faaliyetlerine yeterli önem ve harcama yapılmadığı için; dışa dönük olarak, bu para değerlendirildiği için, insan beynindeki o fevkâlâde muazzam güçler henüz keşfedilemedi..

Zira bunun keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..

Sonra da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.

Ki, bu dalga boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği dalgalar ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.

Bu arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.

Bir açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:

"Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara görünecek!."

Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile gerçekleşecek. Veya belli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla... Mesela, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları bütün insanlar tarafından görülebilecek...

hf

YENİ DOĞAN ÇOCUK NEDEN GÖREMEZ?

Beyin, veri birikimi ile belli bir kapasiteye ulaşır.

Sen anandan doğduğun zaman, beynin, sadece genetik ve astrolojik verilerle oluşan veri tabanına tâbi idi. Dünyaya geldiğin andan itibaren sürekli şekilde yeni veriler yükleniyor.

Yeni doğan çocuk ilk anda bir çok şeyi göremiyor, göz de değerlendiremiyor.

Niçin?.

Değerlendiremiyor” ne demek?..

Beyinde, onu değerlendirecek belli bir veri birikimi yok demek!. Çünkü ancak, beyinde mevcut olan şeyi açığa çıkartıyorsun; beyin veri tabanında var olan kadarıyla kendindekini deşifre edebiliyorsun. Yani, genetik ve astrolojik etkilerden kaynaklanan bir tabanın, özelliklerin, ham madden var. Bu özellikler, kendi kendine açığa çıkmaz!. Giren yeni veriler istikametinde bunlar açığa çıkar. Bir örnek verelim..

Meselâ: Güzeli seçme ve güzele yönelme..

Güzeli seçme ve güzele yönelme, beyindeki bir özellikten meydana gelir. Genetik özellikten veya beyinde astrolojik olarak Venüs tesirlerinin kuvvetli olmasından meydana gelir. Venüs tesirlerinden meydana gelen veya genetikten gelen bu, güzeli seçme özelliği, İran`daki bir insanda başka türlü, Amerika`daki bir insanda ise başka türlü bir gelişme gösterir, Afrika`dakinde ise daha başka.. Yani, güzeli seçme duygusu ve arzusu başkadır, güzeli bulma olayı başkadır.. Veriye göre değişir. Temelde, baz olan özellikler genetik ve astrolojik tabanda vardır. Bunun açığa çıkması, daha sonraki, dıştan alınan verilere bağlı olarak meydana gelir kişide..

hf

GÖREN İLE

GÖRMEYEN GÖZ ARASINDAKİ FARK

(Soru : "Kırmızıyı, bir renk körü, başka bir renk olarak algılıyor." Neden?..)

Beyinlerde de fark var aslında..

Bakın!.  Hem fark yok diyorum, hem var diyorum. Neye göre fark yok?.

Temelde, ham madde olarak iki beyin de aynı. Fakat, körün beyninde gözün geçirdiği o frekanslar gerekli açılımı yapmadığı için gören kişinin beyniyle körün beyni arasında açılım yönünden fark var. Yani, beyne ulaşan veriler yönünden, beyinler arasında farklılıklar var.

hf

GÖZÜYLE YAŞAYAN...

Özünü bilmeyen, gözünün gam ve kasâvetini yaşar.

 

Gördüğünü tanıyamayan, gözüyle yaşayandır!.

hf

GÖZ ODUR Kİ...

Göz odur ki, insanı hidâyete erdire!.

hf

ÂHİRETİ, SEMÂYI, MELEKLERİ, FÂTIR’I,

RABBİMİZİ, “ALLAH“ İSMİYLE İŞARET EDİLENİ...

“SONRA” MI GÖRECEĞİZ?!

Namaza durduktan sonra Allah’ın huzuruna çıkacağız!?

Öldükten sonra; kâbir âleminden sonra mahşerde Rabbimizi göreceğiz!?

Dünyadan sonra âhireti göreceğiz!?

Nasıl bir kelime bu sonra ki, bizi alıp alıp bir yerlere götürüyor!?

Ve bizler, Sistem içinde pek çok önemli konuyu, “sonra  kavramı yüzünden, ötelerde hayâl balonu içinde aramaya başlıyoruz!

SONRA” kavramı yüzünden neler gelecek başımıza!?

Semâ” kelimesini Kurân‘da geçtiği yerlerde, nasıl yukarıda dünyanın üstündeki “Gök” diye anlayarak; melekleri de uzaya oturttuysak!!!

Nasıl ki “Allah” adıyla işaret edileni, gökte bir yerde yaşayan; oradan bizi seyredip zaman zamanda yanındaki melekler aracılığıyla yaşamımıza müdahale eden bir tanrı diye kabullendiysek!!!

SONRA” kelimesini de, “Sistem”i (Din’i) anlamada kullanırken; zamana dönük anlamıyla değerlendirerek anlıyoruz... Yedikten sonra su içmek, gibi...

Oysa, Dinsel kavramlar içinde “sonra” kelimesini üstten sonraki alt boyut olarak algılasak...

Beden boyutunu dünya (dış-üst boyut), âhiret boyutunu şuur (alt-iç boyut) olarak algılasak...?

Şuurda rabbini görmeyi, âhırette rabbini görmek olarak değerlendirip bunun anlamını farketsek....

Yaratılanın ortadan kalktıktan “sonra”, yalnızca yaratanın kalacağının; mânâsını anlasak... (“Her şey helâk olur vechi rabbin Baki’dir”in nerelerde, ne zaman, nelerden “sonra oluşacağının; ne demek olduğunu farkedebilsek...

Allah dilediğini yapar” uyarısının, “tanrı dilediğini yapar” anlamına gelmediğini farkedebilsek...

Fâtır’ın, uzayda mı, nerede; fıtratın neresinde olduğunu görebilsek!

Ben” öldükten “SONRA” başıma neler geleceğine yakîn elde edebilsek!

“Kıyâmetten “sonra” her şeyin ölüp(?), Rasûllerin baygınlık geçirip, Hz. Muhammed aleyhisselâmın dahi arşın direğine sarılıp yarı kendinden geçik bir halde bulunacağı” meâlindeki hadisin neyi anlatmak istediğini farkedebilsek..?

Kısacası pek çok “sonra”nın; bu kelimenin “boyutsallık” anlamına kullanılmasıyla oluşacak yeni bakış açısında; anlamını yeniden değerlendirmeye tâbi tutabilsek...?

Acaba neler olurdu?

Nasıl bir dünya ve âhiret anlayışı karşımıza çıkardı?

Nasıl bir dünya ve kabir âlemi anlayışı önümüze açılırdı?

Nasıl bir Cennet ve Cehennem kavramı önümüzde sergilenirdi?

Allah” adıyla işaret edileni, nelerden “sonra” nerede ve nasıl görebileceğimizi farkederdik!

hf

ALLAH’I GÖRMEK

"ÖZ"de mi "BİR"iz; "göz"de mi "BİR"iz.?

hf

“ALLAH” IN GÖZLE GÖRÜLMESİ

MÜMKÜN DEĞİLDİR

Hazreti Rasûl aleyhisselâm meşhur hadîs'inde şöyle diyor:

"İlim Çin'de bile olsa, alınız!"

