AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
H
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
fhfh
"O halde yüzünü (şuurunu) Haniflik bilinciyle
DİN'e yönlendir;
O Allah Fıtratına ki, insanları fıtratlarıyla
yaratmıştır!
Allah yaratış sisteminde değişiklik olmaz!
Geçerli olan DİN (Allah sistem ve düzeni) budur.
Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez!"(30:30)
hf
Şuurumu (düşünsel yapımı- vechimi-yüzümü) semânın
ve arzın FÂTIR'I olan
Veche döndürdüm! (6-79)
(Düşünsel
yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki,
gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı
O'dur!..
Farkettim ki, göklerde ya da yerde
tanrılığı-ilâhlığı
kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put
edinip, ona tapınayım!.
Bu sebeple, ben şuurumla,
gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip
onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan
FÂTIR'a yöneldim."
HANÎFEN...)
FİHRİST
·
Hac
·
Hacca gitmenin taban yaşı
·
"Haccı farz kılan, azık ve
binektir"
·
Tüm insanların beyinleri Harem-i
Şerif'teki pozitif enerjiden etkilenip güçlü bir faaliyet içine girer
·
Kâbe’de yapılacak en değerli ibadet,
tavaftır.
·
Kâbe’nin feyzini alabilmek için
radyasyonun güçlü olduğu alanda tavaf yapmak gerekir.
·
Kâbe’yi ilk görüşte yapılan dua kabul
olur
·
Hacda ve Umrede dualarınıza dikkat
edin!
·
Kâbe’de düşüncelerinizden dahi
sorumlusunuz
·
“Hac”cın hedefleri
·
1-Tüm günahlardan arınmak
·
Hac, “Arafat”tır!
·
Dünyanın bedeni içindeki
"Pozitif" enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji merkezi gibi
yayın yaptığı iki merkez… Kâbe ve
uzantısı olan Arafat Dağı...
·
Milyonlarca insan beyni aldığı güçlü
radyasyon ile yönlendirilmiş dalga yayına yönleniyor... "Allahım bizi
affet!"
·
Anadan doğmuşcasına, günahsız olarak,
Arafat’tan dönersiniz
·
Arafat'tan dönüp de "Acaba
günahlarım affoldu mu?" diyen kişi, en büyük günahkârdır"
·
2- Haccı Mebrur(Ana gayesine ulaşılmış
Hac-Ölümötesi yaşam gerçeklerini idrâk edecek açılıma kavuşmak)
·
Haccın gayesine (Haccı Mebrur)
ulaşabilmiş kişinin beyninde yüksek enerji potansiyeli ile yepyeni bir kapasite
oluşur.
·
Haccın mânevi yönü… (Maarif-i Billah ile hallenmek)
·
Haccın Bâtıni(Sır) mânâsı
·
Kâbe’de “Vechulllah”ı görebilmek… Ve
dahi, Yâr ile sohbet etmek…
·
“Haccı Mebrur”un karşılığı, Cennettir
·
Medine ziyaretinin Mekke’den sonraya
bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından kolaylık
sağlar
·
Hacca gidebilen tüm günahlarından
arınmış olarak dönüyor… Ya gitme imkânı olmayan?
·
Hacca gitmeye imkânı olduğu halde
gitmeyen kişi, ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün!
·
Allah Rasûlü bugün yaşasaydı
milyonlarca insanı dağ bayır yürütür, taşamada birbirine kırdırır mıydı acaba?
·
Kâbe’de kılınan namaza televizyonda
izleyerek uyulabilir mi?
·
“Zemzem”in
sırrı
·
Hacca giden ve dönüşte başını
örtmeyen kadın…
·
Hacca giden kimi insan niçin çarşı
pazara saldırır da, kimisi de niçin Beytullah’tan çıkmak istemez?
·
Ebedi yaşamınızı azaplı bir zindanda
geçirmek akıl kârı mıdır?...
·
Bin tane Umre, bir Hac getirisi
yapmaz. Çünkü…
·
Hacet Duaları
·
Büyük hacet duası
·
Hâcet (İhtiyaç ) Namazı
·
“Hadis”
·
“Kudsî Hadis”
·
Hadislerin kime, nerede, ne zaman,
hangi şartlar altında söylendiği önemli.
·
Bir hadisin sahih olup olmadığını
nasıl tesbit edebiliriz?
·
Kurân, Anayasa gibidir… O Yasaların
nasıl işleyeceği, nasıl tatbik edileceği, Hz. Rasûlullah’ın tatbikatıyla
günümüze ulaşmıştır.
·
Hâfıza(Bellek)
·
Hâfıza, “Ruh”a aittir.
·
Hâfıza ”Ruh”taki(Dalga bedendeki)
bilgi yüküdür.
·
Tüm bilgiler, hologramik biçimde
“Ruh”ta kayıtlıdır.
·
Beynin bir kısmının alınmasına rağmen
anılar kaybolmaz
·
“Unutma” nedir, nasıl meydana gelir?
·
Hâfızanın silinmesi
·
Hâfızadaki tüm bilgiler, otomatik
olarak “Nur Beden”e de yüklenir.
·
Her hâfızası olanın, ruhu yoktur.
·
Hâfızası olmayan varlıklar
·
“Genetik hâfıza”
·
Galaktik Hâfıza
·
Evrenin hâfıza merkezi…
·
“Hak” (İsimlerin mânâlarının tümünün
sahibi)
·
Esmâ mertebesi itibariyle Allah’a
“Hak” İsmiyle hitap edilir
·
İnsanın ve âlemlerin yokluğuna karşın
ortada her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir varlık vardır…. İşte O,
“Hakk”tır!
·
“Hakikat”(Tek yapı-İlim ve Kudret sıfatlarıyla
tanımlanan Evrensel öz)
·
“Hakikat”, Hakk’ın varlığı ve O’nda
mevcud olan mânâların âşikâre çıkışıdır!
·
Yaşamının en büyük hazinesi
·
Mutlak Hakikat… (“Hakikatların Hakikatı)
·
Zâtî Hakikat(İlâhi İsimlerin Hakikati)
·
Benliğim-“Öz”üm-Aslım, Hakk’ın
benliğidir.
·
Gözün-kulağın-dilin-elin-ayağın-yürür
organların bağlı olduğu Hakikat noktası, “Allah”tır!
·
Benim olduğu gibi, senin ve tüm
varlık âleminin de “Hakikati”, Allah’tır!
·
Her “Zerre”, Hakk’ın varlığı dışında
hiçbir şeye sahip değildir
·
Kişinin Hakikati “O” ise… Ve “O”, her
an yeni bir şanda ise…
·
“Hakikat Âlemi”
·
Atom boyutuna göre gerçek
·
Işınsal boyuta göre gerçek
·
Hakikat-i Muhammediye(Hz. Muhammed’in
Hakikati)
·
“Ruh”, “Hakikat”iniz olan “Tek”lik
boyutu mu acaba?
·
Kurân’ın ruhuna ve Rasûllüğün
hakikatine eriştiren…
·
Hakikat-i Ahmediye
·
Hakikat İlmi(Tüm mevcudatın Özünde saklı olan
sırrı bildiren ilim)
·
Hz.Rasûlullah’ın bahsettiği ilim, tüm
mevcudatın Özünde saklı olan sırrı bildiren “Hakikat” İlmidir.
·
“Hakikat”e şuurla erilir
·
Hakikat İlminin perdesi
·
“Hakikat” Sırrı
·
Hakikatindeki hazineyi keşfetmen için
“Din”, “Oku”nası olarak bildirilmiştir
·
Tüm Tasavvuf ehlinin ve Evliyaullahın
hedefi ve gayesi olan Hakikat sırrının anahtarı
·
“Hakikat”(Tek yapı), geçmişte sezgiye veya
“Vahiy”e dayalı algılanıp “mecazî” bir şekilde, benzetme yollu-semboller yollu
dile getirilmiştir
·
“Hakikat”in modern bilimle deşifre
edilmesinden önce Evrensel sırlar, benzetme yollu ifade edildiği için farklı
isimlendirmeler doğmuştu
·
Somutun soyutta nasıl
dillendirildiğini fark etmeye çalışın…
·
“Hakikat” Sırrını bilen,
karşısındakini itham etmez
·
Hakikat İlminin mevcut olduğu şuur(“Tek”ten
“Çok”a bakış-“İlmi İlâhi”)
·
İnsanın “Hakikat”ini bilmesi için
bilincini arındırması gerekir
·
Hakikat ilminin amacı, o Hakikati
yaşayabilmektir
·
Hakikatini bilmek, ancak İlim
sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür
·
“Hakikat”i yaşayabilmek ancak “Ledün
İlmi” ile mümkündür
·
Hakk’ın Tekliğini müşahedesi bilinç
düzeyinde olur
·
Hakk’ın rahmeti
·
Şayet Hak bir kuluna sonsuz
rahmetinden içirmek isterse…
·
Yokluğunu idrâk eden kişinin
meskeni-manzarı-barınağı(Döneceği “Hakikati”), “Hakk”tır
·
Hakk’ın seslenişi
·
“Hakikat”i yaşayanın konuşması,
“Sesleniş”tir!
·
Hakkanî Konuşma
·
Hakk’ı görmek
·
“Beni gören Hakk’ı görmüştür!”
·
“Görmediğim Allah’a ibadet etmem!”
·
Her birimin ve zerrenin Hakikati,
“O”!
·
Hak, her zerrede aynı ölçüde zâhirdir
·
“Eşya”nın Hakikati
·
İnsanın kendi Hakikatini görmesine
engel olan, gözbebeğidir
·
Zâhir gözüyle gördüğüne “Hak”
diyemezsin!
·
“Hakikat”i görmenin yolu
·
Her insan, öldüğü zaman “Hakikat”i
görür!
·
Hak gözüyle bakan
·
Kesret âleminde Hakk’a nazar etmek
istiyorsan eğer…
·
Basiretle bakarsan, Hak sana açık
açık yüzünü göstermektedir… Ötede değil, karşında!
·
Hakk’ı görmekten perdeli olan, cevabı
olmayan sayısız sualler arasında bocalar durur
·
“Hakikat” ve “Şeriat”
·
İnsanın “Hakikat”indeki mertebelerle ilişkisi…
·
Şeriat, “Sistem”, Hakikat, “Sistem’in
uygulanması”dır. Şeriatı inkâr eden, “Hakikat”i inkâr etmiş olur…
·
İnsanlığın önderi, “Mutlak Hakikat”e
dikkatleri çekerek, insanları uyarmış ve bu gerçeği idrâk edip gereğini
yaşamalarını istemiştir
·
“Hakikat”in ecel anında veya öldükten
sonra yaşanması mümkün değildir
·
Gemi, “Şeriat”tır… Deniz “Hakikat”!
“Ruh”unun enerji ihtiyacını (“Nur”unu) ibadetlerle elde edebilirsin ancak…
·
“Hakikat”, “Zâhir”in ta kendisidir!
Dünyada ve yaşanılan fiiller âleminde aynen mevcuttur!
·
Gerçeği görme şansın
·
Gerçeği idrâk
·
Hayatın gerçeği…
·
Herkesin gerçeği
·
Gerçek göresellik kabul etmez
·
Gerçek, hep aynı…
·
Değişen, gerçek değildir
·
Yaşamını gerçekler üzerine kur ki…
·
Gerçeğe olan uzaklığınız
·
“Hakikati”ni (“Öz”ünü) idrâk edip
hissetmiş olsan da yine de beden ve ruh boyutunun şartlarına göre yaşamına yön
vermelisin
·
“Hakikat”i zannında arama… İlâhi Hükümler
istikametinde ara!
·
Saf gerçeğe(“Sistem”in gerçeklerine)
ermek ve Kendini “hakikat”inle tanıyabilmen için Allah ahlâkıyla
ahlâklanmalısın!
·
Sana “Hakikat”in ilmi geldikten sonra
onların arzularına, hayâllerine tâbi olursan, o zaman zâlimlerden olursun!
·
Eğer içinde yaşadığımız “Sistem”in
uygulanmasını (“Hakikat”i) kavradıysak kendimize ve karşımızdakine bakışımız
nasıl olmalı?
·
Beşeri kayıtlarla kayıtlanmak
suretiyle “Hakikat”ine isyan etme!
·
“Hakikat”ini kayıt altına almanın
yaşamı ve bu kayıtları kırmanın sonucu…
·
Hakikatini bilemeyişin sonucu olan
yaşam… “Hayvansal yaşam”!
·
Hakk’ı bilmene rağmen hâlâ terkibi
kayıtlarla, tabiatın hükmüyle ve alışkanlıklarınla yaşıyorsan…
·
Aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl
yaşanacak?
·
Hakikatin edebi
·
“Hak” olarak tavsiyede bulunmak
·
Hakk’ı tavsiye etmek, “İsimler”in
dengeli olarak zâhire çıkmasını tavsiye etmektir
·
Hakikat müşahedesinde urûc
·
Gerçeğe yönelten
·
Gerçeğin âlemine…
·
Gerçek ve sabır…
·
Gerçek istikametindeki sürat
·
Ey ipeğin içindeki… “Hakikat”ini
tanıyarak kozanı delip kelebek olup uçmaya bak!
·
Kendi “Hakikat”ini yaşamak için
vehmin terki şarttır
·
Hakikat nurlarının nefsinde ortaya
çıkmasını talep
·
Bilincin ve bedenin üzerinde
tasarrufu olan uyku ve uyuklaması olmayan mertebelerin kuvvet ve kudretine
sığınıp onu harekete geçirerek kendinde açığa çıkarabilir ve korunabilirsin
·
Hakikati bilme yolu ne zaman açılır?
·
“Hakikat”indeki İlâhi Kuvvelere
sığınmak
·
“Hakikat”ini anladığın anda, melekî boyutta
kendini tanımaya başlarsın
·
“Hakikat” yaşamı, “Mardiye Nefs”
bilincinin eriştiği mertebede Hakkel yakîn sonucu yaşanır; Feth sahiplerince!
·
Kendi Hakikatini bilen kişiye düşen
iş, Hakikatini detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya
koyabilmektir…
·
Ümmetçe Hakikati kavrama, Muhammed
ümmetine nasip olan bir olaydır
·
Hakikat mertebesi kişide yaşanmaya
başlayınca selâmet meydana gelmiş olur
·
Hak etmek
·
Her birim, yaratılış amacına ulaşması
için neler gerekiyorsa, gerçekte onları hak etmektedir
·
Allah herkesi ne için yaratmışsa ona,
yaratılış amacının kemâline ermesi için hak ettiğini vermektedir
·
Hak ettiklerin (Yaratılış amacın-Sana
takdir edilen hedefin), 2 türlü karşına çıkar…
·
“Hakikat”e ermek(Allah’ı “Öz”ünde bulmak-Kişinin
“Hakikat”ine ermesi-Kendi Özüne, içyüzüne, aslına-orijinine vâkıf olması)
·
“Hakikat”e ulaştıran…
·
“Hakikat” yaşamı
·
“Hakikat”e eren kişinin yaşamı Allah’ın muradı
üzere olan bir yaşamdır
·
Hakikat ehli, Hakikatindeki Tek
önünde varlığının Hiçliğini hisseder
·
“Allah”
isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama
korkusu içinde yaşadı
·
Gerçek derya ise, dalgaları da
tecellileri midir acaba…
·
Gerçeğe erenler
·
Hakikat Ehli(Ehlullah) örtülüdür,
tanınmaz!
·
Hakikatini değerlendirebilen
·
Gerçeği bilen kişi için
·
Gerçek katında…
·
“Cennet ehli Cennetle, azap ehli ateşle
meşguldür… Sen ise “Ben”imle meşgul ol!”
·
Azap-nimet kavramı içinde yüzen biri,
zaten “Öz” kavramından henüz nasibini alamamıştır
·
Hakikat ehlinin Cenneti
·
Gerçek güzeldir ama…
·
Taklid ile “Hakikat”e varılmaz!
·
“Hakikat”e lâfla, kelimeyle, kuru
bilgiyle erilmez!
·
Yalnızca âfâki seyirle “Hakikat”
yaşanmaz
·
İnsanların gerçeğe ulaşamamasının
sebebi
·
“Hakikat”i yaşayabilmek için davranışların
neler olmalı
·
“Hakikat”i kavrayamamış olsanız bile
beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız
·
“İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”e
ermek ve güdülen olmaktan kurtulmak için….
·
Hakikate ermişlerin indinde kişinin
değeri
·
Kendi “Hakikati”ni “Allah” aynasında
seyredemeyenler
·
Gerçeğe göre yargılama
·
Hakk’ı inkâr
·
Gerçeği fark edemeyişin sebebi
·
Gerçekten saptıran şey…
·
Henüz gerçeğe erişmemiş olanlar
·
“Hakikat”inin hakkını vermeyen
·
Hakikatını bilmeyenin davranışı
·
İman da, küfür de “hakikat”inedir!
·
Hakk’ın yüzündeki perde
·
Gerçekler niçin örtülüdür?
·
Çokluğu inkâr, Hakk’ı inkâr olur…
Tekliği inkâr, yine Hakk’ı inkâr olur!
·
Dünyada "Halife" olduğunun idrâkını
ve yaşantısını elde edemeyen, ölümden sonraki yaşamda da elde edemez!
·
Hakk’ın hakkını vermek
·
“Kul Hakkı”
·
“Kişiye günah olarak sadece dili yeter!”
·
Ana baba hakkı
·
Toplum hakkı
·
“Habir” Esmâsı
·
“Hâdi” Esmâsı
·
“Hâfıd” Esmâsı
·
“Hafiz” Esmâsı
·
“Hâl”
·
“Hakim” Esmâsı
·
Allah’ın bütün yaptıkları, “Hakim”
İsminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir
·
İlâhi İsimlerin zıtları dahi “Hakim”
İsmi gereğince bir hikmete dayalıdır ve o hâl dahi bir kemâldir
·
“Hakim” İsmi, kişide oluşların
hikmetine erme kapasitresini genişleten ve her şeyin ne sebeple oluştuğunu fark
ettiren İsimdir
·
“Sistem”de oluşlar arasındaki
bağlantıların kurulup sentezlerin yapılabilmesi “Hakim” İsminin zikri ile
mümkün olur.
·
“Hâlik” Esmâsı
·
“Hâlik” İsminin mânâsının açığa çıkışıyla “O
her an yeni bir yaratıştadır” yaşanır
·
“Halim” Esmâsı
·
“Halim” İsmi, insanın hem zâhir hem
bâtın dünyasını düzene sokar
·
Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce
kişide “Halim” İsminin mânâsının yaşanmasıyla mümkündür
·
Hoşgörünün kaynağı, “Halim” İsmidir
·
Kişiye “Halim” İsmi açılmazsa,
yaşamda yanlış, hatalı, kusurlu şeyler görülür
·
“Halife” özelliği(“İnsâni mânâ)
·
“Halifetullah” (Allah Halifesi-Tüm Evrenlerde Allah
adına söz sahibi)
·
Halife-i Tam(“Abdiyyet” sırrına ermiş
kişi-“Abdullah”)
·
Evrende Halife… (“İnsan-ı Kâmil”-“Kozmik
Bilinç”-Evrensel Öz)
·
Gerçek “Halife”, “Tek”tir… O da
“Ruh-u Â’zam”dır. Semâda (Evrende her boyutta) dahi Halifeler vardır
·
Rasûllerin Halifeleri
·
Evrende değil, “Yeryüzünde Halife”…
·
Dünyada değil… Arz’da Halife!
·
Melekler niçin Halife değildir?
·
Cinler niçin Halife değildir?
·
Kendini, aslını ve aradaki irtibatı
idrâk hâli yeryüzünde sadece “İnsan”a hastır.
·
“Hilâfet Sırrı”-“Hilâfet” Görevi
·
Fıtrî Hilâfet
·
İnsana yüklenen “Emanet”
·
“Biz, emaneti yerlere ve göklere
arzettik, kabullenmedi…İnsan kabullendi!”
·
“Hilâfet Sırrı”nı oluşturan, “Allah
İsimleri”dir
·
“Halife” olarak meydana getirilen
“İnsan”, “Allah İsimleri””ne aynadır
·
“Halife” aynasında kendini seyreden,
Allah’tır!
·
“Hilâfet” sırrını oluşturan “Allah
İsimleri” dolayısıyla “İnsan”ın gaybı, “Mutlak Gayb”tır
·
“İnsan”, Allah’ı Zâtında bulup
tanıyabilme özelliğine sahip olduğu için “Halifetullah” olmuştur
·
İnsan kendisindeki “Halife” olma
özelliğini “Ayna”da seyrederek tanımak zorundadır
·
Her insan, kendi kapasitesi oranında
“Fıtrî Hilâfet” görevini yerine
getirmektedir
·
Âdem’in “Halife” olması, “Allah
Sûreti” üzere yaratılmasıyla mümkündür
·
İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak
meydana getirilişi Kurân’da şöyle anlatılır
·
Melekler, insanSIların “Halife”
olacağını sanmışlar ve hayrete düşmüşlerdi…
·
Âdem ve nesli, “Allah İsimleri”
formülünün oluşturduğu program(“İnsâni Mâna”)
yönünden “Hilâfet” görevine seçilmiştir
·
‘Adem, Allah’ın 99 İsminin mânâsını
ortaya koyabilecek biçimde tesbih etmiş ve bundan sonra da “Halife” seçilmiştir
·
“Halife”lerin sayısı “İnsanSI”lara
oranı…
·
“Hilâfet” Görevi ve Kadın
·
Allah’ın Halifesi olma yönünde kadın
ve erkek eşittir
·
Kadın da “Öz”ünde Allah’ı bilip
bulduğu nisbette “Hilâfet Görevi”ni yapar
·
Kadının beynini etkileyen östrojen
nedeniyle “Din” (“Sistem”) kavrayışı eksiktir
·
İnsanın “Hilâfet” sırrına lâyık
olması için bir bilinç varlık olduğuna iman etmesi ve gereğini yaşaması gerekir
·
“Halife” özelliğini oluşturan İlâhi
güçleri inkârın, seni bu güçlerden mahrum bırakır
·
“Hilâfet Sırrı”, Allah’a yakînin
neticesinde zuhur eder
·
Dicle’nin kıyısındaki sarayında
yaşayan “Halife” Muhakkik…
·
İnsanın “Halifeullah” olabilmesi için
önce “Mi’râc” yapması zorunludur
·
“Hilâfet” Emâneti, derin tefekkür ve
muhakeme gücü ile ifa edilir
·
“Hilâfet”i yaşayabilmek için kozanı
ilim ve zikirle delip dışarıya bak… Önyargısız ve objektif olarak yeni
düşüncelere açık ol!
·
Ne yönümüzle ve ne kadarıyla “Allah”
İsmiyle işaret edilenin Halifesiyiz acaba?
·
“Halife” olma özelliğini inkâr
·
“Halife” olduğunun idrâk ve
yaşantısını elde etmenin en alt sınırı, Allah yanı sıra Tanrı edinmemektir
·
Şirkten arınmamış kişi, “Hilâfet”
hakikatini hissedip yaşayamaz
·
Anlayışımızı “Tanrı” kelimesi ile
sınırlarsak, Hilâfet sırrından mahrum kalırız
·
İnsan, Dünyada iken kendisindeki
“Hilâfet” kökenli özellikleri hissedip ortaya çıkarabildiği nisbette daha sonraki
boyutlarda da sıkıntılı olaylardan kendini kurtarabilecektir
·
Gerçek Hilâfet ile, bugün Dünya
üzerinde birtakım insanların peşinde koştuğu hilâfetin hiçbir alâkası yoktur
·
Silâhlı bir Halife gelmeyecek!
·
“Halife” olarak bezendiğin güçleri
israf etme!
·
“İman”, gereğini yaşamak için araçtır…
Hilâfetini yaşayabilmek ise amaçtır!
·
Halife olarak varedilmiş insanın
Hakikatini yaşamasına engel olan perde
·
“Hilâfet”, bir yaşam ve bakış
açısının adıdır… Hayâli beklentilerle nefsinize zulmetmeyin!
·
Her insan, “Allah’ın Yeryüzünde
Halifesi” olma kemâlâtını fark etmeli, bunun sonucu olarak da “Hilâfet”inin
gereğini yaşamalıdır
·
“Hakikat”i ölümden önce yaşayamayan,
ölümden sonra da yaşayamaz
·
Emaneti sahibine teslim etmek
·
“Halk”(Mahlûk)
·
“Hâlik” isminden “Halk” meydana
gelmiştir
·
“Halk” İsminin
müsemması(Mânâsı),Hakk’ın kendisidir
·
Terkibiyetten doğan tâbirler, “Halk”
adına bağlanır
·
“Halk etmek”
·
“Halk Edilmişler”(“Halk olmuş”-Sınırsız platformda sadece bir “Nokta”da meydana gelen
sonsuz açı…) (Bkz. E / Evren)
·
Halusinasyon
·
Halusinasyonların dayandığı
fikirlerin “Sistem”in işleyişi ve düzeniyle hiçbir ilgisi yoktur
·
Hamd Etmek
·
“Hamd”, değerlendirmektir
·
Allah’a ancak Allah hamd eder….
(Allah’ı ancak Allah değerlendirir)…Size de yakışan, bu konuda yetersizliğinizi
fark etmiş bir halde haddinizi bilmektir!
·
Hiçbir şey hariç olmamak üzere (Her
şey) O’nu tesbih ve hamd eder… Fakat, siz onların tesbihini idrâk edemezsiniz”
·
“Biz
Seni hamdinle tesbih ve takdis
eder dururken….” (Bkz H / Halife / İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak meydana
getirilişini Kurân’da şöyle anlatılır)
·
“Hamd edenin hamdı”, “Allah”ındır
·
Hamele-i Arş (Bkz. M / Melekler)
·
“Hamid” Esmâsı
·
“Hanif”(Tanrı olmadığı bilincinde olan-Tevhid
anlayışı üzere olan)
·
“Hanif”ler, Dini İbrahim (Tevhid
anlayışı) üzere olanlardır
·
Bilinç, “Sünnetullah”ı (“Sistem”i)
okumaya başlayınca “Hanif” olur. Ve dahi
“Allah” İsmiyle işaret edilene iman da burada başlar
·
Şuurunu (Yüzünü) “Hanif”lik
bilinciyle “Din”e (Allah Sistem ve Düzeni”ne) yönlendir
·
“Şuurumla gökleri ve yeri dilediği
şekilde meydana getirirp, onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan
Fâtır’a yöneldim!”
·
“Düşünsel yapımla döndüğüm “Allah”
İsmi ile işaret edilen Mutlak Varlık yanı sıra Tanrı kabul edenlerden değilim!”
·
Karşındaki birimi parmağın ya da
dudağın ya da kulağın, gözün gibi görmediğin sürece Hanif değilsin!
·
Hararet-i Giriziye(Beynin yaydığı bioelektrik
enerji)
·
“Hasib” Esmâsı
·
“Hasib”lik gelecekteki bir günde
değil, her dem yaşanmaktadır…Tıpkı tüm Esmâ gibi!
·
“Hâşian”
·
Allah indinde her şeyin “Hiç”den
gelip “Hiç”e gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, “Hâşian”dan olursun
·
Haşyet
·
“İçinizde Allah’ı en çok bileniniz
benim ve en çok korkan da (haşyet duyan da) benim!”
·
Haşyet, kişiyi “Hiç”liğe götürür
·
Haşyet, Bakabillah’ın seyrinde oluşur
·
“Haşyet”, sonsuzluktaki sonsuz
oluşları-kemâlâtı seyr hâlidir
·
“Allah” İsminin işaretini
kavrayanlar, sonsuz azâmet ve ihtişamın getirdiği haşyet içinde şaşakaldı!
·
Haşyeti oluşturan, “İlim”dir
·
Haşyetin oluşması için çok güçlü bir
tefekkür, basiret ve ferâset gerekir
·
Ancak Âlim olanlar haşyet duyar
·
“Namaz”daki haşyet
·
“Bakma”nın-“Görme”nin ve “Oku”manın
nihâyetinde oluşan haşyet… Ve secde!
·
Haşyetin yaşamı, “Secde”dir
·
Haşyet duygusu sonucu oluşan “Hiçlik”
noktası (Bkz. A /
“Ahadiyet”/” Ahadiyet Hüviyeti)
·
Haşyet, korku değildir!
·
Haşyet ve aşk
·
“Havas”
·
“Havas”ın günahı
·
“Havas”ın “Gizli şirk” görmesi veya
kabulü, “Şirk”tir!
·
“Hass’ül Havas”ın orucu
·
“Hayâl”-“Büyük Hayâl”-Hayâlin Hayâli-Hayâlin Hayâlinin Hayâli
·
Varsayımlar ortamı ve varsayılan varlıklar…
“Hayâl”!
·
“Büyük Hayâl”(“Hayâl-i Mutlak”-Hayâl-i Has-“Hayâli
Kebir)
·
“İlk Hayâl”i düzenleyip sistematize
eden
·
“Nokta”, bir “Hayâl”dir, İsmi “Allah”
olan indinde… “Nokta”nın açılımı olan açı içindeki Kül ve o Kül’ün yansıdığı
her bir zerre dahi…
·
Bütün âlemlerin
varlığı(Aslı-Hakikati), hayâldir!
·
“Hayâl”, Evrenin ışınsal kökenli
yapısıdır
·
Kozmik bilince (“Hiç”e) nisbetle Evren, salt enerjiden
ibaret bir “Hayâl”dir(Sanal varlıktır)
·
Kozmik Bilinç, hayâlinde bir şeyi var
ettiği anda hayâl âleminde o şey enerji olarak açığa çıkar
·
Zâtıyla-sıfatıyla-esmâsıyla bâki
olan, Allah’tır…. Gerisi ise “Hayâl-i Has”tır!(“Hayâl”in içine girer)
·
Ya “Hayâl”in dışı?...
·
Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olanlar,
Âlemlerin “Hayâl” çekirdeğinden oluşmuş bir dev “hayâl” olduğunun seyri
içindedir
·
Hayâli Mutlak, sonradan hâsıl olan
insana göre “gerçek” hükmündedir
·
“Hayâli Mutlak” içinde oluşan “Hayâli
birimler”in kendi hayâli arz ve semâları vardır
·
Hayâlin hayâli
·
Hayâlin hayâlinin hayâli
·
Bilincimizi örten, kelimelerin hayâlimizde
meydana getirdiği imajlardır
·
İki denizdir “Hayâl” ile “Gerçek”…
Aralarında bir berzah vardır ki, asla birleşmezler!
·
Her an yalnızca hayâlindekilerle
berabersin, asla karşındakiyle değil!... Bu, Dünya yaşamında da böyle, ötesinde
de!
·
Hayâl gücü(Musavvire gücü)
·
Beyin algıladığı mânâya yardımcı
olması yönünden hayâl gücüyle belli bir görüntü tahayyül eder
·
“Hayâl” ve “Sistem”(Din)
·
Sistem ve düzen içindeki bir boyutu
anlatır, “Hayâl”!
·
“Sistem”in işleyişine dair hayâl
yollu müşahede ve keşifler
·
Herkes kendi benliğinin getirisi olan
hayâllerinin sonuçlarını yaşamaktadır ve yaşayacaktır
·
İnsan, veri tabanındaki verilere
dayanarak hayâl kurar… Hayâlindeki dünyasını yaratır!
·
Melekler, kişinin veri tabanına göre
her an hayâller yaşatır
·
Hayâli değerler ve kavramlarla
yarattığımız hayâli dünyamıza kendimizi hapseder ve orada yaşarız
·
Herkes her şeyi hayâlinde görür ve
değerlendirmesini de kendi veri tabanına göre yapar
·
Hayâlimizde sever, hayâlimizde
korkar, hayâlimizde değer ve pâye verir ya da değersiz kılar;
yaşayamadıklarımızı hep hayâlimizin derinliklerinde yaşarız…
·
İnsan ebediyen hayâl içinde
yaşayacak!
·
Ölümötesi yaşamda hayâllerini oranın
gerçeklerini gibi yaşayacaksın
·
“Sukût-u Hayâl”(Yaşamın gerçeği ile karşı
karşıya gelmek)
·
Hayâl, hayatın desteği, sukûtu hayâl
ise gerçeğidir… İnsan hayâl ile kozasını örer, sukûtu hayâl ile gerçeği görme
şansını elde eder
·
Veri tabanın yetersizse, gördüğün
hayâl de uygun değildir
·
İnsan niçin yaşamın acı gerçekleriyle
karşı karşıya kalacak?
·
Sukûtu hayâller, “Sistem”i
öğrenmeyişin faturasıdır
·
Yaşanılan olaylar, insanı hayâl
dünyasından çıkartır; gerçeğin dünyasına yönlendirir
·
Yaşamınızla kumar oynamayın!
·
“Havl”
·
“Hayvan”
·
“Hayır ve Şer”
·
“Hayır” ve “Şer” diye tanımladığın
olaylar, “Allah” İsimleri ile işaret edilen mânâların fiiller âleminde ortaya
çıkmasıdır
·
Hayır, Allah’ın kudretiyle ortaya
çıkmaktadır
·
Allah’tan gayrı yok ise, hayır ve şer
olur mu?
·
Hayrın ve şerrin kaynağını idrâk
etmeye çalışınız…
·
Sabredersek eğer, “Şer” olarak
nitelediğimiz olayın bir sonraki aşamada nimet olduğunu fark ederiz
·
Bedensel çıkarlarına uygun olan
“Hayır”, ters olan “Şer”dir!
·
Kime ne zaman ve nasıl iyilik ve
fenalık yapmış oluruz?
·
Allahım… kaldırabileceğim kadarıyla
hayırlısını ihsan eyle!”
·
“Hayret”
·
“Hayret makamı”
·
“Hayrette olan”
·
Sonsuz hayret
·
“Hayy” Esmâsı
·
ALLAH, sınırsız-sonsuz;
bölünmez-parçalanmaz “CAN” dır!
·
Hayatın başlangıcı, “Enerji”dir
·
Allah’ın “Hayy” sıfatı (Hayat
Enerjisi), Güneşten gelen ışınlarla canlılara ulaşır
·
Beyin de Güneşten gelen hayat
enerjisi olan “Can”la beslenir ve gelişir
·
Allah’ın “Hayat” Sıfatı, Kâinatın her
noktasında aynıyla mevcuttur
·
“Hayy” sıfatıyla Yeryüzüne ve Evrenin
her noktasına ulaşan Can, “Bilinç” kelimesiyle işaret edilen mânâdır
·
Evrendeki bütün canlılar Allah’ın
“Hayy” sıfatıyla sonsuza dek yaşamına devam eder
·
“Helâl” ve “Haram”
·
“Harama bakma!”(“Haram olanı arzulama!”)
·
Haramla büyümüş neslin belki kendi
günahı yoktur ama…
·
“Helâlık alma”
·
“Hesap Günü”
·
Size “Hesap Günü”nün geleceğini haber
veren Rasûller gelmedi mi?”
·
“Hesap Verme” (Ölümötesi boyuta
hangi evrensel bilgilerle işaret edildiğini sorgulama süreci)
·
Her kişi, ölümü tadarak geçtiği yeni yaşam boyutunda o yaşamın
gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu otomatikman sorgular
·
Yargıcınız, vicdanınızdır… O “Gün”de
hüküm vermek için vicdanınız(Nefsiniz) yeter!
·
Allah Sistemi gereği, “Kitabın”ı
“Oku”yor, kendi kendini yargılıyor ve sonuçlarına katlanıyorsun!
·
Herkes elleriyle yaptıklarının (Beyin
veri tabanının) karşılığını alır
·
İslâm Dini’nde hesap verilecek bir
Din adamı, seyh, âlim, Profesör, öğretici vs. yoktur!
·
“Heyulâ”
·
“Hicret”
·
İman edenler, varlıklarını oluşturan
“Allah” İsminin işaret ettiği varlığa hicret ederek gereğini yaşamalıdır
·
“Hırs”
·
“Hırs hükmü”, zâhirde geldiği gibi
bâtını da kapsar
·
Hırs, insanı tüketen kuvvedir
·
Hırs, cehennem ateşidir
·
Yaşlılarda hırsın artmasının sebebi…
·
Hızır Aleyhisselâm
·
Hızır A.S, Musa A.S’a “Ledün İlmi”ni
öğreten bir Rasûl idi
·
Hızır Aleyhisselâmda “Kudret” sıfatı
zâhir olmaktadır
·
Hızır Aleyhisselâm, dilediği anda
biyolojik bedene geçip görünür
·
“Hiçlik”
·
“Hiçlik Noktası” (“Ahadiyet Hüviyeti-Kalpteki
Kara Nokta-Sevde-i A’zam-Zulmet-i A’zam-Cehl-i Azim-Zât-ı Baht-El İlmü Noktatün)
·
“Hazret”
·
“Hidâyet” (Allah’a ve “Öz”üne
yönelme-Kolaylaştırılma-Öz’ündeki Hakikati yaşama özelliğinin açığa
çıkması-Basiretle Gerçeği görme ve değerlendirme-Varediliş gayesine göre
hedefine ve hayrına erme-Gerçek doğru ile göresel doğru arasındaki farkı
görebilmek)
·
O’ndan gayrı hidâyet eden(“Hâdi”),
asla mevcut değildir
·
“Hidâyet”, her “şey”i “Hayır” olan hedefe, “Lâtif” İsminin
sırrıyla yönlendirip o yolda
yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırır
·
Herkes önceden takdir edilmiş olan
işlere hazırlanmıştır
·
Kendisine hidâyet verilen, dar düşünü
sınırlarını aşıp yeni ufuklara kanat çırpacaktır
·
İnsanlığın bugün ulaştığı nokta…
“Allah hidâyeti”nin(gerçeği görmenin-değerlendirmenin) bir başka ifadesidir
·
“Tanrı” kavramına inananlar ve
hidâyet üzere iken, hataen veya kasten başka bir istikamete yönelme
·
“Hidâyet”in çeşitleri(Genel ve özel inam)
·
1-Genel in’am(En geniş kapsamı
itibariyle hidâyet-Rahman’ın rahmeti sonucu oluşan inam)
·
2-Özel
in’am(Nebilere-Rasûllere-Velilere-Sâlihlere-Şehidlere yeni yeni açılımlar
sağlayan hidâyet)
·
Hidâyet(Kolaylaştırma) işleminin sistemi
·
Hâdi olan Allah “Yıldız” adlı
nesnelerden yolladığı tesirle(melekle-ışınlarla), bünyemizde Lâtif bir biçimde
hidâyetini ulaştırır
·
Kişi, yıldızların yaydığı kozmik
ışınımın beyin devrelerini açması ve Takdiri Hudâ ile hidâyete ulaşır
·
“Ey kullarım… Hepiniz delâlettesiniz,
ancak Benim hidâyet ettiklerim müstesna!”
·
Namazda okunan “Fâtiha” ile
bâtınından(“Öz”ünden) hidâyet ulaşması talep edilir
·
Hidâyet nurları zayıfladığında akla
hâkim olan, duygulardır
·
İman nuru olmayan kişi ne kadar
akıllı olursa olsun hidâyete eremez!
·
İnsanlar hidâyete vesiledir
·
Hidâyet ile şefâat arasındaki fark
·
“Hikmet”
·
Tek bir Hâkim-i Mutlak’ın her şeyi
amacına göre oluşturmaktadır ki, bu da o “şey”in varoluş hikmetidir
·
Allah’ın tüm fiilleri “Hikmet”tir.
Ancak, “Hikmet” ile de kayıtlanmaktan münezzehtir
·
“Hikmet” Sistemi
·
Hikmet, Özbenliğinizin vasfıdır
·
Hikmet, ehli için pırlantadır
·
Hikmet, müminin yitiğidir
·
Hikmet sisteminde açığa çıkan Kudret
sırrı
·
“Kul”, Allah’ın hikmetini yerine
getirmektedir
·
“Size içinizden bir Rasûl irsal
eyledik ki size hikmeti öğretiyor.”
·
Her şeyin hikmetine erdikçe,
“Sistem”in öyle gerçeklerini fark edeceksiniz ki, artık Evrensel kişiliğe
yaklaşacaksınız
·
Hikmeti göremediğimiz için
eksik-noksan-kusurlu görme hâlne düşeriz… Oysa Allah hikmetsiz(sebepsiz) hiçbir
şey
yaratmamıştır (Bkz. “H / “Halim” İsmi/
Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişide “Halim” İsminin mânâsının
yaşanmasıyla mümkündür)
·
Hikmetleri tesbit
·
Doğayı hikmetle değerlendirebilirsin
ancak…
·
Açığa çıkan hikmet, çıkmamışlar
yanında bir damladır
·
Hikmeti sezemiyorsan eğer hemen
itiraz etmekten kaçın ve sonunu bekle
·
“Nefs”e bağladığın fiiller hükümde
“Hikmet”tir!
·
Hikmetin ötesine ulaşmak için…
·
“Hikmet Âlemi”(“Sebepler âlemi”)
·
Dünya, hikmet yurdudur
·
Âhrette hikmet kuralları geçerli
değildir
·
Varlık, tümüyle O’nun varlığından
ibaret olmasına rağmen, “Hikmet Âlemi-Sebepler âlemi” biçiminde bir oluşum
meydana getirmiştir
·
“Hilm”
·
“Himmet”
·
Himmeti âli kişi
·
Himmet, Jüpiter ve Şiron’un
tesirleriyledir
·
Himmetini o konu üzerinde topluyorsun
ve öylece talep ediyorsun… Ve dileğin oluyor!
·
Kişiyi hedefine ulaştıran, düşündüğü
şeyi başarma konusundaki şüphe götürmeyen azmidir!
·
Hoşgörü
·
Hoşgörü, maskenin gülmesi değildir
·
Hoşgörü ve olgunluk
·
Hullet mertebesi
·
Hullet makamı
·
“Hû” (“O”-Zât’ın Hüviyeti-Öz’deki Teklik
boyutu-Evrensel boyutlu “Tek”lik noktası- Her an cüzlerdeki tasarrufu
oluşturan-Oluşumun kaynağı-Varlığın Özündeki boıyutsal ötelik)
·
Hû, “Allah” ismiyle işaret edilen
Mutlak Zât’ın Hüviyetine işaret eder
·
Her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal
kavramın ötesinde…
·
Sayısız “Nokta”ların Hâlık’ı olup,
“Nokta”lar indinde “Nükte” olan Hû!
·
“Hû”nun İlminde açığa çıkardığı
özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu çekirdek(“Hakikat-i Muhammediye”)
·
“Hû”nun varlığıyla var kıldığı şuurlu
çekirdeğin İlim mertebesindeki ilmî açılımı
·
Hz. Muhammed Mustafa bize, “Allah”
İsmiyle “O=Hû” varlığı tanıtmıştır
·
Sonsuzdaki bir “Nokta” olarak
yaratılmış Mutlak Evrene “Hû” İsmiyle işaret ediyoruz…Ki bu Zât, “Allah”
İsmiyle işaret edilen indinde yalnızca “İlmî Sûret”tir
·
O’nun yaratışının sonu yoktur!
·
“Hû”, her an yeni bir şandadır! (Her
an yeni bir zâhir oluştadır!)
·
“O”, algılama kapasitesine göre
zâhir!
·
Kesret âlemi, “O”nun efal
mertebesindeki görüntüsüdür. Mevcudat yoktur, “O” vardır
·
Her birimin ve zerrenin “Hakikati”,
Özündeki Rabbi, Meliki, İlâhı,”O”!
·
Cüzlerde tasarrufu oluşturan “Hû”dur!
·
Aslı, “Hû”… Nesli de “Hû”… Ancak,
varlığın Özünde işlemekte olan bir
“Sistem”i fark etmemiz gerek… “Din” bunun için bildiriliyor (Bkz/ H /
“Hû”)
·
“Hû” hüviyeti hakikati, insanın
derûnundan gelen bir şekilde “Yok”luğunu fark ettiğinde açığa çıkar
·
“İsm-i
Âzâm” sırrına ermiş olanlar, her nefeste “HÛ” diyenin mutlak bilinciyle
yaşarlar.
·
Neyi
seversen sev, gerçekte yalnızca “Hû”yu sevmektesin!
·
Her şey tek bir beynin kontrolündeyken
kınamak niye?
·
“Hurafe”
·
“Hulûl” (başka bir varlığın içine girme)
·
“Huşû”
·
Huşû, Allah indinde Hiçliğini fark
etmektir
·
“Huşû” olmazsa, Mi’râc olmaz
·
Huşû, erişilen bir idrâkın sonucudur
·
Huşû, “Daimi Namaz” ile sonuçlanır
(Bkz. H / “Hâşian” / Allah indinde herşeyin “HİÇ”ten gelip “HİÇ”e gittiğini
bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “Hâşian”dan olursun.)
·
“Huy”(Karakter-Mizaç)
·
Huy, çeşitli İlâhi İsimlerin
mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır
·
Huy(Karakter) değişebilir mi?
·
Değişmeyen Huy
·
Huzur
·
Ebedi huzuru müjdeliyor sana arınmış
kişi… Mustafa!
·
Huzuru bulduğun yer, “Cennet”tir!
·
Huzura ermek, Allah’ın yarattığı
“Sistem ve Düzen”i idrâk etmekle mümkündür
·
“Huzura eren bilinç”(Sonsuzluğun ve sınırsızlığın
ilmiyle tatmine eren bilinç)
·
Hüddam İlmi
·
“Hüküm”(Bkz. E / “Emr”)
·
“Hüsran”
·
Hüsranın hammaddesi
·
Hüsran ehli
·
Ötede bir Tanrı olmadığını fark
edenler hüsrana uğradı!
·
“Hüviyet”
·
“Allah” İsmiyle işaret edilen “Zât”ın
hüviyeti
·
Bir şeyin hüviyeti, o şeyin
“Zâtı”dır!
·
“Allah’ın hüviyetinin kulu”
·
“Allah” adıyla işaret edilenin “Hüviyeti”nin “Abd” ve
“Rasûlü”
·
Hıristiyanlık
fhfh
HAC
HACCA GİTMENİN TABAN YAŞI
(Soru: Hacca gitmenin taban yaşı nedir?.)
Taban yaşı,
farziyet itibariyle bulûğa ermiş olmak!. Tabii ki, ondan evvel giderse hiçbir mahzuru
yok!. Ama, bulûğa erdikten sonra
sorumluluk başlar!. Eğer gitmemişse kişi, o sene içinde giderse geçmiş
günahlarından sıfırlanacak!. Daha sonra ne kadar yaşayacağın belli mi?..
hf
“HAC’CI FARZ KILAN,
AZIK VE BİNEKTİR”
İbn Ömer radıyallahu anh'dan rivayet edilmiştir:
Bir adam Rasûlullah'a gelerek
sordu:
- Haccı farz kılan nedir Yâ Rasûlullah?..
Rasûlü Ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem cevap verdi:
- Azık ve binektir!. (Tırmızî)
(Yâni hac yolculuğunu yapacağın bineğin ve yolculukta yiyeceği kadar
azığın).
hf
TÜM İNSANLARIN BEYİNLERİ,
HAREM-İ ŞERİF’TEKİ POZİTİF
ENERJİDEN ETKİLENİP
GÜÇLÜ BİR FAALİYET İÇİNE GİRER
Keşif sahiplerinin keşif yoluyla gördüğü bu gerçeğe Seyyid Abdülaziz Ed Debbağ da “ El İbrîz” isimli eserinde değinmiş ve Kâbe'den göğe yükselmekte olan bir “nur” sütunundan, adı geçen eserinde
bahsetmiştir!.
Bu noktadaki çok güçlü pozitif enerji dolayısıyla Harem-i Şerîf'teki tüm insanların beyinleri öylesine etkilenip,
öylesine güçlü bir faaliyet içine girmektedirler ki bunu anlatabilmemiz mümkün
değildir.
Nitekim bu gerçek dolayısıyla Kâbe
çevresinde kılınan namaz için Rasûlullah
salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Kâbe'de kılınan iki rek'ât
namaz, dünyanın başka mescîdlerinde kılınan namazdan 100 bin defa daha
sevablıdır!.
Zira Kâ’be çevresinde yapılan
her ibadet sırasında, yeraltından yayılan “celâl
nurları” yani çok yüksek frekanslı dalgalar dolayısıyla, beyin kat bekat
güçlü dalga üretimi yapmakta; hem bunu ruha güçlü olarak yüklemekte; hem de
dışa dönük bir biçimde yayınlamaktadır.
hf
KÂBE’DE YAPILACAK EN DEĞERLİ
İBADET,
TAVAFTIR!
Oraya giden kişinin bir kere yapması gereken en önemli ve en çok şey
tavaftır!.
hf
(Soru: Ramazan’da bir TV kanalında gösterdi. Orda tepeler, evlerin
olduğu yerler, hep namaz kılanlarla dolu, ne kadar kalabalık!. Çok az bir grup
da tavaf ediyordu?. )
İşte o kadar insan içinde uyanık olanlar, tavaf edenler! Geri kalanı
hani Yunus’un söylediği; “sürüden
saydılar beni”… Çünkü Allah Rasûlü diyor ki;
“Kâbe’de yapılan en değerli
ibadet tavaftır.”
Tavaf yapacak gücün bittiyse, kalmadıysa, o zaman namaz kıl!.
hf
KÂBE’NİN FEYZİNİ ALABİLMEK İÇİN
RADYASYONUN EN GÜÇLÜ OLDUĞU ALANDA
TAVAF YAPMAK GEREKİR
Daha önemlisi, adam; “ben Kâbe’ye
gittim.” diyor, dışarıda Ebu
Cehil’in evinin olduğu yerde namaz kılıyor!.
Esas olan, Kâbe’nin
çevresidir!.
Televizyonda gördüğünüz gibi,
teravih namazı kılınırken, tavaf edenler var. İşte o kadarlık bir alan!. Ondan sonra zaten evler başlıyor. Yani, Kâbe’nin kapalı alanı, dış
mahalle. Bir de, dış mahallenin dışları var!.
Oralarda namaz kılanlar, Kâbe’nin feyzini alamıyor!.
Kâbe’nin feyzini
alabilmek için, teravih namaz kılanların boş bıraktığı takriben 30-
Eğer onların, bu işten biraz
anlayan yanları olsaydı, Kâbe’yi o kadar büyütmek yerine; o alanda Kâbe’yi
yükseltip onun etrafını beş kat, altı kat yükseltip, tavaf alanı yapar, döne
döne Kâbe’nin etrafında üç tur çıkar, üç tur iner çıkar giderdi. Orda yapılması
gereken hesap budur.
Ama millet, Kâbe’yi taş duvar biliyor. Eh!. “Biz de gittik orda, döndük”
diyor!. Böylece bir hikâye sürüp gidiyor.
Dolayısıyla, Kâbe’ye en yakın olan o alanda tavaf yapılmasında yarar
var!. Yapabiliyorsan yap!.
Yok, yapamazsan o alan içinde tavafını, git bir tarafta namaz kıl!.
hf
Beytullah altında olup
çevresini de etkileyen bu alan en fazla yaklaşık 30-40 metrelik bir yarıçaptır. Onun dışı Rasûlullah
aleyhisselâmın yaşadığı devirde evlerle kaplıydı… Bugün ise Ebu Cehil’in
tuvalet yapılmış olan evinin çevresinde bile, “Kâbe‘de namaz kılıyoruz”
zannıyla namaz kılan sayısız insan görüyoruz…
Gene bizim tesbitlerimize göre,
Kâ’be çevresinin dışa yani çevreye yaygınlaştırılması yerine; 30-40 metrelik
çevresinde dönerek yükselen ve inen bir yürüyen yol yapılıp; insanların burada
yürürken yedi dönüşü yani bir tavafı tamamlamaları sağlanabilirdi… Bunun için
de Kâ’be’nin duvarları yükseltilebilirdi!.
“Beytullah”taki bu “nûraniyet”ten istifade için, tavafların
özellikle bu mesafe içinde yapılması, açıkladığımız gerekçe yönünden çok
önemlidir; bize göre!.
hf
KÂBE’Yİ İLK GÖRÜŞTE YAPILAN DUA
KABUL OLUR!
Bir şey bir kere müşahede edilir!. Müşahede ettiğin anda da onu
etmişindir!.
Pencereden dışarıya bir ilk bakışın vardır, ondan sonra bakışın vardır,
ondan sonraki bakışların, o bakışın devamıdır, tafsilidir!. Bir kere “Lâ ilâhe illâllah” sözünü
söyleyebilirsin; ondan sonrakiler o sözün devamının gelmesinden başka bir şey
değildir...
Diyelim ki Kâbe’yi ilk defa görüyorsun; ne diyor Hz.Muhammed
aleyhisselâm;
“Kâbe’yi ilk görüşte dua edin, o
duanız kabul olur”
diyor! ”Ne zaman görürsen gör”
veya “devamlı bakarken” demiyor!. ”İlk görüş” diyor!.
Peki ilk görüş görüş de sonrakiler görüş değil mi?... Onlar da görüş!.
Ama ilk görüştür esas!. Bir defa gördüğün zaman, onu görmüşsündür!.
Görmenin ikinci defası olmaz!. Bir şey bir kere görülür... Ondan
sonrakiler o şeyin devamıdır… Devam edegitmesidir!.
hf
HACDA VE UMREDE
DUALARINIZA DİKKAT EDİN!
Hacca gidecek herkese haber
verin!. Umreye gideceklere de haber verin!. Gidenler
belki gittiler, gidecekler de vardır.
Geçen defaki hacdan gelişlerinde söylemiştim bazı arkadaşlara…
Bir çok insan, Umreden, Hacdan
geldikten sonra başlarına gelmedik belâ kalmıyor.
“Yahu bir mübârek yere gittik geldik, nereden geldi bu iş, bu belâ
başımıza?.” diyorlar.
Halbuki, bunu diyenlerin hepsi de, orada bu belâyı kendileri istediler,
talep ettiler. Dualarının kabul olması ile de o belâlar başlarına geliyor.
Niye?.
Çünkü, oraya gidenlerin hepsi
de, Allah’tan büyük mertebeler istiyorlar. Allah’a yakîn elde etmek istiyorlar.
Evliya, enbiya ile beraber olmak istiyorlar… Bunun pahası da, o belâlara
katlanmak, sabretmektir!.
Yüksek mertebeler sadece
ibadetle, zikirle elde edilmez!. Onun pahası belâlara katlanmaktır.
Rasûlullah’ın bir açıklaması
vardır. Buyuruyor ki:
Belânın büyüğü rasûllere, sonra
nebilere, sonra mertebesine göre evliyaullah’a ve en azı da mü’minlere” diyor.
“Belâ” demek; kişinin tasfiye
aracı demek!. İnsanın arınması, saflaşması!.
Altın nasıl ateşe atılır,
saflaşır, üstündeki katkılar yanar yok olur, sonuçta nasıl saf altın kalırsa;
insan da belâlarla yontulur, saflaşır, arınır.
Dolayısıyla, oraya gittiğiniz zaman, eğer yüksek mertebelere tâlip olup,
bu yolda dua ediyorsanız; bilin ki, bir takım çileler, sıkıntılar sizi
bekliyor. Çünkü bunlar, arınma çalışmalarıdır.
Kitabımızın birinde diyoruz ki;
“Cehennem insanlara Allah’ın
rahmetidir!”.
Niye?.
Çünkü o yanma dediğin olaylarla
sen arınıyorsun, saflaşıyorsun!. Eğer o arınma saflaşma ortamı olmasaydı, zaten
cennete giremeyecektin. Senin için bir arınma ortamıdır Cehennem!.
Senin nefsine, şartlanmalarına,
değer yargılarına ters gelen, hoş gelmeyen olaylarla karşılaşıyor; zorunlu
olarak onlara katlanıyor ve bu yüzden de yanıyorsun.
Zaman içerisinde ona bağışıklık
kazanıyorsun. Onu hoş görmeye başlıyorsun, yerinde görmeye başlıyorsun.
“Allah, mâdem ki böyle istemiş, böyle olsun” deyip, Allah’tan razı olma
noktasına geliyorsun.
İşte, senin arınman denen
olay böyle meydana geliyor.
Her şey eğer senin sevdiğin,
istediğin istikamette gelişirse, bu, aslında senin cehennemdeki yanmanı büyütür
ve genişletir.
Dolayısıyla ki orada, isteklerinize çok dikkat edin!.
Ya, çok güzel şeyler isteyin ama, sonuçlarına katlanmayı kabul edin. Ya
da istemeyin!. Ve dualarınızda;
“Ya Rabbi, katlanamayacağımız
yükten sana sığınırız. Bize vereceklerini hazmıyla ver. Bizi isyana, küfre
sürükleyecek hâllerden sana sığınırız.“ diye dualarınıza ilâve edin!.
hf
KÂBE’DE
DÜŞÜNCELERİNİZDEN DAHİ
SORUMLUSUNUZ
Oraya gidenlerin de bildiği üzere, Mekke
halkı genelde sert, hırçın ve celâlli
insanlardır!. Bunun sebebi bizim tesbitlerimize göre Kâ’be altındaki çok yüksek frekanslı dalgalardan, yani
radyasyondan, ya da mecazî anlatımla “celâl
nurları”nın tesirlerinden ileri gelir!.
Misâl vermek gerekirse, Anadolu’nun herhangi bir yerine göre, Kâbe‘de yayılan dalgalar yüzbin defa
daha yüksek frekanslı yani kuvvetli dalgalardır!. İşte bu yüzden “Kâbe‘de kılınan namaz başka yerlerde
kılınan namazdan 100.000 defa daha sevaplıdır”; ve de “Kâbe’de düşündüklerinizden mesûl olursunuz”!.
İşte bu yüksek frekanslı ışınım, yani “celâl nurları”, o dalgalarla haşır-neşir olarak büyüyen insanların
bahsi geçen özelliklere sahip olması sonucunu getirir!.
Gene bizim müşahedemize göre…
Hazreti Rasûlullah
aleyhisselâmın, nübüvvet görevinin başlamasından hicretine kadar geçen yaklaşık
onüç yıllık evresinde, Mekke’de kendisine inananların sayısının 40-50’ye
ulaşabilmesinin nedenlerinden önde gelen bir sebep de bu husustur.
hf
Gene bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullah
salla'llâhu aleyhi ve sellem:
-"Başka yerlerde sadece
fiillerinizden mes'ûlsünüz, Kâbe'de ise düşüncelerinizden de mes'ûl olursunuz."
Buyurmuştur.
Bunun da gene sebebi, beynin aldığı güçlü enerji dolayısıyla düşünceleri
dahi fiil düzeyindeki bir güçle ruha yüklemesindedir.
hf
“HAC”CIN HEDEFLERİ
"Hac"cın iki hedefi vardır
ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur;
1-Yaşamının "Arafat"ta
bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, "sıfırlanmak"!.
2-"Maârif
Billah" ile hâllenmek sûretiyle, ALLAH ismiyle işaret edilenin
ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek.
hf
1- TÜM GÜNAHLARDAN ARINMAK
HAC,
“ARAFAT”TIR!
Abdurrahman bin Yâ’mar ed Dîlî radıyallahu anh şöyle demiştir:
Rasûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Arafat'ta vakfe hâlinde iken,
ben O'nun yanında hazır bulundum. O esnada Necid Halkından bir kaç kişi O'nun yanına gelerek:
Yâ Rasûlullah, hacc nasıldır?
(Haccın hâli nedir?)
Rasûlullah buyurdu:
-HACC ARAFATTIR!. Kim cem
gecesi sabah namazından önce gelirse Haccı tamamlar. Minâ günleri üçtür. Artık
kim iki günde acele ederse onun üzerinde bir günâh yoktur. Kim de gecikir ise
ona da günâh yoktur. Sonra bunun arkasından bir adam yolladı ve bu hükümleri
yüksek sesle halka duyurdu. (İbni Mâce, Tırmîzi, Ebû Davud
Nesai)
hf
Abbas bin mirdâs es- selemî radıyallahu anh şöyle buyurmuştur:
Rasûlullah salla'llâhu aleyhi
ve sellem, ümmeti için Arefe günü akşamı (Arafat'da) mağfiret duasında bulundu.
O'na şöyle cevap verildi:
-Zâlim müstesna onları
bağışlarım!. Çünkü ben mazlûmun hakkını zâlimden şüphesiz alırım!.
Rasûlullah aleyhi's-selâm:
-Ey Rabbim, eğer dilersen mazlûma
(hakkını) Cennet'ten verir ve zâlimi bağışlarsın?..
diye dua etti. Fakat o akşam bu
duası kabûl olunmadı. Sonra Rasûlü Ekrem (ertesi sabah) Müzdelife'de
sabahlayınca anılan duayı tekrarladı ve duası kabûl olundu.
Abbas bin Mirdâs:
Sonra Rasûlullah güldü. Bunun
üzerine Ebû Bekir ve Ömer:
- Babam anam sana fedâ olsun!.
Bu saatte gülmezdin!. Seni güldüren şey nedir?.. Allah seni sevindirsin.
Rasûlü Ekrem:
-Allah düşmanı İblîs, Allah azze
ve cellenin benim duamı kabûl edip ümmetimi bağışladığı bilince toprağı alıp
başına dökmeye ve mahvoldum, helâk oldum diye bağırmaya başladı. Gördüğüm onun
bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü.
Buyurdu. (İbni Mâce)
hf
DÜNYA’NIN BEDENİ İÇİNDEKİ “POZİTİF” ENERJİ
HATLARININ KESİŞİP SANKİ BİR ENERJİ MERKEZİ GİBİ
YAYIN YAPTIĞI İKİ MERKEZ…
KÂBE VE UZANTISI OLAN ARAFAT
DAĞI…
Bizim müşahedemize, Cenâb-ı Hakk'ın bizde izhâr etmiş olduğu ilme
göre...
İnsan bedenini saran sinir sisteminde akmakta olan bioelektrik gibi,
dünyanın yüzeyi altında da akan “negatif”
ve “pozitif” radyasyon akımları,
kanalları mevcuttur.
Şayet sizin kurmuş olduğunuz ev ya da işyeri veya çiftlik negatif
radyasyon akım kanallarından birisi üzerine isabet ederse, o evde başınız
hastalık ve sıkıntıdan kurtulmaz. işyerinizde daima işler ters gider.
Çiftliğinizde kaza-belâ eksik olmaz, hayvanlarınız barınmaz vesâire...
Aynı şekilde şayet eviniz, iş yeriniz ya da çiftliğiniz pozitif
radyasyon akım kanallarından biri üzerine isabet ederse, bu defa da eviniz son
derece huzurlu olur. Dışardan çoğu zaman evinize kaçarsınız. işyeriniz son
derece verimli, bereketli olur. Çiftliğiniz, hayvanlarınız kezâ öyle.
İşte bu anlattığımız akım kanallarına batıda özellikle İngiltere'de de “
ley” hatları deniliyor. “Negatif” olanlarına da “ kara akım hatları” tâbiri kullanılıyor.
Burada bir önemli noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum…
Bu dalgalara “pozitif” veya “negatif” tâbirlerini kullanmamız, bize GÖREdir!.
Bize yarar sağlaması itibariyle “pozitif”,
bize yarar sağlamaması itibariyle de “negatif”
deyimini kullanmaktayız… Oysa bu dalgaların kendi yönünden bir “negatif”lik ya da “pozitif”lik gibi bir ayrıcalıkları yoktur!. Yalnızca pek çok yüksek
frekanslı dalgalardan daha düşük frekanslı dalgalara kadar uzanan dalga
türleridirler.
Biz Kudüs, Medine ve Mekke’deki alanların yaydıkları yüksek frekanslı dalgalara “pozitif” demişiz.. Esasen bu dalgalara
Din-tasavvuf lisanında da “cemâl”
veya “celâl nurları” ismi
verilmiştir!.
Bize göre “Pozitif” olarak
nitelenen ışınımın nisbeten daha düşük frekanslı olanlarına “cemâl nuru”; daha yüksek frekanslı
olanlarına da “celâl nuru” denilir…
Ancak dikkat edile ki… Burada anlatılan, bize çok yararlı olan bu ”cemâl ve celâl nurları” ile “mutlak cemâl ve celâl nurları”
arasındaki fark, sanki kibrit ateşi ile Güneş arasındaki fark gibidir!… Gözden
kaçmaya!
İnsanların dahi “celâlli” ya
da “cemâlî” diye tanımlanması,
beyinlerinin yaydığı bu dalgalar dolayısıyladır.. Yani, kiminin beyninin
yaydığı dalgaların frekansı, kimine göre daha çok daha yüksektir, ki biz onlara
“celâlli bir kişiliği var” deriz!.
İşte dünyanın bedeni içindeki, “pozitif”
enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji santralı gibi yayın yaptığı en
önemli merkez, Mekke'de bulunan Kâbe-i Muâzzama'nın altıdır ve bunun
uzantısı da Arafat Dağı'nın
altıdır!.
hf
MİLYONLARCA İNSAN BEYNİ
ALDIĞI GÜÇLÜ RADYASYON İLE
YÖNLENDİRİLMİŞ DALGA YAYINA
YÖNELİYOR..
“ALLAHIM BİZİ AFFET!”
Kâbe niçin
Mekke`dedir?... Arafat`ta ne sır vardır ki orada toplanılmaktadır?...
hf
Peki Kâbe böylesine muazzam
enerji merkezi, ya da bir diğer ifade ile “nûr
kaynağı”dır da; Hac niçin Arafat'ta olmaktadır?..
Hac niçin Arafat'tır?..
Arafat'taki olay nedir?..
Kâbe-i Muazzama'nın altında bulunan son derece güçlü müsbet radyasyon kanalının bir
uzantısı da Arafat tepesinin altında ikinci bir düğüm meydana getirmektedir,
demiştik az evvel.
İşte Arafat tepesi ve
civarında toplanan yüzbinlere, milyonlarca insan, yerden aldıkları son derece
güçlü radyasyon ile beyinlerinden tek bir manâda yayın yapmaktadırlar.
“Vakfe” denen olay,
insanların bu tek manâ üzere toplu “yönlendirilmiş
dalga” yayınına yönelişleridir.
“ ALLAH’IM BİZİ AFFET!.”
hf
ANADAN DOĞMUŞÇASINA, GÜNAHSIZ
OLARAK,
ARAFAT’TAN DÖNERSİNİZ
Ebû Hüreyre radıyallahu
anh.dan.
Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
Her kim şu beyte gelir, kadına
yaklaşmaz, fısk işlemezse, o kimse anasından doğduğu gibi döner!. (Müslim)
hf
HAC konusunda öncelikle
şunu belirtelim:
Hac günü belirli bir
süre Arafat`ta bulunup geçmiş günahlarına tevbe eden kişi, kul hakkı da dahil
olmak üzere o ana kadar ki bütün günahlarından kurtulur!.
hf
“ARAFAT’TAN DÖNÜP DE
“ACABA GÜNAHLARIM AFFOLDU MU?
DİYEN KİŞİ, EN BÜYÜK
GÜNAHKÂRDIR”
HAC, İslâm Dini şartları arasında
herkese son derece yararlı olan bir çalışmadır. Zîrâ;
Yaşamı boyunca kişinin
bilerek veya bilmeyerek yanlışlardan yaptığı beyninde oluşan ve “günah”
adı verilen tüm negatif yük, eksiksiz onun dalga(wave) bedenine yani ruhuna
yüklenmiştir!.
Ruhundaki bu negatif
yükün getirdiği ağırlık yüzünden de cehennem denilen ortamda battıkça
batacaktır!.
İşte başına gelecek
olan bu felâketten kişinin kendini tümüyle kurtarabilmesi; ruhuna yüklenen
negatif yükün tamamiyle "sıfırlanması-silinmesi", HAC`da
mümkün olur!.
O ana kadar ruhuna
yüklenmiş olan tüm günah adı verilen negatif yükleri silinir ve "anasından
doğduğu günkü kadar günahsız olarak" geri döner!.
Ve gene Rasûlullah
aleyhisselâmın açıklamasına göre,
"Acaba benim
günahlarım afv oldu mu; diye şüpheye düşerse, yeryüzündeki en büyük günahkâr
olur."
hf
Yüzbinlerle, milyonlarca insan beyni; sanki laser ışını gibi, tek bir
anlamdaki dalga boyundan yayın yapmakta; ve bu dalga boyundan oluşan dev bir
manyetik bulut tüm Arafat Bölgesini
kaplamaktadır!.
Şimdi hemen hatırlamaya çalışın…
Üzerine herhangi bir görüntü çekilmiş video bandını, çalışırken video
cihazının üzerinde unutursanız ne olur?.. Video cihazının yaydığı manyetik alan
bandın üzerindeki kaydı siler!. İsterseniz siz buna görünmeyen eller bandı
siler de diyebilirsiniz.
Evet… İşte misâl yollu anlatmaya çalıştığım gibi…
Siz orada “ALLAH’IM GEÇMİŞ
GÜNAHLARIMDAN DOLAYI BENİ AFFET” dediğiniz anda hem bu tür bir dalga
oluşturmuşsunuzdur… Hem de beyninizi bu mânâdaki dalgalara açmışsınızdır!. Ve
açılan bu kanaldan, o güçlü manyetik alan bir anda beyninizi etkiler ve o ana
kadar ruhunuza negatif yükle beyniniz tarafından kaydedilmiş tüm yazımlar
siliniverir!.
Ve siz anadan doğmuşcasına günâhsız olarak. O ana kadar ruhunuza
yüklenmiş olan tüm negatif yüklerde arınmış olarak Arafat'dan dönersiniz.
Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
“Arafat'tan dönüp de, acaba
benim günâhlarım afvoldu mu, diyen kişi en büyük günâhkârdır!.”
Çünkü olay böylesine kesin bir olaydır!.
Allah, günâhlarından arındırmayı murad ettiği kuluna nasibeder oraya
gitmeyi; ve orada da böyle bir sistem içinde arınmayı bahşeder!.
hf
2-HACCI MEBRUR
(ANA GAYESİNE ULAŞILMIŞ HAC)
(ÖLÜMÖTESİ YAŞAM GERÇEKLERİNİ
İDRÂK EDECEK AÇILIMA KAVUŞMAK))
HACCIN GAYESİNE (HACCI
MEBRUR’A) ULAŞABİLMİŞ
KİŞİNİN BEYNİNDE YÜKSEK ENERJİ
POTANSİYELİ İLE
YEPYENİ BİR KAPASİTE OLUŞUR
Hacca gidip geldikten sonra bir çok insanın çok olumlu çalışmalar içinde
olmasına karşılık, önemsenmeyecek bir çoğunlukta da mâalesef yanlış
davranışlar; hattâ gitmeden öncekinden çok daha beter fiiller görülebiliyor.
Bunun sebebi nedir?..
Az önce de değindiğimiz gibi, Kâbe'nin
altında bulunan yüksek güçteki pozitif radyasyon, beyinlerde çok yüksek ölçüde
bir çalışma temposu meydana getirmektedir.
Kişi, hac sırasında tüm negatif yüklerinden tümüyle arınmasına karşılık,
beynin genel açılım düzeyi istikametinde ise neredeyse bire yüzbin oranında güç
yüklenimi alır. Bu alınan güç ise beyni genel açılımı istikâmetinde çok daha
güçlü bir çalışma ortamına iter.
İşte, işin püf noktası buraya dayanmaktadır. Kişinin beyni şayet
tamamiyle dünyevî değerler, bedenî istekler yönünde güçlü bir açılımla
programlanmışsa, orada almış olduğu güçlü tesirler de bu istekleri büsbütün
arttıracak ve neticede bu kişi hacdan geldikten sonra yapısının doğrultusunda
çok daha cüretkârane davranışlarda bulunacaktır.
Bunun aksi ise “ haccı mebrûr”
u oluşturacaktır.
Demek ki hac'da belli şartlara riayet eden her kişi bütün günâhlarından
arınmış, sıfırlanmış olarak dönüyor. Bazı kişiler de ayrıca “ Haccı MEBRÛR” a yani ana gayesine
ulaşmış olarak geri dönüyor. Ki bu gaye de, az yukarıda açıkladığımız bir
biçimde; beyni ölümötesi yaşamın gerçeklerini idrâk edecek şekilde yüksek
enerji potansiyeli ile açılıma kavuşturmak. Böylece Allah haccını kabul etmiş
oluyor.
hf
HACCIN MÂNEVİ YÖNÜ…
(MÂRİF-İ BİLLÂH İLE HALLENMEK)
Bâtın yani iç, sır mânâsından biraz daha sözetmek gerekirse haccın... Şunları da diyebiliriz…
Bâtın haccın niyeti "ALLAH"a ulaşmaktır!.
İhram giymek, ALLAH`a ulaşmak üzere
tümüyle dünyadan arınmak için sanki ölen biriymişçesine kefen giymektir!
Hac öncesindeki yedi tavaf, yedi nefs mertebesinde uruc
yaparak Allah Zât`ının zuhur mahalli
olan Kâbe’nin Hakikatiyla
özdeşleşmeye gayrettir!
Arafat, mukaddes vadi`dir..
Arafat`ta tüm beşeri kavramlardan arınılır!
Bu arınış sonrasında üç şeytanla birlikte benlik, tabiat ve âdetler taşlanılarak
bunlara geri dönmemek üzere uzaklaşılır.
Buradan Kâ`beye gelip yapılan
tavaf ve namaz, yedi sıfatta yapılacak seyr ile Zât`a ulaşmaktır..
Tavaftan sonra kılınan namaz, bunu nasip edenin huzurunda beşeriyetinin
hiçliğini itiraf ve şükürdür..
Veda tavafıyla birlikte
geldiğin yere dönmek, "Bakâ Billah" içinde "seyri
anillah"tır!. Hizmet için
halkın arasına geri dönmektir!.
Biz, Hac`da Kâ`be’nin kişiliği, ruhaniyetiyle görüşenleri, sohbet edenleri biliriz!.
Hac`da daha öylesine sırlar vardır ki, bunları yazmak şimdilik mümkün
değildir!
Şu kadarını iyi bilelim ki, HAC
aklınızın alamayacağı kadar muazzam ve çok yönlü bir çalışmadır...
Bundan, yanlış şartlanmalar yüzünden geri kalmak, bir kişi için
hayatının en büyük kayıplarının arasında olacaktır!.
Özetle diyeyim ki...
Tek başınıza, canlı ve bilinçli bir halde ölümötesine yapacağınız sonsuz
yolculuğu idrâk ediyorsanız, imkânlarınız içinde elinize geçen ilk fırsatta Hacca gidiniz!. Aksi halde bu konuda
öylesine pişmanlık duyacaksınız ki; bunun haddi hesabı yoktur!.
Devrinin "İnsân-ı
Kâmil"i Abülkerim El-Geylânî`nin
haccın bâtın mânâlarıyla ilgili bazı
değerlendirmelerini size nakletmek istiyorum.. Kendisinden büyük feyz aldığım
bu son derece değerli Zât`ı böylece
saygıyla anıyorum...
"Hac niyeti: Allah talebi yolunda devamdır..
İhram: Yaradılmışları görmeyi terktir!.
Başı traş: Beşer içinde önder olma düşüncesinden arınmaktır!.
Tırnak kesmeyi terk: Kendinden oluşan fiillerin hakiki failinin ALLAH olduğunu farketmektir!.
Güzel koku sürmeyi terk: ZÂT hakikatını hissedince, esmâ özellikleriyle kayıtlanmaktan
kurtulmaktır!.
Cinsi münasebeti terk: Bedende tasarrufu bırakmaktır.
Sürme çekmeyi terk: KEŞF arzusundan kurtularak
ZÂT hüviyetinde yok olmaktır!
Mikat: Kalbten ibarettir..
Kâbe: ZÂT`tan ibarettir!.
Haceri esved: İnsâni lâtifeden ibarettir.
Haceri esvedin siyah oluşu: Tabiat özelliğinin kalbi renklendirmesi..
Tavaf: Allah`a yakışır şekilde,
insanın hüviyeti, aslı, menşei, müşahede yerinin idrâk olunmasıdır.
Tavafın 7 olması: ALLAH`ın yedi sıfatından
ibarettir. Onlar, hayat, ilim, irade,
kudret, semi, basar, kelâm.
Tavaftan sonra mutlak namaz: Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet`in
zuhuru ile, ona ait hükmün yaşamıdır.
Bu namazın İbrahim makamında
kılınması: Hullet makamına
işarettir.
Zemzem: Hakikat ilimlerine işaret eder..
Zemzemi içmek: Hakikat ilimlerinde dallanmaktır.
Safa: Halka nisbet edilen sıfatlardan soyunmaktır.
Merve: İlâhi isim ve sıfat kadehlerinden doya doya içmektir.
Traş: İlâhi riyasetle tahakkuka işarettir.
Bıyıkları kısaltmak: Kurbet ehlinin makamı olan
tahakkuk derecesinden inmektir.
İhramdan çıkış: Halka açılmak; sıddık derecesinde halk arasına inmektir..
Arafat: Maarifi B`illah makamıdır... Arafat`ta iki bayrak dikilmesi, Celâl ve Cemal sıfatlarına işarettir; ki Allah`a mârifet yolu onlara
göredir.
Müzdelife: Makamın şuyûu ve yükselmesinden
ibarettir.
Meş`ari haram: Şer`i emirlerde durup, Allah`ın
haramlarına saygıdan ibarettir.
Mina: Kurbet makamı ehli zevat
için murada nail olmaktır.
Üç şeytanı taşlamak: Benlik, tabiat ve adettir.
Yedi taş atmak: Yedi ilâhi sıfatla bunu başarmaktır.
İfaza tavafı: Allah feyzinin devamında sürekli terakki etmektir.
Veda tavafı: Allah sırrını hak edene
emanettir. "
hf
KÂBE’DE “VECHULLAH”I
GÖREBİLMEK…
VE DAHİ, YÂR İLE SOHBET ETMEK…
İkinci olarak, bir de Haccın mânevî yanı var!. Hiç olmazsa,
çok kısa bir süre de olsa; sanki kefen giyer gibi, dünyadan soyunarak ihramları
giyip; madde dünyasından ve onun tüm geçici değerlerinden arınıp; sonsuzluğun
târifi mümkün olmayan ÜSTMADDE
değerlerinin içine dalmak!.
Bilinç boyutunun
sonsuzluğunda, benliksiz bir biçimde kulaç atmak!.
Kâbe’de dahi Vechullah’ı
görebilmek!. Ve Yâr ile sohbet etmek!.
İleri gidiverdiysek
affola!. Ama sızıverdi testiden
işte!.
hf
“HACCI MEBRUR”UN KARŞILIĞI,
CENNETTİR!
Evet, Hac olayında birinci önemli husus tüm geçmiş günâhlarından arınma.
peki bu kadar mı HAC'da olup bitenler?..
“ HACCI MEBRURUN KARŞILIĞI
ANCAK CENNETTİR”
Günâhlarınız afvoldu!. Tüm negatif yükünüz sıfırlandı!.
Ama yeniden kazanmanız çok kolay!. Hem de eskisinden bile daha
fazlasını!.
Ve yaptığınız bazı fiiller üzere dünyanızı değişmek suretiyle, ebedî
olarak cehennemde kalanlardan bile olabilmeniz, “ hacca gitmenize” rağmen mümkün.
Ama birinci yön olan “afvolma
işlemi” ile birlikte bir de “ İkinci
yönü” gerçekleştirebilmiş iseniz. “HACCI
MEBRÛR” a ulaşmış iseniz. Yani orada yapmış olduğunuz çalışmalar ile;
beyninizde, orada elde edilen yüksek değerdeki enerji potansiyeli ile, bazı
yeni bölümler devreye girmiş ise. Bu takdirde, sizde öyle bir idrâk açılması
oluşur ki… Siz artık yaşam doğrultunuzu, rotanızı tamamiyle bildirilmiş bulunan
ölümötesi değerler ve gerçekler istikâmetine düzeltirsiniz!.
Böylece artık sizde, dünyevî değerlere tamah etmek yüzünden, ölümötesi
yaşam değerlerini terketmek hâli oluşmaz!. Tamamiyle “uhrevî” yani ölümötesi gerçeklerin gerektirdiği bir biçimde hayat
sürmeye başlarsınız. Hırs, tamah, hased, kin, dedikodu, aldatma, dünyevî
menfaatler için insanları istismar etme gibi sayısız negatif yük getirici, sizi
günâha sokucu hallerden kaçınırsınız.
Ve...
“Haccı MEBRÛR” karşılığı
olarak cennet ile mükâfaatlanırsınız!.
hf
Umre, kendisi ile öbür umre
arasındaki zaman içinde işlenen günâhlara kefarettir. Haccı mebrurun cennetten
başka karşılığı yoktur!” (Müslim)
hf
MEDİNE ZİYARETİNİN
MEKKE’DEN SONRAYA BIRAKILMASI,
KİŞİLERİN DÖNECEKLERİ ORTAMA
UYUM SAĞLAMALARI
AÇISINDAN KOLAYLIK SAĞLAR
Mekke’deki bu yüksek frekanslı dalgalar, genel istidat ve kâbiliyet ile
programlanmış insanlarda, konuya karşı bir direnç oluşturmuş, bu yüzden de O’nun getirdiklerini inkâr
etmişlerdir..
Medine’de ise Kâ’be ‘dekine göre
bir hayli düşük frekanslı dalgalar yani “cemâl
nurları” mevcut olduğu için; orada insanlar genellikle “cemâlî” bir yaşam geçirirler, “Lâtif” ilişkiler içinde olurlar… Medine’deki faaliyet sonucu müminlerin
sayısı on sene sonunda yüzbinlere ulaşmıştır!.
Medine ziyaretinin, Mekke’den
sonraya bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından da
bir kolaylık sağlar!.
Mekke’den döndükten sonra 20 gün ile bir ay arasında bulunulan yere uyum
sağlanabilmesinin sebebi de gene bu yüksek radyasyonun beyinde tesirinin
azalmasıyla sözkonusu olur…
Gene Kâbe-i şerîf altındaki
bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısı ile, tavaf sırasında,
kabiliyetli beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.
hf
HACCA GİDEBİLEN
TÜM GÜNAHLARINDAN ARINMIŞ
OLARAK DÖNÜYOR.