Burada bahsedilen "İlim", Hakikat ilmi'dir. Çünkü, insanın bütün geleceği bu ilmi elde etmesine bağlıdır!

İlim, esas itibariyle ikiye ayrılır;

Geçici yarar sağlayan ilim,

Ebedî yarar sağlayan ilim.

Mevcut, çokluk âlemine dair bütün ilimler, geçici yarar sağlayan ilimler sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o varlığın yapısı dolayısı ile veya varoluş gayesi istikametinde faydalı olacak olan ilimdir.

Hakikat ilmine dair olan ilim ise asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece "ilim" kelimesiyle Hazreti Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim", hep "Hakikat ilmi”dir; ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI bildiren ilimdir.

Hakikat ilmi, gözle görülecek surî yâni şekli, maddesi olan bir nesne değildir. Dolayısıyla ister madde gözüyle, ister rüya şeklinde görülmesi sözkonusu olan bir şey değildir HAKİKAT ilmi!

Hakikat ilmi, gözle görülecek, yâni rü'yet edilecek bir şey olmaz ise; O yüce ilmin ZÂTI nasıl görülebilir ki?

İşte bu sebepledir ki, kim baş gözüyle veya rüya şeklinde Allah'ın görülebileceğinden söz ederse, bu kişi ilmin özünden mahrum olması sebebiyle konunun hakikatından mahrumdur.

Zîrâ “Allah” ismiyle işaret edilen, bir maddî yapı değildir! Dolayısıyla maddeye dayanan beş duyu ile anlaşılması da mümkün değildir!

Bu sebepledir ki, Allah isimli, sonsuz-sınırsız yüce varlığın gözle görülmesi mümkün değildir.

hf

“ALLAH’I GÖRDÜM” DERSEN EĞER…

O, SENİN KENDİ HAYÂLİNDE SANA AÇILAN

RABBINDIR!

YARATILANIN YARATANI GÖRMESİ MUHALDİR!

Esas itibariyle Allah’ı seyir, ilimden ibarettir.

Yâni; rü’yet, ilimdir!.

İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayâle girer!. Tahayyül sùretiyledir!. Çünkü görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz konusu olur!

Yaratılmış ilâh olmaz!.

Yaratılmış ilâh olmazsa, yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!.

İnsan yaratılmıştır, bunu daha evvel konuştuk... Yâni, belli isimlerin mânâsının âşikâre çıkışıyla varolan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!. Yaratılanın yaratanı ihâta etmesi, görebilmesi zaten muhaldir!.

Ancak Allah kendisi, kendisini görür!. Ne anda, hangi anda sen “Allah’ı gördüm”, “Allah’ı duydum” dersin, o senin kendi hayâlinde sana açılan Rabbındır!.

Öyle ise, ”Allah’a vâsıl olmaktan” mânâ, Allah’ın ilmini, ”sen” adı altında izhârından başka bir şey değildir!.

hf

GÖRÜLEN HERŞEY

İLMİ ALGILAYICILARIN DEŞİFRE ETTİĞİ

EVRENSEL İLİM SURETLERİDİR

(“ALLAH İSİMLERİ”NİN

SURETE BÜRÜNMÜŞ HÂLİDİR)

Bütün tarikatın gerçek gayesini anlamış kişilerin tek hedefi "rü'yet-i ilâhî"dir!

Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!

Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim suretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!

İlmî algılayıcılar dahi ilim kapasitelerini genişlettikleri ölçüde, "Muhît"e yaklaşırlar... Ve sonuçta Bâkî olan TEK, İLİM kalır!

hf

Esas itibariyle, her şey yâni her görüntü, Allahû Teâlâ'nın çeşitli isimlerinin mânâlarının bir sûrete bürünmüş hâlidir. Hattâ daha gerçeğiyle; biz o mânâları, beynimizdeki özel algılama sistemi ile, görüntüler, sûretler şeklinde algılarız.

Evet, konunun en can alıcı noktası burasıdır.

Gerçekte, evrende mevcut her şey, bizim bir altımızdaki boyutta dalga yâni ışınsal yapı hâlindedir.

Nasıl televizyon dalgaları dediğimiz şey gerçekte bir tür, belirli frekanstaki dalgalardır ama bünyesinde ses ve görüntü barındırmaktadır. Televizyon kendisinin özel yapısı dolayısıyla, bu dalgaların içinde bulunan mânâları ekranda bir görüntü şeklinde tarafımızdan algılanmaktadır.

Aynı şekilde, evrende mevcut, her biri de belirli anlam taşıyan dalgaların bir kısmı gözbebeğimizin algılama sınırları içinde kaldığı için beynimize transfer edilmekte ve böylece de bunlar beyinde deşifre edilerek sanki görüntüsel varlıklarmış gibi tarafımızdan algılanmaktadır.

Yâni, bize, beyin özelliğimiz dolayısı ile varmış gibi gelen görüntüler aslında “ilmi şifreler”dir.

İş böyle olunca, anlaşılmaktadır ki, gerçekte her şey bir ilimdir ve bütün ilimlerin özü, aslı, orijini, hakikatı da "ALLAH İLMİ” dir!

hf

ZÂHİR VE BÂTIN GÖZÜ

Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde verilecek isim, "halk" ismi olur. Sınırsız müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim "Hak" olur. Zâhir gözüyle, "Hak"kı görmek muhaldir! Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne "Hak" diyemezsin, "halk" demek mecburiyetindesin!.. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey terkiptir ve "halk" ismine bağlanır!..

Allah'ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile müşahede edebilirsin derken, ne demek istediğim anlaşıldı mı?

Zâhir isminin de mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah'a aittir!.. Fakat Allah'ı zâhirde görüyorum diyemezsin! Çünkü zâhir dediğin âlem, kısıtlılık âlemidir! Neye göre?.. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene göre!.. Çünkü görme dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil mi?

Dolayısıyla, bu mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar Hak ise de; nihâyet belli bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır. Kayıtlı varlık, kayıtsız varlığı göremez!.. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı görebilir!

Kayıtlı varlığın, kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben "Allah'ı görüyorum" diyemezsin! "Ben Allah'taki mânâlardan meydana gelen âlemi müşahede ediyorum" diyebilirsin!

hf

HAKİKİ GÖRME,

İDRAKTIR; İLİMDİR!

Allah’ı neyle seyredebilirsin, Allah’ı neyle görebilirsin?

“Allah’ı görmek” denen şey nedir?

Allah’ı görme, bir kere senin anladığın, benim anladığım mânâda "görme" fiili değildir! “Allah'ı görmek” denen şey, "görme" fiili değildir!

Çünkü, “Allah'ı görüyorum” dediğin zaman; Allah isminin mânâsı; daha ilk sohbetlerimizde konuştuk ki, zâtı, sıfatı, isimleri ve efâliyle tüm kâinat bunun içine girer!  Ve bu kâinatın esmâsı, sıfatı ve zâtını da ihâta etmesi şart!

Böyle bir varlık!

Halbuki, sendeki görme hâli, "görüyorum" dediğin hâl, eğer fiil mertebesindeki göz dediğimiz noktayı da kaldırırsak ortadan, bir idrâktır... Bir ilimdir!

Şimdi buradan ince bir noktaya daha kayıyoruz...

Gözle görüyorum dediğin şey, bir hayâlden başka bir şey değildir!

Hakiki görme, idrâktır, ilimdir!

Bunun basit bir misâlini verelim;

Televizyona bakıyoruz, ekranda çeşitli insanlar veya çeşitli nesneler görüyoruz...

Ekranda gördüğümüz şeyler gerçek midir, değil midir?

Ekranda gördüğümüz şeyler görünüşü itibariyle gerçektir, aslında öyle bir şey o anda ekranın üstünde var mı?

Yok!

Görüntü var ve o görüntü, bir başka görüntünün buraya ulaşmasıdır… Yerinde mevcut! İşin o tarafını bırakalım. Gördüğümüz üzerine gidelim...

Şimdi bizim “görüyorum” hükmünü verdiğimiz, “görüyoruz” dediğimiz şey, gözün aldığı ışıkları göz sinirleri dediğimiz sinirler vasıtasıyla beyne ulaştırmasıdır.

Beyne görüntü ulaşmaz, beyne bir elektrik mesajı bir bioelektrik impuls ulaşır.

Beyin bu mesajı çözer ve mânâsını ya anlayabilir ki; gördüğünü anlayabilmesi için daha evvel kendisinde o konuda bir bilgi olması gerekir. Aksi takdirde mânâsını anlayamaz. Bir görüntü var der, fakat görüntünün mânâsını anlayamaz.

İşte beyinde oluşan ve neticede dolayısıyla Ruha da yansıyan, mânâdır. Bilfiil görüntü değildir! Dolayısıyla, bir şey değildir!

Temelde, 5 duyuya göre madde var kabul edilir ise de; aslında madde 5 duyuya yâni kesitsel algılama araçlarının kapasitesine göre vardır. Dar bir değerlendirme skalasına göre, madde vardır!

Eğer geniş açıdan bakarsak, geniş bir skala ile bakarsak, geniş bir değerlendirme mekanizmasıyla bakarsak, "madde" diye bir şey yoktur.

Sen, bugün, gözünün kesitsel kapasitesi dolayısıyla evleri, binaları, dağları v.s. görüyorsun. Eğer bundan çok daha hassas bir göze sahip olsaydın, o zaman uzaydaki yıldızları seyrettiğin, aralarındaki boşlukları gördüğün gibi; bu defa atomları görecektin, içindeki boşluklarını görecektin; ve senin hissiyatını da o gördüklerin etkileyecekti! Ve o gördüklerine göre hüküm verip, değerlendirme yapmak durumuna gidecektin!

Öyleyse, âlemlerde mevcut olan şeyler, hakîkatı ve aslı itibariyle sadece ve sadece mânâlardır! Çeşitli ilâhî isimlerin manâlarıdır!

Bu mânâların değişik terkibler almasının sonucunda oluşmuş olan dar skalalar, yâni maddesel görüntüyü meydana getiren görüntü araçları, ancak ve ancak "İnsan" adıyla anılan varlığın, kendi aslını ve hakikatını anlamasına ve hakiki varlığın özelliklerini seyretmesine vesile olması amacıyla yaratılmış örnekleme nesnelerdir.Yâni, gördüğünü değerlendir ve gördüğüne nisbetle daha neler olabileceğini düşün, tefekkür et ve buradan da kendini tanıma yoluna git denmektedir!

Kendini, derken hakiki mânâda kendini demek istiyoruz!

Evvelâ Rabbını tanı; kendin kabul ettiğin varlığının mâhiyetini anla; ne olduğunu, nasıl meydana geldiğini, aslının ve hakikatının ne olduğunu idrâk et. Buradan da külli mânâda kendini bulma ve tanıma yoluna git! Ama mesele bu söylendiği kadar basit değil… Bunun için gerçekten kişinin kendini vermesi lâzım!

Gerçekten kendisi için en değerli şeyin, bu konu olması lâzım! Sırf bu için var olması lâzım!

Niye?

Çünkü bu varlık, tek bir mekanizma ve her dişli, kendi kanununa tâbi! Zanna ve hayâle yer yok bu mekanizmada!

Mekanizma dişlilerden, dişlilerden, dişlilerden oluşuyor! Arada bir tek hayâlî dişli yok! Hepsi birbirine bağlı, birbirinin başını ve sonunu meydana getiriyor!

Mutlak olarak senden ne çıkarsa, o çıkanın bir sonraki neticesi gene dönüp sana gelecek!

hf

RÜYALAR,

ÇEŞİTLİ MÂNÂLARIN SURETLERE BÜRÜNEREK

BİZE GÖRÜNMESİ HÂLİDİR

Bu arada bazı bilgi sahiplerinin aklına takılabilecek şu soru olabilir;

Gerek Hazreti Rasûlullah ve gerekse Evliyaûllah'ın önde gelenlerinden bazı zevâtın rüyalarında, Allah'ı bir insan sûretinde gördüklerine dair nakiller mevcuttur. Bunlar elbette ki yalan değildir. Ancak rüyanın ne olduğunu iyi bilmek gerekir.

Rüyalar, çeşitli mânâların, o mânâlara uygun sûretlere bürünerek bize görünmesi hâlidir.

hf

NİÇİN “TEK”İ “ÇOK “ GÖRÜYORUZ?

FÂTIR, beyinlerimizi, "TEK"i çok olarak algılayacak bir özellikle yarattığı içindir ki biz "TEK"i ‘’çok’’ görmeye sonsuz dek devam edeceğiz!.

hf

GÖZ’ÜN VERİLERİ BEYİNDE

“ÇOKLUK” OLARAK DEĞERLENDİRİLİR

VE BİRÇOK NESNELER VARMIŞ ZANNI OLUŞUR

Bakın...

Diyor ki: “O Allah, bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz, sonsuz ve sınırsız Tek’tir! Ne O birşeyden meydana gelmiştir; O’nu meydana getirecek ikinci birşey vardır... Ne de O’ndan meydana gelebilen ikinci bir varlık vardır!”

Çünkü O, sonsuz ve sınırsız Tek’tir!

O’nun bir yerde bitmesi gerekir ki O’ndan bittiği yerde ikinci bir varlık meydana gelsin; ikinci bir varlık oluşsun!

O’nun bittiği bir yer yok ki ikinci bir varlık meydana gelsin!

Öyleyse varolan, sadece ve sadece o TEK’tir!

Peki... GERÇEK, sonsuz ve sınırsız bölünmez ve parçalanmaz kendisine birşeyin girmesi veya çıkması mümkün olmayan TEK ise, tek gerçek varlık O ise.... Ve O’na geçmişte “ALLAH” ismi konmuş ve biz O’nu “Allah” ismiyle tanıyor isek... Nereden çıktı bu çokluk görüntüsü, nereden çıkıyor bu bir yığın varlıklar?...

Ben-sen-o, biz-siz-onlar?..

İşte burada anlamamız gereken şey; gözün verilerinin, beyinde “çokluk” olarak değerlendirilmesi!

Gözün verdiği veriler bizde birçok varlıklar nesneler varmış zannını oluşturuyor!.

Sade göz değil, 5 duyu!