YA GİTME İMKÂNI OLMAYAN?
Hacca gitmek günümüzde bir hayli zorlaştı. Büyük paralar istiyor. Ve
toplumun büyük bir kesimi Hacca gitme imkânından mahrum!.
Hacca gittiğimiz zaman “Arafat”tan,
anamızdan doğduğumuz günkü kadar bütün günahlarımızdan arınmış olarak sâf,
temiz bir halde geri dönüyoruz.
Peki... Bu güzel şey de ancak, Allah’ın kendisine büyük imkân tanıdığı
bir kimse ise bu şansa sahip oluyor günümüz Türkiye’sinde!.
Hacca gidecek mâli imkânları olmayan bir kişiyi düşünelim...
O kişi Allah’a iman ediyor.
Rasûlullah’a iman ediyor. Ama, gayet doğal olarak beşer
olduğu için de çeşitli eksikleri, noksanları, kusurları, yanlışları vs. var.
Bilerek veya bilmeyerek işlediği çeşitli kusur ve yanlışların getirdiği
günahlarla da bezenmiş bir hâlde... O zaman, bu kişinin kurtulma şansı nedir?.
Kendini nasıl kurtaracak?. Ne yapması gerekiyor?.
Böylesine iman sahibi olan kimselere Cenâb-ı Hak, bir yol göstermiş ve
kolaylık sunmuş. Bu kolaylığı bize Hz.Rasûlullah, Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhisselâm şöyle bildiriyor :
“Kılınan her vakit namazı,
kendisinden önceki namazla arasında işlenmiş olan bütün günahları siler,
temizler, arıtır”. Ve bunun misâlini de şu şekilde
veriyor;
“Sizin evinizin önünden bir
ırmak aksa ve siz bu ırmağa günde beş defa girip çıksanız, üzerinizde hiçbir
kir, pislik kalır mı?.
Nasıl ki, günde beş defa yıkanan birinin üzerinde maddi bir kir, pislik
kalmazsa, aynı şekilde günde beş vakit namazını edâ eden kişinin de üzerinde
günah kiri kalmaz.”
hf
HACCA GİTMEYE İMKÂNI OLDUĞU
HALDE
GİTMEYEN KİŞİ,
İSTER YAHUDİ, İSTER HIRİSTİYAN
OLARAK ÖLSÜN!
Rasûlulah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, diyor Hazreti Ali kerremallahu vecheh:
"Beytullah"a
ulaştıracak azık ve binek hayvanına mâlik olup da, haccetmeyen kişinin yahudi
veya hıristiyan olarak ölmesinin kendisince ne önemi vardır.
İşte Allah kitabında şöyle
diyor:
İnsanlar üzerinde Allah’ın
hakkı, yoluna gücü yetene Beytullah’ı haccetmektir. (Ali İmran: 97-2)
hf
Rasûl aleyhi’s-selâm
buyuruyor ki:
"Hacca gitmekte acele ediniz!. Çünkü hiç
biriniz ileride karşısına hangi engellerin çıkacağını bilemez!."
Ve gene ŞİDDETLE
UYARIYOR ki:
"Kim gitmesine engel olacak şiddette bir
hastalık, yahud Hac’cı yasaklayan ZÂLİM SULTAN, yahut da yoksulluk olmadığı
halde HACCA GİTMEDEN ÖLÜRSE, o kimse ister YAHUDİ, ister HIRİSTİYAN OLARAK
ÖLSÜN!."
Bu, dini tebliğ edenin hükümleri
göstermektedir ki Hac âcilen yerine
getirilmesi zorunlu bir ibadettir!.
Niye?...
Çünkü, Hac’da, o güne kadar bilerek ya da
bilmeyerek yapmış olduğun TÜM
suçların -kul hakkı da dahil- tamamiyle silinmekte; "anandan doğduğun
günkü kadar günahsız olarak" dönmektesin; ve "acaba affoldu mu"
diye düşünmeni de Hazreti Rasûl, "en büyük günâh" olarak
değerlendiriyor!.
Böyle bir fırsat
kaçırılır, terkedilir mi?.. Ölümün, hele günümüz şartları içinde, ne zaman
geleceği belli değilken; bir an önce, bizi azâba sürükleyecek tüm menfi
yüklerden arınıp sıfırlanmak varken; bunca menfi yükle, günahla ölümötesi âleme
geçmek mantık işi mi?..
Hele, bunu yapmamaktan dolayı bir HIRİSTİYAN veya YAHUDİ inançsızlığını göze alarak ölmek söz konusuyken!.
hf
ALLAH RASÛLÜ BUGÜN YAŞASAYDI
MİLYONLARCA İNSANLARI DAĞ BAYIR
YÜRÜTÜR,
TAŞLAMADA BİRBİRİNE KIRDIRIR
MIYDI ACABA?!
1400 sene önce, Allah
Rasûl’ü, Mekke’den yaşlı ve çocuklarla Arafat'a 16
kilometrelik yola yaya gidip-dönerken yolda konaklıyor, herkes yayan o yolu
yürümek zorunda, yoruluyorlar, tâkatları kesiliyor diye...
Biz, arabayla yarım
saatte (trafik sıkışık diye o kadar), gidilecek yere, Allah Rasûl’ü öyle yapmış
diye, gidip dağ başında konaklayarak Hac yapıyoruz!... Sünnete uyduk,
diyoruz!...
Acaba bugün yaşasaydı
Allah Rasûl’ü gene böyle yapar, milyonlarla insanı dağ bayır yürütür, şeytan
taşlamada birbirine kırdırır mıydı!...
Bunu, benim gibi
sıradan biri düşünemeyeceğine göre, İnsanlara kendilerinden daha fazla düşkün
olan Allah Rasûl’ü yapar mıydı?
Aahhh; gerçekçi
düşünebilmek!...
Körü körüne
söylenenleri tekrar etmek yerine; neden niye, nasıl niçin sorularıyla
söylenenleri kavrayarak yaşayabilmek!...
hf
KÂBE’DE KILINAN NAMAZA
TELEVİZYONDA İZLEYEREK
UYULABİLİR Mİ?!
(Soru: Kâbe’de kılınan bir namaza televizyonda izleyerek, uyulabilir
mi?.)
Kendini tatmin etmek için isteyen uyar!.
Namaz kılmak için câmi diye bir yer şart değildir ki!. Her yerde namaz
kılınır. Ama, Kâbe’de kılınan namaza televizyondan tâbi olarak kılınamaz!.…
Ancak, onlara fikrinde uyarak “namazı
yaşamaya” çalışabilirsin. Bunu da kimse yasaklayamaz!.
20 rekât namaz kılıyorlar, teravih diye… 20 rekât zorunlu değil ki!.
Teravih namazı sekiz rekâttır!.
Rasûlullah’ın zamanında, O’nun kıldığı sekiz rekâttı.
Açın hadis kitaplarını bakın!. Neresini düzelteyim ben bu işin?..
hf
Bu arada hemen ZEMZEM SUYU'ndaki
sırra işaret edelim.
Zemzem suyu Kâbe'nin altında
bulunan, bir tür jeneratör gibi yayın yapan bu pozitif radyasyon kaynağından
geçerek kuyuda toplanmaktadır.
Hemen hatırlayın yakın tarihteki “Çernobil
nükleer santralındaki” kaza dolayısı ile yayılan menfi radyasyonu ve bunun
suları nasıl zehirlediğini. Siz bu sulardaki zehirlenmeyi asla fark
edemezsiniz, ama bu sular sizi öyle bir zehirler ki hiç de anlayamazsınız!. Ve
sular yıllar yılı da radyasyonunu kaybetmez!. Olayın önemini bilen batıdaki
paniğin sebebi de budur.
İşte bunun tam zıddı bir biçimde, ZEMZEM
suyu da Kâbe'nin altındaki pozitif radyasyon kaynağının içinden geçmekte ve bu
suyu içenlerde sayısız faydalar oluşturmaktadır. Bunu oraya gidip de o sudan
içenler, abdest alanlar fark ederler.
Gene Kâbe-i şerîf altındaki
bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısıyle, tavaf sırasında kâbiliyetli
beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.
hf
HACCA GİDEN VE DÖNÜŞTE
BAŞINI ÖRTMEYEN KADIN
Hanımların şu çok önemli
problemi vardır Hac konusunda:
"Hac`ca gidip geldikten sonra başımı örtmem, tam tesettüre girmem
gerek; oysa ben bunu yapamam!. Bu yüzden hacca gidemem!."
ÇOK BÜYÜK BİR
YANLIŞ!.
Şu anda başınızı örtüp, bir veya birkaç vakit namaz kılıp, sonra da günlük normal kıyafetle dolaşıyor musunuz?...
Evet!. Namazda, ibadet sırasında başınızı örtüp, daha sonra da açıyor musunuz?...
Evet!.
Öyle ise, Hacca da gider,
örtünür; farzınızı yerine getirir; döndükten sonra da elinizden ne kadarı
geliyorsa, o kadarını yaparsınız!.
İslâm Dininin en
büyük düşmanları, Dinden görünüp, Dinî teklifleri zorlaştıran; insanları
Dinden, Allah ve Rasûlullah emirlerinden uzaklaştıran; dinden soğutup, nefret
ettirenlerdir!.
Biliniz ki..
Hac da en az namaz kadar
zorunlu ve yararlı bir çalışmadır!. Böylesine önemli
bir olaydan "gelince başımı örtemem" gerekçesiyle geri kalmak, aklın
alamıyacağı kadar büyük bir yanılgı ve
kayıptır!.
Baş örtmek Kur`ân ‘da
belirtilen farzlardan biridir!. Bunu yapmayan;
Allah`ın bu konudaki teklifine uymamaktadır!. Kur`ân bu konuda bir ceza bildirmemiştir!.
Başını örten, elbette ki ALLAH`ın
bu teklifine uymasının karşılığını fazlasıyla alacaktır.. Başını örtmeyen ise, Allah`a karşı sorumlu olur!. Allah, bu davranışının karşılığını
dilediği gibi verir!.
Ancak, Kurân’da, "Hacca
giden her hanım dönüşte başını örtecektir; örtmeyenin haccı kabul
değildir" gibisinden bir hüküm kesinlikle mevcut değildir!.
GIYBET etmemek de kesin hem de çok ağır hükümlerden birirdir!. "Ölü kardeşininin çiğ etini yemektir gıybet" diye
tanımlanmıştır Kurân‘da!. Ben bu
suçu işlemekten kendimi alamıyorum; öyle ise örtülü başımı açayım, diyor musunuz?..
Elbette hayır!.
Bir emri yerine getirememek, nasıl bir başka yerine getirebildiğin
emirden de vazgeçmeyi getirmezse; hacca
gitme imkânın olduğu halde, başörtememek yüzünden hacca gitmemek o derece büyük
yanlıştır!.
Bu vesileyle şunu bir kere daha
vurgulayayım...
“İslâm Dini”ndeki teklifler
"PAKET PROGRAM" DEĞİLDİR!. Yani, ya hepsini tam olarak
yaparsın, ya da hiç birini yapma, türünden, değildir!.
Senden, istenilenler bellidir!. Yani yapman ve yapmaman gerekenler...
Sen bunlardan elinden geldiği
kadarını yaparsın; yapamadıkların da eksiğindir... Hüküm ALLAH`a aittir!.
Ben bunlardan falanca ve
filanca emirleri yerine getiremiyorum; öyle ise hiç birini yapmayayım"
düşüncesi kesinlikle yanlış ve düşüncesizce kabuldür!.
Yap da, ne kadarı elinden geliyorsa,
o kadarını yap!.
Hacca gitme imkanına sahipsen, elinden geliyorsa, hemen git!. Geldiğinde
başını örtemiyeceksen; o da eksiğin kalsın!.inşaallah o da nasibolur!.
hf
HACCA GİDEN KİMİ İNSAN NİÇİN
ÇARŞI PAZARA SALDIRIR DA
KİMİSİ DE NİÇİN BEYTULLAH’TAN
ÇIKMAK İSTEMEZ?
“Beytullah” altındaki bu
enerji merkezinin, yani “nûraniyetin”
bir başka tezahürü de şudur…
Mekke’ye gelip Kâ’be ziyaretinde
bulunanların önemli bir kısmında, bir kaç gün içinde değişiklikler görülmeye
başlanır beraber oldukları arkadaşlar tarafından…
Bu insanların kimi son derece hırçın, haşin, bencil, hükmedici bir
kişilik ortaya koymaya başlar; kimi de son derece munis, hoşgörülü, sevecen,
yardımsever bir hâl alır!. Kimi çarşı-pazar saldırır; kimi de Beytullah’dan dışarıya adım atmak istemez!.
Kişilerdeki bu değişikliğin sebebi bizim tesbitlerimize göre şudur;
Kâ’be’nin altındaki enerji merkezinden, oldukça yüksek frekanslı bir dalga
yayılmaktadır… “Celâl nurları” diye
isimlenen bu nurlar, hem insanlarda
şiddet ve celâl hâli oluşturmakta; hem de insanlardaki o ana kadar açığa çıkmamış özelliklerin beyinden dışa
vurmasına yol açmaktadır!.
Oraya gitmeden önce, normal kendi hâlinde yaşayan birkısım insanların,
oradan döndükten sonra, hiç de o güzelliklere uymayan bir yaşam biçimi içine
girmesi; hattâ Dinî değerleri bir
yana bırakarak beşeriyetin doğal gereklerine ve sonuçlarına göre yaşam
sürdürmeye başlaması işte beyni etkileyen bu yüksek radyasyon dolayısıyladır.
Bu yüksek frekanslı dalgalar, onun ikincil kişiliğini oluşturan merkezleri güçlendirerek
günlük yaşamının bu doğrultuda açığa çıkmasına sebep olur!.
Nasıl ki, bir balon sönükken üzerindeki defolar belli olmaz, fakat
şişirilince ortaya çıkarsa…
Aynı şekilde, oradaki yüksek frekanslı dalgaların beyin faaliyetini
arttırması dolayısıyla da herkesin ikincil özellikleri orada ortaya
çıkmaktadır!. Ve böylece çok iyi tanıdığınızı sandığınız yakınınızın orada
içyüzünü görmeye başlarsınız!.
Bu çok yüksek enerji dolayısıyladır ki, Mekke’de insanlar çok “celâl”li
saatler yaşarlar ve olaylarla karşılaşırlar!.
hf
EBEDİ YAŞAMINIZI
AZAPLI BİR ZİNDANDA GEÇİRMEK
AKIL KÂRI MIDIR?...
Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Her şey bir
sistem içinde, kendine has sistem, kanun, nizam içinde oluşmaktadır.
Esasen varlık çarkı öylesine bir sisteme bağlanmıştır ki, bu yüzden
akıllar bir noktada büyük şaşkınlığa düşmede ve kâinat mükemmel bir cihaz gibi
çalışmaktadır, idare edeni yoktur, gibi yanlış fikirlere saplanmaktadır. İnsan
bedeninden kozmosa kadar her şey kendi sistemi içindedir.
İşte “Din” dahi tamamiyle bu
fizik, tabiat ya da “ilâhî kanunlar”
diye bildiğimiz kanunlara dayanan bir sistemdir.
Ne yaparsan mutlaka karşılığını alacaksın!.
Dilediğini yap neticesine katlanacaksın.
“CEZA” kelimesi Arapçada,
Türkçede anladığımız mânâya gelmez. Kur'ân-ı
Kerîm’de “karşılık” veya "yaptığının neticesiyle karşılaşma"
anlamına gelen bu kelime “iyiliğin
cezası iyiliktir” tarzında da kullanılmaktadır.
Yani, "yapılan fiilin sonucu
ile karşılaşma" anlamına gelir "CEZA"!.
Din, tamamiyle bilimsel gerçekler ve yaşamın esası üzerine bina edilmiş,
yapılması insanın geleceği yönünden gerekli fiiller bütünüdür.
Asla havadan gelmiş rastgele hükümler bütünü değildir!. Bu sebeple de
hangi çalışmayı ihmal ederseniz, bu ihmalinizin karşılığını mutlaka ve kesinlikle
ödersiniz.
İş böyle olunca...
Ölümötesi yaşamda, dünyaya bağlı kalmanıza yolaçacak ruhunuza yüklenmiş
günâhlar yani negatif yükler ile yaşayıp, bunlardan arınmamak ve de ebedî
hayatınızı azâblı bir zindanda geçirmek akıl kârı mıdır?..
Ne zaman bu bedeni terkedeceğiniz belli değil iken ve de “ HAC” görevini yerine getirip, geçmiş
tüm negatif yüklerinizden yani günâhlarınızdan kurtulmak imkânı mevcutken…
Allah insana böylesine büyük bir kolaylık yolu açmış iken...
Rasûlullah aleyhi's-selâm size “ böyle bir
imkâna sahip olduğun halde değerlendirmezsen, ister yahudi gibi ister
hıristiyan gibi ölürsün” diyerek uyandırıp, gerçeğin gereğini tatbik
ettirmek isterken.
Kişi gene de kendi bildiğinde ısrar edip, bu imkândan istifade etmek
istemezse ne denir?..
Dilediğin gibi yaşa, neticesi
gelir başa!.
Unutmayalım ki sahip olduğumuz her şeyi bırakıp, tek başımıza
gideceğimiz bir ebedî yaşam sözkonusu!. Orada değerli olan tek şeyde, oranın
şartlarına göre şu dünya hayatında hazırlanmak!.
Bizim bir takım gerçekleri idrâk ettikten sonra, onların gereğini
yapmamanın bize vereceği zararı, hiç kimse veremez!.
Rasûlullah aleyhisselâm, ölümötesi yaşamda bizim zarar görmememiz için
ne kadar alınması gerekli tedbir varsa hepsini anlatmıştır. Ama biz anlamaya
çalışmazsak, bu ikâzlara kulak vermezsek zararını kim çeker?..
DİNDE ZORLAMA YOKTUR!
Kişilere gerçekler anlatılır, idrâk ettirilmeye gayret edilir. Artık
ondan sonrası kişiye kalmıştır. Diler kabul eder tatbik eder. Dilerse etmez!.
Ama neticede, her halûkârda yaptıklarının neticesine kendisi katlanır!.
hf
BİN TANE UMRE, BİR HAC GETİRİSİ
YAPMAZ…
ÇÜNKÜ…
Hac’da, günahların sıfırlanması
söz konusudur!.
Umre ile Hac hiçbir zaman
kıyaslanamaz!. Bin tane Umre bir Hac getirisi yapmaz!.
Arafatta milyonlarca insan topluluğunun beyinlerinden yaydığı güçlü bir
radyasyon var.
Arafat Tepesinde ve çevresinde aynen Kâbedeki gibi mevcut olan radyasyon
ile etkilenince oradaki o insanların beyinleri; Dünyanın hiçbir yerinde
olmayacak güçte bir etkileşim oluşur ve, günahlar sıfırlanır..
Umrede böyle bir olay yaşanmıyor ki!.…
(Soru;
Arafat’ta günahlar siliniyor. Namazdaki “iyyake na’budü ve
iyyake nestaiyn” derken, onun bilincine vararak o namazı kılarsak günah
silinecek. Aradaki günah silinme farkı ne?.)
Birisi, iki zaman arasındaki
günahı siliyor. Diğeri, yaşamın boyunca olan günahları siliyor.
hf
BÜYÜK HACET DUASI
Okunuşu:
Allahumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve
hevâniy alennâs; Ya Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy
min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin
mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke
ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi
emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve
lekel utba hattâ terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike.
Anlamı:
"Allah’ım, kuvvetimin yetersiz kaldığını,
çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hale düştüğümü görüyorsun. Ya
erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü
tavırlı yabancı düşmanın eline beni terketmeyecek, hattâ himayemi ellerine
verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin.
Allah’ım, bana karşı gazablı değilsen;
çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan
bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazâbına maruz kalmaktan,
yahut rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve
âhıret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’u Vechine sığınırım.
Allah’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak
seninledir."
Bilgi:
Efendimiz Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem, görev alışının ilk
zamanlarında, gerçeği tebliğ etmek üzere Taif şehrine gitmişti.
Taif halkına elinden geldiğince gerçekleri göstermek için gayret
sarfetti. Ama onlardan aldığı cevap sadece hakaret oldu. Hatta bu kadarla da
kalmayıp çoluk çocuk onu şehirden kovup, taş yağmuruna tuttular. Atılan
taşlardan mübarek ayakları kan - ter içinde kalmıştı.
Nihayet akrabalarından birinin bağına ulaşarak, bu son derece insafsız
saldırıdan kurtulabildiler. Ama çok da gücüne gitmişti bu davranışları.
O hiç bir karşılık beklemeden, sadece gerçeği tebliğ etmek üzere onların
ayaklarına gidiyor, aldığı cevap ise hakaret ve taşlanmak oluyordu!. Gayrı
ihtiyari gözünden yaşlar dökülerek yukarıda verdiğimiz DUA’yı yaptı.
İşte o zaman, Allah’ın emri ile dağlara vazifeli melek huzuru Resûle
gelerek, vazifeli olduğunu ve şayet isterse, iki dağı birleştirerek Taif
halkını helâk edebileceğini söyledi.
Oysa Hazreti Resûl intikam peşinde bir kişilik sahibi değildi!.
-Umarım Allah onların neslinden İslâm’a hizmet verecek imanlı bir
topluluk getirir.’ diye duada bulundu. Ve Mekke’ye döndü.Cenâb-ı Hak, O’nun bu
duâsını kabul etmişti. Bir süre sonra, Taifte iman nurları yayıldı ve Taif
müslüman oldu!.
Büyük belâya, haksızlığa, derde, azaba
düşenlerin okumasını hararetle tavsiye edeceğimiz bir duadır bu. Gece kılınan
namazdan sonra, mümkünse secdede; veya beş vakit namazın farzlarının arkasından
devam edilirse bu duâya, kısa zamanda selâmete erilir inşâallah.
hf
HÂCET(İHTİYAÇ) NAMAZI
Lâ ilâhe illallahul Halîm’ül
Kerîm, subhanallahi rabb’el ârşıl âzîm, velhamdulillâhi rabbil âlemiyn;
es’elüke mûcibâti rahmetik, ve azâimi mağfiretik, velganiymete min külli birr,
ves selâmete min külli ism, lâ tedâ’liy zenben illâ gaferteh, velâ hemmen illâ
ferrecteh, ve lâ hâceten hiye leke rızân illâ kadayteha yâ erhamer rahimiyn.
Anlamı:
Tanrı yoktur. Halîm ve Kerîm olan
Allah vardır; Azîm olan Arşın Rabbi Allah’ı tenzîh ederim. Hamd, âlemlerin
rabbı olan Allah’a aittir. Yâ Rabbi, beni, rahmet ve merhametinin
gerektirdiklerine ve her iyi olana mazhar kıl; her günahtan selâmete çıkar;
affetmediğin günah, kurtarmadığın dert kalmasın. Amin ey merhametli rahiym.
Bilgi:
HACET namazı diye
bilinen, kişinin bir ihtiyacını, bir sıkıntısını, bir derdini Allah'a arzedip,
kurtuluş istemesi için önerilen namaz hakkında bakın Rasûlullah salla’llâhu
aleyhi ve sellem efendimiz ne buyuruyor:
-Allah'tan veya insanoğullarından birinden bir
hâceti (ihtiyacı) olan kimse, hakkıyla abdest aldıktan sonra, iki rek’ât namaz
kılsın; bundan sonra İSTİĞFARDA bulunsun ve peygamber üzerine salâvat getirip
şu şekilde dua etsin."
Ve yukarıda
naklettiğimiz duâyı tavsiye ediyor Efendimiz.
Başı dertte,
sıkıntıda, belâda olan, şayet belirtilen şekilde namazı edâ eder, arkasından
yukarıdaki duâyı okur ve arkasından da daha önce yazmış olduğumuz Talâk
sûresindeki:
-Ve men yettekıllâhe yec'âllehu mahreca ve
yerzukhu min haysu lâ yahtesib, ve men yetevekkel alAllahu fehuve hasbüh."
âyetini bin defa
tekrar ederse, Allah’a en büyük ilticada bulunmuş olur.
Ayrıca bu âyete,
belirtilen sayıda devam etmek suretiyle, muradı olana kadar okumak çok büyük
fayda sağlar.
Hâcet konusunda pek
çok evliyâullâhın en başta gelen tavsiyesi, istiğfardır.
"Şayet kişi yaptığı çalışmalar ile Allah
indinde kendisi için takdir edilmiş bulunan dereceye hak kazanamazsa, Allah ona
bir takım sıkıntı ve derdler verir, bunlara katlandırır da neticede o dereceyi
ihsan eder" buyurulduğu için, bu durumu çok iyi anlamak icabeder.
Derecesini
yükseltip, kusurlarını bağışlatan en tesirli şey de insan için İstiğfardır. Bu
yüzdendir ki, başı dertte olanların istiğfar bölümünde naklettiğimiz "Seyyid-ül
İstiğfar" denilen duaya devam etmeleri ve sabah akşam, ya da beş
vakit namazın ardından okumaları pek faydalıdır. Yalnız şuna dikkat edilmelidir
ki, manâsını bilerek ve hissederek istiğfarı yapmak kesin kez gereklidir.
hf
“Hadis” dediğimiz,
Rasûlallah aleyhisselâmın açıklamalarıdır!.
İlâhi ilim ve sistem muvacehesinde, insanlara, içinde bulundukları
şartlara göre, onlar düzeyinden açıklamalardır.
hf
“KUDSÎ HADİS”
Meleki boyuttan algılananın beşeri veri tabanına dayalı bir şekilde
açığa çıkmasıdır.
Risâlet ilmine dayalı bilgilerdir!
hf
HADİSLERİN KİME-NEREDE-NE
ZAMAN-
HANGİ ŞARTLAR ALTINDA
SÖYLENDİĞİ ÖNEMLİ
Nebi ve Rasûllerin hadislerini her zaman genellememek gerekir. hangi
şartlar altında bulunan kime söylenmiştir söylenen söz, önce onu araştırmak
gerekir.
Bu Hadisleri okurken, ne zaman
ve nerede ve kimlere söylendiğine dikkat etmek gerekir...
Hemen, "Hadis" deyip şu yaşadığımız gün ve saatle ilgili
olarak değerlendirmek yanlıştır!.
Allah Rasûlü’nün, o sözü kime,
ne zaman, nerede, hangi şartlar altında söylediği işin en önemli yanıdır. Bunlar bilinmeden, bu "Hadis"tir deyip, bakkal Memet efendiye
lâf anlatılmaz.
Hadisleri okuyun, fakat
anlamadığınız zaman onun yazdığım yönlerini araştırın.
hf
BİR HADİSİN SAHİH OLUP
OLMADIĞINI
NASIL TESBİT EDEBİLİRİZ?
(Soru: Bir Hadis’in
sağlıklı olup olmadığı konusunda yapılması gereken şey nedir?)
Eğer Kurân‘a ters
düşmüyorsa, kabul görür...
hf
(Soru: Evliyanın
Rasûlullah Efendimiz aleyhisselâm ile görüşüp almış olduğu şeylerde Hadis
olarak anılır mı?)
Görüşenler Ricâli Gayb
ise, inananları tarafından öylece kabul edilebilir...
hf
KURÂN, ANAYASA GİBİDİR…
O YASALARIN NASIL İŞLEYECEĞİ,
NASIL TATBİK EDİLECEĞİ, HZ. RASÛLULLAH’IN
TATBİKATIYLA GÜNÜMÜZE ULAŞMIŞTIR
Bugün günümüzde yeni bir akım çıktı…
Bu akımın hangi gayeye
mâtuf olduğunu size bırakıyorum; ama bu akımın öngördüğü temel ilke şu:
“Biz Kurân'ı esas alırız, hadisleri kabul etmeyiz!”
Hadisleri kabul
etmeyen din düşüncesi dini fark etmeden iptal etmeye çalışan bir düşüncedir.
Çünkü Kurân’ı açıklayan ana unsur, o Kurân’ı bize tebliğ eden Zât’ın
hadislerdir.
Geçmişte büyük hadis incelemeleri yapılmış,
600 bin civarında hadis tesbiti yapılmış ve bunlar çok sıkı bir elemeye tâbi
tutularak 300 bininin sahih olduğu bildirilmiş;.bu 300 bin içinden de sıkı bir
eleme yapılmış ve nihayet Kütüb-i Sitte, Sahih-i Buharı, Sahih-i Müslim,
Tırmizi, İbni Muaccel, Ebu Davud gibi hadis kitapları tartışmasız doğru sahih
hadislerle derlenmiş hadis kitapları olarak 1400 senedir kabul edilegelmiştir.
Biz Rasûlullah'ın
yaşadığı tarihten 1400 sene sonra yaşıyoruz… Bizim bu kaynakları araştırma
imkânımız yok artık.. Ama biz bu hadis kitaplarındaki hadislerin araştırmasını
yapmış kişilerin görüşlerini olduğu gibi kabul ederek, bunların içinde
anlaşılmayanlar varsa onların da anlaşılma yollarını araştırarak onların da anlaşılma
yollarını araştırarak bu konuda ilerlemeye çalışırız
Kesin olarak
görüşümüzü söyleyelim ki,
Din, Kurân ve Hadis
bütünüdür!.
Kurân’da belirtilen
birçok konunun tafsili, tatbikatı hadislerle verilmiştir.
Örneğin: Bir kadının
hangi zamanlarında namaz kılacağı veya kılamayacağı, ne zaman tavaf edip
edemeyeceği, Kâbe'yi ziyaret edip edemeyeceği Hz. Rasûlullah’ın kendi
yaşantısında Hz. Ayşe ve diğer hanımlarının tatbikatlarından bize
ulaştırılmaktadır; yani hadisler yoluyla bize ulaşmaktadır
Eğer biz hadisleri
ortadan kaldırırsak, hadisleri kabul etmeyen zihniyeti esas alırsa o zaman
dinde öyle bir kargaşa çıkar, öyle bir kaos çıkar, din öylesine geçersiz bir
hâle gelir ki bunu anlatabilmek mümkün değildir!.
Çünkü Kurân anayasa gibidir!
O
yasaların nasıl işleyeceği, nasıl tatbik edileceği, Hz. Rasûlullah’ın
tatbikatıyla günümüze ulaşmıştır.
Evet… Arada gelen çeşitli düşünürler âlimler
ârifler kendi yaşadıkları devirlere göre o açıklamaları yorumlamışlardır. Biz o
açıklamaları kabul etmekle yükümlü değiliz. Ama Hz.Rasûlullah’ın hadislerini, sahih olduğu asırlardır kesinleşmiş olan
hadislerini kesin ve tartışmasız olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz
Eğer biz İmamı
Buhari'nin Sahih-i Buhari isimli hadis külliyatının bu kadar senedir
araştırmalardan geçerek doğruluğunu tasdik etmiş bir âlimler zümresinin
neticesinde dünyaya gelmiş isek bizim artık çıkıp da bunların doğruluğunu
yanlışlığını tartışabilecek bir güce sahip değiliz!
hf
HÂFIZA
(BELLEK)
HÂFIZA
“RUH”A AİTTİR
“Hâfıza”
dediğimiz özellik, kişinin bâtını dediğimiz “Ruh”una aittir.
Hâfıza
fonksiyonu gerçekte, ruhta mevcuttur!. Beyin tüm oluşumları ruha yansıtır ve
gerektiği zaman ruhtan o konuyu tekrar elde eder.
hf
“RUH”TAKİ (DALGA BEDENDEKİ)
BİLGİ YÜKÜDÜR
Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh),
aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden
takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin
etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi...
Herhangi bir sebeple "ruh",
fizik bedenden ayrılır ve uzunca bir süre geri dönmez ise, beyin bu enerjiden
mahrum kaldığı için durur ve "ölüm"
dediğimiz olay meydana gelir.
"Hâfıza-bellek" esas olarak bu "dalga"
bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır.
hf
TÜM BİLGİLER
HOLOGRAMİK BİÇİMDE “RUH”TA
KAYITLIDIR
“Kişisel ruh” diyerek işaret
ettiğimiz madde ötesi bedeninizin gelişimi ve oluşumu tamamıyla beyne bağlıdır.
Bu mikrodalga bedenin tüm özellikleri ve kâbiliyetleri ancak beyinle
düzenlenir!.
Meselâ, sizin “hâfıza” dediğiniz şey beyinde bir merkez olarak
kabullenilir. Oysa, tüm bilgiler hologramik biçimde Ruhunuzda kayıtlıdır.
Nasıl görme dediğiniz hâdisede, göz beyne nisbetle ne vazife görürse;
beyindeki hâfıza merkezi de mikrodalga bedene nisbetle o durumdadır..
hf
BEYNİN BİR KISMININ ALINMASINA RAĞMEN
ANILAR KAYBOLMAZ
Beyin adını verdiğimiz, hücrelerden ve moleküler bir yapıdan oluşmuş,
bilincimizi ortaya çıkaran yapı, esas itibariyle sonsuz titreşimlerden
ibârettir... Hologramik bir yapıdır!.
Bakın bu konuda Dünyanın en ünlü hocalarından Stanford Üniversitesi
Nörofizyoloji kürsüsü eski Profesörü olan, halen Virginia`da Radford
Üniversitesi Brain Center -beyin merkezi- Başkanı Karl Pribram ile
fizikçi Einstein`ın talebesi olan ve 1992`de vefat eden ünlü fizikçi David
Bohm`un en son bilimsel bulgularını inceleyen ve yine 1992 sonunda ölen
Amerika`lı araştırmacı Michael Talbot, l992 yılında yayınlanan son
kitabı "The Holografic Univers"te neler diyor:
"Evrenin yapısı tüm bilim adamlarını her zaman meşgul etmiştir.
Çeşitli görüşlere ilâveten zaman ve mekâna bağlı olmayan elektron bulutları,
meteorlar, kar taneleri bir hayâl âleminde yaşadığımızın göstergeleri
olabilirler. Bu görüşü bazı mistikler -sûfiler- de savunmaktadır.
Bu konuda günümüzde giderek artan sayıda bilim adamı da aynı görüşleri
paylaşmakta; paranormal ve mistik olaylarla, telepati, psikokinesis ve
dokunmadan cisimleri hareket ettirebilme özelliklerinin bu nedene nasıl dayalı
olabileceğini araştırmaktadırlar.
1980`de Dr. Kenneth Ring yaptığı ölüm öncesi deneyleri sonucunda: ölümü,
bilincin bir hologramik boyuttan diğerine geçişi olarak
tanımlamıştır.
1985`de Dr. Stanislav Grof beyinin nörofizyolojik model açıklamalarının,
bilincin çeşitli durumlarını açıklamaya yetmediğini, işte bu yüzden olayın
ancak holografik modelle açıklanabileceğini söylemiştir.
1987`de fizikçi Alain Wolf, yakaza hâlindeki rüyaları, bilincin başka
boyutlara seyahati olarak tanımlamıştır.
1982`de Paris'te fizikçi Alain Aspect, Teorik ve Uygulamalı Optik
Enstitüsünde atomaltı parçacıkların bulutumsu hareketlerinin kesinlikle
holografik özellik gösterdiğini deneyle göstermiştir.
1920'lerde beyin cerrahı Dr. Wilder Penfild beynin belli yerlerinde
belli bilgilerin depolandığını gösteren ilginç deneyler yaptı. Elektrotla aynı
noktaya verilen akım, kişinin o anda eskiye yönelik bir anısını canlandırdığı
gibi; devam edildiği taktirde, olayı tüm niteliği ile anımsadığını
gösteriyordu.
1946`da fareler üzerinde yapılan deneylerde ise beynin küçük veya büyük
bir kısmının alınmasına rağmen, farenin kendisine öğretilen yolu bulduğu
görüldü; ve fizikçi Pribram buradan hareketle beynin holografik özellik
gösterdiğini düşünerek çalışmalarını hızlandırdı.
Yapılan araştırmalarda da beynin çıkarılan bölümlerine rağmen anıların
kaybolmadığı, ancak büyük bir kısmının çıkartılması hâlinde silikleştiği
görüldü. 1960 da hologram hakkında okuduğu bir makale Pribram'ın bu konudaki
sorunlarını çözdü.
hf
“UNUTMA” NEDİR,
NASIL MEYDANA GELİR?
Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga
bedendeki bilgileri geri alamadığı için "unutma"
veya "hatırlayamama"
dediğimiz olay meydana gelir...
hf
“Beynini çarptı- hâfızası
kayboldu” deriz, “hâfızası silindi” deriz!.
Hâfızada silinme yoktur!. Silinme denen olay, beyinle ruh arasındaki
ilişkiyi sağlayan merkezin arızalanarak, ruha yüklemiş olduğu bilgiyi,
göndermiş olduğu bilgiyi, geri alıp dışarıya çıkartamamasıdır! Ruhtan okuyup
dışarıya çıkartma devresinde arıza vardır. Bu “hâfızanın silinmesi” dedikleri
konudur.
Ruha yazılmış olan hiçbir şey ruhtan silinmez. Yani günlük yaşamın bilgi
yönleri demek istiyorum. Çünkü ruhta silinme de söz konusu! Af dediğimiz olay
var!.
hf
HÂFIZADAKİ TÜM BİLGİLER,
RUH BEDEN TARAFINDAN OLUŞTURULACAK
“NUR BEDEN”E DE YÜKLENİR
(Soru: Hâfıza, bellek dalgaları şeklinde ruha kaydediliyorsa, ruh
beden terkedildiğinde durum ne olacak?)
Hâfızadaki bilgiler ruhun beyin tarafından üretilişi anından
itibaren otomatik olarak ruhun bünyesinde oluşturulduğu için, ruh bedenden
oluşacak olan “nur beden”e de gene
otomatik olarak dönüşür.
hf
HER
HÂFIZASI OLANIN,
RUHU
YOKTUR
Ruhu olanın hâfızası vardır; fakat her hâfızası olanın ruhu yoktur...
(yani ölümötesi yaşamını sağlayacak olan beyin üretimi kişilik ruhu, demek
istiyorum...)
Hâfıza fonksiyonu gerçekte, ruhta mevcuttur. Beyin tüm oluşumları ruha
yansıtır ve gerektiği zaman ruhtan o konuyu tekrar elde eder.
hf
HÂFIZASI OLMAYAN VARLIKLAR!
(Soru: Hafızası olup ta ruhu olmayan hangi
varlıklardır? )
Hayvanlar ve diğer
canlılar...
hf
“GENETİK HÂFIZA”
Unutmayın ki, genetik
hâfıza başka şeydir; ruh hâfızası başka şeydir.
hf
“GALAKTİK HÂFIZA”
Bizimle mi varoldu bu Dünya?...
Ben dünyaya geldim diye dünya dönmeye başlamadı!
Gerçekçi olanlar, Dünyayı kendi çevrelerinde döndürmeye kalkmazlar ve
böyle bir şey düşünmezler!.
İnsan varolmadan evvel de Güneş, Galaksinin merkezi çevresinde
dönüyordu…
İnsanlar varolmadan evvel de dünya, güneşin çevresinde dönüyordu…
İnsanlar varolmadan evvel de gece ve gündüz vardı…
İnsanlar varolmadan evvel de madde atomlardan meydana gelmişti…
Bugün de öyle!
Bulutsu hâlinden bir gaz kitlesi hâline gelerek "Güneş"
dediğimiz yapı meydana geldi, bizler varolmadan evvel…
Sonra büyümeye başladı, bu hâle geldi..
Biraz daha sonra o daha da büyümeye başlayacak…
Büyümeye başlayınca da önce çevresindeki Merkür’ü içine alacak, onu
eritip buhar edecek.
Güneşin çevresinde dönen bir Merkür kalmayacak!.
Sonra biraz daha büyümeye gelişmeye serpilmeye başlayacak, Venüs'ü de
içine alacak, Venüsü de buhar edecek yok edecek, galaktik hâfızada bir hatıra
kalacak… "Bir venüs vardı bir zamanlar!!!.. "
Sonra biraz daha büyüyüp gelişip serpilecek Güneş… Dünyayı da içine
alacak, kuşatacak, eritecek, buhar edecek!
“Dünya vardı!!!" diye hatırlayacak o gün yaşamlarına devam
eden insanlar!.
Sonra bu büyüyüp gelişip olgunlaşmadan belki de canı sıkılacak, “gene
kendi dünyama döneyim” diyecek büzülmeye başlayacak o kızıl dev hâlini almış
olan “Güneş” isimli varlık.
Ve büzülüp bir nötron yıldızı hâline gelecek... Öyle bir çekim gücü
olacak ki diyelim ki üstündeki bir çay kaşığı kadar madde binlerle tonlarca
ağırlıkta olacak o yoğunlaşmadan dolayı... Ve çevresnden geçen dalgaları çekip
yutacak, içine alacak ve üzerinden hiçbirşey de dışarı gidemeyecek, kaçamayacak
yüksek çekim gücü dolayısıyla!
Niye anlatıyorum ben bunları?..!!
Göya DİN’den konuşuyoruz biz değil mi?!
Benim bu gevezeliklerimi dinleyenler "DİN" adı altında
dinlemedikleri kalmaz Çünkü burnumu sokmadığım konu ve taraf kalmadı!
Sonra bunların hepsini biraraya getirdim bir sentez yaptım ki, bugüne
kadar insanların duymadığı yepyeni bir şey çıktı ortaya...
Ama bir baktım ki, Hz.Rasûlullah’ın anlatmak istediği de buymuş meğer!.
Hz.Rasulullah bunu anlatmağa çalışıyormuş fakat bunu misallerle,
sembollerle, mecaz yollu anlattığı için de insanlar kendi kafalarında o
mecazları- sembolleri başka türlü yorumlayıp, hayâli bir din- hayâli bir tanrı
ve hayâli bir ceza ve mükâfaat sistemi oluşturmuş kafasında...
.....
hf
EVRENİN HÂFIZA MERKEZİ….
İsimlerin çeşitliliği, tek bir parçadan ibaret olan bütünün, bütünlüğüne
asla halel getirmez! İşte, evren de böyledir..
Uzayıyla, yıldız kümeleriyle, gezegenleriyle ve gezegenlerin kendine
mahsus varlıklarıyla tam bir bütünlük içinde olan tümel bir varlık hâlindedir.
Evrende mevcut olan enerjiyi, insan vücûdundaki hücreler nisbetinde
görün!
Evrende düzeni meydana getiren bilinci ise, insan bedeninde eserini
gördüğünüz şuur olarak anlayın.
Uzayı ise evren bedeninin beyni olarak kabul edin. Ve uzayın boyutsal
derinliğini ise, bu beynin hâfıza merkezi olarak değerlendirin.
hf
“HAK”
(İSİMLERİN MÂNÂLARININ TÜMÜNÜN
SAHİBİ)
HAK… Gerçekte yegâne var olan.
hf
ESMÂ MERTEBESİ İTİBARİYLE ALLAH’A
“HAK” İSMİYLE HİTAP EDİLİR
"Hak" nedir?..
İlâhî isimlerin bütünü olan mertebenin adıdır!
Yani bütün isimlerin kül hâlinde bulunması hasebiyle, yani esmâ mertebesi
itibariyle Allah'a "Hakk" ismiyle de hitap edilir. Zâten bizim genel
olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef'âl mertebesindendir, Rabbani
bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur, "Hakk"kânî bir
konuşma olur!.. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!
hf
İNSANIN VE ÂLEMLERİN YOKLUĞUNA
KARŞIN
ORTADA HER TÜRLÜ KAYITLA
KAYITLANMAKTAN
MÜNEZZEH BİR VARLIK VARDIR…
İŞTE O, “HAKK”TIR!
Ne zaman ki insan, kendi varlığını; varlığının Hakk’a ait olduğunu; “insan”ın
tüm varlığının sadece ve sadece bir isimden ibaret olduğunu; o ismin
müsemmâsının Allah’ın isim ve sıfatlarıyla kâim olduğunu idrâk ederse,
yakîn ile bilir ki Allah’tan gayrı vücûd sahibi mevcut değildir! Bu
durumda, sahralarda vadilerde dolaşmadan, yâni sonu gelmez boş hayâllerde,
vehim ürünü fikirlerle vakit kaybetmeden hedefine ulaşmış olur!
Şâyet bir kişi, içinde yaşanılan madde âlemini ve içindekileri görerek,
gerçekten var sanırsa, kendisini var sanırsa, sonra bir gün herhangi bir
şekilde yok olduktan sonra Allah’ın Bakî kalacağını vehmederse, bu
tamamen boş bir hayâl ve aldanıştır!
Çünkü zaten “madde âlemi”, beş duyunun var gösterdiği bir âlemdir. Özüne
doğru boyutsal bir yolculuğa çıkılırsa, bu algılanan âlemlerin “yok”
olduğu, “yok”tan varolmuş bir hayâl olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkar!
İşte böyle olunca, insanın da, bu âlemin içinde yer alan bir ferd olarak
gerçekte yok olduğu kolaylıkla görülür.
Ama gerek insanın ve gerekse âlemlerin yokluğuna karşın, ortada hangi
isim ve resimle olursa olsun bir varlık vardır. Her an yeni bir şan alan, buna
karşılık her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir varlık...
İşte O, Hakk’tır!
hf
“HAKİKAT”
(TEK YAPI)
(İLİM VE KUDRET SIFATLARIYLA TANIMLANAN
EVRENSEL ÖZ)
“HAKİKAT”,
HAKK’IN VARLIĞI VE O’NDA MEVCUD
OLAN
MÂNÂLARIN AŞİKARE ÇIKIŞIDIR!
”Hakikat” dediğimiz şey, Hakk’ın varlığı ve
onda mevcut olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken,
terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden” meydana geliyor
deriz...
hf
YAŞAMININ EN BÜYÜK HAZİNESİ…..
MUTLAK HAKİKAT…
“HAKİKATLARIN HAKİKATİ”
Mutlak Hakikat, açılmamış bir kutudur; gerisi
hayâldir!.
hf
"ALLAH"ın
"AHAD" oluşu mutlaktır!.
"ALLAH"ın
"VÂHİD" yani "BİR" oluşu ise mûzaftır;
yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir!.
Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki,
tasavvuf da bundan "HAKİKATLARIN HAKİKATİ" olarak
bahsetmiştir.
hf
ZÂTİ HAKİKAT
(İLÂHİ İSİMLERİN HAKİKATİ)
"Biz nefislerimize zulmettik"
ifadesi çok anlamlı bir ifadedir.
Buradaki "Nefs`e
zulmetme"nin mânâsı, konuyu derinlemesine bilmeyenlerin anladığı gibi;
"Ben, Nefsime yani bedenime
zulmettim" demek değil!.
"Nefsinize zulmetmeyin"in
anlamı da "oruç tutup, aç kalıp
bedeninize eziyet etmeyin" de değil!.
"Nefs"in hakikatı, "İlâhi isimlerin işaret ettiği
anlamlar ve bu ilâhi isimlerin hakikatı olan "Zâtî" Hakikat"tır!.
Gerçekte, kişinin, "kendi hakikatını tanıyamaması, bilememesi,
bunun hakkını yerine getirememesi", Din dilinde, tasavvufta "Nefs’e zulmetmek” olarak târif
edilir...
İşte Âdem`in,
"Biz nefislerimize
zulmettik"
demesi:
"Kendimizi bedensel varlık olarak kabul etmek sûretiyle yaptığımız
bu fiîl, bizim hakikatımızın gereğini yaşamamıza engel olmuş, böylece hakiki
benliğimizin gereğini yerine getirmekten perdelenmişiz. Eğer bu durumumuzdan
geri dönmezsek, ebediyyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız"
anlamındadır.
hf
BENLİĞİM-“ÖZ”ÜM-ASLIM,
HAKK’IN BENLİĞİDİR!
Bunu böylece
anladıktan sonra, yani, varlığın tamamıyla
“İlâhi isimler“ diye kastettiğimiz mânâların çeşitli terkiplerden başka bir
şey olmadığını anladıktan sonra, yapılacak iş nedir?
Eğer bunu anladıysak,
bundan sonraki ilk aşamada, kendimize ait olarak zannettiğimiz varlığımızın,
varolmadığını idrâk etmek gerekir.
Yani, Hilmi ismi ile
kastedilen müsemma, Allah’ın çeşitli vasıflarının terkip hükmü ile
zuhurundan başka bir şey olmadığına göre; artık burada “Hilmi” diye Allah’tan
gayrı bir varlığın varlığı sözkonusu olamaz... Hilmi ismi ile işaret edilen
varlık bir ilâhi mânâlar terkibi olduğuna göre, bu ilâhi mânâların da, o ilâhın
varlığından ayrı bir yere ait olması söz konusu olamayacağından,
benliğinin-özünün, “Hakk”ın benliği olduğunu müşahede durumuna
girersin...
Herhangi bir mahalde
herhangi bir sebeple “Hak“ ismi
geçtiğinde bu isimden muradın kendi aslın olduğunu hisseder ve yaşarsın... Bu
yaşamanın, bu müşahede neticesinde ise kendi hakikatını tespit etmeye
çalışırsın.
hf
GÖZÜN-KULAĞIN-DİLİN-ELİN-AYAĞIN-
TÜM ORGANLARIN BAĞLI OLDUĞU
HAKİKAT NOKTASI, “ALLAH”TIR!
Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu, daima, şuur boyutunda
Tek’ten çok’a bakışla mümkündür.
İki bakış açısı vardır;
1-Çoktan tek’e bakma
2-Tek ’ten çok’ a bakma.
1-“Çok’ tan Tek’ e bakma” nın misalini şöyle anlatmaya çalışayım…
Bir insan ... şimdi bunun eli var, parmakları var, parmakların bağlı
olduğu “el“ adını verdiğimiz şu yapı var. Bunda iki tane el var... Bu iki el,
iki kolla var. İki ayak var, iki bacak var, iki kulak var, iki göz var, iki kaş
var, vs... dışarıdan bakışla… Bunların toplamı bir beden, bir insan dışarıdan
bakışla ayrı ayrı pek çok organ, bunların toplamı şu insan!
Halbuki şu parmağın içindeki sinir-kan-can ile şu kulağın içindeki
sinir-kan-can aynı şey! Dıştan içe değil de, içten dışa bakarsak; tekil bir
yapının değişik işlevler gören çoğul görüntüsü var! Bu parmak bu kalemi tutarak
yazıyor, diyoruz ama dışarıdan bakana göre bu parmak bu kalemi tutuyor ve
yazıyor, doğru… ama yazan bu parmak değil, bu parmağa hükmeden sinir de değil,
o sinirin içinde olduğu kol da değil, kola hükmeden-beyinden gelen sinir de
değil, beyin de değil; beyindeki bilinç, Tek bir beyindeki şuur-ilim!
İşte bütün bu varlıklarda, kâinatta hâkim olan tek ilim, bütün
varlıklarda-çoğul varlıklarda-organlarda-herbirinde dilediği gibi hükmünü icra
ediyor, tasarruf ediyor, hükmünü icra ediyor
Demek ki dışarıdan bakışa göre farklı, çoğul organlar var. Bunun
aslı–hepsi bir bütünü meydana getiriyor. Ama biz içeriden dışa, Öz’ den dışa,
veya Tek’ten çoğa baktığımızda bakıyoruz ki, her noktada hükmünü icra eden TEK
bir varlık! Tek bir şuur, Tek bir ilim. Yani Çok’luk, dıştan bakışa göre…
“Dıştan bakış” dediğimiz şey, “beş duyu” adını vermiş oldukları kesitsel algılama
aracı.
2-“Tek’ ten çok’a bakış”ta, hakikat ilminin mevcut olduğu şuur!
Hakikat ilminin mevcut olduğu şuur,
“İlmi İlâhi” den başka bir şey değil.
Bu sebeptendir ki “gören
gözün-işiten kulağın hakikati Allah’tır” işaretinin vurgulamak istediği
şey; gözün-kulağın-dilin-organların bağlı olduğu hakikat noktası, Allah’tır
demektir!
Bunu anlayıp idrâk eden kişi, bu anlayışla günlük yaşamını düzenlediği
zaman,”mutlak iman nuru” ile adım
atıp yaşıyor demektir!
Bunun sonucu nedir?... Sen, saygı duyduğun babana söver misin?.. Sevdiğin-saygı duyduğun annene hakaret eder
misin? Ne iş yaparsa yapsın,annendir-babandır-başının tacıdır. Belki biraz
üzülürsün ama hiçbir zaman ne ağzını bozarsın, ne kafanı bozarsın, ne
içinden-ne dışından sövmezsin.
Peki, saygı duyduğun annene-babana sövmezsin-dil uzatmazsın-hakaret
etmezsin de karşındaki varlığın hakikati olduğunu bile bile, o suretin
ardındaki Hak’ka dil uzatır-söver-kızar mısın?
İman nuru olan kişide basiret
açılır!
İman nuru, kişinin basiretini açtığı içindir ki o kişi,
“başını ne tarafa döndürürsen
Allah’ın âyetini görürsün”
âyetinin işaret ettiği mânâ ile varlığa bakar ve her kişide-her varlıkta
Allah’ın vechini müşahede eder ve Allah’ın vechinin müşahade etmenin
gerektirdiği edep ile hareket eder, isimle-resimle perdelenmez.
Dolayısıyla ırk-renk-din-cins farkı ayırt etmeksizin bütün insanların
adı arkasındaki varlığın Hak’kın varlığı olduğu idrâkiyle
kızma-üzülme-sinirlenme-darılma gibi hallerden arınmış olarak her an Allah’tan
razı bir halde yaşar! Bu razı halde yaşamanın sonucu da bir âyeti kerime ile;
“Ey beni görerek rızaya ermiş
olan kulum… Cennet hâli mübarek olsun sana”
âyeti tecelli eder. İşte bu kişi dünyada yaşarken Cehennemden çıkmış,
Cennetin huzurunu ve güzelliğini yaşamağa başlamıştır.
hf
BENİM OLDUĞU GİBİ;
SENİN VE TÜM VARLIK ÂLEMİNİN DE
“HAKİKATİ” ALLAH’TIR!
İşte bu noktada sen, eğer şartlanma yollu edindiği değerlere dayalı
mantığını kullanan aklını bir yana koyar; Allah Rasûlü’nün tebliğini,
Kurân'ın açıklamalarını esas alır; oradaki işaretleri çözersen,
veya en azından bu bildirilen gerçeklere aklın ermese de "İMAN
EDERSEN" yaşamının en büyük hazinesine ulaştın demektir..
KUR`ÂN-I KERİM ne buyuruyor:
"BAŞINI NE YANA
ÇEVİRİRSEN "ALLAH"IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN!"
"NEFS`İNİZDE
MEVCUT!. HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ?"
"BİZ SANA
ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKÎNIZ!"
gibi âyetlerle bu
gerçekleri sana işaret yollu bildiriyor; ta ki iman edip gerçeğine
eresin...
Buna "iman"
ederek; evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı "ALLAH'tır; ve "O"nun
dışında bir şey yoktur; diyebiliyorsan "iman" yollu, ne âlâ!. Evrensel
mutlak tek hakikatın yolu sana açıldı demektir...
hf
HER “ZERRE”,
HAKK’IN VARLIĞI DIŞINDA HİÇBİR
ŞEYE
SAHİP DEĞİLDİR
“Hak” ismi ile
kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle;
yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile, ve bu benliği hüviyetine
ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ
ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...
Kısacası, her “zerre”
Hakk’ın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!...
Bu böyle tahta, taş,
hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi
isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve
ancak “Hakk”ın varlığıdır!.. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait
hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.
hf
KİŞİNİN HAKİKATİ
“O” İSE…
VE “O”,
HER AN YENİ BİR ŞANDA İSE...
“Her gördüğünü Hızır
bil.” sözü boşuna söylenmemiştir!... Hele bilip tanıdığınız kişilere karşı
gurur duygusunu atabilmek en zor iştir...
Dersin ki, “canım
bunca yıldır tanıyorum, ondan ne gelir ki bana!..”
Evet, insanın en kör
oldukları, en yakınlarıdır!...
Kişinin hakikatı
"O" ise... O, her an yeni bir şanda ise... Bilin ki,
kimden hangi anda hangi hakikatı dillendirip; sizi nasıl uyaracağını asla
tahmin edemezsiniz...
hf
“HAKİKAT ÂLEMİ”
Ceberût âlemi, mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp Mardiye’de
zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat
Âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi lâhût âlemidir.
hf
ATOM BOYUTUNA GÖRE
GERÇEK
Bak şimdi şu anlatacaklarına çok dikkat et...
Beyne, şu gözbebeğinizle belirli verileri ulaştırınca, göz sisteminizin
değerlendirme kapasitesi içinde kalan şeyler için beyniniz "var"
hükmünü veriyor... Oysa, gözün görme sınırları dışında kalan sayısız şey var!
Bunun gibi, gözle değil de, ilimle bakarsanız eğer… Gerçekte, bedeniniz
ile hava ve karşınızdaki kişinin bedeni, tümüyle bileşik atomik bir kitledir!.
Ancak unutma ki, bu da bu atom boyutunun gerçeğidir!. Mutlak gerçek
değil!.
Atom boyutuna GÖRE gerçektir bu!
hf
IŞINSAL BOYUTA GÖRE GERÇEK
Eğer, daha yüksek oranda bir zoomlama yaparsanız... Işınsal boyuta
inerseniz...
Bu boyut bilincine GÖRE ne dünya vardır, ne yıldızlar, ne
galaksiler!.
Nihayet bilebildiğimiz kadarıyla salt bilinç- enerji noktasında, bu
boyutta tek bir bilinç-enerji türünün varlığıyla karşı karşıya kalırız ki; bu sonsuz-
sınırsız TEK boyutunda, kendisinin dışında hiç bir şey mevcut değildir!.
Şimdi iyi düşün ve kavramaya çalış...
Esas orijin, gerçek, bu olduğuna göre, nerede çokluk kavramı?.
Dikkat et!
Her boyut ve o boyutun varlıkları, gene o boyutun içinde var olanlara
göre mevcut!
Yâni, boyutlar, boyutların kendi yapısındaki varlıklara GÖRE var!
Bir boyuta göre "var" olan, diğer bir boyuta göre
"yok" hükmünde!.
Bu ne demektir?... Bu şu demektir:
Sen, algılama aracının kapasitesine göre "var" kabul
ettiğin bir boyutun esiri olarak yaşamına devam ediyorsun!
Oysa senin hapishanen olan o boyutun dışında, sayısız boyutlar ve
dolayısıyla âlemler mevcuttur; ki, bu da en az bir o kadar farklı değer
yargılarıdır, demektir!
Yâni, sen, hangi anda ve boyutta ve hangi konuda bir değer yargısı ile
kendini sabitlersen veya bloke edersen; bu demektir ki, sen, evrende kendi
kendini ilkelliğe mahkûm etmişindir!
Buna karşılık, tüm değer yargılarından arınıp, her yeniye açık olmak ve
o yeniyi araştırıp anlamaya çalışmak sûretiyle de bilgi birikimini sürekli
geliştirebilirsin...
Bu, yeniye açıklık da, beynin tarafından mikrodalga bedenine yükleneceği
için, sonsuza dek yeni boyutlara ve yaşama adapte olabilirsin...
hf
(HZ. MUHAMMED’İN HAKİKATİ)
"Ruh-u A`zâm" denilen bu Ruha, sahip
olduğu bilinç ve ilim itibariyle "Akl-ı
Evvel" adı verilir.
Esasen "RUH"
kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibariyle çok farklı yapılara
isim olmuştur..
Evet, "Akl-ı Evvel",
varlığında mevcut olan kudret itibariyle "Nefs-i
Küll" adını alır.
Hayatiyeti, canlılığı itibariyle, "Ruh-u
A’zam, Ruh", adını alır.
Sahip olduğu mânâlar, Esmâ-i
ilâhiyye itibariyle de, "Hakikat-ı
Muhammediye" adını alır...
Kâinatta var olmuş olan herşey ,”Ruh”la
ve “Ruh”tan meydana gelmiştir!.
Mutlak mânâda “RUH” kelimesiyle
kastedilen kavram ,”Kâinatın Ruhu”dur.
Bu Ruh, bütün ilâhi isimler diye kastedilen mânâları kendinde toplamıştır...
Daha doğrusu bu isimler, ondaki mânâları târif sadedinde kullanılmıştır!.Buna “Ruh-u A’zâm” da derler,”Hakikat-ı muhammediye” de derler,”Akl-ı Evvel”de derler!
Hayatiyetin menşei ve cevheri olması itibariyle, “Ruh”,”Ruh-u A’zâm”
derler... İlâhi isimler diye kastedilen mânâları hâvi olması itibariyle “Hakikat-ı Muhammediye” derler.
Bütün bu varlık, "Hakikat-ı
Muhammediye" denilen, Hazreti "Muhammed`in hakikatı" denilen, kendini seyreden "Aklı Evvel" için dilenilmiş,
tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır...
hf
“RUH”,
“HAKİKAT”İNİZ OLAN
“TEK”LİK BOYUTU MU ACABA?
Meselâ, bu Pazartesi gecesi “Kadir Gecesi” olsa…
“Tenezzelül melâiketi ver RUH,
fiyha biizni Rabbihim” âyetini acaba nasıl anlayabilir; ya da yaşayabiliriz?.
“Tenezzül”, acaba, enfüsî
olarak meydana gelen, bireye özgü bir yaşam boyutu açan, bir olay mı; yoksa âfakta
cereyan eden, mekânsal bir olay mı?
“Melâike”, kelimesiyle, hangi
anlam ve özellik taşıyan melekî yapı
anlatılmak isteniyor?
Melek, âfaktan, dışınızdan
başınıza mı iniyor?.. Yoksa, özünüzdeki bir boyuttan bilincinize doğru
mi “inzâl” olmada?
“RUH”, hakikatınız olan
”Tek”lik boyutu mu acaba?
Bireylerin “RABBI”, onların her
birinin “esmâ terkibi” olabilir mi?
“Esmâ terkipleri izin
verirse, “Kadir süreci” içinde kişiler kendi hakikatları olan melekût boyutunu
anlayabilir; ve RUH adı verilen, Vâhidiyet mertebesinin izhar oluşunu, hissedip
yaşayabilir; ki yaşayan yalnızca KENDİSİ’dir”… diye yorumlayabilir miyiz bu âyeti.
hf
KURÂN’IN RUHUNA
VE RASÛLLÜĞÜN HAKİKATİNE ERİŞTİREN…
Din, iki tür inananına hitâp eder;
1.Anlamadan korkuyla sarılıp, kendini kurtarmak isteyen anlayışı
sınırlıya…
2.Dini anlayarak değerlendirmek isteyen düşünen beyin sahiplerine…
Düşünen beyinler, gerek Kurân’ı gerekse Allah Rasûlü’nü geldiği
günün şartları içinde değil; zamanüstü olarak evrensel boyutta değerlendirirler;
bin yıl sonrasına bile hitap edebilecek şekliyle anlamaya çalışırlar…
Kelimenin şeklinde veya yalnızca geldiği günün kullanım alanında değil;
tüm yaşamlarda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde dururlar..
Gelen âyetin veya söylenen sözün “ruhu”nu anlamaya çalışırlar…
Hangi amaçla, neyi neyle, neden değiştirmek için gelmiş o âyet ve söyleniş o
söz, bunu araştırırlar…
İşte bu araştırmaları, düşünen beyinleri Kurân‘ın “RUHU”na,
Rasûllüğün “HAKİKAT”ına eriştirir… Bunun sonucu da…
“Allah indinde DİN İSLÂM’dır” gerçeğine varmak olur!.
Allah hepimize, İndindeki Din İslâm’a ermeyi,
kendi kısır değerlendirmelerimizden kurtulmayı nasip etsin.
hf
HAKİKAT-İ AHMEDİYE
(Soru: Hakikat-i
Ahmediye makamını izhar eden bir birimin ilmi ne yönlüdür.?..)
Hakikati Ahmediye
izhar edilmez!... Edilemez!... Yaşanır o mertebedeki Zâtlarca..
hf
(TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN
SIRRI BİLDİREN İLİM)
HZ.RASÛLULLAH’IN BAHSETTİĞİ İLİM,
TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN
SIRRI BİLDİREN “HAKİKAT” İLMİDİR
Bütün tarikatın gerçek gayesini anlamış kişilerin tek hedefi "rü'yet-i ilâhî"dir!
Orijini itibariyle kâinat,
ilimden ibarettir!
Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel
ilim sûretleri ve bu ilim suretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar
mevcuttur!
İlmî algılayıcılar dahi ilim kapasitelerini genişlettikleri ölçüde, "Muhît"e yaklaşırlar... Ve
sonuçta Bâkî olan TEK, İLİM kalır!
Açıklayalım dedik, ama galiba henüz pek bir açıklama olmadı! Öyle ise
biraz daha detaylara girelim…
Hazreti Rasûl aleyhisselâm
meşhur hadîs'inde şöyle diyor:
"İlim Çin'de bile olsa,
alınız!"
Burada bahsedilen "İlim",
Hakikat ilmi'dir. Çünkü, insanın bütün geleceği bu ilmi elde etmesine
bağlıdır!
İlim, esas itibariyle ikiye ayrılır;
Geçici yarar sağlayan ilim,
Ebedî yarar sağlayan ilim.
Mevcut, çokluk âlemine dair bütün ilimler, geçici yarar sağlayan ilimler
sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o varlığın yapısı dolayısı ile veya varoluş
gayesi istikametinde faydalı olacak olan ilimdir.
Hakikat ilmine dair olan ilim ise asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir
konuya bağlanmadan sadece
"ilim" kelimesiyle Hazreti
Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim",
hep "Hakikat ilmi”dir; ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI
bildiren ilimdir.
hf
“HAKİKAT”E ŞUURLU ERİLİR
Hakikat ilmi, gözle görülecek surî yani
şekli, maddesi olan bir nesne değildir.
Dolayısıyla ister madde gözüyle, ister rüya şeklinde görülmesi sözkonusu olan
bir şey değildir HAKİKAT ilmi!.
hf
Hakikat ise, gözle görülecek bir nesne değil, şuurla erilecek bir “ilim”dir!
hf
“VAHDET" hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda
yaşanır!.
hf
HAKİKAT İLİMİNİN PERDESİ
Hakikat ilmine perde olan şeyler ise, aklın, vehim hükmü altında yorumda
bulunmasıdır.
Akıl, kendisine beş duyudan gelen
verileri esas alıp, tefekküre ve ibrete yönelmezse; vehmin hükmü altına
düşer ki, bu takdirde herşeyi ters değerlendirir! Böylece de Hakikat’ten
perdelenmiş olur.
Bu şekilde perdelenmiş olan bir akıl için, vehmin oluşturduğu değer
yargılarından arınmak, hakikatı görmek ve yaşamak için zorunlu olur... İşte bu
yolda yapılan çalışmalara “Mücahede” denilir.
hf
Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve
bilgisizliktir!
hf
“HAKİKAT” SIRRI
HAKİKATİNDEKİ HAZİNEYİ KEŞFETMEN İÇİN
"DİN", “OKU”NASI OLARAK BİLDİRİLMİŞTİR
“Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde
yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi “KENDİNİ TANI”yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi
“ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini
bilesin... Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere
çekseler dahi!...
hf
TÜM TASAVVUF EHLİNİN VE
EVLİYAULLAHIN HEDEFİ VE GAYESİ
OLAN
HAKİKAT SIRRININ ANAHTARI
"FÂTİHA"
sûresinin mânâsı eğer derinliğine doğru anlaşılırsa, bize Kur'ân-ı Kerim kilidini
açacak anahtarı verir...
-Kur'ân-ın sırrı
Fâtiha'da; Fâtiha'nın sırrı Besmele'de; Besmele'nin sırrı da başındaki
"B"dedir!.
Şeklindeki, bu konuyla
ilgilenen hemen herkesin bildiği uyarı, olayın özüne ermek isteyenler için son
derece önemlidir.
Bu durumda "FÂTİHA"nın
mânâsına girebilmek için, önce "Bismillahir rahmanir rahim"i
anlamak; "Besmele"nin mânâsına erebilmek için de önce "B"
harfinin sırrını çözmek zorunludur...
Öyle ise önce "BESMELE"nin
"B"sinden başlayalım işe...
Bunun için de önce Hamdi
Yazır'ın tefsirinde "B" harfinin mânâsı ile alâkalı şu
satırları okuyalım:
"-İleri gelen
büyük müfessirler diyorlar ki:
“B”nin buradaki (besmelenin başındaki)
mânâi ilsakı, ya MÜLABEST ve MUSAHABET, veya istianedir...
Yani şuurumuzda hâsıl
olacak olan nispet “Allah, Rahmanı Rahim” ismine bir mülabest ve maiyyet hissi;
veyahut “ALLAH” isminin ve “RAHMAN'ı RAHİM” sıfatlarının müsemma ve
medlullerine nazaran Rahmeti ilâhiyeden istimdad ve istiane hissidir; ki
evvelkinde, nazmı besmele, hâl; diğerinde, mefulü bih gayri sarih olur...
...Bu tevile göre,
Besmele'nin meali;
“ALLAHİ RAHMANI RAHİM
NAMINA”
demek oluyor, ki bu da
"B"da mülabese mânâsına dönüktür..
Fakat, bunun hasılı,
bir niyabet itirafıdır.
Bir işe başlarken,
"filan nâmına" demek;
"Ben, bunu, ona
izâfeten, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum... Bu iş
hakikatte, benim veya başkasının değil, ancak O'nundur"... demek olur.
Bu da, VAHDETİ VÜCUD
mülâhazasına dönük bir "FENÂFİLLAH" hâlidir ki; ancak risâlet,
vilâyet, hâkimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsûsada câri olur.." (c:1;s:43)
Bu açıklama merhumun
"Diyanet" tarafından bastırılan orijinalinden alınmıştır... Ne
yazık ki, günümüzde "sadeleştirilme" adı altında bir özel
basımevi tarafından çıkartılan yeni basımda bu çok önemli bölümler
bulunmamaktadır.
Oysa, yukarıya
aldığımız "B"nin mânâsıyla ilgili yorum, bütün tasavvufla
ilgilenen insanların ve evliyanın hedefi ve gayesi olan “HAKİKAT” sırrının
anahtarıdır!. Bu anahtarın, konunun tâliplerine bağışlanışıdır!.
"B"
harfinin işaret ettiği mânâyı anlamamış kişiler, "ALLAH"ı
kendisinin dışında, ötesinde ve hattâ "gökyüzünde bir TANRI"
olarak düşünüp, daha sonra da işlerine akıl erdiremedikleri için hesap sormaya
kalkarlar!.
"B"
sırrına erdirilmişler ise, "sonsuz-sınırsız ALLAH" kavramı
içinde, hem kendilerini hem de tüm evrenin bir "hiç" olduğunu
farkedip, "an"sız bir biçimde "varolan yegâne vücud
ALLAH imiş" gerçeğinin zevkini sürerler!.
Bütün azap ve
ıstırapları oluşturan, yanlışa şartlanmış "benlik" olduğu
gibi; huzur ve zevkin vesilesi de " ALLAH" kavramı içinde
"hiç" olduğunu müşahede hâlidir! ...
Demek ki "Allah'a
vuslat"ın yolu "B" sırrından geçiyormuş!.
hf
”HAKİKAT”(TEK YAPI),
GEÇMİŞTE
SEZGİYE VEYA “VAHİY”E
DAYALI ALGILANIP
“MECÂZΔ BİR ŞEKİLDE,
BENZETME YOLLU-
SEMBOLLER YOLLU DİLE
GETİRİLMİŞTİR
Tasavvufun
bazı temel konuları ile; Bilim dünyasındaki bilimsel çalışmalar sonucu elde
edilen verilere dayalı, en son görüşleri sentez yaparak size değişik bir bakış
açısı sunmaya çalıştım.
Gerek
Tasavvuf ve gerekse bilimsel sahada nakletmeye çalıştığım bilgiler ilk defa
benim açıkladığım gerçekler değil!.. Bizden önce de bir kısım değerli
araştırmacı ve Ehlullah tarafından keşfolunmuş bilgiler... Ne var ki bunlar
fazla yaygın bilgiler değil; ayrıca iki ayrı dalın bir sentezi de bilebildiğim
kadarıyla bugüne kadar yapılmış değil!.
Fakültesinde
kendisine öğretilenle kalmamış; en son bilimsel gelişmeleri yansıtan literatürü
takip eden kişiler muhakkak ki bizim bu naklettiklerimizin değerini takdir
ederler.. "Kuantum Fiziği" ve ona dayalı olarak inşa
edilen "Holografik Beyin ve Evren" gerçeğine açıklık
getirmeye çalışan bölümlerimiz ile; Tasavvuf`un "Vahdet"
müşahedesinin tesbit ettiği "Âlemlerin aslı hayâldir"
realitesi bu kitapta olabildiğince net bir şekilde açıklanmaya çalışılarak;
bilim ile tasavvufun, "aynı
şey"in iki ayrı yorumlaması olduğu anlatılmak istenmiştir.
Gerçekte
varolan "Tek yapının"="Hakikatin"
geçmişte sezgiye veya "vahye" dayalı bir şekilde
algılanıp; "mecâzî" bir
şekilde, benzetme yollu, semboller yollu dile getirilmesiye; 1990`larda en son şeklini alan
bilimsel bakış açısının aynı gerçekte buluşması, elbetteki ehli için büyük bir
zevkle temâşa edilecek bir kemâlât ve güzelliktir!.
Tasavvuf
ehli arasında "HAKIKAT" diye anlatılan şeylerin dahi gerçekte
sadece bir "mecâz" olduğunu; o mecâzların neye işaret
ettiğini ise, o alanda yaşamı olan herkesin bilebileceğini, daha önce
yazmıştık.. Burada yaptığımız açıklamaları da elbette her kâmil kişi bilir,
yaşar; bizim de kendi bildikleri gerçekleri kaleme almış olduğumuzu farkeder..
Biz
bu bilgileri, tasavvufa eğilimi olan kişilerin, konu hakkında genel bilgisi
olsun; tanıdıkları kâmillerden bu işin ötesindeki, yazmadığımız sırları
öğrenmelerine basamak teşkil etsin; diye kaleme aldık.. Ehil olan mürşidi
kâmilleri bulan, bunların gerisini de ondan talep eder... Bizden ancak bu
kadarı!.
hf
“HAKİKAT”İN,
MODERN BİLİMLE DEŞİFRE EDİLMESİNDEN ÖNCE
EVRENSEL SIRLAR, BENZETME YOLLU İFADE
EDİLDİĞİ İÇİN FARKLI İSİMLENDİRMELER
DOĞMUŞTU
Bugünkü modern bilim neticesinde oluşan düşünce sisteminin eriştiği
gerçek olarak "KOZMİK BİLİNÇ"
adıyla tanımlanan evrensel TEK şuur tasavvuf
çalışmalarıyla asırlardır tanınan "İNSAN-I
KÂMİL"den başka bir şey değildir.
Ne var ki, hakikatın modern bilimle deşifre edilmesinden önceki dönemde,
Evrensel sırlar ve Evrensel gerçek mecâzî, benzetme yollu tanımlamalar ile
anlatılmaya çalışılmış ve bundan da farklı isimlendirmeler doğmuştur.
Gerçek odur ki,”Ruh-u A’ZAM” adı
verilen “Kozmik Bilinç” ilmi ve kudretiyle Galaktik bilinçleri-ruhları kendi
varlığından meydana getirmededir!.
Evreni meydana getiren, “Kozmik Bilinç” dediğimiz yapının canlılık yönü,
varoluş yönü, ”Ruh” kelimesi ile
tanımlanır.
"Akl-ı Evvel" ismiyle "Hakikat-ı Muhammedî"
denilen varlığın ilmine işaret edilir. Bu yüce varlığın "canı" ise "RUH-U A'ZAM" ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan
bütün ruhlar, bu tek ruhtan meydana gelmiştir cüzlere ayrılma söz konusu
olmadan!.
Sizin “Ben” dediğiniz bu
varlığın derinliklerinde, Kozmik Bilincin tüm ilmi ve sırları mevcut!.
Galaktik bilinçler-ruhlar da “Kozmik
Bilinç” dediğimiz, “Evrensel Bilinç”
dediğimiz O Kozmik Bilinç’ten oluşur!.
İşte tasavvufta, "İnsan-ı
Kâmil" modern düşüncede ise "Kozmik
Bilinç" adıyla tanınan Evrensel
Öz, "Allah"ın bütün isimlerinin işaret ettiği mânâların ortaya
çıkış mahallinden başka bir şey değildir.
hf
SOMUTUN
SOYUTTA NASIL DİLLENDİRİLDİĞİNİ
ANLAMAYA ÇALIŞIN!
Misâl ve sembollerden yola çıkarak ASLA GERÇEĞİ GÖREMEZSİNİZ!. Belki böyle bir şeyin
sadece varlığı hakkında kanâat sahibi olabilirsiniz.
Yapılması
gereken iş...
Çağdaş
modern bilim ve teknolojiyi çok iyi inceleyerek, bunların Kurân'da veya Allah
Rasûlü Hz. Muhammed dilinde nasıl ifade edilmiş olduğunu araştırmaktır. Yani
somutun soyutta nasıl dillendirildiğini anlamaya çalışmaktır yapılacak iş!.
hf
“HAKİKAT” SIRRINI BİLEN
KARŞISINDAKİNİ İTHAM ETMEZ
"Tâat" ve "mâsiyet"in
varlığı perdeliler içindir.
Allah'tan mahcûb olan yâni perdeli olan; Allah'tan
ayrı olarak gördüğü varlıkların davranışlarını "tâat" ve "mâsiyet"
olarak adlandırır.
"-Yâ Gavs, mâsiyet ehli
mâsiyetiyle perdelidir; Tâat ehli de tâatıyla perdelidir; ve ben onlardan
kaçınırım!
Bunlardan başka bir grup da
vardır; ki onların ne tâatla alâkaları vardır, ne de mâsiyetle!"
Bir de bu iki sınıf dışında, üçüncü bir sınıf vardır ki, işte onlar
tamamiyle perdesiz oldukları için ne mâsiyet işlerler ne de tâatları vardır!..
Ne demektir bu?..
Bu sınıftan olanlar "vehmî
benlikten" arınmış oldukları için, bedenlerine veya birimselliklerine geçici
dünya menfaatleri temini gayesiyle yaşamazlar!.. "nefsânî" tâbir edilen bireysel menfaatler, onlar için
sözkonusu değildir.
Her şey için, tek bir değer yargıları vardır:
"Olsa
da olur, olmasa da olur!.."
Bu sebeple de birimselliklerini ilgilendiren herhangi bir konudan dolayı
kimseye hesap sormazlar!..
Nitekim, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâma on sene hizmet eden Enes radıyallahu anh der ki:
"Rasûlullah’a
10 sene hizmet ettim, bir kere olsun yaptığımdan hesap sormadı; şunu niçin
böyle yaptın veya bunu niye böyle yapmadın, demedi!"
İşte bu durumun sebebi, HAKİKAT SIRRINI bilenin, kendisiyle ilgili konularda,
karşısındakini itham etmemesi hâlini yaşamasıdır!..
hf
HAKİKAT İLMİNİN MEVCUT OLDUĞU
ŞUUR
(“TEK”TEN “ÇOK”A BAKIŞ)
(“İLMİ İLAHİ”)
İNSANIN “HAKİKAT”İNİ BİLMESİ
İÇİN
BİLİNCİNİ ARINDIRMASI GEREKİR
İnsan için gaye, hedef, kendisine bahşedilmiş en büyük nimet, lütuf olan
"Hilâfet sırrı"na ermek
olmalıdır...
Çeşitli sohbetlerimizde, insanın Cennet hayatını yaşayabilmesi için
gerekli olan şeyleri anlatmaya çalıştık... Şimdi üzerinde ağırlıklı olarak
durduğumuz husus ise insanın "Halife"
olarak kendini tanıması...
Halife olarak kişinin kendini tanıması için, önce Nefsi`nin hakikaini bilmesi gerekir.
"Nefs"inin hakikatini bilmesi için, bilincini arındırması gerekir.
hf
İnsan, hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı
yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği
değer yargılarından bilincini arıtmak zorundadır!
Sadece bilincini şartlanmalardan arındırısa, o kadarıyla da yetinirse;
bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler
içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda
kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir.
Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Tek’lik
Bilincine erebilmek için..
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer
yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak;
ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek
zorundadır.
hf
HAKİKAT İLMİNİN AMACI
O HAKİKATİ YAŞAYABİLMEKTİR
“Yâ Gavs! Kim mücahededen mahrûm ise, ona
müşahedeye yol yoktur! Tâliplere, benim kendilerine lâzım olduğum gibi,
mücahede lâzımdır!
Eğer bir kişide mücahede mevcut değilse, bu yolda bir
cehdi-çalışması-fiîliyatı yoksa, o kişi asla müşâhedeye eremez.
Bir diğer deyişle, kişinin müşâhededen nasîbi yoksa, Hakk’ı müşahede
için varolmamış ise, o kişiye mücahede yapmak da nasîb olmaz! Zîrâ mücahede yapsa, ister istemez müşahede
olacak...
“ZERRE KADAR HAYIRLI FİİL
ORTAYA KOYAN; KARŞILIĞINI ELDE EDER”
hükmünce kimden ne nispette mücahede sâdır olursa, o nispette de
müşâhedeye kavuşur.
Kimin de müşâhededen nasîbi yoksa, o mücahedeyi ihmal eder!
Mücahede, vehmin getirdiği perdelerin kalkması için şarttır!
Kişi kendini beden kabul edip, bedene dönük istek ve arzular peşinde
koştuğu sürece, elbette bütün düşüncesini, yemek- içmek, seks, güzel maddelere
sahip olmak gibi şeyler kaplayacaktır...