 Dokunma, koklama, duyma, işitme, görme, tadını değerlendirme dediğimiz duygular bizde bu algılara tekâbül eden varlıkların varlığını kabul etme hâlini doğruyor ve bu vehimle de biz pekçok saysız varlık varmış gibi onlara göre yaşayarak kendi gerçeklik âlemimizden bihaber yaşıyoruz.

Sizin gözünüzün algılama kapasitesi dışında kalan şeylere siz “YOK” diyorsunuz!

Dokunma duygunuzun dışında olan şeylere “YOK” diyorsunuz..

İşitme sınırlarınız dışnda kalan şeylere “YOK” diyorsunuz...

Oysa...

İşitemediğiniz milyarlar ve milyarlarca ses var!

Göremediğiniz milyarlarca ve milyarlarca varlık var!.

Tutamadığınız milyarlarca ve milyarlarca varlık var!.

Ama bunların varlığını tesbit edebilecek algılama aracından mahrumuz!

Beyin ne düzeyde gelişme gösterirse, o düzeyde algılama aracına algılama frekansına sahip olur ve o frekansa tekâbül eden varlıkların varlığına da şehâdet eder!

Senin benim göremediğimiz şeyleri o beyin görür ve “VAR” der!

Ama biz “YOK” deriz…

Niye?

Beyin kapasitesinin sınırlarından dolayı!

Beynimizi 5 duyu ile bloke olmuş halden arındırıp, bu blokajı kırıp, beynimizdeki kullanılır kapasiteyi %5den, %10 dan 20 ye, 30a 40a 50e 60a çıkartıp gerçekleri görebilirsek, o zaman diyeceğiz ki;

 Gerçek âlem, gerçek dünya, gerçek yaşam, varlık âlemi bambaşka bir âlemdir!.

“O zaman yer başka bir yerdir, gök bambaşka bir gök!” âyeti tecelli eder. Ve herşey bambaşka bir âleme tahavvül eder!

fhfh

GURUR

Gururun, benliğindendir!. Benliğinin varolmadığını idrâk etmedikçe, gururdan kurtulamazsın!.

Cehennem alevleri, gurur odunlarıyla tutuşmuştur.

Gururunun sana kaybettirdiklerini hiçbir şey kaybettiremez.

Gururuyla yaşadı, hüsranla öldü!.

hf

GURUR ELBİSESİ

Allah, bir adamın nimetlerinden mahrum kalmasını isterse, onun üzerine gurur elbisesini giydirir... O kişi mağrur olur, kendini beğenmiş olur ve kolay kolay kimsenin yanına gitmez; kimseyi beğenmez olur!.

Bu gurur öylesine gözlerini KÖR eder ki, karşısındakinin hakikatini göremeyerek, ondan neler açığa çıkabileceğini düşünemez olur!...

“Her gördüğünü Hızır bil.” sözü boşuna söylenmemiştir!... Hele bilip tanıdığınız kişilere karşı gurur duygusunu atabilmek en zor iştir...

Dersin ki, “canım bunca yıldır tanıyorum, ondan ne gelir ki bana!...”

Evet, insanın en kör oldukları, en yakınlarıdır!...

Kişinin hakikatı "O" ise... O , her an yeni bir şanda ise... Bilin ki, kimden hangi anda hangi hakikatı dillendirip; sizi nasıl uyaracağını asla tahmin edemezsiniz...

hf

İNSANIN BAŞINDAKİ EN BÜYÜK BELÂ

GURURDUR

Dostlarım...

Söze başlarken dedim ki, insan başındaki en büyük belâ, gururdur!.

Ben biliyorum, onu da tanıyorum, öyle ise ona ihtiyacım yok; demektir...

Hepiniz hepinize muhtaçsınız!...

Hepinizin hepinizden öğreneceği pek çok şey var...

İnkâr ettiğin her kişide dahi senin muhtaç olduğun pek çok kemâlât vardır!...

Kişiyi değil, kişidekini göremiyorsan; zaten âcil servise kaldırılma durumundasın!...

Bir insanın, akıllıyım sanarak, ahmak rolünde olması inanın ki başına gelecek en kötü hâldir!..

hf

SEVGİN,

GURURUNDAN VAZGEÇİREMİYORSA…

Gururundan vazgeçiremiyorsa sevgin; o, sadece bir beğenidir!.

hf

GURURLA YAŞADI…

HÜSRANLA ÖLDÜ!

Gururla yaşadı, hüsran ile öldü!.

Etraf için yaşadı; kendini tanıyamadan öldü!.

Desinler için yaşadı; dediler, oh kurtulduk!.

Allah için yaşadı;

Halifeliğinin gereğini ortaya koydu!.

fhfh

“GÜNAH”

 

·                                             Günah ve sevap nedir? Fiiler mi, duygular mı, düşünceler mi günah ve sevabı oluşturur?

·                                             Günah ve sevabın sınırları nasıl ve nerede belirlenmiştir?

·                                             Günahın küçüğü ve büyüğü olur mu? Bunu belirleyen nedir?

·                                             Nereye ve nasıl yazılır; kim yazar?

·                                             Günahlarımızı ve sevaplarımızı nasıl ve ne zaman okuyabiliriz?

·                                             Günahlardan arınmanın bir sistemi var mıdır? Varsa bu sistemden ne zaman ve nasıl yararlanabiliriz? Yararlanmazsak sonuçlarını nasıl yaşarız?

GÜNAH

 ‘’Günah’’, Hakikatını bilmeyenin davranışlarının adıdır.

hf

Geniş anlamı ile günah, nefse dönük, nefsin menfaatine dönük davranıştır. Bu elbette havâsa dönük mânâdır.

hf

GÜNAH VE SEVAP

Sana yarar sağlayacak ya da zarar verecek fiilindir!.

Pozitif enerji adını verdiğimiz bu dalgalar beynin “verici” mahiyetteki düşünce ve fiillerinden oluşan bir enerji türüdür!.. Dindeki adı “sevap”tır!..

Pozitif enerjinin karşıtı olan “negatif enerji” adını verdiğimiz dalgalar ise beynin “alıcı”, “birimsel menfaate dönük” davranışlarından oluşur. Dindeki adı “günah”tır!..

hf

GÜNAH VE SEVAPLAR NASIL YAZILIYOR?!

Melekî kuvve ve kuvvetler sayısızdır...

Meselâ, insanın müvekkel melekleri, insana vazifeli olarak verilmiş melekler… Esasen bu konuda, Hz. Rasûlullah aleyhisselâm buyuruyor ki:

“Bir çocuk doğduğu andan itibaren, onunla ilgili, onunla beraber olmak üzere bir Melek meydana getirilir. Bir de onunla beraber olan bir Cin`i vardır. O melek onu, meleki güçlere çekmek isterken, o cin de onu maddiyata, süfliyata çeker.”

Neticede o kişi ya melekiyeti kazanır, melekler âlemine yükselebilecek düzeye gelir.  Veyahut da Cin`e yani şeytana tâbi olarak, kendini madde beden kabul edip, bu süflî madde dünyasında kaybolur, boğulur gider.”

Bu iki meleğin dışında ayrıca, iki de “Kirâmen Kâtibeyn” denen, sağ ve sol omuzda diye anlatılan bu iki meleğin vazifesi, dini tabirle sevap ve günahları yazma olarak anlatılır.