Buna karşılık, hakikatın ne olduğunu öğrenmek isteyen insanı da bunlar
fazla ilgilendirmeyecek, bu konudaki ilmin peşinde olacaktır...
Hakikatın ilmini elde edenin amacı ise o hakikatı yaşayabilmektir!
İşte bütün bunlar, hep mücahede isteyen ve mücahedesiz gerçekleşmesi
mümkün olmayan şeylerdir.
hf
HAKİKATİNİ BİLMEK, ANCAK
İLİM SIFATININ AÇIĞA ÇIKMASIYLA MÜMKÜNDÜR!
Kendini tanımak,
hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim
sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed aleyhisselâm ile
gerçekleşmiştir.
Kudret sıfatı da en
geniş şekliyle Deccal'da açığa çıkacaktır!.
İlim sıfatı, ancak
Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar. Kudret sıfatından daha faziletlidir!.
İlim sıfatı ise o
devirde Mehdi'de de açığa çıkmaktadır!. Bu yüzden de Mehdi, Deccal’den değerli
olmuştur!.
hf
“HAKİKAT”İ YAŞAYABİLMEK ANCAK
LEDÜN İLMİ İLE MÜMKÜNDÜR!’
Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli
değildir.
Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna
dahildir-; “bâtın ilimleri” denen beş duyu ötesi ilimler-ki hissî müşahede ve
keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH” adıyla işaret edileni tanımaya yeterli değildir!
“Hakikat”ı yaşayabilmek,
ancak “ilmi ledün” ile mümkündür.
Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk,
ancak “ilm-i ledün” ile mümkündür!
Şâyet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda,
sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak
gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile
mümkün olur.
Bunun için de ilk hedef
"ALLAH" ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!
Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve
ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!
Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri
tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana
gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.
Aksi halde tüm ömrümüz âlemler
içerisinde geçer gider ve netice “hicap”ları aşamaz, “perdeli” olarak bu dünya
yaşantısından geçer gideriz!
Allah’ın ne olduğunu anlamak
için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lâzım.
hf
HAKK’IN TEKLİĞİNİ MÜŞAHEDESİ
BİLİNÇ DÜZEYİNDE OLUR
Ne diyor, Hadis-i Kudsî’de?
“Bir kulum yararlı çalışmalarla bana yakin elde ederse, ben onun görür
gözü işitir kulağı söyler dili olurum!”
Yani şu anda değil de sonra mı olacak?
Hayır!
Bu bir anlatım, bu bir benzetme....
Seni gerçeğe yaklaştırabilmek için anlatılmış bir toplu ifade...
Şu anda değilse, o anda da olamaz!
Yani bu demektir ki;
“Gerçekte senin görür gözün işitir kulağın söyleyen dilin BENİM! Bu
çalışmaları yapar Bana yakîn elde edersen sana gerçeği idrâk ettiririm;
Bilirsin, anlarsın, hissedersin, yaşarsın ki....
Dilinde konuşan hep Hak’tır!
Kulağında işiten hep Hak’tır.
Dilinde söyleyen hep Haktır!
Bu gerçeği yaşayabilirsen.....
Bu açılımı sende sağlamışsa, murad etmişse, dilemişse...
Artık sen 72 milleti BİR GÖZLE görmeye başlarsın...
Bu gerçeği bilen yaşayan Yunus işte bu yüzden diyor ki,
“72 millleti bir gözle görmeyen, bizden değildir!”
Ne demek “72 milleti bir gözle görmek”?
72 millet yok... Bir millet var!
“O bir millette varolan, TEK ALLAH’tır!” demek...
Sanma ki GÖZÜNDEKİ BU ÇOKLUK ORTADAN KALKACAK...
Bu gerçeği iyi anla!
Göz, bu çokluk âlemini görmeye, varolduğu sürece devam eder... Ve gözdeki
bu çokluk görüntüleri aynen ruhuna kaydolduğu, ruhuna yansıdığı, ruhuna yüklendiği
için ölümötesindeki ölümün akabinde başlayan sonsuz ve ebedi hayat boyunca da
bu çokluk görüntüleri devam eder gider.
Çokluk görüntüsü ortadan kalkmaz hiçbir zaman!
Basarınla değil, basiretinle Tekliği müşahede edebilirsin!
İlâhi Rüyet, “İLİM”dir!
Bakın bu konuda Abdülkâdir Geylâni Risâle-i Gavsiye’sinde
ne diyor?
“Ya Gavs-ı Âzam! Kim ki ilim
ile Hakikate erdikten sonra rü’yet isterse, o mahcubtur; perdelidir!
Kim ki rü’yeti, ilmin gayrı
zannederse o Rabbi görmekten güvenilmeyecek zanna aldanıp, kendini
beğenmişlerden olur.
Gavs-ı Âzam Abdülkâdir Geylâni açık seçik diyor
ki:
Hakk’ın TEKLİĞİNİ müşâhedesi, İLİM makamıdır! Yani bugünki ifadeyle, bilinç düzeyinde olur; çokluk düzeyinde
değil!
hf
HAKK’IN RAHMETİ
“Hakk'ın rahmeti”nden, “Rasûlullah'ın şefaâti”nden murad,
kişiyi "rabbının kulu" olma kayıtlılığından, "Allah'ın kulu" olma genişliğine geçirmedir.
Yani,
tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı
kişiliğinden hakîki benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatını
yaşamaya davettir.
hf
ŞAYET HAK BİR KULUNA
SONSUZ RAHMETİNDEN İÇİRMEK İSTERSE…
Şayet Hak, bir kuluna sonsuz nimetinden içirmeyi murad ederse, onu kendi
huylarının, tabiatının, benliğinin esiri olmaktan kurtarıp; yani ölmeden evvel
bu saydığımız özelliklerinden, dolayısıyla kişiliğinden öldürüp, aslına ve
hakikatına kavuşturur!.. Böylece o kul, Allah'a vâsıl olur!..
hf
YOKLUĞUNU İDRAK EDEN KİŞİNİN
MESKENİ-MANZARI-BARINAĞI
(DÖNECEĞİ “HAKİKATİ”),
“HAK”TIR!
“Yâ Gavs-ı Â’zâm; ben bütün fakrdekilerin
sığınacağı yeri, meskenî ve manzarıyım ve bana dönerler.”
“Fakr hâlindekilerin sığınacağı yer”
ifadesinden murad; fakre eren kişinin içinde bulunacağı hâl demektir.
Fakre eren kişi bu hâlinin tabiî sonucu olarak yok olmuş ve o boşluğu
dilediği şekilde hakkanî sıfatlar doldurmuştur. Esasen, daha önce de orada
hakkanî sıfatlar mevcuttu, ancak o birimde beşeriyet vehmi bulunduğu için,
fiiller de birime atfedilmekteydi, vasıflar da!.
Fakra yönelen kişinin, yokluğu idrâk eden kişinin nazar ettiği mahâl,
mesken yani barınak, Hakk’tır. Çünkü, onları “yok”tan varedip tekrar yoklukta yok eden Hakk’tır!. Bu sebeple de
Hak onların, meskeni, manzarı ve döndükleri hakikatlarıdır.
hf
HAKK’IN SESLENİŞİ
“Vicdan”, özündeki Hak’kın seslenişidir!.
hf
“HAKİKAT”İ YAŞAYANIN KONUŞMASI,
“SESLENİŞ”TİR!
Hakikatini idrâk edip buna göre yaşayan, Emr'den olmuştur!. Konuşması
ise sesleniştir!.
Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş
olanlar’’dır.
hf
HAKKANİ KONUŞMA
Zâten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef'âl
mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur,
"Hak"kânî bir konuşma olur. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok
çok enderdir!
Esmâ mertebesinden olan konuşma nasıl olur?...
İlâhî isimlerin mânâları hakkında
olan konuşmalar, "Hak"a ait Hakkanî konuşmalardır!. İlâhî isimlerin
mânâları konuşulduğu zaman Hak'tan sözedilmiş olur.
hf
HAKK’I GÖRMEK
“BENİ GÖREN HAKK’I GÖRMÜŞTÜR!”
(Soru: Rasûllulah
Efendimiz aleyhisselâmın "Beni gören hakkı görmüştür" açıklaması
ışığında düşünerek Rasûlullah aleyhisselâmın Ruh-u Âzâm’ın mânâlarından sadece
bir mânânın yeryüzünde açığa çıktığı mahal olmasını nasıl düşünelim açabilir
misiniz?...)
Hz. Muhammed
aleyhisselâm, “BENİ” derken, aslında beden boyutunu kastetmiyor… Kendisinde
açığa çıkan Esmâ boyutuna işaret ediyor!.
hf
“GÖRMEDİĞİM ALLAH’A İBADET
ETMEM!”
“Görmediğim Allah`a ibadet
etmem” diyor, Hz. Ali...
Sahabeden bir başka Zât da:
“Hiç bir şey görmem ki o
gördüğüm şeyden evvel Allah`ı görmüş olmayayım.” diyor. Yani önce “Allah”ı görürüm; sonra “O”nu, o sûrete bürünmüş
olarak kabul ederim!.
Diğer bir ifadeyle; Önce O şeyin “nefs”ini,
sonra da büründüğü sûreti görürüm... diyor.
“O”, herşeydir!. Her şey, “O”nun ef`al mertebesindeki
görüntüsüdür...
Esmâ mertebesinde ise; sırf mânâlar söz konusudur... Madde veya
mikrodalga yahut ışınsal kökenli varlıklar burada bahis konusu değildir!.
Burası vahdet mertebesidir...
Vâhidiyet, varlığın, TEK
varlığın, kendini bilmesidir!. Sıfat mertebesidir.. Burası; Ceberrût Âlemi`dir.
hf
HER BİRİMİN VE ZERRENİN
HAKİKATİ,
“O”!
“Hak” ismi ile
kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle;
yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile ve bu benliği hüviyetine
ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ
ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...
Kısacası, her “zerre”,
Hak’kın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!.
Bu böyle tahta, taş,
hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi
isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve
ancak “Hak” kın varlığıdır!.. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına
ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.
hf
Her "insan" ismi
altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hak'tır!
hf
Evet...
O!...
Her birimin ve zerrenin Hakikati; özündeki Rabbi, Melîki, İlâhı
(Ulûhiyet mertebesinin özelliklerinin, yani sıfat ve esmâ mertebesinin olduğu
boyut) olan, O!.
Gerçekte, vehmî (var sandığın) benliğinin ardındaki gerçek, O!.
Tanıyamaman yüzünden cehennem yangınlarını şimdiden yaşadığın; O!.
Bilgisizliğin yüzünden hayâlinde yarattığın tanrıya tapınarak şirke
düştüğün; bundan dolayı da mahrum kalıp hüsrana uğrayacağın; oysa özündeki, O!.
Gökte ararken, sırrında, gizli derûnunda ve daha da içerinde
erebileceğin, O!.
Algılamakta olduğun her ŞEYin hakikatinde olan, O!.
Fark ettiğinde, benlik dağını paramparça edip, “yok”luğunu,
aslında hiç “var” olmamışlığını hissettirecek, O!.
İnsan “ismi anılan bir şey değilken, yok iken”, kendi
özellikleriyle varlığa çıkartıp; sonra tekrar “yok”luğumu fark ettirip;
sonra tekrar bu gerçeği bilmiş olarak yaşatırken; bunun hakkını verememenin
cehennemini ebediyen yaşatacak olan, O!.
Sana, “ben” kelimesi ile işâret ettiğin varlık dağını paramparça
edecek sırra işaret ettiği halde; farkındalığı da açığa çıkarmayan; bunun
a’mâlığı ile dünyanı değiştirtecek olan, O!.
Gel dostum; yarın her şeyinle terk edeceğin bu dünyanın, ölümle
uyandığında senin için hiçbir anlam taşımayacak işleriyle kafanı bu kadar
yorma!. Sonsuzlukta süregidecek yaşamın için bir şeyler yap!..
Sana, Hakikatinin ne olduğunu ve özelliklerini bildirmek için inzâl
olmuş (gökten inmiş(!) değil), SIRLAR Kitabı Yüce
Kur'ân’ı anlamak için biraz zaman ayır kendine!.. Allah Rasûlü
sana ne getirmiş, niye getirmiş bunu sorgula!.
Sonradan pişmanlık asla sana yarar
sağlamayacak; elinden kaçırdığın devlet kuşunu bir daha kesinlikle
yakalayamayacaksın!.
Sana, sensiz, “Sen”dekini anlatan bu Muhteşem Kitap’taki
bilgileri ve onu sana ileten Allah Rasulü ve son Nebî Muhammed Mustafa
aleyhiselâmı değerlendiremezsen, bil ki sonun sükûtu hayâl ve hüsran
olacaktır!.
Zirâ ölünce (boyut değiştirince) göreceksin ki, var sandığın “tanrı”
meğer hiç var olmamış!.
hf
HAK,
HER ZERREDE AYNI ÖLÇÜDE ZÂHİRDİR!
Deccal, Müslümanlar dışındakilere İsa’yı
yollayan “baba” olarak kendini tanıtırken: Müslümanlara da kendini “HAK”
olarak tanıtacak ve “Varlığımda tapındığınız haktan başka bir şey yoktur.
Ben Hakkım. Burada size zâhir oluyorum. Bana secde etmeyen hakkı inkâr etmiş
olur” gibi fikirlerle ortaya çıkarak onları kendine tâbi kılmaya
çalışacaktır!.
Oysa kesinlikle bildirilmiştir ki “TANRI YOKTUR! TANRI’lık KAVRAMI”
geçersizdir!... Hak, her zerre de aynı ölçüde zâhirdir!. Yalnızca bir
birimin, kendisinin Hak olduğunu iddia ederek başkalarını kendine secde
ettirmeye kalkışması, akı kara, karayı ak göstermek yani deccaliyettir;
bâtıldır; kandırmacadır!.
Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH”
ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut
bulmuşlardır!.
hf
“EŞYA”NIN HAKİKATİ
“Eşyanın hakikatı”, görüp
bildiğim her şeyin hakikatı demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile
anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek, demektir!.
Nedir eşyanın ardındaki hakikat?.. Ki, biz ondan perdeliyiz..?
Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!.
Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikatı görürüz ki,
o da, Allah İsimlerinin mânâlarıdır.
Ki aynı zamanda işte bunlar da Nur
perdeleridir!
hf
İNSANIN
KENDİ HAKİKATİNİ GÖRMESİNE
ENGEL OLAN,
GÖZBEBEĞİDİR
Sakın aynada gördüğünüze aldanmayın!.
İnsanın kendi hakikatını görmesine-anlamasına en büyük engel,
gözbebeğidir!
hf
ZÂHİR GÖZÜYLE GÖRDÜĞÜNE
“HAK” DİYEMEZSİN!
Sınırlı müşahedede,
müşahede edilecek mahalde verilecek isim, "halk"
ismi olur. Sınırsız müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek
isim "Hak" olur. Zâhir
gözüyle, "Hak"kı görmek
muhaldir! Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak
olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne "Hak" diyemezsin, "halk"
demek mecburiyetindesin!.. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey
terkiptir ve "halk" ismine
bağlanır!..
Allah'ı, ancak bâtın
gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile müşahede edebilirsin derken, ne
demek istediğim anlaşıldı mı?
Zâhir isminin de
mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah'a aittir!.. Fakat Allah'ı zâhirde
görüyorum diyemezsin! Çünkü “zâhir” dediğin âlem, kısıtlılık âlemidir! Neye
göre?.. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene göre!.. Çünkü görme
dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil mi?
Dolayısıyla, bu
mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar Hak ise de; nihâyet belli
bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır. Kayıtlı varlık, kayıtsız
varlığı göremez!.. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı görebilir!
Kayıtlı varlığın,
kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben "Allah'ı görüyorum"
diyemezsin! "Ben Allah'taki mânâlardan meydana gelen âlemi
müşahede ediyorum" diyebilirsin!
hf
HAKİKAT’İ GÖRMENİN YOLU
Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu;
daima, şuur boyutunda Tek'ten çok'a bakışla mümkündür!
hf
HER İNSAN
ÖLDÜĞÜ ZAMAN “HAKİKAT” İ GÖRÜR!
"Her insan
öldüğü zaman hakikati görür"den murad, kendindeki ilâhi varlığı
müşahede eder demektir!.. Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen,
dünyadaki yaşantısında, o ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı
hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.
hf
HAK GÖZÜYLE BAKAN
Beşer gözüyle
bakan, hayrı ve şerri; Hak gözüyle bakan, sonsuz kemâli seyreder!.
hf
KESRET ÂLEMİNDE
HAKK’A NAZAR ETMEK İSTİYORSAN
EĞER…
Kesret âlemi içinde bir birim Hakk’a nazar etmek istiyorsa, bu Hakk’ı
bir sûrette görmek şartıyla olur... Ancak hemen hatırlatmak gerek ki, görülen
sûretteki mânâ Hakk’ın esmâsındandır! Ve o mânâ idrâk edilmek sûretiyle “Vechullah”
görülmüş olur ki, bu da kalb gözüyle denilen bir biçimde gerçekleşir.
Yoksa zâhir gözün gördüğü maddî sûret ile Hakk’ı görüyorum sanmak çok
büyük câhillik ve gaflettir!
Bunun ötesinde her bir mahâl, o mahâlli oluşturan sûreti meydana getiren
“mânâ sûretinin” yâni esmâ-i ilâhi’nin varlığıdır... Bu esmâ baş gözüyle
değil gönül gözüyle yânî basîretle görülür ve seyredilir...
Ama, akıl şâyet başgözüne tâbi olur, şartlanmaları istikametinde
gördüklerini değerlendirir ise, asla “Hak” görülemez...
hf
BASİRETİNLE BAKARSAN, HAK SANA
AÇIK AÇIK YÜZÜNÜ
GÖSTERMEKTEDİR…
ÖTEDE DEĞİL; KARŞINDA!
Kâmil insanda görülen hitap eden kimdir?...
Sûretten ve makamdan münezzeh olarak onda gören söyleyen, Hak’tır.
hf
Evet,
şimdi bir aşama daha ileri götürüyor açıklamasıyla Hazreti Rasûlullah bizi:
"Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm!".
Delikanlılık,
insan bedeninin en olgun, en kemâle çıkmış zirve hâlidir. O delikanlılık
devresinden sonra, beden tükenişe geçer. Sıfır yaştan 18-20 yaşına kadar olan
devrede tam zirveye erişilir; ondan sonra hücreler yıkılmağa başlar!. Yıkılış
tabîi daha ağır gidiyor, onun için bedenin yaşamı daha değişik oluyor.
Şimdi,
görülen o kemâl sûret, Rabb`in sûrete bürünmüş hâli.. O sûrete bürünmüş
hâlinde ben Rabbı`mı gördüm demektir. En güzel hâlinde gördüm demektir.
Burada
“Rabbım” dediği, "nefs"`idir; ama birimsel bedenin
"nefs"i değil; mutlak mânâda "nefs"i!.. Yani,
"nefs-i küll" denilen...
Peki,
kendi "nefs"i ile karşısındaki "nefs"i
aslında aynı şey değil mi ; "nefs" mertebesinde?..
Dikkatinizi
çekiyorum!..
"Nefs" mertebesinde "Nefs", Tek`tir!.
Nevzad`ın
"nefs"i, Hulûsi`nin "nefs"i, vs. diye ayrı
ayrı "nefs"ler yoktur, gerçekte!. Ayrı ayrı "nefs"ler
sözkonusu değildir hakikatta!.
"Nefs" boyutuna geldiğin zaman "nefs"
Tek`tir!.
İşte bu sebepledir ki, "Rabbimi
gördüm" sözü, "nefsimi
gördüm” gibidir!. Ve bu konuya daha da açıklık getiriyor, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem "Rabbımı gördüm" derken.
Bir başka zaman da buyuruyor ki Rasûlullah
Aleyhisselâm :
"Beni gören Hakk'`ı görmüştür!.
Tabii, perdeli olanlar, Musa
ümmetinin meşrebinde olanlar, "Beni gören, Hak sözü söyleyen
kişiyi görmüştür", diye bunu te’vil ederek; uzaklaştırıyorlar gerçeği
arayanları, hedeflerinden
Aslında mesele gayet açık...
"Beni gören Hakk’ı görmüştür" diyor.
Neden?..
Çünkü, "Ben"i gören Hakk’ı
görmüştür" derken; kendisi, "nefs"ini tanımış; her
türlü huylardan, şartlanmalardan, kendini beden olarak sanma hâlinden arınmış; "nefs"i
ile "vicdanı" ile yaşamaya başlamış; dolayısıyla da "Beni
gören Hakk’ı görmüştür" diyor!.
"NEFS" olarak kendini
tanıyan için, beden hiçbir şey ifade etmiyorsa, o, Hz. İsa Aleyhisselâm gibi
"Benim bedenime dilediğinizi yapınız!.." der!. "Bedene
yapılan hiç bir şey beni ilgilendirmez", der!. Bedenden kopukluğunu
yaşar. "Sizin huylarınız, âdetleriniz, örfleriniz, ananeleriniz, değer
yargılarınız bilinç boyutunda değersizdir" der ve ilâve eder İSA
(a.s) gibi:
"Bunlar insanca düşüncelerdir"!.
Bilinç,
bu mertebede kendini tanıdığı zaman, "nefs" olarak özüne
ermiştir!.
Ama sen, gene de O`na insanca bakarsan;
beşer duyularıyla O`na bakarsan, orada sadece o sûreti görürsün!. Ama
basiretinle bakarsan, orada Hak, sana açık açık yüzünü göstermektedir.
Ötede değil, karşında!.
"Beni gören Hakk`ı görmüştür" diyor. Eğer göremiyorsan... Eee... O zaman;
"Dünya`da ama olan, Âhirette de â’mâ
olur"
diyor, Âyet.
Dünya yaşamında "nefs"ini
tanıyamamışsan; basiretin gereklerini yerine getirememişsen, Hakikata karşı
bu dünyada a’mâ oluşun gibi, öldükten sonraki yaşamında da a’mâ olarak
kalırsın!.
İşte bu, zâhiri göreni gözlerin körlüğü
değil, Hakk’ı görecek basiretinin kör olmasıdır, deniyor ve ilâve
ediliyor:
"Her ne hâl üzere yaşarsanız, o hâl
ile ölürsünüz ve ne hâl ile ölürseniz o hâl ile dirilirsiniz".
Yani, büyün yaşamın bu körlükle
geçecek; son anda sana birisi hokkabaz değneği ile dokunacak, bir anda senin
gözün açılacak; böyle bir olay yok!...
Yaşamın körlük üzere gitmişse, ölümün de
körlük üzeredir!. Ondan sonraki yaşamın da tamamen kör olarak gider... Kör,
sağır, şaşkın olarak ortalıkta dolaşırsın. Bu gün
dolaşanlar gibi...
Eğer bu günden gözün açılıyorsa, basiretin
açılıyorsa, o zaman bu günden ayıksındır, uyku hükmü, senin için bitmiştir. Ve
bugünden itibaren de, Hakk`ı ve “Hakikat”i görmeye başlarsın.
hf
HAKK’I GÖRMEKTEN PERDELİ OLAN,
CEVABI OLMAYAN SAYISIZ SUALLER ARASINDA
BOCALAR DURUR!
"-Ya Gavs-ı Â'zâm, beni gören sualden müstağni olur her hâlinde;
görmeyen ise faydalanamaz sualden, o da işin kâliyle perdelenmiştir!"
Ayn-el yakîn hâline geçip, direkt olarak Hakk'ı müşâhede eden her şeyin
hakikatını ve dolayısıyla sırrını çözer. Böyle olunca da sualleri biter. Çünkü
bütün suallerin gerçek TEK cevabına ermiştir
Ne, neden, niçin, nasıl, hangi hikmete dayalı olup bitmektedir, bunların
hepsinin de cevabını alır. Çünkü o, ana müsebbibi açık seçik görmekte, neyin ne
sebeble oluştuğu sistemine vâkıf olmaktadır. Buna karşılık;
Hakk'ı görmekten perdeli olan ise, dalgalı bir denizde, kalasa tutunup
da dalgaların arasında bir oraya bir buraya savrulan kimse gibi, cevabı olmayan
sayısız sorular arasında bocalar durur.
"Kâl", yani lâflamakla vakit geçiren kişinin, sistemli
ve derin düşünceyle çözülebilecek gerçeklere ermesi imkânsızdır.
hf
“HAKİKAT” VE “ŞERİAT”
“İNSAN”IN
“HAKİKAT”İNDEKİ MERTEBELERLE
İLİŞKİSİ….
ŞERİAT, “SİSTEM”;
HAKİKAT,
“SİSTEM”İN UYGULANMASIDIR!
ŞERİATI İNKÂR EDEN,
“HAKİKAT”İ İNKÂR ETMİŞ OLUR…
Şeriat ve hakikat ayrı iki şey
değildir..
Birisi sistemdir,
ikincisi ise sistemin uygulanması.
Dolayısıyla, şeriatı inkâr eden,
aynıyla hakikatı inkâr etmiş olur! Çünkü şeriat, hakikatın fiiler
mertebesindeki adıdır!.
Şeriat, hakikat esasları üzerine bina edilmiş, hakikatın gerekleri üzerine düzenlenmiş fiillerden ibarettir...
İş böyle olduğu zaman, kim ki
şeriatı inkâr eder, o kimse “hakikat”in ne olduğunu bilmeyenlerdendir!
Çünkü şeriat aynıyla hakikat temeline
dayanarak bina olmuştur!. Hattâ, şeriat adı kalkar, şeriat adı kalktığı
zaman varolan hakikattır ve hakikatın fiilleri, şeriatın gereği olan fiillerse,
gene aynıyla şeriattır!.
Yani netice olarak kim ki
şeriattan bir hususu reddeder veya inkâr eder, o hakikatı redddetmiş veya inkâr
etmiş olur.
Bizim ef’al mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller hakikata dayanır.
”Hakikat” dediğimiz şey,
Hak’kın varlığı ve onda mevcùd olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar,
âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden meydana geliyor!” deriz...
Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse,
tabiatı-duyguları-şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!.
Alışkanlıklar-şartlanmalar-tabiat-duygular dediğimiz şey ise; tabii
hükmüyle ortaya çıkması halinde ilâhi emirlere ters düşer!. İlâhi emirlere ters
düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yani Hak’kın belli isim
terkibi-mânâları içinde kalması dolayısıyladır… Ki bu da kişinin neticede
âkibette cehennemini meydana getirir.
hf
İNSANLIĞIN ÖNDERİ,
“MUTLAK HAKİKAT”E DİKKATLERİ
ÇEKEREK,
İNSANLARI UYARMIŞ VE BU GERÇEĞİ
İDRÂK EDİP GEREĞİNİ YAŞAMALARINI İSTEMİŞTİR
-Pardon Elf, lütfen mâzur gör, şurayı anlayamadım...
TEK, nasıl oluyor da çok boyutlu çokluğu meydana getiriyor?.
-Elbette mâzursun Cem! Beş duyu blokajlı ilkel beyinler arasında şu
düzeyde düşünebilmen bile çok büyük bir olay! Elbette mâzursun!
TEK, bilincinde, sayısız mânâlar ve oluşlar geçirmiş; ve bunları
bilincinde geçirmesiyle birlikte de, boyutlar ve boyutların seyredicileri
olarak algılamıştır!
Zîra, her boyut ve o boyutun varlıkları, ancak gene o boyutun algılayıcı
varlıkları tarafından seyredilebilir...
Ama, o seyredicilerde seyreden de gene O TEK bilinçtir!
Dolayısıyla da var olan yegâne mevcut TEK'tir!
Zaten sizin önderiniz olan kişi de insanları bu konuda uyarmış ve
"Sakın boş yere tanrılara tapınarak ömrünüzü hebâ etmeyin! Tanrı
yoktur, ilâh yoktur!. Dolayısıyla, tanrılık mefhumu da yoktur!
Yegâne var olan TEK'tir, yani "AHAD"dır,
"ALLAH"tır" diyerek bu mutlak gerçeğe
dikkatlerinizi yöneltmek istemiştir!
Cem'in kafası biraz daha bulandı, karıştı!...
İslâm'ın Tanrı anlayışını hiç böyle düşünmemişti, bugüne kadar!
Çeşitli şekillerde ve yapılarda bir çok tanrı yok; bir tane tanrı var;
onun da adı Allah'tır; gibi düşünmüştü bugüne dek!
Oysa Elf, ona şimdiye kadar kimsenin böylesine açık bir şekilde anlatmadığı
bir gerçeği vurguluyordu:
"Tanrı yoktur! Tanrılık kavramı yoktur"!
"ALLAH", mevcut olan TEK vücûttur! AHAD'dır!
Hemen aklına İslâm’ın kutsal kitabındaki "İhlâs" sûresi
geldi... ne diyordu...
"ALLAH Ahad'dır... TEK'tir... O'na, ne bir şey girer ne de Ondan
bir şey çıkar... Ne O, bir şeyden meydana gelmiş, ne de O'dan meydana gelmiş
ikinci bir şey vardır! O'nun misli, dengi, benzeri de mevcut değildir,
TEK'tir!."
-Elf, hiç bugüne kadar "ALLAH"ı bu mânâda
düşünmemiştim! Ne kadar değişik bir yaklaşım bu!
-Cem, sizin, bu konudaki Önderinizin açıklamalarından hiç
haberiniz yok!
Siz hâlâ, geçmiş "tek tanrılı" topluluklar düzeyinin
ilkelliği içinde yaşıyorsunuz!
Önderiniz, dünyaya gelmiş geçmiş en üstün
değerlendirme ve gerçekleri açıklama gücüne ve yetisine sahip, birim olmasına
rağmen; çok üzücüdür ki sizler O'nu hiç anlayamamışsınız!
O, size evrensel bir gerçeği açıklamış ve buna göre
o gerçeği idrâk edip yaşamanızı istemişken, maalesef sizler hâlâ binlerle
asırdır devam edegelen "tek tanrı" anlayışı içinde yaşamınızı
sürdürüyorsunuz...
Konunun şeklinde ve taklidinde dalgalanıp duruyorsunuz...
Anlamıyorsunuz, düşünemiyorsunuz "Tanrı-İlâh yoktur, sadece
ALLAH vardır" mesajının mânâsını!
Ve dolayısıyla da bu ömür sermayesi böylece uçup gidiyor elinizden!.
-Elf yemin ederim ki, beynim içinde sanki binlerle bomba patlamış da
hurdahaş olmuşum gibi! Sana da mâlûmdur
ya!
Bilemiyorum ne diyeceğimi ve nasıl bir sistem oluşturacağımı... Sayısız
sual çıkıyor bir anda...
MÂdem, bir Tanrı bir ilâh yok, -ki İslâm Dini’nin ilk esası da buna iman
etmek- öyle ise bunca ibadet niye?. Kime?. Niçin?.
Offf! Kafam duracak neredeyse! Eğer bu şoku atlatabilirsem bravo bana!.
-Atlatırsın, atlatırsın! Zaten başka çaren de yok! Sizin tâbirinizle, ya
bu deveyi güdeceksin, ya bu deveyi güdeceksin!
Değil mi ki gerçeğe tâlip oldun, onu elde etmenin sıkıntılarına da göğüs
gereceksin ki huzur ve saadetine de eresin!
-Peki, lûtfen söyler misin o zaman, Allah'ın bir tanrı olmadığını
açıklayan kişi, niçin ibadet adı altında bir çok fiilden sözetmiş!
Tanrı varolmadığına göre, kime ve niye ibadet edilsin?.
Tanrı varolmadığına göre, tanrılık kavramı da yoktur elbette!
Öyle ise, dindeki ibadetler niye?.
hf
“HAKİKAT”İN ECEL ANINDA
VEYA ÖLDÜKTEN SONRA YAŞANMASI
MÜMKÜN DEĞİLDİR!
Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir
olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir!.
hf
GEMİ, “ŞERİAT”TIR... DENİZ “HAKİKAT”!
“RUH”UNUN ENERJİ
İHTİYACINI(“NUR”UNU)
İBADETLERLE ELDE EDEBİLİRSİN ANCAK!
Gemi Şeriattır.. Deniz Hakikattır..
“Şeriat” demek; işin zâhir plânı demektir. İşin zâhiri ile oyalanmak,
zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir.
"Hakikat" hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zâhir gözüyle ötede bir
yerde göreceği bir şey değildir!.
"Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikatı idrâk ettim, artık
bundan sonra ben ibadet etmiyorum!. Ne yukarıda bir tanrı var ve ne de ibadete
ihtiyacı olan bir varlığım." diyerek bir kişinin ibadetleri terketmesi hoş
görülebilir mi?.. Bu hali yerinde midir?..
Yaptığı bu iş doğru mudur?..
Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.
Bir çokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin
davranışlarını da kabul etmezler. Meselâ, derseniz ki; hakikata ermiş bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendî,
İmam Gazalî, Muhyiddin Arabî, Hacı
Bektaş Veli gibi zevâtın hiç biri de ibadetlerini terketmemişlerdir. Hemen
buna kılıf takıp, onlar örnek kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.
Oysa "ibadet" adı
verilen bu çalışmalar, Allah'ın esmâ
ve sıfatını izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrâk
edemezler.
"ALLAH'IN SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞİKLİK OLMAZ"
Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını karşılamak için
yemek - içmek zorunda ise; "RUH"
dediğimiz "Halogramik dalga
bedenimiz" de enerji ihtiyacını yani "nur"unu, “ibadet” denilen beyin çalışmaları sonucu elde
eder. Şayet bu çalışmaları ihmal ederseniz, "nur"unuz, yani
ölümötesi yaşam bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de
hiç hoşlanmayacağınız, size azap verecek şartlar içinde hapis kalırsınız.
Hakikatı yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına devam
ederken, yaşadığı halin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar sonucu nasıl
yiyip içmeğe devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip-içişi nasıl hakikatı
yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin ihtiyacı için de o
ibadetlere devam etmek zorundadır!. Aksi takdirde, hakikatı ne kadar bilirse
bilsin, o enerji ya da "nur"
eksikliğinin sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır!.
hf
“HAKİKAT”,
“ZÂHİR”İN TA KENDİSİDİR!
DÜNYADA VE YAŞANILAN FİİLLER
ÂLEMİNDE
AYNEN MEVCUTTUR!
Esasen, "hakikat", şuur
boyutunda yaşanan bir şeydir!. Her boyut kendi varoluş sistem ve kuralına
göre yaşanır. Gerçekten hakikata ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir
durum değildir.
Bu sebeple de, eğer bir kişi de bu tür eksiklikler görülürse, genellikle
onun henüz tam anlamıyla hakikata ermemiş olduğu, olaya kulaktan dolma kuru
bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür!.
Zirâ, hakikatta, şeriata ters
düşen bir durum görülmez!.
"Hakikat" hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zahir gözüyle ötede bir
yerde göreceği bir şey değildir!.
Şurada bu ilâhî isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı
ortaya koyuyor. Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkib halinde
aşikâre çıkışından başka bir şey değil!. Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor,
diyeceğiz.
Fiîli görme düzeyinde kalırsak, bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak
ortaya çıkıyor, diyeceğiz!.
Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, bu isimlerin mânâları bu
şekilde âşikâre çıkıyor diyeceğiz.
Kendimize baktığımızda ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının
"Ben" kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin
mânâlarından başka bir şey olmadığını, "Hak" olduğunu idrâk etmekle
birlikte; bu mânâların bir terkip şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini,
oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, "canım
istedi" dediğin şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir
şey olmadığını müşahede ederek, tabiâtını ilahi emirler istikametinde bastırıp
bâtınında "Hak" olarak yaşayacaksın!
Hakk’ı müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının "Hak"
olduğunu müşahede edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyül
kalmayacak!.
Ancak “Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin manâlarının bir terkib
halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının
istikâmetindeki hareketleri terk edeceksin!. Alışkanlıkları terkedeceksin!.
Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin!. Kendi hakikatına bakabilmek için!.
Daha evvelki sohbetlerimizin birinde, ”din, hakikatın zâhire çıkması hâlinde verilen isimdir” dedik. Ve
ilâhi hükümlerin; hakikatın gereği ve zarureti olan hükümler olduğunu ifade
ettik. Ve dedik ki;
”Kim ilâhi hükümlerden bir
hükmü veya Rasùlullah’ın bildirdiği hükümlerden bir hükmü reddederse, o
reddettiği hükümle, hakikatı reddetmiş olur!
Öyleyse “hakikat” denilen
şey, ilâhi hükümlerden tebliğ edilenlerden ayrı bir şey olmadığı gibi; “hakikat” da “zâhir” denilen şeyin ta kendisi olup; aynı şekilde Dünya’nın ve
yaşanılan fiiller âleminin ta kendisidir! Yani,”Hakikat”, hakikat mertebesinde mevcuttur değil; ”Hakikat”, esmâ ve efal mertebesinde de
aynen mevcuttur! Ancak müşahede edenin perdeli olması hâli dolayısıyladır ki;
hakikat, efal mertebesinde müşahede edilemez!
hf
GERÇEĞİ GÖRME ŞANSIN
İnsan, hayâlleriyle kozasını örer; sükûtu hayâl ile gerçeği görme
şansını elde eder; bunu değerlendirirse de kozası biraz daha delinmiş olur!.
hf
Objektif bakmadıkça, gerçeği
göremezsin; şartlanmalarından arınmadıkça objektif bakamazsın!.
hf
GERÇEĞİ İDRAK
Gerçeği idrâk ederek, "insan"lık ve "halife"lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu
âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve
TAKLİDLE HAKİKATE varılmaz!.
hf
Seyr, Gerçeği idrâkla başlar.
hf
İnsanlığın yolu, gerçekleri görebilmek, kabullenebilmek ve
hazmedebilmekten geçer!.
hf
Kendini aldatmak mı, gerçeği yaşamak mı daha iyidir sence?.
hf
HAYATIN GERÇEĞİ
Hayatın, hayâl desteği; sükûtu hayâl ise gerçeğidir!.
hf
Hayâllerle ördüğün kozanın dışındaki gerçekleri araştırmazsan, bil ki
yarın seni pek çok sükûtu hayâl beklemekte!.
hf
HERKESİN GERÇEĞİ
Herkesin gerçeği, onun idrâkinin eriştiği kadarıdır!.
hf
GERÇEK
GÖRESELLİK KABUL ETMEZ
Göresel olan, gerçek değildir... Gerçek,
göresellik kabûl etmez!..
hf
GERÇEK, HEP AYNI …
Gerçek, hep aynı gerçek!.
Değişen sadece, duyan- gören- bilen ve idrâk edenlerin bakış açıları ve
seviyeleridir.
hf
DEĞİŞEN, GERÇEK DEĞİLDİR
Gerçekler değişmez!. Değişenler ise,
gerçek değildir.
hf
YAŞAMINI GERÇEKLER ÜZERİNE KUR Kİ…
Yaşamını "ZAN" üzerine
değil; kesin gerçekler üzerine kur ki, pişman olmayasın!..
hf
Zanlarınızdan arınmadıkça, gerçeğe
erişmeniz mümkün değildir.
hf
Misâli, gerçek sanma!..
hf
GERÇEĞE OLAN UZAKLIĞINIZ
Yaptıklarınızın gerçek sebebini bilemiyorsanız, bu, ‘’Gerçeğe’’ olan
uzaklığınızdandır.
hf
“HAKİKATİ”Nİ (“ÖZ”ÜNÜ) İDRÂK EDİP
HİSSETMİŞ OLSAN DA YİNE DE
BEDEN VE RUH BOYUTUNUN ŞARTLARINA GÖRE
YAŞAMINA YÖN
VERMELİSİN!
Aslı, “Hû”…
Nesli de “Hû”… Ancak, varlığın Özünde işlemekte olan bir “Sistem”i fark etmemiz gerek… “Din” bunun
için bildiriliyor (Bkz/ H / “Hû”)
hf
“HAKİKAT”İ ZANNINDA ARAMA…
İLÂHİ HÜKÜMLER İSTİKAMETİNDE
ARA!
Önce kelimeler, sonra şartlanmalar ve nihayet “var sandığın varlığınla” sen, hakikatı müşahededen perdelenirsin…
Bu perdelenişinin altında da senin “zannın”
yatmaktadır ki; zan hakikattan bir şey ifade etmez!
Hakikatı “zannında” aramıyacaksın;
hakikatı, İlâhi hükümler istikametinde
arayacaksın!
Ancak bu şekilde hakikatı müşahede edenlerden olursun! Çünkü Kurân‘da
birçok yerde
“Onlar ancak zanlarına tâbi
oluyorlar; ZAN İSE HAK’TAN BİR ŞEY İFADE ETMEZ”(53-28) hükmü vardır.
hf
SAF GERÇEĞE
(“SİSTEM”İN GERÇEKLERİNE) ERMEK;
KENDİNİ “HAKİKATİ”NLE
TANIYABİLMEN İÇİN
ALLAH AHLÂKI İLE
AHLÂKLANMALISIN
Senin kendini,
hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği yönünden harekete geçmen
gerekir... Zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin
ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın
ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın!..
Tanıdığını iddia
ediyorsan, bu tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın
bir yönü olur!.
Hz.Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ne diyor…
“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız!.”
hf
Hayatta hiç bir konuya
kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf gerçeği algılayabilmek için!.
Objektif ve global
bakış açısı gereklidir, iyi değerlendirebilme yapmak için.
Bir yöreye, bir
ülkeye, bir topluma GÖRE olan gerçeklerden değil, evrensel sistem içindeki yeri
itibariyle o konuyu değerlendirmek önemlidir!.
Kozanızdan kurtulmak
istiyorsanız, her şeyin hikmetini, oluş sistemini; hangi oluşların o şeyin
olmasına yol açtığını düşünmeye çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın!.
Hikmete erdikçe,
“Sistem”in öyle gerçeklerine yaklaşacak ve onları fark edeceksiniz ki, artık
sınırlı ülke vatandaşı kişiliğiniz yanı sıra sınırsız evrensel gerçekler
vatandaşı kişiliğine de yaklaşacaksınız!.
hf
SANA “HAKİKAT”IN İLMİ GELDİKTEN
SONRA
ONLARIN ARZULARINA, HAYÂLLERİNE
TÂBİ OLURSAN,
O ZAMAN ZÂLİMLERDEN OLURSUN!
Şimdi sen tut de ki:
- Canım nasıl olsa neticede iman ettik cennete gireceğiz, burada
bildiğimiz gibi yaşayalım!.
Yaşıyorsun ama, her yaşadığın, attığın adımla, şuradaki 5 dakikalık, 5
senelik zevk için, oradaki sonsuz sürelerle kendini kayıtlıyorsun.
Bunu bırak; cennete girdin, ya cennetin içindeki cennet ehlinin
arasındaki derece farkları!.
Eğer ki bir adam benim uçmak hoşuma gidiyor deyip de 30 saniyelik, 20
saniyelik düşüş zevki için kendini pencereden atsa, düşüp her tarafı kırılsa,
sen bu adama -akıllı’ mı dersin?..
Demezsin!. Ama 5 senelik, 10 senelik dünya hayatı için, milyarlarca
senelik geleceğini feda ediyorsun!.
Öyleyse bize düşen iş, bütün bunlardan ibret alıp, yiyip içip yaşayarak
ömrü tüketmek değil; tabiatımızla mücadele etmek!.
Bu mücadeleyi etmediğimiz sürece kendimizi aldatmış oluruz.
Kim bu mücadeleye gerek yok, diyorsa, o maalesef kendini
aldatanlardandır!. Terkîbi, onu o şekilde konuşturuyordur, o şekilde
yaşatıyordur!
İlmi yoktur, câhildir; geleceğe ait gerçekleri bilmez; konuşur!.
Ve biz de bu ilim bu gerçek varken; buna rağmen, onlara tâbi olursak,
kendi kendimizi helâka sürüklemiş oluruz, kendi amelimizle kendi azabımızı
hazırlamış oluruz.
-SANA HAKİKATIN
İLMİ GELDİKTEN SONRA ONLARIN ARZULARINA HAYÂLLERİNE TÂBİ OLURSAN, O ZAMAN
ZÂLİMLERDEN OLURSUN!’ (Bakara-145)
Bizde Tasavvufun lâfında kalmış kişilerde, Yunus’un dizeleri dilden dile
dolaşır. Yeriz, içeriz, zevk yaparız, arada biraz namaz kılarız, senede 1 ay
oruç tutarız, ondan sonra kendimizi tasavvuf ehli sanıp, deyip dilimize
dolarız.
"Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver sen onu,
Bana seni gerek seni."
Acaba öbür tarafta "Cennet"
ve "Cehennemin" dışında
gidilecek üçüncü bir yer var mı?
Âhirete giden, kıyâmetten sonra iki yerden birinde olur muhakkak!.
Ya Cehennemde kalır, ya da Cennete gider!
Yani gidilecek yer, bu ikisidir!. Kim olursa olsun!.
En alt noktadaki kişiden, en yüce noktadaki kişiye kadar hepsi de
mutlaka bu iki yerden birindedir!.
Senin Nebi’n Cennete gidecek; onun gittiği yeri beğenmiyorsan, ben orayı
istemiyorum, diyorsan, ona bir diyeceğim yok!.
Yalnız cennet içinde yaşayanların yaşamları farklı olacak.
Ben Cennette çok daha iyi yaşam istiyorum. Cennette Hz. Rasûlullah’ın
yaşamına ne ölçüde yaklaşabilirsem o ölçüde yaklaşabilmek istiyorum. Allah’ı en
iyi tanıyanların tanımasıyla Allah’ı tanıyıp o şekilde Cennette yaşamak
istiyorum dersen; başımın üstünde bu deyişin yeri var!.
Ama, bu mânâdan tamamıyla uzak bir şekilde, ben cenneti ne yapayım, ben
Allah’ı istiyorum, demek saf bir hayâlden, aldanıştan, cehaletten başka bir şey
değildir.
Çünkü, Cennet var, Cehennem var bir de Cennet ve Cehennemin ötesinde
başka bir yerde Allah var; böyle bir anlayış tümüyle ham hayâldir!.
hf
EĞER İÇİNDE
YAŞADIĞIMIZ “SİSTEM”İN
UYGULANMASINI
(“HAKİKAT”İ) KAVRADIYSAK
KENDİMİZE VE
KARŞIMIZDAKİNE BAKIŞIMIZ
NASIL OLMALI?
Karşımızdakine bakış
açımız denince; karşımızdaki insan olsun, hayvan olsun, nebat olsun, ne olursa
olsun, baktığımız mahalde mutlak olarak ilâhi mânâları müşahedeye gayret
edeceğiz.
Karşımızda Ahmed'i,
Hasan'ı, Ayhan'ı, Cemile'yi görmeyeceğiz!
“Burada, şu anda, bu
isimler, şu bileşim halinde bu mânâyı dile getiriyor. Şurada bu ilâhî isimlerin
mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor. Ortaya konan bu
mânâ çeşitli isimlerin bir terkip halinde aşikâre çıkışından başka bir şey
değil!.. Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor” diyeceğiz.
Fiîli görme düzeyinde
kalırsak, ”bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor” diyeceğiz!..
Hiç fiîlin üstünde
durmayıp, mânâyı düşünürsek, “bu isimlerin mânâları bu şekilde âşikâre çıkıyor”
diyeceğiz.
Kendimize baktığımızda
ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının "Ben"
kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin mânâlarından başka bir şey
olmadığını, "Hak" olduğunu idrâk etmekle birlikte; bu
mânâların bir terkib şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu
bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, "canım istedi" dediğin
şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir şey olmadığını
müşahede ederek, tabiatını ilâhi emirler istikametinde bastırıp bâtınında
"Hak" olarak yaşayacaksın!
Hakk’ı müşahede
edecek, kendi bünyende, varlığının "Hak" olduğunu müşahede edeceksin;
ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyülü kalmayacak!..
Ancak “Hak”
oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin mânâlarının bir terkib halinde bu bedeni,
bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının istikametindeki hareketleri
terk edeceksin!.. Alışkanlıkları terkedeceksin!..
Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin!.. Kendi hakikatına bakabilmek için....
hf
BEŞERİ KAYITLARLA KAYITLANMAK
SURETİYLE
“HAKİKAT”İNE İSYAN ETME
“Nefse zulmetme”nin mânâsı,
nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet kemâline genişletmemendir.
Bu noktaya işaret eden Hz. Rasûlullah,
bunun için:
"Allah ahlâkıyla
ahlâklanın"
demiştir.
Âdem`le Havva`nın Cennette, Cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden
kabul etmeye yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, hâliyle bazı
özelliklerinin perdelenmesine yol açmıştır...
Bu hâl, Âdem`de belli bir idrâkı
doğurmuş, ve bu perdelenme hali,
"Rabimiz biz nefislerimize
zulmettik" (7-23)
demelerini getirmiştir...
Âdem, rabbi olan esmâ terkibinin genişliği
içinde hareket edemeyerek, beşerî kayıtlarla kayıtlanmak suretiyle hakikatına
isyan etme durumuna düştü; ve sonra da bunun farkına vararak Nefsinin
hakikatını yaşayamadığı için nefsine zulmetmekte olduğunu farketti ve bunun
üzüntüsünü yaşadı.
hf
“HAKİKATİ”Nİ KAYIT ALTINA ALMANIN YAŞAMI
VE BU KAYITLARI KIRMANIN SONUCU…
Kişinin
üzülmesine, sıkılmasına, azâp duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin
kökeninde, kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiatı, ya huyları;
yani, bunlarla kendi hakikatını kayıt altına alması yatmaktadır. Bu kayıtları
kırabilirse, kendine azap veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; dünyada
yaşarken cehennemden azad edilmişlerden, diye târif edilenlerden olacaktır!..
Aksi
takdirde, dünyada yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azaplar çok çok
uzun bir süre son bulmayacaktır.
hf
HAKİKATİNİ BİLEMEYİŞİN SONUCU
OLAN
YAŞAM …
“HAYVANSAL YAŞAM”!
Ef`al âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin
gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.
Kendi hakikatini ve ölümötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam
tarzı, "hayvansal yaşam" dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle,
bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...
hf
HAKK’I BİLMENE RAĞMEN
HÂLÂ TERKİBİ KAYITLARLA, TABİATIN HÜKMÜYLE VE
ALIŞKANLIKLARINLA YAŞIYORSAN…
Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı,
duyguları, şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!..
Alışkanlıklar, şartlanmalar, tabiat, duygular dediğimiz şey ise, tabîi
hükmüyle ortaya çıkması halinde, ilâhi emirlere ters düşer!.. İlâhi emirlere
ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yâni Hakk’ın belli isim
terkibi, mânâları içinde kalması dolayısıyladır. Ki bu da kişinin neticede
âkibette cehennemini meydana getirir.
hf
ALDATIŞ VE ALDANIŞIN SONUÇLARI
NASIL YAŞANACAK?
Bal yiyenler var…
Kavanozunu yalayanlar var…
Bal yiyenleri duyup, dedikodusuyla
ömürlerini tüketenler var!.
Bal yiyenler, yemeye devam
ediyorlar…
Kavanoz yalamanın bal yemek olduğunu sanıp; çevrelerindekileri de buna
inandırmağa çalışan saf kişiler ile, bunlara inanan anlayışı sınırlılar var!.
Bal yiyenlerin dedikodusunun, kendilerine bir şey kazandıracağını sanan;
ya da bu dedikoduyla kendini teselli ve tatmin edenler var…
Dünya dönmeye ve sırası gelen yeni boyutta yerini almaya devam ediyor.
Siz bunlardan hangi sınıftasınız; sorguladınız mı kendinizi?
Kendisini
çevresine, ‘’keşif veya fetih ehli’’, “velî”, “uyarıcı”, “mehdi” gibi empoze
eden körler, acaba yarın öte boyutta ne halde
olacaklar?
Bu aldatış ve aldanışın
sonuçları nasıl yaşanacaktır?.
hf
HAKİKATİN EDEBİ
Hakikatin edebi, hakikate sadâkattir.
hf
“HAK” OLARAK TAVSİYEDE BULUNMAK
Hak olarak tavsiyede bulunmak, esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmak
demektir.
Esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmanın mânâsı, ona kendi Rabbını idrâk
ettirip bu idrâkının neticesi olan fiilleri ortaya koymasını söylemek demektir.
Ve nübüvvetin özünde yatan sırlardan bir tanesi de budur... Hak olarak,
tavsiye etmek!. Senin üzerine, Hakk'ı tavsiye etmekten başka bir vazife yoktur,
hükmü; din nasihattır, tavsiyedir hükmü bu noktalardan gelir!.
hf
HAKK’I TAVSİYE ETMEK,
“İSİMLER”İN DENGELİ OLARAK
ZÂHİRE ÇIKMASINI TAVSİYE
ETMEKTİR
“Hakkı tavsiye etmek”ten mânâ;
senin karşındakine, bütün isimlerin hakkını dengeli olarak zâhire çıkarmasını
tavsiye etmektir!. Yani, senin tavsiye edeceğin fiiller, neticede onu bu
dengeli ortaya koyma haline sürükleyecektir.
hf
"HAKİKAT" MÜŞAHEDESİNDE URÛC
Hakikat müşahedesi yolunda, benlik
duygusu yönünden mücahede şarttır; bedenin
tabiatı yönünden mücahede şarttır; şartlanmalar
yönünden mücahede şarttır.
Bütün bu mücahedelerin sonunda muvaffak olunur ise, o zaman kişi
müşâhede mertebelerinde urûc’a başlar.
Önce melekût âleminin müşâhedesine kavuşur, kesret sırlarına âgâh olur;
sonra da ceberût âlemine urûc edip, esmâ âleminin sırlarına erer,
olabildiğince...
İşte İsimlerin işaret ettiği mânâların sırlarına erme hâlinde dahi Vâkıfîn’i
bir mücahede beklemektedir… Ki o mücahede, esmâ perdesinden
kurtulmaktır!
Vâkıfîn’in mücahedesi, daha öncekilerde olduğu gibi, bir şeye veya bir
hedefe ulaşmak için olmayıp; isimlerin mânâlarını seyr hâliyle kayıtlanmamak
içindir.
Çünkü esmâ seyri öyle bir şeydir ki, yutar içine de farkında bile
olunmadan dalınır gidilir...
İşte bu durumda cehd gereklidir ki, Esmâdan Zât’a teveccüh
edilsin!
Aksi halde sonsuz sayısız esmâ mânâlarında seyr devam eder gider...
Dolayısıyladır ki, Zât müşâhedesine kadar, mücahede gerekli olur.
hf
GERÇEĞE YÖNELTEN
Efendi odur ki, karşısındakine hizmeti
vazife bilir ve onu gerçeğe yöneltir.
hf
GERÇEĞİN ÂLEMİNE...
Gerçeğin âlemine, ancak, samimiyet ve
tefekkür kanatlarıyla uçulur.
hf
GERÇEK
VE SABIR...
Sabrı terketmeyen gerçeğe eremez!.
hf
Yol boyunca birçok merhaleler katedip, çeşitli
makamlardan geçecek, sabrımız nisbetinde gerçeğe ereceğiz!
hf
GERÇEK İSTİKAMETİNDEKİ SÜRAT
Kişinin, ‘’Gerçek’’ istikâmetinde sürati, ferâgati nisbetindedir.
hf
EY
İPEĞİN İÇİNDEKİ...
“HAKİKATİ”Nİ
TANIYARAK
KOZANI DELİP
KELEBEK
OLUP UÇMAYA BAK!
“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil;
varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrâk
edebilmek ve her bir surette O’nun vechinin varolduğunu idrâk edebilmektir!.
Eğer biz bu idrâka
gelirsek; ne Arab’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürd’ü hor görürüz,
ne Alevi’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne herhangi bir birimi!.
Öyleyse bizim için
“Allah’ın Halifesi olan insan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi
dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen
saygı-hürmeti göstermekle mükellefiz!
Aksi taktirde Allah’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil
bir birim olarak bu dünyadan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyyen azap
ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış,
hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve
böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza
içinde-kozadan çıkamadan bu dünyadan geçmiş oluruz.
Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla
birlikte kaynar kazanı boylıycak; ipek böceği misâli, kelebek olamadan tırtıl
olarak ipeğin içinde ateşi boylayacağız!
İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi,
kaynar kazanı boylamak, herhalde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!
Öyleyse;
“Ey ipeğin içindeki!”…
Kozanı delip, kelebek olup uçmaya
bak… Aksi taktirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor!
Gel sen aklını başına topla… Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör.
Hz. Rasulullah’ın hitâbına kulak ver, O’nu değerlendirmeye çalış. Ebedi
hayatını kurtarmaya bak!. Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için
gerekli olan şeyler.
Ne Allah’ın sana ihtiyacı
var...
Ne Allah Rasûlü’nün sana
ihtiyacı var...
Ne Kurân’ın sana ihtiyacı
var...
Ne de benim, sana
ihtiyacım var!
Sen, sadece kendi
geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek mecburiyetindesin!.
Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.
hf
KENDİ “HAKİKATİ”Nİ YAŞAMAK
İÇİN VEHMİN TERKİ ŞARTTIR
Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek,
hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması
mümkün değildir!.
Allah`ta kendini yok etmek,
yâni Fenâfillah, muhaldir!... İkinci bir varlık yoktur ki, o kendini Allah`da
yok etsin!.
Vehmini terkedip kendi
hakikatini tanımaktır esas olan!.
hf
HAKİKAT NURLARININ
NEFSİNDE ORTAYA ÇIKMASINI TALEP
İstiğfarda da bağışlamanın
"Allah" indinden taleb edilmesi demek; beşerî kusurların
örtülerek, hakikat nurlarının "nefs"inde ortaya çıkmasını
taleb etmek demektir.
Kalem, bundan ötesini
satırlara dökmeye yetmiyor. Bağışlayın. Elbette ârif olan anlayacaktır
işaretimizi.
hf
BİLİNCİN VE BEDENİN ÜZERİNDE
TASARRUFU OLAN
UYKU VE UYUKLAMASI OLMAYAN
MERTEBELERİN
KUVVET VE KUDRETİNE SIĞINIP
ONU
HAREKETE GEÇİREREK KENDİNDE
AÇIĞA
ÇIKARABİLİR VE KORUNABİLİRSİN
Kişi korunmak istediğinde...
Dışarıya değil, içinden özündekine yönelir!...
Hakikatinden bilincine olan akışta çeşitli boyutlar-âlemler-mertebeler
hâlinde Â’ma mertebesinden, Ahadiyyetten, Vahidiyetten Rahmaniyetten, Arştan,
Rububiyetten, Ubûdiyetten bilinç(nefs) mertebesine kadar tüm mertebeler
kişinin özünde mevcuttur!.
Tıpkı bedende hücreler boyutu, hücrelerin içinde genler boyutu, onun
özünde proteinlerin, onun özünde moleküllerin, onun özünde atomların, onun
özünde dalgaların, stringlerin olması gibi... Ve dahi her boyutun kendi
özelliğine göre şuuru olması gibi... Algılayanın kapasitesine göre tespit
ettiği mertebeler veya âlemler veya boyutlar diyebileceğimiz şekilde...
İşte kişi, korunma amacıyla bir duayı okurken, kendi hakikatinde bulunan
“Allah” ismiyle işaret edilene ait bir mertebenin kuvvet ve kudretine
sığınarak, onu harekete geçirerek kendisinde onu açığa çıkartmakta;
böylece de, korunmak istediği varlığa karşı beyninden yaydığı dalgalarla bir
korunma kalkanı oluşturmaktadır.
Meselâ “Âyet’el Kürsi”yi okurken, tanrı olmadığından, hakikatin
olanın Hay ve Kayyum oluşundan; hakikatindeki o mertebenin asla
gafleti yani uyku ya da uyuklaması olmadığından, O mertebenin (kürsî)
senin semâvât yani tüm bilinç(nefs mertebelerin) ve arz (bedenin)
üzerinde tasarrufu olduğunu düşünerek, “ALLAH”ın varlığındaki kuvvet ve
kudretini açığa çıkartmayı niyaz ediyorsun!...
Ya da büyülere, cinlere, hasedçilere karşı korunma kalkanını oluşturmak
için önerdiğimiz “DUA VE ZİKİR” kitabımızdaki “korunma” duaları
ile, “FELÂK” ve “NÂS” sûrelerindeki
duayı “eûzü birabbil felâk....”, “eûzü bi rabbin nâs.....” diye
okumaya başladığında kendi hakikatindeki, varlığını meydana getiren esmâ
mertebesinin rubûbiyet kuvvetine sığınarak, onun seni korumasını talep
ediyor; bu anlamda beyninden yaydığın dalgalarla, sana yönlendirilen menfi dalgalardan
kendini korumaya çalışıyorsun. Ne anlatmak istediğimi anlamaya çalışın lütfen…
Artık bu konuda, bundan daha fazlasını açıklamak bizim için mümkün
değildir.
Rab-Rubûbiyet konusunu ve insanın nasıl Allah
isimleri bileşimi olduğu açıklamasını “İNSAN ve SIRLARI” kitabından
okuyabilir arzu edenler.
İşte Tüm korunma duaları bu
mekanizmanın işleyişi bilinerek, ona göre gereken yönelimle yapılırsa muhakkak
ki çok daha tesirli olur yaşamımızda.
“Allah” ismi ile işaret edilene, yani varlığını varlığıyla var edene
iman, asla ötedeki varsayılan tanrı kavramına iman değildir bu yüzden!.
Hazreti Muhammed aleyhisselâmın açıkladığı “ALLAH”,
gerçeğini anlamak, daha farkında olmadığımız sayısız hazinelerimizin
anahtarıdır, meraklılar ve sorgulayanlar için.
İş ki bu bize kolaylaştırılmış
olsun!.
Ehli hakikat elbette anlattıklarımızın çok daha fevkini bilir...
hf
HAKİKATİ BİLME YOLU
NE ZAMAN AÇILIR?
"RAB"
Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rubûbiyet ise ilahi isimler diye
bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma özelliğidir.
Meseleyi bu şekilde
anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin”, senin varlığında bulunan,
varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu
ilâhî isimler, sende "bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla" âşikâre
çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta
kendisidir.
Evet sen, terkibin
hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları
itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de
Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını
ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî
isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikati
tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli
sûretler ve manâlar şeklinde tanırsın.
hf
“HAKİKAT”İNDEKİ
İLAHİ KUVVELERE SIĞINMAK
“OKU”mak ise, geçerli olan sistemi
(sünnetullah) algılayıp kavrayarak, bunun gereği olan DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞI
ORTAYA KOYMAKTIR!.
İşte bu “kavrayış ve gereğini yerine getirmenin” adı, Kur’ân’da
“İKRA”, dilimizde “OKU”maktır!.
İmdi!.
Bir kişi fark ederse ki, bilincinde açığa çıkan bir fikir, kendisini bir
dış tanrıya veya objeye yönlendiriyor; ona bağlı, bağımlı hâle getiriyor,
kendindekini değerlendirmek yerine; işte bu noktada, sapma tehlikesiyle yüz
yüzedir, demektir.
Buna karşılık...
“Eûzü B-illah...” uyarısı da, “Istaıynu B-illah” uyarısı
da insanı, özündeki, ismi “Allah” olana yönlendirmek için
bildirilmiştir!. Kişi, eğer bu uyarıları “OKU”yabilirse, görünmez
varlıkların, onu, dış dünyası derinliklerinde kaybettirme çabalarından
kurtarabilir, kendi hakikatindeki ilâhî kuvvelere sığınarak!.
“OKU”yamazsa bu iki uyarıyı; bu defa da dış dünyasının bir objesi
ve oyuncağı olarak, bedensellik denizinin dalgaları arasında bir
oraya bir buraya savrularak ölümü bekler!.
Hakikatindeki ilahî kuvvelere sığınmak nedir; nasıl olur; sorusunun
cevabına gelince...
İşte “KUL EÛZÜ....”ler!.
“KUL”... Fark et, algıla, kavra, hisset ve sonunda dillendir ki...
“Eûzü bi-rabbil felâk”... Bilincimin algılayamadığı karanlıkları
yarıp beni aydınlığa çıkaran varlığımdaki rabbanî (esma) kuvveye sığınırım...
“Min şerri mâ halek”... Yaratılmışların şerrinden...
“Ve min şerri gâsikın izâ vekab”... Basan karanlık dolayısıyla
algılayamadıklarımın şerrinden...
“Ve min şerrin neffasâti fiylûkad”... Beyin dalgalarını iplikteki
düğümlere yönlendirerek büyü oluşturanların şerrinden...
“Ve min şerri hâsidin izâ hased”... Hased eden kem nazar
sahiplerinin hasedlerinden...
“Eûzü bi-rabbin nâs”... Sığınırım tüm insanların Rabbine, ki o
varlığımın Hakikatidir!...
“Melîkin nâs”... Tüm insanların hükmedicisine...
“İlâhin nâs”... Tüm insanların hakikatinde yer alan İlâhiyet
boyutuna...
“Min şerril vesvâsil hannas”... En fark edilmez şekilde vesvese
oluşturanın şerrinden..
“Elleziy yuvesvisu fiy sudûrin nas”... Ki o, insanların sadrında
(şuurunda, hakikatleri hakkında) vesvese oluşturur!
“Minel cinneti ven nâs”... görünmeyen varlıklardan da olabilir
insanlardan da bunu oluşturanlar..
Burada anlayabildiğimiz yönüyle ve kadarıyla bir çeviri yaptık KORUNMA
Sûrelerine, konuya açıklık getirmek için.
Şimdi bunu topluca ele alalım... Önce Felâk Sûresi...
Varlığımı oluşturan Rubûbiyet mertebesindeki esmâ kuvvelerinin,
yarıp açığa çıkarma özelliğine sığınırım, bana karanlıkta kalan hususlardan,
algılayamadıklarımdan, üflemeyi oluşturan beyin dalgalarıyla bana büyü yapmak
isteyenlerden ve üzerimdeki nimetlere hased eden kem nazarlardan....
Tam bir “zerre küllün aynasıdır” açıklama ve uygulaması
mevcuttur Nâs Sûresinde...
“Kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır”!.. Birinde
tasarrufla bir milyarda tasarruf aynı şeydir!
Şöyle ki...
Tüm insanların hakikatini meydana getiren, varlığımdaki-(“B”)-Rubûbiyet
boyutuna sığınırım; ki kendimdeki bu sığınma aynı zamanda otomatik olarak tüm
insanlarda oluşmaktadır aynı anda!.. Aynı zamanda “Melîkiyet”
mertebesine, ki tüm bilinçlerde hükmedendir O her an!.. Ve dahi tüm insanları
kendi sıfat ve esmâsıyla yaratana (ilâha)... İnsanın şuurunda en sinsi şekilde
vesveseler uyandırandan... Ki o vesveseler yüzünden insan derûnundaki Hakk’ı
inkâr edip kendini et-kemikten ibaret olan bir insansı kabul edip hayvanî istek
ve arzuları tatmin için yaşamak durumunda hisseder!.
Evet, bu yorum ve açıklamalar üzerinde biraz tefekkür edelim bakalım...
Açıklamaya çalıştığımız şeyler acaba fark edilebilecek mi?
Kesin gerçek şu ki...
“İllâ Bi-iznihi”!.
hf
“HAKİKAT”İNİ ANLADIĞIN ANDA,
MELEKÎ BOYUTTA KENDİNİ TANIMAYA
BAŞLARSIN
(Soru: Meleği tanımadan kendi hakikatini
tanımak, idrâk etmek, ALLAH'ı kavramak mümkün değil, buyruluyor... Melek
boyutunu tanımak ne demektir?..)
Kendini önce beden
olarak tanırsın... Sonra idrâk edersin veya taklîden kabul edersin ki bir de
ruhun varmış.... Bu, derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret”
de denir.
Bunun da ötesine
geçebilirse idrâkın... Tüm varlığın (elbette “ben” dediğin de buna dahil) asıl
kökeni melekî boyutmuş; bunu farkedersin...
Bu boyutu farketmeden,
anlamadan, idrâk etmeden, hissetmeden kendi hakikatini kavraman, hissetmen de
kesinlikle mümkün değildir!... Hele ki ötesine geçmek!.
Bu gerçekleşmeden,
ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!. Yani, taklîden yapılan
konuşmalar!.
hf
İnsanın veya daha
geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Din’de ‘’Melekî
yapı’’ olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte
bir melekî yapı ve özellikler toplamıdır... İnsan kendi hakikatini anladığı
anda melekî boyutta kendini tanımaya başlar...
Tasavvuftan amaç da
insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Kişi kendi özüne doğru
olan bu yolculuğu yapmazsa, Cennet ortamının melekî varlığı olmak yerine ruh
boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır.
hf
“HAKİKAT” YAŞAMI
“MARDİYE NEFS” BİLİNCİNİN
ERİŞTİĞİ MERTEBEDE
HAKK’EL YAK’İN SONUCU YAŞANIR;
FETH” SAHİPLERİNCE!
Yüksek dereceli evliyaullaha göre, "Mülhime"deki "Mârifet"
dikkate bile alınmaz!. Onlara göre o, önemli bir şey değildir.
Tarikat devresi olan "levvâme"
ve "mülhime" idrâkından ve yaşantısından sonra;
buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lütfu ilâhi ile "Mutmainne"ye
geçilirse, böylece "Hakikat" hâsıl olur!
hf
"Levvâme"deki, "Tarikat"dır...
"Mülhime"de, "Mârifet" hâsıl olur...
Bu "Mârifet"
neticesinde de, şayet takdirinde varsa "Mutmainne"
ve "Râdiye"de, "Hakikat"e vâsıl olunur...
Burada sözkonusu olan "Hakikat",
bu kelimenin işaret ettiği somut olayın "mecâzı"dır..
"İlmi"dir!.
Bu mecazla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak "hakikat"ın yaşamı ise,
yalnızca "mardiye nefs"
bilincinin eriştiği mertebede, "Hakk-el
Yakîn" sonucu yaşanır, "fetih"
sahiplerince!.
hf
Hakikat, Mutmainne’de yaşanmağa başlar. Yani, Ceberût âlemi’ne nüfuz Mutmainne’den itibaren
başlar... Tam kemâli ise Mardiye mertebesi’nde yaşanır!.
Mardiye başlangıç itibariyle sıfat
mertebesi, kemâli itibariyle zât mertebesi’dir. Esasen, yeryüzünde üç - beş
kişiye takdir edilmiş bulunan bu mertebelerden sözetmek elbette ki pek bize
düşmez.
hf
KENDİ
HAKİKATİNİ BİLEN KİŞİYE DÜŞEN İŞ
HAKİKATİNİ
DETAYLARI İLE TANIMAK
VE
KENDİSİNDEKİ ÖZELLİKLERİ ORTAYA
KOYABİLMEKTİR...
(Soru: Dünya’da öz benliğini bulmuş kişilerin, öldükten sonra, kendi
"özüne" doğru yolculuğunun devam edeceğini ve nihâyet, tümel akıldan
çıkıp, O'nda kendini, bulmuş olursun, Çıkış noktana dönmüş olursun... cümlesini
biraz açar mısınız?.)
Kendi hakikatını
bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatini detayları ile tanımak ve
kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir. Bu da sadece dünya hayatında
bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!.
hf
ÜMMETÇE HAKİKATİ KAVRAMA,
MUHAMMED ÜMMETİNE NASİP OLAN BİR OLAYDIR!
(Soru: Üstadım... Bir
Hadisde geçen, Nuh aleyhisselâmın ümmetine yaptığı tebliği; kıyâmette ŞÂHİD
olarak Hz.Muhammed’i ve ÜMMETİNİ göstermektedir.. Nuh’ dan sonra İbrahim, Musa,
İsa vb.. Nebilerin gelmesine karşın özellikle Hz Muhammed ve ümmetinin
ŞEHÂDETini nasıl anlamalıyız..? “Şehidallahû”
âyeti ile ilgisi var mı?..)
Ümmetçe hakikatı
kavrama olayı Muhammed ümmetine nasip olan bir olay olduğu için, daha
önceki ümmetlerde açığa çıkmadığı için, bu böyle denilmiştir.
hf
HAKİKAT MERTEBESİ
KİŞİDE YAŞANMAYA BAŞLAYINCA
SELÂMET MEYDANA GELMİŞ OLUR
Her “Emr”, kişinin varlığını oluşturan melekî “nurî”
katmandır!. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki, esmâ mertebesinin
kuvveden fiile çıkma mahalli...
Bu hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz
hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, “kendi
özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme” de diyebiliriz..
Esasen bu, fıtratı,
yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar, ne var ki
şartlar uygun olmaz!.
hf
HER BİRİM,
YARATILIŞ AMACINA ULAŞMASI İÇİN
NELER GEREKİYORSA, GERÇEKTE
ONLARI HAKKETMEKTEDİR!
Kozanız dışındaki gerçekler dünyası!
Gerçekler dünyasının kavramları…
Bu kavramlara dayalı, gerçekçi değer yargıları!
Koza içi varsayımlar ve hayâller dünyanız!
Dünyanızın kavramları…
Bu kavramlara dayalı değer yargılarınızla, bir kat daha
kalınlaştırdığınız kozalarınız!.
Dün, hayâl oldu bugün!.
Bugün, hayâl olacak yarın!
Yarın bir başka Dünyada olacaksın; ama bugünün temelleri üzerine bina
olmuş dünyanda!
Dün, ağladın!
Dün, güldün!
Dün, kızıp köpürdün!
Dün, sevinip coştun!
Dünden bugüne erişti isen, bugün onlara yalnızca gülüp geçtin!
Ama buna rağmen, fark et ki; bugün, dün
yaptıklarının sonuçlarını yaşıyorsun yalnızca!.
Mutlu değil misin bugün?…
Dününe bak!.
Dün ellerinle yaptıklarının, karşılığını almaktasın bugün! Kime niye
kızıyorsun ki?
Sanıyor musun, 40 bin veya 100 bin kere “la ilahe illallah” veya “Allah”
ya da “Kul hu vallahu….” çekmekle
işi bitirdin de cennete girivereceksin!
Sen bunları sadece çektin!
Bir kerecik yaşayabilseydin,
tekrarladığının anlamını; şimdi
cennete girmene tek engel yalnızca bedenin olurdu!
Belki çok defa, alnın seccade, halı ya da toprağa değdi de; bir kere
olsun şuurunda “secde”
edemedin!
“Oruçluyum” dedin sayısız
defa; o süreç içinde bile yamyamlıktan
vazgeçemedin!.
Dilin “Allah” derken, tüm yaşamın “yallah”larla
doldu!
Böyle iken, ne beklersin hâlâ yarından bilmem!.
Yaşamın kumar üzerine kurulmuş!… Elime kağıt almadım, diye yemin
edersin!.
Yürü dendi, durdun geçtin; “Güzel”
sev dendi, vurdun geçtin!
Basiretine perdeyi kendi elinle çektin!
“Kırk yaşına erdiğinde bir kişi,
yüzünü Allah’a döndürmezse; şeytan başına oturur, iki ayağını sallandırıp
gözlerini perdeler ve ben bunu esir aldım; artık bu benim kulumdur; der”
buyuruluyor!.
Kulluğun, kime veya neye ise, ecrini de ondan bekle!. Sakın başkasından
umma!. Bir kere daha kendini aldatma!
“Ben tanrıya tapınıyorum sadece” diyorsan, zaten karşılığını da
almaktasın! Memnun musun hâlinden? İlminin
gereği bu yaşamakta oldukların, yaptıkların mı?
Aldığın karşılık, ettiğin kulluğun cezasıdır!. Mutluysan ne alâ!. Ama hâlinden memnun değilsen, bil ki yanlış
adrese kulluktasın farkında olmadan!. Acele bilgilerini yenile!.
Ölmedin!.
Ölemedin de!.
Gel son nefes ulaşmadan tövbe et de, semâların ve arzın (bilinç katları
ve bedeninin) yaratanına dön DERÛNUNDAN!
Bak dostum…
Ben bunu mu hakkettim,
diyorsun…
Ben buna lâyık mıydım,
diyorsun…
Âlemlerin Rabbı’nın yaratmış olduğu Sistem ve
Düzenin iki anahtarını vereyim sana…
Kozandan bunlarla çıkmaya çalış gerçekler
uzayına…
Lâyığın, ellerinle yapmış olduklarının karşılığıdır ancak; başka bir şey değil!…
Sana şunu yap, dendi; aksini yaptın!.
Akıl ile ilim doğrultusunda yaşamak istedin; sonra da bildiğine gidip,
duygularının getirisi davranışlar ortaya koydun! Sonra da oturup ağlıyorsun!
Ben buna mı lâyığım, diye dertleniyorsun!…
Bu daha bir şey değil…
Nasreddin Hoca kaybettiği eşeğini ararken, ıslık çalıyormuş, hani…
Demiş, Hoca ıslık çala çala eşek mi aranır, üzülmüyor musun?… Yok, demiş;
bozuntuya vermiyorum daha!. Umudum şu tepenin ardında… Orada da bulamazsam, o
zaman sen seyreyle bendeki vâveylâyı!
Ansızın gelecek olan gelince, o zaman seyredeceğiz sende vâveylâyı!.
hf
ALLAH HERKESİ NE İÇİN YARATMIŞSA
ONA, YARATILIŞ AMACININ
KEMÂLİNE ERMESİ İÇİN
HAK ETTİĞİNİ VERMEKTEDİR!
Liyâkat kesbetmek mi?
Eğer müşrik terminolojisi
olarak kullanılmıyorsa bu kelime; anlamı,
senin ortaya koyduklarının karşılığını hakketmen anlamındadır!
Fark ediniz ki…
Tüm yanlışlarınızın temelinde Sistem
ve Düzeni “OKU”yamamak; “tanrı” kavramına dayalı düşünmek;
vehminizin varsayımlarıyla hayâli beklentiler içinde; yani bir tür mucize
umutlarıyla yaşamak yatmaktadır!
Fark edemezsen bu yaşına rağmen taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını,
suyun boğduğunu; yani sistem ve düzenin ne olduğunu; o zaman benim gibi
olgunluk sembolü olursun, ateşin boğup, suyun yaktığını anlamış(!) bir
halde!!!.
Neyi hakkettiğini anlamak
istiyorsun, yaşantına bak!.
Kendini kandırma!. Kendini aldatma!.
Azrâiliyet ardından İsrâfiliyetle ruh
boyutunda yaşamaya başladığın zaman; dün, dünde kalacak; buna karşın sen ise,
dünün üzerine inşâ ettiğin binanın içinde hapis!
Musalla taşında paşalar için de söyleniyor aynı cümle:
-ER kişi niyetine
Şehâdet ederim ki... "ALLAH"
herkesi ne için yaratmışsa, ona yaratılış amacının kemâline ermesi için
HAKKETTİĞİNİ vermekte ve onu o işle meşgul etmektedir!.
Herkes yaratılış kemâline uygun
işle meşgul olmaktadır...
Yaratılış kemâline uygun
olmayan, ilim yağmuru üzerine yağsa dahi, o bundan çok sıkı şekilde korunup,
kuruduktan sonra da yaratılış amacı yolunda yoluna devam etmektedir.
hf
HAK ETTİKLERİN
(YARATILIŞ AMACIN-SANA TAKDİR
EDİLEN HEDEFİN)
2 TÜRLÜ KARŞINA ÇIKAR…
Bil ki…
Hakkettiğin, sen yaratılmadan önce, sana takdir edilmiş olan hedefindir… Yaratılış
amacındır!.
Her birim, yaratılış amacına
ulaşması için, neler gerekiyorsa, gerçekte
onları hakketmektedir!.
Hakkettiklerin, sana, seni hedefine ulaştırıcı olarak, karşına çıkar…
Kâh bağış yollu; kâh mekr
yollu!…
Mekr yollu geleni eğer fark edemez
de; geldiği gibi kullanırsan, sonunda perişan olursun!.
Ellerinle, kulaklarını sağır; gözlerini kör eder; şuurunu işlemez hâle
getirirsin!. Ondan sonra ne dinlediklerin sana yarar sağlar, ne okudukların!.
Divâneler gibi koşturursun sağa sola avunmak için; gündüzün perişan, gecen
perişan!. Görüntünse eşeğini yitirmiş Hoca efendi misâli!.
Gene de, şükret yitiğinin farkındaysan!.
Bir de neleri yitirdiğinin ya da yitirmekte olduğunun hiç farkında
olmayanlar var!.
Kozalının “Tanrı”sına dayanan, “hepimiz
tekiz, biriz, Hakk’ız” avuntusu içinde, Âlemlerin
Rabbı’nın yarattığı Sistem ve Düzenden perdelenip; gününü şimdilik
keyifle geçirenler var!.
Elle gelen düğün bayram, diyen
dangalaklar var!. Ellerini soksalar ateşe de elle
beraber; görsek kaç saniye dayanabilecekler ateşe, elle beraber!.
hf
“HAKİKAT”E ERMEK
·
Allah’ı “Öz”ünde bulmak
·
Kişinin “Hakikat”ine ermesi
·
Kendi Özüne, içyüzüne, aslına-orijinine vâkıf olması
Biz bu çalışmaları yaparak beynimizde belli güçler oluştururuz ve bu
elde ettiğimiz güçler ruha yüklenir. 1. ci yönü bu...
2. yön; Allah’a ermektir.Yani esas itibariyle, insanın sadece
birimselliğe dönük bir biçimde sadece yiyip içmek, yatıp kalkmak, uyumak
vesaire gibi formasyonlar için varolmamış olduğu; insanın varoluşundaki ana
gayenin ilâhi özelliklerin ortaya çıktığı şuurlu bir mahal olması ve bu şuurlu
mahal olarak da kendi özüne hakikatine vâkıf olması!
“Kendi hakikatine vâkıf olması” cümlesine atıfla
da, işin içyüzüne de “HAKİKAT” denmiş. Hakikate erme!