Buradaki “sevap ve günahları yazmak” diye anlatılan olay, bizim genelde anladığımız mânâda bir kalemle bir yazı mahalline yazmak değil, elbette!..

Bildiğimiz gibi, insanın sağ yönünde, Çinlilerin 2000 sene önce tespit etmiş olduğu, vücudun sağ yönünde, akapunkturun esasını getiren pozitif yük vardır. Sol yanında da negatif yük vardır.

Kişinin kendini madde ötesi yaşama hazırlamasını sağlayan fiil ve düşünceleri, çevresine verici fiil ve düşünceleri, pozitif yük ağırlıklı olarak, beyinde düşünülür ve bunlar dalgasal yapıya çevrilerek ruhta kayda alınır!.

Ruha yüklenen bu pozitif yüklü dalgalar, kişinin ruhunun dünyanın manyetik çekim alanından kurtulmasına ve cennetler`e açılmasına vesile olan güçtür!.

Buna mukabil, kişinin, alıcı, kendine toplayıcı, dünya ve maddeye yönelici düşünce ve eylemlerinden oluşan fiilleri ve düşünceleri, günah diye nitelendirilir; ve bu menfi, negatif ağırlıklı dalgaların meydana getirdiği dalgasal üretim, ruha negatif olarak yansır ve bu da kişinin madde dünyasına bağlılığını, çekimini artırır.

Dolayısıyla, madde dünyasına ağırlıklı olarak bağlanan bu ruh, neticede madde dünyasından kopamaz ve o nispette de dünya ile birlikte güneşin dalgasal boyutuna girerek orada büyük azaplar çeker.

İşte, kişideki pozitif ve negatif yükün kaynağı, din terminolojisinde; kişinin günahları ve sevaplarını yazan “iki omuzundaki iki melek” diye tarif edilmiştir...

“Sevap” denen sistem düşünceye, “günah” denen sistem ise beyindeki fiile dönük devreyle çalışır...

hf

GÜNAH VE SEVAP

ÂYETLER VE HADİSLERLE BELİRLENMİŞTİR

 İslâm Dini’nin kökeni-kaynağı “Kurân”dır veya “Hadis” dediğimiz Rasûlullah aleyhisselâmın açıklamalarıdır!.

Bu iki kökene dayanmayan herşey kabul edilmesi gerekli olmayan şeylerdir ve DİN diye de konuşmaması gerekli şeylerdir!.

Biz maalesef çok yanlış bir eğitim şekli de uyguluyoruz.

Çoluğumuza çocuğumuza sıkıştığımız yerde hoşumuza gitmeyen bir şeyde hemen “bunu yapma günahtır” diyoruz…  Veya “şöyle yap sevaptır” diyoruz..

Bir şeyin günah veya sevap olması için, Kurân’da o şeyin insanlara yasaklanması veya yapılmasının tavsiye edilmesi gerekir veya Hz.Rasûlullah aleyhisselâm tarafından bu yasağın getirilmesi veya tavsiyenin getirilmesi gerekir!.

Eğer Kurân’a veya Hz.Rasûlullah’ın açıklamalarına dayanmıyorsa o şey, biz onu kabul etmekle mükellief değiliz. Ve bu, Din adına da öngörülmez hiçbir zaman!

Öyle bir şey için ”bu sevaptır.. bu günahtır” denmez!

Dendiği takdirde arkasında ”niye sevap, niye günah?” suali sorulur ve buna dayalı olarak da mutlaka bir Rasûl, Nebi açıklaması veya bir âyet gösterilmesi gerekir!.

Bugün anlatılan şeylerin pek çoğu hep halk arasında dolaşan hurâfeler veya çeşitli hikayeler, yakıştırmalar..

Siz, bir fikir söylüyorsunuz… ”Bu fikir Kurân’da hangi âyete dayanıyor veya Hz.Rasûlullah’ın hangi açıklamasına dayanıyor? dediğiniz zaman,

“ben öyle duydum” diyor..

Ben öyle duydumla Din konuşulmaz veya nakledilmez!.

hf

GÜNAHLAR BULÛĞ’DAN EVVEL YAZILMAZ

Pozitif enerji dalgaları (sevap) kişinin ilk şuur hallerinden itibaren üretilir. Bu sebepten 5-6 yaşından itibaren çocuğa müsbet çalışmalar tavsiye edilir ve bu istikamete yönlendirilir.

Negatif enerji dalgalarını (günah) beyin “büluğa ermek” diye tanımlanan cinsiyet hormonlarının salgılanmasından sonra üretmeye başlar!

Zira bu dalgalar, beynin biokimyasının seks hormonlarıyla etkilenmesinden sonra beyin tarafından üretilebilmektedir. Bunun için de, “büluğdan evvel kişinin günâhları yazılmaz” diye mecazi bir şekilde anlatılır bu durum.

Kişi, bulûğa erme denen östrojen ve androjen hormonlarının üst düzey faaliyete geçişiyle birlikte mesûliyet devresine girer. Bu, şu demektir; Beyin bu hormonların kimyasal etkisiyle birlikte yanlış zihinsel faaliyetlerini negatif yük olarak ruha kaydetmeye başlar!.. Yâni günâh olarak!.. Yâni, iki omuzundaki iki melek tarafından!.. Ayrıca gene bu beyin faaliyetleri pozitif ve negatif yük esasıyla ve her beynin kendine has şifresiyle boşluğa yayınlanır.

hf

İDRAKLARIN KADARIYLA

YANLIŞLARDAN KORUNURSUN!

Önemli olan her an şuurlu bir şekilde ve belli bir noktaya, hedefe doğru yürümektir.

İdrâkın kadarıyla yanlışlardan korunursun...

Nasıl yakacağını idrak ettiğin ütüye dokunmazsan, sana pişmanlık verecek yanlıştan da kendini öylece korursun...

hf

YANLIŞTA ISRARIN BEDELİ, PAHASI

AĞIRDIR!

Yanlıştan dönmek, hatadan dönmek, akıllı insana özgü bir fazilettir.

Gelişmemiş insanın “dediğim dedik” anlayışı vardır!.

Beyni yeterince gelişmemiş çocuk kalmış insan, yanlış karar verdiğinde, o karardan dönmeyi; yanlış konuda söz verdiğinde sözünden dönmeyi eksiklik kabul eder, “erkekliğine” yediremez, kişiliğine-benliğine yakıştıramaz!.

Allah Rasûlü ise, yanlış yere yemin edildiğinde, o yeminden dönülüp; kefâret olarak üç gün bir fakirin karnının doyurulmasını ya da buna gücü yetmeyenin üç gün oruç tutmasını tavsiye etmektedir!.

Yaşamda, her insan hata yapabilir o konuda yeterli bilgi tabanı yoksa; ya da kendisine doğru bilgi verilmemişse; ya da kandırılmışsa; ve yahut aklı yerine duygu veya dürtüleriyle bir karar almış ya da söz vermişse!

Burada faziletli ve olgun davranış, verilen karar ya da sözden dönüp; gerçeğin hakkı ya da gereği neyse onu uygulamaktır!.

Ama söz vermiştim, bana yakışmaz” diyerek hatada ya da yanlışta, ısrar, ancak gelişmemiş beyinlerin tavrıdır!.

Olgun insan, yanlış veya hata yapıp da ardında uyarıldığında, duygusallığını bir yana atıp, bu hatasından dönebilen insandır!. Kefâretini verir ve hatasından ya da yanlışından döner; doğrunun, makûlün, ilmin gereğinin hakkını verir.

Söz verdim” diyerek hatada ya da yanlışta ısrarın bedeli, pahası çok ağırdır!… Bazen kaybedilen nîce yıllara, bazen de insanın sağlığına, veya yaşamına, mâl olur!. Telâfisi de mümkün olmaz!

hf

BÜYÜK GÜNAH SAHİPLERİ

(Soru: Rasûlullah Efendimiz, "Benim şefâatim ümmetimden büyük günah sahipleri içindir." buyuruyorlar. Büyük günah sahiplerinden kastedilen kimlerdir?.)

Bu açıklamasından benim anladığım, şefâatin ŞİRKİ HAFÎ ehline olduğudur...  Çünkü şirki hafî en büyük günahtır!... Mutlak şirkin zaten bağışlanması yoktur... Şirki hafi ise bunun dışında kalan günahların en büyüğü ve bütün günahların kökenidir!..

hf

BÜYÜK GÜNAHLAR

Savaştan kaçma olayının dahi bu şekildeki istiğfarla affedilmesi olayına gelince…

Savaştan kaçma, Hazreti Rasûlullah aleyhi’s-selâmın bildirdiği üzere yedi büyük günâhtan birisidir.

* * *

Buyuruyor ki Rasûlullah:

-Helâk eden yedi şeyden sakının."

Soruluyor “nedir onlar” diye:

"Allah'a şirk koşmak;

 Allah'ın harâm kıldığı insanı öldürmek;

 BÜYÜ ve sihir yapmak;

Faiz yemek;

Yetim malı yemek;

Savaştan kaçmak;

 İffetli kadına zinâ iftirası atmak."

 açıklaması yapılıyor Efendimizden.

hf

GÜNAHIN BÜYÜKLÜĞÜ

KİŞİNİN ÂHİRETİNE VERDİĞİ ZARARLA ÖLÇÜLÜR

Vicdanımızın bize, “sen imanlısın” demesi önemli mi?...

Yoksa, amelimiz mi imanımızın göstergesi?...

Mesela, sigara içen biri, sigaranın beynine ve dolayısıyla âhiretine zarar vermekte ve kendine zulmetmekte olduğuna imanlı mıdır?

İmandan AMAÇ, İMANIN GEREĞİ OLAN AMEL MİDİR?

İmanın gereği olan amel yoksa, iman mevcut olabilir mi?

Sigara için biri, ben sigaranın zararlarına iman ediyorum dese dahi, böyle bir imanı var mıdır? O zarara iman etmiş biri sigaraya devam edebilir mi? Ediyorsa, o konuda imanı hala var olabilir mi?...

Her konuda gerçekçi olalım ve ne karşımızdakini, ne de kendimizi aldatmayalım!... İman ehlinden mümine bilerek zarar gelmez, diyor Hz.Rasûl!.

Eğer çevremize veya kendimize bilerek zarar veriyorsak, bu durumda ne kadar imanlı olabiliriz?

Anlayışı kıtlara kapı açıyorum:

Buhari 2144 nolu hadise göre zinada en hafif günahlardandır; iki kişi arasında kalması ve beyne direkt zararı olmaması yönünden!...

Ama sigara kisinin hem kendisine hem de çevresine bilerek zulmetmesidir ki, bu zinadan çok daha büyük günahtır!...

Bir günahın büyüklüğü kisinin ahıretine verdigi zararla ölçülür...

Kimsenin ne kendi beynine ne de baskasının beynine zarar verme hakkı yoktur...  Meselâ sigaranın zararına iman diye bir konu sözkonusu olamaz!... Çünkü artık o, iman boyutunu asmıs, ikan noktasına ulasmıstır!... Çünkü bu zarar bilimsel olarak, madden tespit edilmiştir!..

Öyleyse, ister sigara yollu, ister başka fiillerle kendisine veya çevresine bilerek zarar veren kişinin imanından ne kadar sözedilebilir?

Allah, bizi çevremize ve kendimize(kendisine) yararlı olalım diye mi yarattı; yoksa kendimize ve çevremize zarar verelim diye mi yarattı?

İman, bizi çevremize yararlı ameller konusunda yönlendirmiyorsa, o iman ne kadardır bizde?

Sigaranın misâlini her konuya yayalım...

İman, bizi her konuda insanlara yararlı olmaya, onlara birşeyler kazandırmaya yönlendirmek isterken, biz onlara yararlı olmak yerine zararlı oluyorsak bu mümindir baskılı elbiseyle dolaşsak,imanlı sayilir mıyız acaba?

hf

GÜNAHLARIN EN BAŞINDA GELEN

VE HEPSİNİN KÖKENİ OLAN GÜNAH

Günahların en büyüğü nedir?..

"İnneş şirke lezulmün azîm"!..

"Şirk azîm zulümdür";

diyor âyet...

Yani, "Allah"ı, tanrı mesabesine koymak!... Şirk budur!...

"Sizin için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde" diyor...

Öyle ise Tanrıya tapmak "kebâir"in ta kendisidir!... Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir!...

Bütün günahların kökeninde de "Şirk-i hafi" yani "tanrıya inanmak" yatar!...

"Ey iman edenler.... Allah'a iman edin"; âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kur'ân’a iman, edip henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHABEYE gelmişti....

Sahâbe, yani Allah Rasûlü'nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!....

hf

“BENLİK” GÜNAHI

Günah, “benlik”ten doğar!.

En büyük günah da “BENLİK”tir!.

hf

NEFS’TEN GÜNAHI ÇIKARTMAK

Geniş anlamı ile ‘’günah’’, nefse dönük, nefsin menfaatine dönük davranıştır. Bu, elbette havâsa dönük mânâdır.

Bu anlayış ile ‘’nefsten günahın çıkartılması’’ ise Hak’tan ayrı bir varlık görülmek sûretiyle onda günah kavramının görülmesinin kaldırılması demektir.

Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî kişiliği kapı gibi ortada dururken, günah-sevap yoktur deyip, nefsine bedenine dönük nerşeyi yapması onun katranlı beton perdenin ardına atar, tabiat cehennemine sokar ki, bunun getireceği sonuçları, mahrûmîyetleri ve azâbları târif mümkün olmaz!.

Hem kendini gör, hem karşındakini bir kişi veya birim olarak gör, ondan sonra da günah yoktur de!... Bu basiretsizliğin zirvesidir!.

Kendini Hilmi zannettiğin, vehmettiğin, hissettiğin sürece; karşındakini Hulûsi olarak gördüğün sürece, asla “günah yoktur” diyemezsin ve perdeli yaşamın son bulmaz... Perdenin kalkmasını ve ebediyyen perdesiz yaşamayı istiyorsan, dünyada yaşarken kendini kaldırmak sûretiyle “HAKÎKİ SECDE”yi yapmak ve suçlanacak kişiler görmeyi terketmek mecbûriyetindesin!.