Yani; kendi özüne-içyüzüne-aslına -orijinine vâkıf olmak!
hf
“HAKİKAT”E ULAŞTIRAN…
HAK’KI MÜŞAHEDE VE YAŞAMAK
İÇİN, Ölmeden evvel ölmek gerek! Bunun için de, mutlak
mânâda Allah’a TESLİM olduğunu
farketmek gerek!
hf
Neyi-niye yaptığını bilmek ve varlığın sırlarını çözmek, HAKİKAT’E
ULAŞTIRIR; ki, böylece Allah'a erersin!.
hf
“HAKİKAT” YAŞAMI
“HAKİKAT”E EREN KİŞİNİN YAŞAMI
ALLAH’IN MURADI ÜZERE OLAN BİR
YAŞAMDIR
Hakikati yaşamaya başladığı zaman, o hakikati yaşamanın neticesinde
ondan belli özellikler sâdır olmaya başlar; ondan belli özellikler ortaya
çıkmaya başlar.
İşte ondan bu belli özelliklerin ortaya çıkması hâli de “MÂRİFET”
diye anlatılmıştır.
Veya bir diğer ifadesiyle şöyle anlatayım;
Hakilkate eren kişi görür ki;
“ben” dediği varlık mevcud değil... gerçekte ayrı ayrı birçok birimler yok;
varolan, sadece Allah’tır!
Ve “sadece varolan Allah’tır!” anlayışı içinde kendi birimselliği
kavramı silinir gider!
Birimsellik kavramının kalkması neticesindeki ordaki yaşam, Allah’ın
muradı üzere olan bir yaşamdır ki, o kişiden de Allah’a elde ettiği bu
yakîn neticesinde bazı enteresan gelişmeler oluşur, alışılmadık oluşlar onda
yaşanır.
Bu yaşam şekline dair özellikler eğer dışa vurursa, etraftakiler
tarafından “Kerâmet” diye isimlendirilir!
Eğer dışarı vurmazsa, o zaman ondaki bu yaşam şekli dışarıdakiler
tarafından bilinmez; ve o, o yaşamıyla artık sonsuz dek yaşar gider.
Böylece Şeriat-Tarikat-Marifet’in ne olduğu hakkında belli bir özet
bilgi vermiş olduk!
“Allah’ı bilmek” dedik...
Yani insan belli şartları kabullenir. Ve kabullenmek suretiyle o
şartlara uymak, o şartların gerektirdiği çalışmaları yapmak suretiyle belli bir
yola girer.
İşte o yola girmesi, o çalışmaları yapma yoluna girmesi, onun o belli
hakikati yaşamasını getirir.
hf
HAKİKAT EHLİ
HAKİKATİNDEKİ TEK ÖNÜNDE
VARLIĞININ HİÇLİĞİNİ HİSSEDER
Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH”
ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut
bulmuşlardır!.
Her insan ve her varlık için “Allah”a giden yol, kendi dışına değil;
KENDİ ÖZÜNE HAKİKATİNE DOĞRUDUR!.
Dışarıda, ötede bir tanrı düşünen, ancak kendi zannındakine, hayâlindekine
yönelmektedir!.
Tüm İslâm tasavvufunu yaşayan hakikat ehli, hep, âlemlerin iç içe
boyutlar şeklinde varolduğundan söz eder ki, bu da kişinin, hakikatindeki
TEK önünde varlığının hiçliğini hissetmesiyle son bulur!.
hf
“ALLAH” İSMİNİN İŞARETİNİ KAVRAYANLAR
BÂTINLARINDAKİ “HAKİKAT”İ
HAKKIYLA YAŞAYAMAMA KORKUSU İÇİNDE YAŞADI
“Allah” adıyla işaret edilene duyulan “haşyet”in ne olduğunu
kavrayamayanlar, var sandıkları tanrılarıyla başbaşa kaldılar ve onun
sopasından korkarak yaşadılar!.
“Allah korkusu”nu, “tanrı
korkusu” olarak anlayıp, öylece kabullenenler; sonra da ötede
bir tanrı olmadığını fark edenler, hüsrana uğradı!
“ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar ise, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde
yaşadı…
Bazıları ise bunun da ötesinde, sonsuz azâmet ve ihtişamın getirdiği haşyet hâlinde şaşakaldı!.
hf
GERÇEK DERYA İSE,
DALGALARI DA TECELLİLERİ MİDİR
ACABA…
Zerre, deryaya diyebilir mi ki "beni şu tarafa götür" diye…
Derya ne tarafa dilerse sevk eder dalgalarıyla onu...
Gerçek, derya ise; dalgalar da
tecellileri midir acaba?..
hf
GERÇEĞE ERENLER
Gerçeğe erenler, giyiniktirler; kıyafetlerine aldanmayınız, ki onları
görebilesiniz!.
hf
Ancak ve sadece, ‘’gerçeğe erenler’’
"ayna" olabilirler.
hf
Gerçeğe eren, gördüğünü tanır!.
hf
Huzur mu?...
Gerçeğin âleminde yaşayanın hâli!..
hf
Gerçeğe erenin, ilk hâli imanı terktir!.. Görülen şeye, iman edilemez!..
hf
Gerçek ehli iseniz, her şeye rağmen
susmasını bilirsiniz!..
hf
Gerçeği bil; ve edebe riayet
edicilerden ol!.
hf
HAKİKAT EHLİ
(“EHLULLAH”)
ÖRTÜLÜDÜR, TANINMAZ
“Benim velilerim, kubbemin altındadır; onları kimse tanımaz”
buyruluyor...
Bilir misin bunlar kimlerdir?..
ALLAH’ın bazı kulları vardır ki, onlar
dünyadan ve ukbâdan sıyrılmışlar, deryaya erişip deryadan bir zerre
olmuşlardır.
Bunlar, “Allah ahlâkı ile ahlâklanın” buyruğuna uymuş
tecellîlerdir!. Onların ne istemekle alâkaları vardır, ne de istememekle.
Onlara Rab, “sen ne dilersin”, dediği zaman; onlar, “Sen ne
dilemişsen” derler!.
Çünkü onlar, daha evvelki mertebelerde idrâk etmişlerdi ki, değil istek,
istememeyi istek dahi bir istektir...
Ve, bu dahi istenemez!.
Zerre deryaya diyebilir mi ki, beni şu tarafa götür diye… Derya ne
tarafa dilerse, sevkeder dalgalarıyla onu...
Gerçek, derya ise; dalgalarda tecellileri midir acaba?...
İşte bu kişiler, sadece ve sadece, yaratılmışlar için Rabbın bir rahmet
tecellîsi olarak, yaşarlar... Yaratılmışlara onlardan erişir Rabbın nimeti.
”ŞÜPHESİZ Kİ RABBİN NİMETİ MUHSİNLERDEN ULAŞIR YARATILMIŞLARA” (7-56)
Onlar ne bir kimseyi kırarlar nefisleri için, ne de kırılırlar. Git
dersin, kovarsın, giderler; gel dersin, çağırırsın, gelirler. Yetmiş defa
kovmuş olsan da sonra gene çağırsan, hiç yüksünmeden gene gelirler.
Onlar Rabbın veren elleridir; almazlar. Kendilerine bir şey hediye
etsen, başkalarına dağıtırlar. Onlar şan ve şöhretten, isimden kaçarlar.
“Efendime bağlan; KUR’ÂN ’ı MÜRŞİD bil!.” derler.
Gelip bir sual soran olursa,
“Herkese hitabınız, akılları ölçüsünde olsun!.”
buyruğunu nazarı dikkate alarak, gerçek bilgi seviyesinden, uygun cevabı
verirler...
Onlar, birer “ayna” olmuşlardır!. Kim baksa, onlarda, kendinden
başkasını göremez olur!.
O’nda gördükleri hata ve kusurlar, görenlerin kendi anlayış hata ve
kusurlarından başkası değildir.
Dünya ehli, yani, içinde yaşadıkları zaman için yaşayanlardan isen, onu
da sanki kendin görürsün!.
Yok ukbâ ehli isen, azaptan korktuğun, huzuru ve zevki istediğin için
ibadet edenlerdensen, gene onu dahi öylece bulursun.
Eğer, her ikisinden de olmayıp, onlardan sıyrılmışlardan isen, vardığın
noktada gene onu bulursun....
İşte, üstlerindeki örtünün birincisi budur, onların tanınmalarına mâni
olan! ...
İkinci ise, zâhirî şekil ve görünüşleridir.
Yaratılmışların çoğu, belirli bir idrâk seviyesini aşamadığı için,
göremeyecekleri sayısız varlıkların mevcut olduğunu düşünemez, hemen görünüşe
göre hüküm verir!. Böylece, o hükümle, işin gerçeğine karşı kendi kendini
aldatmış olur!.
İşte bu dahi, o kişilerin işine yarar.
O zevâtın giyinişi, hayat şartlarına intibakı, ortamları, hep, onların
veli kişi olmadıkları zannını verir insanlara.... Çünkü, onların kendilerini
bildirmeye göstermeye ihtiyaçları yoktur ki!.
Onlardan pek çoğu, kader sırrına vâkıf olmuşlardır!. Bu sebepledir ki,
etrafla uğraşamazlar. İş bu kader sırrı, nebîlere ancak nübüvvetlerinden bir
süre sonra bildirilir, vazifelerini hakkıyla yapabilmeleri için... Bu
sözlerimizi ehli bilir.
Eğer sen, susuz kaldıysan, onları ara ve bütün örtü ve engellerine
rağmen onları tanımaya çalış... Onların hâlleriyle hâllen; ki, Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanma yolu açılsın!.
Onlar “Ferdiyet” sahipleridir!.
Onların sadece Efendileri ve Rableri vardır. Aralarına kimse giremez.
Birbirlerini tanırlar onlar, bazen buluşur konuşurlar... Ama bilirler ki hepsi
de tek bir gerçektendirler.
hf
HAKİKATİNİ DEĞERLENDİREBİLEN…
Budala mı?...
Benliğini gösterme çabasında olan!.
İlim mi?...
Özündeki mükemmeliyet!.
Akıllı mı?...
Hakikatini değerlendirebilen!.
hf
GERÇEĞİ BİLEN KİŞİ İÇİN
Gerçeği bilen kişi için yaradılmışlar arasında katiyyen tefrik yoktur.
Her varolan, özel bir değerdir!.
hf
GERÇEK KATINDA…
Gerçek katında, ne hayır vardır, ne de
şer!..
hf
“CENNET EHLİ CENNETLE,
AZAP EHLİ ATEŞLE MEŞGULDÜR…
SEN İSE “BEN”İMLE MEŞGUL OL!”
Gerek cennet ve gerekse cehennemin bâtını esmâ âlemi, zâhiri ise ef'âl
âlemidir. Ve bir diğer yönü itibariyle de melekût âlemidir!
Cennete nazar edenin hedefi, cennet nimetleri ve dolayısıyla fiiller perdesidir.
Cehenneme nazar eden de elbette ki idrâk ettiği ölçüde cehennem ve o
ortamın getireceği azaplardan korkar!. Ve bu korkuyla da bir takım yararlı
çalışmalar yapmak mecburiyetini duyar; meşgalesi cehennem korkusu olur.
Bu duruma Râbiatül Adeviyye merhumun
şu sözü de bir derece açıklık getirir:
"Allah’ım, cehennem
korkusuyla sana kulluk ediyorsam, cehennemine at beni. Ama yalnızca seni
sevdiğim için, senin için kulluk ediyorsam, vuslatına erdir beni!."
Nitekim bu konuda Yûnus Emre
merhumun da şu dörtlüyü söylediği kitaplarda meşhurdur:
"Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle bir kaç hûri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni!."
Ehlullah daima Allah talebi
üzerinde durmuş, cennet veya cehennem konusunun hakikat tâlipleri için en büyük perde olacağı üzerinde ittifak
etmişlerdir.
Zirâ kişi ister cennet nimetleriyle meşgul olsun, ister cehennemde azâb
verecek hususlar üzerinde durarak kafasını bunlarla meşgul etsin. Her hâlûkârda
bu işin hakikatından perdelenmektedir.
Nitekim işte bu yüzden denmektedir ki:
"Yâ Gavs, Cennet ehli
Cennetle meşguldür; azâb ehli ateşle meşguldür!. Sen ise "BEN"imle
meşgul ol!."(*)
Cennet ehli, daima cennetin sayısız nimetlerini düşünerek, onları ne
şekilde elde edebileceğinin hesabı içindedir. Bu yüzden de kafası hep cennet ve
cehennemle ilgili fiillerle meşguldür. O nimetlerin sahibi kendilerini ancak
ikinci derecede ilgilendirir.
Oysa, bu durumları dolayısıyla, öyle büyük bir nimeti elden
kaçırmaktadırlar ki bunun lisan ile târifi mümkün değildir.
Zîrâ, “Hakikat”e ermenin, Allah'ı
"öz"ünde bulmanın
getireceği öylesine sonsuz ve büyük bir nimet söz konusudur ki, yaşayamayana
bunu dil ile anlatmak mümkün olmaz.
Diğer taraftan, cehennem ehli dahi, içinde bulundukları ortamın
şartlarından dolayı öylesine sıkıntılarla karşı karşıya içiçedirler ki ızdırabı
çekmeyene izah mümkün olmaz. Dolayısıyla, onların da artık o halde ve ortamda Allah ile meşgul olmaları, Allah'ı tanımaya fırsat bulmaları bahis
konusu olmaz.
Ve böylece, her iki gurup da kendi içinde bulundukları hallerle yoğrulur
giderler.
Cennet nimetlerinin bile Allah'a
perde olması yüzündendir ki,
"-Yâ Gavs, Cennet ehlinden
bazı kullarım, nimetlerimden sığınırlar bana; Cehennem ehlinin azâbdan bana
sığınmaları gibi!”
hf
AZAP-NİMET KAVRAMI İÇİNDE YÜZEN
BİRİ
ZATEN “ÖZ” KAVRAMINDAN HENÜZ
NASİBİNİ ALAMAMIŞTIR
"Öz"e ermeyi
veya "ÖZ"ün ne olduğunu anlamış biri azâb-nimet gibi kavramlarla
uğraşmaz!.
Azap-nimet kavramı
içinde yüzen biri de, zaten "ÖZ"
kavramından henüz nasibini alamamıştır... Onun için, önce olayın ne
olduğunu kavramalıyız!.
hf
HAKİKAT
EHLİNİN CENNETİ
Cennet ehli aslında birkaç sınıftır;
Ef'âl cenneti, esmâ cenneti, sıfat cenneti ve zât cenneti olmak üzere
dört cennetin mevcûdiyetinden sözedilir.
Ancak bu dört cennet birbirinden ayrı dört mekân şeklinde olmayıp, boyutsal tasniftir!
Herkese bir dünya düşecek şekilde galaktik boyutlarda bir cennet
sözkonusudur.
Nitekim bu duruma bir hadîs-i şerîfte şöyle işaret edilmektedir:
"Cennete en son girecek
kişiye, bu dünyanızın on misli büyüklüğünde bir dünya verilir ve orada dilediğini
iste denilir!"
Kısacası cennet ortamına gidecek her kişiye, üzerinde yaşadığımız bu
dünyanın çok sayıda büyüğü birer dünya düşecektir! Ve bu insanlar, o
yıldızlarda ya da boyutlarda; dünyada kendini tanıyabildiği nisbette, kendisine
zevk verecek şeyler arasında yaşamına devam edecektir.
Herkes, ortak olarak ef'âl
cenneti hâlini yaşıyacaktır. Esmâ
cenneti ise bedenî değil, düşünsel zevkler cennetidir. Ki, dünya hayatı
sırasında bu şekilde yaşamaya başlamış kişilere has bir yaşam şeklidir. Sıfat cenneti ise bunun da üstündeki
bir boyut olarak, kendi hakikatine ârif
olarak yaşamış, hakikat ehlinin duyacağı zevklerin cennetidir.
Nihâyet Zât cenneti ise,
dünya hayatında iken zât tecellîsine
nail kılınmış kişilerin yaşayabileceği bir cennet hâlîdir!
İlâhî sıfatlarla dünyada iken tahakkuk
edenlerin yaşadığı cennet hâli "A'râf"
ehlinin yaşadığı cennet hâli; sıfat
mertebesinde irfan sahibi olup da dünyada tahakkuk edememiş kişilerin, orada bu sıfatlarla tahakkuk ettikleri
cennet de "kesîb" olarak
tanıtılmaktadır. Abdülkerim Ceylî
hazretleri tarafından İNSAN-I KÂMİL
isimli eserde.
hf
GERÇEK GÜZELDİR, AMA…
Gerçek güzeldir; ama her güzel gelen,
gerçek değildir.
hf
TAKLİD İLE “HAKİKAT”E VARILMAZ!
Gerçeği idrâk ederek, "İnsan"lık
ve "halife"lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu
âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve
TAKLİDLE “HAKİKAT”E varılmaz!.
hf
“HAKİKAT”E
LÂFLA , KELİMEYLE, KURU
BİLGİYLE
ERİLMEZ!
Şunıu bilelim ki...
“Hakikat”a lâfla, kelimeyle, kuru bilgiyle erilmez!
Siz İstanbul’u görmek, İstanbul’a ermek istiyorsanız; veya Kâbe’ye
gitmek, Kâbe’nin Hüviyetine ermek istiyorsanız, o yolda yürümek, o yolda
mesafe almak, mesafeleri katetmek zorundasınız!
“Hakikat”a da ermek istiyorsanız o Hakikatin de gerektirdiği çalışmaları
yapmak zorundasınız!
“Ben namaz kılmıyorum... Ben oruç tutmuyorum... Ben Hac’ca gitmiyorum...
Ama ben Hakikati biliyorum...”
........!!!
Bu bilgileri bantlar da kaydeder!.
Bu görüntülü bant da kaydediyor.. Ama bu banda bu bilginin bir yararı yok!
Beyin bir bant değildir!
Beyin, bir video bant değildir!.
Beyin, bu aldığı verileri gereği gibi değerlendirip; onun neticesini
yaşayabilme özelliğine de sahiptir!.
hf
“Hakikat”, bu çalışmaları yapmak suretiyle kişinin o
çalışmaların neticesine ermesi; yani “Allah’a ermesi”!.
hf
YALNIZCA ÂFÂKÎ SEYİRLE
“HAKİKAT” YAŞANMAZ
Deccal, âfâki boyuttan seyirle hakikatına vâkıf olmuş, bu yüzden de
kendisinde açığa çıkan kudret sıfatı desteğiyle de insanları kendine tapmaya
davet etmiştir.
İnsan, hakikatını yalnızca âfâktan alırsa; enfüste seyrini tamamlayamaz
ise, onda da deccalleşme tehlikesi baş gösterir!
hf
İNSANLARIN
GERÇEĞE ULAŞAMAMASININ SEBEBİ
İnsanlar içinde her devirde gerçeğe yönelenler ve onu bulabilenler
çıkmıştır. Bazen de gerçeğe yaklaşıp, o gerçeğe erişemeden ömrü tükenenler
olmuştur!.
İnsanlar, gerçekleri şartlanmaları ışığında değerlendirme yoluna
gittikleri için yollarını sapıtmışlar ve çeşitli varsayım bataklıklarında
ömürlerini hebâ edip gitmişlerdir!.
hf
DAVRANIŞLARIN NELER OLMALIDIR
Fiilin ne düzeyde olacak?
Yaşamının geriye kalan süresi
içinde fiillerin neler olacak?
1-Hakk’ı tavsiye edeceksin.
2-İlâhi emirlere uymadaki güçlüklere karşı sabrı tavsiye edeceksin.
3-Ya, hayır söyleyeceksin ya susacaksın!
4-Ya öğrenci olarak dinleyeceksin, ya öğretici olarak konuşacaksın,
veyahut ta bu ikisi arasındakini dinleyici olarak bulunacaksın.
5-Hakk'a ters düşen bir kelâmı duyduğun zaman, ya onu reddedecek ve
doğrusunu açıklayacaksın veyahut da oradan kalkıp gideceksin!.
Sırasıyla şimdi bunları
açıklayalım:
HAKK’I TAVSİYE EDECEKSİN:
Karşındakiyle konuştuğun zaman,
karşındakine hitap ettiğin zaman, onun anlayış seviyesi neyse, onun bir
üstündeki seviyeden olmak üzere ona hakkı tavsiye edeceksin. Olaya karşındaki
hangi seviyeden bakıyorsa, sen ona karşı, onun bulunduğu seviyenin bir üstünden
Hakk’ı tavsiye edeceksin. Onun hareketlerinin çıktığı seviyeyi muhakkak ki
göreceksin!. Gördüğün anda onu, ya tabiatını terk yolunda; ya benliğini terk
yolunda, ilâhi emirlere sarılması yolunda, onun düzeyine göre, muhakkak ona
yapması gereken şeyi tavsiye edeceksin.
Sen tavsiye ettin bunu o seni
dinlemek istemiyor, istemeyebilir. O zaman oradan çekip gideceksin.
SABRI TAVSİYE EDECEKSİN:
Elbetteki ilâhi emirlere
uymanın nefse ağır geldiğini, varlığına ağır geleceğini, tabiatına ağır
düşeceğini onu zorlayacağını ve bütün bunlara sabretmek gerektiğini; bunlara
sabredilmedikçe bu mücahedelerin netice vermeyeceğini; ve onun âkibetini kendi
elleriyle kendine hazırladığını, ona idrâk ettirip anlatmaya çalışacaksın.
Dinlemiyorsa, zaten sana ait
bir şey yok!.
YA HAYIR SÖYLE YA SUS:
Ona ebediyet yolunda hayırlı
olanı anlat. Sorularını cevaplandır. Ve bu istikamete getirebileceksen, bunu
dinleyecek hale getirebileceksen, nasıl anlıyorsa öylece gerçekleri anlat.
Neticede onu idrâk noktasına getireceksin.
Ama bu noktaya getirme durumun
sözkonusu değilse yaklaşımın onu över biçimde olmasın. Zira ona hayr değil,
iyilik değil, şerde bulunmuş olursun.
hf
“HAKİKAT”İ KAVRAYAMAMIŞ OLSANIZ BİLE
BERABER OLDUKLARINIZIN HAKKINI
VERMEKTEN ASLA GERİ KALMAYINIZ!
İnsanın inandığı,
yaşadıklarıdır... Herkes, inancının sonuçlarını yaşar!
Aptal, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir; akıllı, karşısındakinin davranışlarıyla
onu değerlendirir!.
Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayâlindekinin peşinde koşan, sonuçta hem
elindekini yitirir hem de hayâlindekini!.
İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür
tüketenlerin değil, onu yaşayanların hâlidir!.
Ailesinde huzuru olmayanın Allah’la da huzur olmaz!.
Karşısında veya çevresinde
bulunanların hakikatini göremeyerek onları değerlendiremeyenlerin gece
hayâlleri, kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez!.
İbadetlerinizi yapınız; ama beraber olduklarınızın hakkını vermekten
asla geri kalmayınız; eğer gerçeği yaşamak istiyorsanız!.
Velev ki henüz Hakikati
kavrayamamış olsanız bile!.
hf
“İSLÂM DİNİ” İLE TANIŞIP
“HAKİKAT”E ERMEK
VE GÜDÜLEN OLMAKTAN KURTULMAK
İÇİN…
“İslâm Dini”, Allah indindeki zamanüstü evrensel SİSTEM ve DÜZEN'dir!..
Allah, yaratmış olduğu bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, Rasûlü
diliyle insanlığa açıklamıştır.. Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından
öte, ebedî ve ezelî gerçekleri farkederek; hem hakikatları olan Allah'ı
tanımaları; hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan Allah'a ait özelliklerle
geleceklerini, ebedî hayatlarını inşâ etmeleridir..
“Müslüman”, peygamberin bildirdiklerine anladığı kadarıyla
uyandır!
“Müslümanlık”, Allah
Rasûlü’nün bildirdiklerini kendi
kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür!.
Buna, bütün müslümanlar dahildir. Her birimiz, görgümüz, kültürümüz,
yetişme ortamımız, kabiliyet ve istidadımız; bizim yetişmemizde rol oynayan
insanların kapasiteleri ve nihayet yetiştiğimiz ortamın toplumsal şartlanmaları
ile değer yargıları sonucunda kişisel yorumlarda bulunuruz “DİN”
hakkında; ki bu da müslümanlığı oluşturur..
“İslâm Dini” göresel, yani izafî, relâtif yani algılayana göre
değişken değildir!.. Mutlaktır, kesindir, değişmezdir!. “Sünnetullah” da
denir bu “SİSTEM ve DÜZEN”e Kur'ân-ı Kerîm’de..
Hangi mertebedeki kim
olursa olsun herkes, bu “Sistem”den algılayabildiği kadarını kavrar!..
Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veri tabanlarındaki bilince
kadar, her şey bu “sistem” içinde yer alır ve görev yapar!. Genden
galaksiye ulaşan bir zincir içinde insan kopuk tek başına bir halka değildir
elbette akıl sahiplerince!. Basireti açıklarca!.. Materyalist zihniyetten
kurtulmuş bilimsel altyapılı kişilerce...
Ne çare ki “müslümanlık
dini” içinde doğup büyümekte; ve bu kozanın dışında bir de “İSLÂM
DİNİ” olduğunu farketmemektedir müslümanların çok büyük çoğunluğu!.. Sonra
da sorulmaktadır;
-Kur'ân bu kadar yüce
bir kitapsa, niçin müslümanlar dünyada geri kalmış toplumları oluşturmaktadır?
“İslâm Dini” yerine; kapsamı fevkâlâde daraltılmış ve bir kozaya
dönüşmüş, yalnızca şekil ve “tapınma
dini” diye anlaşılmış, göktanrıdan umut beklenen “müslümanlık
dini” ile daha nereye varılabilirdi ki?..
ALLAH Kitabını okumak yerine, tavuğun suyun suyunun suyunun suyu
mâhiyetinde bile olmayan; sayısız hurafe, safsata ve mantıksızlıkları din
niyetine kabul anlamına gelen hikayeleri, din esasları sanarak nereye
ulaşılabilir ki?
Bir yol önderinin
kitaplarını, belki de hiç anlamadan okuyup, tekrar etmekle “müslümanlık
dini” kozasını delip asla “İslâm Dini”ne ulaşamazsınız!.
Herkesten fikir alıp,
kendi anlayışınızı kendiniz oluşturmak zorundasınız; çünkü tek başınıza ve
kendi hesabınızı sadece kendiniz vermek suretiyle âhırete geçeceksiniz!
Sadece kendi yolunun
kitaplarını okutup; başkalarınınkini yasaklayanlar, “İslam Dini”nin yol
kesicileridir; “müslümanlık dini”nin efendileri gibi gözükse de!
İmam-ı Gazalî'den Şahı
Nakşıbend'e, Abdulkadir Geylanî'den Hacı Bektaşı Velî'ye, Mevlâna'dan Saidi
Nursi'ye kadar önde gelen ne
kadar düşünür ve hâl ehli varsa hepsini okuyup; onların teker teker “İslâm
Dini”ni nasıl anladıklarını görüp, bundan sonra da kendi anlayışınızı
kendiniz binâ etmek zorundasınız; taklitçilikten, güdülen olmaktan kurtulmak, “İslâm
Dini” ile tanışıp “Hakikat”a ermek için!.
İnsanların ve
müslümanların, “İslâm Dini”ni maddeci bakış açısından arınmış
olarak yeniden değerlendirmekten başka kurtuluş yolu yoktur!.
hf
HAKİKATE ERMİŞLERİN İNDİNDE
KİŞİNİN DEĞERİ
Hakikate ermişlerin
indinde kişinin değeri, yaradanına yönelişi ve yakınlığı kadardır. Öyle ise
yönelişin, gerçeğe- aslına- Rabbine olsun!.
hf
KENDİ “HAKİKATİ”Nİ
“ALLAH” AYNASINDA SEYREDEMEYENLER!
Kimi "insan", “Allah" için yaşadı ;
"fiysebilillah"!..
Kimi de yaşadı; dişiyse, mutfakla yatak arasında ya da
erkekse dükkânla yatak arasında!.
"İnsan" dışında kalan mahlûkat da yiyip
içmek, çiftleşmek, üremek, gördüğü güzele sahip olmak ve yalnızca bunlar
için!...
Ya da iniyle orman; ağılla otlak arasında!.
Rasûlullah,
"İnsan" olana geldi ve tebliğ etti kendindekini ona!...
Yaşasın diye ne için yaratıldıysa...
Kimi içinde denildi ki, "onlar hayvan sürüsü
gibidirler belki de daha aşağı"!.
Kimleri böyle tanımladı Kur'ân?
"Halife" olarak yaratılmış olmanın idrâkı
içinde olmayarak yalnızca dünya nimet ve zevkleri için yaşayanları...
"Allah" aynasında kendi
hakikatini seyredemeyenleri!...
Onlar yalnızca beden olarak kabullendiler kendilerini ve
bedene dönük zevkler için çalışıp yaşamayı edindiler gaye kendilerine!.
Onlar yalnızca dünya süsü oldular, gül gibi, karanfil
gibi; yılan gibi çıyan gibi; dağ gibi taş gibi!...
Nuh aleyhisselâma bu yüzden dendi, "o senin
sulbündendir, ama oğlun değildir"! diye...
"İnsan" olanlar bir nesildir, "Allah"ı
tanıma ateşiyle yanan ve beynini buna çalıştıran....
Diğer mahlûkat bir nesildir, hayvan sınıfının tekâmül
etmişi ve son sıradaki akıllı hayvan!.
Bak kendine hangisindensin?...
"Allah"ı tanımak, aynasında
kendini seyretmek için yananlardan mısın?...
Yaşamında tek amacın bu mu?
Beynini buna dönük mü çalıştırıyorsun çoklukla?
Amacın bunu gerçekleştirmek için yaşamak mı?...
Yoksa, dünyalık havuç peşinde koşup; Cehennem ateşinden
kurtulup, Cennet yeşilliği için bir şeyler yapıp; kendini bir koltuğa oturtmak
mı tıpkı bütün mahlûkatta olduğu gibi?...
Sen bilirsin kendini.. Dışında altın sırma kaftan olup,
içinde yün kaşağı fanila mı var;
Lüks görüntüsünde, tek odanda mı yaşıyorsun; yoksa
giydiğin pılı-pırtıdan kurtulup, altın sırma elbiseler, lüks yatlarda yaşama
hayâli içinde misin?
Gününün ne kadarı "Allah" ahlâkı ve bakışı,
ve değerlendirmesi ile geçiyor; gününün ne kadarında, "Allah"
aynasında kendini seyrediyorsun?
Gününün ne kadarında, dünyada bırakıp gideceğin şeyler
için, beynini tüketiyorsun?
Bu nasıl idrâktır ki, dünya yaşamının birkaç saniye
olduğunu bilirsin de âhiretin milyarlarca sürecek boyutuna göre ve yalnızca
burada edindiğin sermaye ile orada yaşayacağına; ona göre yaşamazsın?
Tehlikeyi hissettiğin zaman,
paranı–malını-canını-yakınlarını başka diyarlara taşımayı düşünürsün de,
sonunda, dünyada bırakıp belki de bir daha hiç göremeyeceğin halde; nasıl olur
da bunları ebedi yaşam boyutuna transfer etmeyi düşünmezsin?...
Evet, Rasûlullah, açıkladığı hakikati anlayıp
yaşayamayanların ebedi olarak Cehennem boyutunda kalacaklarını, açıklıyor...
Hem de Cehennem boyutu için yaratılanların oranlarını şu misâlle açıklayarak:
“Bir siyah öküzün üstündeki kıllar kadar”
Bunlardan kendini Cehennem boyutundan kurtarabileceklerin
oranını da şöyle vurguluyor:
“Bir avuç ayası kadar yerdeki beyaz tüylerin oranı”
Kimsin?... Gerçek dostların kim?...
Kimler Cehennem boyutu dostların; kimler Cennet boyutu
dostların?...
Kimlerle hangi konuları paylaşıyorsun?
Paylaştığın konulardan da anlamıyor musun onların hangi
boyut için varolduklarını?...
Dünyalık için yardımcı olduğun teşvik ettiğin insanlara, Cennet
boyutu için ne kadar yardımcı oluyorsun?...
Dünyalık için bin türlü akıl öğretirken, Cennet boyutu
için “bir kere konuşup kimseyi zorlamam “diyerek nasıl bırakırsın?...
Dünyalık çalışmıyor diye bin kere kafasına kakmak varken;
Cennet boyutu yaşamaları için niye beş kere uyarmayı göze alamıyorsun?...
Alırsan kaybın neler olacak?... Bu kayıp ne kadar ve
nereye kadar sürecek?...
Dünya için çalışmayan neler kaybedecek ve
nereye kadar?...
Cennet boyutu için gerekenleri yapmayan neler
kaybedecek ve nereye kadar?...
“Dosttan Dosta” kitabından uzun yıllar önce
yazılmış bir söz:
“Kişinin teşvikine bak, ne için yaratılmış olduğunu anla!.
Dostlar bugün varız, belki de bir daha hiç bir araya
gelemeyeceklerimiz var...
Lûtfen şunu çok iyi anlamaya çalışın...
Ya da ben anlatamıyorsam daha iyi ve anladığınız gibi
anlatan birini bulun... size anlatsın...
Bir daha dünyaya geri gelme şansınız yok!...
Geçen, boşa harcadığınız zamanı da telâfi etme şansınız
yok!.
Bugün çevrenizde olan herkesi burada bırakıp tek başınıza
yolculuğa çıkacaksınız; size en yakın olan eşinizi bile yan yastıkta bırakıp
kendi rüyanıza, kendi dünyanıza daldığınız, gibi!...
Beyninize, ruhunuza yüklediklerinizle baş başa olarak,
yalnızca!...
Eşimin benden gizli saklı hiç bir şeyi yoktur!.
Benim de kaldırabileceği hakikatlar için de öyle!.
Ama buna rağmen, rüyamız ayrı; bazen bazı noktalarda
kesişse bile!...
Peki, ideali ayrı, dünyası ayrı, rüyası ayrı insanlarla
yaşamak uğruna "Allah"ı yitirip; ebeden, bir insan öncesi
mahlûk gibi yaşamayı kabullenmek niye?
Bir başağrısı düşünme yetinizi ortadan kaldırırken; yıllar
ve alışkanlıklar beyninizi parça parça mahvedip tüketirken; beyninizin kalan ne
kadarlık kullanılır kısmıyla ve önünüzdeki ne kadarlık bir zaman içinde "Allah"ı
tanıyıp, "ayna"sında kendinizi seyretmeyi düşünüyorsunuz?
Ne zamana kadar, Deccal süsü olan ve sizin dünya ile
oyalanmanıza yol açan oyuncaklar ile zamanınızı boşa harcayacaksınız?.
Alın bir Kur’ân meâlini ve bu idrâk ile tekrar
baştan sona okuyun bakalım; neler diyor, Allah ‘ın sizin için daha hayırlı
olması konusunda, dünya süslerinin sizlere neler kaybettirmekte olduğu
konusunda...
Evet dostlar ben demiyorum ki, dünya için çalışmayı
bırakın..
Din, siyaset ve dünya saltanatı için gelmemiştir...
Din insana, geleceğini kurtarması, Hakikatini tanıması,
"halife"liğini yaşaması için; "Allah ahlâkıyla ahlâklanmış
olarak" yaşaması için gelmiştir...
Öyle ise bu gerçek doğrultusunu benimsedik mi, yoksa bu
hobiyle dünyamızı daha zevkli hâle mi getiriyoruz?
Lûtfen bunun cevabını, yatınca gözümüzü kapadıktan sonra
gerçekçi bir şekilde düşünelim...
Dönüşü olmayan bir yolda hızla ilerliyoruz zira...
hf
GERÇEĞE GÖRE YARGILAMA
Gerçeğe göre değerlendirme
yalnızca Allah’a aittir. Allah Rasûlü’ne göre dahi değil!.
Allah Rasûlü’ne göre olsa, kendine göre hüküm verirdi.. O, daima âyet
beklemiştir, her hangi bir konuda konuşmak için!.
Bu da gösterir ki; gerçek yargılama, değerlendirme, hüküm verme yalnızca
Allah’a aittir!.
hf
HAKK’I İNKÂR
GERÇEĞİ FARK EDEMEYİŞİN SEBEBİ
"Çok"tan "TEK"e
bakanlar, asla gerçeği farkedemeyecekler!..
Körlüğün sebebi de bu bakıştır!..
hf
GERÇEKTEN SAPTIRAN ŞEY
Seni gerçekten saptıran şey, senin dışında değil; düşüncendedir!.
hf
HENÜZ GERÇEĞE ERİŞMEMİŞ OLANLAR
Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş olanlar’’dır.
hf
HAKİKATİNİN HAKKINI VERMEYEN
"’Â’mâ", gösterildiği halde
gerçeği değerlendiremeyendir!.
hf
"Câhil", Hakikatini bilmeyen ve dolayısıyla da
hakikatının hakkını vermeyendir!
hf
“HAKİKATİ”Nİ BİLMEYENİN
DAVRANIŞI
‘’Günah’’, Hakikatını
bilmeyenin davranışlarının adıdır.
hf
“HAKİKATİ”NEDİR!
İman eden kendine
etmiştir!.
Küfr eden kendine
etmektedir!.
İman da gaybına,
hakikatinedir!
Küfr (inkâr, gerçeği
örtmek)de gaybına, hakikatinedir!
Çünkü, “Hakikat”
mertebesinde (boyutunda) var olan, yalnızca O’nun sıfat ve isimlerinin
işâret ettiği anlamlardır!.
hf
HAKK’IN YÜZÜNDEKİ PERDE
Hak'kın yüzündeki perde, zanna ve şartlanmalara dayanan hükümlerinizdir.
hf
Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve
bilgisizliktir!.
hf
"Zan"ınızdan geçip, onu terketmedikçe, seyredemezsiniz.
hf
GERÇEKLER NİÇİN ÖRTÜLÜR?
Gerçekleri, ya onlardan bîhaber olanlar örter, farkında olmaksızın;
yahut da, o gerçekleri anlayıp idrâk edemeyenlerin, o gerçeklere dil uzatmasını
istemeyenler.
Bu sebep iledir ki, birçok idrâk ehli, gerçeklerin gizli kalmasını,
açıklanmamasını tercih etmişlerdir.
hf
ÇOKLUĞU İNKÂR,
HAKK’I İNKÂR OLUR. ..
TEKLİĞİ İNKÂR,
YİNE HAKK’I İNKÂR OLUR!
”Vech!”
“Vech”den murad, birimin birimiyeti
değildir!.. Nitekim âyette;
“NE YANA DÖNERSEN ALLAH’IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN” (2/115)
diyor!.. ”Vecihlerini”görürsün demiyor....
Yani, yüzlerini görürsün demiyor; “Allah’ın yüzünü” görürsün
diyor!..
Senin ayrı ayrı varlıklar görmene sebep gözündeki
yetersizlik demedik mi?..
Gözündeki yetersizliği, şuur kemâliyle eğer
kaldırırsan, idrâkına giren sahada, yani basiretinde varlıkların çokluğu
yoktur! Gözde, çokluk vardır!. Dolayısıyla basiretinde, Allah’ın
“vechinden” başka bir şey yoktur!.. Yani Allah’ın çeşitli isimlerinin
mânâları… Çeşitli isimlerin mânâları, aslında tek mânâdır, burayı iyi
anlayalım!
Bütün isimlerle kastedilen mânâlar ayrı ayrı
mânâlar olmayıp, tek bir mânâdır.. Tek bir mânâ, değişik isimlerle, değişik
mânâlar varmış şeklinde çoğaltılmaktadır!..
Aslında, bütün isimlerin müsemmâsı tek bir
varlıktır!.. Tek bir varlıkta tek bir mânâdır!.. Değişik mânâlar, değişik
isimlerle varolmaktadır.. Dolayısıyla sen, hangi mânâ yönünden ele alsan, o tek
varlığı ele almış, tek kaynağı ele almış olursun ki; işte çokluk-teklik
noktası bu ince noktada birleşmektedir. Burada tek, çok olmaktadır!.
Yani, çokluk, isimlerde meydana gelmektedir.
Aslında mânâlar yok, tek bir mânâ yapı var!.. O tek mânâ, değişik yönler
itibariyle ele alındığı için, değişik mânâlar varmış gibi bir husus ortaya
çıkıyor. Yani mânâlar îtibârîdir.. İzâfidir...
Aslında bir mânâ yapı vardır.
Bütün mânâlar tek bir Ruh’ta mevcuttur!..Tek bir
ruh vardır!...
Bu tek ruh, değişik özellikleri veya değişik
kâbiliyetleri veya değişik ortaya koyabileceği şeyler dolayısıyla, ayrı ayrı
varlıklarmış gibi mütalâa edilmektedir. Halbuki mânâ yapı tek, varlık da tek!..
Bu tek olan varlık, değişik oluşlar meydana getiriyor... TEK’ten çok
özellik sonucu, çok şey seyrediliyor ve çok varlık var, sanılıyor.
Buna misâl yollu şöyle yaklaşalım... Şimdi “Ahmed“ diyoruz.. “Ahmed“ dediğimiz tek
bir varlık değil mi?.. Ahmed’in cömertliği var, Ahmed’in yürekliliği var,
Ahmed’in boynu büküklüğü var... Şimdi cömertlik, cesurluk, düşüncelilik
dediğimiz hep aynı Ahmed’e ait değil mi?.. Evet!.. Peki bu ayrı ayrı mânâlar,
Ahmed’de ayrı ayrı mânâ yapılar olarak mı var?... Yani, bu isimlerin mânâları
ayrı ayrı mânâlar olarak mı var Ahmed’de? Hayır!.. Değişik olarak ortaya
koyduğu fiillere verdiğimiz isimler bunlar!..
Eğer bir olay gördüğü zaman, o olaya arkasını dönüp
gidiyorsa, korkak diyoruz!.. Yani isimler, fiillerden doğuyor! Ahmed’in ortaya
koyduğu mânâ,ortaya koyduğu fiil, bir mânâ ile yorumlanıp, onda bu mânâ da
vardır deniyor...
Eğer ki isimleri kaldırırsan varlık tek olarak
gözükür!.. Varlığın tekliğini müşâhede edersin!.. Eğer isimleri kaldırmaz da;
yâni fiillere nisbetle isim vermede devam edersen, çok mânâlar varmış gibi
gelir; çok isimler varmış gibi olur!
İsimlerin varlığı aslında fiile dayanır!.. Fiil
olmadığı zaman, ismin mânâsının varlığı da kalmaz!..
Allah’ın isimleri olması, varlığın varolmasından sonradır bir başka
anlamda....
Varlık varolmadan evvel yâni fiiller boyutu olmadan
evvel, isim boyutu da yoktu zaten isim boyutu olmadığı gibi o mânâlarda
yoktu!..
Bu mânâlar yoktu sözünü, tasavvufta nasıl ifade
ediyorlar, mânâlar bâtındaydı diyorlar! Kendindeydi, özündeydi!
“Özündeydi”
hükmünü de nereden veriyorsun?...
Fiile dayanarak veriyorsun… Fiil olmayınca, zaten o
mânâ olmayınca mânâ yok hükmündedir. Mânâlar sonradan varolmuştur...
Dolayısıyla; yüz, tek bir yüzdür ve fiil
âleminde eğer basiretinle bakarsan, tek bir yüzü görürsün!.. Ama yüzün tek
olması, fiillerin çokluğu, dolayısıyla da mânâlar çoktur denir... Basirete göre
zaten varlık Tek’tir!..
Ancak basiretinin verdiği teklikle, fiiller
düzeyinin verdiği çok oluş sende aynı anda müşâhede edilmelidir.
Şayet biri diğerine ağır basarsa, mutlaka bir
taraftan Hakk’ı inkâra sapmış olursun!..
Çokluğu inkâr, Hakk’ı inkâr olur!. Tekliği inkâr
yine Hakk’ı inkâr olur!.
Çokluk altındaki varlığı inkâr ettiğin zaman,
çokluk adı altındaki varlık, gene onun varlığıdır!.. Tekliği kabul et, çokluğu
inkâr et, Hakk’ı inkâr edersin!.. Çokluğu kabul et, Tekliği kabul etme, yine
Hakk’kı inkâr etmiş olursun!..
hf
DÜNYADA
HALİFE OLDUĞUNUN İDRÂKINI
VE
YAŞANTISINI ELDE EDEMEYEN,
ÖLÜMDEN
SONRAKİ YAŞAMDA DA ELDE EDEMEZ
Rabbin; "Allah, Âdem`i kendi
sûreti üzere halketti" açıklamasında belirtilen, senin varlığını
meydana getiren "Esmâ-i ilâhi"dir.
Dolayısıyla sen, kendi varlığını, "ben"liğini tanı ki, Rabbi`ni tanımış olasın!
Dolayısıyla da, "Rabbim
Allah`dır" de!... Ve böylece de
ilâhi isimlerin mazharı ve ortaya koyucusu olarak, "Halife" olduğunu anla, idrâk
et, ve gereğini yaşa!
Aksi takdirde sen, "bir ben
var, bir de ötemde tanrı"
anlayışı içinde yaşarsan, Allah`a "şirk"
koşmuş olursun!
Zira bu durumda gerçekte mevcûd olan Allah`ın yanı sıra bir de tanrının varlığını tahayyül etmiş, varsaymış
olursun; ki senin bu hâlin de Din’de, "şirk"
diye ifade edilir...
Ve, böylece de, kendinin "Halife"
oluşundan mahrum ve mahcup bir halde, yani perdeli olarak bu dünyadan geçer
gidersin...
"Kim a`mâ olarak ölürse,
öbür dünyada da, a`mâ olarak haşrolur"
Âyetinde belirtildiği üzere, burada "Halife" olduğunun idrâkını
ve yaşantısını elde edemeyen, orada da elde edemez!
hf
HAKK’IN HAKKINI VERMEK
Hak’kın hakkını, büründüğü sûrete göre
vermelisin.
hf
"KUL HAKKI"
İslâm
toplumu arasında bir “kul hakkı”
sözüdür sürer gider… “Hakkımı aldın”, “hakkım kaldı”. gibisinden sözleri
çeşitli vesilelerle söyler dururuz.
Nedir
bu kul hakkı?..
hf
“KİŞİYE GÜNAH OLARAK
SADECE DİLİ YETER!”
Nice
insanlar vardır. Hayır hasenat yaparlar. Namaz kılarlar, oruç tutarlar. Zekât
verirler. Ve âhırete “dolgun” gittiklerini sanırlar!.. Oysa tamtakır, tamamiyle
müflis yani iflas etmiş bir şekilde oraya varmaktadırlar, bundan hiç haberleri
yoktur.
“KİŞİYE GÜNAH OLARAK
SADECE DİLİ YETER”
Hadîs-i
şerîfinde anlatıldığı üzere, başkalarının dedikodusunu yapması, zan üzere
başkaları hakkında konuşması, iftiralara âlet ve aracı olması yüzünden tüm
sevablarını yani müsbet enerjisini onlara dağıtmaktan başka, bir de onların
günâhlarını yani negatif yüklerini yüklenmiştir; üstelik bunun farkında bile
değildir!..
hf
Niye
Rasûlullah aleyhi's-selâm bu mevzûda
bu kadar şiddetli konuşmuş da şöyle buyurmuştur:
-GIYBET ZİNADAN OTUZ
ALTI DEFA DAHA ŞİDDETLİDİR.
Câbir
ve Ebû Said radıyallahu anh naklediyor
“Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
Gıybetten sakınınız!.
Zira gıybet zinâdan daha şiddetlidir!. Çünkü zinâ eden kimse tevbe eder, Allah
da afveder. Fakat gıybet eden, gıybeti yapılan afvedinceye kadar, afvedilmez!.. (Gazalî-İhya)
hf
ANA BABA
HAKKI
Okunuşu:
Rabbirhamhüma kemâ rabbeyaniy
sağiyra
Anlamı:
Rabbim, anne ve babama, bana
küçücükken gösterdikleri gibi merhamet eyle, rahmetinle sar!.
Bilgi:
İnsan üzerindeki en
büyük hak anne ve baba hakkıdır. Dünyada varoluş vesilesi olan anne -
baba hakkının bir evlâd tarafından ödenebilmesi çok güçtür.
Ama bu âyet-i
kerîmede onlar için yapabileceğimiz dilde çok kolay fakat manâda çok değerli
bir duayı öğretiyor Cenâb-ı Hak bize. Şâyet ana - babamızın hakkını bir nebze
olsun ödeme sorumluluğunu haiz bir vicdanımız varsa, duâlarımızda mutlaka şu
dört kelimeye de yer verelim.
hf
TOPLUM HAKKI
(Soru:
Bire bir olan alışverişlerde hak alıp verme olayını anlayabiliyoruz.. Şöyle ki; birime ait olan borcun karşılığını
pozitif olarak, otomatik olarak veriyoruz!.. Karşıdaki çoğul olduğu zaman,
örneğin; devletten alınan kredinin verilmemesi gibi.. Bu gibi oluşumlarda
sistem nasıl işler... Teşekkürler.)
Toplumun
hakkını mı demek istiyorsun?...
(Evet
Üstadım...)
Topluma
karşı mesûldür...
hf
“HABİR” ESMÂSI
Şey’in varlığıyla kendisinden
haberdar olan.
hf
“HÂDİ”
ESMÂSI
Hidâyet eden; gerçeğe yönlendiren;
gerçeği görmeyi sağlayan.
hf
“HÂFID” ESMÂSI
En değersiz hâle düşüren.
hf
“HAFİZ” ESMÂSI
Koruyan, muhâfaza eden, ayakta tutan.
hf
“HÂL”
Hâl, makama göredir... Makam ise, fıtrata!.
hf
“HAKİM” ESMÂSI
Her fiilinde bir hikmet, bir sebep,
bir gerekçe yatan.
hf
ALLAH’IN BÜTÜN YAPTIKLARI
“HAKÎM” İSMİNİN GEREĞİ OLARAK
BİR HİKMETE DAYALIDIR
VE YERLİ YERİNDEDİR
“TANRI” ve “tanrılık”
kavramının ne olduğunu âcilen çok iyi öğrenmek ve çevremizdeki düşünme
kâbiliyeti olanlara da farkettirmek mecburiyetindeyiz!.
Hazreti Muhammed
aleyhisselâmın, Kur’ân-ı Kerîm’e dayalı bir yolla açıkladığı “ALLAH”
ismiyle işaret edilen varlığı gerçekten anlamak, idrâk etmek istiyorsak;
öncelikle, ötede-yukarıda-dışımızda bir “Tanrı” varsayma düşüncesinden
arınmak zorundayız!..
Bu arınmayı nasıl
gerçekleştireceğiz?…
Allah’ın yaratmış olduğu
içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemi ve onda geçerli olan sistemi okumaya
çalışarak!.
Öncelikle farkedecek ve idrâk edeceğiz ki;
Algılamakta olduğumuz her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi ve kudretiyle
meydana gelmektedir!. O’nun dilemesi
dışında hiç bir birim hiç bir şey dileyemez!. Hakîm olan olan Allah,
her olayı bir hikmetle ve yerli yerinde olarak oluşturmaktadır; biz onu yersiz
veya yanlış olarak nitelendirsek dahi!.
hf
Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir
ayırım sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!..
Mâdem
ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını
seyir için meydana getirmiştir.
Her
an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır.
Öyle
ise, O'nun bütün yaptıkları "Hakîm" isminin gereği olarak bir
hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!..
hf
İLÂHİ İSİMLERİN ZITLARI DAHİ
“HAKİM” İSMİ GEREĞİNCE
BİR HİKMETE DAYALIDIR VE
O HAL DAHİ BİR
KEMÂLDİR
Kusur gören,
Allah`ın "Hakîm" ismini inkâr etmededir!.
Mevcut olan bütün
ilâhi isimlerin mânâlarının zıdları, o isimlerin kemâlâtının müşahede
edilebilmesi için; o isimlerin mânâlarının ortaya çıkmaması sûretiyle meydana
gelir!.. Ve, o hal de, gene “Hakim” isminin gereğince, bir hikmete
dayanmaktadır. Ve o hal dahi bir kemâldir!..
hf
“HAKÎM” İSMİ,
KİŞİDE
OLUŞLARIN
HİKMETİNE ERME KAPASİTESİNİ
GENİŞLETEN VE
HER ŞEYİN NE SEBEPLE
OLUŞTUĞUNU FARK
ETTİREN İSİMDİR
“HAKÎM” ismine gelince...
İnkârın daima kökeninde, idrâk edememe
vardır!. Sebebi hikmetini bilemediğin, anlıyamadığın şeyi inkâr edersin. Oysa,
bilsen o şeyin neden öyle olduğunu, neyin neyi nasıl meydana getirdiğini, ne
yapılırsa, nasıl neyi meydana getireceğini, bütün değerlendirmen bir anda
değişiverir!.
İşte bu isim, kişide oluşların hikmetine
erme kapasitesini genişleten, her şeyin ne sebeple oluştuğunu, neye yönelik
olarak konduğunu farkettiren isimdir.
hf
“SİSTEM”DE OLUŞLAR
ARASINDAKİ
BAĞLANTILARIN KURULUP SENTEZLERİN YAPILABİLMESİ
“HAKİM” İSMİNİN ZİKRİ İLE
MÜMKÜN OLUR
“ALLAH İSİMLERİ” zikri ise, yapınızı meydana getiren isimler terkibi içinde,
belirli isimlerin mânâlarını güçlendirmeye yöneliktir.
Meselâ…
…..
Ya da “HAKÎM” ismini
zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin
olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu
düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı
olarak yer aldığını idrâk edersiniz.
hf
Sistemdeki oluşların
birbirleriyle arasındaki bağlantıları sağlayıp, sentezleri yapabilmesi için,
“HAKİM” ismini veririz.
İşte bizim tavsiye ettiğimiz bütün isimler, böyle komplike bir sistem,
bir bağlantılı sistem sonucudur. Rastgele bir esma zikri değildir. Bunların her
birinin diğerleriyle bağlantısı, sebep-sonuç ilişkileri vardır.
hf
"HAKÎM"
ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin
niçin olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz
olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle
bağlantılı olarak yer aldığını idrâk edersiniz.
Yani, "ALLAH" ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar
sistemindeki gibi, bütün isimleri eşit oranda yükseltirken;
"İSİMLER" zikri ise sadece kendi cinsinden olan terkibinizdeki
mânâyı güçlendirir. Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli gelişmeleri
farkedilir hâle getirir.
İşte bu sebepledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi
arzu edenlere, "İSİMLER" zikri tavsiye ederiz.
hf
Bizim tavsiye
ettiğimiz zikirlerin, herhangi bir tarikat zikri ile alâkası asla yoktur!.
Tarikatsız ya da hangi
tarikattan olursa olsun; kişi bu zikirleri yaptığı zaman, birkaç ay içerisinde
neticelerini görmeye başlar!.
hf
“HÂLİK”
ESMÂSI
Benzeri, örneği olmayan şeyi meydana
getiren. Takdir eden.
hf
"HÂLİK",
Türkçe’deki karşılığıyla "YARATAN" anlamınadır. “Öyle bir
şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan” anlamınadır.
Ama, nasıl, hangi ölçüde, hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada
karşımıza "FÂTIR" çıkar.
hf
“HÂLIK” İSMİNİN MÂNÂSININ AÇIĞA ÇIKIŞIYLA
“O HER AN YENİ BİR
YARATIŞTADIR!” YAŞANIR!
“O, her an yeni bir
yaratıştadır”; hükmü, cennet ehlinde tam anlamıyla yaşanır, hissedilir bir
biçimiyle ortaya çıkar.
Her an yeni bir şeyler üretir,
yaratır. Kendine birçok beden yaratır. Sayısız varlıkları yaratır. Çünkü
kendisinde HÂLİK isminin mânâsı açığa
çıkmaktadır. İşte, bundan dolayı
orada zaman diye bir kavram yoktur.
Ve cennetteki bühl sınıfı değil de, Ârifân sınıfı,
dünyada bazılarının müşahede ettiği olayı orada somut bir şekilde yaşarlar.
hf
“HALİM” ESMASI
Yumuşaklık ve hoş görü sahibi.
hf
"Halim" ismi... Zâlime
hilmle, yumuşaklıkla, hoşgörüyle sakin bir hâl ile cevap verme… Öyle zaman olur
ki, o anda biz, karşımızdaki çok büyük şiddet gösterdiği halde, gayet sâkin ve
rahat bir şekilde kalır ona yumuşaklıkla cevap veririz.
hf
“HALİM” İSMİ
İNSANIN HEM ZÂHİR HEM BÂTIN DÜNYASINI
DÜZENE SOKAR
"HALÎM" ismi insanda, öncelikle
hoşgörü ve yumuşaklık, sâkinlik ve fevrî çıkışları kesme özellikleriyle
tesirini gösterir.
Kişinin manevîyatta gelişmesi için önce hoşgörülü olması ve fevrî, aşırı
ve zamansız çıkışlarını kontrol altına almış olması gerekir!
Çünki bu tür çıkışlar insanın hem zâhir dünyasını mahveder, sinirli,
stresli, bunalımlı bir yaşama çevirir. Hem de bâtın âlemini mahveder, Allah'la
arasına sanki ziftten - katrandan bir perde çeker!
"HALÎM" ismi işte insanın hem zâhir hem de bâtın
dünyasını düzene sokan isimdir. Kişinin olgunlukla hoşgörüyle karşısındakine
açık olmasını sağlar ki bu da onun yeni yeni şeyleri farketmesine vesile olur.
Sinirlilik, stres, fevrî davranışlar bu zikre devamla çok kısa sürede kontrol
altına alınır. İleri aşamada fâilin Hak olduğunu görmeye yol açarak, müşahedeye
imkân sağlar.
hf
ŞİRKTEN ARINMAK, ALLAH’I
BİLMEK,
ÖNCE KİŞİDE ”HALİM“ İSMİNİN
MÂNÂSININ
YAŞANMASIYLA MÜMKÜNDÜR!
Allah’ı bilmede “Alim” ve “Halim” isimlerinin mânâlarının kişiye
açılması çok önemlidir.
Fakat, Allah’ı bilmede “Halim”
isminin rolü, bunların hepsinin üstünde, fevkindedir.
“Halim” ismini biz “hilm” kelimesinden gelen biçimde, “yumuşaklık, hoşgörü,
anlayışlı olma” gibi değerledirebiliriz. Halbuki bu verdiğimiz anlam, beşeriyet
itibariyle böyledir.
Peki Allah’ın ismi “Halim”
olduğuna göre, Allah niye hoşgörülü, yumuşak, “Halim”? Burayı düşünmemiz lâzım…
Yunus’un dediği gibi, “Yaradılmışı
hoşgörürüm, yaratandan ötürü” diyor.
Yaradılmışı hoşgörüyor. Peki Allah niye yartılmışı hoşgörüyor acaba?..
O yaratılmışı yaratan kim?..
Allah…
O’nu öylece yaratan kim?
Gene Allah…
Peki Allah, gereksiz, hatalı, yanlış imâlâtta mı bulunmuş?
Hâşâ…
Hâşâ sözü bana şunu hatırlattı…
“Dedi: Sarhoş musun?
Dedim: Hâşâ! Postu meyhaneye serenlerdenim.”
Böyle bir deyiş var. Bunu hatırlatıyor hâşâ sözü bana.
Allah, hatalı, kusurlu, eksik, yanlış yaratmaz.
Allah’ın her yarattığı tam bir mükemmeldir!.
Mükemmelden de mükemmel olmayan iş sâdır olmaz.
Tam bir mükemmel yarattığına göre Allah, mükemmel olmayan bir şeyin o
varlıktan meydana gelmesi mümkün olmaz.
Öyleyse Allah indinde mükemmel olmayan bir şey mevcut değildir.
Mükemmeliyeti göremiyorsak, bizim “mükemmeliyeti görememe
mükemmeliyeti”yle yaratılmış olmamızdandır o.
Biz çevremizde, karşımızda, yaşamımızda mükemmel olmayan şeyler
görüyorsak, o bizim o mükemmeliyeti görmeme kemâlâtıyla yaratılmış
olmamızdandır.
Allah, sebepsiz, hikmetsiz hiç bir şey yaratmadığına göre, bizimse her
sebebi ve hikmeti göremeyişimize göre, işte bu yüzden, eksik, noksan, kusurlu
görme hali içine düşeriz.
Düşmeliyiz ki bu kesret, bu çokluk âlemi oluşsun.
Ama bu bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.
“Dünya hayatı bir oyun ve
eğlenceden başka bir şey değildir, buna kanmayın!” diyor Kitap’ta.
Oturmuşsun rahat koltuğa, tiyatroyu sahnede seyrederken, oyunu seyret
ama oyunculara kızma.
Çünkü senaryo öyle yazıldı senarist tarafından.
Biliyorsun ki, o oyuncu onu dövüyorsa, tekmeliyorsa, sövüyorsa,
seviyorsa senaryo öyle yazıldığı içindir.
Câhilsen, gâfilsen oyuncuya kızarsın.
Ama biliyorsan, biliyorsun ki o oyuncu rolünün gereğini yapıyor, böyle
bir oyun kurmuşlar; seyredersin.
Bu varlıkta mutlak tasarruf sahibi olan Allah ise, elbette ki dilediği
senaryoyu yazmakta, dilediğine dilediği rolü vermekte, dilediğini dilediği gibi
değerlendirmekte fail-i muhtardır, fail-i hakikidir ve bu anlayışla ben,
Allah’ı anlayıp, değerlendirmezsem, ben çok mükemmel bir müşrik olarak,
mükemmel bir şirk ehli olarak bu dünyadan geçer giderim.
İster rahmet oku ardından
ister okuma hiçbir faydası da yok!.
Şirkten arınmak, Allah’ı
bilmek, önce kişiye “Halim”
mânâsının açılmasıyla mümkündür.
“Halim” isminin mânâsı senin fıtratında yer almış,
programında yer almış, senden açığa çıkıyorsa, her bir birimin Allah’ın O’nu
yaratış amacına göre fiillerde bulunduğunu müşahede edersin. Ve kişiyi suçlama
olayı senden kalkar.
Acaba bende şirk var mı yok
mu?..
Test ediyorum kendimi, test için şu suali
soruyorum:
Olaylardan dolayı, oyunun çeşitli sahnelerinden
dolayı, kişileri suçlama hali, eksik, noksan kusurlu görme hali bende var mı
yok mu?
Eğer buna cevabım,
“Evet bende böyle bir hal var, karşımdakini,
arkadaşımı, iş yaptığım kişiyi, karımı, kocamı, çocuğumu, vesaireyi gerçekten o
fiilinden dolayı suçluyorum, kınıyorum” ise, ben mükemmel bir müşrik olarak şu
anda yaşamıma devam ediyorum.
“Hayır ben kimden ne fiil görürsem göreyim, O’nu
var eden, yaratan Allah böyle dilemiş ve yaratmış diyor ve noktayı koyuyorum.”
ise, o zaman ben mükemmel bir müşrik değil, mükemmel bir müminim.
Dilerim ki Allah, o hal ile
huzuru Rasulullah’ta yer almayı nasip etmiş olsun.
Demek ki, Allah’I bilmek, “Halim“ isminin mânâsının yaşanmasından geçiyor!.
İşte bu sebepledir ki ben bundan sonra Dua ve Zikir kitabındaki zikirlerde de
bir değişiklik yapacağım ve “Mürid“
isminden sonra ikinci isim olarak “Halim“
ismini koyacağım ve herkese de tavsiye ediyorum, Mürid’den sonra en azından
2700 veya 3600 civarında “Halim“ ismini
çekmelerini.
Çünkü beyinde o kapasitenin hazırlanması, onun
anlamının oluşmasına da vesile olur.
hf
HOŞGÖRÜNÜN KAYNAĞI,
“HALİM” İSMİDİR!
“Mürid” isminden sonra,
önündeki engelleri, perdeleri aşabilmesi için gerekli olan hoşgörüyü, yani, her
şeyin yerli yerindeliğini idrâk ettirecek olan “HALÎM” ismini tavsiye
ederiz.
“Halîm” ismi, Allah’ın
her şeyi yerli yerinde yaratmasını kişiye idrâk ettirir. Hoş görünün
kaynağıdır.
hf
KİŞİYE ”HALİM” İSMİ AÇILMAZSA
YAŞAMDA YANLIŞ, HATALI,
KUSURLU ŞEYLER GÖRÜLÜR
"Halim" isminden
mahrum olduğun sürece ‘’tahkik ehli’’ olmaz; taklitle yaşarsın!.
hf
Yaratmış olduğu bu sistem, Allah’ın yaratış amacına
uygun olduğu içindir ki, MUTLAK MÜKEMMEL’dir!
Yani içinde yaşadığımız âlem, sistem, evren, düzen, varediliş amacına uygun
olarak meydana geldiği içindir ki, mutlak mükemmeldir!
Her ne olmuş ise, yaratılmış ise, varedimiş ise o,
varedenin amacına uygun olarak meydana geldiği için MÜKEMMELdir.
Biri diğerine göre değerlendirmekse, yanlıştır! Bu
olaya Hz. İsa, “Sen insan gibi düşünüyorsun, ALLAH gibi değil... Allah gibi düşünmeye
çalış!“ sözüyle işaret etmiştir.
Kişide HALİM isminin mânâsı açılmazsa, Allah'ın bu varlığı
nesneleri birimleri varediş hikmeti farkedilemezse, yaşamda pek çok eksik
yanlış kusurlu hatalı şeyler görülür.
Bu, bize göre değerlendirmeden dolayıdır.
“Bize göre”nin tabanında da, yetiştiğimiz
çevrenin şartlanmaları, ana -baba okul-sülale-yetiştiğin köy kasaba şehir...
her neyse oranın şartlanmaları yatar.
Bu günlerde bir tâbir var…
EVRENSEL
DÜŞÜNMEK!
İnsanın beşeri değer yargılarından, çevresel değer
yargılarından arınabilmesi kurtulabilmesi güçtür. Bu, evrensel düşünmeyi
gerektirir en azından. Yani “yahu ben burada yetiştiğim için bu olaya böyle
bakıyorum ama eğer ben burada değil de filanca ülkede, Çin’de Hint’te
Afrika’da, Güney Amerika’da, Alaska’da dünyaya gelseydim hâlâ böyle düşünüp bu
olayı böyle değerlendirecek miydim? diye o konuyu ele alırsak, alabilirsek işte
o zaman “evrensel düşünme“nin yolu açılır.
Yani ALLAH
GİBİ DÜŞÜNMENİN EŞİĞİ, basamağı, EVRENSEL
DÜŞÜNEBİLMEKtir. Eğer bir insan evrensel düşünemiyorsa, Allah gibi hiç
düşünemez. Allah gibi düşünen zaten doğal olarak da evrensel bakış açısına
sahiptir.
hf
“İNSÂNÎ MÂN”
“HALİFETULLAH”
(ALLAH HALİFESİ)
(TÜM EVRENLERDE ALLAH ADINA SÖZ SAHİBİ)
Halifetullah, “Allah halifesi” demektir ki, eğer böyle
bir birim varsa, tüm evrenlerde Allah adına sözsahibi demektir...
Soru neydi?... Kurân‘a göre diyordu!...
Öyle ise cevap da bir kere Kurân‘a göre diye
başlamalı değil mi?...
Ben Kur’ân‘ın şu âyetinden bu konuda şunu anlıyorum, diye cevaba girmek gerek değil mi?...
Kur’ân insanın ALLAH'ın halifesi olduğunu yazıyor mu HÂFIZ
......?
(Cevap: Kelime kelime o tâbir yok..)
O tâbir olmadığına göre, kimsenin de "Allah'ın
halifeliği"ni öne sürme hakkı yok!...
Çünkü önce burada o sözün geldiği yeri anlamak
durumundayız... Hangi mertebeden gelen bir söz bu?..
“Yeryüzünde halife olarak meydana getirdik” sözü,
hangi mertebenin ifadesi acaba?...
"ALLAH" de ötesini bırak, ise konu...
tamam öyle deyip kapayalım!.
O zaman yukarıda bir tanrı düşünelim; burada da onun
nâmına işleri yürütecek bir kâhya... pardon, bir halife!.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım...
Bir kere "ALLAH" kelimesini değil;"ALLAH”
adıyla işaret edilen cümlesini beyninize kazıyarak düşünmeye
başlayın...
İşaret edilen, NE ve NEREDE?...
Bu takdirde, kendisiyse, zaten halifesi olmaz!...
Kendisi değilse; o zaman NESİ?...
Halifelik sonradan mı oluşuyor; anadan doğma mı?...
Sonradan olma ise, "insanı" lâfzı hangi
şartlardaki kime işaret ediyor?...
Anadan doğma ise, o takdirde bütün insanlar mı halife?...
Kadın-erkek ayırımı olmaması bu hitapta, neyi gösteriyor?...
Yeryüzünde halife ise, bu Âhıret, Cehehennem ve Cennet boyutlarını
da içeriyor mu ?...
Yoksa sadece Dünya (Âyette ARZ) yaşamını mı içine
alıyor?...
Evet bu soruların cevaplarını bekliyorum...?
hf
HALİFE-İ TAM
(“ABDİYYET” SIRRINA ERMİŞ KİŞİ)
(ABDULLAH)
Konuyu dağıtmayalım, fakat Abdullah isminin, "Hilâfet"le çok yakın bir alâkası
var. Çünkü, "Abdiyyet"
sırrı da, "Abdullah" ismi
ile târif edilir ki, "Halife-i
Tam" diyelim...
Esasında, bütün insanlarda bu
özellik var, ama bu "Hilâfet"i
tam hakkıyla yaşayabilme hâli, Abdullah
ismiyle tanınan, Abdiyyet sırrı`na
ermiş kişiye aittir.
hf
EVRENDE HALİFE…
“İNSAN-I KÂMİL”
(KOZMİK BİLİNÇ)
(EVRENSEL ÖZ)
Bugünkü modern bilim
neticesinde oluşan düşünce sisteminin eriştiği gerçek olarak "KOZMİK BİLİNÇ" adıyla
tanımlanan evrensel TEK şuur tasavvuf
çalışmalarıyla asırlardır tanınan "İNSAN-I
KÂMİL"den başka bir şey değildir.
Ne var ki, hakikatın modern
bilimle deşifre edilmesinden önceki dönemde, Evrensel sırlar ve Evrensel gerçek
mecazî, benzetme yollu tanımlamalar ile anlatılmaya çalışılmış ve bundan da
farklı isimlendirmeler doğmuştur.
İşte tasavvufta, "İnsan-ı Kâmil" modern
düşüncede ise "Kozmik Bilinç"
adıyla tanınan Evrensel Öz,
"Allah"ın bütün isimlerinin işaret ettiği mânâların ortaya çıkış
mahallinden başka bir şey değildir.
"Allah" isminin bütün mânâlarının "İnsan"da
zuhûrundan birinci mânâ, Evrende ilâhî isimlerin zuhûrudur. Evren, varoluş
kâbiliyet ve istidat itibariyle Allah'ın
dilediği, takdir ettiği bütün mânâları âşikâre çıkartabilecek durumdadır. Daha
önce yaşamışlar bu durumu; Allah, ilmine
ayna olmak üzere "İnsân-ı
Kâmil"i yaratmıştır; diye târif etmişlerdir.
Dolayısıyla, İnsân-ı Kâmil, "Allah"ın tüm
isimlerinin bizâtihi zuhur mahallidir ki, bu yüzden de, onun
dışında hiç bir zuhur mahalli mevcut olamaz.
Bu itibarla, evrende
algıladığımız her oluş ve onun taşıdığı anlam bir ilâhî ismin ya da isimler
bileşiminin ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
hf
GERÇEK "HALİFE", TEK'TİR...
O DA, RUH-U A'ZÂM'DIR
SEMÂDA
(EVRENDE HER BOYUTTA) DAHİ
HALİFELER VARDIR!
Esasen bütün bu ve
bilemediğimiz sayıdaki tüm evrenlerin, "aknokta"lardan oluşan birer "akyapı" olan "Big
Bang"larla oluşan olayla, bir noktadan çoğalmak sûretiyle meydana
geldiğini anlayabilirsek, gene aynı olayı misâl yollu çözmüş olacağız.
O ilk noktada, son hareket
belirlenmiştir!. Bir hücreden bir filin son hücresinin ve eriştiği son yapının
programlanışı gibi..
Bu sebeple, nasıl kâinattaki
sayısız birimler o tek noktadan meydana gelmişse; ve hepsi de o tek nokta`da
mevcut özelliklerle bağlı ise; bütün âlemlerde görülen mânâlar dahi, ilk nokta
diyeceğimiz Zât`ın ilmi`nden meydana
gelmiştir. Ama, Zât`ın sonsuz-sınırsız ilmine, iradesine ve
kudretine dayalı olarak...
İşte bunu böylece
anlayabilirsek, kader olayını da
çözmüş oluruz...
"Kader" derken olaya basit bakmayalım…
Dünya üzerinde 5-6 milyar
insan... Denizden alınan bir avuç kum!.
"Ben insanı yeryüzünde
halife yarattım" diyor... "İnsan,
yeryüzündeki
halife"dir.
"Semâ"da yani, "evrende
her boyutta" dahi, "halife"ler
mevcuttur!.
Her boyutun yapısal
özelliklerine ve kapasitesine göre "halife"ler
mevcuttur!. Bizim genelde bildiğimiz "Halife"
yeryüzündeki "halife"dir!.
Yeryüzündeki "halife"nin
de haddi, hududu bellidir.
Gerçek "Halife", Tek`dir.
Ve O da, İnsan-ı Kâmil ismi ile
tanıdığımız Ruh-u A`zâm`dır... Veya
bir diğer ifade ile Hakikatı Muhammedi`dir.
Veya ilim yönüyle, Aklı Evvel`dir.
O`nun minyatürizesi, yeryüzünde, Âdem!. Adı bile "Âdem"=Yok!. İsmi var, cisminin varlığı "yok"tan!. Sanki, Anka kuşu gibi... Adı var, kendi yok!.
Zaten algılanan varlık,
hakikatta O`nun varlığı; isimler ile çokluk meydana gelmiş!. İsimler çoğaldıkça, varlıklar çok sanılmış!.
Oysa varlık, gerçekte, Tek bir varlık, "Vahidiyet"i
itibariyle!.
Denizin üzerindeki her bir
dalgaya ayrı bir isim ver, denizde bu kadar varlık var de!. Oysa, hep gene
dalga!. Biri daha büyük, biri daha küçük, biri daha kavisli, biri daha az
kavisli. Ama, sonuçta hepsi de denizin dalgası!.
İşte burada, algılamalar
arasındaki fark ortaya çıkar... Basiretlere göredir bu fark!.
Yukarıdan bakarsan aşağıya, ne
böyle bir fark var, ne de böyle bir kavga…
Azap var, cehennemlikler için..
Allah var, kendi için!
Sonra...
Kendi kendine kalır. Ezel`de de, Ebed`de de Zât`en kendi
kendinedir!.
hf
RASÛLLERİN HALİFELERİ
(Soru: “Davud’u yeryüzünde halife kıldım… İbrahim’i de
insanlara imam yaptım” demekte… M.Arabî, halifeliğin Allah(!)tan değil,
RASÛLLERden geldiğini söylemekte… Buna göre insanlar Rasûllerin
halifeleri midir?..)
........ iyi bir noktaya değindin...
Biz ve pek çok tasavvuf ehli "Halifetullah"
sözünü kullanmıştır ki; köken olarak yanlış değildir...
Ancak...
Muhyiddin-i Arabi'nin bahsettiği Rasûller, meleklerdir...
Kurân‘da yanılmıyorsam, melekler için de “Rasûller”
denilir....
İnsan yokken, yeryüzünde Nebi de olmayacağına göre; ve ilk
insan dahi halife olduğuna göre; burada insan Rasûlleri, anlamak mümkün olamaz
kanaatimce!.
hf
EVRENDE DEĞİL,
“YERYÜZÜNDE HALİFE”…
İnsanın varoluş gayesi hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de şu bilgi vardır:
“Şüphesiz ki ben YERYÜZÜNDE bir
HALİFE meydana getireceğim” (2-30)
Nasıl "yeryüzü halîfesi"
oldu insan; onu da şöyle anlatıyor Kitap:
“Ona bütün isimleri tâlim ettik”
(2-31)
Burada ilk dikkatimizi çeken şey, insanın, “yeryüzünde” -kâinatta=evrende değil,- halîfe oluşudur.
Elbette ki her şey "Allah" ismiyle işaret edilenden
geliyor.... Ve onun yaratmasıyla var olmuştur!.
Ancak, “seni kim doğurdu?”
sorusuna, “beni annem doğurdu” diye cevap veriyorum; “Allah doğurdu”
demiyorum!.
Bunun gibi, Yeryüzündeki halife
olması da insanın dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekli bir konu olarak
karşımıza geliyor sanırım…
Kimin veya neyin, ya da hangi
mertebenin "halifesi"?...
Ne kadar "halife"?...
Herkes mi?... "Halife" olarak yaratılanın "halifelik"
görevini yapmaması mümkün mü?...
hf
Birim insan anlamında
değerlendirirsek aynı cümleyi…
Bütün insanlar, tek tek zât,
sıfat, isimler ve fiiller mertebelerini câmi varlıklardır.
Her insan,
zât-ı itibariyle Zât-ı
ilâhî'ye,
vasıfları itibariyle Sıfat-ı
ilâhî’ye,
özellikleri itibariyle Esmâ-ı
ilâhî’ye
ve nihayet fiilleri itibariyle
de Murad-ı ilâhî’ye aynadır.
Kendini ve aslını ve aradaki
irtibatı idrâk hali, varlıktaki yani yeryüzündeki tüm canlılar arasında sadece
insana hastır.
Ve bu yüzden de insan "Yeryüzündeki Halife"
olmuştur!.
Şuur ya da yeni ifade şekliyle
bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.
Melek ve cin sınıfında âfâka
yani dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme
istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.
İnsanların hepsinin, temel
yapıları, itibariyle sahip oldukları bir kemâlât vardır ki o da beyinleridir.
Esasen beyin kâbiliyeti olarak bütün insanlar, bütün özellikleri ortaya
çıkartabilecek özelliklere sahiptirler...
Ancak, her biri değişik kozmik
tesirlere ya da orijinal ifadesiyle melekî programlamaya mâruz kaldıkları için;
ve de farklı bilgi genetiğine sahip
oldukları için birbirlerinden ayrılırlar. Ama buna rağmen, neticede hepsi de
belirli ilâhî isimler bileşimidirler.
İster İnsan-ı Kâmil, ister
birimsel mânâda insan olsun hepsi de ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olarak vücud
sahibidirler; ki dolayısıyla, Allah
onlardan daha câmi mânâda hiç bir varlıkta zuhûr etmemiştir!.
Âdem’in Âdem olması ve Allah'ın yeryüzündeki
halife olma özelliğini kazanması ancak beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon
geçirmesi ve ondan sonra da bu mutasyonun genetik olarak nesline geçmesi
dolayısıyladır.
Allah, "insan"ı, “Yeryüzünde Halife" olarak yaratmıştır.
Bu Kur`ân-ı Kerîm'de açıklanan kesin gerçektir!.
Acaba biz insan olduğumuza göre
"Halife" oluşumuzun
bilincinde miyiz?
Ne yönümüzle ve ne kadarıyla "ALLAH" adıyla işaret edilen’in
"Halifesi"yiz acaba?.
Yeryüzünde ne kadarıyla "halifesi"yiz, "ALLAH"
ismiyle işaret edilenin?
"Halife" ne demektir?...
Bunun yaşamı nasıl olur?...
Nasıl "Halife" olduğunun
bilincine erer kişi?... "Halife"lik
bilincine eren kişinin yaşamı ve yaşama bakış açısı nasıl olur?...
Herhalde bu türden daha pek çok
soru aklımıza takılabilir..
İşte bu konuya bir miktar
açıklık getirmek amacıyla aşağıdaki bilgi kırıntılarını size takdime
çalışacağım.. Başarılı olursam, elbette ki lûtuf ve inâyet Allah`u Teâlâ’nın
kereminden; hata ve kusurlar da terkibimin kapasitesinin yetersizliğinden!.
Allah kolaylaştıra!.
hf
DÜNYADA DEĞİL…
ARZ’DA HALİFE!
“Semâ” nasıl insanın şuur boyutu ise, “Arz” da
insanın bedenidir!.
“Biz emaneti yerlere ve göklere
arzettik, kabullenmedi; insan kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)
“Emanet” dediği, işte söylüyoruz ya, “bu beden bize emanettir!”...
Ama öbür taraftan da diyor ki
“İnni câilun fil ardı Halife!” (Bakara-30)
“Biz Arz’da halife meydana getirdik” diyor.
Arz’da
halife meydana getirdiği, biz zannnediyoruz ki şu gördüğümüz Dünya adını
verdiğimiz kürede Halife meydana getirdi..
“ARZ’da Halife” meydana getirdi!
Çünkü
Arz’da açığa çıkan kuvveler, Allah’ın sıfatlarıdır!
Allah’ın
HAYAT sıfatı
bu Arz’da bu bedende açığa çıktığı için HAYY isminin mazharı olarak
bütün varlığının her zerresinde hayat var, can var.
Allah’ın
İLİM sıfatının
zuhuru olarak varlığında bilinç ve şuur var... Kalb ehlisin!
Allah’ın
İRADE sıfatının neticesi
olarak MÜRİD ismi
senin varlığında zâhir oluyor ve sen o ilmini kuvveden fiile dönüştürecek
iradeyi zâhir kılıyorsun... O’nun sıfatları ile varlığı algılıyorsun ve
değerlendirmesini yapıyorsun..Yani,
“Fil ardı Halife!”
hf
MELEKLER NİÇİN HALİFE DEĞİLDİR?