Aksi takdirde perdeli yaşamak ve ölümötesi yaşamda da perdeli kalmaktan kimse kurtaramaz seni!.

hf

GÜNAHIN HATIRASI

En büyük günah da “BENLİK”tir!.

BENLİK ortadan kalktı mı, günah da kalkar!.

Allah dilediğini yapar, hikmettir!.

“Sen” bir olumsuz fiil işlediğin zaman günah olur!.

Fâili izâfî varolduğu sürece günah bitmez. Fiil, hakiki fâile bağlanıp, izâfî fâil ortadan kalktı mı günah da son bulur!.

İşte böylece “günahın hâtırası”da ortadan kalkmış olur!.

Çünkü hâtıranın kalkması, hâtıranın yer aldığı varlığın kalkması ile mümkündür… Ne zaman ki hâtıranın çıktığı varlık ortadan kalkar, işte o zaman hâtıra da kaybolup gider.

hf

 

GÜNAHLARDAN ARINMA

RUHUNA YÜKLENMİŞ TÜM GÜNAHLARDAN

 “HAC” İLE ARINABİLİRSİN

"Hac"cın iki hedefi vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur;

1-Yaşamının "Arafat"ta bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, "sıfırlanmak"!.

2-"Maârif Billah" ile hâllenmek sûretiyle, ALLAH ismiyle işaret edilenin ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek.

hf

ANADAN DOĞMUŞCASINA GÜNAHSIZ OLARAK

ARAFAT’TAN DÖNERSİN…

Peki Kâbe böylesine muazzam enerji merkezi, ya da bir diğer ifade ile “ nûr kaynağı” dır da; Hac niçin Arafat'ta olmaktadır?..

Hac niçin Arafat'tır?..

Arafat'taki olay nedir?..

Kâbe-i Muazzama'nın altında bulunan son derece güçlü müsbet radyasyon kanalının bir uzantısı da Arafat tepesinin altında ikinci bir düğüm meydana getirmektedir, demiştik az evvel.

İşte Arafat tepesi ve civarında toplanan yüzbinlere, milyonlarca insan, yerden aldıkları son derece güçlü radyasyon ile beyinlerinden tek bir manâda yayın yapmaktadırlar.

Vakfe” denen olay, insanların bu tek manâ üzere toplu “yönlendirilmiş dalga” yayınına yönelişleridir.

“ ALLAH’IM BİZİ AFFET!.

Yüzbinlerle, milyonlarca insan beyni; sanki laser ışını gibi, tek bir anlamdaki dalga boyundan yayın yapmakta; ve bu dalga boyundan oluşan dev bir manyetik bulut tüm Arafat Bölgesini kaplamaktadır!.

hf

MURAD EDERSE, KULUNA 

BÖYLE BİR SİSTEM İÇİNDE ARINMAYI BAHŞEDER

Şimdi hemen hatırlamaya çalışın…

Üzerine herhangi bir görüntü çekilmiş video bandını, çalışırken video cihazının üzerinde unutursanız ne olur?..  Video cihazının yaydığı manyetik alan bandın üzerindeki kaydı siler!. İsterseniz siz buna görünmeyen eller bandı siler de diyebilirsiniz.

Evet.işte misâl yollu anlatmaya çalıştığım gibi…

Siz orada “ALLAH’IM GEÇMİŞ GÜNAHLARIMDAN DOLAYI BENİ AFFET  dediğiniz anda hem bu tür bir dalga oluşturmuşsunuzdur. Hem de beyninizi bu mânâdaki dalgalara açmışsınızdır!. Ve açılan bu kanaldan, o güçlü manyetik alan bir anda beyninizi etkiler ve o ana kadar ruhunuza negatif yükle beyniniz tarafından kaydedilmiş tüm yazımlar siliniverir!.

Ve siz anadan doğmuşcasına günâhsız olarak. O ana kadar ruhunuza yüklenmiş olan tüm negatif yüklerde arınmış olarak Arafat'dan dönersiniz.

Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;

“Arafat'tan dönüp de, acaba benim günâhlarım afvoldu mu, diyen kişi en büyük günâhkârdır!.”

Çünkü olay böylesine kesin bir olaydır!.

Allah, günâhlarından arındırmayı murad ettiği kuluna nasibeder oraya gitmeyi; ve orada da böyle bir sistem içinde arınmayı bahşeder!.

hf

“HAC”CA GİTME İMKÂNI OLMAYAN İÇİN DE

GÜNAHLARDAN ARINMA İMKÂNI VAR…

 5 VAKİT NAMAZ!

Hacca gittiğimiz zaman, “Arafat” dan, anamızdan doğduğumuz günkü kadar bütün günâhlarımızdan arınmış olarak sâf, temiz bir hâlde geri dönüyoruz.

Peki?... Bu güzel şey de ancak, Allah’ın kendisine büyük imkân tanıdığı bir kimse ise, bu şansa sahip oluyor.

Hacca gidecek mâli imkânları elvermeyen bir kişiyi düşünelim...

O kişi Allah’a iman ediyor. Rasûlullah’a iman ediyor. Ama, gayet doğal olarak beşer olduğu için de çeşitli eksikleri, noksanları, kusurları, yanlışları vs. var.

Bilerek veya bilmeyerek işlediği çeşitli kusur ve yanlışların getirdiği günahlarla da bezenmiş bir halde...

O zaman, bu kişinin kurtulma şansı nedir? Kendini nasıl kurtaracak?. Ne yapması gerekiyor?.

Böylesine iman sahibi olan kimselere Cenâb-ı Hak, bir yol göstermiş ve kolaylık sunmuş. Bu kolaylığı bize Hz.Rasûlullah,Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa s.a.v. şöyle bildiriyor :

“Kılınan her vakit namazı, kendisinden önceki namazla arasında işlenmiş olan bütün günâhları siler, temizler, arıtır.”.  Ve bunun misâlini de şu şekilde veriyor;

“Sizin evinizin önünden bir ırmak aksa ve siz bu ırmağa günde beş defa girip çıksanız, üzerinizde hiçbir kir, pislik kalır mı?

Nasıl ki, günde beş defa yıkanan birinin üzerinde maddi bir kir, pislik kalmazsa, aynı şekilde günde beş vakit namazını eda eden kişinin de üzerinde günâh kiri kalmaz.”

Ama, burada bir incelik var. Bu anlatımda dikkat etmeniz gereken bir püf nokta var:

Yine Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:

“Fâtiha’sız namaz olmaz!“

Namazı edâ etmiş olmanın ana şartı, her rekâtta Fâtiha sûresini okumaktır.

Nedir o Fâtiha sûresi bir kez okuyalım;

Bismillâhirrahmanirrahim elhamdulillâhi rabbil âlemin.............. veleddââlliyn âmin.

“Eğer bu, namazda okunmazsa o namaz yerine gelmiş, edâ edilmiş olmaz” diyor, Hz. Rasûlullah. Ve, yine buyuruyor ki:

“Namaz, mü’minin mi’râcıdır.”

Buradaki “namaz mü’minin mirâcıdır” ifadesini iki yönlü ele almak lâzım.

Namazın mi’râc olması

Mi’râcın namaz olması

Namazın mi’râc olması ne demek?.. Mirâcın namaz olması ne demek?..