Bir kısım melekler, "Subbûh" ve "Kuddûs" isimlerinin mânâlarını
izhar için vardır... Bir kısım melekler, "Cebbâr" ve "Kahhar"
isimlerinin mânâlarını izhar için vardır.
Bunlar gibi sayısız melekler,
yani bizim gözümüzün göremediği sayısız varlıklar, hep, çeşitli isim
bileşimlerinin anlamlarını ortaya koyabilmek, âşikâr edebilmek için vardır.
hf
CİNLER NİÇİN “HALİFE” DEĞİLDİR?
İnsanlardan evvel yeryüzünde
yaşamakta olan "Cin"
adıyla belirtilen veya günümüzde bazılarının tâbiriyle "Uzaylılar" diye bilinen varlıklar dahi, gene belirli
sayıda isimlerin neticesi olarak; sınırlı sayıda ilâhi isimlerin ortaya çıkış
şekli olarak vardırlar; ki bu "kısıtlılık"
dolayısıyla "Hilâfete"
nâil olamamışlar, yeryüzünde "Halife" seçilmemişlerdir.
hf
KENDİNİ, ASLINI
VE ARADAKİ İRTİBATI İDRÂK HÂLİ
YERYÜZÜNDE SADECE “İNSAN”A HASTIR
Ef`al âleminde bulunanların bir
kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.
Kendi hakikatını ve ölümötesi
yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, "hayvansal yaşam"
dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle, bedene dönük fiiller içinde bir yaşam
şeklidir...
Kendileri için hiç bir yarar
düşünmeksizin fiiller ortaya koyan sûretler ise, "Melekler"
diye isimlendirilir. Bunların ortaya koyduğu fiiller, kendilerine dönük değil,
tamamiyle, varlıkta bir şey oluşturmağa yöneliktir...
Hayvansal yaşama, mantıkla
üstünlük getiren; ancak aklı değil, zekâyı esas alan yaşam biçimi, "Cinler"in
yaşamıdır... Kısa süreli olaylar içinde, bireysel menfaatlere dönük davranışlar
ortaya koyarlar.
Nihayet, kendi aslını ve
orijinini kavrayabilme yeteneğine sahip; dolayısıyla, en mükemmel yapıda
meydana getirilmiş olan birim yaratılmıştır; ki o aynı zamanda yeryüzünde
"Hilâfet" vasfına da sahip olan İnsan`dır!.
hf
Bütün insanlar, tek tek zât,
sıfat, isimler ve fiiller mertebelerini câmi varlıklardır.
Her insan, zât-ı itibariyle
Zât-ı ilâhî'ye, vasıfları itibariyle Sıfat-ı ilâhî’ye, özellikleri itibariyle
Esmâ-ı ilâhî’ye ve nihayet fiilleri itibariyle de Murad-ı ilâhî’ye aynadır.
Kendini ve aslını ve aradaki
irtibatı idrâk hali, varlıktaki yani yeryüzündeki tüm canlılar arasında sadece
insana hastır.
Ve bu yüzden de insan "Yeryüzündeki Halife"
olmuştur!.
Şuur ya da yeni ifade şekliyle
bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.
Melek ve cin sınıfında âfâka
yani dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme
istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.
hf
HİLÂFET SIRRI
"HİLÂFET” GÖREVİ
FITRÎ HİLÂFET
İşte bu sebeple Âdem ve O‘nun
nesli olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını
ortaya koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî
Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta
açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm
fıtratı üzere Dünya‘ya getirilmesi”dir
“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”
Yani, “insan”, Allah‘a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah‘ın isimlerinin
mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana
gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu
Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”...
Ama, neticede her insan, İslâm
fıtratı üzere gelir...
İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır... Bilse de
bilmese de, idrâk etse de etmese de,
gereğini yaşasa da yaşayamasa da...
hf
İNSANA YÜKLENEN EMÂNET
Emanet, "Hilâfet"tir!.
hf
“BİZ, EMANETİ
YERLERE VE GÖKLERE ARZETTİK,
KABULLENMEDİ…
İNSAN KABULLENDİ!”
“Arz”, beden’dir!
Kurân’da
geçen “Dünya”
kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI”
anlatır!
“DünyaN”dır!.
Bunun ilmî izahına girmeme
gerek var mı?...
Hiç kimse, hiçbir insan,
Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok
zaten..
Dışardan
gelen çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret
oluşmasıdır, “Dünya”!
Dolayısıyla
hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI
görüyoruz!.
“Semâ” nasıl insanın şuur
boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.
“Biz emâneti yerlere ve göklere
arzettik, kabullenmedi; insan kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)
“Emânet” dediği, işte söylüyoruz ya, “bu
beden bize emanettir!”..
hf
“HİLAFET SIRRI”NI OLUŞTURAN
“ALLAH İSİMLERİ”DİR
“Esmâ-ül Hüsna” diye bilinen Allah’ın İsimleri bizler için son derece
önemli anahtarlardır. Bu anahtarları kullanarak Allah’ı tanıma kapısından içeri
girebiliriz.
İnsanın “HALİFETULLAH”
olması, bu yüce isimlerin mânâlarının kendisinden âşikâr olması dolayısıyladır…
Hattâ daha derinlemesine bir ifade ile, isan bu Allah isimleriyle kâim ve dâim
varlıktır!. Ve hattâ tüm mevcûdat bu
Allah isimlerinin mânâlarının sûretler hâlinde algılanışından başka bir şey
değildir!.
hf
Ben, "hilâfet" yanlısıyım; ve herkesin, "Allah halifesi" olmanın sonuçlarını yaşamasını temenni
ederim!. Bütün çalışmalarım, insanlara bu yolda hizmet verme gayesine
dönüktür..
Bu "hilâfet" insanın
Allah'ın güzel isimlerinin işaret ettiği mânâların toplamı olarak meydana
getirilmesinin sonucudur!. Tasavvufî tâbiriyle, Allah esmâsının zuhûruyla insan en şerefli mahlûk olarak meydana
getirilmiştir!.
hf
“HALİFE” OLARAK MEYDANA GETİRİLEN “İNSAN”
“ALLAH İSİMLERİNE AYNA”DIR
Bu Kâinatı var eden Mutlak Varlık; ki “ALLAH” ismiyle O’na işaret edilmiştir İslâm’da, Kurân’da...
Bu varlığı, kâinatta varolan herşeyi, kendi
isimlerinin-esmâsının özellikleriyle varetmiştir. Yani hepimizde varolan bütün
özellikler, “Allah İsimlerinin işaret ettiği mânâlar”dan kaynaklanmaktadır.
İnsanın yeryüzünde halife olması, Allah’ın 99 isminin
mânâsının da mâhiyet olarak-öz olarak insanın varlığında mevcud olmasından
kaynaklanmaktadır.
hf
“İnsan” denen varlık beyin
kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve özellikleri
değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış, Yeryüzünde “HALİFE” olarak meydana getirilmesi hasebiyle, bir diğer
ifade ile, “Allah adıyla işaret edilenin
esmâsına ayna” olup, O’ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.
hf
‘’HALİFE’’ AYNASINDA KENDİNİ
SEYREDEN
ALLAH’TIR
Bir insanın, "Halife" olmasını idrâk etmesi için önce, geniş kapsamlı
bir bilgiye, ilme ihtiyacı vardır.
Günümüzde bu, kısmen kolaylaşmıştır.
Çünkü, eskiden mecaz yollu anlatılan pekçok şey, bugün bilimsel olarak
açıklanıp izah edilebilmektedir.
Biz, gözümüzü bu bedende açıp,
bu bedenin algılama kapasitesi sınırları içinde yaşam verilerini elde etmemiz
yüzünden, doğal bir biçimde, kendimizi bu beden kabullenmekteyiz.
Dolayısıyla da gözün görme
sınırları içindekilere "var",
gözün görme sınırları dışında kalanlara da, "yok" diyoruz.
Kezâ, kulak veya diğer
algılayıcı organların kapasiteleri için de böyle...
Oysa varlık, gerçekte, bölünmez, parçalanmaz, tek bir tümel yapıdır.
Eğer beş duyu verilerini sadece
varlık kesitinden alınmış örnekler olarak kabul edip, ilim gözü ile, basiret
gözü ile mevcudata bakarsak, bırakın daha derinlere inmeyi, atom boyutunda bile
atomik bir bütünlük olarak karşımıza çıkar.
Çünkü, sizin vücudunuz
atomlardan meydana gelmiştir.
İçinde soluduğunuz hava
atomlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla, bütün bu atomlardan ibaret olan,
içinde yaşadığımız ortam, tek bir homojen kütledir. Yani, varlık daha atom
boyutunda, tümel tekil yapıya döner.
Kaldı ki, atom boyutu dahi,
bizim beş duyuya dayalı ilim verilerine göre verdiğimiz bir hükümdür.
Eğer bu boyutun da altına doğru
ilmimizle ilerlersek, o zaman görürüz ki bütün kâinat, eni
boyu-şekli-ağırlığı-mekânı-varlığı olmayan sonsuz sınırsız, Tek bir yapıdır.
İşte bunu idrâk edebilirsek anlarız ki, ben, sen, o, biz. siz, onlar, bunlar,
şunlar yok! Tek bir varlık var. Yalnızca, "Ahad olan Allah"!
Bunu da müşahede ettikten
sonra, eğer düşünmeye devam edersek, o zaman da şunu görürüz;
Ahad olan Allah, kendisine ait sayısız mânâları dilediği şekilde seyr
için, esmâ terkiplerinden oluşan sayısız formüllü mânâ kesitlerini algılayıcı
varlıklar meydana getirmiş; ve o varlıklarda da algıladıkları nesnelere uygun
mânâları oluşturmuştur.
Kâinatta var olan ana yapı, kendisini algılayan algılama aracının
kapasitesine göre, özel bir kesitsel yapı olarak algılanır.
Gerçekte ise varolan sadece ve yalnızca Allah`ın vechidir!
Yani, basit bir ifade ile
söyleyelim;
Senin gözüne göre "var" olan, başka sınırlar içinde
algılama kapasitesine sahip olan bir göze göre "yok"tur!
İşte bunu anlayıp, hissedip, idrâk edip yaşayabilirsek o zaman
ortaya şu çıkar:
"Var" olan, "BÂKÎ"
yalnızca "Allah" olduğuna
göre, "sen" hiçbir zaman
var olmamışsın! Hep var olan, O idi…
O`dur… O, olacaktır!
İşte buna işaret olarak
demişler ki:
"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan!"
Zaten,
âşikârdır Yaradan; Gören`e!
Bunu
anladığın zaman, hakkıyla "Halife"
olursun... Hattâ ve hattâ...
Halife aynasında
kendini seyreden, Allah olmuş olur!
O isim altında kendini seyretmekte olan, kendinden kendine tecelli etmiş olan, Allah olur!
hf
“HİLÂFET” SIRRINI OLUŞTURAN
“ALLAH İSİMLERİ” DOLAYISIYLA “İNSAN”IN GAYBI,
“MUTLAK GAYB”TIR!
İnsan türüne göre gayb
başkadır; cin türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka
başkadır..
Yani, sadece insana
"göre" gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de
"gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne
"gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..
Ayrıca, "B"ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı
bir şekilde anlarsak...
Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan
"Allah İsimleri”nin işaret
ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı
Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve
kavranamayacağına iman ederler.
hf
“İNSAN”,
ALLAH’I ZÂTINDA BULUP TANIYABİLME
ÖZELLİĞİNE SAHİP OLDUĞU İÇİN
“HALİFETULLAH” OLMUŞTUR
İşte, insanın madde yapısı itibariyle efal boyutunda yer
alması, insanın esma boyutunun tüm mânâlarına cami varlık olarak ilâhi
isimlerin mânâlarını ortaya koyabilecek bir kapsamda meydana getirilmesi,
Allah’ın 99 isminin mânâsını âşikâr edebilecek bir bir beyin kapasitesiyle
varolması yani esmâ boyutunu kendinde bulundurması-kapsamına alması-ihata
etmesi, zâti vasıflarla varlığının varolması ve nihayet Allah’ın zâtı ile kaim bir halde mevcut
bulunması, Halifetullah olmasına vesile olmuştur.
Cinler efal boyutunda mevcuttur; esmânın özelliklerini
ortaya koyarlar. Ama kendindeki zâti vasıfları müşahede idrâk ve hazmedip
yaşayabilme özelliğine sahip değildir.
İşte bu sebepten dolayı insan halifetullah olarak gerek
afaki noktada, objekif–dışa açılma noktasında, evrenin boyutlarını ve katlarını
ihata edebilecek bir güce sahip olmasına karşın, âfâki özelliklere vâkıf
olabilecek bir güce sahip olabilmesine karşın, ayrıca enfüsi boyutta yani
nefsinde İLÂHİ VASIFLARI, ZÂTİ vasıfları tanıyabilme yetisine
istidadına ve kabiliyetine sahip bir varlık olarak meydana getirildiği için ÖZÜNDE Allah’ı bulma Allah’ı tanıma
Allaha ait olma varlığının Allah’ın varlığıyla kaim varlık olduğunu hissedip
yaşayabilme, dolayısıyla Allah’ı zâtında bulup tanıyabilme özelliğine sahip
olduğu için Halifetulllah olmuştur. İnsanın cinne, cin adı verilen varlıklara
üstün tarafı, işte bu yönüdür. Bu yönü ititbariyle insan Halifetulllah olarak
kendini cin veya uzaylı olarak tanıtan varlıklara üstün olmuştur.
hf
İNSAN KENDİNDEKİ “HALİFE” OLMA ÖZELLİĞİNİ
“AYNA”DA SEYREDEREK
TANIMAK ZORUNDADIR
(Soru: İnsan-ı Kâmil isimli eserde; “Hak denilen yüce Zât,
"Allah" ismini, insana ayna yapmıştır”.. diye yazılı... Bunu
açıklar mısınız?.)
İnsan, aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak
insan, kendini tanır!.
İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki
halife olma özelliğini de bir aynada seyrederek tanımak zorundadır!.
Kişide kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim
sıfatının açığa çıkması çok çok ayrı şeydir!..
Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının
açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük
olarak; Muhammed aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir.
hf
HER İNSAN,
KENDİ KAPASİTESİ ORANINDA
FITRÎ “HİLÂFET” GÖREVİNİ
YERİNE GETİRMEKTEDİR
Esasen burada iki ayrı mânâ söz
konusu:
Birinci mânâ; fıtraten halife olarak meydana
getirilmiş olan Âdem ve neslinin, farkında olmadan veya farkederek bu görevi
yerine getirmekte olduğudur!. Yani, her insan esasen, kendi kapasitesi oranında
bu fıtrî "Hilâfet" görevini yerine getirmektedir.
Çünkü her insan, Allah isimlerinin bileşiminden meydana
gelmiş olduğu için, yaşamının her anında bu esmâ bileşiminin gereğini yerine getirmede; böylece de o esmâ
bileşimi yönünden; daha doğrusu kendisindeki mevcut isimler formülünün
oluşturduğu program yönünden "hilâfet"
görevini yerine getirmektedir...
hf
ÂDEM’İN “HALİFE” OLMASI,
“ALLAH SÛRETİ” ÜZERE YARATILMASIYLA
MÜMKÜNDÜR
Evet konumuz "Yeryüzündeki Halife"!.
"Halife" olması... Neden?... Nasıl?...
"Hak Dini Kur`ân Dili" isimli eserde, Elmalı`lı Hamdi Yazır şöyle açıklıyor:
"Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin
edeceğim demişti ki, O bana izâfeten, bana niyâbeten mahlûkatın üzerinde
birtakım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmını icrâ ve temfiz
eyleyecek..." (1. cilt 299. sayfa)
Şimdi bu konuyu baştan
alalım...
"Allah, Âdem`i yer yüzünde bir halife olarak meydana getirdi."
Kur'ân`dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat`ta
da Tekvin bahsinde şu hususa
değinilir. "Allah, kendi sûretinde
Adam`ı yaptı."
Âdem`den Tevrat`ta "Adam" şeklinde bahsedilir...
Keza, İncil`de de...
Bununla birlikte, Buhari`de, Müslim`de, İbn-i Hanbel`de
bu konuda bir açıklama vardır. Hazreti Rasûlullah
aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
"Allah, Âdem`i kendi sûreti üzere yarattı."
"Allah sûreti üzere meydana getirilen", Âdem`in var oluşunun gayesi, bu Âyet-i Kerimede açıklandığı üzere, "yeryüzünde Halife"
olmasıdır...
"Halife" olması, Âdem`in, Allah sûreti üzere yaratılması ile
ancak mümkündür ki, biraz önce bahsolunan Rasûl
açıklamasında da buna;
"Allah Âdem`i kendi sûreti üzere meydana getirdi" şeklinde işaret edilmiştir.
hf
İNSANIN YERYÜZÜNDE “HALİFE”
OLARAK MEYDANA GETİRİLİŞİ
KURÂN’DA ŞÖYLE ANLATILIR
Kur`ân-ı Kerim, insanın yeryüzünde "Halife"
olarak "meydana getirilişini" "Bakara" Sûresinde 30. âyetten başlayan bölümde şöyle anlatır:
"Ve düşün ki Rabbın melâikeye;
-Ben yer yüzünde muhakkak bir Halife meydana getireceğim" dediği vakit, onlar da "orada fesat edecek ve kanlar dökecek
bir mahlûk mu yaratacaksın, biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip
dururken" dediler.
-Herhalde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!.
buyurdu; ve Âdem’e bütün esmâyı tâlim eyledi!.
Sonra O, âlemini melâikeye gösterip;
-Haydi davanızda sâdıksanız bana şunları isimleri ile haber verin
buyurdu...
-Subhansın ya Rab!. Bizim için senin bildirdiğinden başka ilim ne
mümkün... Alîm ve Hakîm olan Sensin, dediler...
-Ey Âdem!. Bunları onlara, isimleri ile haber ver, buyurdu.. Bu emir
üzerine, Âdem onlara isimleri ile onları haber verince de buyurdu ki:
-Demedim mi size Ben?... Her hâlûkârda semâların ve yerin gaybını
bilirim ne açığa çıkarıyorsanız, ne gizliyorsanız!.
Ve o vakit, melâike`ye,
-Âdem`e secde edin", dedik. Derhal secde ettiler. Ancak, iblis dayattı.
Kibrine yediremedi. Zaten gerçeği örtenlerdendi...
Ve dedi ki:
-Ya Âdem!. Sen ve zevcen Cenneti mesken edinin. İkiniz de orada,
dilediğiniz yerde bol bol yiyin!. Fakat, şu ağaca yaklaşmayın ki, haddi aşan
zâlimlerden olmayasınız...
Bunun üzerine, Şeytan onları,
oradan kaydırdı...ikisini de bulundukları nimet mahallinden çıkardı... Biz de:
-Haydi!. dedik. Bazınız bazınıza düşman olarak inin; size yerde bir
zamana kadar nasip alma var.
Derken Âdem, Rabbından bir takım kelimeler telâkki etti, yalvardı. O da
tövbesini kabul buyurup ona yine baktı... Gerçek ki Allah, Tevvab ve
Rahim`dir...
Dedik, inin oradan hepiniz!.
Sonra, benden size bir hidayetçi gelir de kim o hidayet edicinin izinden
giderse, onlar için bir korku yoktur ve mahzun olacak da değillerdir."
Evet!.
Bu âyetlerde, "insan"ın "halife" olarak meydana
getirilmesinden; bir kısım melâikenin Âdem`e secde etmesinden; İblis`in bu secdeyi yapmamasından; daha
sonra, Âdem`in kendisine yasaklanan şeyi yapmasından dolayı eşi ile birlikte
Cennetten inmesinden söz ediliyor.
hf
MELEKLER,
İNSANSILARIN “HALİFE” OLACAĞINI
SANMIŞLAR VE HAYRETE DÜŞMÜŞLERDİ
Âdem`in "insan" ve
bunun sonucunda da "halife"
olarak, "Ahsen-i takvîm"
yani en güzel mânâ sûretiyle meydana getirilişi sırasında; yeryüzü melekleri
olayı o sırada yaşamakta olan "insansı"lara
bağlıyarak hayrete düşmüşler; ve "insansı"ların
mevcut şartları içinde "halife"
olacaklarını sanmışlar ve bu yüzden de kendilerinde bir hayret ve sual
oluşmuştur.
İşte bu noktadaki durum soru
cevap sembolü içinde misâl yollu anlatımdır.
Yeryüzündeki meleklerin, bu
durumu anlayamaması, kavrayamaması son derece tabiidir. Çünkü, yeryüzündeki
meleklerde bu isimlerin tamamı mevcut değildir.
Yeryüzü melekleri, o ana kadar
yeryüzünde yaşamakta olan cinleri, "insansı"ları görmüşler;
onların kendi aralarında kan döktüklerini, fesat çıkardıklarını, kemâlden çok
uzak davranışlar ortaya koyduklarını müşahade ederek, şaşırmışlardır..
Burada, olayın zâhiri ve de
mecazî-sembolik anlatımına bakıp gerçekten böyle olmuş gibi değerlendirmek
insanı yanılgıya götürür.
Melekler ile Allah`ı iki ayrı, karşılıklı
varlıklar gibi düşünüp, Allah`ın meleklere hitap
etmesini, meleklerin de Allah`a seslenişini iki ayrı varlığın birbirine
hitabedişi gibi düşünmek son derece olgunluktan uzak bir görüştür!.
Yani, melekler de dahil olmak
üzere hiç bir şeyin Allah varlığı dışında bağımsız bir varlığından sözedilemez.
Çünkü, ne Allah, meleklerden ötede, meleklerin dışında bir yerdedir; ne
de melekler, Allah`ın varlığı dışında ayrı bir vücuda, varlığa sahip
varlıklardır!.
Allah, tüm varlığın olduğu gibi, meleklerin de varlığında hulûl sözkonusu olmaksızın
mevcuttur!.
Burada kısaca bir tespit yapalım..
Yeryüzü melekleri yaşamakta olduğumuz madde boyutu nurânî yapılarıyla
etkilemekte olan meleklerdir. Onların boyutsal olarak fevkindeki melekler ise
semâ melekleri olarak tanımlanmaktadır ki bunların içinde "mele`i a`lâ", "hazire`i
kuds", "melaikei ulül`azm" gibi isimlerle işaret edilen melekler
mevcuttur.
(1) Bu konuda detaylı bilgi Şah
Veliyullah Dihlevî`nin
"Hüccetullahi`l Bâliğa" isimli kitabının birinci cildinde
mevcuttur.
Rasûlullah aleyhisselâmın
âhırete intikal etmeden önce sık sık duasında işaret ettiği "refîk`i
a`la" da gene semâ meleklerinden olan mukarreb meleklerdir.
İşte burada anlatılan, Allah`ın "yeryüzünde bir Halife meydana getireceğim" hükmünün
âşikâr olmaya başlaması; buna karşılık yeryüzü meleklerinin "Sen, yeryüzünde kan dökücü, fesat
çıkarıcı varlıkları mı -halife olarak- meydana getireceksin?"
hayretinin oluşması, iki ayrı varlığın
karşılıklı konuşması şeklinde değerlendirilmemelidir.
Meleklerin, yeryüzündeki bu
oluşu müşahade etmeleri sonucu olarak, yeryüzünde "Hilâfet" vazifesi ile, "Hilâfet" vazifesini yüklenecek yapıda bir varlığın oluşumunu
seyretmeleri; ve bunu diğer yanda gördüklerine kıyasla değerlendirmeleri,
onlara benzer davranışlar ortaya koyacağı endişesini doğurmuştur.
Ne var ki, melâikenin de
karşısındakini değerlendirmesi ancak kendi varoluş kapasitesi kadardır!.
hf
ÂDEM VE NESLİ,
“ALLAH İSİMLERİ” FORMÜLÜNÜN OLUŞTURDUĞU
PROGRAM YÖNÜNDEN (“İNSANÎ MÂN”)
“HİLÂFET” GÖREVİNE SEÇİLMİŞTİR
"Allah sûreti üzere..."
diye ifade edilen tanımlamadan
ne anlayacağız?...
Biliyoruz ki, Allah, şekilden,
maddeden, sûretten münezzehtir!. Bu sûretin, ne olduğu hakkında çok tafsilatlı
bir izahı, "Özün Seyri"
isimli bölümde bulacaksınız.
Burada bahsedilen "sûret" Cenâb-ı Hakk`ın Esmâ-i ilâhisi ile meydana
getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.
Âdem`in, "Allah`ın sûreti üzere var olması" demek, "İlâhi isimlerin mânâları ile varlığı
var olması" demektir.
Yani, Âdem, "Allah`ın isimlerinin mânâlarını ortaya
koymakla "Hilâfet" görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir...
Nitekim, Nur Sûresi`nin 55. âyetinde de:
"Allah, sizden, inanıp iyi işler yapanlara kendilerini yeryüzünde
Halife yapacağını vaadetti"
denilmektedir.
hf
ÂDEM,
ALLAH’IN 99 İSMİNİN MÂNÂSINI ORTAYA
KOYABİLECEK BİÇİMDE TESBİH ETMİŞ VE
BUNDAN SONRA DA “HALİFE” SEÇİLMİŞTİR
İnsan, "Halife" olarak yeryüzünde mevcuttur!.
Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını
anlayıp, idrâk edip, yaşayabilen
zâtlar kimler?...
Elbetteki bu konu, üzerinde çok
önemle durulması gereken bir konu…
"İnsansı"lar türünden olan "bedeni" yönünden değil;
kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ"
mânâ yani "Halife"
özelliği ile ilk "insan"
olmaktadır Âdem!. Bize açılan
gerçeğe göre…
"İnsan", yani "Âdem",
yani ilk "insan"dır!.
"Âdem evlâdı" ise
kendisindeki "Hilâfeti" sezen,
hisseden, anlayan, idrâk eden ve
bunun gereğini yaşayabilendir.
hf
"Âdem`e bütün isimleri tâ'lim etti" (2-31)
Âyetinde, bize göre, "isimler" sözcüğü ile işaret
edilen anlam "Esmâullah",
yani "Allah`ın isimleri"dir!.
Çünkü, insan var olana kadar mevcut olan bütün varlıklar, sadece belirli Allah isimlerinin mânâlarıyla var olan
varlıklardı.
Meselâ; bir kısım melekler, "Subbûh" ve "Kuddûs" isimlerinin
mânâlarını izhar için vardır... Bir kısım melekler, "Cebbar" ve "Kahhar"
isimlerinin mânâlarını izhar için vardır.
Bunlar gibi sayısız melekler,
yani bizim gözümüzün göremediği sayısız varlıklar, hep, çeşitli isim
bileşimlerinin anlamlarını ortaya koyabilmek, âşikâr edebilmek için vardır.
İşte, bu gelişimin sonucu
olarak Âdem, 99 olarak kabul edilen isimlerin mânâsını ortaya koyabilecek bir
biçimde meydana getirilmiş; bu isimlerin mânâsını ortaya koyabilecek bir
biçimde tesbih etmiş ve bundan sonra da "Halife"
seçilmiştir.
hf
“HALİFE”LERİN SAYISI
“İNSANSI”LARA ORANI…
Yeryüzündeki halife" kimdir?...
Âdem nesli!.
"İnsansı"lar değil; yalnızca Âdem ve
Havva`dan gelen nesil olan "insan"lar!
"İnsansı"lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak,
en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç
çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler
günümüzde de!. Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve buna dayalı olarak o yaşama
hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur. Genlerindeki, beyinlerindeki
özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla ömürlerini
sürdürürler..
Öte yandan "insan"lar da öncelikle karşısındakini düşünen,
maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler
yine genlerinden gelen bir komutla!.
Bir de bu iki nesilden
gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip
olup, iki yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır...
"İnsan"ların sayısı, "İnsansı"lara
göre bir hayli azdır...
"İnsan"lar, melekî etkiler sonucunda yaşamış oldukları "mutasyon"la oluşan genetik
sıçrama, ve bunun sonucunda beyinlerinde üretilen anti-çekim kuvveti ile
neticede cehennemden kurtularak "nuranî"
bir bedenle cennet ortamına geçerler.. Bunların sayısını ve cehennem ortamında
sonsuza dek kalacak "insansı"lara
oranını Allah Rasulü şöyle haber
vermiştir:
-Cennete gireceklerin, sonsuza dek cehennemde kalacaklara oranı, bir
siyah öküzün üzerindeki avuç ayası kadar beyaz kılların tüm gövdedeki kara
kıllara oranıdır!.
hf
"HİLÂFET" GÖREVİ VE KADIN
ALLAH’IN HALİFESİ OLMA
YÖNÜNDE
KADIN VE ERKEK EŞİTTİR
Şimdi, İnsanın Halifeliğinden bahsetmişken burada bir
noktaya daha açıklık kazandırmak istiyorum…
Dikkat edin,
Kurân’daki âyette; “Biz insanı Halife olarak yarattık” veya “Biz sizleri
yeryüzünde halifeler olarak meydana getirdik”, derken kadın ve erkek ayırımı
yapmamıştır.
Yani, Allah’ın
Halifesi olma yönünde, erkek ve kadın eşittir! Her ikisi de Allah’ın Halifesi
olma kemâlâtına sahiptir.
Bu sebepten dolayı da kadının erkekten 2. derecede olması
veya 2. düzeyde, 2. sınıf mahlûk olmasından söz edilemez.
Çünkü Allah, “Biz sizi
yeryüzünde Halife olarak yarattık” derken kadın ve erkek ayırımından
sözetmemiştir!.
Asliyyeti ve mâhiyeti itibariyle kadın ve erkek, “Hilâfet”
bahsinde eşit özelliklere sahiptir!
hf
KADIN DA,
BİLİP BULDUĞU NİSBETTE "ÖZ"ÜNDE
ALLAH’I
“HİLÂFET GÖREVİ”Nİ YAPAR
Siz son bir müjde vericem belki
dikkatinizi çekmemiştir diye…
Kurân’da “yeryüzünde halifeler olarak sizi yarattık” diyor.
Dikkat edin, erkeklerin
dünyasından bahsetmiyor âyet!.
Halife vasfıyla vasıflanmış
hanımlarımız, erkeklerle aynı….
Hanımlarımız da Allah’ın
yeryüzünde halifeleridir. Özlerinde Allah’ı bilip buldukları nisbette bu
Hilâfet görevini yaparlar!.
hf
Her dem geçerli olan bir
hakikat vardır ki, insan olanı ilgilendirir yalnızca..
Bu da “İNSAN” olanın “en şerefli mahlûk” ve “yeryüzünde halife” olarak yaratılması
gerçeği...
Burada çok önemli bir nokta,
erkeklere ve kadınlara çok büyük
müjde var...
Ben erkekleri Halife olarak yarattım, demiyor!.
Âyet-i Kerime`de, “Ben insanı yeryüzünde Halife olarak
var ettim!.” diyor...
Öyleyse, “Halife” olma, yani ilâhi özelliklerle bezenmiş olma hali, her bir
insana verilmiş!.
hf
KADININ,
BEYNİNİ ETKİLEYEN ÖSTROJEN NEDENİYLE
“DİNİ” (“SİSTEM”İ) KAVRAYIŞI EKSİKTİR
(Soru: "Yeryüzünde halife yaratacağım"
âyetindeki halifeyi hem kadın, hem erkek için mütalâa ettiniz. Ancak , Allah
Rasûlü; "Kadınlar sizin dininiz
eksiktir" diyor. Acaba bir tezat mı var?)
“İnsan”ın “halife” olarak
yaratılması sözkonusudur... Ama “Halife”
olarak yaratılmış insanların bir kısmının, bunun çeşitli sebeplerle hakkını
verememesi de elbette sözkonusudur... "Dininiz eksiktir", ifadesini her ne kadar belirli zamanlarda
namaz kılınmaması veya oruç tutulmaması diye anlıyorlarsa da... Ben bunu, “Allah Sistemini yeteri kadar anlayamama,
düşünememe” olarak algılıyorum...
(Soru: Kadınların dininin eksikliği
ibadet yönüyle degilse hangi yönüyledir?...)
Din=Sistem diye olaya bakarsak, sistemi kavrayışları anlamı çıkar ki,
bu da, beyinlerini etkileyen östrojen hormonunun ağırlığındandır!.
Bu açıklama, kadını aşağılama veya
küçük görme anlamında söylenmemiş; sistemin
bir özelliğinin farkedilmesi amacıyla işaret edilmiştir.
hf
İNSANIN “HİLAFET SIRRI”NA LÂYIK
OLMASI İÇİN BİR BİLİNÇ VARLIK OLDUĞUNA
İMAN ETMESİ VE GEREĞİNİ YAŞAMASI GEREKİR
Şimdi, burada üzerinde ibret
alınması gerekli bir nokta vardır. O da şudur:
"İnsan"da,
onun varlığını oluşturan Mutlak Varlık "Allah"ı müşahede
edememenin sonucu, İblis gibi "lânet"lenerek tardedilmektir!
Kim ki, "İnsan"a
baktığı zaman onu "Allah"tan ayrı bir varlık olarak görür; onda
ilâhi esmânın zuhûrunu müşahede edemezse; ondaki varlığın, Hakk`ın varlığı
olduğunu anlayıp, değerlendiremezse"; bu yanlış değerlendirmesi
yüzünden "İblis" yani "şeytan" hükmüyle
yaşamını sürdürür!
İnsanın insana bedenen secde
etmesi kesinlikle câiz değildir! Hazreti Rasûlullah, insanların
kendisi gelirken bile ayağa kalkmalarına müsaade etmemiş, bunu yasaklamıştır.
Kendisi için başkalarının, ayağa kalkmasına, hele secde etmesine müsaade
edenler, Rasûlullah aleyhisselâmın yolundan sapan kişilerdir.
Ancak..
Bâtında "insan"a
"secde" etmeyen de "Allah`ı inkâr" ederek
"gerçeği örten"lerden olur! "Teşbih"in
hakkını vermemiş olur.
"Çün bildin mü`minin
kalbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde
ALLAH var?.
Her ne var Âdemde var; Âdem`den
iste Hak`kı sen!
Olma İblis-i şakî, Âdem’de
sırrullah var!"
Öte yandan Zâhirde "insan"a
"secde" eden ise yine "Allah`ı inkâr" ederek "gerçeği
örten"lerden olur! "Tenzih"in hakkını geri bırakmış
olur..
"Halife"
olarak yaratılmışken, kendi varlığındaki bu yüce nimetten gaflete düşer;
yalnızca karşısındakinde görüp kendindekinden perdelenmek sûretiyle,
Hıristiyanların Hazreti İsa`ya karşı olan durumuna düşer; ve neticede
"Halife"lık kemâlâtından mahrum kalır.
Eğer daha da gaflet ederse,
karşısındaki "insan"da O`nun varlığını göremezse, bu
defa da cin seviyesine düşer, şeytan seviyesine düşer ve böylece
de tamamen bedene dönük değerlendirmeler içinde yiyip, içip, zevkedip,
"Belki de onlar
hayvanlardan da daha aşağıdadırlar" (7179)
şeklinde hüküm yer!
hf
İnsan (insanSI değil),
yeryüzünde “halife” olarak yaratılmıştır. Yaratılmışların en şereflisi
olmak mertebesine “hilafet” sırrına lâyık yaşam sürmesi şartıyla
ulaşacaktır!. “Hilafet” sırrına lâyık olması ise ancak ve ancak kendisinin
bir beden değil bilinç varlık olduğuna iman etmesi; bedeninin bir süre
sonra ebeden terk edilip asla bir daha dönülmeyecek bir yapı olduğuna kabul
etmesi; bu idrâkin kendisinde yakîne dönüşmesi; ve bilinç boyutunda iman ettiği
Rasulullah’ın yolunda, fiilleriyle, O’nun amacına uygun şekilde
yaşamasıyla mümkün olur!.
Aksi halde bedenini
tanrı edinip bedenine kulluk etmesi dolayısıyla haddi aşanlardan olarak,
Allah onu sevmez!. Allah katından tard edilmiş iblis durumuna düşer!. Mâneviyat
ve ruhaniyetin tüm kapıları yüzüne kapanır!. Böylece birkaç yıllık bedeni
dürtü ve zevkleri uğruna ebeden Allah’tan ayrı düşmüşlüğün perişanlığını yaşar!
Dün yaşadığı
pişmanlıklardan ders almayan, bugünü değerlendiremez ve yarın yeni pişmanlıklar
yaşamaya kendini mahkûm eder!.
hf
"HALİFE" ÖZELLİĞİNİ
OLUŞTURAN
İLÂHİ GÜÇLERİ İNKÂRIN
SENİ BU GÜÇLERDEN MAHRUM
BIRAKIR
İnsanın yeryüzünde varoluşunun
amacı hilâfetinin hakkını vererek yaşamasıdır…
Halife oluşunu değerlendirebilmek ise, kendi hakikat ve orijinini
farkedip; gereğini hissedip-yaşamakla mümkündür.
İnsan öncelikle Allah”a “halife” oluşunun hakkını vermek için
yaratılmıştır; elbette buna fıtratı müsait olan “insan”lar!.
İkinci olarak da ebedi yaşama,
ancak bu dünyadaki bedensel ve beyinsel şartlarla hazırlanılabileceği gerçeği
nedeniyle, bu dünyada varolmuştur....
Şu bildiğimiz maddi güçler
ötesinde, ilâhi güçler, hepimizde
mevcut!.
Yok; ben sadece et-kemikten
ibaretim; dersen, sen bu güçlerin hiç birini bilip, bulup, ortaya
çıkaramazsın... İnkârın, seni bu güçlerden mahrum bırakır!.
Buna karşın, “madem ki böyle deniyor, bu güçler bende
var, inanıyorum” deyip de bunları araştırmaya, bu yolda çalışmaya
başlarsan, bunları peyder pey ortaya çıkarırsın, başarırsın...
Bu güçlerin en başında ilim gücü gelir.
“İnsan” olan, fıtratındaki “HALİFE” olma istidat ve kabiliyetiyle, bunun
gereğini yaşamak ve bu özellikle bu dünyadan ebediyet boyutuna intikal etmek
için yaşar.
hf
“HİLÂFET SIRRI”,
ALLAH’A YAKÎNİN NETİCESİNDE ZUHUR EDER
Öyle ise biz, önce, tanrı yoktur, tanrılık mefhumu yoktur,
sadece Allah vardır, sırrını anlayacağız...
Sonra, Allah`ın ne olduğunu açıklayan "İhlâs"
Sûresinin mânâsını anlayacağız. Böylece şirkten arınmış olacağız. Ondan sonra Nefsimizin ne olduğunu, "Nefs"imizin hakikatini anlama
yolunda birtakım çalışmalar yapmak sûretiyle "Nefs"imizi tanıyacağız.
"Nefs"imizi tanımamız neticesinde de;
"Nefsine ârif olan Rabbına ârif olur"
Hükmü bizim için meydana
gelecek..
Bu meydana gelme birtakım
yararlı çalışmalarla,
"Kişi Allah`a öyle yakîn elde eder ki, Allah O`nun görür gözü,
işitir kulağı, tutar eli, yürür ayağı olur" hükmü ortaya çıkacak; gözümüzde
gören, kulağımızda işiten, dilimizde söyleyen, elimizde tutan, ayağımızda
yürüyenin Allah olduğunu, "Ayn-el
Yakîn" ve "Hakk-el Yakîn"
yaşayacağız...
İşte bütün bunların neticesinde
"Hilâfet sırrı" bizde
zuhur etmiş, "Halife"
olduğumuzu önce ilm-el yakîn, sonra ayn-el yakîn, sonra da Hakk-el yakîn yaşama lütfuna ve
şerefine ermiş bulunacağız.
hf
DİCLE’NİN KIYISINDAKİ
SARAYINDA YAŞAYAN
“HALİFE” MUHAKKİK…
Karasabana bağlı beygirin
peşinde tarla süren çiftçi ile; yarış atıyla hipodromda yılın yarışında
birinciliğe oynayan jokey!.
Cebinde kum saati ile
dolaşanla, atomik saat kullanan!
Traktör üstünde
“Demiş ki”lerin dedikodusuyla gününü tüketirken kendini âlim,
ârif, veli, müceddid, mehdi, peygamber sanan mukallit ile; ‘’görür
Gözü, işitir Kulağı, söyler Dili’’ olarak tahakkuk eden, sıfat mertebesi
mazharı Zât!.
Mukallit…
Muhakkik!
Levvame ya da Mülhimenin buharlaşan sularında can verme savaşında
olanlarla; Mardiye Okyanusunda hayat sıfatıyla Hayy, İlim sıfatıyla Alim, Mürid
isminin işaretiyle İrade sıfatı mazharı; Kudret sıfatıyla tahakkukta olan; Semî
ve Basîr’in mazharı olarak en ince detayına kadar gerçeklere muttalî olan zât…
Çöldeki çadırından,
kırbasındaki yıllanmış kurtlu suyu, Bağdat’taki “Halife”ye armağan götürmek isteyen mukallit; ve Dicle’nin
kıyısındaki sarayında yaşayan “HALİFE”
Muhakkik!.
Ne zaman bilgi dedikodusunu terk edip, “Allah’a firar edin!” çağrısına
uyacağız?.
hf
İNSANIN “HALİFETULLAH”
OLABİLMESİ İÇİN ÖNCE
“Mİ’RÂC” YAPMASI
ZORUNLUDUR
Hakikat noktasını idrâk ettikten
sonra; ikinci aşama olarak bunu yaşamına da sokabilirsen, bu defa vehmin
üzerinde tasarruf eder, diğer birimlerde açığa çıkmayan hâlleri ve fiilleri
yerine getirebilirsin.
Demek ki, Vehim,
kişinin, var olmayan varlığını kabul etmesini doğuruyor ve bu kabulden, bu zandan
dolayı da kişi bedenselliğe, birimselliğe dönük bir yaşam içinde oluyor. Bu da
onun vehmin kaydında olmasından ileri geliyor.
Kişi, bundan dünyada yaşarken
kurtulamazsa, fiziki ölümle birlikte ebediyyen kurtulma imkânı da kendisi için
kalmıyor.
Oysa, Kurân’ı tetkik
eder, Rasûlullah aleyhisselâme kulak verirsek; O bize, dünya
hayatının geçici olduğunu, belli bir süre sonra dünya hayatında bir daha geriye
dönme ihtimali olmaksızın ayrılıp başka bir boyutta yaşamımıza devam
edeceğimizi; bedene, birimselliğe dönük şeyler peşinde koşarak, ömrü boşa
harcamanın israf olduğunu; bizim, Allah için yaratılmış olduğumuzu; o
ilâhi hakikatı anlamak, hissedebilmek, yaşayabilmek için "Halife"
olarak varedildiğimizi; dolayısıyla, bu sahaya dönük yaşam ve çalışmalar içinde
olmamız gerektiğini bize sürekli olarak vurgulamıştır...
İnsanın, hakikatına
ererek "Halifetullah" olabilmesi için de önce "Mİ`RÂC"
yapması zorunludur...
hf
“HİLÂFET” EMÂNETİ
DERİN TEFEKKÜR VE MUHAKEME GÜCÜ İLE
ÎFA EDİLİR
İnsan, Yeryüzünde ‘’Allah’ın halifesi’’ olmak üzere
varedilmiştir!.
‘’Biz, emaneti yerlere ve göklere arzettik.
Onlar kabullenemedi. İnsan bu emaneti yüklendi.’’
Âyetinde belirtilen emanet, ‘’hilâfet’’
emanetidir ki, bu emanetin ifa edilmesi, hakkının verilmesi, ‘’derin tefekkür ve muhakeme gücü‘’ ile
ancak yerine gelir.
Şayet insan kendi
özelliklerinin, ilâhi vasıfların kendisindeki varlığıyla meydana geldiğini
bilmezse; kendisindeki bu derin tefekkür gücünü kullanmazsa, muhakemesini
kullanmazsa; yaşamdan örnekleme yönüyle aldığı kesitsel algılama
fonksiyonlarını gerektiği gibi değerlendiremezse, varlığın aslını ve orijinini
müşahede edemez.
hf
İnsanın, Allah`ın güzel isimlerinin mânâsından
yaratılması şu sonucu getirir;
İnsan, yok olmaksızın, sonsuza dek yaşamına devam
edecektir. Değişik boyutlardan ve aşamalardan geçerek!.
İşte bu süreç içinde, insan, kendisindeki Allah`ın
bahşi olan "hilâfet" kökenli özellikleri ne kadar tanır ve
ortaya çıkartırsa; gereğini dünyada yaşarken hissedebilirse; daha sonraki
boyutlarda da o nisbette hayatı kolaylaşacak, sıkıntılı olaylardan kendini
kurtarabilecektir.
Buna karşın, ne kadar kendi hakikatını bilmekten mahrum
yaşarsa, o oranda yaşamı cehenneme dönecek, yanışı belki de hiç son
bulmayacaktır!.
İster kadın olsun ister erkek, insan olarak "hilâfet"ini
yaşayabilmenin yolu da öncelikle kendi "Hakikat"ını bilmekten,
tanımaktan, gereğini yaşamaktan geçer!. Bunu en kolaylaştıran yol da İLİM ve
ZİKİR’dir!.
İlmi değerlendirecek olan beyin, zikirle kapasitesini
arttırabilir. Ve o nisbette de "Hakikat"ını farkederek "ALLAH
AHLÂKI İLE AHLÂKLANIR".
hf
“HİLÂFET”İ YAŞAYABİLMEK İÇİN
KOZANI İLİM VE ZİKİRLE DELİP DIŞARIYA BAK…
ÖNYARGISIZ VE OBJEKTİF OLARAK
YENİ DÜŞÜNCELERE AÇIK OL!
İster kadın olsun ister erkek,
insan olarak "hilâfet"ini
yaşayabilmenin yolu da öncelikle kendi "Hakikat"ını
bilmekten, tanımaktan, gereğini yaşamaktan geçer!. Bunu en kolaylaştıran yol da
ilim ve ZİKİRDİR!.
İlmi değerlendirecek olan beyin, zikirle kapasitesini arttırabilir.
Ve o nisbette de "Hakikat"ını
farkederek "ALLAH AHLÂKI ile
AHLÂKLANIR"..
"ALLAH gibi düşünmek" der Hz.İsa
aleyhisselâm. Bununla Allah Rasûlü`nün
"Allah ahlâkıyla ahlâklanın"
işareti aynı şeydir!. Bu işaretler hep, bizleri bulunduğumuz toplumun
şartlanmalarından ve değer yargılarından arınarak, Allah`ın varlığı değerlendirişi gibi değerlendirmeye
yönlendirmektedir...
Bütün bunların gerçekleşmesi
ise, yalnızca beyin kapasitemizin arttırılması ve bu kapasitenin gerçek ilimle
değerlendirilmesiyle mümkün olur.
İlmi değerlendirmenin yolu da
insanın yeni öğrenmekte olduğu her şeye önyargısız ve objektif olarak
yaklaşmasından geçer!.
KOZAYI delip, dışarıya bakmak!. Yeni düşüncelere açık olmak!.
"DÜN" KOZASINDAN ÇIKABİLMEK!.
hf
NE YÖNÜMÜZLE VE NE KADARIYLA
“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLENİN HALİFESİYİZ ACABA?
Allah, "insan"ı, yeryüzünde
"halife" olarak yaratmıştır.
Bu Kur`ân-ı Kerîm'de
açıklanan kesin gerçektir!
Acaba biz insan olduğumuza göre
"Halife" oluşumuzun bilincinde miyiz?
Ne yönümüzle ve ne kadarıyla
"ALLAH" adıyla işaret edilenin "Halifesi"yiz acaba?..
Yeryüzünde ne kadarıyla
"halifesi"yiz, "ALLAH" ismiyle işaret edilenin?
"Halife" ne demektir?..
Bunun yaşamı nasıl olur?..
Nasıl "Halife" olduğunun bilincine erer kişi?.. "Halife"lık
bilincine eren kişinin yaşamı ve yaşama bakış açısı nasıl olur?..
Herhalde bu türden daha pek çok
soru aklımıza takılabilir.
İşte bu konuya bir miktar
açıklık getirmek amacıyla aşağıdaki bilgi kırıntılarını size takdime
çalışacağım. Başarılı olursam, elbette ki lûtuf ve inâyet Allah`u Teâlâ’nın
kereminden; hata ve kusurlar da terkibimin kapasitesinin yetersizliğinden!
Allah kolaylaştıra!
hf
“HALİFE” OLMA ÖZELLİĞİNİ İNKÂR
Biraz önce de bahsettiğim gibi, her insan karşısındakini olduğu gibi
değil, ancak kendi kapasitesi kadar değerlendirebilir.
Her insan böyle olduğu gibi, her varlık da, bu ister cin, ister melek
veya insan olsun böyledir ve bu asla değişmez.. Zaten kâinatta bütün varlıklar
üç bölümde tanıtılmıştır: "Melek-cin-insan"... Hangi sınıftan
olursa olsun, her birim, karşısındakini, ancak kendi kapasitesi kadar
değerlendirebilir.. Kendi kapasitesini aşan bir değerlendirmeyi yapabilmesi
mümkün değildir.. Kendi kapasitesindeki genişleme oranında, karşısındakini
değerlendirişi de değişir.
Dolayısıyla, cinler de, cinlerin başı olan İblis de kendi
kapasitesinin dışında kalan özellikleri itibariyle Âdem`i değerlendirememiş; O`nun
bütün varlığının, ilâhi mertebelerin sonucu ve de isimlerin bir formülle
oluşmuş bileşimi olarak meydana geldiğini müşahede edememiş.
Yâni, olayın içyüzündeki Hakikata vâkıf olamamış, "insan"ı,
özellikle zâhiri yapısı olan bedeni itibariyle değerlendirmek sûretiyle şu
kanaate varmıştır:
"O topraktan meydana gelmiştir, bense ışından! Muhakkak ki ışınlar
maddenin üstünde hükmedicidir, maddeye tesir edicidir. Öyleyse ben O`na secde
etmem"!
Yâni, üstünlüğünü kabul etmem!
İblis`in, insanın maddeden, topraktan meydana gelmesi, kendi yapısının
ışınsal bir yapı olması sûretiyle onu rahatlıkla etkileyebilmesi yönündeki
görüş, her ne kadar haklı ise de..
İnsanın bu madde bedenini
yönlendiren beyninin, ilâhi isimlerin hepsini açığa çıkartabilecek bir
kâbiliyet ve kapasitede var oluşunu değerlendiremeyişinin neticesinde de,
"insan"ı ve ondaki "Halife" olma özelliğini
inkâr etmiştir!
Bütün bu idrâk
edemediklerini inkâr sonucunda da "insan"ın Öz`ündeki,
Zât`ındaki, varlığındaki ilâhî mertebeleri müşahede edememek sûretiyle
"Allah"tan uzağa düşmüştür! Burada geçen "Uzağa düşmek"
acaba "mesafe-mekân" anlamında mıdır?
Şeytan, "Allah"ı
anlayamamış, idrâk edememiş, neticede "insan"dan o yüce
kemâlin zuhûrunu inkâr etmiş; böylece de "Allah"tan ayrı düşmüş,
ilâhî huzurdan tardedilmiş"tir.
hf
“HALİFE”
OLDUĞUNUN İDRAK VE YAŞANTISINI
ELDE
ETMENİN EN ALT SINIRI,
ALLAH
YANISIRA TANRI EDİNMEMEKTİR
Nebiler ve Rasûller, doğuştan,
her hangi bir tanrıya tapınma duygusundan arınmış olarak dünyaya gelmiş
insanlardır. Ötede bir "tanrı" kavramı yoktur onlarda…
Bu arınmanın tam zirvesindeki "Hanîf"
Nebi ve Rasûl, Muhammed Mustafa aleyhisselâmdır.
Öğülmüş, yüceltilmiş, ve "ıstıfa"dan
"arınmış, saf" gelen "Mustafa" ismi ile, tam
arınmış; vehmî varlık kabullerinden tümüyle arınmak sûretiyle Allah`ın
varlığını müşahede etmiş ve dolayısıyla her hangi bir tanrıya tapınmanın yersiz
ve gereksiz olduğunu idrâk etmiş kişi… Onun için de diyor ki:
"Lâ ilahe illâ Allah"
"Tanrı yoktur; sadece
Allah"!
Yani, insanlar kelime-i
tevhidin derinliklerindeki şu anlamla uyarılmak isteniyor:
"Tanrıya tapınarak
ömrünüzü heba etmeyin! Ömrünüzü israf etmeyin!
Siz, ötede bir tanrı
varsayıyorsunuz! Oysa ne ötede bir tanrı var, ne de sizin "ben"
dediğiniz O`ndan ayrı bir varlık! Bu, "bâtıl"dır; aslı,
gerçeği olmayan boş bir var kabul ediştir! Gerçekte asla böyle bir şey yok! Bir
tanrı, bir de siz diye bir ikilem kesinlikle sözkonusu değil!
"Lâilahe
illallah" = "Tanrı yok, yalnızca Allah"
Bilin ki Allah, bir
tanrı değildir.. Allah`ın ne ezeli vardır, ne ebedi vardır! O`nun,
"içi" veya "dışı" diye bir kavramdan
sözedilemez ki, içinde ve dışında ikinci bir varlık olsun… Dolayısıyla siz,
kendinize ait sandığınız bu varlık değilsiniz!
Siz, Allah`ın varlığı ile var
olan, O`nun varlığı ile kâim olan varlıksınız.. Öyleyse, "Ben"liğinizin
ne olduğunu tanıyın ki, "Rabbi"nizi bilmiş olun!"
"Nefsine arif olan rabbine
ârif olur"
Nefsi`nin ne olduğunu farkedip idrâk
eden; Nefsi`nin hakikatının ne olduğunun bilen, "Rabbi"ni
bilmiş olur. Çünkü, "Nefs" kelimesi ile kastedilen şeyin aslı,
hakikatı, kendisi, Rabbindir senin!
Rabbin; "Allah, Âdem`i kendi
sûreti üzere halketti" açıklamasında belirtilen, senin varlığını
meydana getiren "Esmâ-i ilâhi"dir.
Dolayısıyla sen, kendi
varlığını, "ben"liğini tanı ki, Rabbi`ni tanımış
olasın!
Dolayısıyla da, "Rabbim
Allah`dır" de; ve böylece de ilâhi isimlerin mazharı ve ortaya
koyucusu olarak, "Halife" olduğunu anla, idrâk et, ve
gereğini yaşa!
Aksi takdirde sen, "bir
ben var, bir de ötemde tanrı" anlayışı içinde yaşarsan,
Allah`a "şirk" koşmuş olursun!
Zira bu durumda gerçekte mevcûd
olan Allah`ın yanı sıra bir de tanrının varlığını tahayyül etmiş,
varsaymış olursun; ki senin bu hâlin de Din’de, "şirk" diye
ifade edilir.
Ve, böylece de, kendinin "Halife"
oluşundan mahrum ve mahcup bir halde, yani perdeli olarak bu dünyadan geçer
gidersin..
"Kim a`mâ olarak ölürse,
öbür dünyada da, a`mâ olarak haşrolur"
Âyetinde belirtildiği üzere,
burada "Halife" olduğunun idrâkını ve yaşantısını elde
edemeyen, orada da elde edemez!
Öyleyse, bunun en alt sınırı
olan :
"Allah yanı sıra tanrı
edinme!" (28-88)
âyeti, bizi bu en alt sınır
hakkında uyarır..
hf
ŞİRKTEN ARINMAMIŞ KİŞİ
“HİLÂFET” HAKİKATİNİ HİSSEDİP YAŞAYAMAZ
"Nefs`ini arındırmış olan felâh bulmuştur..." ( 91-9)
hükmü, buna açık seçik işaret
eder.
Nitekim, bu arınmayı yapmamış
olanlar, Kurân’daki işaretlerin mânâsını anlayamaz.
İşte bu yüzden de :
"Arınmamış olanlar dokunmasınlar, el sürmesinler" (56-79)
denmiştir.
Şirkten arınmamış kişi;
Ötesinde veya ötede bir tanrı düşünen kişi Kur`ân’ı
anlayamaz!.içindeki sırrı çözemez!. Dolayısıyla, "Hilâfet" hakikatini hissedip yaşayamaz...
hf
ANLAYIŞIMIZI ‘’TANRI’’ KELİMESİ
İLE SINIRLARSAK,
HİLAFET SIRRINDAN MAHRUM KALIRIZ
“Tanrı” ve “tanrılık” kavramına dayalı din anlayışı bâtıldır!.
“Allah” isminin işaret ettiği anlama dayalı, yürürlükte olan”İSLÂM
Dini”dir!.
“Lâ ilâhe illallah” cümlesinin anlamı “tanrı yoktur sadece ALLAH vardır”
şeklindedir. Ve iyi bir müslüman olmak için, önce bu farkı çok iyi anlamalıyız!.
Zirâ, “tanrı” kelimesinin
anlamı ile sınırlarsak anlayışımızı, “Allah”
isminin işaret ettiği mânâdan mahrum kalırız; bu da sonunda, bizi “hilâfet” sırrından mahrum bırakır!.
hf
İNSAN, DÜNYADA İKEN KENDİSİNDEKİ
“HİLÂFET” KÖKENLİ ÖZELLİKLERİ
HİSSEDİP ORTAYA
ÇIKARABİLDİĞİ NİSBETTE DAHA SONRAKİ BOYUTLARDA DA
SIKINTILI OLAYLARDAN KENDİNİ KURTARABİLECEKTİR
Dikkat edin!...
Allah, insanı en şerefli varlık olarak yarattım derken gene kadın-erkek ayırımı yapmıyor. Erkek de en şereflidir; kadın da en
şereflidir!. Allah`ın yarattığı en şerefli varlıktaki bu vasfı
göremeyen ise, otursun kendi gafletine ağlasın!.
Evet, insan, kapasite olarak, kadın-erkek ayırımı olmaksızın "en şerefli" mahlûk; ve aynı
zamanda da yeryüzünde Allah "halife"sidir!. Bu da onun Allah'ın güzel isimlerinin özelliklerinden
meydana getirilişinden dolayıdır..
Kendini et-kemikten ibaret
kabul edip, ölümle de yok olacağını sanan insansı, elbette ki "Hakikat"ından gelen şerefini ve hilâfetini inkâr etmekte;
bunun sonucunda da hiç bir değerin ölçemiyeceği şeyleri yitirmektedir!.
İnsanın, Allah`ın güzel isimlerinin mânâsından yaratılması şu sonucu
getirir..
İnsan, yok olmaksızın, sonsuza
dek yaşamına devam edecektir!. Değişik boyutlardan ve aşamalardan geçerek!.
İşte bu süreç içinde, insan,
kendisindeki Allah`ın bahşi olan "hilafet" kökenli özellikleri
ne kadar tanır ve ortaya çıkartırsa; gereğini dünyada yaşarken hissedebilirse;
daha sonraki boyutlarda da o nisbette hayatı kolaylaşacak, sıkıntılı olaylardan
kendini kurtarabilecektir..
Buna karşın, ne kadar kendi
hakikatını bilmekten mahrum yaşarsa, o oranda yaşamı cehenneme dönecek, yanışı
belki de hiç son bulmayacaktır!.
hf
GERÇEK HİLÂFET İLE,
BUGÜN DÜNYA ÜZERİNDE BİRTAKIM İNSANLARIN
PEŞİNDE KOŞTUĞU HİLÂFETİN
HİÇBİR ALÂKASI YOKTUR!
Bu mânâdaki "HİLÂFET"le, bugün zâhir`de, dünya
üzerinde bir takım kişilerin konuştuğu veya peşinde koştuğu politik anlamdaki hükümranlık gayesine
mâtuf "hilâfet"in, hiç bir
alâkası yoktur!.
"Halife olma" özelliğini hissedip yaşayabilmek için tasavvufta yedi mertebe vardır. Nefsin kendini tanıma mertebeleri olan
yedi mertebe...
hf
SİLAHLI
BİR HALİFE GELMEYECEK!
Sanmayın ki Halife eline kılıç
veya makineli tüfek veya füze alıp da bir koltuğa oturan.
Böyle bir halife gelmeyecek!.
İnsan kendi özündeki Allah’ı
bilip bulup o güzelliği yaşayabildiği anda Allah’ın Halifesi olarak yeryüzünde
adım atacak. Ve bu yüceliğe erişmiş olarak islâm’ın diliyle VELİ olarak
ölümötesi yaşama geçecek.
Halifenin özelliği odur ki, (silahlı
halife değil!!!) ALLAH HALİFESİ yani ALLAH KULU!
Beşeri duygulardan, beşeri
değerlerden arınmış, Hz. İsanın tabiriyle insan gibi düşünen değil varlığındaki
Allah’ı bulup Onun varlığa bakışıyla bakabilen!.
Halife karşısındakini
kendisinden fazla seven ve karşısındakine kendinden fazla değer verendir,
onlarla birşeyleri paylaşandır.
Onun için sevelim ve BİR
olduğumuzun farkına varalım!.
hf
“HALİFE” OLARAK BEZENDİĞİN GÜÇLERİ
İSRAF
ETME!
Sen, “ALLAH’IN YERYÜZÜNDE
HALİFESİ” olarak yaratıldın...
“ALLAH”ın bütün isimlerinin mânâları
ile bezendin...
Şimdi sen kendini bu madde
dünyasında bulman hasebiyle, sonunda çürüyüp yok olacak bir beden olarak
düşünme; ve böyle düşünmek suretiyle “nefsine zulmetme”!. Kendindeki
güçleri “israf” etme!.
Dünyanın ve dünyevî değerlerin
şartlanması içinde, dünyada bırakıp gideceğin şeyler için, kendindeki o sınırsız
üstünlükleri mahvetme!.
Bak âyetlerde nasıl
uyarılıyorsun:
“Biliniz ki, dünya hayatı bir
oyuncak, bir eğlence, bir bezenme ve aranızda öğünmedir!. Dünya hayatı ancak
aldatıcı ve mağrur edici şeylerdir.” (57-20)
“Yeterli şekilde kıyâmet gününe
hazırlanmamış olan, o günün korkunç azapları karşısında karısını, kardeşini,
akrabalarını ve yeryüzünde olan şeylerin hepsini fidye olarak vermek ister, ki
böylece kendini kurtarabilsin!.” (70-11/14)
İnsanlar uykudadır, ölünce
uyanırlar!. Dolayısıyla, dünya hayatı, geçtiğiniz âlemde, sizin için bir rüya
gibi olacaktır... Öyle ise ölmeden önce öl; ki, uykudan dünyada iken
uyan!. Gerçekleri gör ve o gerçeklere göre yaşamını düzenle!.
Dünyada bırakıp gideceğin, öbür
âlemde senin için hiç bir değer ifade etmeyecek şeylere enerjini boş yere
harcayıp, sonradan telâfi edemeyeceğin israfın yüzünden pişmanlıklara düşme!.
Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük bir biçimde yaşamak hüsrandan
başka bir şey getirmeyecektir... Oraya gidip gerçekleri gördükten sonra, “keşke
dünyaya geri dönüp, yapmadıklarımızı yapma imkânımız olsa!” dersiniz, ama bu
asla mümkün olmaz!.
Nitekim bak Kur'ân-ı Kerîm
bunu nasıl anlatıyor:
“O gün Cehennem mahşer yerine
getirilir; o gün insan bütün yaptıklarını hatırlar; ancak bu hatırlayış hiç bir
fayda sağlamaz.
-Keşke bu hayatım için bana
fayda sağlayacak şeyler yapsaydım!. der...” (89-23-24)
“Biz sizi yakın olan sıkıntı ve
azaplara karşı uyardık!. O gün kişi yaptıklarının neticeleri ile
karşılaşacaktır. Bu gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyeceklerdir:
- Keşke toprak olsaydım!.” (78-40)
“ALLAH”ın vasıfları ile vasıflanmış, O'ndaki mânâlarla bezenmiş
olarak; var sandığın izâfî - göresel “benliğini”, yani var kabul ettiğin
“vehmi benliğini” terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek “BEN”liğine eresin!.
Şâyet, var kabul ettiğin, var
ZAN ettiğin, şartlanmalar dolayısıyla "var" diye düşündüğün
benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, “Benlik” perdesinden kendini
kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek “BEN”liğe erebilirsin!.”
Bu meâldeki uyarıları yapan
Hazreti Muhammed (salla'llâhu aleyhi ve sellem) paralelinde, evliyaullah
da şöyle demiştir:
“Kaldır “ben”liğini aradan,
ortaya çıksın Yaradan!.”
Aslında bu ifade, “Nefsine
ârif olan Rabbine ârif olur” hadîsinin açıklamasından başka bir şey değildir.
hf
“İMAN”
GEREĞİNİ YAŞAMAK İÇİN ARAÇTIR…
HİLÂFETİNİ YAŞAYABİLMEK İSE
AMAÇTIR!
“İnsan” olarak yaratılmış olan, “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış ve Allah
değerlendirmesiyle varlığı ve yaratılmışları değerlendirir bir şekilde
“HALİFE”liğinin gereği için yaşar.
İlim, gereği yaşanmak için ARAÇTIR!
Hilâfetini yaşayabilmek ise AMAÇTIR!
hf
HALİFE OLARAK VAREDİLMİŞ
İNSANIN
HAKİKATİNİ YAŞAMASINA ENGEL
OLAN PERDE
İnsan, "İslâm Fıtratı" üzere, yani her an Allah`a, esmâsının özelliklerini açığa
çıkarmak sûretiyle kulluğunu ifa eder bir biçimde dünyaya gelmesine karşın;
doğuşundan itibaren çeşitli şekillerle dışarıdan gelen bilgi bombardımanına
tâbi tutulur. Bu bilgilerin çok büyük bir kısmı, içinde yaşadığı toplumun
şartlanmaları biçimiyle meydana gelir...
Kişi, hangi çevrede yaşıyorsa,
o çevrenin şartlanmalarını, gerçek ve mutlak değerlermiş gibi kabul eder. Bu
kabul ediş, onun varlığını, özünü, hakikatını, kendi varoluş gayesini; "Ben" dediği varlığın
hakikatini tanımasına engel olan en büyük perdedir!.
İşte, Allah ile kul arasındaki
"nâr"dan perdeleri meydana
getiren en önemli yanılmalar bunlardır...
Bu yanlış bilgilendirme,
şartlandırma, yanlış programlanma dolayısıyle o kişi, hemen hepimizin sandığı
gibi, kendini bir beden kabul eder. "Ben bu bedenim" der... "Ayna`da
gördüğüm bu varlığım" der.
Böylece de, "Halife" olarak varolduğunun idrâkından tamamiyle uzak bir biçimde,
yeme içme, uyuma, rahat etme, seks ve her gördüğüne sahip olma, her gördüğüne
hükmetme arzuları içinde yaşar... Bu yaşam biçimini Kur`ân:
"Onlar, belki hayvan sürüsü gibidirler, belki de daha aşağı." (7-179)
diye tanımlar...
Bu arada bazı kişiler,
farkettikleri birtakım işaretler, mesajlar veya belli düşünceler sonucunda,
kendilerinin ne olduğunu araştırmağa başlarlar. .
"Ben neyim?..
Kim`im?..
Nereden geldim, nereye
gidiyorum?..
Benim varlığım ne, aslım ne?..
Ben, çürüyüp, kaybolup, yok olacak bir
et-kemik beden miyim, yoksa bunun bir devamı mı var?.."
diye düşünmeğe başlar..
Biraz tahsil gördüyse, bilir
ki, "Var olan hiç bir şey yok olmaz"!
Var olan hiç bir şey yok
olmayacağına göre; kendisinde bir bilinç var olduğuna göre; bu bilinç; bu
bilinçle var olan kişilik de hiç bir zaman yok olmayacaktır!
Ama, beden yok oluyor!
O zaman anlar ki, "bu
beden yok olmasına rağmen, ben yok olmayacağım… Yaşamıma devam edeceğim"!
Bunu kavradığı zaman kişi, bu
defa merak etmeğe başlar:
"Peki, beden yok olmasına
rağmen, ben yok olmayacağıma göre; "Ben" neyim, kimim, nasıl bir
varlığım?.. Daha sonraki aşamalarda başıma neler gelecek, nelerle karşılaşacağım?"…
İşte bunları araştırmağa
başlar..
Bunları araştırmağa başladığı
zaman da bir yola girmiştir artık o!
Hangi yola?..
"Kendini tanıma" yoluna!
Ama, "kendim"
sözcüğü ile ne anladığı henüz meçhuldür…
Evet… Diyor ki, "Ben bu
beden değilim! Ben bu beden değilim ama, neyim?.. “
“Bir ruh muyum?..”
"Ruh`sun!" diyorlar..
"Ruh muyum; veya bir şuur
muyum?.. Düşünce miyim neyim?.."
İşte bu noktada insanlara ışık
tutmak, insanları uyarmak, kendi özlerinin değerlerini ve güçlerini bildirmek
sûretiyle onları müjdelemek; müjdelemeleri değerlendirmeye almayanların, kendi
hakikatlerini bilmeleri istikametinde çalışmalar yapmayarak; geleceğe dönük
çalışmalar yapmayarak ihmalkâr olanların, içine düşecekleri büyük azap ve
pişmanlıkların uyarıcıları olarak, Nebîler, Rasûller gelmişlerdir.
hf
“HİLÂFET”,
BİR YAŞAM VE BAKIŞ AÇISININ ADIDIR…
HAYÂLİ BEKLENTİLERLE
NEFSİNİZE ZULMETMEYİN!
Halife olarak yaratılmış insan için tek amaç da bütün engelleri aşıp,
bunu yaşayabilmektir.
Hilâfet, gördüğünü kayıtlamamak, sınırlamamak ve sınırsızlıktan nasip
almaktır!
Halife, her an sınırsız ve kayıtsız olanın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak
Halife olmuştur!
Bütün varlıkların ve
dolayısıyla cinlerin hakikatı, alt boyutu melekler olması hasebiyle; cin için
ne kadar, “melektir” denebilirse; insan için de o kadarıyla halifetullah
denebilir...
İnsan, kendi derûnundaki melekiyet boyutuna ermeden; “ALLAH”ı bilmesi
kesinlikle mümkün değildir!.
İçinde yaşadığınız SİSTEM ve DÜZEN, Allah ahlâkının eseridir!.
Bildirilen Din’e göre, kişi yeryüzünde “Halife” olarak yaratıldığı için,
ötede bir tanrı aramaktan vazgeçmeli, “Allah” adıyla işaret edileni kendi
derûnunda keşfederek bunun sonuçlarını yaşamalıdır.
Ne kadar “Allah ahlâkı” ile bütünleşmiş ve o bakış ile varlıkları ve
yaşamı değerlendirebilmiş iseniz; o nisbette de “halife”siniz demektir!.
İnsanın hilâfetinini yaşayabilmesi, doğup yaşadığı bölgenin
şartlanmaları-duyguları ve değer yargılarından arınıp, “Allah ahlâkı ile
ahlâklanma”sından geçer.
Gökten inecek bir hokus-pokus değneği sizi “halife” ya da “veli”
yapmayacaktır; çünkü bunlar bir yaşam ve bakış açısının adlarıdır. Eğer bu yaşam ve bakış açısı
sizde yoksa, altın varakla bu kelimeler yazılıp etiketlenseniz, gene de ne
olduğunuz gerçeğini değiştiremezsiniz!.
Lütfen kendinizi kandırarak,
hayâli beklentilerle “nefsinize
zulmetmeyin”!.
Size ulaşacak şey ilimdir, şefaattir!.
Siz o ilmin gereğini yaşam tarzı edinerek kendinizi geliştirebilirsiniz…
Akıllı insan, kendini
geliştirmeye uğraşır… Etrafla uğraşarak vaktini boşa harcamaz!… Bildiğini
paylaşmak ise farzdır!.
Tebliğ farzdır… İnsanlara
bilgiyi verdikten sonra, onları herhangi bir şeye zorlamamak da öyle!.
Öyle ise, her birimize düşen,
hayâle kapılmadan, gerçekçi biçimde ilmi değerlendirmek; insanları
putlaştırmadan, yalnızca bir dost kabul ederek, uyarıları dikkate almak; kendi
mesûliyetlerimizi başkasının sırtına yükleme hayâlinden vazgeçerek, kendi
yolumuzu kendimizin çizerek, yalnızca yaptıklarımızın sonucuna ulaşabileceğimiz
gerçeğini kabullenebilmektir.
Yarın zorunlu olarak terkedeceğin herşeyi bugün şuur boyutunda
ihtiyarınla terketmedikçe, onlardan bağımsızlığını elde etmedikçe gerçek
kimliğine ulaşamazsın!.
İnsan bedeni kullanan bazı
beyinler ise, bu amaçtan farklı bir çizgide, yalnızca daha iyi
yemek-içmek-çiftleşmek-uyumak-ve sürekli, bir şeylere sahip olmak amacıyla
beynini kullanıp, gününü bu doğrultuda harcar!.
İdraksızca, şartlanmalara
dayalı olarak belki arasıra namaz kılıp, oruç tutup, sadaka-zekât verip, gününü
bedensel arzularını tatminle geçirir...
Beden boyutu da ebedîdir;
biyolojik-ruhsal-nursal beden şeklinde; bunun yanısıra şuur boyutunda kişinin
şuurunun erdiği idrâktaki düşünsel boyut da ebedidir.
Ama “İnsan” olarak yaratılmış olan, bunlarla beraber, “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış ve Allah
değerlendirmesiyle varlığı ve yaratılmışları değerlendirir bir şekilde “HALİFE”liğinin gereği için yaşar...
Ne mutlu “ALLAH RASÛLÜ” Muhammed Mustafa’nın ümmeti olup, onun ilmi
gereğince yaşayıp yolundan yürüyenlere!
hf
HER İNSAN,
“ALLAH’IN YERYÜZÜNDE HALİFESİ” OLMA KEMÂLÂTINI
FARKETMELİ, BUNUN SONUCU OLARAK DA
“HİLÂFET”İNİN GEREĞİNİ
YAŞAMALIDIR!
Kur`ân-ı Kerim’e göre, "Allah insanı
yeryüzünde halife olarak meydana getirmiştir"... Kitap`taki bu açık bildirime göre de, her insan, varlığındaki, "Allah`ın yeryüzünde halifesi"
olma kemâlâtını farketmeli; işte bunun sonucu olarak da "hilâfet"inin gereğini yaşamalıdır!.
hf
“HAKİKAT”İ ÖLÜMDEN ÖNCE
YAŞAYAMAYAN
ÖLÜMDEN SONRA DA YAŞAYAMAZ
Ölümden önce hakikatı idrâk edip yaşayamayan, ölümötesinde
de bunu yaşayamaz!.
Hakikatin irfânı olmayan; demektir bunun anlamı...
Cehennem’de insan kalmayacaktır!.
Bütün insanlar Cennet’e gececektir!.
Ama insanların önemli bir kısmı İRFAN sahibi olamadıkları için,
Cennet’te de, buradaki gibi kendi güzellikleriyle kifâyet edecek, Allah'a
yakînin sonuçlarını elde edemeyeceklerdir!.
hf
Erkek de Allah`ın yeryüzündeki halifesidir!.
Kadın da!.
Bu sebepledir ki, insan, en
kısa zamanda bu "hilâfet"in
anlamını farkederek, gereğini yaşamak zorundadır... Yoksa "hilâfet"i yaşayamamanın ne demek
olduğunu kavradığı anda, artık telâfisi mümkün olmayan bir noktada olacaktır!.
Ki bunun da sonucu ebedî bir hüsrandır!. Ölümötesinde bunu elde etme şansı
olmayacaktır!.
hf
EMANETİ SAHİBİNE TESLİM ETMEK
Kişi, vehmettiği yani gerçekte
var olmayıp da var kabul ettiği "Ben"liğinin "yok"
olduğunu, var olan TEK Vücûd'un Allah olduğunu yakîn ile yaşadığı
zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.
Çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koyarken de, artık
Hakikatıinden perdelenmen diye bir şeyin söz konusu olmadığı ortaya çıkar. Senin,
senden perden, Atasay “ismi” ve bu ismin karşılığında var olan vehmi
“benlik” idi... Oysa sendeki bu “vehmi benlik” ve onu besleyen
şartlanmalar kalktığı anda, basiret gözünde Atasay “ismi” de düşer...
Bu müşahedenin sonunda da
emanet sahibine iade olunur.
O emanet, sendeki ilâhi
mânâların, Atasay “ismine” ödünç verilmesiydi(!)... Atasay isminin
müsemması kabul edilen, vehimden oluşmuş varlık ortadan kalktığı anda,
emanet sahibine döner; ve bütün isimleriyle tecelli eden Hakk, “âlem“ adı altında, kendi isimlerinin
mânâlarını seyre başlar.
Senden!.
hf
“HALK”
(MAHLÛK)
"HALK",
bir mânâda halkolmuş, yaratılmış, eskiden yokken, sonradan varedilmiş
mânâsınadır. Yani, netice olarak, ilâhî isimlerin terkibiyet hükmüyle âşikâre
çıktığı andaki hâlin adı "Halk" olur.
hf
“HÂLIK” İSMİNDEN “HALK” MEYDANA GELMİŞTİR
İşte bu terkibiyet
hâli "halk" ismiyle kastedilmiştir. "Hak ve Halk"
diyoruz ya.... İşte, terkibiyet hâlinin adı "Halk"tır. Hâlik
isminden Halk meydana gelmiştir. “Halk olmuş” dediğimiz şey bu terkiblerdir.
hf
“HALK” İSMİNİN MÜSEMMASI(MÂNÂSI)
HAKK’IN KENDİSİDİR
"Halk"
diye bir şey yok... İşte yok olan bir şeyi, var kılıyor!.. Ama neyle var
kılıyor, gene kendi mânâlarıyla!.. Mânâları değişik terkipler şeklinde meydana
getirerek, her bir terkipde değişik oranlarda âşikâre çıkartmak suretiyle,
“halk” ismi müsemması meydana geliyor. "Halk" ismi ile işaret
ediliyor. Ama "halk" isminin müsemması Hakk’ın mahiyeti itibariyle
Hakk’ın kendisidir!.. Ancak biz "Hak" kelimesiyle bu Esmâ-ül
Hüsnâ'yı, bu Esmâ-ül Hüsnâ'ya sahip olan varlığı kastederiz. Yani, bu isimlerin
mânâlarının tümünün sahibini!..
hf
TERKİBİYETTEN DOĞAN TÂBİRLER
“HALK” ADINA BAĞLANIR
Eğer bir terkib
durumuyla bu isimlerin manâları bir mahalde toplanmışsa, o zaman ona "Hak"
değil "halk" adını veririz!..
Dolayısıyla,
terkibiyetten doğan tâbirler, "halk" adına bağlanır, "Hak"
adına bağlanmaz! "Hak" dediğimiz zaman, bu isimlerin mânâlarının
sahibi olan varlığı kastederiz. “Halk”
veya “mahlûk” dediğimiz zamanda bu
terkibi kastederiz!
Mahlûkta ve halkta
dediğimiz haller, halk olarak müşahede edilmesi dolayısıyla, geçerli olan
tâbirlerdir. Eğer aynı hallerde o isim terkibinin mânâsının aslı olan
Hakkaniyetini müşahede edersen; terkibiyet yönünü değil de, o ismin aslını;
mânâdaki asliyetini müşahede edersen, o zaman "Hak" adını verirsin!
Bu neye benzer…
Akvaryuma bakıyorsun, akvaryumda suyu görüyorsun. Ama, balıkları gösterip
akvaryumda yaşıyorlar, diyoruz. Akvaryumda yaşıyorlar, derken akvaryumdaki,
"suda" demek istiyoruz. Ama konuşmada, akvaryumdaki "suda"
demeden, sadece kısaca akvaryumda diyoruz. Halbuki balık akvaryumda değil suyun
içinde yaşıyor!.. Akvaryumdaki suyun içinde yaşıyor!..
Eğer burada sen,
akvaryumdaki suyun denizdeki su olduğunu veya göldeki su olduğunu, göldeki
sudan farklı bir şey olmadığını müşahede ediyorsan, o suyun göldeki su olduğunu
müşahede ettiğin gibi; herhangi bir terkipde ortaya çıkan mânânın sahibi olan,
o mânâya sahip olan ana varlığın müşahede ederek "Hak" diyebilirsin!..
Fakat o mahâlde, bir
isimler terkibi olduğunu ve bu isimlerin değişik oranlarda bir araya gelmiş
olduğunu müşahede ettiğin zaman, ona "Hak"
değil "halk" dersin; ve o
noksan olarak nitelendirilen hali ona bağlayabilirsin.
Zaten noksanlık
denilen hallerin oluşması zaruridir ve elzemdir!.. Çünkü o noksan denilen haller
olmasa, kemâl denilen mânâ anlaşılmaz, müşahede edilemez!.. Her bir noksanlık,
bir kemâlin ortaya çıkmasına vesiledir. İlâhî isimlerin, bu terkiplerle,
çeşitli noksanlıklar şeklinde müşahede edilmesi gereklidir ki, o İsimlerin
kemâl yönleri de neticede müşahede edilebilsin, seyredilebilsin!..
hf
“HALK ETMEK”
Halketmek, var olmayan
bir şeyi var kılmaktır.
hf
"HALK EDİLMİŞLER"
(SINIRSIZ PLATFORMDA
SADECE BİR “NOKTA”DAN MEYDANA GELEN
SONSUZ AÇI…)
Bkz. E / Evren
hf
Uyuşturucu kökenli veya cin kökenli olabilir. Kişinin beynindeki vehmi
oluşturan devrenin, küçüklükten itibaren o kişinin beynine yerleşmiş yerel
kültürle alâkalı verileri, uygun suretlerle sembolleştirmesi sonucu olarak, o
kişinin hayâl merkezinde oluşan görüntülerdir.
Beyindeki vehim (varı yok
sayma, yoku var sanma) devresinin, bir uyuşturucuyla kimyasal yoldan, ya da
dışardan gelen cin kökenli dalgalarla irrite olması sonucu, kişinin gerçek
sandığı asılsız görüntülerle başbaşa kalması halusinasyondur.
hf
HALUSİNASYONLARIN
DAYANDIĞI FİKİRLERİN
”SİSTEM”İN
İŞLEYİŞ VE DÜZENİYLE
HİÇBİR
İLGİSİ YOKTUR!
Halusinasyon ile velilerin, Rasûllerin-Nebilerin görüşleri arasında çok
önemli bir fark vardır.
Çeşitli uyuşturucu kullananlar ile cinni etki altında olanların
halusinasyonlarının arkasında, gerçekte sistemde var olmayan veya sistemin
işleme düzeninde yer almayan; temeli olmayan fikirlerin, vehim tesiriyle
oluşturduğu temelsiz, asılsız görüntüler vardır. Bu görüntülerin dayandığı
fikirlerin içinde yaşadığımız sistemin işleyiş ve düzeniyle hiç bir ilgisi
yoktur.
Buna karşın Velilerin, Rasûllerin-Nebilerin hayâl yollu
değerlendirdikleri müşahede ve keşifler ise, sistemin işleyişine temel
oluşturan boyuttaki prensiplere, realitelere ve bunları ihtiva eden dalgalara
dayanır.
hf
HAMD ETMEK
Başkalarına verilmemiş sayısız nimetin içinde yüzdüğünü fark etmek, bunu
kavramak “şükür”dür. Şükretmek, bunu
fark etmektir. “Şükür Ya Rabbi” demek, “şükretmek” değildir. Başkalarına
verilmemiş sayısız nimetler içinde yüzdüğünü fark etmek şükürdür.
Allah’ın mutlak varlığıyla kavranılamayacağını, O’nu düşünmede acz
içinde olduğunu fark edip, yaşamak, “Hamd
etmek” ve O’nun ekberiyetini itiraf etmektir.
Dikkat ederseniz farklı bir anlatım içindeyim…
Allah’ın sonsuz sınırsız kuvvet, kudret ve ilmiyle varlığı meydana
getirişi ve varlık üzerinde tasarruf edişini fark edip, tüm yaratılmışların
O’nun indinde bir hiç olduğunu fark etmek; O’na hamd etmek ve de ekberiyetini
itiraf etmektir.
“Elhamdülillah” demekle hamd etmiş olmaz insan.
“Allahu Ekber” demekle ekberiyetini itiraf etmiş olmaz insan.
hf
“HAMD”,
DEĞERLENDİRMEKTİR
(Soru: Bir Hadis-i
Şerif'te “Hamd, Şükr'ün başıdır. Allah'a hamd etmeyen şükretmiş olmaz.”
demektedir. “Hamd”ın ve “Şükür”ün kullanım alanları ayrı olduğu dikkate
alındığında, bu Hadis-i Şerif’i nasıl değerlendirilebiliz.?. Teşekkür ederim..)
Hamd,
değerlendirmektir... Değerlendirilemeyen şeyin elbette ki şükrü de olmaz..
hf
ALLAH’A ANCAK ALLAH HAMD EDER…
(ALLAH’I ANCAK ALLAH DEĞERLENDİRİR)
SİZE DE YAKIŞAN, BU KONUDA
YETERSİZLİĞİNİZİ FARKETMİŞ BİR HALDE
HADDİNİZİ BİLMEKTİR!
İlk
âyeti okuyoruz:
-El
Hamdu lillahi rabbil âlemiyn.
-MUTLAK
değerlendirme "ALLAH"a aittir!.
-Nereden
çıktı bu yorum?... Biz bugüne kadar hiç böylesini duymamıştık!... Bu âyetin
mânâsı şimdiye kadar hep:
-Bütün
övgüler Âlemlerin Rabbı olan Allah'a aittir!.. Dolayısıyla biz başka şeye değil
sadece Allah'a hamd edelim…. şeklinde duyduk ve okuduk. Bu anlamı da
nereden çıkardın?..
Dediğinizi
duyar gibi oluyorum...
Anlatmaya
çalışalım... Olabildiğince anlaşılır hale dönüştürmeye çalışarak, elden
geldiğince konunun içyüzünü farkettirmeye gayret edelim...
Bilelim ki...
"ALLAH VÂHİD-ül AHAD"dır... Kendisinin gayrı olarak,
kendisini anlayacak, idrâk edecek, değerlendirecek ve de övebilecek, varlık,
vücud ve özellikler sahibi ikinci bir bilinç mevcut değildir!.
"ALLAH"ı ancak, Allah bilir... "ALLAH"ı
ancak ALLAH değerlendirir.... "ALLAH"ı ancak ALLAH över yani
metheder!... "ALLAH" a ancak ve sadece ALLAH SENÂ eder!.
Ne
diyor, bugün için “Hamîdiyet” mertebesinin; kıyamet ve sonrası için de “Mahmudîyet”
mertebesinin mazharı ve "bu yüzden şefaati" olan Efendimiz Muhammed
Mustafa Aleyhisselâm:
-Senin
NEFSİNE olan SENÂNI ben yapamam!.
Alt
mertebede olanın üsttekini methetmesi mümkün değildir... Benim tutup
Hazreti Rasûlullah’ı övmem asla mümkün değildir... Hazreti Rasûlullah’ı
ancak Allah övebilir!.
Bir
kişinin, bir diğerini övebilmesi için önce onu ihâtâ etmesi; o konuda, o sahada
onu kapsaması; bundan sonra, onu değerlendirmesi; ve bütün bunlardan sonra da
onu övmesi ya da yermesi sözkonusu olabilir!...
Diyelim
ki bu fakiri övecek veya yerecek birinin, önce bizim “ilmi kişiliğimizi”
ihata edecek bir kapasitesi olması gerekir.
Falanca
ya da filanca okulu bitirmesi, ya da şu veya bu etikete sahip olması değil;
buradan izhar olan ilim kapasitesini ihâtâ edebilecek düzeyde “bilinç
kapasitesinin” olması gerekir.
Ki
bundan sonra geniş kapsamlı şekilde tüm düşünce sistemimizi ele alıp, ondaki
doğruları ya da yanlışları belirliyerek, onu tenkit edebilsin; övsün ya da
yersin...
Böyle
bir kapasite olmadan, anlayışının ötesinde olan bir cümle ya da fikir yüzünden
bir kişiyi övmek ya da yermek, “dedikodu”dan ileri gitmez... Ve
söylenenler lâf birikintisi olarak ancak kendi düzeyinde yer bulur!..
İşte
bu sebepledir ki, ne, benim üstümdekini değerlendirebilmem ve buna dayanan
biçimde onu övmem mümkün olur; ne de herhangi bir yaratılmışın "ALLAH"ı
övebilmesi ve O'na hamd etmesi mümkün olur!...
Bu
yüzdendir ki;
-HAMD
ancak ve sadece ALLAH'a aittir!. HAMD işlevini yerine getirmek ancak ve sadece
ALLAH'a mahsustur!.
Lütfen biraz basiretle düşünelim...
Dünya
üzerinde tek bir insanın yerini düşünün...
Sonra,
bir milyon dünya hacmi büyüklüğündeki Güneş yanında aynı insanın yerini
düşünün...
Sonra,
yüz milyarlarla güneşin yer aldığı galaksi içinde bir insanın yerini düşünün...
Sonra,
milyarlarla galaksinin içinde yer aldığı algılayabildiğimiz kadarıyla
evrenimizde bir insanın yerini düşünün...
Ve
tüm bu bildiklerimizle birlikte, daha algılayamadığımız; hattâ hiç haberimizin
dahi olmadığı sayısız katmandaki boyutsal evrenleri yaratan "ALLAH"ı
düşünün....
Hafsalanız alıyor mu?!.
Sonsuz-sınırsız VÂHİD-ül AHAD ALLAH'ın, sayısız-sonsuz
özellikleriyle meydana gelmiş olan evrenimizin henüz ne kadarını ihâtâ edip
değerlendirebiliyoruz ki, bir de "ALLAH"ı değerlendirip O'nu
övmeye kalkalım, hamd edelim!...
Burada
ister istemez aklımıza Mevlâna Celâleddin'in anlatmış olduğu bir hikâye
geldi...
Rivâyet
edilir ki...
"Musa
Aleyhisselâm bir gün bir yerden bir yere giderken, ilerde bir ağaç altından
gelen konuşma sesi duymuş... Merakla o yöne yürümüş...
Bakmış
ki bir garip çoban ağacın altında oturmuş, kendi kendine konuşuyor...
Merak
etmiş, acaba ne konuşuyor, diye; ve sessizce yaklaşıp dinlemeye başlamış...
Şöyle
diyormuş garip çoban:
-Ey benim güzel Allah'ım… Ne olurdu şimdi yanımda olsaydın...
Seni sevseydim... Seni sarsaydım... Şu koyuncuktan taze taze süt sağıp, sana
içirseydim... Şu gölgecikte kucağıma yatırsam, seni dinlendirseydim...
Bitlerini ayıklasaydım...
Burada
sabrı taşmış koca Musa Nebi’nin... Mâlûm, “celâli” meşreptir
kendileri...
Hemen
ortaya çıkmış, yanlışı hazmedememe hâliyle çıkışmış garip çobana:
-Behey
gafil!. Sen nasıl olur da Âlemlerin Rabbı olan her şeyden yüce, münezzeh,
azâmetli Allah'ı, alıp süt içirip, hele hele kucağına yatırıp, üstelik bir de
bitlerini ayıklarsın!!!. Bilmez misin, Allah için böyle şeyler söylenmez!.
Garip
çoban, korkmuş; bilgisizliğinin getirdiği yanlışların altında ezilmiş,
büzülmüş; eli ayağına dolaşmış; ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmış;
kekelemiş:
-Affedersin... Hatamı bağışla... Bilemedim... Ama çok seviyordum
da!... Ben bir garip çobanım; sadece var Allah'ım!. O'nunla oturur, O'nunla
kalkar; O'nunla yer, O'nunla yatarım!. Tek dostum, sevdiğim, dertleştiğim
O'dur!. Duymuştum ki, hep “ben”imleymiş; ben de O'nu, göremediğim yanıbaşımdaki
Dost bildim de ondan böyle konuştum...
Zinhar bir daha demem bu dediklerimi!.
Demek o buralara sığmayacak kadar çok büyükmüş!. Ya ben, şimdi
ne yapayım?..
Musa Aleyhisselâm ona, dua etmesini, namaz kılmasını öğretmiş... Ve
yoluna devam etmiş..
Çobanın
içinde bulunduğu hâli düşünerek dalgın bir halde yürürken farkında olmadan bir
gölünde üzerinde; birden arkasından bir ses işitmiş "Musa! Musa!"
diye…
Dönüp
bakmış arkasına ki, kim sesleniyor diye, ne görsün... Garip çoban gölün üstünde
yürüyor suya batmadan, kendisine doğru!.
İşte
o esnada vahyolmuş Musa' ya...
-Ey Musa, tüm varlığıyla bana yönelmiş, benden başka düşüncesi
olmayan dostumu benden uzaklaştırdın!. Aramıza büyük duvarlar ördün!. Hemen o
ördüğün uzaklık duvarını yık, ve bizi birleştir!. Bana böyle kullarım da
gerek!.
Farketmiş
Musa Aleyhisselâm yaptığı işin sonucunu... Hemen dönmüş dediklerinden...
Anlamış, Allah'ın kimine tüm azâmeti ve haşmetiyle kendini tanıtırken,
kimine de samimiyet ve sâfiyetine göre tecelli ettiğini...
Ve
dönüp, demiş bir garip çobana:
-Sen bırak benim dediklerimi de, gene bildiğin, içinden geldiği
gibi O'na yönel, o'nunla konuş!. O seninle!. Hattâ senden bile yakın sana!. Sen
bir garip çobansın, nereden bileceksin O'nun haşmet, azâmet ve saltanatını!.
Gene bildiğin gibi sev, övmeye, hamdetmeye devam et!."
Evet,
ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O'nu övüp, O'na
hamdedeceğiz...
Ya
da, gerçekçi olup; "HAMD ALLAH'a mahsustur; biz bu konuda
âciziz!" deyip, "yok"luğumuzu, "hiç"liğimizi
farkedip haddimizi aşmayacağız!. Zira Allah, bilgiçlik taslayıp haddini
aşanları sevmez!.
Kısacası,
"HAMD ALLAH'A AİT iŞTİR"!.
Ve
bu konuda da ortaktan münezzehtir!.
Nitekim
bu hususta, Kur'ân-ı Kerim’i ele aldığımız ilk anda, uyarılmaktayız
"FÂTİHA" Sûresinin ilk âyetleriyle :
-Aklınızı başınıza alın ve O'nu basit bir gök tanrısı gibi
düşünüp, övmeye, methetmeye, ona yaranmak için bin türlü hallere girmeye
kalkmayın!. Siz bu konuda O'nu değerlendirmekten âcizsiniz... ALLAH'ı ancak
ALLAH değerlendirip, ALLAH'a ancak ALLAH HAMD eder!. Size de yakışan, HAMD'ı
ancak Allah'ın yapabileceğini idrak ederek, bu konuda yetersizliğinizi
farketmiş bir halde haddinizi bilmektir!.
Ayrıca...
Hazreti Rasûlullah yanındaki derecesi malûmumuz olan Hazreti Ebu
Bekir Sıddık bu konuda şöyle uyarmıştır bizleri:
-ALLAH'ın
kavranılamayacağını farketmek, "ALLAH"ı idrâkın ta kendisidir!.
İSLÂM DİNİ'nin "ALLAH" konusunda vurgulamak
istediği kesin gerçek şudur;
-Varolan
yegâne vücud sahibi varlık sonsuz-sınırsız TEK'tir. O'ndan gayrı bir varlık
mevcut değildir!. "
Algıladığımız, ve tüm varlıklar tarafından algılanan, her
"şey" ise, o'nun Esmâsının "varsaydırdığı" terkipler
halindeki mânâlardan ibarettir!.
İş
böyle olunca, elbette ki "El hamdu lillahi Rabbil âlemiyn"
yani "HAMD ALLAH'A MAHSUSTUR" demekten başka bir şey kalmıyor
bizlere ki; ehli bilir bu da oldukça yüksek bir mertebedir!.. "ALLAH"ı
kendi "yok"luğundan, O'nunla müşahede, mertebesidir
bu!.
Bakın
bu konuda değerli müfessir Hamdi Yazır (Allah rahmet eylesin), büyük
emek verdiği tefsirinde ne diyor:
"Hani herkesin malûmu ve aksayi emeli olarak matlûbu olan
HAMD hakikati yok mu... İşte hamidiyet, mahmûdiyet bütün cinsile ve hattâ bütün
meratibi ve bütün envaü efradiyle o hamd, Allah'a mahsustur; Allah'ın hakkıdır;
Allah'ın milkidir... Çünkü, Allah'tır, çünkü... Çünkü ilâh...
Fakat lisanımızda bu tafsili icmal eden bir harfi târif olmadığı
için biz sadece hamd, diye alel ıtlak cins ifade ederiz, bilen bilir, bilmeyen
başkasının bildiğinden haberdar olmaz." (C.1; s:62)
Evet, Hamd, Allah'a mahsustur; Allah'ın hakkıdır, ancak O hamd
edebilir; Allah'ın tasarrufu altındadır, ancak o değerlendirebilir; çünkü
Allah'tır, gayrı mevcut değildir... Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne
bilir!.
hf
HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK
ÜZERE,
(HER ŞEY) O`NU TESBİH VE HAMD EDER… FAKAT,
SİZ ONLARIN TESBİHİNİ İDRAK
EDEMEZSİNİZ."
"RUH" adı verilen
ve her kuantta yerini bulan "ÖZ"
aynı zamanda "ŞUUR"
kaynağıdır... Yani, evrende mevcut
bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki,
bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.
Dolayısıyla kâinatta var olan her hareket asla tesadüfi olmayıp,
taşıdığı "ŞUUR"un sonucu
olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler
göstermektedir...
"ŞUUR"suz sanılan
hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte,
belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu
idrâk edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini
kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece
onların bu durumunu idrâk edememekteyiz...
Nitekim dini yoldan da bir delil göstermek gerekirse, fikirlerimizi
ispat eden işte bir âyet:
"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK
ÜZERE, (HER ŞEY)
O`NU TESBİH VE HAMD EDER. FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ İDRAK
EDEMEZSİNİZ!." (17-44)
Evet, çünkü bilimin bugün "kuant"
diye adlandırdığı zerreciklerin ne mahiyetini, ne "bilinç"le ilişkisini, ve ne de nasıl bir düzenlilik içinde
bulunarak bir vazife îfa ettiğini, beş duyuyla kısıtlanmış, bedenle kayıtlı
insanın anlamasına imkân yoktur!. Bu ancak bilinebilir, kavranabilir.
Hepsi o kadar!
hf
“BİZ SENİ HAMDİNLE
TESBİH VE TAKDİS EDER
DURURKEN….”
Bkz H / Halife /
İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak meydana getirlişin Kurân’da şöyle anlatılır
hf
“HAMD EDENİN HAMD’I,
“ALLAH”INDIR!”
"RÜKÛ"; Ulûhiyet
önünde, Rubûbiyet hükümleriyle varolan varlığın sembolizesidir.
Bu durumda tesbih
yapıyorsun…
"Subhane rabbiyel
azim"
"Azim olan,
azâmet sahibi olan Rabbim subhandır"
Her bir zerrede "O"nun
hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre "O"nun varediş
gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu îfa edip fıtrî
tesbihini yapmaktadır!.
Ondan sonra:
"Semi Allahu
limen hamideh"...
"Semi
Allahu" : "Allah algılamadadır".
"Limen
hamideh": "Hamd edenin hamdı, Allah`ındır!."
Yani, benim yaptığım
her hareket ilâhi kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki,
"ALLAH" fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir;
çünkü ilminde takdir eden "O"dur; anlamı var orada.
Doğrulduktan sonra tam
dik vaziyete geliyorsun!. Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lahza durmadan
secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!.
Dİk dururken, "Rabbena
lekel hamd" diyorsun veya daha uzun şekli ile;
"Rabbena lekel
hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liazıymi sultanik." diyorsun...
Ki, Hz.Rasûlullah Aleyhisselâm
çoklukla böyle söylerdi.
hf
HAMELE-İ ARŞ
Bkz. M / Melekler
hf
“HAMİD” ESMÂSI
Hamd kendisine
ait olan. Senâ, övgü Allah’a
aittir.
hf
“HANÎF”
(TANRI OLMADIĞI BİLİNCİNDE OLAN)
(TEVHİD ANLAYIŞI ÜZERE
OLAN)
“HANİF”LER,
DİNİ İBRAHİM (TEVHİD ANLAYIŞI)
ÜZERE OLANLARDIR
Hazret Muhammed
Aleyhisselâm “ÜMMΔ olmasının; yani, hâlâ kitabı "okuyamamasının"
sıkıntısı içindeydi…
Bu sıkıntı öylesine
büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle, haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor;
sadece düşünce dünyasındaki o muazzam sorunu nasıl çözebileceğini
düşünüyordu...
Zira, kafasında
oluşmuş bulunan suallerin hiç birinin cevabını sözü edilen dinlerde ve
putperestlikte bulamıyordu...
Orijinal düşünce şekli
kaybolmuş Yahudilik veya Hıristiyanlık ile, düşünen insana hiç
bir şey vermeyen ilkel PUTATAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed
Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevâta hiç bir şey ifade
etmiyordu...
O yüzden de, bu zevat
"EHLİ KİTAP" dışındaki “ÜMMİ”ler sınıfında yer
alıyorlardı...
Ne var ki, iş bu
kadarla kalmıyor, "EHLİ KİTAP" içinde yer almadıkları gibi,
putataparlar arasında da bir yerleri bulunmuyordu... Çünkü “ÜMMİ”ler
arasındaki “HANÎF”ler grubunu oluşturuyorlardı..
“HANÎF”ler... Dini İbrahim,
yani "Tevhid" anlayışı üzerine olanlardı!.
hf
BİLİNÇ
“SÜNNETLULLAH”I (“SİSTEM”İ)
OKUMAYA
BAŞLAYINCA “HANİF” OLUR.
“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLENE
İMAN DA
BURADA BAŞLAR!
Nefs kelimesiyle anlatılmak istenen esas
itibariyle bilinçtir.
Bilinç ilk oluştuğunda, veri tabanının getirisi sonucu, kendini beden
olarak kabullendiği için, bedeninin tüm isteklerini kendi istekleri olarak
benimser; tamamen bedenselliğe dönük ihtiyaç ve zevklere dönük yaşar. Bundan
dolayı da “emmare nefs” olarak tanımlanır. Yani bilincin, kendini beden olarak
kabulü söz konusudur bu anlayış düzeyinde.
Kendini beden olarak kabullenen ancak bedenin kullanılmaz hâle
gelmesiyle yaşamın son bulmayıp bir şekilde devam edeceğini, dünyada
yaptıklarının sonucunu bu yeni yaşam boyutunda göreceğini düşünerek, geleceğe
dönük olarak yaptığı yanlışlardan pişmanlık duyması-levm etmesi olarak
nitelendirilir.
Görüldüğü üzere her iki mertebedeki nefs yani bilinç hâli de bedene
dönük ve bedenle alâkalıdır. Yani arz ile!.. Bilinç henüz semâsının farkında
değildir!.
Dünyası arzdır!.. Bedendir!. Sevinci üzüntüsü kavgası hep arzı yani
bedeni ile alâkalıdır!
Bilinci, kendisinin beden olmadığını, evrensel tekilliğin bir
yansıtıcısı veya evrensel tekilliğin özelliğini kapasitesince açığa çıkartıcısı
olduğunu fark ederse; bu farkediş ilham yollu olacağı için tanımlama bâbında “mülhime
nefs” denir, “ilham alan” anlamına.
Bu anlayış mertebesinde bilinç artık kendini beden kabullenmekten
arınmaya başlar. Kâh bedenmiş gibi hisseder kendini bilinç, kâh da ondan ayrı
bir şeymiş gibi... Ama bedenden ayrı olan bu hâlinin yapısının ne olduğu da
henüz belirginleşmemiştir... Ayrıca bu, bilgi yollu yaşanır bir olay da
değildir.
Bilincin bu anlayış evresi yaşamın en zorlu devresidir. Bilinç sayısız
çelişkiler içine düşer!. Kâh kendini kul görür kâh kendini Hak görür; bu
hissedişlerinin bunların değişik sonuçlarını yaşar…
Burayı aşmak ancak ender kişilere mahsustur.
Bu düzeyde kendini Hak olarak gören kişi, zaman zaman velâyete bile
tenezzül etmez(!)!. Tüm değerleri boşlayıp, tam bir bedenselliği yaşama
düzeyine bile inebilir.
“OKU”mak, bu bilinç düzeyinde başlar tahkik ehli için... Sünnetullah
denilen SİSTEMİ OKUMAK başlayınca da bu bilinçte, Rasûlün neyi niye
getirdiğini hakkel yakîn yaşamaya başlar.
Burada Hanif olur!.. Burada “Allah” adıyla işaret edilene
iman eder.
Burada “keşfi zulmanî”den
arınıp, “keşfi nuranî” sahibi olur!.
Burada kıyâmete kadar geçerli olan Kur’ân’ın sırlarını fark
etmeye başlar... Ârif derler bu hâli yaşayana... Ama henüz velâyet
oluşmamıştır.
hf
ŞUURUNU(YÜZÜNÜ)
“HANİF”LİK BİLİNCİYLE “DİN”E
(ALLAH SİSTEM VE DÜZENİ”NE)
YÖNLENDİR!
Bilimin “tanrı yoktur” gerçeğini apaçık vurgulaması sonucu, aydın kesim
mecburen ateizme kayarken, ismi “ALLAH” olan kendilerine anlatılamadığı
için, kimse çıkıp da Allah Rasûlü’nün neyi açıklamış olduğunu bunlara anlatamıyor.
Bu
kadar mı kilitlenmişlik olur!
Çağdaş
bilim sonucu, yükselen değer diye takdim edilen ateizmi binlerce
yıl önce keşfedip, “HANİF”liği (tanrı kabul etmezlik) savunarak işe
başlayan; daha sonra da Allah Rasûlü olarak, “ALLAH” gerçeğini tebliğ eden
İbrahim aleyhisselâmdan bu yana, DİN gerçeğini değerlendirebilen tüm rasûller,
veliler ve tahkik ehli işin daha başında “Lâ ilâhe (tanrı yoktur-tanrılık
kavramı yoktur)” diyerek bunu dillendirmişler...
“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur; yalnızca -İsmi Allah olan-ı
anlamak"
daha işin başı demişler...
"Feakım
vecheke liddiyni HANÎFA... Fıtratallahilletiy fetaran nâse aleyha!.. Lâ
tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım... Ve lâkinne ekseren nâsi lâ
ya'lemun.” (30:30)
"O halde yüzünü (şuurunu) Hanif (lik bilinciyle) DİN'e
yönlendir; O Allah Fıtratına ki, insanları fıtratlarıyla yaratmıştır! Allah
yaratış sisteminde değişiklik olmaz! Geçerli olan DİN (Allah sistem ve düzeni)
budur. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez!"
hf
“ŞUURUMLA GÖKLERİ VE YERİ
DİLEDİĞİ ŞEKİLDE MEYDANA
GETİRİP,
ONLARIN HEPSİ ÜZERİNDE HER AN
HÜKMÜ GEÇERLİ OLAN FÂTIR’A
YÖNELDİM!”
Bize ulaşan bilgilere
göre...
İDRİS Nebi, görev
süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin
tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR İLMİNİ” açıklamıştı...
Ancak, kendisi bu
açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah'ın
ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...
"ASTROLOJİ"
yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR İLMİ" denilen sistem, İDRİS
Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum
insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini
kesinlikle tespit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her
şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler....
Bu yanlış tespit, daha
sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK
TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve
burçlara tapınmaya kadar uzandı!..
Esasen her Nebinin
getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde
saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize
doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir.
İşte, "BURÇLAR
İLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH'ın
varediş sistemi içindeki bu mekanizma"nın yanlış kavranılması sonucu; gök
cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar
adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer
tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına
yerleştirilmiştir..
Böyle bir akış içinde
iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebî gerçekçi düşünce yoluyla bu
yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin
düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamayacağı gerçeğine ulaşmıştır..
Bu eriştiği gerçek
neticesinde de hâlini şöyle dile getirmiştir:
-İnni
veccehtu vechiye lilleziy fatIres semâvati vel ardı HANİFen ve ma ene minel
müşrikin!. ( 6-79 )
-VECHİMİ O VECHE
DÖNDÜRDÜM Kİ, YERYÜZÜNÜN VE GÖKTEKİLERİN HEPSİNİN FÂTIR’IDIR!. HANÎF OLARAK…
ŞİRK EHLİNDEN DEĞİLİM!.
"VECH",
“yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat”, ya da “sima”,
yani "sûret, olarak görünen yanımız" kastedilmiyor burada...
"İÇYÜZ"ümüzdür bahis konusu olan!..
Meselâ bir insan için
deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak istenen "ikiyüz"
nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da "binbiryüzlü"
deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...
"VECH",
“kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi
yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği"
de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik"
de diyebiliriz!...
Öyle ise, İbrahim
Aleyhisselâm’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel
kişiliğimi" gibi anlayıp;
-Düşünsel
yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaratılmışların ve
yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O'dur!..
şeklindeki bu ifadeyi
deşifre etmeye başlayabiliriz..
hf
DÜŞÜNSEL YAPIMLA DÖNDÜĞÜM
“ALLAH İSMİ” İLE İŞARET EDİLEN MUTLAK VARLIK YANISIRA
TANRI KABUL EDENLERDEN DEĞİLİM!
Şimdi İbrahim
aleyhisselâmın "ALLAH"a yönelişindeki bilinci ifade
şekline dönelim:
-Şuurumu (vechimi)
semânın ve arzın FÂTIR'I olan Veche döndürdüm! (6-79)
Yani, "farkettim
ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi bir nesne yoktur ki,
ben onu put edinip, ona tapınayım!. Bu sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri
dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli
olan FÂTIR'a yöneldim."
-HANÎFEN...
(6-79)
“HANÎF” olarak!. Yani,
göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde!.
Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idrâka ermiş olarak! Tüm varlığı, tüm
evreni, tüm sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir
şekilde var eden sınırsız ilmi ve gücü idrâk ettiğim için, ötede tapınılacak bir
tanrı olmadığı bilincinde olarak!.
-Müşriklerden
değilim!.
“ALLAH, VÂHİD-ül
AHAD” olduğu halde; ben “Allah yanısıra tanrı kabul edenlerden”
değilim!. Mutlak varlık, "ALLAH" olduğu halde; ben, tanrı
kavramını kabul edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!.
."ALLAH" yanısıra
TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini kabullenmek şeklinde olur, ya da
firavun, Nemrut, Deccal gibi kendilerinin TANRI, RAB olduğunu iddia
edenlerin, bu iddialarını kabul etmek suretiyle olur.
hf
KARŞINDAKİ BİRİMİ
PARMAĞIN YA DA DUDAĞIN YA DA KULAĞIN,
GÖZÜN GİBİ GÖREMEDİĞİN SÜRECE HANİF DEĞİLSİN!
“Sistem”i OKUmadığınız
sürece, şuurunuzda şöyle veya böyle bir tanrı kavramı vardır, demektir.
Tanrı kavramının
gerçekten kalkmış olması için... Şuur boyutunda, karşındakiyle, yaşam ve
içindekilerle, evrenle bütünleşmiş olup; her an her yerde, kendindekinin Tek ve
mutlak fâil olduğunu müşahede etmen gerekir. Bunu da yapamadığın sürece;
ŞİRKTESİN!.
Karşındaki birimi,
parmağın, ya da dudağın, ya da kulağın, gözün gibi göremediğin sürece
ŞİRKTESİN!. Hanif değilsin!.
Mâdem ki algıladığımız
kadarıyla evren gerçek boyutu itibariyle TEK'tir...
Senin, "benim
şuurum" dediğin şey de, evrensel şuurdan başka bir şey değildir!.
Bu da demektir ki,
karşında cereyan eden olayda, beğenmediğin fiilin kökeninde, sen yatıyorsun ama
birimsellliğinle değil!.
İşte tasavvuftaki
nefsin(bilincin) beşinci mertebesi olarak anlatılan "Nefsi Râdiye"
mertebesi, şuurun bu idrâka ermesi hâlinde, gereğini yaşamasına verilen
isimdir... Ve burada dahi "gizli şirk" kısmen mevcuttur!.
Konunun tahkikine
yönelmek istiyorsak, "Esmâ" yaradılmışın tanrısı olmamalıdır!.
Yani, isimlerin
çokluğu, varlığın TEK'liği anlayışımızı örtmemelidir...
hf
HARARETİ GRİZİYE
(BEYNİN YAYDIĞI BİOELEKTRİK
ENERJİ)
Hücreleri birarada tutan, yani bedeni bir bütün halinde koruyan beynin
yaydığı bioelektrik enerjidir ki buna tasavvufta "harareti griziye"
denilmiştir.
hf
“HASİB” ESMASI
İhtiyaçları karşılayan; her an her
varlığın yaptığının hesabını görerek hesabına göre bir sonraki aşamaya
geçirten.
hf
Meselâ "Hasib" ismi, herşeye hesapta itina gösteren
diyoruz...
Her şeye hesaplı bir biçimde, yani detaylarına kadar değerlendirme
yaparak o nesnelerin hakkını veren anlamına geliyor bu isim. Hayatımızda
yaptığımız birçok işler vardır böylesine, onu detayları ile inceler ve sonra
karar veririz.
İşte bu detaylarına kadar inceleyip ondan sonra karar verme,
değerlendirme işi bu "Hasib" isminin mânâsının bizdeki
tecellisinden başka bir şey değildir.
hf
“HASİB”LİK GELECEKTEKİ BİR GÜNDE DEĞİL,
HER DEM YAŞANMAKTADIR…
TIPKI TÜM ESMÂ GİBİ!
Ezelden ebede “SİSTEM”de inan ki hiç bir değişiklik yok ve olmaz!.
Herkes, kendisinden çıkanların, düşüncesinden çıkanların sonuçlarını yaşayacak…
Başına gelecekler hep kendisinden açığa çıkanların sonuçları olacak!.
Bu yüzden de, “Hasîb”, yâni, yaptıklarının sonuçlarını görücü
ve yaşayıcı olarak nefsin yeter, denmiştir.
“Hasîb”lik, gelecekte bir günde değil; her dem, yaşanmaktadır;
tıpkı tüm esmâ gibi!.
Öyle ise, iyi düşünmeye çalışalım ki, iyiyle karşılaşıp, iyi yaşayalım.
Karşındaki için ne düşünürsen; kim olursa olsun, senin için de o
düşündüğün oluşacaktır; bunu sakın unutma!
Çark-ı felek dönüyor ve SİSTEM çalışıyor!.
hf
“HÂŞİAN”
ALLAH İNDİNDE HERŞEYİN
“HİÇ”DEN GELİP “HİÇ”E GİTTİĞİNİ
BÜTÜN HÜCRLERİNDE YAŞARSAN,
“HÂŞİAN”DAN OLURSUN
Allah’ın resûlünü övüşü, o resulün dilinden o resulün zâtından gelen bir
şekilde zâtından övgü onun dilinden bizlere ulaşmıştır.
Musa KELİMULLAH
İbrahim HALİLULLAH
İsa RUHULLAH
Hz.Muhammed RASULULLAH’tır.
Rasûlullah, hepsini içine alır.
Her varlık onunla daim ve kaim bir varlıktır. Velâkin tüm sonsuzluk, bu
evren, O’nun esmâlarından meydana gelmiştir.
Allah’a secde etmek önemlidir.
Sürekli ibadetle beraber Allah’ın sonsuz sınırsız azâmeti karşısında
algılayabildiğimiz tüm varlığın yanında bir hiç olduğunu müşahede edebilirsen,
SECDE etmiş olursun!
Hakikati itibariyle onun
yüceliğni anlatmak çok güçtür. Senin kendi benliğini bilişinde yani sonsuzun
sonlu tarafından ifadesi mümkün değildir.
Tevhid-i efal, tevhid-i esmâ, tevhid-i sıfat, tevhid-i Zât.
Herşey HİÇ’ten geldi… HİÇ’e gidiyor!
İşte bunu Allah indinde bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “HÂŞİAN”dan olursun.
Onlar namazlarında haşyet içindedirler.
Ermiş olanlar, “daimi namaz”dadırlar.
Huşû, daimi namaz ile sonuçlanır.
hf
“İÇİNİZDE
ALLAH’I EN ÇOK BİLENİNİZ BENİM
VE EN ÇOK KORKAN DA(HAŞYET DUYAN DA)
BENİM!”
“Korku” kelimesi ile oluşturulan, kuru bir
duygu mu yoksa var olan ve karşılaşılacak olan birtakım olaylar var ve bu
olaylarla karşılaşmamak için tedbir almanın zarûretini belirtmek bâbında mı
kullanılıyor?
"Allah'tan ancak âlim
olanlarınız korkar"
âyetiyle anlatılan nokta, ilmi olmayanın Allah'tan korkmayacağını,
açıklıyor demektir.
Demek ki, ancak, belli bir ilim sahibi, Allah'tan korkar, bilinçli
olarak!. Ve nitekim Hz. Rasûlullah aleyhisselâm ne diyor?..
"İçinizde en çok Allah'ı
bilen benim ve en çok korkan da benim"!.
Allah ismi ile işaret edilen evrensel ve ötesi, münezzeh varlığı, bir
"TANRI" gibi düşünmek şirktir!.
Böyle düşünemiyeceğimize göre; biz Allah’ın eserlerini düşüneceğiz; yani
ef’âl mertebesindeki oluşu!.
Demek ki ef’âl mertebesinde istikbalde öyle karşılaşılacak olaylar söz
konusu ki, bu olaylar bir mekanizma gibi gelişecektir.
"ŞÜPHESİZ Kİ ALLAH
KANUNLARINDA DEĞİŞİKLİK OLMAZ"
âyetinde belirtildiği üzere, tabii olarak otomatik olarak çalışan bir mekanizma!.
Geleceğe dönük olayların nelere sebep olacağını idrâk edersen, kendinin
o olaylara, sanki akan bir bandın üstüne bağlanmışın da, ilerdeki testereye
geldiğin zaman ortadan biçileceksin!.
İşte böylesine bir âkibet var ve böylesine bir âkibete, akışa karşılık,
seni en çok seven kişi olan Allah Rasûlü; sanki şöyle uyarıyor seni.
-Çok tehlikeli olaylara
karşılaşacağın bir noktaya doğru sürükleniyorsun, ne olursun bu tedbirleri al!.
Şu dünya oyun, eğlencesine aldanma!. Çevrendekilerle lâklâkla, dedikodu ile
vakit geçirme; kendi iplerini kopar, bu bantın üstünden ayrıl, bu testere seni
kesmesin!.’
-Şüphesiz dünya hayatı bir oyun
ve bir eğlenceden başka bir şey değildir. Şüphesiz malın, evlâtların vs. senin
için birer fitnedir.’
-Bunlara kanıp da ömrünü boşa
zâyi etme!. Bu noktaya gidiyorsun!. Karşılaşacağın olaylar böylesine mutlak,
kesin ve acımasızdır!. Öyle ise bunlarla karşılaşmadan evvel tedbirini dünyada
iken al!. Başka yapacak bir şey yok. O günde evlât anadan, karı kocadan
kaçar".
Eğer inanıyorsak Hz. Muhammed’in
gerçeği haber verdiğine; bu söylediklerine kulak vermek mecburiyetindeyiz.
Ama bu söylediklerine kulak vermek bizim şu anda yaşadığımız dünyadaki
varlığımıza; kabul ettiğimiz varlığımıza, terkibimize, tabiatımıza ters düşen
davranışlardır!
İlâhi emirler ve yasaklar; bizim, tabiatımızdan huylarımızdan,
alışkanlıklarımızdan, şartlanmalarımızdan kopmayı öneriyor!.
Eğer konuştuğumuz gibi tabiatımızdan, şartlanmalarımızdan,
alışkanlıklarımızdan kopamadığımız takdirde, bu mukadder âkibet bizi bekliyor.
Şurada, âni bir olay patlasa bile icâbında sağına soluna bakmadan kaçıp
kendini kurtarmaya bakıyorsun.
Bundan çok daha dehşetli bir olay, şu hadislerde anlatılan âhiret
manzarasını düşünelim ve bunun çok daha hafifi olanı anlatalım.
Evet, öldüğün andan itibaren, dünyadaki bütün alışkanlıklarının bütün
bağlarının ıztırabını çekmeye başlıyorsun. Çünkü, zoraki olarak, onlar senden
uzaklaştırılmış!. Ve bu ızdırap ne kadar devam ediyor?..
Ölçüsüz bir zaman!. Zaman diye bir şey hissedemiyorsun ki!. Sana,
karşılaştığın bu ızdırabı unutturacak ikinci bir olay da yok!.
Dünyada sana ızdırap veren bir olay oluyor, arkasından başka bir olayla
karşılaşıyorsun ve onu unutabiliyorsun!. Öldükten sonraki hayatta, onu sana
unutturacak ikinci bir olay yok!. Beden çürüdükten sonra, artık, tümüyle
dağılıp gittikten sonra; sen bedenden de koptun; eğer üst yaşama da
geçemediysen, bir uyku hâli gibi bir hâl geliyor, uyuyakalıyorsunl.
Ya kâbus ya rüyâ! Ta ki kıyâmet kopana, haşir olayı gerçekleşene kadar.
O andan itibaren, kıyâmet ile birlikte sanki dünyanın yuvarlak, şu
kürelik hali kaybolup gidiyor. Sanki, bir düz tepsi gibi oluyor!
Ve burada, bütün gelmiş geçmiş insanlar canlanıyor!. Kalabalığı
düşünün...
Ellibin kişinin, yüzbin kişinin toplandığı, ikiyüzbin kişinin toplandığı
bir kalabalığı düşünün. Düşünün ki gelmiş geçmiş milyarlarla insan bir yerde
toplanmış ve o toplandığı mahâlde; cehennem melekler tarafından çekilerek
getirilir ve dünyanın etrafını sarar!.
Bütün o topluluğu ve her taraftan saran cehennemin alevlerini düşün!.
Öyle bir alev dalgası ki, dünyayı su gibi eritecek olan bir alev!
-Herkes dünyada iken neye
tapıyorsa onun peşinden gitsin" deniyor!.
Orada herkes taptığının peşine gidecek gayri ihtiyari!. O, zaten onunla
ünsiyet peydah etmiş!.
Herkes dünyada iken kimi, neyi seviyorsa tabiî olarak orada onunla
beraber!.
Ve kıldan ince, kılıçtan keskin köprü üzerinden, milyonlarla insan akıp
geçmeye başlayacak. Kıldan ince kılıçtan keskin bir şeyin üzerinden milyonlarla
insan nasıl geçer.
Bu anlatım o geçilen mahallin ne kadar zorlu bir mahâl olduğunu anlatma,
târif sadedinde bir mecâzdir, teşbihtir, bir benzetmedir!.
Oradan geçiş gücü, yani herkesin nuru, bu dünyadaki çalışmalarından
meydana gelen enerjisi nisbetindedir.
- Yarabbi herkes geçti, ben niye
en ağır kaldım? diyor.
- Senin amelin seni geri
bıraktırdı! cevabını alıyor.
Senin bu dünyada iken eksik olan amelin, ibadetin, tatbikat
eksikliklerin, senin belli ruhâniyeti, belli nuraniyeti elde etmene mani
oluyor!.
Onun neticesinde tabii olarak orada güneşi geçemiyorsun!. Kimsenin nuru
kimseye de fayda etmez.
Allah Rasûlü yetiş bana, falanca veli yetiş
bana!!!
Kimsenin nuru kimseye fayda etmez!. Ve oradan, eksiklikleri kadar,
nuraniyetinin, enerjisinin eksikliği kadar ceheneme giriyor!.
Ne kadar cehenneme giriyor?..
Kendisindeki tabiat hükmü ne kadar ağırsa, alışkanlıkları, bağları,
duyguları ne kadar ağırsa, çoksa, yoğunsa o kadar uzun süre orada yanıyor!.
Zira bizim zaman ölçülerimizle alâkalı değil olay!. Kömür gibi oluyor
ceset!. Ancak abdest âzâları namaz âzâları yanmıyor. Ve bu yaşam sayısız
senelerle devam edip gidiyor!.
hf
HAŞYET
KİŞİYİ “HİÇLİĞE” GÖTÜRÜR
Haşyetin sonucu; o âzâmet ve Kibriyâ önünde hiç olduğunu hissediştir.
hf
Allah’tan haşyet duymanın hâli kişiyi hiçliğe götürür.
Allah indinde bir hiç olduğunu farkeder.
Sonsuz-sınırsız kuvvet, kudret, ilim… O sonsuz, sınırsız
kuvvet, kudret, ilim içinde bir hiç olduğunu fark eder.
Bu hiçliğin, -bu hiçliğin yaşanması demiyorum- bu hiçliğin
fark edilmesiyle birlikte, kişi istiğfar eder.
“Estağfirullah” der demiyorum.
O sonsuz varlık yanında, indinde bir hiç olduğunu fark
eder.
İşte bu fark ediş, istiğfarıdır. Bu fark ediş,
istiğfarıdır kişinin.
hf
(Soru: “Onlar Allah’ı çok şiddetli severler” şeklindeki âyet, haşyete düşenler midir?)
Hayır!. Onlar, muhabbete işaret ediyor. “ebraru azra” dır, onlar. Öteki
ile kıyasa gelmez.
Allah için hep bir şeyler yaparız. Allah için bir şeyler yapma arzusu,
şevkin, muhabbetin neticesidir, aşkın neticesidir.
Bana göre, haşyet, aşkın üstündeki
mertebedir.
“Eğer siz benim bildiklerimi
bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allah Allah diyerek çırılçıplak
dağlara fırlardınız.” İfadesi Hz. Rasûlullah’ın haşyetine işaret eder. Ve,
kendisindeki o haşyeti dile getiriştir.
“İçinizde Allah’ı en çok bilen
benim. En çok korkan da benim” demesi de, haşyete işarettir. Buradaki korku,
haşyettir.
Korku, bildiğimiz Allah’ın sopasından korkma değildir. Hadiste ona
işaret ediyor.
Yer yüzünde, Hz. Muhammed’den
daha iyi, daha yüksek vahdet ehli olabilir mi?. Onun bahsettiği en yüce durum
işte, haşyettir. Ama, hayâlindeki “tanrı”na “Allah” etiketini yapıştırıp ona, Allah diyenler, haşyetin ne olduğunu
bilmezler. Onlara göre en yüksek mertebe aşktır.
Muhabbet, temeli ile ikilik ve şirktir. Ta ki, aşkın en son noktası
ikiliği kaldırır. O noktaya kadar hep ikiliktir, muhabbet!.
Zaten, haşyeti duyan kişide
ikilik kalmaz!. Çünkü, Hiçlik noktasındadır.
hf
HAŞYET
BAKABİLLAH’IN SEYRİNDE OLUŞUR
(Soru: O zaman, aşkta benlik var, diyebilir miyiz?.)
Benlikle başlar, nihâyeti benliğin kalkışıdır.
Aşk, fenâfillaha götürür.
Haşyet, Bakabillâhın seyrinde
olan bir olaydır,
hakkıyla olması için!.
hf
(Soru: Haşyet, Mardiye’de mi hissedilir?)
Yok!. O zaman, kimse kalmaz ortada!. Mutmainne’de onun ilk hâlleri
hissedilir, yaşanır. Râdiye’de kemâle erer. Mardiye’de tam haşyet yaşanır.
Mardiye’de ve Sâfiye’de belli olur.
(Soru: Bu haşyet duyulmaya başlandığında çok büyük acılar da yaşanır mı?.)
Sen o haşyeti her zaman duyamazsın zaten. O ancak, bir namazda iken ve
kendini o konuda yoğunlaştırdığında hissettiğin bir olaydır. Haşyet duymana
rağmen beden duruyor, varlığını sürdürüyor. Beden ortadan kalkmıyor ki!. Beden
ortadan kalkmadığı gibi, bedenin dünyası da yaşamını sürdürüyor.
hf
“HAŞYET”
SONSUZLUKTAKİ SONSUZ OLUŞLARI-KEMÂLÂTI
SEYR HÂLİDİR
“Bakâbillah”ta, Mardiye’de “İLİM Sıfatı”yla zâhir oldu mu, bu zuhûr hâlinin, yaşam
boyutudur “haşyet”! Bunun ismi, senin anladığın ikilikteki
kulun tanrısından duyduğu haşyet kavramıyla isim benzerliği taşır sadece…
Tıpkı, cennetteki “üzüm” ile burada bildiğimiz “üzüm” arasındaki isim
benzerliği gibi!
Sonsuzluktaki sonsuz oluşları, kemalâtı seyr
hâlinin adıdır gerçekte, “haşyet”; ki celâlin kemâlinden gelir!
Aşk ehli ise cemâlidir celâlin!
Bebeleri, “aşk”la emzirin ki, büyüyüp Allah’a
ersinler!
hf
“ALLAH” İSMİNİN İŞARETİNİ KAVRAYANLAR
SONSUZ AZÂMET VE İHTİŞAMIN GETİRDİĞİ
HAŞYET İÇİNDE ŞAŞAKALDI!
Bkz. H / “Hakikat” / “ALLAH”
isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki
hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı.
hf
HAŞYETİ OLUŞTURAN
İLİMDİR!
Teslimiyeti, ‘’
idrâk’’; haşyeti , ‘’ilim’’ oluşturur.
hf
Dervişler, “aşk” peşinde koşar; kemâl ehli ise “haşyet”i yaşar!
Avamın gözünde, en yüksek mertebedir “aşk”, ve de Mülhime!. Nereden bilsinler ondan
yukarısını gariplerim… Evliyâ, zaten gizli, avam bilemez ki Mutmainne ve
yukarısını! “Mârifet”e ermek içindir “aşk”,
Mülhime’de yaşanır!
En kestirme yoldur “aşk”, Allah’a ermek için! Bir girdi mi insanın içine,
artık hiç bir şeyi görmez gözü insanın aşkına ermek için!. Ne mal ne para ne evlat
ne karı veya koca!. Tek amacı aşık olduğuyla BİR’leşmektir insanın…
En güzel ikilik yaşamıdır o!
Allah’ın, “Aşk” ismi yoktur; “Mârifet” sıfatı,
“irfan” vasfı
olmadığı gibi; ama “İLİM” sıfatı
vardır!
Allah’ın kendini târifi, “İLİM” iledir; “mârifet” ile değil!.
“Mârifet”, kulun Allah’a bakışındadır! “İLİM” ise “O”nun yarattıklarına bakışı!.
“İlim” sıfatını aşikâra
çıkarttıklarında, “haşyet” olur; ve bu yüzdendir ki Kurân, “İlim
sahiplerinde haşyet olur” der!
Kendine yönlendirmek istediklerine, yani “fenâ”
ehline, yani Mülhime ehline ise “aşk” bağışlar!.
Avam en yüksek mertebe olarak “aşk”ı bilir, Mülhime’yi algılar! “Fenâ”dan
ötesine aklı ermez; çünkü “İlim Sıfatı” onlarda zâhir
olmamıştır!. Avamın aklı, talebeye erer!
“Aşk” ehli,
talebe sınıfındadır… Okul ehlidir!.
Nereden anlasınlar onlar Tebrîz’li Şemsi!
hf
HAŞYETİN OLUŞMASI İÇİN
ÇOK GÜÇLÜ BİR TEFEKKÜR, BASİRET
VE FERÂSET GEREKİR
Kuvvetli bir akıl, tefekküre götürür. Kuvvetli tefekkür haşyeti getirir.
Ne diyor âyette?
“Allah’tan ancak âlim olanlar
haşyet duyar.”
Haşyet duyabilen derken;
Haşyet, duygu değildir. Haşyet,
tefekkür sonucu oluşur.
Tefekkürün sonucunda oluşan haşyetin hissettirdikleri vardır.
Aşk ise, duygudur. Onun içindir
ki, haşyet sahipleri âşıklardan mertebe olarak üstündür.
Hz. Muhammed için, “yüksek
muhabbet mertebesi” derler. Bu, yanlıştır.
Hz. Muhammed, haşyet
mertebesinin yüceliği içindedir.
Aşkta, eriyiş ve yok oluş
vardır..
Haşyette, Allah’ın Azâmet ve
Kibriyâsı vardır.
Allah’ın Azâmet ve Kibriyâsını kaç kişi müşahede edebilecektir?.
Âbidler, ârifler, âşıklar
çoktur. Haşyet ehli çok azdır.
Çünkü, o haşyetin oluşması için çok güçlü bir tefekkür lâzım. Çok yüksek
bir basîret ve de ferâset lâzım!.
hf
ANCAK ÂLİM OLANLAR
HAŞYET DUYAR
Câhiller korkar, Âlimler haşyet
duyar!.
hf
Kozadakinin TANRISI.... Ve
resimdeki her bir ışığın bir galaksi olması gerçeği...
İdrak edebilenin hâlidir haşyet ve huşû....
hf
Ebû Zerr radıyallâhu anh’den rivâyet edilmiştir.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Ben sizin görmediklerinizi
görüyor ve işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdamakta haklı idi! Çünkü
gökyüzünde dört parmaklık bir yer kalmamıştı ki, bir melek alnını yere koyarak
secdeye kapanmamış olsun. Vallahi benim bildiklerimi bilseniz muhakkak ki az
güler ve çok ağlardınız ve yataklar üstünde kadınlardan zevk almazdınız; ve
yollara çıkarak avaz avaz Allah'a niyazda bulunurdunuz!" (Tırmizî)
-ALLAH’TAN KULLARI İÇİNDE ANCAK
ÂLİM OLANLAR HAŞYET DUYAR! (Fâtır-28)
-İçinizde Allah’ı en çok bilen
benim ve içinizde Allah’tan gene çok korkan da benim!
Buyuruyor Rasûlullah
aleyhisselâm,
Peki Allah’ın nesinden korkacağız?
.-“Ey iman edenler, Allah’tan
nasıl korkmak lâzım ise öylece korkun.” (Ali imrân-102)
"Korku" diye
tercüme edilen "İttika",
elem ve zarar verecek olan şeylerden sakınıp, iyice kendini "koruma" anlamına gelir.
hf
”NAMAZ”DAKİ HAŞYET
“BAKMA”NIN-“GÖRME”NİN VE
”OKU”MANIN
NİHÂYETİNDE OLUŞAN HAŞYET….
VE SECDE!
“Namaz”daki “haşyet”e gelince...
Basiret sahibi bir kişinin “haşyet” halini hissetmesi için “ALLAHÛ EKBER” sözcüğünün mânâsını
tefekkür etmesi yeterlidir.
Resme bakmak başka şeydir, resmi görüp resmi okumak başka şeydir.
Ben şurada karşıma bir resim asmışım… Bu resim, samanyolu Galaksi’sini
gösteriyor…
Bu resme bakıyorum, ”Samanyolu Galaksisi” diyorum... Ortası biraz sarı,
hiç bir şey belirgin değil; kenarlara doğru parlak noktalar var falan... Ben
resmi görmüyorum, şu an resme bakıyorum!
Ben ne zaman resmi görmeye başlarım?..
Bu galakside bir yığın yıldızlar var ve bu yıldızların içinde bir nokta
sadece Güneş, bu kadar büyük bu galaksinin içinde koskoca dev dünyamızın tâbi
olduğu Güneş adını verdiğimiz orada bir nokta olursa ya bu galaksinin içinde
dünyanın yeri ne?.. Benim yerim ne?.. diye düşünmeye başlarsam, işte resme
BAKMAK DURUMUNDAN ÇIKIP resmi GÖRMEYE BAŞLAMIŞ olurum.
“Bu galaksinin içinde benim yerim ne?..” diye düşünmeye başladığım
zaman, işte o resmi okumağa başlamışımdır. Okumam biraz daha sürerse, bu
galaksi gibi sayısız galaksileri yaratan güç yanında bu galaksi ve bu
galaksileri yaratan “Allah” diye isimlenmiş olan - bütün bu galaksileri
yaratmış olan yanında bu galaksinin yeri ne-benim yerim ne?..” diye düşünmeğe
başlar da beynimin durduğunu ve hiçbir şey düşünemez hale geldiğimi-hiçliğimi
hissedersem; işte o resmi oraya asmaktan gaye yerine gelmiş ben resme ÖNCE
BAKMIŞ-SONRA GÖRMÜŞ-SONRA OKUMUŞ ve bunun neticesi olan HAŞYET DUYGUSUNU HİSSETMİŞ ve de SECDE denilen hali yaşamış olurum!
İşte bu karşımdaki resim beni secde ettirmiştir, Âlemlerin
Rabbı’na-Rabbül Alemin’e!
Ben olaya böyle bakarken bir başkası da “Hadi ezan okunudu, gel namaz
kılalım “der, iki takla-bir bakla tavuk yem yer gibi iki secde, ”namazımı
kıldım-secdemi ettim, Elhamdüllillah” der!
O, yaradılış gereği programının
gereğini öylece yerine getirmiştir!
Buradaki programın gereği de böyle bakıp değerlendirmektir! Ama bu “şuur boyutunun secdesi”dir, öteki “beden boyutunun secdesi”dir! Bu ikisi
birbirinden ayrı şeylerdir, hiçbirisi birbirinin yerini tutmaz. Ne tavuk yem
yer gibi secde etmek, ”secde”nin yerini tutar, ne de bu secde onun yerini
tutar. Biri “şuur boyutunun secdesi”dir, diğeri “toprak boyutunun secdesi”dir!
hf
HAŞYETİN YAŞAMI,
“SECDE”DİR
Haşyet, Allah ismi ile işaret
edilen varlığın sonsuz azâmet ve kibriyâsı önünde bir hiç olduğunu hissetme
hâlidir.
İşte bu, hiç olduğunu hissetme
hâlinin adı, “Haşyet!.” Yaşamı da, “Secde” dir.
Hakiki secde, tahkiki secde
budur.
Taklidi secde ise, işte benim
yere yatıp alnımı toprağa koymamdır.
Biz toprağa bile koymayız. Öyle büyüğüz ki(temizlik zırvasıyla), halının
üstünde seccade arıyoruz.
Allah Rasûlü,
yağmurda çamurda, toprağa secde ediyormuş.
Biz, halının üstünde, halılar
yetmiyor, bir de seccade arıyoruz.
Yaptığımız hareketin ne anlama geldiğini hiç düşünmüyoruz.
“O öyle yapıyorsa ben de öyle
yaparım!.”
İşte insanı batıran, mahveden şey, “O,
öyle yapıyorsa ben de öyle yapayım” düşüncesidir.
Niye öyle?
Allah’a yakin aramanın, Allah’a
yakin elde etmenin yolu; “Niye? Neden? Niçin? Nasıl?..” dan geçiyor.
Soru sormayan beyin için
Allah’a giden yol kapalıdır.
Soru sormayan beyine yakın olan
yer, ağıldır.
Allah’a ermek isteyen beyin
sorar, ağıla gitmek isteyen beyin boyun keser ve dinler.
hf
HAŞYET DUYGUSU SONUCU OLUŞAN
“HİÇLİK” NOKTASI
Bkz. A / “Ahadiyet”/” Ahadiyet Hüviyeti
hf
HAŞYET
KORKU DEĞİLDİR
“Haşyet”,
bilelim ki “korku” değildir...
“Korku”,
kişinin zarar göreceği bir şey karşısında “eyvah ne yaparım”
duygusudur...
“Haşyet” ise,
karşılaşılan azâmet, ihtişam, yücelik, olağandışılık, ve daha bir çok bu tür
tanımlamanın getirdiği ulvîlik önünde; aczini, yetersizliğini ve nihayet “hiçliğini”
hissetme hâlidir.
Bu hissediş, “haşyet
duyma” olarak tanımlanır.
hf
HAŞYET VE AŞK
Soru: Aşkla muhabbet arasındaki mânâ farkı nedir?..)
Aşk, muhabbetin şiddetlisidir.
(Soru: Aşkın daha
şiddetlisi ne demektir?)
Aşkın daha şiddetlisinde bir
şey kalmaz ortada!. Aşk, zaten bir ateştir, Olduğu yeri yakar yıkar, gerisi de
kalmaz.
(Soru: Haşyet diyemez miyiz o zaman?)
Hayır! Aşk ayrı şey, haşyet
ayrı bir şeydir.
Hiç alâkası yok birbirleriyle!. Ayrı kavramlardır, Aşk ve Haşyet!. İkisi
de ayrı özelliklere sahiptir.
Aşk, âşık olanı, kendi
varlığını yok etmeye sevk eder. Yani, öylesine seversin ki karşındakini, onun
için her şeyinden geçersin. Sevdiğinde yok olursun…
Beğeni ayrıdır, sevgi ayrıdır.
Bir şey beğenirsin, beğendiğin
şeye sahip olmak istersin!.
Seversen, sevdiğinin istek ve
arzularında yok olmak mecburiyetindesin!.
Sevgi, aktığı kadarıyla kişide benliği yok eder.
Ne kadar çok seviyorsan, sevdiğin kadar karşındakine teslim olursun ve
ondan razı olmak mecburiyetindesin.
Bu sevgi, aşk noktasına ulaştığı
anda artık onun yanında senin istek ve arzuların sıfır noktasına düşer. Sadece,
onun yanında olayım, yeter dersin, ne hâl ve şart
içinde olursam olayım. Hani, diyor ya;
“Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi.
Altım çamur, üstüm yağmur, gene gönlüm hoş idi…”
İşte, o yâr hanesinde altı çamur, üstü yağmur, başının altında sadece
taş var iken mutlu olmak, aşkın sonucudur. Bu, mutlak teslimiyete götürür.
Haşyet ise, bundan çok farklıdır.
hf
Havâsa gelince...
Havâs, irfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi
Hakk olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da Nur perdeleri
ardında kalmışlardır!
hf
Baktığın kişinin sîretini görüyorsan, ‘’havas’’sın!.
hf
“HAVAS”IN
GÜNAHI
Geniş anlamı ile ‘’günah’,
nefse dönük, nefsin menfaatine dönük davranıştır. Bu, elbette havâsa dönük
mânâdır.
Bu anlayış ile ‘’nefsten günahın
çıkartılması’’ ise Hak’tan ayrı bir varlık görülmek sûretiyle onda günah
kavramının görülmesinin kaldırılması demektir.
Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî
kişiliği kapı gibi ortada dururken, “günah-sevap
yoktur” deyip, nefsine bedenine dönük nerşeyi yapması onun katranlı beton
perdenin ardına atar, tabiat cehennemine sokar ki, bunun getireceği sonuçları,
mahrûmîyetleri ve azâbları târif mümkün olmaz!.
Hem kendini gör, hem karşındakini bir kişi veya birim olarak gör, ondan
sonra da günah yoktur de!.
Bu basiretsizliğin zirvesidir!.
hf
"HAVAS"IN
"GİZLİ ŞİRK" GÖRMESİ VEYA KABÛLÜ
"ŞİRK"TIR!
"Gizli şirk" nedir?.
Mutlak ilim, irade, kudret ve kuvvet, yaratan Allah olduğu halde;
kişinin Allah'tan ayrı varlıkları var kabul edip, "CÜZİ" kelimesi
eşliğinde, onlarda bir irade, kudret, kuvvet, yaratıcılık tevehhüm
etmesidir.
Bazı okuyucularımız soracaktır, “tevehhüm etmek” ne demektir diye; hemen
onu da açıklayalım...
Gerçekte öyle bir şey olmadığı halde, çeşitli sebeplerden dolayı o şeyi
varmış gibi kabul etmek...
İşte kişinin, Alim, Mürid, Kadir, Muktedir, Mütekellim
isimlerinin mânâlarını, birimlerin kendi aslî vasıfları şekilde kabul etmeleri,
"cüzi ilim", "cüzi irade", "cüzi
kudret", "cüzi kuvvet" var sanmaları "gizli şirk"tir!.
Çünkü sonsuz-sınırsız AHAD olan ALLAH "cüziyet"
kavramını kabul etmez... "Cüziyet" müşahedesi ise "gizli
şirk" hâline yol açar.
Avamın, cüziyet görüşü "gizli şirk"tir.
Havâsın ise "gizli şirki" görüşü veya kabulü şirktir. Yani, "şirk" görmek "şirk"tir!.
hf
“HASS’ÜL HAVAS”IN ORUCU
Hass’ül Havasın Orucu, beşerî değerlendirmelerden “oruc”tur.
Mahlûku görmeden “oruc”dur.
“Samediyyet” sıfatının “oruc”luda açığa çıkışıdır!.
Fail olarak Allah'ı görmediğin anda bu, "gizli şirk"
denilen hâldir. Çünkü gerçekte, Fail TEK'tir o da Allah'tır!
Öte yandan Havas, ârifler, veliler, Hakk'ı müşahededen perdelendikleri
zaman "şirk" görmüş olurlar. Ve bu görüşleri ile de şirke
girmiş olurlar.
"Gizli şirk" kalktığı zaman, o
faziletli fiiller meydana gelir ki, fiilin faili içinde olmayıp, fail Allah
olur.
hf
“HAYÂL”
“BÜYÜK HAYÂL”
“HAYÂLİN HAYÂLİ”
“HAYÂLİN HAYÂLİNİN
HAYÂLİ”
VARSAYIMLAR ORTAMI
VE VARSAYILAN VARLIKLAR…
“HAYÂL”!
Acaba bu ilâhî isimleri ortaya çıkarabilecek kâbiliyette oluşturulan ve
“insan” adı takılan varlık; ve onun içinde yaşadığı evren veya evrenler
nasıl ortaya çıktı?
“ALLAH” tecellî etmediğine, tecellîsi
olmadığına, O'ndan herhangi bir şey meydana gelmediğine göre; bu beş
duyu ile algıladığımız varlıklar veya Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan melekler,
cinnîler, cehennem, cennet, berzah âlemi ve daha bilemediğimiz sayısız şeyler
nasıl ve nereden meydana geldi?..
Evet, “Allah” adıyla işaret edilen ve
yanı sıra başkası olmayan, TEK olduğuna göre, algılamakta olduğumuz sayısız
çokluktaki varlıklar nasıl meydana geldi?..
Varlık orijini itibariyle o
sonsuz-sınırsız Tek’te, ilminde mevcut!
Öyleyse çokluk nasıl meydana geldi?
Bu “hayâl” adını verdiğimiz “varsayımlar
ortamı ve varsayılan varlıklar” nasıl meydana geldi?
Bunu son derece basite ve herkesin
anlayabileceği bir hâle getirebilmek için misâl vereyim…
Bu misâl “Allah” adıyla işaret edilene uygulanmaz elbette; ama, konuya
yaklaşım sağlayabilmek için böyle bir misâl veriyorum...
Kafanızda düşünün; ister şimdi, ister
gece yatağa girdiğinizde düşünün...
Bir dünya düşünün, o dünyanın
üzerinde bir tane zengin, bir tane fakir; bir tane güzel, bir tane çirkin; bir
tane yakışıklı, bir tane yakışıksız sanal insanlar yaratın kafanızda; onlara,
kendi kapasitenize göre belli özellikler bahşedin… Sonra, bunları birbiriyle
kapıştırın...
Peki o kafanızda yarattığınız dünya
ve üzerindeki insanlar, kendi başlarına müstakil bir varlığa sahip midirler?..
Hayır!
Varlıklarını nereden
alıyorlar?..
Sizden alıyorlar; siz kendiniz onları
kafanızda yarattınız!
Peki, onlardaki bu özellikler,
görülen-algılanan bu özellikler kime aittir?..
Size aittir!.. Siz onları da,
onlardaki bu özellikleri meydana getirdiniz…
Peki, onlardaki bu özelliklere
bakarak, ben, “Onları meydana getiren sen bu özelliklerden ibaretsin” diyebilir
miyim?..
Hayır!
Sen, onlarda bu özellikleri meydana
getirdiğin gibi; bir başkalarında da bunlarla hiç alâkası olmayan başka
özellikler meydana getirirsin...
Hem düşün ki, onların varlığı sana
aittir; senin varlığın dışında onların hiç bir varlığı yoktur; onlardaki bütün
özelikler sana aittir! O özellikleri de sen meydana getirmişindir! Onların
kendi başlarına varlıkları olmadığı gibi, senden bağımsız özellikleri de
yoktur!
Buna karşın, onlara ve onların bu
özelliklerine bakarak, seni de kayıtlayamam; “Sen bu özelliklerle varsın”da
diyemem. “Sen bu özelliklerden ibaretsin” de diyemem.
İşte, âlemin varoluşunu, kâinatın ve
içindeki “çok”ların özelliklerini bu şekilde anlamağa çalışalım...
“Allah” adıyla işaret edilip, “sonsuz-sınırsız ilim ve kudret sahibi”
olarak tanıtılan mutlak varlık, kendi ilminde - nasıl ben sana diyorum ki kendi şuurunda yarat - yaratmış olduğu sayısız
özelliklerle bu çokluk âleminin sayısız varlıklarını meydana getirmiştir.
Bizler, “Allah” adıyla işaret edilenin ilminde yaratılmış tek tek’leriz!
Bizim bütün varlığımız, bütün
özelliklerimiz, her şeyimiz “Allah”a
aittir; ama buna karşın, “Allah”
adıyla işaret edilen, bizim varlığımızdaki bu özelliklerle kayıtlanmaktan,
târif ve tasnif edilmekten münezzehtir, berîdir, ötedir!
Eğer bu misâl ile size istediklerimi
anlatabildiysem şunu kavrayacak, şuraya geleceksiniz;
“Biz Allah indinde bir HİÇ’iz”!
Resim,
ressamı ne kadar ihâtâ eder?
Ressam bir
an düşünür, ”şöyle bir resim yapacağım” der… Oturup birkaç saat çalışır veya
bir kaç gün çalışır bir resim ortaya çıkarır. Ortaya çıkan resim, aslında
ressamın bir anlık düşüncesinin eseridir. Ressamın çok kısa süreli bir
tasavvurunun, şekillendirmesinin bir eseridir o resim!
O resim
ressamı ne kadar anlatır, yansıtır?
hf
BÜYÜK HAYÂL
(“HAYÂLİ MUTLAK”)
(“HAYÂL-i HAS”)
(“HAYÂLİ KEBİR”)
Hakikatte efal mertebesi mevcud değildir!
Efal mertebesinin varlığı, tümüyle hayâldedir hayâldir!
Hakikatte Zât, sıfat ve esmâ âlemi mevcuddur! Hakikatte bu üç
mertebe mevcuddur.
Bu üç mertebenin ötesindeki efal mertebesi ise, hayâldir; “hayâli
mutlak”tır!.
hf
“İLK HAYÂL”İ DÜZENLEYİP
SİSTEMATİZE EDEN
Fâtır ise ilk
"hayâl"i düzenleyip sistematize edendir... Ve tüm esmâsının işaret ettiği özelliklerle her boyutta mevcut olarak
işlevini sürdürmektedir.
Her boyutta her an işlevine o boyutun gerektirdiği şekilde devam
etmektedir.
Ve tüm isimlerle işaret edilen özellikler dahi böyledir..
hf
“NOKTA”, BİR “HAYÂL”DİR,
İSMİ “ALLAH” OLAN İNDİNDE...
O NOKTANIN AÇILIMI OLAN AÇI İÇİNDEKİ KÜL
VE O KÜL’ÜN YANSIDIĞI HER BİR ZERRE DAHİ…
Hazreti Muhammed aleyhisselâm kendisinde açığa çıkan sıfatlara,
isim özelliklerine, “Sünnetullah” marifetine rağmen asla “ALLAH”
değil, “KUL”dur!.
Evrende var olan tüm yaratılmışlar yani “zerre”ler de böyledir!.
Zerre küllün aynasıdır; ama asla zerre kül değildir, kül kendisinde var
olmuş olsa dahi!...
Buradan bir başka noktaya kayılır... Zerre her an kendisindeki hakikat
ve O hakikat noktasıyla ilişkiler içinde yaşamını nasıl sürdürür; sorusunun
cevabına... Ne var ki bu yazıda buna girmeyeceğim; çünkü bugün anlatmak
istediğim husus o değil... Zaten onun işaretini bundan önceki yazılarda
vermiştim.
Gelelim ana noktaya…
Zerre zerredir!. Kül değil!
Kül, yani hologramik gerçekliğe esas olan ana yapıya, “İşte “Allah” adıyla
işaret edilendir!” diyenler burada büyük bir yanılgıya düşerler ve gerçekten
saparlar!.
Burada onları uyaracak olan levhada şu gerçek yazılıdır:
“İsmi “ALLAH” olan, ZÂT tecezzî (cüzlere ayrılma) kabul etmez!”
Burada “İhlâs” Sûresinin anlamını iyi düşünmek gerekir. Ahadiyyet
ve Samediyyet sonucu olarak kendisinin varlığından başka bir şey
düşünülemez; ve dahi bu mertebede tekillikten dahi bahis açılamaz!.
“ K “ olayı diyerek, “ALLAH”
isimli kitabımızda anlattığım konuyu iyi incelerseniz görürsünüz ki, İlmi
ilâhîde bir noktadan açığa çıkan açı içindeki, 11 boyutlu evren, paralel
evrenler veya bizim deyişimizle “evren içre evrenler” hologramın konusu olan
“KÜL”dür!. Ve zerre de bu küllün aynasıdır!.
“Hayâl içinde hayâl içinde hayâl” diye eski hakikat ehlinin tarif
ettiği konu budur işte!... Nokta, bir hayâldir ismi “Allah” olan
indinde!. O noktanın açılımı olan, açı içindeki kül bir hayâldir...
Küllün yansıdığı her zerre diye tanımlanan, her bir ayna dahi ayrı bir
hayâldir!.
İşte bu yüzdendir ki, zerrede varlığı hologramik gerçeklik dolayısıyla
var olan “kül” dahi, “ALLAH” adıyla işaret edilen olmayıp; yalnızca, bir
“nokta” olarak, O’nun ilminde var olan “ilmî sûret”tir!.
Yani, 11 boyutlu evren, ya da paralel evrenler topluluğu, her zerrede
tıpkı incirin, sayısız çekirdeğinin her birinde varoluşu gibi, her birimde
varolsa dahi bundan öte bir şey değildir!. O da gerçekte “ALLAH”a “kul”luk
etmededir!.
hf
BÜTÜN ÂLEMLERİN VARLIĞI
(ASLI-HAKİKATİ)
HAYÂLDİR!
Galaksinin
büyüklüğünü hiç bir yeryüzüne gelmiş insan aklı-hafsalası alamaz...
Dört
yüz milyar yıldız!.
Aralarındaki
mesafe, her birinin arasındaki mesafe ışık yılları ile ölçülüyor. İnsan ömrü
birinden diğerine gitmeğe müsait değil.
Hele
ki bu galaksi gibi milyarla galaksi var, Evrende bilebildiğimiz...
Peki...
Bu sonsuz, bize göre sonsuz olan bu büyüklüğü aklımız-hafsalanız almazken,
mekânsal manâdaki bu büyüklüğü hafsalamız almazken, insan vücuduna gelelim..
“Hücrelerden oluşmuş
bir biyolojik beden” diyoruz...
Halbuki
bu hücrelerden oluşmuş biyolojik beden tamamen bir atomik kitle, biyolojik
beden aynı zamanda da bir atomik bedendir.. Bütün hücreler, bedenimizin tamamı
atomlardan meydana gelmiş bir kitledir!
Eğer
insan vücudunu imkân olsa da bir elektron mikroskobuna koyup 60 milyar defa
büyütülmüş olarak o vücudu görsek, “vücut” dediğimiz şey ortadan kaybolur,
sadece atomik bir kitle kalır! Hidrojen, oksijen, helyum, azot vs...atomlardan
ibaret, 110 çeşit atomdan ibaret bir kitle kalır. Mikroskobun üstünden
baktığımızda... Bugün, “biyolojik bedendir“ de dediğimiz Ahmed, Mehmet,
elektron mikroskobunun altında 110 atomdan ibaret bir kitledir!.
Ahmed,
Mehmed atomdan ibaret de Hulùsi farklı bir şey mi?...
Hayır!
Bu
da atomlardan ibaret bir kitle, bu da atomlardan ibaret bir kitle, bu da
atomlardan ibaret bir kitle…
Bunlar
atomlardan ibaret birer kitle de şu “hava”
dediğimiz, ”boşluk” dediğimiz şey
atomlardan ibaret bir kitle değil mi?..
O
da atomlardan ibaret bir kitle!.
O
zaman bu bedeni değil de bütün burayı o mikroskobun lâmına yatırdığımız zaman
ortada ne sen-ne ben-ne başkası var sadece 110 çeşit atomlardan ibaret bir
kitle var.
Benim
gözüme göre bu insanlar varken elektron mikroskobunun gözüne göre insanlar
kavramı kalktı, atomlar dan ibaret bir kitle kaldı. Bu “göz bebeği” dediğim
nesne, geçirdiği ışık dalgaları dolayısıyla beyine nesnelerin var olduğu
zannını-vehmini veriyor ve beyinde oluşan hayâlde böyle ayrı ayrı varlıkların
varlığını var sandırıyor insana!
Elektron
mikroskobunda ben-sen-o-biz-siz-onlar yok oldu; atomlardan ibaret bir dünya
kaldı!. Elektron kere elektron mikroskobunun lâmına dünyayı koyarsak-güneşi
koyarsak-galaksiyi koyarsak bunların tümü; sadece ışınlardan ibaret tekil bir
yapı olarak kalır.
Tekil yapı daha da üst
alıcı düzeyiyle değerlendirilirse, sonsuz-sınırsız bir kudret hâlini alır. Bir başka bakış
açısı ile; sonsuz-sınırsız kudret,
kendinden gayrının olmadığını dile getirmektedir.
Nerede?...
Kitap’ta!.
“Limenil mülkül yevm?”
(Bu anda mülk kimindir?)
“Lillâhil Vâhidil
Kahhar”... (Tek ve Kahhar olan
Allah’ındır!)
Biz sanıyoruz ki Kıyâmetin belli bir
aşamasında yukarıdaki megafonla seslenilecek de o megafon kendi kendisine
duyurulacak.. !!!
Bu dediğim boyutlar itibariyle, HER AN kıyâmet kopmakta ve o kıyâmetin hakikatin
de Allah tarafından kendi varlığı dışında başka bir varlığın olmadığı dile
getirilmekte!
“Şehidallahù ennehù lâ
ilâhe illâ hù”
Şehâdet
etmektedir ki Allah kendisinden gayrı varlık mevcut değildir amma bizdeki
tecelli gereği var sanmaktayız ki; bir O var, bir de bizler var! Ne zamanki bu
gerçeği anlayıp-idrâk edip-hissedip-fark edip-hissederiz, işte o zaman “tahkiki iman”a varırız ve itiraf ederiz
ki; “Allah var, gayrı yok”.. . Gayrı, bir hayâlden ibarettir...
İşte
onun içindir ki Evliyaullahtan geçmiş pek çok zevat ”Bütün âlemlerin varlığı-aslı-hakikati hayâldir” demişlerdir.
hf
“HAYÂL”,
EVRENİN
IŞINSAL KÖKENLİ YAPISIDIR
Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve
programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi
onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının
değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir
dalga boyu, ışın, sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki
bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı-anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz
mümkün olmamaktadır!.
Ve eğer anlatabildiysek...
Tüm evren, her kesimiyle,
tamamen canlı-şuurlu bir varlık hâlinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!.
İşte, tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan
oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla
bakabilirsek, TEK bir yapıdır!.
Ve bizim de “hayâl” dediğimiz
şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal
varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı
olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte.
Evet, evren orijininde TEKİL
bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için,
her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka
şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden
kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut
değildir!.
hf
KOZMİK BİLİNCE (“HİÇ”E) NİSBETLE EVREN
SALT ENERJİDEN İBARET BİR
“HAYÂL”DİR
(SANAL VARLIKTIR)
Sonradan
var olan Âdem’e nisbetle, Âdem’e göre, bu âlem gerçektir, ortada
mevcuttur... Buna karşın, Âdem’i ve Âdem’den evvel âlemi meydana getiren,
"kozmik bilince" nisbetle, her şey bir hayâldir; yâni sanal varlıktır.
Yani,
bütün bunların kendi başına tam bir varlıkları yoktur.
hf
- “Evren” dediğin yapının aslı da bir enerji denizi değil mi?. Salt
enerjinin, “elektromanyetik dalgalar” adıyla varlığa bürünüp, daha da
yoğunlaşmasıyla kat kat maddeye yaklaşması ve nihâyet maddeleşmesiyle, tıpkı denizin
dalgaları gibi çeşitli görünümler alması gibi…
- Evet haklısın... Aslında, ayrı birer varlıkmışçasına isimlendirdiğimiz
dalgaların denizden, yâni sudan ayrı bir şey olmamasına rağmen, bizim ona bir
müstakil varlığı varmışçasına isim vermemiz ile bunun arasında hiç fark yok...
Su, salt enerji yerine ele alınırsa; madde ve maddî varlıklar dahi salt
enerjinin dalgaları mesâbesinde kalır... Peki, bu salt enerji, dalgalanmadan
evvel ne haldeydi?..
- Bu salt enerji, dalgalanmadan evvel, bir enerji varlığı hâlinde
kendisine yön veren “Kozmik Bilinç”in imajında idi... Ve gerçekte, el ân
öyle!
- Anlayamadım?.
- Bu enerji, yâni salt enerji, aynı zamanda bir bilince de sahip değil
mi?. Ki bu akılla, düzenli bir dalgalanma (!) hâlinde “evren” adı altında açığa
çıkmış…?
- Evet…?
-Aslında, işte bu salt enerji dahi, “Kozmik bilinç” ya da “Tümel akıl”
adını verdiğimiz aklın imajında idi! Ve bu bilincin imajında, deniz ve dalgalar
husûle geldikten sonra; gene enerji bu aklın imajından ortaya çıktı ve bundan
sonra da safha safha evren meydana geldi.
Bu sebeple, orijini yönüyle, “salt enerji”
denilen evrenin hayâtiyet sıfatının dahi, bilincin imajından ortaya çıktığı
anlaşılır ki; bu Kozmik bilince nisbetle, bütün mevcûdat, salt enerjiden
ibaret, bir hayâl hükmüne girer.
O bilinç ise, bir noktadan, bir mutlak
karanlıktan, bir bilinmezlik veya bir anlaşılmazlıktan ibarettir. Hiçtir! “Hiçlik”tir!
Ve "el ân" da öyledir!
- Hâlen de öyle midir?.
- Elbette! Nitekim sizden birinin... Neyse, geçelim onların sözünü
şimdilik!
- Peki, yani, bütün bu evren bir hayâl mi oluyor gerçekte?.
-Sana - bana nisbetle değil! Dalgaların, varlığını borçlu olduğu salt
enerjiye; o enerji sebebiyle var edilen evreni imajında düşünen veya seyreden
Kozmik bilince veya bir diğer deyişle, "Hiç"e nisbetle hayâldir
evren!.
hf
KOZMİK BİLİNÇ
HAYÂLİNDE BİRŞEYİ VAR ETTİĞİ
ANDA,
HAYÂL ÂLEMİNDE O ŞEY ENERJİ
OLARAK
AÇIĞA ÇIKAR
Kozmik
bilinç, yâni tümel akıl, hayâlinde bir şeyi var ettiği anda, hayâl âleminde o
şey enerji olarak açığa çıkar... Bu enerji, dalga boyları dediğimiz kendine has
bilinçli birimler ışınsal yapı hâlinde, çeşitli yoğunlaşma merhalelerinden
geçerek nihâyet atomlaşır... O dahi, kitleleşerek, çeşitli gayesine uygun
maddeleri meydana getirir ve nihayet ölümü yâni dönüşümü hasıl olur...