Edâ edilen her namaz, kendisiyle öncekilerin arasındaki günâhların affına vesile oluyor.

Günün her hangi bir vaktinde, ansızın ölebilirsin. Öldüğün anda artık ana-baba, eş. çocuk, koltuk, iş, para, mal-mülk gibi değerlerin hiç geçerliliği kalmayacak. Tek başına başka bir âlemde ve ortamda olacaksın.

Bu ortama, dünyada yüklediğin tüm beşeri yükler ve günâhlarla gitmek mi; Yoksa, bütün bu beşeri yaşamdaki günahlarından arınarak, temizlenerek gitmek mi evlâ?

Evvelâ buna bir karar vermek lâzım!.

Eğer, günâhlardan arınmış, temizlenmiş olarak gitmek istiyorsak, bunun en kolay yolu günde beş vakit namazı, vakitlerinde edâ etmektir.

Şöyle dediğinizi işitir gibi oluyorum;

“Eee canım, Allah ona para vermiş, imkân vermiş. Hacca gitti, bütün günâhlarını sıfırladı geldi. Benim param olmadığı için gidemedim!.”

Senin paran yoksa, imkânın yoksa Cenâb-ı Hak sana da beş vakit namazı ihsan buyurdu. Günde beş vakit edâ ettiğin zaman her bir namaz arasındaki günahlardan temizlenip, arınıp, sıfırlanıyorsun!.

hf

BİRİ, İKİ VAKİT ARASINDAKİ;

DİĞERİ, TÜM YAŞAM BOYUNCA OLAN

 GÜNAHLARDAN ARINDIRIR

 (Soru;

Arafat’ta günahlar siliniyor. Namazdaki “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn” derken, onun bilincine vararak o namazı kılarsak günah silinecek. Aradaki günah silinme farkı ne?.)

Birisi, iki zaman arasındaki günahı siliyor. Diğeri, yaşamın boyunca olan günahları siliyor.

hf

BÜYÜK GÜNAHLARDAN DAHİ

BAĞIŞLANMA SÖZKONUSUDUR!

 Okunuşu:

 Estağfirullahelleziy lâ ilâhe illâ Hû el Hayyul Kayyum ve etubu ileyh.

Anlamı:

 Bağışlanma diliyorum. Allah’tan ki, tanrı yoktur Hay ve Kayyum olan sadece O vardır. Tövbem O’nadır!.

Bilgi:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

-Kim, “Tanrı yoktur Hay ve Kayyum olan O vardır. Bağışlanmayı Allah’tan dilerim, tövbem O’nadır” derse, savaştan kaçmış bile olsa günâhları bağışlanır.’

Burada çok önemli olan husus ikidir; İstiğfarda "İSMİ A'ZÂM" kullanılması ve bu tür istiğfarın büyük günâhları dahi affettireceği.

Görülüyor ki, büyük günâhlardan bağışlanma dahi söz konusudur. Ve bağışlanmak için; hıristiyanların günâh çıkartmak için papazlara muhtaç oluşu gibi bir muhtaciyet gerekmeden; sadece Allah’ın Azamet ve Kibriyâ’sına yönelip, kusurunu, suçunu itirâf ile O'ndan bağışlanma niyaz etmek yeterli olmaktadır.

Öyle ise, ne kadar büyük suç işlemiş olursak olalım, asla umutsuz olmayalım; ve Allah'a yönelip tövbe etmeyi ertelemeyelim!.

hf

BÜTÜN GÜNAHLARIN BAĞIŞLANMASINA

SEBEP OLAN ÂYET

Fâtiha sûresinin en önemli en can alıcı âyeti;

“İyyake nâ’budü ve iyyake nestaiyn,” dir.

İnsanın bütün günâhlarının bağışlanmasına sebep olan âyet, iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn âyetidir.

Niçin?..

Not: Geniş açıklama için F / “Fâtiha” Suresi bölümüne bakınız

hf

GEÇMİŞ VE GELECEK GÜNAHLARIN

AFFOLMASI

Kendini var kabul ettiğin sürece, günah fiîlî  varolmasa dahi hâtıraları “benliğini” meşgul edecektir! Bu meşguliyet ise “günah hâtırası”dır ki, benliğinin yaşamıyla bağlantılıdır.

Ne zamandır ki, “benliğinin” varolmadığını, hakikatını yaşarsın, işte o zaman, nefsinden günah da, hâtırası da çıkmış olur.

 “SANA AÇIK-SEÇİK FETİH İHSÂN ETTİK: ALLAH GEÇMİŞ VE GELECEK TÜM GÜNAHLARINI BAĞIŞLADI.”

Âyetlerinde işaret edilen mânâ da anladığımız kadarıyla bu hususa işaret eder.

Fetih” tasavvuftaki anlamıyla, kişinin benliğinin ve benliğinin oluşturduğu perdelerin ortadan kalkması ve Hakkânî sıfatlarla tahakkuk etmesi hâlidir ki, bir devirde ancak çok çok ender kişilerde oluşur!. Bunlar, “Hakkın gözüyle görür, işitir, söyler, tutar, yürürler!.”

hf

 

“FETİH” GELİP BENLİĞİN ORTADAN KALKMADAN

GÜNAHI SEVABI İNKÂR EDERSEN

HAKİKAT İLE ALAY EDENLERDEN OLURSUN

Fetih” gelmiş kişiler, “benliklerinden” kurtulmuş oldukları için, geçmiş ve gelecek günahlarından da bağışlanmışlardır.

Çünkü, onlardan günah ve hâtırası çıkmıştır... Çünkü benlikleri ortadan kalkmıştır!. Beden ve bedensel değerler onlar için hiçbir anlam taşımadığı gibi, ruhsal değerler dahi onlardan düşmüştür!. Onlar mukarreblerdir, ferdiyet sahipleridir.

Kişilik isimlerinin ardında, seyreden-seyredilen ve seyr hep aynı TEK olmuştur!.

Eğer bu bahsedilen hâl oluşmadan, kendini Hak görerek, başkalarına Hak’lık atfederek, günahı-sevabı inkâr edersen, ancak müstehzîlerden olursun...

Yâni hakikatle alay edenler durumuna düşersin... Alay konusu olursun.

hf

MUTLAK NEFS İÇİN

GÜNAH KAVRAMI GEÇERLİ OLMAZ!

 “Yâ Gavs. Tövbeyi istersen, önce nefsinden günahı çıkarmalısın. Sonra kalbinden hâtırasını çıkarmalısın... İşte o zaman bana vâsıl olursun!. Aksi halde müstehzîlerden olursun!.

Avâm’ın “nefsinden günahı çıkartması”, günah olan fiilleri terketmesidir.

Havâs’ın “nefs”inden günahı çıkarması, benliğine dönük fiilleri terketmesidir.

Has-ül havâs’ın günahı çıkartması ise, “nefs”inin varolmayıp, sadece mutlak “NEFS”in varoluşunu seyr hâli içinde “günahın çıkmış” olmasıdır..

Elbette ki mutlak NEFS için “günah” kavramı geçerli olmaz!.

fhfh

GÜNEŞ VE SİSTEMİ

Bkz. E / Evren

hf