Ölümü
hâsıl olduğu anda; gerçekte, o tekrar ışınsal yapıya dönüşmüştür, ama bunu siz
tespit edemezsiniz... Ve bu yoldan sonunda tekrar enerji hâline gelir ve
böylece aslına dönmüş olur... Ve bir sonraki imajın temel elemanı olarak yeni
bir oluşum hâline gelmeği bekler...
-
Valla hiç anlayamadım ben bu işi...
diye
Gönül söze karıştı...
Kafası
bir acayip olmuştu... Hattâ durmuş gibiydi...
Elf
devam etti:
-Anlayamamanız
son derece doğaldır!.. Bütün bunları anlayabilmeniz için, Gönül'lüğünüzden
tamamıyla sıyrılıp; öz yapınızda, evreni kapsayabilecek bilinç düzeyine
ulaşmanız gerekir ki, ondan sonra bütün bu sırları müşahede edebilesiniz...
hf
ZÂTIYLA-SIFATIYLA-ESMÂSIYLA
BÂKİ OLAN “ALLAH”TIR…
GERİSİ İSE “HAYÂL-İ HAS”TIR!
(“HAYÂL”İN İÇİNE GİRER)
Zât- sıfat- esmâ, aslında üç
ayrı şey değildir.
Sizin BEN dediğiniz bir varlığınız var.. Bu “BEN kelimesini bana
târif et, sen nasıl bir varlıksın?” dediğim zaman, sen dersin ki;
”Canlı bir varlığım… şuuurum var. Birtakım şeylerin olmasını istiyorum,
diliyorum, düşünüyorum.”
“Canlı bir varlığım” dediğin zaman HAYAT sıfatı;
“Şuurum var , bilincim var” dediğin zaman İLİM sıfatı,
“İlmimin gereği olarak oluşturuyorum” dediğin zaman İRADE sıfatı,
gibi sıfatlar..
Bu sıfatlar, senin BEN kelimesiyle işaret ettiğin varlığın özellikleri…
Bu özelliklerle birlikte bu defa sende çeşitli mânâları düşünme olayı
başlıyor, sayısız mânâları...
Bu mânâlar, senin ESMA BOYUTUNDUR!
Sen şimdi beyninde benim hayâlimi görüyorsun. Beni gördüğünü sanıyorsun
ama senin beyninde ben yokum. Bunun hayâli var senin beyninde.. Benim beynimde
de senin hayâlin var.
Herbirimiz bir diğerimize göre hayâlden ibaretiz…
Dünya hayatı, dünyanın bir başka türlü yansımasıdır.
“Rüya mı bir dünyadır... Dünya mı
bir rüyadır?” .. karmakarışık bir iş!.
Gerçek olan bir şey var:
Zâtıyla- sıfatıyla- esmâsıyla Bâki olan Allah’tır; gerisi “hayâli
has”tır!
Ama dikkat edin; ”gerisi” dediğim zaman ef’al âlemi’nin içine bakın
neler giriyor?.. Bunların tümünü hayâle attık!
İşte, ARŞ-I RAHMAN, “Rahman
Arş’ın üzerine ıstıva etti“ dendiği zaman... ARŞ’ın üstü, esmâ
mertebesidir; Rahmâni vasıflardır; Esmâdır!
ARŞ’IN ALTI da, efal âlemidir. Sidre-i Münteha’dan başlayıp
alabildiğine giden ef’al âlemidir; “Hayâli Kebir”dir!
Onun içine meleği de girer, insanı da girer, cinni de girer,
İnsan-ı Kâmil’i de girer. Tüm âsar, hep bu hayâl içindedir.
hf
YA “HAYÂL”İN DIŞI?...
Hayâlin dışı dersen, arşın fevki…
“Lillahil Vahidil Kahhar!”
hf
Bize
göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene
bize göre makro - mikro sayısız âlemler mevcuttur.... Ancak dikkat edelim,
bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir.
Oysa...
Şu
içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, olduğu gibi, 60 milyar
defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar...
Ve
sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna
baksanız...
Acaba
ne görüyor olacaksınız?.
Bir
milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini
görürüz... Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında... Gözümüzde bütün insanlar,
eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamiyle
kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir... Ve..
Gayrı
ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir... “Aaa, burada hiç bir şey yokmuş!..
Şuraya bak, sadece atomlardan, onların çevresinde dönen elektronlardan başkaca
birşey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!?..”
Bu
konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve
eşyalar var diyen beynin ta kendisidir!.. Beyin aynı beyindir de, değişen
sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!
Demek
ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli ve insanların varlığına
dair hüküm verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu
hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız
elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya varmaktadır!...
Acaba,
biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elektron mikroskobu ile
yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsa idik... Şimdi hâlâ, bugün
varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?..
Yoksa, üzerinde yaşadığımız dünyanın, uzayın ve algıladığımız her şeyin,
atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..
Şayet
beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu
yerine, 10 trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile
evrene bakmak durumunda olsa idi; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların
varlığından sözedebilecek miydik?..
Yoksa,
algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK
mi olacaktı?..
Şayet
anlatmak istediğimiz bu hususu size ulaştırabildik ise...
Geldiğimiz
bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:
GERÇEKTE, mevcud olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz
olan TEK'tir!.. AHAD'dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da
makro plânda kendisinin dışında hiç birşey olmayan "ALLAH AHAD"
dır!.
Ancak
biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan
oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz. Çünkü, beynimiz
kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte..
Oysa
beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı
değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı
verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek
kabul etse...
Sonra
derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut
olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine
doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa... Ve nihayet
kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "öz"
içinde “yok” oluşunu farkedebilse..
İşte
bu işin çok önemli bir yanı..
Konunun
ikinci önemli yanı da şurası..
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, “AHAD” yani sınırsız -
sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil
bulunduğuna göre; bu takdirde O'nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir
varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O'nun varlığına
bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.
"AHAD ALLAH" dışında var kabul edilecek ikinci bir
varlığın, TANRI'nın yeri neresidir?..
“ALLAH”ın içinde mi, yoksa dışında mı!?
hf
ALLAH
AHLÂKIYLA AHLÂKLANMIŞ OLANLAR
ÂLEMLERİN
“HAYÂL” ÇEKİRDEĞİNDEN OLUŞMUŞ
BİR DEV
“HAYÂL” OLDUĞUNUN SEYRİ İÇİNDEDİR
Herkes, kendi
cehenneminde, ya da kendi cennetinde yaşar.
Tanrısından kurtulanın yaşamı
ise, “ALLAH” adıyla işaret edilenin
“HİÇ”lik mertebesidir!.
“ALLAH” adıyla işaret
edilen, “Bâkî”dir; gerçeğindeki uyarıyı değerlendirenler, fâni kavramını
kabullenemeyecekleri gibi; “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış olanlar
da, âlemlerin, “hayâl” çekirdeğinden
oluşmuş bir dev ağaç olduğunun seyri içindedir.
Her an, her zerrede,
yeni bir “şe`n”de olandır, “HÛ”; ve dahi, bundan münezzehtir; ise, bunun
sonuçları ne olabilir; getirisi dahi neler olabilir?
Ya birilerinin
dedikodusuyla ömür tüketenlerin yeri?
hf
HAYÂLİ MUTLAK,
SONRADAN HÂSIL OLAN
İNSANA GÖRE
“GERÇEK” HÜKMÜNDEDİR
İnsanın
âlemde zuhûru dahi iki merhalededir;
Kozmik
bilinç, kendi özelliklerini seyretmeyi düşlediği anda, bunu yeryüzünde "insan"
adı altında yapmağa karar verdiği için; ki bu safhada evren mevcuttur. Ve bu
mevcut oluşu dahi, kozmik bilincin, ilminde, kendi kendine bakışı
dolayısıyladır.
Bundan
sonra, “Akl-ı Evvel”, yâni “Kozmik Bilinç”, hayâlinde âlemi
meydana getirmiştir ki, buna “büyük hayâl” de diyebiliriz; ki bu, sonradan
hâsıl olan insana göre, hayâl olmayıp, gerçek hükmündedir...
Ve
nihâyet, bu âlemde enerjiden atoma, atomdan tek hücreye, çok hücreye ve nihâyet
bedene kadar gelişme olmuş ve bu defa çoğulcu mânâda insan meydana gelmiştir.
İnsanda
âşikâr olan, kozmik bilincin yâni bizim deyişimizle tümel aklın imajları
olduğuna göre, insanlıktaki müsbet-menfi, şartlanmalı-şartlanmasız oluşumlar,
nasıl, neden meydana geliyor?..
hf
"
HAYÂLİ MUTLAK" İÇİNDE OLUŞAN
"
HAYÂLİ BİRİMLER" İN KENDİ HAYÂLİ ARZ
VE SEMÂLARI VARDIR
Hakikatte Zât, sıfat ve esmâ
âlemi mevcuttur…
Hakikatte bu üç mertebe mevcuttur.
Bu üç mertebenin ötesindeki Ef’al mertebesi ise, hayâldir; “hayâli
mutlak”tır!. Bu hayâli mutlak içinde oluşan hayâli birimlerin kendi hayâli arz
ve semâları vardır.
hf
"HAYÂLİN HAYÂLİ"
Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”; oluşumların
aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin
hayâlinin hayâli”dir”!.
hf
“HAYÂLİN HAYÂLİNİN HAYÂLİ”
Bu sistem ve düzen içindeki bir boyutu anlatan kelimedir “hayâl” kelimesi...
Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”;
oluşumların aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin hayâlinin hayâli”dir!.
hf
BİLİNCİMİZİ ÖRTEN ,
KELİMELERİN HAYÂLİMİZDE MEYDANA GETİRDİĞİ
İMAJLARDIR …
Bilincin sınırları, kayıtları,
blokajı kendisine yüklenen yanlış bilgilerle meydana gelir.
Dünyayı, Evreni, her şeyi, sadece bu gördüğümüz, algıladığımız, var
kabul ettiğimiz maddeden ibaret kabul etmek son derece büyük bir gaflettir!.
Beş duyu verilerinin oluşturduğu, kesitsel değerlerden bilincimizi
arındırıp, gerçek boyutlarıyla âlemi, âlemleri ve âlemlerdeki varlıkları tesbit
etmek zorundayız.
Kelimede; kelimenin şeklinde, isimlerde kalmayalım!.
Bilelim ki, şuurumuzu örten, bilincimizi örten, en büyük perdeler;
kelimeler, kelimelerin sûretleri, o kelimelerin hayâlimizde meydana getirdiği
imajlardır!. Biz o imajları gerçek sanarak, onların ardındaki mutlak
gerçeklerden perdeli yaşıyoruz.
hf
İKİ DENİZDİR “HAYÂL” İLE “GERÇEK…
ARALARINDA BİR BERZAH VARDIR Kİ;
ASLA BİRLEŞMEZLER!
Hayâlî tohumdan meydana gelmiş ulu ağaç!
Yaprakları, evrenin dalgaları! Ancak en üst dalının en ucuna giden,
ağacın bir hayâl olduğunu müşahede edebilir...
Gerçek şu ki, müşahede eden de hayâldir, edilen de!
Oysa, imajında hayâli yaratıp, hayâlin gözüyle kendine nazar eden ve
nazar ettiğinin de ötesinde olan, bir mutlaktan başka bir şey yoktur!
- Elf, şu ana kadar, düşünce sistemimi âdeta felç ettiren böylesine
karışık bir fikir düzeyiyle karşılaşmamıştım.
Hayâl ile hakikatın nerede ayrılıp, nerede
birbirine karıştığını tesbit edebilmenin bundan daha zor bir çözümü yapılamazdı
herhalde...
- Evet... İki denizdir hayâl ile gerçek! Birarada olan iki deniz! Ama
aralarında bir berzah vardır ki, asla birbirleriyle birleşemezler!
hf
HER AN, YALNIZCA
HAYÂLİNDEKİLERLE BERABERSİN,
ASLA KARŞINDAKİYLE DEĞİL!
BU, DÜNYA YAŞAMINDA DA BÖYLE,
ÖTESİNDE DE!
Bilincimdeki ben, ASLA değilim
bir başkasının bilincindeki ben!.
Bilincindeki sen, asla değilsin benim ya da bir başkasının bilincindeki
sen!.
Ben, veri tabanına
göre oluşmuş bir hayâlden başka bir şey değilim senin bilincinde!… Ve sen, veri
tabanına göre oluşturduğun kendi tasavvur ve hayâline demedesin, Ahmed Hulûsi!.
Oysa, ebeden beni tanıman
mümkün değil!
Sen de, benim için öyle!.
Eğer anlarsan bu anlatmak
istediğimi, fark edersin ki, her an daima yalnızca hayâlindeki kişilerle
berabersin; asla karşındakiyle değil! Bu dünya yaşamında da böyle, ötesinde
de…
Herkes, veri tabanına göre
kendi hayâl dünyasında yaşamada!.
Başkalarını da, tanıdığını sanarak, onlar hakkında budalaca yorumlarla
yorulup, ömür tüketmede!.
Oysa, o yorumlarının tümü, karşısındakine değil; kendi hayâlinde
yarattığı ve karşısındakinin adını
taktığı kendi hayâlindeki
yarattığına; yani kendine
dönük!… Asla karşısındakine ulaşmıyor!.
Her birim, karşısındaki sûrete
göre veri tabanının oluşturduğu hayâl dünyasındaki kişileri
yorumlayıp; veri tabanına GÖRE onları
değerlendirerek, cehennem ya da cennetinde yaşamada!.
Akıllı insan, şimdiden cenneti
yaşar, “ALLAH”a teslim olarak…
Ahmak da, her şeyin ille de kendi arzuladığı gibi olmasını istemede
devam ederek cehennem eder yaşamını!.
hf
(MUSAVVİRE GÜCÜ)
Hayâl gücü Venüs’ün
rûhaniyetinden hâsıl olur. Buna “Musavvire”, “şekillendirme gücü”
de denebilir.
Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize
herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin
üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...
Sonrasında hayâl gelir. Yani,
o fikirleri kafamızda hayâl ederiz. Anlayıp kavramak için bir sûret haline
sokarız. Bu hayâl edişe aynı zamanda "musavvire
gücü" denilir. Yani, tasvir etme şekillendirme.
Beyinde şekillendirme olayı vardır. O fikirler otomatikman şekillenerek
anlaşılır. O da nasıl anlaşılır? Müdrike
yani idrâk gücü ile, idrâk edilir.
hf
BEYİN,
ALGILADIĞI MÂNÂYA YARDIMCI
OLMASI YÖNÜNDEN
HAYÂL GÜCÜYLE BELLİ BİR GÖRÜNTÜ
TAHAYYÜL EDER
“Seyir” dediğimiz veyahut da ”Allah’ın
nazarı” dediğimiz, Allah’ın bakışı
dediğimiz olay nedir?
Bunu kendinizden anlayabilirsiniz. Sizdeki bakış nedir?... Baktığın
zaman karşında bir cisim görüyorsun, bir nesne görüyorsun, bir varlık
görüyorsun... Peki Allah’ın bakışında böyle ayrı ayrı birimsel varlıklar var
mı?..
Aynı suali senin açından soralım… Senin yönünden, ayrı ayrı görülen
birtakım varlıklar var mı acaba... Göz, beynine birtakım veriler ulaştırıyor;
beyne belli bir bioelektrik mesaj ulaşıyor ve beyin tahayyül yoluyla bu nesneyi
değerlendiriyor.. Bu mânâyı algılıyor. Algıladığı mânâyı, algılamasına yardımcı
olması yönünden de hayâl gücüyle belli bir görüntü tahayyül ediyor...
Gerçekte beyin için görüntü sözkonusu mu?..
Beyin için, algılama, idrâk sözkonusu… Görüntü, algılamaya yardımcı bir
faktör.
Gerçekte sen görmüyor musun?.
Senin bakışından kasıt, basirettir, yani o şeyi idrâktır!. O şeyin ne
olduğunu anlayabilmektir. Ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu anlayabilmektir.
Bakmaktan gaye, basiretin mânâsı itibariyle bir şeyin ne olduğunu anlamaktır.
Yani o şeyin varlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin meydana geldiğini
bilebilmektir.
hf
"HAYÂL" VE
"SİSTEM"(DİN)
SİSTEM VE DÜZEN İÇİNDEKİ BİR
BOYUTU ANLATIR,
“HAYÂL”!
Hayâl gücü Venüsün ruhaniyetinden
hasıl olur. Buna Musavvire, şekillendirme gücü de denebilir.
Gerçekte var olan mevcut sistem ve düzen Allah sistem ve düzenidir ki;
bu sistem ve düzen Allah Rasûlü tarafından okunarak; İslam Dini adı altında
bize bildirilmiştir çeşitli semboller ve benzetmeler ile...
Bu sistem ve düzen içindeki bir boyutu anlatan kelimedir “hayâl” kelimesi...
Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”; oluşumların
aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin
hayâlinin hayâli”dir”!.
hf
“SİSTEM”İN İŞLEYİŞİNE DAİR
HAYÂL YOLLU MÜŞAHEDE VE KEŞİFLER
Halusinasyon ile velilerin, Rasûllerin- Nebilerin görüşleri arasında çok
önemli bir fark vardır.
Çeşitli uyuşturucu kullananlar ile cinni etki altında olanların
halusinasyonlarının arkasında, gerçekte sistemde var olmayan veya sistemin
işleme düzeninde yer almayan; temeli olmayan fikirlerin, vehim tesiriyle
oluşturduğu temelsiz, asılsız görüntüler vardır. Bu görüntülerin dayandığı
fikirlerin içinde yaşadığımız sistemin işleyiş ve düzeniyle hiç bir ilgisi
yoktur.
Buna karşın Velilerin, Rasûllerin-Nebilerin hayâl yollu
değerlendirdikleri müşahede ve keşifler ise, sistemin işleyişine temel
oluşturan boyuttaki prensiplere, realitelere ve bunları ihtiva eden dalgalara
dayanır.
hf
HEKES KENDİ BENLİĞİNİN GETİRİSİ OLAN
HAYÂLERİNİN SONUÇLARINI YAŞAMAKTADIR
VE YAŞAYACAKTIR
Ölümötesi yaşamda,
hayâllerini, oranın gerçekleri gibi yaşayacağın içindir ki, Bakara Sûresi
sonunda,
“Benliğinizdekileri açıklasanız da gizleseniz
de onların sonuçlarını yaşayacaksınız varlığınızdaki Allah’ın getirisi olarak”
denmektedir.
Herkes kendi benliğinin
getirisi olan hayâllerinin sonuçlarını yaşamaktadır ve yaşayacaktır.
Veri tabanını
dünyadayken arındırmamış olanlar hayâllerinden yakınacakları bir merci
bulamayacaklardır yarın!
hf
İNSAN, VERİ TABANINDAKİ
VERİLERE
DAYANARAK HAYÂL KURAR…
HAYÂLİNDEKİ DÜNYASINI YARATIR!
Her insan hayâllerinin sonuçlarını yaşar... Bazen müsbet bazen de menfi
şekilde!.
İnsanoğlu, çevresindeki insanları da, hiç bir zaman olduğu gibi görmez;
kendi hayâlinde tasavvur ettiği şekilde görür; düşünür. “Olduğun gibi görün”
sözü yetersizdir. Çünkü temelde mümkün değildir. Görünen değil, ALGILAYAN
esastır!
Düşüncenin bir mekaniği vardır.
Genetik ve astrolojik veriler birimin veri tabanının neleri
kabullenebileceğini düzenlerken; içinde yaşadığı çevresinden kendisine ulaşan
veriler de onun düşünce sistemine yön verir değer yargılarını oluşturarak!.
Birim, veri tabanındaki bu sistemin çalışmasıyla, hayâlinde dünyasını
yaratır!.
Karşılaştığı olayları veya kişileri, veri tabanında bulunan –doğru ya da
yanlış bilgilere göre oluşmuş- o konuya ait yerlere oturtarak, o olayı ya da
kişiyi değerlendirir.
Esasen daha önce de açıkladığım üzere, herkes karşısındakileri değil,
kendisine yansıyandan algılayabildiği kadarıyla, hayâlindekini görür ve
değerlendirir.
Meselâ…
Kişi tasavvufla ilgilendi ve “veli” kavramını edindi veri tabanına… “Veli”lik kavramıyla ilgili bazı
özellikler öğrendi… Bu özelliklerden bazılarını benzettiği birine hemen o
montajı yapar ve artık kafasında onu “veli” olarak hayâl ederek; yaşamını buna
göre yönlendirir!.
Oysa o kişinin “veli”lik
kavramıyla uzaktan - yakından ilgisi yoktur… O özelliklere sahip değildir!.
Bunun gibi, kimini şeyh, kimini mehdi, kimini gavs, kimini kahraman,
kimini büyük adam, kimini âlim, kimini başka bir şey hayâl eder, öylece
hayâller içinde ömrü tüketir!.
“Veliler”, “tanrılar” yaratır kurabiyeden, sonra da onları yeriz!.
Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları gerçekleşmesi mümkün
olmayan ham hayâller kurarlar; sonucunda da sükûtu hayâller yaşarlar.
Kim ne zaman sükutu hayâle uğramışsa, bu onun kurduğu yanlış veya
geçersiz hayâllerinin sonucudur!.
İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar… Bu kurduğu
hayâllerin de gerçek olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini harekete geçirir...
Sonuçta da hayâlleri gerçek olabilir!.
Ne var ki, o isteklerinin hayâlleri doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu
zaman da mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya da oluşmasını beklediği
konuda yanlış veriler edinmiştir. Bu yüzden de sükûtu hayâl mukadder
olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının sonucu olarak!.
“Herkes elleriyle yaptıklarının
sonucunu yaşamaktadır” hükmünü aklımızdan hiç
çıkartmayalım, eğer tanrının varlığına inanmayanlardansak!.”
hf
MELEKLER, KİŞİNİN VERİ TABANINA
GÖRE
HER AN HAYÂLLER YAŞATIR
Okunmayan kitabın önünde açık durması, kitaba eziyettir!
Tüm yaşamının bir rüya olduğunu farketmeyip; yalnızca uyuduğunda
gördüğünün rüya olduğu, sanısıyla yaşayan… Mutluluğun ve azâbın, hep rüyalarla
oluştuğunu; yani hayâlden başka bir yerde olmadığını fark edemeyen…
Doğal işlevini
yapan meleklerin, bu işlevlerinin, veri tabanına göre kişiye her an çeşitli
hayâller yaşattığını kavrayamayan, neylesin senin yazdığın yaşamın gerçeğini!
hf
HAYÂLİ DEĞERLER VE KAVRAMLARLA
YARATTIĞIMIZ HAYÂLİ DÜNYAMIZA
KENDİMİZİ
HAPSEDER VE ORADA YAŞARIZ
Yaşanılan olaylar, “insan”ı gerçeğin dünyasına
yönlendirir. İnsanı, hayâl dünyasından çıkartır.
En önemli nokta burasıdır!.
Hepimiz kendi
kafamızda bir hayâli dünya yaratırız. Hayâli değerler oturturuz. Hayâli kavramlar
meydana getiririz. Ve, öyle bir dünyada yaşar, orada kendimizi hapsederiz…
Halbuki, yaşanılan
gerçekler öyle değildir.
İnsanın hayâl dünyasındaki değerleri ne kadar
çoksa, yaşamın gerçekleri ile karşılaştığı zaman duyacağı azap da o kadar fazla
olur.
Ne kadar gerçekçi yaşarsan, Allah’ın yarattığı bu Sistem
ve Düzeni, ne kadar gerçekçi bir biçimde anlayıp değerlendirebilirsen, olaylar
karşısında o kadar az etkilenirsin. Olaylar seni o kadar az sarsar.
Ve, kendini o kadar
sağlam bir geleceğe hazırlarsın!.
Dolayısıyla, gerek
dünyada yaşarken, gerek daha sonrasında; çeşitli azap ve sıkıntılardan,
yanmalardan kurtulmak; dünyada yaşarken huzura ermek, ancak ve ancak Allah’ı
bilmek, O'nun var ettiği Sistem ve
Düzeni idrâk etmekle
mümkün olur.
Kim, Allah’ı ötede bir tanrı gibi düşünüyorsa, o anda veya
o düşüncesi devam ettiği sürece, dünyada da, âhirette de azâp çekmeye
mahkûmdur. Kendi azâbını kendisi
oluşturuyordur.
Nitekim, Hadis-i Şerifte ;
“Cehennemde ateş, odun yoktur!. Herkes kendi ateşini,
odununu dünyadan kendi götürür,”
buyuruluyor..
Dünyada edindiğin yanlış değerler, yanlış şartlanmalar,
yanlış kabuller, senin bu dünyada da yanmana, azap çekmene sebep olur, öbür
dünyada da!.
hf
HERKES HERŞEYİ HAYÂLİNDE GÖRÜR VE
DEĞERLENDİRMESİNİ DE
KENDİ VERİ TABANINA GÖRE YAPAR!
Herkes,
birbirine ve her şeye bakar; fakat, kimse, bir diğeriyle aynı şeyi görmez!.
Herkes, aynı şeye
bakar; fakat, aynı şeyi, mutlaka farklı görüp değerlendirir.
Herkes, her şeyi,
dışarıda değil, hayâlinde görür ve değerlendirmesini de, kendi veri tabanına GÖRE yapar.
Herkes, farklı şeyleri
olduğu gibi, aynı şeyi dahi, ayrı zamanlarda, aynı şekilde değil, farklı
şekilde algılayıp değerlendirir.
Hiç kimse, aynı şeyi, iki defa görmez ve iki defa aynı
şekilde algılayamaz.
Herkes, her şeyi, kendi
veri tabanına GÖRE değerlendirdiği için de, her şey, değerini değerlendireninden alır.
hf
HAYÂLİMİZDE SEVER,
HAYÂLİMİZDE KORKAR,
HAYÂLİMİZDE DEĞER VE PÂYE VERİR
YA DA DEĞERSİZ KILAR;
YAŞAYAMADIKLARIMIZI HEP
HAYÂLİMİZİN DERİNLİKLERİNDE YAŞARIZ!
Gençliğimde okuduğum ve bana misâlleriyle uyarılarda bulunduğu için
sevdiğim bir kitaptı Filibeli Ahmed
Hilmi’nin yazdığı “A’mâk-ı Hayâl”
isimli kitap. Hayâlin Derinliklerinde…
Gündüz ve gecemizin pek çok
saatlerinin içinde geçtiği âlem, hayâl!.
Hayâlimizde sever, hayâlimizde
korkar, hayâlimizde değer ve pâye verir ya da değersiz kılar; korktuklarımızı,
umduklarımızı; yapma özlemi duyup da yapamadıklarımızı veya yaşamak isteyip de
etraf yüzünden yaşayamadıklarımızı bizler hep hayâlimizde yaşarız!.
Hayâlinizdekilerin
tümünü paylaşabildiğiniz acaba kaç yakınınız var?
Ne güzel bu kadar geniş çevresi olmak!!!…
Hayâlindekilerin tümünü
paylaşacak kimsesi olmayan insan, yeryüzünde yalnız yaşayan insandır!.
Herkes hayâlindekini apaçık dillendirip ortaya koysa, acaba yakınında
kaç kişi kalır?.
Hayâllerimizdekini açmıyor,
açamıyorsak, karşımızdakine başka bir yüzle mi, maskeyle mi çıkıyoruz acaba
hep?
Kim kimi, niye, ne kadar, nasıl aldatıyor; neden?
Kafam dağınık bugün toparlayamıyorum ve böyle bir yazı çıkıyor işte…
Halkın evlâdına 2000 yılında 30
yıl önceki verilere göre düzenlenmiş bilgiler öğretilirken okullarda; “derin”
yönetim okullarında en son verilere göre eğitim veriliyor!.
Adam o kadar zeki ki;
torunlarına yatırım olsun diye, çeyiz sandığı büyüklüğündeki bilgisayarlardan
almış saklamış 40 yıl önce…
Ne miras!
Şimdi bunu bazıları da adamın
kafasındaki, beynindeki PC diye anlayacak tabii…
Tanrısı ile “ALLAH” adı arasında sıkışmış kalmış;
birinden kopamayan, ötekine eremeyen; bırak ermeyi, kavrayacak yeterli aklı
olmayan mukallitin avuntu dünyası!
En iyisi okumayın
bu yazıları, kafanız karışmasın; düşünmeyin!. Düşünmek tehlikelidir!. Sonra
belki GERÇEKLERİ görürsünüz basîretinizle!.
hf
İNSAN EBEDİYYEN
HAYÂL İÇİNDE YAŞAYACAK
Alt bilinç tarafından üretilen fikirlerin, beyinde belirli hayâl
sûretleri oluşturularak üst bilinç tarafından değerlendirildiğini; bu yüzden
insanın, varoluşundan ebede kadar, hep hayâl içinde yaşayacağı gerçeğini ise
pek az insan fark etti!.
hf
ÖLÜMÖTESİ YAŞAMDA HAYÂLLERİNİ
ORANIN GERÇEKLERİ GİBİ YAŞAYACAKSIN
Dünyada cehennemi de cenneti de kendi içimizden kaynaklanan bir biçimde
yaşadığımız kesin!.
Biz daima veri tabanımıza
GÖRE içinde bulunduğumuz şartları değerlendirir; sonucunda da içinde
bulunduğumuz şartlardan ya mutlu oluruz ya da yanarız.
Mutluluğumuz, mutsuzluğumuz hep
hayâlimizde(N)dir!.
Rüya misâlindeki gibi, dünya sonrası kabir âlemini de, daha sonraki
boyut ve yaşam şartlarını da hep gene dünyayı algıladığımız gibi; madde olarak
algılayacağız; ancak o boyut şartlarının getirdiği yaşam biçimlerine göre.
hf
(YAŞAMIN GERÇEĞİ İLE YÜZYÜZE
GELMEK)
“Yaşamın gerçeği ile yüzyüze
gelmek” demektir, çünkü yaşamın pekçok gerçeği bizim hayâl
ettiğimiz gibi değildir.
Biz yaşamın düzen ve sistemini idrâk edemiyoruz, kavrayamıyoruz. Çünkü
daha kozamızdan dışarı başımızı çıkarıp şöyle bir gerçek âleme bakamamışız,
işin püf noktası burasıdır!
Kozamızın içindeki hayâl gerçekler, yaşamın gerçekleri ile pekçok zaman
bağdaşmaz. Doğduğunuz -büyüdüğünüz köyün, kasabanın ya da şehrin gerçekleri o
ülkenin sınırları dışında çoğu zaman bir değer ifade etmez.
Sizin doğup büyüdüğünüz Türkiye sınırları içinde kalan değer yargıları
ile Tayland’daki, Malezya’daki, Afrika’ın tanrıkulu kabilesindeki değer
yargıları ve oranın gerçekleri birbirinden çok farklıdır, ama bunların hepsi de
ALLAH KULU’dur!
Bütün bu ALLAH KULLARI’nda değer yargıları varsa siz bu farklı farklı
değer yargılarından yalnızca birini kabullenip benimseyip onun üzerine hayâller
kurduysanız başka gerçeklerle karşı karşıya geldiğiniz zamanda mutlak sukûtu
hayâle uğrayacaksınız!
İşte bu sukûtu hayâle uğramanızın sebebi, bilemediğiniz bir gerçekle
karşı karşıya kalmış olmanızdandır!
Onun içindir ki ; “Hayâl hayatın
desteği, sukûtu hayâl işin gerçeğidir!” diyoruz.
İnsanın ne kadar çok sukûtu hayâli olmuşsa yaşamında, o kadar çok
gerçeklerle yüzyüze gelmiş demektir.
“Ben hiç hayâli sukûta uğramadım” diyen insanda kendi hayâl dünyasından
dışarı başını çıkartmamış, yaşamı kozası içinde geçmiş demektir.
Onun içindir ki, gezmenin faydası çoktur. Çok gezerseniz gezdiğiniz
yerlerdeki başka başka değerleri -bakış açılarını görür, farkeder, o zaman
Allah’ı biraz daha tanırsınız. Zira sizin kozanızın tanrısından çok farklıdır”
demek dahi abes gelir, Allah’ın varlığa bakış açısını kıyasa sokmak!
Ne yapacağız?..
Yapacağımız çok basit!
Hayatta ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, o karşılaştığımız olayı şu an
için “Allah bu olayın böyle cereyan etmesini istemiştir!” diyerek olduğu gibi
kabullenmek ve de “görelim MEVLÂ neyler, neylerse güzel eyler” diyerek teslim
olmak.
Yapacağınız bana göre en akıllı iş budur!
hf
HAYÂL HAYATIN DESTEĞİ,
SUKÛTU HAYÂL İSE GERÇEĞİDİR…
İNSAN HAYÂL İLE KOZASINI ÖRER,
SUKÛTU HAYÂL İLE
GERÇEĞİ GÖRME ŞANSINI ELDE EDER
İnsanlar hayâl ettikleri sürece
yaşarlar...
Hayâl, yaşamın en büyük
desteğidir.
Umutları olmasa hiçbir insan
yaşamaz.
İnsanı yarına baktırtan
umutlar, hayâllerdir...
Kesin bir gerçek bu!.
Hepimizde var…
Ama bunun ötesinde bir gerçek
daha vardır;
Sukûtu hayâl, yaşamın
gerçeğidir!.
“Sükût-u hayâle uğramak” demek,
yaşamın gerçeği ile karşı karşıya, yüz yüze gelmek demektir!. Çünkü, yaşamın pek çok gerçeği,
bizim hayâl ettiğimiz gibi değildir.
Biz, yaşamın düzen ve sistemini idrâk edemiyoruz henüz, fark edemiyoruz,
kavrayamıyoruz. Çünkü daha kozamızdan başımızı dışarı çıkarıp şöyle bir gerçek
âleme bakamamışız!.
İşin püf noktası burasıdır!.
Kozamızın içindeki hayâl
gerçekler, yaşamın gerçekleri ile pek çok zaman bağdaşmaz!.
Doğduğunuz büyüdüğünüz köyün,
kasabanın ya da şehrin gerçekleri, o ülkenin sınırları dışında çoğu zaman bir
değer ifade etmez!.
Sizin doğup büyüdüğünüz Türkiye sınırları içinde kalan şehirlerdeki
değer yargıları ile Tayland’daki, Malezya’daki, Afrika’daki Tanrıku
kabilesindeki değer yargıları ve oranın gerçekleri birbirinden çok farklıdır.
Ama, bunların hepsi de Allah kuludur!.
Bütün bu Allah kullarında farklı farklı değer yargıları varsa; siz bu
farklı farklı değer yargılarından yalnızca birini kabullenip, benimseyip, onun
üzerine hayâller kurduysanız; başka gerçeklerle karşı karşıya geldiğiniz zaman
da mutlaka ve mutlaka sükût-u hayâle
uğrayacaksınız.
İşte bu sükût-u hayâle uğramanızın sebebi, bilemediğiniz bir gerçekle
karşı karşıya kalmış olmanızdandır!.
Onun içindir ki, “hayâl, hayatın
desteği; sükût-u hayâl ise, gerçeğidir” diyoruz.
İnsanın ne kadar çok sükût-u
hayâli olmuşsa yaşamında, o kadar çok gerçeklerle yüz yüze gelmiş, demektir.
“Ben hiç sükût-u hayâle
uğramadım” diyen insan da, kendi hayâl dünyasından başını dışarı hiç
çıkarmamış, yaşamı kozası içinde geçmiş demektir.
hf
İnsanlığın yolu, gerçekleri görebilmek,
kabullenebilmek ve hazmedebilmekten geçer!.
hf
İnsan, hayâlleriyle kozasını örer; sükûtu hayâl ile gerçeği görme
şansını elde eder; bunu değerlendirirse de kozası biraz daha delinmiş olur!
hf
Hayatın, hayâl desteği; sükûtu hayâl ise gerçeğidir!.
hf
Kendini aldatmak mı, gerçeği yaşamak mı daha
iyidir sence?
hf
VERİ TABANIN YETERSİZSE
GÖRDÜĞÜN HAYÂL DE
GERÇEĞE UYGUN DEĞİLDİR
Gerçeği itibariyle, biz bir
insan olarak hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki
hayâlini görürüz.
Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim
göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan
beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu
bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl
oluşturuyor. İşte senin, "görüyorum!."
dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir.
Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan
gelen hiç bir şey yok... Ama, beynindeki bilgiler, senin hayâl mekanizman
sonucunda bir hayâl görüntü şekline
dönüşüyor.
Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan
hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri değerlendiren veri tabanın
gelişmemiş ya da yetersizse, arızalıysa, gördüğün hayâl de ona göre arızalıdır;
gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl gördüğünün isbatıdır.
Birisi bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme
bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde
görüyor!. Niye öyle görüyor? Çünkü, görme cihazı arızalı!. Arızalı araçtan
beyne yanlış bilgi gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre
bir değerlendirme yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor.
hf
İNSAN NİÇİN YAŞAMIN ACI GERÇEKLERİYLE
KARŞI KARŞIYA KALACAK?
Kendinizde olduğu gibi
başkalarında da ortaya çıkan özellikler, yine Allah’ın isimlerinin
özellikleridir. Ama biz etrafa dönük değil, önce kendimizi geliştirmek yönünden
olaya bakarsak, nasıl zikir beyinde belli bir kapasite genişlemesini ve bu
kapasitenin gelişmesine bağlı olarak kişilikte gelişmeleri ve kişiliğin
tekâmülünü getiriyorsa ve bu özellikler de otomatik olarak beyin tarafından
ruha yüklendiği için, ruhunuzun da çok daha yüksek kapasitede özelliklerle
kemâlâtla üretilmesini sağlamış oluruz.
Yani yaptığımız bu
zikir çalışmaları veya bu zikir yanısıra yaptığımız diğer “ibadet” adı
verilen bireysel menfaate dönük çalışmalar, yani namaz-oruç-hac vs. gibi
çalışmalar hep bizim kendi geleceğimizi en güzel şekilde inşâ etmek, ölüm ötesi
boyutta yaşam şartlarımızı güzelleştirmek amacına yöneliktir.
Dolayısıyladır ki biz,
ya bu çalışmalarla kendi ölümötesi yaşam bedenimiz olan astral
bedenimizi-ruhumuzu geliştireceğiz, kuvvetlendireceğiz ve bunun ötesinde
Allah’ı ve Allah’a ait özellikleri daha iyi anlayıp kavrayacağız, ve onları
anladığımız-bildiğimiz ölçüde kendi yaşamımıza ona göre yön vereceğiz...
Ya da
bunları ihmal edeceğiz, bütün bunlardan bîhaber olarak; sanki yukarıda ötede
bir tanrı varmış gibi, sanki onun bizim yaptığımız şeylere ihtiyacı varmış gibi
olayı değerlendirip; “Aman canım.., O’nun benim yaptığıma ihtiyacı yok!“ deyip,
her şeye boşverip, ondan sonra da yaşamın son derece acı gerçekleriyle karşı
karşıya kalacağız!.
İşte bu sohbetimde
size bilebildiğim, muttalî olabildiğim kadarıyla yaşamın gerçeklerinden ve bu
gerçeklere dayalı olarak gelmiş olan Din’in tekliflerinden ve Din’in geliş
gerekçelerinden söz etmeye çalıştım...
Bilemiyorum faydalı
olabildim mi, olamadım mı?...
Ama şurası kesin
gerçek ki, bu anlattıklarım doğru veya yanlış da olsa siz gene de bu konuları
ana kaynaklardan araştırın, düşünün, inceleyin, etüd edin.
hf
SUKÛTU HAYÂLLER
SİSTEMİ ÖĞRENMEYİŞİN
FATURASIDIR
Sükûtu hayâller daima gerçeklerle
karşılaşmaktan doğar... Ne kadar çok sükûtu hayâlin varsa, o kadar gerçekle
karşılaşırsın!.
hf
Karşılaştığın sükûtu hayâller, Allah sistem ve düzeninin gerçekleridir.
“Sistem”i öğrenmeyişinin faturasıdır!.
hf
Büyük sükûtu hayâller, gerçekçi olmayan hayâllerle gelir.
hf
Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları, gerçekleşmesi mümkün
olmayan ham hayâller kurarlar; sonucunda da sükûtu hayâller yaşarlar.
Kim ne zaman sükûtu hayâle uğramışsa, bu onun kurduğu yanlış veya
geçersiz hayâllerinin sonucudur!.
İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar… Bu kurduğu
hayâllerin de gerçek olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini harekete
geçirir... Sonuçta da hayâlleri gerçek olabilir!.
Ne var ki, o isteklerinin hayâlleri doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu
zaman da mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya da oluşmasını beklediği
konuda yanlış veriler edinmiştir. Bu yüzden de sükûtu hayâl mukadder
olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının sonucu olarak!.
hf
Hayâllerle ördüğün kozanın dışındaki gerçekleri araştırmazsan, bil ki
yarın seni pek çok sükûtu hayâl beklemekte!.
hf
YAŞANILAN OLAYLAR, İNSANI
HAYÂL DÜNYASINDAN ÇIKARTIR;
GERÇEĞİN DÜNYASINA YÖNLENDİRİR
Dünyada yaşarken cehennem azâbını yaşamanın, yanmanın sebebi, şirki
hafî denilen, gizli şirktir.
Ancak, gizli şirki atmış olabilenin ateşi, azâbı, cehennemi biter.
“Ey mümin, üzerimden çabuk geç!. Nûrun ateşimi söndürüyor” şeklindeki
cehennemin hitâbı; iman ehli kişinin inancının, azâp ortamını ortadan
kaldırdığını, anlatmaktadır.
Aynı sıkıntılı ortamı paylaşan iki kişiden biri imanlıdır; “Allah
böyle takdîr etti, böyle oluyor, bunda da bir hikmet var.” der, azâbı,
sıkıntıyı duymaz...
Diğeri ise, Allah’ı görmez. Gizli şirk ehlidir. Cehenneminde
yaşar.
O, başına gelen işin Allah’tan olduğunu bilmez… “falanca yaptı da onun
için bu iş başıma geldi“ der. Ve bu sefer kendini, kendi eli ile ateşe atar.
Bilmez ki, başına gelenlerin tümü, falanca veya filânca kişinin
yapmasından değil; Allah’ın ona, o olayı yaşamasını takdîr etmesinden, o hâli
yaşamasını dilemesindendir.
O yaşadığı kötü olay, tecrübedir.
İnsan, bu dünyaya belli tecrübeleri yaşayarak, belli bir kemâle ulaşmak
için gelir.
Yaşanılan her kötü olayda da bir ibret vardır.
Bu ibreti, ya o olayı yaşarken alırsın. Ya da, aradan üç ay, beş ay, bir
sene, beş sene geçtikten sonra alırsın. Ama neticede, yaşanılan her olayda bir
ibret vardır.
Yaşanılan her azâp ve sıkıntı bir takım yanlış, eksik bilgilerin
giderilmesine vesile olur.
Yaşanılan olaylar, “insan”ı, gerçeğin dünyasına yönlendirir. İnsanı,
hayâl dünyasından çıkartır.
En önemli nokta burasıdır!.
hf
YAŞAMINIZLA KUMAR
OYNAMAYIN!
“Yaşamınız” derken,
EBEDİ YAŞAMINIZdan sözediyorum.
Şu dünyada kaç saniye
yaşadık ve daha kaç saniye yaşayacağız, gerçek boyuta, gerçek zaman değerlerine
göre?... Bunu hatırlayın…
Yaşamınızın kaç
saniyesi gitti veya kaç saniyesi veya salisesisi kaldı?
“Timer” hızla işliyor!
Geri sayım başladı... 59 58 57 56....
Hızla azalıyor zaman!
Öyleyse bu kalan
zamanı çok iyi değerlendirin! Bu dediklerimi araştırın! “Doğru mu, değil mi?”
bunları tasbit edin, kalan son süreyi iyi değerlendirmeye bakın!
Bir daha geri geliş, Kurân’a göre yok!
Hz. Muhammed’e göre
insanın bir daha dünyaya gelerek yapmadıklarını yapması, hatalarını,
yanlışlarını telâfi etmesi mümkün değil!.
Yarın öbür tarafa
gittiğiniz zaman, burdaki bu değerlerin hiçbirisi geçerli olmayacak.
Öyleyse lütfen, bu
gerçekleri olabildiğince gerçekçi bir biçimde düşünerek pişman olmayacağınız
bir biçimde yaşamınıza yön vermeye çalışın. Zira son pişmanlık noktasında, size
bir daha kesinlikle geri dönüş hakkı olmayacak!.
Allah hepimize pişman
olmayacağımız bir şekilde yaşamı değerlendirmeyi, yaşamın gerçeklerini
değerlendirmeyi kolaylaştırmış nasip etmiş olsun!
hf
“HAVL”
“Havl” kelimesi,”kuvvet” anlamınadır. Türkçeye “kuvvet”
olarak çevirebiliriz. Yani herhangi bir kuvvetin kendisinde izhârıyla,
kendisinden açığa çıkan ahval.
hf
“HAYVAN”
Hayvanlar, bilindiği gibi kaba güç kullanarak yaşarlar… Gözlerine
kestirirler, saldırırlar!… Ele geçirecek güçleri varsa, ele geçirirler… Onu
yiyerek rızıklanırlar!.
Avın gözyaşları ve haykırışları hiç umurunda değildir hayvanların!.
Onlar için önemli olan, kendilerinden güçsüzü açıktan ya da hile ile
yakalayıp yemektir!. Canlı canlı parçalamaya başlarlar hayvanlar avlarını…
Çocukları varmış, eşi varmış; onun ki de canmış; hiç böyle düşünce ve duygular
bulunmaz hayvanlarda!. Düşünce ve duygudan mahrum varoldukları için de “hayvan” denmiştir onlara!.
Hayvanlar anlatılmakla bitmez... Kimi iki ayaklıdır, kimi dört ayaklı,
kimileri de çok ayaklı!.
hf
“HAYIR” VE “ŞER” DİYE
TANIMLADIĞIN BÜTÜN OLAYLAR,
“ALLAH” İSİMLERİ İLE İŞARET
EDİLEN MÂNÂLARIN
FİİLLER ÂLEMİNDE ORTAYA
ÇIKMASIDIR!
HOŞUNUZA GİTMEYEN NİCE ŞEYLER
VARDIR Kİ, SİZİN İÇİN HAYIRLIDIR VE SİZE HOŞ GELEN NİCE ŞEYLER VARDIR Kİ, SİZİN
İÇİN ŞERDİR. ALLAH BİLİR, SİZİ BİLMEZSİNİZ.” (2-216)
Âyetiyle de işte bu gerçeğe işaret ediliyor.
Şimdi, fenâlık denen şey kişilerin terkibine, tabiatına uygun olmayan
şeydir. Ve, “bu sendendir” derler. Hz. Muhammed’i kastediyor. Hz. Muhammed
aleyhisselâmda ilâhi hakikat zâhire çıkmakta olduğu için.
Şimdi burada, önce “fenâlık”
kelimesiyle kastedilen mânâ nedir bunu anlayalım.
De ki: o sizin gördüğünüz, fenâlık dediğiniz şey, Allah’tandır
“Muhammed”den değildir!. “Allah’tandır!” diyerek gerçeği göstermek istiyor!
Yani, terkibin itibariyle baktığın zaman, hayır ve şer söz konusudur!.
Terkibine ters düşen şeye “şer” adını verirsin. Tabiatına ters düşen şeye,
“şer” adını verirsin. Tabiatına uygun düşen şeye de “hayır” adını verirsin.
Fakat hakîki mânâda hayrın ve şer’in ne olduğu, Allah’ca malûmdur!.
Dolayısıyla, her halûkârda da, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini
kabullenmek gerekir.
Esasen nefsin hakîkatı, Hakk’ın esmâlarının terkibidir. Öyleyse
nefsindedir, derken, o terkib dolayısıyla, ortaya çıkıyor o şer!.
Peki o terkib, ilâhî isimlerden meydana geldiğine göre, şerrin, yani şer
dediğimiz bu olayın kaynağı Allah değil mi?..
Allah değil, Rab!.
Çünkü Allah’ta karşıtlılık yok ki!. Terkibde kayıtlılık sınırlılık var!
Her ne kadar terkibin mâhiyeti, Allah’a dayanırsa da terkib oluşu
yönünden, “nefs” kelimesiyle kastedilir!
Rubûbiyet mertebesindeki, senin varoluş tarzın-şeklin-biçimindir. Bundan
dolayı da şer nefse bağlanır, Allah’a bağlanmaz! Ve zaten onun şer oluşu,
nefsine göredir; Allah’a göre değil!.Yani terkibine ters düştüğü için, ona sen
“şer” hükmünü veriyorsun!
Şuurun terkib kaydından kurtulmuş olsa, o takdirde o iş sana “şer”
olarak gelmeyecek; sadece, Allah’tan! deyip geçeceksin... Ne hayır, ne şer
hükmü kalacak!.
Hayrın ve şerrin ne olduğunu; şerrin neye nisbetle “şer” olduğunu tam
açıklıkla anlatmış olduk!.
Tekrar ediyorum, “şer” terkibe
nisbetle, “terkibe ters düşen” olayın adına verilir! Veyahut ta senin
“terkib kayıtları içinde kalmana yol açacak” fiîle verilir!.
İlahî mânâda, seni ikaz mânâsında, kullanılan, “şer” kelimesi; senin terkîbini muhafaza etme mânâsında gelen
olaydır.
Buna mukabil, senin şer, kabul ettiğin terkîbine ters düşen olaydır!
İlâhi mânâda, sana “şer” diye bahsedilen olay, sana “hayır” diye gelir. Çünkü terkibine
uygunluk, terkibini muhafaza yolunda oluş getirmektedir. Buna mukabil, ilâhî
mânâda ise bu şerdir!. Çünkü seni terkibine hapseder!.Dolayısıyla, sana -hayır-
gibi gözükse de o şey “şer”dir!
Ama netice itibariyle, hepsi de ilâhî isimlerin etkisiyle oluştuğu için;
“DE Kİ: HEPSİ DE ALLAHTANDIR!.”
“Hayr” ya da “şer” diye
nitelendirdiğin olaylar, ALLAH’ın türlü isimlerinin mânâsı olarak senin karşına
gelmektedir!.
Yani, senin karşılaştığın
“hayır ve şer” diye tanımladığın bütün olaylar, ”ALLAH” isimleri ile işaret
edilen mânâların, fiiller âleminde-ef’âl âleminde ortaya çıkmasıdır.
hf
HAYIR,
ALLAH'IN KUDRETİYLE AÇIĞA ÇIKMAKTADIR!
(Soru: "Hayır
senin yeddinde"dir. Meâlini lütfen açıklar mısınız? -Mâlikel mülk'ten)
“Hayır”, senin kudretinle
açığa çıkmaktadır, bunu idrâk ettim demektir...... Eden
için tabiî... Yoksa sadece lafını söylemiş olur.
hf
ALLAH’TAN GAYRI YOK İSE
HAYIR VE ŞER OLUR MU?..
“Hayır” nedir? “Şer” nedir?..
Herşey, Allah!..
Herşey Allah’sa hayır ve şer olur mu?..
Şu çalışan klima, şu lâmbalar, buzdolabı,
elektrik süpürgesi, ütü..
Bunların hepsi ayrı ayrı şeyler değil mi?..
Ama hepsi de elektrikle mevcut…
Ütüyü ben bıraktığım zaman yere, düşüp kırılır
mı?..
Ampüle sopayla vursam ne olur?..
Aslının elektrik olması, ampülün kırılmaması
mı demektir?..
Ütünün düştüğünde bozulmaması mı demektir?..
Buzdolabının çalışamaz hâle gelmesi mi
demektir? ..
Burada anlayamadığımız önemli bir nokta
burası..
Şu tahta yanar mı?..
Yanar!
İçindeki atomlar yanar mı?..
Atomlara birşey olmaz, atomlar yanmaz!
Dolayısıyla hepimizin hakikatinin Allah olması, Özümüzdeki
varlığın Allah olması, bizim düşünce boyutundaki birimsel varlığımız itibariyle
yanmamamız diye olayı getirmez, yanarız!
Yanmamak için de gereken şeyleri de Hz.Rasûlullah bildirmiş.
En başta ne demiş?..
NAMAZ!
İslâm’ın en önde gelen umdesi, Namaz!
hf
HAYRIN VE ŞERRİN KAYNAĞINI
İDRÂK ETMEYE ÇALIŞINIZ…
Ne
gecenin şerri vardır, ne de sabahın hayrı!.. Hayrın ve şerrin kaynağını ve
gerçeğini idrâk etmeye çalışınız.
hf
Gerçek katında, ne hayır vardır, ne de şer!.
hf
Beşer gözüyle bakan, hayrı ve şerri; Hak gözüyle bakan, sonsuz kemâli seyreder!.
hf
SABREDERSEK EĞER,
“ŞER” OLARAK NİTELEDİĞİMİZ
OLAYIN
BİR SONRAKİ AŞAMADA NİMET OLDUĞUNU
FARKEDERİZ!
Esasen, Sabır,
Gâfilin kendini koruma mekanizmasıdır!...
Biz genelde, nefsimize
hoş gelmeyen şeyleri ŞER olarak görürüz.. Halbuki nefsimize hoş gelmeyen şeye
sabredersek, o şer gördüğümüz şey bizim şuur boyutunda kendimizi daha iyi
tanımamıza yol açmak için, âmiyâne tâbirle yontulmamız için başımıza gelmiş bir
BELÂdır!.. Biz o andaki şartlarımıza GÖRE o olayı şer olarak, belâ olarak
nitelendirirsek de daha sonraki bir aşamada onun nimet olduğunu
farkedebiliriz..
hf
BEDENSEL ÇIKARLARINA UYGUN OLAN
“HAYIR”,
TERS OLAN “ŞER”DİR!
Hayır ve şerrin gerçeği şudur:
Seni, yani şuurunu, isimler bileşiminin yapısından ve kayıtlarından
kurtarmaya çalışan şey, hayırdır...
Seni terkipsel yapına, bedensel yapına çeken, kendini beden gibi, birim
gibi kabullenmene yol açan şey de şerdir!.
Gerçek böyledir!.
Buna karşın bedensel çıkarlarına
göre ise; senin bedenine, tabiatına uygun gelen şey, hayırdır... Seni bedeninden
uzaklaştıran, bedenin istek ve arzularına cevap vermeyen şey de sana şerdir!.
Hemen burada, şunu anlamalıyız!.
Senin bedenine uygun gelen; bedenin istek ve arzularına cevap veren,
seni bedenselliğe çeken istek ve arzular, demek ki gerçekte “şer”dir...
Eğer bunları anlayıp, idrâk edersen, artık kendini buna göre düzenlemek
zorundasın!.
hf
KİME NE ZAMAN VE NASIL
İYİLİK VE FENALIK YAPMIŞ OLURUZ?
Fenâlık nedir?.
Kime nasıl fenâlık yapmış oluruz, kime nasıl iyilik yapmış oluruz?..
İyilik ve fenâlık kelimelerinden anlaşılan mânâ nedir?
Senin tabiatına uygun olan şeyi, ben sana ulaştırdığım zaman, sana
iyilik etmiş olurum. Senin anlayışına göre!.
Senin tabiatına ters düşen şeyi sana ulaştırdığım, sana ulaşmasına
vesile olduğum zaman da sana fenâlık etmiş olurum!. Gene, senin anlayışına
göre…
Fakat gerçekte, senin tabiatına
ters düşen şeyi, sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olurum! Senin tabiatına
uygun olan şeyi sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olmam!. Hakîkat
açısından!
hf
Tabii namaza gelmek için Kelime-i şehâdeti
getirmek lâzım… Yani evvelâ o fikriyatı kabul ediyorum deyip evvelâ namaza
gelmek lâzım; namazı yaşamak lâzım!
hf
ALLAHIM...
"KALDIRABİLECEĞİM KADARIYLA HAYIRLISINI
İHSAN EYLE!
Hayırlısı her zaman
hayrınıza olmayabilir...
"Kaldırabileceğim
kadarıyla hayırlısını ihsan et" diye isteyiniz.
Hayırlısı gelir
başınıza ama kaldıramayabilirsiniz!.
hf
“HAYRET”
Hayret, sırrı görenin hâlidir.
hf
Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâmın şu duasını hatırlayalım:
"Allah’ım hayretimi
arttır!."
Tasavvufta hayret makamı
vardır. Bu makama gelen kişi, günbegün perdelerinin kalkmasıyla hayretten
hayrete düşer. Çünkü, o güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında,
yanlış bilgiler sonucu, olmayan şeyleri var sanarak yaşarken; işin hakikatına
yönelme sonucu, eşyanın hakikatını görmeye başlayınca büyük hayretlere düşer.
Hayretin sebebi her şeyin hakikatı olan Allah'ın
esmâsını seyrin neticesidir.
hf
O güne kadar var sandığı varlıkların gerçekte bir varlıkları olmadığını
görmek sûretiyle hayrette kalan!.
"Ağlayandır"!.
Öyle gerçekleri müşahede eder ki bu seyir sırasında elinde olmadan
ağlama hâli zuhur eder kişiden.
İşin olabildiğince hakikatını, Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin bu "Risâle-i
Gavsiye" isimli eserine dayanarak açıklama yapmamıza rağmen, gene de
bir yerde durmak mecburiyetinde olduğumuz öyle gerçekler vardır ki, bunları
yazamıyoruz.
İşte bu gerçekleri gören-bilen velî ağlar!. Elde olmaksızın ağlar. o
gerçekler ağlatır insanı.
"Eğer, siz benim
bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!."
Bu hadîs-i Rasûlullah, işte yukarıda anlatamadığımız gerçeğe işaret
etmektedir. Ki ehli bunu elbette bilir.
"Kabirde de bu
böyledir". Ölümü tadmış bulunan birimin
bedeninin içine defnedildiği toprak çukura kâbir dendiği gibi; ölmeden evvel
ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir"
denilir. Hattâ ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.
Yani bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle
yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.insan, bu dünya hayatı
içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar yaparak, ölmeden
evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak",
hakikatı ve Hakk’ı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini
sırtında taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.
"Sağır, dilsiz, kör,
hayrette olan" tanımlamasını tasavvuf ıstılahıyla
şöyle de anlatmak mümkündür.
"Allah'ı bilenin dili
tutulur" hükmünce, gözündeki perdesi
kalkarak, Zât-ı ilâhîyi müşahede eden sağır olur, izâfî varlıklardan yükselen
sözleri ve hükümleri işitmez olur; hakikatı açıklayamıyacağı için, dili
konuşmaz olur, bilir ki hakkında konuşacağı varlık O'dur!. Her an O'nun
yeni yeni şanlarını seyretmekten hayrette olur. Ki dünyada da âhirette de
böyledir.
hf
SONSUZ HAYRET
Sonsuz hayret, seyirdedir!.
hf
"HAYY" ESMÂSI
hf
“HAYY” ESMÂSI
Sonsuz dirilik, canlılık sahibi.
hf
ALLAH,
SINIRSIZ-SONSUZ;
BÖLÜNMEZ-PARÇALANMAZ
“CAN”DIR
“ALLAH AHAD” dır, gibi;
“ALLAH HAYY”dır;
sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz “CAN”
dır!
hf
HAYATIN BAŞLANGICI,
“ENERJİ”DİR
Hiçbir maddesel görünüm vermeyen salt ışınsal enerjiden; dünyanızın dağ,
taşlarından, şu bedenlerinize kadar her
şey canlıdır ve kendi bünyesinde devamlı bir hareketlilik içindedir...
-Yâni, siz atomik yapıdaki hareketlilikten bahsediyorsunuz?.
-Atomik yapı dediğiniz, salt ışınsal enerji ile salt madde arasında
kalan bir geçiş tabakası sayılabilir... Gerçekte, eğer ifadeye getirmeğe
çalışırsak, şöyle diyebiliriz:
"Canlılığın" başlangıcı, salt enerji; maddeye dönüşüm noktası
atomik yapı; nihâyet bedene göre "canlılık"
ise hareket hâlindeki madde birimleridir.
hf
ALLAH'IN HAYAT SIFATI,
(HAYAT ENERJİSİ)
GÜNEŞTEN GELEN IŞINLARLA
CANLILARA ULAŞIR
Aslında şu anda da biz, Güneş’in ışınsal platformu üzerinde yaşıyoruz;
dünya üzerinde hayat bulmuş her canlının
hayat kaynağı, güneşten gelen ışınlar!
Bu ışınlar, ATP denen bir ana yapıyı meydana getiriyor ve o yapı
dünyadaki hayatın kaynağı. Yani ALLAH'IN HAYAT SIFATI, Güneşin üzerinden
Dünyaya ulaşan ışınlarla bize hayat ve canlılığı ulaştırıyor. Yani,
Gözümüzü açıyoruz, Güneş
platformunda...
Yaşıyoruz, Güneş
platformunda...
Ölümle birlikte boyut
değiştiriyoruz, yine Güneş platformunda!.
hf
BEYİN DE
GÜNEŞTEN YAYILAN HAYAT ENERJİSİ OLAN
“CAN”LA BESLENİR VE GELİŞİR!
Beyin de aldığı gıdalarla, glikoz ve oksijenlerle yaşam enerjisini temin
ederken; Güneş’ten yayılan hayat enerjisi olan “CAN”la beslenir ve gelişir.
hf
ALLAH’IN “HAYAT” SIFATI
KÂİNATIN HER NOKTASINDA AYNIYLA MEVCUTTUR
Bu varlığı meydana getiren özellikler orijindeki Tekil yapıdan
kaynaklanıyor.
Bu tekil yapının varlığında mevcud olan belli özellikler, ayrı ayrı
lokalize olmuş özellikler değil.. Yani varlığın aslında orijininde bir yerde
Allah’ın Rahman isminin özelliği, bir yerde Allah’ın Rahim isminin özelliği,
bir yerde Cemil isminin özelliği, bir yerde Fettah isminin özelliği gibi
düşünmeyeceğiz...
Senin bedeninde “Can” nerde?
Heryerde eşit olarak var!.
Nasıl senin bedeninde can her yerde eşit olarak varsa, Allah’ın HAYAT
sıfatı da bu Kâinatın her noktasında aynıyla mevcud. Daha fazla veya daha az
şeklinde değil.
Hayat sıfatı bu varlığın her noktasında parçalanmaz bölünmez bir biçimde
varolduğu gibi İLİM sıfatının neticesi olan Bilinç de Evrenin her noktasında
bölünmez parçalanmaz bir biçimde mevcud!.
hf
“HAYY” SIFATIYLA YERYÜZÜNE VE
EVRENİN HER NOKTASINA ULAŞAN
CAN,
“BİLİNÇ” KELİMESİYLE
İŞARET EDİLEN MÂNÂDIR
İnsan bedeninden yola çıkalım...
Biliyoruz ki insan bedeni trilyonlarca hücreden oluşmuş bir bileşik
yapıdır... Bu yapıda faaliyete hâkim olan güç ise bio-elektrik sistemdir.
Kezâ beynin tüm faaliyeti dahi hep bu bio-elektrik enerji ile oluşur ve
devam eder..
Geçmiş yıllarda ve asırlarda, beyin faaliyetini oluşturan bu
bio-elektrik güç bilinmediği için meselenin çözümünden uzak kalınmış ve
benzetme yollu tanımlamalar ile konuya yaklaşılmaya çalışılmıştır.
Eski klâsik anlayışa göre bir “cansız
et-kemik beden”; ve bir de buna “can”
veren, dışarıdan bir yerden gelip bu bedenin içine giren “RUH” anlayışından sözedilirdi ki; insan bedeninde ortaya çıkan “şuur-bilinç” bu ruhta mevcut sanılırdı.
Oysa işin gerçeği, aslı bu değildir...
“CAN”, yeryüzünde ve evrenin her noktasında mevcuttur!.
“CAN” denen şey aynı zamanda “şuur-bilinç”
kelimesiyle işaret edilen mânânın tâ kendisidir.
Dolayısıyla, yeryüzünde ve evrende “CANSIZ
ve BİLİNÇSİZ” tek bir şey mevcut değildir!.
hf
EVRENDEKİ BÜTÜN CANLILAR
ALLAH’IN “HAYY” SIFATIYLA
SONSUZA DEK YAŞAMINA DEVAM EDER!
Şimdi dikkat edin, sâde insan değil, bütün canlılar; yani evrendeki her nesne canlıdır,
dolayısıyle bütün varlıkların sonsuza dek yaşamları devam eder.
Çünkü; evrende var olan bütün varlıklar "ALLAH"ın varlığı ile kâim varlıklardır.
"ALLAH"ın varlığının sonu olmadığına göre; "O"nun
varlığından oluşmuş bulunan bilinçli varlıklara
son düşünülmesi de "hükmî"dir,
"indÎ"dir, "lokalize"dir, "an"lıktır!.
O bilinçli varlık, daha sonra
"O HER AN YENİ BİR
ŞAN'DA(oluşta)DIR!"
âyetinin işaret ettiği mânâda, yeni bir yapıya dönüşerek, bir üst ya da
alt boyutta -ama asla geldiği boyuta geri dönmeksizin- yaşamına devam eder.
"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK
ÜZERE HER ŞEY ONU ZİKREDER, TESBİH EDER FAKAT SİZ ONLARIN TESBİHİNİ
ANLAYAMAZSINIZ ."
diyor âyeti kerimede de ..
Niye?.
Çünkü hiç bir şey hariç olmamak üzere, her şey canlıdır, şuurludur,
diridir; varoluş gayesine göre, canlı ve şuurlu olarak tesbihini, zikrini
yapmaktadır.
hf
“HELÂL “ VE “HARAM”
Allah ile arana
soktuğun her şey, haramdır… Ârifsen!
hf
“HARAMA BAKMA!”
(“HARAM OLANI ARZULAMA!”)
Kelimelerin, anlatılmak istenen
anlamların kılıfları, giysileri olduğuna hiç dikkat etmiyorlar!.
“Harama bakma!” komutunun,
gözle bakmak değil; “haram olanı
arzulamamak” anlamında olduğunu düşünemiyorlar!.
“Nesne”nin değil, “kendi hakları olmayan nesneyi arzu etmenin”
haram olduğunu fark edemiyorlar!.
İsimler, kelimeler
yalnızca birer işaret levhalarıdır… Sen o işaret
levhalarını yüklenip, kendini zengin sandın!.
Ahmak, bilgi ezberleyip, kendini âlim, ârif, veli sandı!.
İçerik?… Bomboş!… Tamtakır!…
Amaç, içeriğe
ulaşıp onu elde etmektir!. İşaret levhası
kolleksiyonu yapmak, değil!.
“Rıbâ”, dedi; sen ise bunun hangi uygulamanın ismi
olduğunu anlamadan, enflasyonun yüzde yüz olduğu ülkede, üç kuruşu olan
ihtiyarı emekliyi, “FAİZ”ci diye değerlendirip, ateşle korkutup, ele muhtac
ettin!… “Kâr payı” ismiyle, önce “faiz” dediğine bu kez helâl elbisesi
giydirdin!.
“Harama bakma” dedi;
gözüne gözlük, kafana örtü koyup, eve tv sokmadın!. Oysa, “bakma”nın, “haram
olanı arzulama!” içeriği taşıdığını anlamadın!.
Tüm yaşamın, denizin üstünde kelimeler teknesinde geçti, bir türlü kavram
ve içerik denizine dalamadın!.
hf
HARAMLA BÜYÜMÜŞ NESLİN
BELKİ KENDİ GÜNAHI YOKTUR
AMA...
Kötülüğün manyetizması kötülüğü çeker; onlardan ayrılmayanlar da aynı
şeyleri paylaşır!. İyiliğin manyetizması da iyileri çeker; yanlarındaki de aynı
şeyi paylaşır.
Haramla (rüşvet), büyümüş neslin belki kendi günahı yoktur; ama bu şu
gerçeği değiştirmez; o kişiler farkında olmadan zehirle beslenenin âkıbetine
uğrar!.
hf
“HELÂLLIK ALMA”
“Helâllık”, o
konudaki sistemin işleyişini durdurmadır!.
“Seri-ül hisâb olan Allah’ın
hesabı anında görmesi” demek, yapılan işlemin karşılığının, anında yürürlüğe
girmesi demektir...
Yürürlüğe giren
işlemin yani o davranışın karşılığının oluşması kimi olayda bir gün, kimi
olayda bir sene, kimi olayda da daha uzun bir sürede açığa çıkar...
Helâllık alma, kişinin dille helâl
ettim demesi değildir; bağışlaması ve olayı gönülden kapatmasıdır...
“Seri ül hisâb”ı
bu boyutuyla anlarsak ve gelişmeleri sistem içinde değerlendirirsek, helâllık
almanın, sistemin, o olayla ilgili menfi işleyişini durdurma olduğunu
farkederiz...
Dolayısıyla “Seriul
hisâb” olmasıyla, helâllık alma olayının bir çelişkisi yoktur...
(Soru: Tek’liği
kavramış ama yaşama geçirememiş kişiler için helâllik istemek şirk midir?..)
Helâllık alma sistemin
sonucudur, Tek’liği kavrayıp kavramamakla ilgisi yoktur!.
hf
"HESAP GÜNÜ”
SİZE “HESAP GÜNÜ”NÜN GELECEĞİNİ
HABER VEREN RASÛLLER GELMEDİ Mİ?!
(Hesap gününde) EY CİN VE İNS CEMAATİ (denecek),
İÇİNİZDEN SİZE ÂYETLERİMİ NAKLEDER, BU GÜNÜN GELİP ÇATACAĞINI UYARIP HABER
VERİR RASÛLLER GELMEDİ Mİ SİZE?.
"EY
RABBİMİZ" DİYECEKLER, "NEFİSLERİMİZE KARŞI (kendi aleyhimizde)
ŞÂHİDLİK EDERİZ"...
DÜNYA HAYATI ONLARI
ALDATTI DA (bu duruma düştüler). GERÇEK KÂFİR (Hakikatı örtücü) KİŞİLER
OLDUKLARINA KENDİLERİ DE, KENDİ ALEYHLERİNE ŞÂHİDLİK ETTİLER.(6/130)
Bu âyet meâli de CİNlerin ve insanların
hesap günündeki durumlarından bahsetmektedir...
CİNlere de Nebi ve
Rasûllerin gelmiş olduğunu; onların da Yaratıcılarına karşı vazifeleri
olduğunun bildirildiğini; "ALLAH"`a ve "ALLAH"
Rasûlerinin önerilerine uymakla sorumlu olduklarının açıklandığını; ancak buna
rağmen büyük bir kısmının bu ihtarlara kulak asmamakta olduğunu vurgulayan bir
âyet bu da!.
Nitekim, hakikatla
karşılaştıkları günde yaptıklarının kendi hüsranlarına sebep olduğunu
anlayacakları ve suçlarını da itiraf edecekleri de gene bu âyette
bildirilmektedir... İnsanlar gibi, CİNlerin de büyük bir kısmının "kâfir"
yani "gerçeği örtücü" oldukları bu âyetle daha o zamanlardan
açıklanmış; ve dahi bu sûretle onların gerçeği görmeleri istenmiş olmaktadır.
hf
“HESAP VERME”
(ÖLÜMÖTESİ BOYUTA
HANGİ EVRENSEL
BİLGİLERLE İŞARET EDİLDİĞİNİ
SORGULAMA SÜRECİ)
HER KİŞİ
ÖLÜMÜ TADARAK GEÇTİĞİ
YENİ YAŞAM BOYUTUNDA
O YAŞAMIN GERÇEKLERİNE
KARŞI
KENDİSİNİN NE KADAR
HAZIR OLDUĞUNU
OTOMATİKMAN SORGULAR
Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir
şok yaşar adeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir
yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bu evrede HER kişi tüm
geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi
acaba?
Evet, kâbir âlemine
geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu
defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede
isabet edip nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç işte
Münker–Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir.
HER kişi, kendisine
tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı
kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır.
Dünyada iken yaşanmış
olan iki tarz yaşam vardır...
Ya, “ALLAH”
ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamı
tarzını tercih etmiş olmak...
Ya da bu gerçeği fark
edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı–ilâh var zannı
içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış
olmak!..
ŞUNU FARK EDELİM...
Çeşitli isim ve
sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların
anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur
ve olayın gerçeğine isabet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler
yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da
kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur.
Bunun misâlini şöyle
vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız hissedersiniz. Ancak
uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp
yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!?
İşte Rasûller ve
Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen
bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere
dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece
yetersiz kalırlar anlatımda.
Bu sebepledir ki, bize
böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle
bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son
derece yararlı bir yoldur.
Buna karşılık, “yaşanılan
neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek”
gerçekten çok kısa ve net bir yoldur.
Kelimeler ise insanın
hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır.
Tekrar gelelim ana
konumuza...
Kişi “ALLAH”
adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra,
Nübüvvet kemalâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön
verebilmiş midir?
Burada niçin “men
Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor?
Oysa gerek kelime-i
şehadette gerekse Kurân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan
söz edilmektedir.
Bunun iki cevabı
var...
Birinci cevap şu... Risalet
kemâlatı varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla
alakalıdır.
İkinci cevap ise...
İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar nübüvvet kemalâtından
gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır.
Meselâ, ibadet adıyla
işaret edilmiş çalışmalar hep nübüvvet kemalâtıyla tesbit edilmiş,
insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır.
Kişi bu ibadetleri
yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile,
içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına
karşı koyar.
Eğer nübüvvet
kemalâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, Bu yolda yapılması zorunlu
ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nurdan,
enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye duçar olur!..
Kabir azabı, kişinin
geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri
edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark
edileceği üzere.
hf
YARGICINIZ,
VİCDANINIZDIR…
O GÜN’DE HÜKÜM VERMEK İÇİN
VİCDANINIZ(NEFSİNİZ) YETER!
Bak dostum, dünyadaki ömrün tümüyle cennet olsa bundan sonra, -ki mümkün değil-; daha ne kadar
yaşayacaksın?
Ebedi huzur ve saadete yüz
çevirmene değer mi, bir kısım davranışların?
Ya, Allah’tan yüz çevirmene;
özündeki Allah’tan tard olmana sebep olacak davranışlarda ısrarının nedeni ne?
‘’Özündeki ALLAH”a mı imanın
yok?
Yaptıklarının, seni ebedi huzur
ortamına götürmesi konusunda mı şüphen var?
Yoksa, ‘’Sistem’’e, sadece
yaptıklarının sonuçlarına ulaşabileceğine mi yeterince imanın yok?
Yoksa, sana tebliğ edilenlere
mi inanmıyorsun?
Lütfen otur, al başını iki
elinin arasına; eğlenmeyi biraz bir yana koyup, beynini çalıştır!
İnandığın ne, inanmadığın ne?... Bu inançla, ilmine göre nereye
gidersin?
Yaptıkların sonucunda eline
geçenler, değer mi gelecekte yitireceklerine?
“Yarın”, rüya olacak “dün”
uğruna, ebedi yaşamının cehennem olmasını kabullenene ne denilir ki?
Hesaptan evvel hesap ver
nefsine! Sana, hesap görücü olarak vicdanın umarım yeter!.
Duygularını sen terkedemezsen;
bil ki, imanın seni terkedecek bu gidişle!
hf
Yargıcınız
vicdanınızdır... O günde hüküm vermek için NEFSİNİZ (vicdanınız) yeter.
Şimdi düşünün bakalım,
Vicdanınızla başbaşa olarak düşünün!...
Çevrenize çelik dev
duvarlar örülmüş, içinde yalnız olarak düşünün...
Ölümle birlikte dünya
yaşamından şuurlarınızı örtmüş tüm kabullenişlerden uzak bir ortama gireceğini
bilerek düşünün...
Anne-baba,
koca-karı-kardeş kavramlarının kaybolduğu; büyük, büyük anneanne ile küçük,
torun farkının olmadığı bir günün mutlak; günümüz kabullerinin de izâfi-göresel
olduğunu hissetmeye çalışarak düşünün...
hf
ALLAH SİSTEMİ GEREĞİ, KİTABINI OKUYOR,
KENDİ KENDİNİ YARGILIYOR
VE SONUÇLARINA KATLANIYORSUN…
Beynin ürettiği tüm zihinsel mânâlar, beyin tarafından beynin ürettiği
mikrodalga bedene yükleniyor... Yani ruhumuza yükleniyor ve ÖLÜM denen olay
bizim bilincimizde hiç birşey değiştirmiyor ve biz o ana kadar ruhumuza
yüklenmiş olan herşeyi ölümün akabinde daha da rahat bir biçimde görüp hissedip
yaşıyoruz. Buna Din dilinde “KİTABINI OKUMA”
olarak işaret edilmiş. Nitekim âyeti kerimede “bugün hesap görücü olarak
senin nefsin sana yeter.”
Niçin?..
Çünkü sen yaşamın boyunca tüm yaptıklarını kendi kitabında yani ruhunda
okuyup değerlendirebiliyorsun... Neyi eksik bıraktığını neyi elde edemediğini
niye elde edemediğini görüyorsun. Yani KENDİ
KENDİNİ YARGILIYORSUN.
Kendi kendini yargılama ve bunun sonuçlarına katlanma mekanizmasını
ALLAH bizim yapımızda meydana getirmiş..
Allah’ın seriül hesap olmasından sözedilir Kurân’da. Şu anda biz dünyada
ne yapıyorsak eğri veya doğru, yanlış veya isabetli bunun neticesi anında
meydana geliyor.
Biz MAHŞERde bu yaptıklarımızın neticesini hesabını göreceğiz...
Hesap o anda görülmüyor. Hesap o günde verilmiyor... Hesap şu anda
yapılıyor zaten.. Çünkü Alllah seriül hesap... yani yapılanın neticesini anında
oluşturan varlık!.
Ve Sistem bunu otomatik olarak da oluşturuyor.
İşte beyinde her yapılan veya düşünülen faaliyetin neticesinin otomatik
olarak bir sonrasına hazırlık teşkil etmesi, bizim yaptığımızın hesabını
vermemiz demektir.
İnsan iyi veya kötü ne yaparsa onun neticesini anında burada alıyor. Ve
daha sonraki yaşamında elde ettiği şeyler onun bu anda yaptığı doğruların ve
yanlışların neticesidir.
hf
HERKES ELLERİYLE YAPTIKLARININ
(BEYİN VERİ TABANININ)
KARŞILIĞINI ALIR
Kül itibariyle sınırsız olan İLİM –
İRADE – KUDRET, işte böylece her zerrede, onun açığa çıkma sınırları,
kapasitesi, fıtratı ölçüleriyle (kaderiyle) gerçekleşir.
DUA veya BEDDUA da işte bu sistemle beyinden açığa çıkar... Veri tabanı
verileri sınırları içinde!
Her birim kendindekini yaşar!.
Her birimin yaşadığı bir diğerinden farklıdır.
Gene her birim, kendindeki kadarıyla, karşısındakini değerlendirir;
gerçeğiyle karşısındakini algılamak konusunda, kendi kapasitesiyle sınırlıdır.
“Birisine beddua etmeyin o hakketmediyse döner sizi vurur!”
anlamındaki Rasûlullah uyarısı işte bu gerçeğe dayanır.
Size göre yanlış bulduğunuz olaydan dolayı, yönlendirdiğiniz
kahredici kuvve, eğer o kişi masumsa veya o elinde olmadan öyle bir duruma
düşmüş ise, kısaca hakketmemişse, ona ulaşamaz ve koruyucu kalkanından size
döner ve aynı şiddetle sizi vurur!
Sizin veri tabanınızla sınırlı yargılarınıza GÖRE “doğru”
veya GÖRE “haklı” bulduğunuz şey, acaba sistem açısından
da aynı mıdır?...
Karşılaştığım olaylarda benim bakış açım, “acaba ben nerede yanlış
yaptım da bu başıma geldi” şeklindedir; karşımdakini suçlamak yerine!.
Zira âyet: “Herkes elleriyle yaptıklarının karşılığını alır”
gerçeğini vurgular!. Ellerinle yaptığından kasıt, oluşmuş “beynin veri
tabanı”dır.
Evet, hakkeden hakkettiğini bulur!... Hakketmemişse de bu defa eden
bulur!
hf
İSLÂM DİNİ'NDE
HESAP VERİLECEK BİR DİN ADAMI,
ŞEYH, ÂLİM, PROFESÖR, ÖĞRETİCİ VS. YOKTUR!
Her ferde, bu sistem ve
düzen bildirilirken insanların kendilerini kurtarabilmeleri, geleceğe güzel bir
şekilde hazırlanabilmeleri için de bu teklifler getirilmiştir. Yani, “şunları yaparsanız, yararını görürsünüz, kârlı çıkarsınız. Yok,
ihmal ederseniz, neticesinde de siz kendi kendinizi cehenneme atmış olursunuz”
diye bildirilmiştir, Kurân’da.
Buradaki teklifler tek bir
paket değildir.
“Bunların hepsini yaparsan
cennete gidersin, yapmazsan cehenneme gidersin.”
Böyle bir şey “DİN”de yok!. Rasûlullah’ın tebligatında yok!.
Nasıl ki; bir dönem ders çalışılır, imtihana girilir, ve imtihanda çıkan
sorulardan bir kısmına doğru cevap verilebilir ve o kadarının karşılığı not
alınarak, sınıf geçilirse; aynı sisteme benzer olarak İslâmiyette de, “İSLÂM
DİNİ”ne göre insanlara çeşitli teklifler getirilmiştir.
Namaz, oruç, hac, zekât, yalan
söylememek, iftira atmamak, gıybet etmemek, başkasının hakkına tecavüz etmemek,
yetim hakkı almamak, hanımlar için başlarını örtmek gibi…
Bunların hepsi getirilmiş
tekliflerdir. Bir kişi bunlardan yapabildiği kadarını yapar, yapamadığı, onun
kendi eksiğidir.
“Bunların hepsini yapacaksın,
yapmazsan hepsini birden, diğer yaptıkların geçersizdir” diye bir şart yoktur. Sen, yapabildiğin kadarını yaparsın ve bunun
karşılığını da alırsın.
Kişi, yaptığının veya
yapamadığının hesabını kimseye vermek zorunda değildir.
Çünkü, hesap verilecek din adamı
sınıfı yoktur İslâm dininde!.
Din Profesörü, din âlimi, imam,
müftü, şeyhülislâm... Böyle şeyler yoktur İslâm dininde!.
Her ferd direkt
Rasûlullah’a muhataptır, Kurân’a muhataptır.
Kurân teklifleri Allah Rasûlü
tarafından açıklanmıştır. İsteyen tatbik eder, istemeyen etmez!. Bunlardan
sorumlu olan insanın başında, bir din adamı sınıfı yoktur. Olamaz!. Böyle bir
şey, uydurmadır!.
Hiç kimse, hiçbir insan, hiçbir ferd;
“Efendim, ben falancadan fetva
aldım, ben filânca şeyhten duydum, filânca müftüden duydum, onun için böyle
yaptım” diyerek mesuliyetten kendini kurtaramaz!.
Bunu çok iyi anlayın!. Çevrenize de anlatın!.
Hiç kimse, hiç kimseyi bahane
ederek, “bana yanlış bilgi verdi“ diyerek, kendini kurtaramaz!. Sistem’de
mâzerete yer yoktur.
“At buradan kendini aşağı!.” diyen adama inanır da dokuzuncu kattan
aşağı kendini atarsan, kemiklerinin kırılmamasını bekleme!. Aşağıdaki mermerden
de, merhamet dilenme!.
“Atladığımda bir şey olmayacağını söyleyen adama ben inanmıştım!.”
demenin de bir yararı yok artık!.
Yanlış adama sormanın pahasını bütün kemiklerin kırılarak ödersin!.
hf
"HEYÛLA"
İsmi
“ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal
kavramın ötesinde olarak, yalnızca “HU” yani sadece “O” olarak
tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).
“HU”,
evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!
O
“nokta”, “HU” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı
özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati
Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.
hf
“HİCRET”
İMAN EDENLER,
VARLIKLARINI OLUŞTURAN “ALLAH”
İSMİNİN
İŞARET ETTİĞİ VARLIĞA HİCRET
EDEREK
GEREĞİNİ YAŞAMALIDIR
(Soru: Tövbe sûresi 20. ayette
“iman edip hicret edenlere” kurtuluş vaad ediliyor... buradakı “Hicret”in
mânâsı nedir?)
Kişinin iki dünyası vardır!
Birinci dünyası, madde dünya...
İkinci dünyası da bâtın yâni iç dünyası…
“İman edenler, hicret edenler
ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, Allah katında en büyük
dereceye sahiptirler. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır.”(Tevbe sùresi-20)
Âyet; kişinin zâhir ve bâtın dünyasında hâkim olan tek kudretin Allah
olduğuna işaret ediyor..
“Ey İMAN EDENLER, “ALLAH”a iman
edin” deniyor; biliyorsunuz. Yâni, iman edenlerin, hayâl edip varsaydıkları
tanrı kavramından arınıp, “ALLAH”
isminin işaret ettiğine iman etmeleri isteniyor.
Bundan sonra da onlardan talep edilen şey; varlıklarını oluşturan “Allah isminin işaret ettiği varlığa hicret” ederek onun gereğini
yaşamaları!
Bir kişiyi sevip onsuz yaşayamayacağını söyleyen kişi imanı
reddetmektedir…
İnsanlar iman edip ‘’Allah’a
hicret etmek’’ mecburiyetindedir; eğer iman ediyorlar ise gerçekten “Allah”
ismiyle işaret edilene!
hf
HIRS, kendisine verileni değerlendiremeyenin, “DAHA”sını istemesidir!.
hf
“HIRS HÜKMÜ”
ZÂHİRDE GELDİĞİ GİBİ BÂTINI DA KAPSAR
…….
Bu, Cenâb-ı Hak’kın bu devrin
insanına bahşetmiş olduğu bir kolaylık bir kısalıktır!
Çünkü Allah’ın âdeti odur ki, herhangi bir konudaki hüküm Dünyadaki
bütün insanların üzerine iner.. Falancalara filancalara değil, bütün
insanlara gelir!.
Dünyaya HIRS hükmü gelmiştir!
“Hırs hükmü” insanı kağnı arabasından, otomobile uçağa helikoptere
füzeye getirmiştir .
Bu hırs hükmü, zâhirde geldiği gibi batını da kapsar!
İşte bu bâtını kapsaması dolayısıyle de, bu bahsetmiş olduğum öğreti
sistemi gelmiştir!
hf
HIRS,
İNSANI TÜKETEN KUVVEDİR!
Hırs, şeytanın elindeki
kementtir!.
hf
“İnsan”ı zirveye götüren kuvveye eskiler
“Himmet” demişler…
“İnsan”ı tüketen kuvveye ise “HIRS”!
Bunları, kısaca, “daha….” ile
tanımlayabiliriz…
“İnsan” için bedene dönük hedefler, olursa
olur, olmazsa aldırma; türündendir.
“İnsansı” için bedene dönük hedefler, tek
amaçtır!… Hatta bedenin arzuları için, parasını, adını,
yuvasını ve değerli bildiği ne varsa hepsini feda edebilir. Dinini,
inancını bile terkedebilir. Çünkü onlar zaten lâfta mevcuttu! Çevresindekiler
hiç önemli değildir; “insansı” sırf bedeni, zevk organları
için yaşar!… Lâyığını da bulur!.
“İnsan” ise bilinç için yaşar… “Allah”
adıyla işaret edilene ermek en büyük ideâlidir!. Dünyevi ve maddî kayıplar
onu hiç üzmez… Para, seks, nam-isim onda fazla bir değer taşımaz.
Yaşadığı her an kimlere ne
kazandırabilirim ebedî yaşamı itibariyle; diye düşünür ve her anını bu yolda
değerlendirir.
Bunlara “himmeti âli kişiler”
derler… Onlarda “Daha…” ebedî yaşama dönük olarak geçerlidir.
“İnsansı”da ise “daha…” ya paraya dönüktür ya sekse, ya da isim yapmaya… “Hırslı adam” ya da “hırslı kadın” derler.
hf
HIRS,
CEHENNEM ATEŞİDİR
Cehennemin ateşinin bir adı da
“HIRS”tır; ki, bazıları yanmaktan âdeta zevk duyar; yanmak için, adını,
parasını, yuvasını feda eder bir değersiz
uğruna!.
Bu uyarıları dikkate
almayanlar, elbette ki sonuçlarına katlanacaklardır ebeden.
“Her kişi, ne için yaratılmışsa, ona o iş kolaylaştırılır!.”
hf
Bizim, cehennem azâbını şu dünyada iken çekmemizin sebebi, yanlış
bilgilenmeler sonucu, bizde oluşan sahiplik duygusu ve hırstır.
İnsanın cehennemde yanmasına; dünyada veya âhırette, kabir âleminde veya
mutlak cehennemde yanmasına yol açan şey; sahiplik duygusu, hırstır!.
Bir insanda kanaat varsa, cehennemin yarısından kurtulmuştur!.
Bir insan sahiplik duygusunu atıp da;
“Mülkün sahibi Allah’tır!. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!” diyebilirse,
cehennemin tamamından kurtulmuştur, tamamından azâd olmuştur.
hf
YAŞLILARDA HIRSIN ARTMASININ
SEBEBİ…
Hitap edeni algılayamazsan, hitâbı değerlendiremezsin!.
Hitap edeni
algılayamıyorsan, tasavvufta birinci basamak olan “tevhid-i efâl”i hazmedememişin
demektir.
Bilgi kitapları
yüklü mahlûkattan değil, ilmi hazmetmiş ehli kemâlâttan olmak mârifettir!.
Bunun yolu da, aklını kullanabilmekten geçer!.
Ne var ki, gençlikte hormonlar
ağır basıp içgüdüler ve dürtüler öne çıkar, aklı kullanılamaz hâle getirir…
Yaşlılıkta ise, akıl yavaşlar, yaptığı
işin sonucunu düşünemez olur kişi; bunun neticesinde konuşmalarında çelişkiler
artar; ve bunları da kendisi fark edemez olur, kapasitesi dolayısıyla; tümüyle
bedensel dürtülerine iteklenir!. “Yaptımsa ben yaptım, verdimse ben verdim”
türünden hüküm cümleleriyle fikirlerinin tartışılmasından uzak durarak kendini
korumaya alır. Yaşlandıkça çocuklaştı, derler bu yüzden!.
Yaşlılıkta alınan
her türlü vitamin ve takviye hapları, aklın zayıflaması sebebiyle, yalnızca
hormonal faaliyeti ve bedensel gücü arttırır. Bu da bazı kişilerin
davranışlarının tümüyle maddeye ve bedene yönelik bir hâl almasına yol açar.
Yaşlılarda hırsın artmasının
ana sebebi de budur.
hf
HIZIR ALEYHİSSELÂM
HIZIR A.S,
MUSA A.S’A LEDÜN İLMİNİ ÖĞRETEN
BİR RASÛL İDİ
Peki.. "Allah",
kulun neresinde ki, “ O “nun indinde olan, kulunda nasıl açığa çıkıyor?...
“Ledün İlmi”
kitabını hangi kitabevinden ya da kişiden temin edebilirim?...
Hızır, Musa'ya Ledün
İlmini mi öğretti?...
Hızır, Musa
aleyhisselâma nasıl tâlim etti. Ledün İlmini?
Hızır aleyhisselâm bir Rasûl idi...
hf
HIZIR ALEYHİSSELÂMDA
“KUDRET” SIFATI ZÂHİR OLMAKTADIR
Musa aleyhisselâm, Nübüvvet göreviyle zâhir ilmi üzereyken ona
bâtınındaki sırların fark edilmesi amacıyla Hızır aleyhisselâm. görevlendiriliyor...
Hızır aleyhisselâmda kudret sıfatı zâhir olmaktadır.
hf
HIZIR ALEYHİSSELÂM
DİLEDİĞİ ANDA BİYOLOJİK BEDENE
GEÇİP GÖRÜNÜR
İster “uzaylı” deyin, ister
“cin” deyin, ister başka bir adla anın, sonuçta, normal gözle bakanların
göremediği, ancak bir kısım insanların gördüklerini iddia ettikleri, bazı
varlıklar vardır, farklı bir boyutta yaşamakta olan!. Bunlar, gözden beyine
giden mesajlarla değil, beynin direkt olarak algıladığı bir kısım dalgalar ile
o kişiye “görülür”(?)
olmaktadırlar.
Bir kısım beyinlerin algıladığı bu dalgalar, aynı zamanda bizim “ruh”
adıyla bildiğimiz, ölüm sonrası bedenimizi de meydana getiren dalga türüdür.
İnsan beyninin ürettiği bu
dalgalardan oluşan bazı “velî” “ruh”ları yani ölüm ötesi yaşam bedenleri
de, diğer boyut canlıları gibi, ölüm ötesi yaşam boyutundan, bu dünyadaki bazı
kişilere benzer türden dalgalar yollayarak, görünebilir.
Nitekim, ölümünden üç gün sonra
inananlarına görünen Hz. İsa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm dahi bu yoldan
görülmüşlerdir.
hf
İşte bu fetih gelmiş,
yani ölmeden ölmüş, ruhuyla-mikrodalga âlemde yaşama yeteneğini elde etmiş
kişiler; diledikleri takdirde bu bedeni yoğunlaştırmak suretiyle aramızda
biyolojik bedenle görünebilirler ve çeşitli işler başarabilirler.
Nitekim bunun bir
örneği de HIZIR aleyhisselâm’dır!. Dilediği anda biyolojik bedene geçip
görünür, dilediği anda da dalga boyutta yaşamına devam eder.
hf
“HİÇLİK”
"Ahadiyyeti" târif eden en uygun kelime de "HİÇLİK"tir.
hf
Allah'ı Ahadiyeti yönüyle bilen kişi için ne mertebe vardır, ne de
esmaları arasında fark...
Ahadiyyeti itibariyle bilmek HİÇ oldugunu bilmekten başka bir şey
değildir!.
hf
"Hiç" olabilirsen,
"hep"sin!. "HEP" olduğunda nesin?.
hf
Not: Geniş açıklama için A / Ahadiyet
bölümüne bakınız
“HİÇLİK“ NOKTASI
·
“Ahadiyet Hüviyeti
·
Kalpteki Kara Nokta
·
Sevde-i A’zam
·
Zulmet-i A’zam
·
Cehl-i Azim
·
Zât-ı Baht
·
El İlmü Noktatün
Abdülkâdir
Geylâni, “kalpteki kara nokta”dan bahseder.
Tabii, “kalpteki kara nokta” deyince, kalbin
içinde kara nokta arıyoruz!!!.
Abdülkâdir
Geylâni’nin bahsettiği “Sevde-i A’zâm” dediği kara nokta, “kalp”tedir. Yani,
şuurda!.
Haşyet
duygusu sonunda oluşan “HİÇLİK” noktasıdır.
Biz arıyoruz, kulakçıkta mı, karıncıkta mı,
nerde, diye?.
İlmin
ilmi, ilimden cehildir!. Yâni
bütün ilimlerin ilmi, AHADİYYET HÜVİYETİDİR ki, Zât-ı Baht diye anılır.
”Hiçlik”
diye bilinen bu nokta tam bir karanlıktır ki, “Zulmet-i A’zâm” diye de bilinir!.
“El
ilmü noktatün” beyânıyla
işaret edilen nokta, “HİÇLİK noktası”dır... Ve cehl-i
azîmdir.
Zâtında
bu nokta olan İnsan-ı Kâmil
de bu yüzden “Câhil” diye tavsif
olunmuştur.
“HAZRET”
Ol hazrete girmek, ancak, varlığını "hiç"
etmekle mümkündür.
hf
·
Allah’a ve “Öz”üne yönelme
·
Kolaylaştırılma
·
Öz’ündeki Hakikati yaşama özelliğinin açığa çıkması
·
Basiretle Gerçeği görme ve değerlendirme
·
Varediliş gayesine göre hedefine ve hayrına erme
·
Gerçek doğru ile göresel doğru arasındaki farkı görebilmek
Uranüs`ten gelen akıl, "aklı kül"den
yansımadır. Çok geniş boyutlu, madde ötesine dönük düşünceleri meydana getirir.
Madde ötesine dönük düşünceler Şiron`un
uygun açıyla beslemesi hâlinde “hidâyet”
dediğimiz "ALLAH"a ve özüne
yönelme tesirlerini meydana getirir.
hf
O’NDAN GAYRI HİDÂYET EDEN
("HÂDÎ ")
ASLA MEVCUT DEĞİLDİR!
"ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN(YERYÜZÜ) DA BİR
MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR, ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR"
âyetinin
yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum
ne diyor, "HAK DİNİ KUR'ÂN DİLİ"
isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:
"Bizim anlayabileceğimize göre, bunun
zâhirde seyyarelerden her biri kendi semâsı dahilinde bir arz(yeryüzü)
gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH'IN BİR TAKIM MAHLÛKATI VARDIR; demek
oluyor!." (c:7;s:5078)
"Esahhı akval olan bu ihtimale göre,
Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da
bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır.
Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve
seyyarelerin azçok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı
mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı
hâvi birer cirm oldukları sezilebilir..."
(c:7;5081)
Evet, artık
baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhalde...
Lütfen
gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından,
gerçekçi ve objektif bir biçimde olduğu gibi görme noktasına oturtalım...
"ALLAH" ismiyle
işaret edilen, “SINIRSIZ vücud”
sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve
vücud sahibi yoktur.
Tüm
isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O'nun varlığı, vücudu ve
isimlerinin mânâlarıyla kâim ve dâim ve harekette ve bilinçte varlıklardır!
Her birinin diğer birinden farkını,
yapısını-terkibini oluşturan Allah isimlerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı
oluşturmaktadır.
İşte bu yüzdendir ki; her birimde
tasarruf eden ve o birimle diğerlerini etkileyen, yönlendiren, biçimlendiren,
yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLAH'tır!
O'ndan gayrı “YARATAN”; O'ndan gayrı “RAB”; O'ndan gayrı ”HÂDİ”(hidâyet eden); O'ndan gayrı “MEHDİ”; O'ndan gayrı “MUHYİ”,
O'ndan gayrı “MUMİT”(ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!.
Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir
türlü farkedemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkâr etme anlamına gelen bir
tarzda olayları yorumluyoruz.
Ya, O'nu yüceltme tahayyülü ile, O'nu
her şeyin ötesine, ötelerin ötesine; ARŞ'ın
ötesine; kısacası hayâlimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!.
Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi
"O" yapıp; "O"nu orada ortaya konulan
mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi
"ALLAH" kabulleniyor; ve böylece geri planda "birimselliğimizi ALLAHLAŞTIRIYORUZ"!
Ve yahut da, her birimizin varlığını,
vücudunu isbat eder bir düşünce ile;
“sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut, artı, bir de "O" var!” deyip;
"O"na "SINIR" getiriyoruz!
Sonra da bu görüşe dayalı bir
biçimde, "O"nun bizlere,
makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!.
Oysa, nasıl bir yazarın kafasında
türlü senaryolar olur da hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen
de yazarın kişiliğinden, "oluşturduğu" kişiliktir diye söz
edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle
meydana getiren "ALLAH" da, o
yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan
beri ve ötedir!
Tüm varlık isimleri altında ortaya
çıkan kudret ve mânâ, hep O'na
aittir!
Tüm varlıklar ve oluşturdukları
tasarruflar hep O'na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini
etkilemektedir!.
Ancak bütün bunlara rağmen de, ne
mikro ne de makro plandaki hiç bir "şey"
için, "ALLAH"tır denemez!
Fakat, oradaki " vücudu" da inkâr edilemez!.
Bu yüzdendir ki Rasûlullah aleyhisselâm, şöyle buyurmuştur:
-"İnsanlara şükretmeyen, ALLAH'a şükretmiş olmaz!
-"ALLAH İHSAN EDENLE BERABERDİR!"
âyetinde işaret edilen bir biçimde,
"ihsan edende veren Hak'tır!"
Tasavvuftaki "maiyyet sırrı"da
budur işte!.
Ve sen, o ihsan edeni görüp de
şükretmezsen; artık sadece, hayâlinde "tasavvurun
olan tanrına" şükretmiş olursun; ki, bu da gerçek ihsan ediciye
şükretmemiş olman sonucunu doğurur.
İşte eğer bunu anladıysak, şimdi
yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de
çözmüş, yani "OKU"muş olacağız!
hf
“HİDÂYET“,
HER “ŞEY“İ, “HAYIR“ OLAN HEDEFE,
“LÂTİF“ İSMİNİN SIRRIYLA YÖNLENDİRİP
YÜRÜMEYİ VE ERMEYİ KOLAYLAŞTIRIR
-"İhdına's sırat'el mustakıym..."
-Hakkımızda hayr olana erdir...
"İhdâ"nın mânâsı "hidâyet et" demektir.
"Hidâyet" ise, "hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lûtfu
letâfetle, varlığın yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek";
demektir..
"Hidâyet", en kapsamlı anlamıyla,
yaratılmış her “şey”i, o şey
hakkında “hayr” olan hedefine, "LÂTİF" isminin sırrıyla,
yönlendirip, o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır.
Muhakkak
ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim o hedefine kendisine gelen “hidâyet” üzere ulaşacaktir. Çünkü ona,
o hedefe ulaşmak “hidâyet” edilmiş “kolaylaştırılmıştır”!.
hf
HERKES
ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE
HAZIRLANMIŞTIR!
Evet,
"İHDÂ"nın getirdiği "kolaylaştırma", bilelim ki konunun
anahtarıdır!.
Burada,
hemen şu işareti Rasûlullah
aleyhisselâma kulak verelim;
Hazreti Âli anlatıyor:
"Biz
bir defasında Baki'ül Garkad mezarlığında bir cenâzede bulunduk...
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu... Biz de etrafını sardık...
Rasûlullah'ın
beraberinde bir âsa vardı...
Rasûlullah
başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsa ile yere vurup dürtüştürmeye,
çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı... Sonra şöyle buyurdu:
-"Sizden hiç bir kişi ve yaratılmış hiç bir
nefis istisna olmaksızın, hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLAH
yazmıştır!. Ve herkesin said veya şakı olduğu kesinlikle yazılmıştır!."
Bunun
üzerine oradakilerden biri sordu:
-Ya Rasûlullah öyle ise bizler ameli terkedip,
bu yazımız üzere mi kalalım?..
Rasûlullah
şöyle buyurdu:
-"Said olan kimse, saadet ehlinin ameline
ulaşacaktır... Şaki olan kimse de, şekavet ehlinin ameline ulaşacaktır...
Sizler, amel edip çalışın... Çünkü, herkese
KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!”.
Said olan
saadet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR; şaki olan da şekâvet ehlinin AMELİNE
KOLAYLAŞTIRILIR!."
Şu da aynı
hususa işaret eden başka bir olay...
Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah naklediyor babasından...
Soruyor
Hazreti Ömer radıyallahu anh:
-"Ya Rasûlullah... Yapmakta olduğumuz işin,
oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden
tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?."
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:
-"Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.
HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...
Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekavet
için çalışır!."
hf
KENDİSİNE HİDÂYET VERİLEN,
DAR DÜŞÜNÜ SINIRLARINI AŞIP
YENİ UFUKLARA KANAT ÇIRPACAKTIR
Misâli
kendimizden verelim...
Biz,
takdiri Hüda, bu kitapları yazıyoruz... Ancak, bu kitapları okuyanların belki
de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir...
Birazı da,
kendisine bu yolda verilmiş olan "hidayet"
sonucu olarak; "Demek olaya böyle
de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış" deyip, Kur'ân-ı Kerim’i bu gözle
değerlendirmeye başlıyacak.. Böylece, "Kur'ân’ın, evrensel SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve
yapısını; ve dahi, insanın, yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl
değerlendirmesi gerektiği yolundaki uyarılarını farklı bir gözle
değerlendirip”, sürekli yeni ufuklara kanat çırpacaktır.
Bir kısım
insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin görüşleriyle
daha yetişme çağında sınırlanmışlar; ve daha sonra da şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir.
Hattâ daha
sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki, "KOZA"yı kıramamış; "her şeyi çok dar bir perspektif içinden"
görerek yaşamışlardır.
Uzakdoğuyu,
Amerika'yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama, hâlâ, o
yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı
görüşlü kişiliğini aşamamışlardır...
Bu "KOZA"sını delip çıkamamış zevâtı
kirâma göre...
"Kurân, yukarıdan Mekke'deki Hazreti
Muhammed’e inmiş, önce arapları sonra da insanları “iyi ahlâklı yapmak için
gelmiş, Allah’tan başkasına tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği
kurallarının daha bir gelişmişidir”.
Kur'ân-ı Kerim’de SİSTEM yoktur!.
Kurân’da bilimsel gerçeklere işaretler aramak
abestir!.
Kurân‘dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne
kimya ne de başka dalda hiç bir şey öğrenilemez!.
Kur'ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden
tapınılması gerektiğini, toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan
bir kitaptır."
"Allah",
"hidayet" etmedikçe,
kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü "kozasını" ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalade
zordur!.
Çağdaş
veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak,
hele hele geleceğe dönük ve de "KOZASIZ"
yaşayabilmek bütün bunların üstündedir!.
Bizim
kitaplar bir yana, Kur'ân-ı Kerim’i
okuyanların içinde, "okur"ların
sayısı sayılacak kadar azdır!. "Okuma ücretini cennette almak üzere
anlaşmalı olduğu" için; ya da "ölmüşlerini rahatlatmak için sevap
olsun diye okutanlar ve okuyanlar" ötesinde; gerçek "Kur'ân okur'larının" sayısı ne
kadardır dersiniz?...
Kur'ân-ı
Kerim’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi; ve o sistem içindekilerin
yapısını; özelliklerini; Allah'ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini
anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek
okuyanlar ne kadardır, dersiniz?...
Evet, o
çok bildiğini sanan; ancak hiç bir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme
birikimi de bulunmayan, "monolog"çular
, “vâiz”ler , "koza"larının içinden seslenirler,
diğer "kozalı"lara ..
"Zinhar,
sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa, kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara
kulak vermeyin, okumayın!. Allah'ın çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin
sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi dünyadır, her şey dünyanın çevresinde
dönüyor diye düşünmekte devam edin!.
Kur'ân
ilim kitabı değildir!. O'nun ilimle yorumlanması caiz değildir!. Bırakın yeni
düşünceleri!. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız"(!)
Neden bu
böyledir?...
Önde gelen
gerçek ve kesin neden, onlara gelen "hidâyet"in
bu yolda olmasıdır!. Muradı ilâhi,”meşiyyet-i
ilâhi” böyledir!.
Öte yandan
bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına karşın,
düşünce sınırlarının "koza"
ile sembolleştirdiğimiz "darçevre
düşünü sınırlarını" aşamamalarıdır!.
Bunun
dindeki izah şekli ise, o bireye "KOZA"
dışı düşünce ve bakış açısının "KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ"
olmasıdır!.
"Özgür
düşünce" tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme
zorunluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.
Bu
sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hattâ hoşgörürüz; ve deriz ki, onlar da Allah'ın takdiri üzere
"hidayette"dirler...
hf
İNSANLIĞIN BUGÜN ULAŞTIĞI NOKTA…
“ALLAH HİDÂYETİ”NİN
(GERÇEĞİ GÖRMENİN-DEĞERLENDİRMENİN)
BİR BAŞKA İFADESİDİR
İnsan, taklitten, ezber ve şartlanma
yollu edindiği bilinçsiz bilgiden arınıp; hakikatini sorgulayıp, elde
ettiklerini değerlendirebilirse, kendisine “Allah ahlâkıyla ahlâklanma”
yolu açılır.
“Sünnetullah”ı “OKU”r!..
Görür gözü, işitir kulağı, konuşur
dili, O olur!.
Beşer ise asla O’nu göremez!.
Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi
çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri gibi...
Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i”
görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!
Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...
“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ
tükezzibân!”
(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı
meydana getiren Rubûbiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri
nasıl yalan sayarsınız?. (Rahman Sûresi’nde 31 defa tekrarlanan bir
uyarı!)
Buna ancak hakikat ehli tasdik
ve şehâdet edebilir!.
“Kur’ân OKU”mak işte bu
boyutta olur hakikatiyle!.
Ateizmin getirisi ve bilimin başlangıcı
kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını yıkarken;
"peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zekâ nedir?"
sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı" anlayışı ise bunu
cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne ulaşılmıştır! Çünkü
düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı akıl"
aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.
Bilimsel gelişmeleri takip eden
batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semâvi) din
olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var
ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel
YARATICI ZEKÂ" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe
ulaşmışlardır...
Bu görüş, Allah Rasûlü Muhammed
aleyhisselâmın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif
ettiği olayın kapısıdır!
İnsanlık, bugünkü müslümanlık
anlayışının ötesinde, gerçek İSLÂM DİNİ'ni tanıma hareketini
başlatmıştır!
Fâtır’ın farkına varılmasını sağlayan bu
görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın
keşfedilip kabul edilmesine kadar uzanacaktır.
Bu da görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin
dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır
kanaâtindeyim.
Zira bu gerçekleri fark eden
aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!
Fark edilen gerçek kapısı tüm
insanlığa hayırlı olsun!
Bu da, “Allah hidâyetinin”,
yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.
hf
“TANRI” KAVRAMINA İNANANLAR
VE “HİDÂYET” ÜZERE İKEN,
HATAEN VEYA KASTEN BAŞKA BİR İSTİKAMETE YÖNELME
İçlerinde olunmaması uyarılan
"mağdubın" ve "daalliyn" kimlerdir?...
"Mağdubin", "gazâba uğramışlar" anlamına kullanılmıştır.
"Zulmedenin fiilinin neticesini oluşturma düşüncesi",
"gazab" olarak tanımlanır.
En büyük zulüm de, kişinin,
"nefsine olan zulmüdür"; ki buna "şirk" denir!.
"ŞİRK", "özellikleri ve sıfatlarıyla
SONSUZ-SINIRSIZ” ve “Vâhid-ül AHAD ALLAH" olup “ALLAH ismiyle işaret
edilenin yanı sıra bir tanrı kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde,
gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!.
Ki bu hâl netice itibariyle "gazâb"ı
doğurur.
Bu durumda "mağdubin"
diye işaret edilenlerin "şirk" ehli olan "müşrik"ler
yani "TANRI kavramına inananlar" olduğu mânâsı anlaşılır.
"Daalliyn"e gelince…
"Dalâl ve dalâlet" doğru olan yoldan hataen veya kasten
"sapmak"tır.
Yani, doğru yol üzere iken, hata
yapmak suretiyle veya kastı mahsûsa ile, yürüdüğü istikametten başka bir yöne
yönelmektir "dalâl"...
Şayet bir kişi gerçeği bulmuşken, o
gerçek üzere iken, gerçekten ayrılmasına yol açan fikri kabullenir ve o görüşe
yönelirse, buna "dalâlete sapma" denir..
Doğrusu Allah indindedir elbet; ancak,
bizim anladığımız kadarıyla, âyette geçen "MAĞDUBİN" denilenler,
“şirk” yollu, baştan beri "Tanrı kavramını kabul edenler"dir
ki bunun da din terminolojisinde karşılığı "müşrikler"dir.
"DALLİYN" ise, "ehli kitap" denilen;
kendilerine işin doğrusu bildirilmiş, ALLAH indindeki tek DİN'den yani
İSLÂM'dan, yani Hazreti Musa veya Hazreti İsa öğretisinden
"SAPANLAR"dır!..
hf
“HİDÂYET”İN
ÇEŞİTLERİ
(GENEL VE ÖZEL İN’AM)
“Hidâyet”
mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet”
sözkonusu, bir de onu görelim:
Bu arada bilelim ki, Allah’ın hidâyet
ölçüsünden bahsetmek, onu sınırlamak olur ki elbette bu mümkün değildir.
Öyle ise “hidâyet”i en geniş kapsamlı
olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine göre yönlendirilmesi, yapacakları
işlerin onlara kolaylaştırılması, onların işlere kolaylaştırılması olarak
anlayabileceğimiz gibi...
Daha sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki farkı görebilme anlamına da
değerlendirebileceğiz.
Ayrıca,
varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek
olan nebilere, rasûllere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan “hidâyet” dahi gene “ihdına” derken düşünülebiliyor.
hf
1-GENEL İN’AM
(EN GENİŞ KAPSAMI İTİBARİYLE HİDÂYET)
(RAHMAN’IN RAHMETİ SONUCU OLUŞAN İNÂM)
"SIRAT"a gelince...
“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına kullanılmasına karşın, “sırat-ı mustakim” deyimi Dinsel mânâda, “Allah yolu üzere olmak” şeklinde anlaşılır...
“Mustakıym”
ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne
de iniş-çıkış, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!.
Esas itibariyle her yaradılmış kendi yolundan, “ALLAH yolu üzerindedir”.. ”ALLAH’a giden yolun sayısı nefslerin
adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes kendi rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de... Ve
bu duruma;
“HEPSİ DE PROGRAMLANDIKLARI DOĞRULTUDA FİİLLER
YAPARLAR.”
(17-84)âyetiyle
de işaret edilmişse de...
Ve bu
mânâya olarak;
“İhdınas sıratel mustakıym”in
mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak:
”Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı
KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da...
“Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan
sıratı var” ise de…
Özel
anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin
“en’âm” yolundan ebedi huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir “sırat”ı
istemesi gerektiğini; “Hazreti Muhammed
aleyhisselâmın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır”
anlamında bunu değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler
göstermektedir.
Öyle ise geldik şimdi, bir sonraki son
âyete:
"Sırat'elleziyne en'amte aleyhim; gayrıl mağdubi aleyhim ve
laddaalliyn"
"O yola ki senin in’âmını hâvidir, bağışladın onlara;
gazaplandıklarının ve sapmışların yoluna değil!."
"İn'âm" yani nimetleri hâvi "sırat" neleri
ihtiva eder:
Bunda dikkat çeken üç nokta mevcuttur:
Evvela, bizzat yol ve sırat en önemli nimet olan azâmetli bir
nimettir.
Sâniyen, in'amı sırat, çok önemli bir yardım olarak anlaşılır.
Sâlisen, onlara izâfe kılınan bu sırat, kendi vazıları olmayıp;
vazı ve in'amı ilâhi olduğu ve onların sıratı olması mazhariyet ve sülukları
itibariyle bulunduğu, anlaşılır." (c:1;s:130)
Esasen, "Rahman"ın
"rahmet"i sonucu oluşan bu "in'âm olan yol",
elbette ki kişiyi Rabbine kulluğunun bilincine kavuşturacaktır; ki bundan da
daha büyük mutluluk olamaz!
hf
2-ÖZEL İN’AM
(NEBİLERE-RASÛLLERE-VELİLERE-SÂLİHLERE-ŞEHİDLERE
YENİ
YENİ AÇILIMLAR SAĞLAYAN HİDÂYET)
Allah'ın bu genel “in'âm”ı
dışında bir de özel “İn'âm”ı vardır...
Buna erenler kimlerdir?...
Bunlar gene Kur'ân açıklamasına göre,
derece derece “sâlihler, şehidler, veliler ve nebilerdir”...
Bu nimetler ile derece derece Allah'a
yakın ve kurbet eylemişlerdir... ki, "İHDA" yı bu "yakîne
ve kurbete götüren yola" anlamında da anlayabiliriz.
hf
HİDÂYET
(KOLAYLAŞTIRILMA) İŞLEMİNİN
SİSTEMİ
Son olarak Rasûlullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine,
tekniğine geçelim:
Süraka bin Cü'şum şöyle soruyor
Rasûlullah aleyhisselâma:
-Ya Rasûlullah... AMEL (fiillerimiz),
kaderleri çizen “Kalem”in yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık Kalem
onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir
takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi
oluşacaktır?
Buyurdu ki Rasûlullah:
-"FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan takdirler sonucu olup,
kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.
Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!."
Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe
giriyor?... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET
EDİLİYOR?.
Yukarıda izah etmiştik ki, "hidâyet", "LÂTİF" ismi yönünden oluşur!.
Şimdi "LÂTİF" ismi sırrıyla, "hidâyetin" oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...
Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu açıklamasına kulak
verelim:
-"Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara “nur”undan saçtı. Bu “nur”dan
nasibini alan hidayete erdi... Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.
Bunun için, ALLAH'ın ilmine göre kalem
kurudu!."
Şimdi de
şu âyetleri dikkate alalım:
-"ALLAH DİLEDİĞİNE HİDÂYET EDER!."
(22-16)
-"YILDIZ İLE HİDÂYETE ERERLER!."
(l6-l6)
-"BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE
FAALİYETTEDİRLER." (12-16)
-"EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR
EDER. " (32-5)
-"ALLAH YEDİ KAT GÖĞÜ VE YERDEN DE ONLARIN
BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMRİ ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR. " ((65-12)
-"ALLAH SİZİ YARATTI VE DÜZENLEDİ,
BİÇİMLENDİRDİ… DİLEDİĞİNCE TERKİP ETTİ!." (82-7/8)
İmam GAZALİ merhum,
meşhur eseri "İHYA"da,
ashabın âlimlerinden olan İbni Abbas
radıyallahu anh.ın şöyle dediğini yazar:
-"O ALLAH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da
onların bir mislini; ARALARINDAN emir inip duruyor!. (65-12) âyeti celilesinin
tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız... Bana kâfir derdiniz!."
Şimdi de
"EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER!"
âyetideki, "TEDBİR"in mânâsına gelelim..
Bakın Hamdi Yazır merhum "TEDBİR"i
nasıl açıklıyor:
"TEDBİR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir..
Allah Teâlâ’nın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır..
Şu halde burada “EMİR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır.
Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVİ ESBAB VE KUVAİLE YUKARIDAN
AŞAĞIYA İNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve İDARE EDER.." (C.6; s:3859)
Sanırım artık iş iyice şekillenmeye
başladı...
Bakın, "BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER"..
Peki ne iş
yapıyorlar, görevleri ne?..
Boş yere,
kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu
yıldızlar?...
..........
hf
HÂDİ OLAN ALLAH
"YILDIZ" ADLI NESNELERDEN YOLLADIĞI
TESİRLE(MELEKLE-IŞINLARLA)
BÜNYEMİZDE LÂTİF BİR BİÇİMDE HİDÂYETİNİ ULAŞTIRIR
Her biri canlı ve bilinçli bir yapı
olan, çeşitli "ALLAH"
isimlerinin mânâlarını hâvi "BURÇLAR"ın,
yani günümüz deyimiyle “takım
yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak
birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir.
Semâdan, yıldızlardan gelen ve "ALLAH" isimlerinin çeşitli
mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde,
bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini
etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve mutasyonlara yol açmaktadır.
İşte bu sebepledir ki, büyük keşif
sahibi evliyaullahtan ve o devrin "OKU"muşlarından
olan Muhyiddin A'rabi, "Fütuhat'ı
Mekkiye" isimli eserinde;
"Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek
(oluşacak) her şey BURÇLARDAN İNEN TESIRLERLE meydana gelir."
demiştir.
Ve işte bu sebepledir ki, "EMİR", yani "HÜKÜM", yani, o hükmü
oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir.
Evet, hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar
adı ardındaki, Mutlak iradeden her an evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de
ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!.
Ve bu etkileme "hidâyet" kelimesinin ihtiva ettiği
"lütfu letâfetle", yani
biz hiç farkında olmadan, bünyemizde en gizli "Lâtif" bir biçimde cereyan etmektedir...
İşte günümüzde “astroloji” diye tanımlanan “Burçlar
ilminin” temelinde böyle bir sistem mevcuttur...
Evet, "ihdına"nın nasıl olduğunu, "hidâyet"in hangi sistemle meydana geldiğini izah sadedinde
mecburen buralara kadar geldik...
Nitekim az önce görmüş olduğumuz şu âyette
"hidâyetin oluşması"
apaçık ve kesin bir şekilde vurgulanmıştır:
-"YILDIZ İLE HİDÂYETE ERERLER"
Bu âyet görüldüğü gibi, "hidâyet"in yıldız kanalıyla
oluştuğunu vurgulamaktadır...
Özellikle "B" sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak,
şu çok orijinal mânâ ile karşı karşıya kalırız...
-"HÂDİ olan ALLAH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı
takılmış nesneden yolladığı tesirle-melekle- ışınlarla hidayetini onlara
ulaştırır...
Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı itibariyle Allah'tandır!
Tıpkı, "yemek yedim, Allah
kuvvet verdi"deki gibi... "İlaç aldım, Allah şifa verdi"deki
gibi!.
Eğer bunu da anladıysak, konu iyice
açıklık kazandı demektir..
Artık hidâyet "emr"inin yani “hükmü”nün semâdan arza nasıl "nâzil olduğunu" farkediyoruz,
demektir.
hf
KİŞİ, YILDIZLARIN YAYDIĞI
KOZMİK IŞINIMIN
BEYİN DEVRELERİNİ AÇMASI VE
TAKDİRİ HUDÂ İLE
HİDÂYETE ULAŞIR
Galaksilere,
takım yıldızlara, burçlara, Güneş sistemindeki planetlere bakıp da, onlar için
“bunlar basit yıldızlardır. doğar, ölürler. canlılıkları yoktur, cansızdırlar!.
lâf olsun diye oluşmuş ve oluşmaktadırlar!. Ne etki alırlar ne de etki
verirler.” demek de o kadar ilkellik ve dargörüşlülüktür!.
“HİÇBİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, HER ŞEY ALLAH’I
TESBİH VE HAMD ETMEKTEDİR ANCAK SİZ ONLARIN TESBİHİNİ ANLAYAMAZSINIZ” (İsrâ -
44)
Âyeti dahi
onların canlılığına ve bir görev îfa etmekte olduğuna işaret etmektedir.
Böylece
olayı izah şartlarından mahrum olan eski kemâl ehli de, bu yıldızlarda yaşayan
meleklerden sözetmişlerdir ki esasen aynı şeydir. Bir kısmı da yıldızların
ruhunu ifadeye çalışmıştır ki; bu da aynı şeydir.
Nahl sûresinin 16’ncı âyetinde;
“YILDIZLA ONLAR HİDÂYET BULURLAR”
denmektedir.
Bu apaçık bir gerçeğe işarettir…
Ancak ne var ki, sürekli olarak tapınma duygusu ile gözünün gördüğü bir takım
şeylere tapınma arzusu içinde olan insan, yıldızlarda takılıp kalmasın ve
onlara tapınmasın diye bu gerçek örtülmüştür.
“Onlar
yıldızla yollarını bulurlar” şeklinde, bu âyet anlatılmak istenmiştir. Ve
elbette ki âyetin sadece bu mânâsına şartlanmış olan kişiler bizim
bahsettiğimiz yönünü şimdi inkâr etmeye çalışacaklardır.
Oysa yıldızların yaydığı kozmik
ışınımlar, onların beyne ulaşması, ‘’hidâyet’’
dediğimiz olaya yol açan beyin devrelerini açması ve o kişinin takdîri Hüda ile
böylece hidâyet bulması hiç de yadırganacak bir olay değildir!.
hf
“EY KULLARIM…
HEPİNİZ DALÂLETTESİNİZ
ANCAK BENİM HİDÂYET ETTİKLERİM
MÜSTESNA!”
Allah’ın azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı
yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve sahip olduğu şeyler nelerdir?!.
Kısaca, "ALLAH” İsmiyle
işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye sahiptir?!
Evet, yüz milyarlarca ve yüz
milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük uzaklıklarla içinde yüzmekte
oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın yeri ne?..
Buyurun bu konuda bir Hadîs-i Kudsî:
-Rasûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu;
Allah azze ve celle şöyle diyor:
"Ey kullarım. Hepiniz
delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim hâriç. Benden isteyiniz ki sizi
hidâyete erdireyim.
Hepiniz fakirsiniz, ancak benim
zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.
Hepiniz günâhkârsınız, ancak benim
mağfiret verdiklerim müstesnâdır; içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu
bilir de benden mağfiret dilerse, aldırış etmeden (günâhlarının büyüklüğüne) bağışlarım!.
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz
ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvalısı kalbi gibi olsalar, bu
durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!.
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz
ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi inkârda olsalar), bu
durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar eksiltmez!.
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz
ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir sahada toplansa ve içlerinden her insan
ümitleri yettiği kadar istese, her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim
mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi
suya daldırıp alsa. Kesinlikle bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın
sahibiyim, yüceyim.
DİLEDİĞİMİ YAPARIM!.
Bağışım bir sözdür. Azâb’ım bir
sözdür.
hf
NAMAZDA OKUNAN “FÂTİHA” İLE
BÂTININDAN(ÖZÜNDEN)
HİDÂYET ULAŞMASI TALEP EDİLİR
Rahman ve Rahim adlarıyla işaret edilen özelliklerin sonucu yaratılmış
insan, günde belli aralıklarla en az beş vakitte yaşanılan namaz ile beş defa
neyi hatırlamak ve hissetmek zorunda?.
“Allah” ismi ile işaret edilenin, isimlerinin anlattığı
özelliklerle varolmuş olan, hakikati bu olan insan, hatırlamalıdır ki, kendisi
dünyada yaşadıktan sonra toprak olup yok olup gidecek bir beden değil;
hakikatinin gereği ve sonucu olarak varlığındaki kuvvelerle sonsuza kadar
yaşayacak olan bir bilinç varlıktır!. Dünya sonrası bedeninin adı da “ruh”tur!.
RAHİM’iyetin gereğidir ki, insan hakikatini idrâk eder, kendi
“Özündeki Allah isimleri”nden kaynaklanan kuvveleri keşfeder, bunları hissedip
bunlara yakîn elde ederek “kurbiyet” mertebesine ulaşır!.
Yevm-id Din’de, Melîkiyet ve Mâlikiyet’in kendisinde açığa
çıkışını yaşar!.
Bunun kişide yaşanması için kendisine hidayet ulaşmalıdır
bâtınından (özünden)!.
Bunun için de “bize hidayet et” denerek bu talep edilir Fâtiha
okunurken!.
Bu hidayet ile kendilerine en’âm’da bulunulan, yani özlerindeki
hakikatleri yaşama özelliğinin açığa çıktığı kişilerin yolunda yürümenin
kolaylaşması talep edilir. Bu hakikati inkâr edip, gazap ve lânete (uzak
düşmeye) veya gerçekten uzak görüşlere kapılarak özlerinden mahrum kalanlardan
olmamak talep edilir.
hf
HİDÂYET NURLARI ZAYIFLADIĞINDA
AKLA HÂKİM OLAN, DUYGULARDIR!
(Soru:
Biliyorum ama uygulayamıyorum..)
Uygulayamıyorsan, biraz gayret
edeceksin. Olabildiğince hızlı çekeceksin.. Harflerin hakkını vereyim diye boşa
vakit harcamayacaksın.. Geçen zamanı telâfi şansın var mı?.. Yok! Öyleyse
istediğin kadar vaktini boşa harca…O senin sorunun!
(Soru: O tembellik neden oluyor?)
Zaman
zaman hidâyet nurları zayıflar. Hidayet nurları zayıflayınca kişi kendi aklıyla
baş başa kalır. Akla da duygular hakim olur. Birtakım şeyler böyle yavaşlar
geride kalır.
(Soru:
onun yavaşlamaması için ne yapacağız?)
Ben şimdi
“Akıl ve İman“ kitabının 1. kasetini okudum doldurdum… “Akıl ve İman“ kitabında
öyle yazıyor!.
Aklın
varlığına, bedenine galebe çalması...
Neleri
kaybettiğini fark etmesi aklın!..
Boşa
geçirdiğin zamanla neleri kaybettiğini!.
Arkadaşın
güzel bir misali var:
Biz diyor…
Geldik benzinciye, cebimizde var 3 milyon liralık benizn alıp depoyu doldurup
yola devam edeceğim.. ya da 2-2,5 milyonluk benzin alıp bir milyonunu da orada
leblebi çerez meşrubata vereceğim... neticede de depomdaki benzin kadar
hedefime yaklaşacağım.
Şu anda
dünya üzerindesin... Sana verilen ömür sınırlı... ne kadar yaşayacağını da bilmiyorsun… Bu
sürede ne kadar sermaye biriktirirsen, o taraftaki bütün sermayen ondan
ibaret!.
Orda
kimseden borç alma yok!
Kimse
kredi açamıyor!
Herkesinki
kendine!
Öyleyse bu
dünyayı nasıl istiyorsan öyle değerlendir, senin sorunun!
hf
İMAN NURU
OLMAYAN KİŞİ
NE KADAR
AKILLI OLURSA OLSUN
HİDÂYETE
EREMEZ!
Aklın ölümötesi yaşam konusunda
kendisine yön verebilmesi belki şu donelerden hareketle bir dereceye kadar
mümkün olabilir.
"Var olan hiç bir şey yok olmaz;
yoktan da hiç bir şey var olmaz!" prensibi bir gerçek olduğuna göre...
Benim de bedenin tüm değişimlerine rağmen bunlardan etkilenmeyen bir
"BİLİNCİM" olduğuna göre... Demek ki, bedenim ne tür değişimlere tâbi
olursa olsun, "BİLİNCİM ASLA YOK OLMAYACAKTIR"!. Bu da insanın ölümsüzlüğü, demek olur!."
İşte bu yoldan akıl, ilim sayesinde
bir dereceye kadar ölüm ertesinde de yaşamaya devam edeceğini kavrayabilir...
Ya sonrası?..
Kişi ölümötesine dair Nebi ve
Rasûllerin verdikleri sayısız bilgiler hakkında nasıl malûmat toplayacak beş
duyu ile?...
İşte bu sebepten dolayı dinin esası
"iman" nuruna dayanır!.
"İman" nuru olmayan kişi ne kadar
akıllı olursa olsun hidâyete eremez. Yani Şiron’un güçlü tesirlerinden nasip
almamışsa, Uranüs’ün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası
vardır.
Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi
değerlerle meşguldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna
eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için felsefecidir derler... Söz doğrudur.
hf
İNSANLAR HİDÂYETE SADECE VESİLEDİR
Burada,
ibret almamız gereken konu:
İnsanlara bir takım bilgileri aktarırken bizim
sadece ilâhi hidâyete vesile durumunda olduğumuzu; “hidâyet”in yani, “sadece gerçek olanları görebilme”
hâlinin, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ile mümkün olduğunu bilmemizdir.
Toparlarsak...
Biz
insanlara gerçekleri gösteremeyiz!. Ancak, onların gerçekleri görmeleri için
birer vesileyiz, bilgiyi aktarırız. Cenâb-ı
Hak, dilediği kimsenin basiretini açmışsa, O da, bu basireti ile gerçekleri
görür. İşte bu, “Hidâyet
Allah’tandır” gerçeğinin idrâkidir.
Biz
anlatacağız, görevimizi yapacağız. Ondan sonra kenara çekileceğiz. Gerisi bize
ait değil!.
Anlattığımız
kişilerin her birisi, bu ilmi isterse değerlendirir, veya değerlendirmez!.
Kendinin bileceği bir şey... Biz burada, sadece isteyene, talep edene
vereceğiz. İsteği veya talebi yoksa, onu bu konuda zorlayamayız.
Kişiye,
böyle bir bilgiden haberi olmaması ihtimaline karşın, bu konuyu açacağız...
“Bak,
böyle bir gerçek var!. İslâmiyeti anlamak, insana, esas iki konuda fayda
sağlar. Sen belli çalışmalar yaparak kendi geleceğini inşa edeceksin. İhmal
edersen, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın!. Dışarıdan biri beni nasıl
olsa bağışlar, diye düşünme!. Çünkü öyle bir şey yok“; diye ona bu bilgiyi
verecek, uyarıda bulunacaksın.
Ondan sonra, o, senden bu bilgilerin
devamını talep ederse, gerisini de aktarırsın!. İstemezse, ilgilenmezse, bir
daha bu konuları hiç açmazsın!.
Ancak, birine bu konuyu açtıysan, o
da bu konuları dinleyip anladıysa; daha sonra da, “bu konular beni hiç ilgilendirmiyor” deyip gittiyse; ikinci defa
artık ona bu konuları açmana gerek yok!. Onun yanında bu konulardan hiç
bahsetmeyeceksin!.
Senin vazifen, bilmeyene bildirmek!.
Eğer bundan sonra, o, bu ilmi, kendi
heva ve heveslerine uyup terk etti ise, artık senin yapacağın bir şey yoktur!.
Çünkü ne ben, ne de sizler, bir hoca, bir şeyh, bir din adamı değiliz!. Hiç birimizin böyle bir vasfımız
yok!. Bizim özelliğimiz, bilgileri, sadece, bilmeyenle paylaşmaktır. Bundan
sonra görevimiz burada biter!.
Biz insanları zorlayıcı değiliz!.
Eğer o insanlar öğrenmiş, denemiş, fayda görmeyip gitmişlerse, artık onlara bu
konuda ikinci defa yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Çünkü, denemişler, yararını
görmemişler ve çekip gitmişlerdir!.
Deneyip de yararını görmeyen bir insanın aynı şeye ikinci defa ilgi
duyması da beklenemez!.
Buna karşın, yaptıkları çalışmalardan
“yarar görüyorum” diyenler de
elbette ki, yararını gördükleri sürece devam ederler. Onlar için de doğal olan
budur.
hf
HİDÂYET İLE ŞEFÂAT ARASINDAKİ FARK
Hidâyet fıtrîdir... Şefâat âfâkidir!..
hf
“HİKMET”
Her şeyin nedenini, niçinini, nasılını bilme ilmi.
hf
TEK BİR HÂKİM-İ MUTLAK
HERŞEYİ AMACINA GÖRE OLUŞTURMAKTADIR
Kİ
BU DA O “ŞEY”İN “VAROLUŞ HİKMETİ”DİR
“Tanrı” kavramıyla şartlanmış
bir beyin olarak olaya bakarsak, yukarıdan birinin, yeryüzünde yaşayan birisine
yolladığı kurallarla, yaşanılan olaylara “hüküm verme” olarak, konuyu
değerlendirebiliriz.
Ancak bunun ötesinde…
“"ALLAH” İsmiyle işaret
edilenin, ne olduğunu fark edip, sonuçlarını tefekkür edebilecek bir
kapasiteye sahip isek…
Bu defa görürüz ki…
Evrende TEK BİR Hâkimi Mutlak
vardır ve her zerrede, her an, sadece O’nun “hükmü” geçerlidir.
Mutlak Hâkim, mutlaka bir amacına dönük olarak
oluşturmaktadır her şeyi; ki bu da, o şeyin varoluş hikmetidir!
hf
ALLAH’IN TÜM FİİLERİ “HİKMET”TİR.
ANCAK,
“HİKMET” İLE KAYITLANMAKTAN DA
MÜNEZZEHTİR!
Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım
sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!
Mâdem ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını
seyir için meydana getirmiştir. Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin
yaratıcısı Allah'tır. Öyle ise,
O'nun bütün yaptıkları "Hakîm"
isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!
"Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonuna, sabreyle,
Görelim mevlâ neyler,
Neylerse güzel eyler!
"Beyitlerinde Erzurumlu İbrahim Hakkı rahmetullahu
aleyh bu hususa işaret ederek, yersiz bir şeyin olmadığını her şeyin yerli
yerince meydana geldiğini anlamak ister.
Esasen, gerçekte ise olay, “mâsiyet” ve “tâat” kavramlarının çok
ötesinde; Allah'ın, "lâ yus'âl" olarak dilediğince fiilini ortaya
koymasıdır ki, biz buna "hikmet" deriz.
Gerçektir ki, Allah "hikmet" ile kayıt altına girmekten de münezzeh'tir!
Bu hususu da çok iyi idrâk etmek
mecburiyetindeyiz.
hf
“HİKMET SİSTEMİ”
HİKMET,
ÖZBENLİĞİNİZİN VASFIDIR!
Hikmet, yaradılışın sırrına erenin ağzından dökülen sözlerdir.
hf
’Hikmet’’, velinin sükûtunda; ‘’Ârifi billah’’ın seslenişindedir!.
Hikmeti nerede
bulunsanız alınız; zira "özbenliğinizin" vasfıdır!.
hf
Câhil, suçlar!. Arif, hikmetini idrâk etmeye çalışır!.
hf
Değerlendirmek,
hikmetini idrâk ve gereğini tatbik etmekle mümkündür.
hf
HİKMET,
EHLİ İÇİN PIRLANTADIR!
HİKMET, basitlik
kavramını yok etmiştir!.
hf
’Hikmet’’, ehli için pırlanta; gayrı
için taştır!.
Mârifet,
pırlantayla - taşı ayırt etmek, değil; pırlantaları değerlendirebilmektir!.
hf
HİKMET
MÜMİNİN YİTİĞİDİR
Dünya, hikmet yurdudur ve Rasûlullah’ın
her açıklaması bir hikmete dayanmaktadır!. Akıllı insan, Rasûlullah’ı
daha iyi anlamak için, her beyanını sorgulayıp araştırıp, bildirilenin hikmetine
ermeye çalışır.
“Hikmet müminin yitiğidir”
uyarısı buna işaret eder.
Düşünce sisteminde çelişki ya
da kopukluk olan kişi “DİN”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni,
mekanizmayı “OKU”yamamış taklitçidir!.
Oysa, “DİN” taklit kabul etmez!.
Fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur;
ama anlayışın taklidi olmaz!.
“Fâkih” yani anlayışlı olmak Allah
lutfudur. Böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. Fıkıh kuralları
ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.
Ezbercilik, teyp icat olalı değerini
yitirmiştir!.
“Din” bize “OKU”nası
olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha
önemlisi “KENDİNİ TANI”yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda İsmi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre
tanıyıp, evrendeki yerini bilesin...
Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında
bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...
“Çok namaz kılan vardır yanına
yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz”
şeklindeki Rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.
Allah Rasûlü, Kurân’ı anlayalım ve
üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. Ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “Sünnetullah”a
uygun atalım! Saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip, insan
yargılamalarıyla ömür harcayalım diye Rasûl gelmemiştir!.
İsmi “ALLAH” , olan yanı sıra tanrı
ve tanrılık kavramı yoktur (LÂ İLAHE İLLA ALLAH); diye giriş yapılan
“DİN” anlayışı nedir?..
Bunu sorgulayıp anlamaya
çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını
büyük hüsran ve sükûtu hayâlle ödeyeceklerdir!.
Ne çare ki sistemde geçmişi
TELÂFİ kavramı da yoktur!.
hf
HİKMET SİSTEMİNDE AÇIĞA ÇIKAN
KUDRET SIRRI
Zâhir vardır, bâtın vardır, ledün vardır.
Ledün kelimesiyle işaret edilen her şey, o
kişinin zâtından açığa çıkan Allah'ın kudretine işaret eder ki; buna şöyle de
diyebiliriz.
Hikmet sisteminde
açığa çıkan kudret sırrı!.
hf
“KUL”,
ALLAH’IN HİKMETİNİ YERİNE GETİRMEKTEDİR
"Yâ Gavs, hatalı kullarımı fazl ve keremim ile müjdele; icab edeni
de adl ve öcalmamla müjdele."
Denilmek isteniyor ki anladığımız
kadarıyla; hatalı kullarımı fazl ve keremimle müjdele; yani yaptıkları bir
takım kusurları kendilerinden gören kulları fazlım ve keremim ile müjdele ki;
onların varlıklarında, özlerinde mevcut olan benim!
Hem zâhirdir hem Bâtın!
Onlar, o fiilleri nefslerine
bağlayıp, bundan dolayı çok büyük üzüntüler çekerler. Halbuki benim hikmetimi yerine
getirmektedirler.
Bu üzüntü ve pişmanlıkları
dolayısıyla, Allah da onlara fazlını
ve keremini müjdeliyor. Yani, onlara, fâili hakiki olduğunu idrâk ettirmek
suretiyle, öyle bir ikramda bulunmuş olacak ki, bu onlar tarafından son derece
büyük bir nimet olarak değerlendirilecek.
Zirâ, onlar idrâk edecekler ki belki
de, kendilerinin bağımsız birer varlıkları olmayıp, Hakk'ın esmâsının zuhur
mahalleridir!. Ve elbette ki onlar için çok büyük bir sevinç kaynağı olacaktır.
hf
“SİZE İÇİNİZDEN BİR RASÛL İRSAL EYLEDİK Kİ
SİZE HİKMETİ ÖĞRETİYOR…”
“Kemâ erselnâ fiykum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtina ve yüzekkiykum
ve yuallimukumul kitabe vel hikmete ve yuallimukum ma lem tekûnu tâ’lemun.”
Anlamı:
“Size İÇİNİZDEN bir RESÛL irsâl
eyledik ki sizi arındırıyor (temizliyor), size Kitap ve hikmeti öğretiyor,
bilemediklerinizi bildiriyor.”
Bakara sûresinin bu âyetini (151)
yukarıda vermiş olduğum âyet-i kerîme ile birlikte bana öğreten, Abdülkerîm
Ceylî hazretleridir. Bunlara devam ile sayısız faydalar hasıl oldu. "KİTAB’I
OKUMADA", hikmete ermede, hiç aklıma gelmeyecek olan şeylerin
sırlarına ermemde Takdiri Huda ile âyetlere devam etmenin çok büyük faydalarını
gördüm!.
Biz fânîyiz, kısa bir süre sonra
aranızdan ayrılır gideriz; ama isteriz ki biz de nîcelerinin hayra hikmete
ermesine vesile olalım, ardımızdan üç İhlâs bir Fâtiha ile, "Allah râzı
olsun" diyenlerimiz olsun!
Bu sebeple, çok istifade ettiğim bu
âyetleri burada sizlere açıklıyorum. Arzu edenler bu âyetlere günde yüz defa
devam ederler!. Veya daha alâsı, önce birini günde bin defa ve oruçlu olarak
kırk veya seksen gün devam ederler; sonra onu günde yüz defaya düşürüp
ikincisini gene günde bin defa olarak kırk veya seksen gün yaparlar; sonra da
her ikisine günde yüzer defa olarak devam ederler.
Kesinlikle bilelim ki bu âyetler
Kurân-ı Kerîm’deki en değerli mücevherlerden ikisidir!.
Allah kolaylaştıra!.
hf
HERŞEYİN “HİKMET”İNE ERDİKÇE,
“SİSTEM”İN ÖYLE GERÇEKLERİNİ FARK EDECEKSİNİZ Kİ
ARTIK EVRENSEL KİŞİLİĞE YAKLAŞACAKSINIZ!
Geçen sohbette bir kelime üzerinde durmuştum...
"NİYE?"...
Bu kelimenin önemini çok iyi anlamalıyız dostlar...
Bir arkadaş bir şeyler anlattığı zaman, hemen cevabını
yapıştırıveririz; hattâ sözünü yarıda keserek!..
Oysa bu davranış gelişmemişliği gösterir...
Önce o arkadaşımızın ne demek istediğini çok iyi anlamak
gerekir... Bu da "NİYE" kelimesiyle olur!.
Yani böylece, onun anlattığı olaydaki düşünce şeklinin
gerekçelerini anlamış oluruz.
Birçok ifade bize ilk anda yanlış gibi gelebilir...
Oysa gerekçesini dinlediğimizde, karşımızdakine hak vermek
zorunda kalırız.
İşte karşımızdakine ne kadar çok "niye?"
kelimesini sorarsak, konuyu o kadar derinliğiyle anlar ve yanlış yapmaktan
-yanlış yargıda bulunmaktan kendimizi korumuş oluruz.
Esasen insana yakışan en güzel davranış, düşünmektir!...
Her konunun nedenini, oluş sistemini, gerekçelerini...
Hayatta hiç bir konuya kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf
gerçeği algılayabilmek için!.
Objektif ve global bakış açısı
gereklidir, iyi değerlendirebilme yapmak için…
Bir yöreye, bir
ülkeye, bir topluma GÖRE olan gerçeklerden değil; evrensel sistem içindeki yeri
itibariyle o konuyu değerlendirmek önemlidir!.
Kozanızdan kurtulmak istiyorsanız, her
şeyin hikmetini, oluş sistemini; hangi oluşların o şeyin olmasına yol açtığını
düşünmeye çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın!.
Hikmete erdikçe, “Sistem”in öyle
gerçeklerine yaklaşacak ve onları fark edeceksiniz ki, artık sınırlı ülke
vatandaşı kişiliğiniz yanı sıra sınırsız evrensel gerçekler vatandaşı
kişiliğine de yaklaşacaksınız!.
hf
HİKMETİ GÖREMEDİĞİMİZ İÇİN
EKSİK-NOKSAN-KUSURLU GÖRME HÂLİNE DÜŞERİZ..
OYSA ALLAH HİKMETSİZ (SEBEPSİZ)
HİÇBİRŞEY YARATMAMIŞTIR!
Bkz. “H / “Halim” İsmi/ Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişide
“Halim” İsminin mânâsının yaşanmasıyla mümkündür
hf
HİKMETLERİ TESBİT
Hikmetleri tesbit,
seslenişe vasıta olabilmeniz nisbetindedir.
hf
DOĞAYI
HİKMETLE DEĞERLENDİREBİLİRSİN ANCAK…
Doğayı duygularında
değil, hikmetle değerlendirebilirsin. Öyle ise, hikmet sahibi ol!.
hf
AÇIĞA ÇIKAN HİKMET,
ÇIKMAMIŞLAR YANINDA BİR
DAMLADIR
Kendisinde açığa
çıkan ilim ile yetinen, orada kalır ve ötesinden mahrum olur. Oysa açığa çıkan
ilim ve hikmet, açığa çıkmamışlar yanında bir damla gibidir!.
hf
HİKMETİ SEZEMİYORSAN EĞER
HEMEN İTİRAZ ETMEKTEN KAÇIN
VE SONUNU BEKLE
Eğer, vukû bulan hâdiselerin hikmetini
sezemiyorsan, hemen itiraz etmekten kaçın ve o işin sonunu beklemeye
çalış!. Şüphesiz ki işin hikmetini sezinlemek o zaman daha kolaylaşır. Böylece,
sen de câhilane isyanlardan korunmuş olursun.
İsyan etme; hikmetini görmeyi bekle!.
hf
“NEFS”E BAĞLADIĞIN FİİLLER
HÜKÜMDE “HİKMET”TİR!
Nefsine bağladığı
fiillerin, özünde ‘’Kulluk’’tur;
hükümde, ‘’şirk’’!.
"NEFS"e bağladığın fiiller, özünde ‘’Kulluk’’tur;
hükümde, ‘’hikmet’’!.
hf
HİKMETİN ÖTESİNE ULAŞMAK İÇİN…
İlim ve hikmetin
ötesine ulaşmak isteyen, hiç bir zaman eline geçenle yetinmemeli; daima ötesini
"NİYE" kelimesiyle araştırmalıdır.
hf
Mânevi mânâda abdest ise, duyularından ve organlarından sâdır olan fiillerden; yani
bunları kendi yarattığını sanıp kendine maletmekten arınmaktır.
Her şey bir hikmete dayalı
olarak Hak tarafından yaratılmaktadır; diyebilmektir!...
Ve hattâ, idrâk edebiliyorsan eğer,
Hakk’ı “hikmet”le kayıtlamaktan dahi kaçınmaktır!..
hf
“HİKMET ÂLEMİ”
(“SEBEPLER ÂLEMİ”)
DÜNYA,
HİKMET YURDUDUR!
Dünya hikmet yurdudur; ve bu dünyada
oluşan her şey, kendinden evvelki sebepler etkisiyle yönünü bulur. Bu, yaratan
Allah’ın ‘’Sistem ve düzeni’’dir.
hf
ÂHİRETTE
HİKMET KURALLARI GEÇERLİ DEĞİLDİR
Dünya hikmet yurdudur. Her şey bir sebeple, bir vesile ile oluşur. Âhiret
denilen ölümötesi yaşam ise kudret yurdudur; orada hikmet kuralları dünya fizik
kanunları geçerli olmaz.
hf
VARLIK,
TÜMÜYLE O'NUN VARLIĞINDAN İBARET OLMASINA RAĞMEN,
"HİKMET ÂLEMİ-SEBEPLER ÂLEMİ” BİÇİMİNDE
BİR OLUŞUM MEYDANA GETİRMİŞTİR
Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi
özellik ve mânâları ortaya koymayı murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun
sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri
ortaya koyma yoluna gitmiştir.
Varlık, orijininde, zâtı
itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları
içinde o fiilleri ortaya koymuştur.
İş bu yüzdendir ki, "İlâhi kanunlar" denen
evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:
"Velen tecide lisünnetallahi
tebdilâ."
"Allah`ın varediş sisteminde,
kanunlarında, asla değişiklik olmaz!" (48/23 )
âyetinde belirtilen bir biçimde asla
değişmez!.
"Doğa kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0
mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde
hükmünü icra eder.
Yani, bir diğer anlatım ile;
Sebepler âlemi içinde
yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun varlığından ibaret olmasına
rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını
yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet âlemi veya sebepler
âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.
Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının,
varoluş kapasitesinin içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.
İşte, her bir birimin, takdir edilmiş
bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:
"Biz her şeyi kaderiyle
halkettik". (Kamer 49)
âyetinde vurgulanmıştır.
Ayrıca, bu hususu izah eden önemli
bir açıklama da, Rasûlullah tarafından şöyle açıklanmıştır:
"Herkes ne için yaratıldıysa ona
o kolaylaştırılır!."
Yani, hangi gaye için meydana
getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır. O programın gereği de,
gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!.
Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan
bakan kişi ise, "bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade
ile bunları yapmaktadır." deyip; orada bir irade-i cüz`ün
olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i cüz denen şey, gerçekte, İrade-i
Küll`ün tâ kendisidir.
Külli programın, o birimden ortaya
çıkması hâlinde aldığı isim "irade-i cüz"dür.
hf
“HİLM”
Hilm, yaratanı gördüğü için yaratılmışı
hoşgörmektir!.
hf
“HİMMET”
“İnsan”ı zirveye götüren kuvveye eskiler
“Himmet” demişler…
“İnsan”ı tüketen kuvveye ise “HIRS”!
Bunları, kısaca, “daha….” ile tanımlayabiliriz.
hf
HİMMETİ ÂLİ KİŞİ
“İnsan” için bedene dönük hedefler, olursa
olur, olmazsa aldırma; türündendir.
“İnsansı” için bedene dönük hedefler, tek
amaçtır!… Hattâ bedenin arzuları için, parasını, adını,
yuvasını ve değerli bildiği ne varsa hepsini feda edebilir. Dinini,
inancını bile terkedebilir. Çünkü onlar zaten lâfta mevcuttu! Çevresindekiler
hiç önemli değildir; “insansı” sırf bedeni, zevk organları
için yaşar!… Lâyığını da bulur!.
“İnsan” ise bilinç için yaşar… “Allah”
adıyla işaret edilene ermek en büyük ideâlidir!. Dünyevi ve maddî kayıplar
onu hiç üzmez… Para, seks, nam-isim onda fazla bir değer taşımaz.
Yaşadığı her an kimlere ne
kazandırabilirim ebedî yaşamı itibariyle; diye düşünür ve her anını bu yolda
değerlendirir.
Bunlara “himmeti âli kişiler”
derler… Onlarda “Daha…” ebedî yaşama dönük olarak geçerlidir.
“İnsansı”da ise “daha…” ya paraya dönüktür ya sekse, ya da isim yapmaya… “Hırslı adam” ya da “hırslı kadın” derler.
hf
HİMMET,
JÜPİTER VE ŞİRON’UN
TESİRLERİYLEDİR
Kişinin himmeti
(azmi) jüpiter`in ve Şiron`un tesirleri iledir.
Güçlü olarak Jüpiter`in
ruhâniyetini almışsa o kişi, maddeye dönük bir şekilde şanslı hayat sürer.
Maddi sıkıntıları az, refahı fazla olur.. Şiron`un
tesirini güçlü almışsa kişi, mâneviyata yönelir ve mâneviyatta büyük derecelere
ulaşma imkânını elde eder.
hf
HİMMETİNİ O KONU ÜZERİNDE
TOPLUYORSUN
VE ÖYLECE TALEP EDİYORSUN..
VE DİLEĞİN OLUYOR!
“Bâtın”ın, zâhirde gizli olduğunu… Sâfiye’nin, emmârede, kabın
rengine göre açığa çıktığını… Tüm mertebelerin, aslında tek bir mertebe olup; “Ganî”
orijinin, zâhirin şekil ve kalıbına büründüğünü…
Güneş ışığının tek renk olmasına rağmen, prizmayla çok renkliliğinin
açığa çıkması gibi; Sâfiye’nin de, alt bilinç tezâhürlerinde renklenmesi
olayını…
Elektriğin, ampulün camının renginde görünmesini… ve dahi ortaya koymak
istediğini ortaya koyduğunu… anlatmıştık…
Bunları göz önünde tutarak eğilelim konuya…
Kişi, kurabiyesinden, toteminden, ya da bir türbeden bir şey istemeğe
gittiği zaman…
Âhrete geçmiş olanların Gavs mertebesi düzeyindekileri bir yana
koyarsak… Diğerlerinin de bu yaşama müdahale etme kuvveleri olmadığını
hatırlarsak…
Oraya gidip dilekte bulunan kişinin dileğine kim icâbet etmektedir?..
Ki, böylece o kişinin arzusu yerine gelmekte?..
Bundan önceki iki yazıda, hükmün nereden ve nasıl geldiğinden söz
etmiştik… Anlatmaya çalışmıştık ki…
Dışarıdan değil, senden!
Varlığından açığa çıkan her şey, “sen”den kaynaklanıyor!.
Allah, sana dışarıdan müdahale etmiyor!… Özünden geliyor zâhirine,
Allah’ın takdiri…
Başaramıyorsan, nedenini kendinde ara!. Gerçekten, tüm kalbinle
istesen, o şeyin oluşmamasına engel ancak takdir olabilir!.
Evet bunu da anladıysak…
Sanırım, “kurabiyedeki güç kaynağı” çıktı ortaya!.
“Sen”deki Allah’ın yaratıcılığı!.
Yöneliyorsun, vereceğine İNANÇLI olarak diliyorsun;
oluşması için himmetini o konu üzerinde topluyorsun ve öylece
talep ediyorsun… Dileğin oluyor!.
Kurabiyen sana icâbet etmiş oluyor!!!.
Putuna yaktığın mum; türbeye bağladığın çaput; adadığın horoz ya da
kurban, senin dileğini yerine getirdi sanıyorsun!. Alnındaki gözlüğü sokakta
arıyorsun!. Oysa o şey, senin konsantrasyon objen!
hf
KİŞİYİ HEDEFE
ULAŞTIRAN,
DÜŞÜNDÜĞÜ ŞEYİ BAŞARMA KONUSUNDAKİ
ŞÜPHE GÖTÜRMEYEN AZMİDİR!
(Soru: Ra’d/ 28; ”İşte onlar, iman edenler ve
kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşanlardır.
Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.”)
Buradaki
“Allah'ı anma”dan ne anlamalıyız?..
"ALLAH”
isminin işaret ettiği mânâyı anlamak için yapılan tefekkür, burada
zikir olarak anlatılmakta ve bu tefekkürün sonunda erilen gerçek ile iman
ehlinin huzur bulacağına işaret edilmektedir..
“İnsanların,
idrâka dayanan ilimden mahrum kalıp ezbere dayanan bilgi birikimiyle mukallit
olarak yaşamaması” demektir.
(Soru:
Özür dileyerek; bunu sağken gerçekleştirme imkânı olabilir mi?.. Teşekkürler.)
Evet...
Kişinin herhangi bir şeyi başarma konusundaki "şüphe" ihtiva
etmeyen azmi bunu gerçekleştirir...
Nasıl
ki, bir kişi suda boğulacakken bulduğu bir dala o anda başka hiç bir şey
düşünmeden sadece yakalamayı düşünerek uzanırsa, isteğe böyle uzanmak gerekir!.
hf
HOŞGÖRÜ
MASKENİN GÜLMESİ DEĞİLDİR
Kişideki hoşgörü,
kişinin Allah’a irfanının derecesiyle bağlantılı ve doğru orantılıdır.
Bir kişi ne kadar
Allah’a karşı irfan sahibiyse o kişide o oranda hoşgörü vardır.
O kişi ne kadar
Allah’tan gâfilse, o kadar sert, katı acımasız ve şekilcidir
Bunu geçmiş bütün
tasavvuf ehlinde görebilirsiniz...
Bütün Tasavvuf ehli,
Mevlâna’sı, Yunus’u, Hacı Bektaşi Veli’si, Ahmed Yesevi’si, Abdülkâdir
Geylâni’si, Şah-ı Nakşibendi’si, Seyyid Ahmed Rufâi’si, Seyyid Ahmed Bedevi’si,
Hasanı Şâzeli’si... bütün mâneviyat ehli Allah’a gönül vermiş insanlarda
olabildiğince geniş bir hoşgörüyü görürsünüz.
Çünkü bunlar bilir ki,
varolan herşey Allah’ın kuvvet kudret ve yaratmasıyla bir hikmete dayalı
olarak oluşmaktadır.
Hz. Rasûlullah A.S ‘ın
bir uyarısı var:
”Allah’ın ahlâkıyla
ahlaklanın!” diyor.
Allah’ın ahlâkıyla
ahlaklanmak demek, Allah’ın varlıklarına bakış açısıyla bakmaya çalışmak
demektir.
Hoşgörü; maskenin gülmesi değil, fâili
hakikiyi her an müşahede etmenin sonucu olarak yaşanan bir hâldir..
(Soru: Üstadım, fâili
hakiki’yi müşâhede etmeden gösterilen hoşgörü bir gün gelir amacına ulaşır
mı?..)
Evet!.
hf
Hoşgörüsü olmayanın hoşgörüden sözetmeye hakkı
yoktur.. Ederse, riya yapmış olur!.
hf
Hoş göremediğin kimdir, biliyor musun?.
hf
HOŞGÖRÜ VE OLGUNLUK
Hoşgörü ve olgunluk ayrılmaz ikilidir!.
Birinin olmadığı yerde, diğeri de yoktur!.
hf
“HULLET” MERTEBESİ
İsm-i Âzam, hullet mertebesinde yaşayan kişinin
hâlinin ismidir!.
hf
“HULLET” MAKAMI
Tavaftan sonra mutlak namaz: Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet`in
zuhuru ile, ona ait hükmün yaşamıdır.
Bu namazın ibrahim makamında
kılınması: Hullet makamına
işarettir.
hf
(Soru: Tasavvufta
geçen Hullet makamı Hz İbrahim’e mi aittir?.)
O’nda sembolize olan
fakat daha sonraki İnsan-ı Kâmil’lerde de açığa çıkan bir tecellidir...
Asâleten O'na; verâseten de ondan sonra gelmiş olanlara aittir.
hf
“HÛ” ESMÂSI
Mutlak Zât’a işâret
hf
“HÛ”
“O”
·
Zât’ın Hüviyeti
·
Öz’deki Teklik Boyutu
·
Evrensel Boyutlu “Tek”lik Noktası
·
Her An Cüzlerdeki Tasarrufu Oluşturan
·
Oluşumun Kaynağı
·
Varlığın Özündeki Boıyutsal Ötelik
ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir..Yâni, Allah’ın
hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de
sayısız özelliklerini içeren bir isimdir.
“Allah” ismiyle işaret edilen ZÂT’ın Hüviyetine ise “HÛ” ismi işâret eder.
hf
HÛ,
ALLAH İSMİYLE İŞARET EDİLEN
MUTLAK ZÂT’IN
HÜVİYETİNE İŞARET EDER!
Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir"
kelimesi kapsamına girer... “Bâtın”
dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey.....
Bunların, sana göre tümü, "O"dur!.
Yani, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!.
Yani, "HÛ"!.
"HÛ" kelimesinin mânâsı
bir anlamıyla "O"
demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât`ın
hüviyetine" işaret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta
girmeyeceğiz...
hf
Vahdet konusunun
zirvedeki isimlerinden biri olan “İNSÂN-I
KÂMİL” yazarı Abdülkerim Geylânî
(Ceylî) Kaddesallahu Sırrahu Azîzan, bu konuda özetle şöyle demektedir:
“ALLAH isminin sonundaki H harfi hüviyeti Zât’a işaret
eder ki, bunu HÛ ismi olarak da bilir ve bu hususa HÛ ismiyle işaret ederiz”
Nitekim, Efendimiz, büyüğümüz Hazret-i Âli dahi, “HÛ” ismine çok riâyet eder, bu ismi çok zikreder, özellikle şu
şekilde söyler ve yakınlarına tavsiye ederdi:
“Yâ HÛ ya men HÛ, lâ
ilâhe illâ HÛ”
“İsm-i Â’zâm”ın gerçekten “HÛ” olduğuna
inanabilmek veya bunu müşâhede edebilmek için tasavvufun çok derinliklerindeki
bazı gerçekleri Allahu Teâlâ’nın müşâhede ettirmesi icap eder.
Rasûlullah aleyhisselâma bir gün şu sual sorulur:
-Yerleri
ve gökleri yaratmazdan evvel Rabbimiz neredeydi?..
Cevaben
buyururlar ki:
“Altında ve üstünde
hava olmayan A’mâ da idi!.”
Bu
hadîs-i şerîfte işâret edilen husus, Allahû
Teâlâ’nın Zâtıdır.
hf
HER TÜRLÜ BEŞERİ
ANLAYIŞ
VE KAPSAMSAL KAVRAMIN
ÖTESİNDE…
İsmi
“ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal
kavramın ötesinde olarak, yalnızca “HÛ” yani sadece “O” olarak
tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tâbir edilir).
hf
SAYISIZ “NOKTA”LARIN HÂLIK’I
OLUP,
“NOKTA”LAR İNDİNDE “NÜKTE” OLAN
HÛ!
Gerek Kur'àn ve gerekse dini
yayınların İngilizce ve Almanca çevirileri sırasında yapılmış olan çok önemli bir yanlışa dikkat çekmek
istiyorum.
Bilindiği üzere, Kur'ân-ı
Kerim’de geçen "HÛ"
kelimesi dilimize "O"
olarak çevrilir.
"O" zamiri
dilimizde, üçüncü bir varlığa, işaret eder; ve bu anlamda kadın-erkek veya
cansız ayırımı yoktur.
Biz üçüncü bir birim için, ister kadın ister erkek; ister canlı, ister
cansız; ne olursa olsun hep "O"
kelimesini kullanırız..
Oysa, Türkçe’deki "O"
kelimesinin İngilizce'de karşılığı üç ayrı kelimedir... Üçüncü şahıs erkek
birim için "HE"; üçüncü
şahıs dişi birim için "SHE";
üçüncü cansız birim için de "İT"
kelimeleri kullanılır.
Dilimizde yanlış kullanılan bir terim vardır, “Tanrı-Baba”!. Bu bize İsevî’likten
geçmiştir.. Onlar için “bir tanrı vardır
göklerde-erkek”, ki O İsa
aleyhisselâmın babası! Oysa diğer
bölümlerde elimden geldiğince açıklamaya çalıştığım üzere “Allah” ismiyle işaret edilen varlık “ötedeki erkek-baba” değildir!.
Düşünmeye çalışalım… “Ben”
dediğimiz özümüzü farketmeye çalışalım…
Maddenin özüne yönelip “zoom”lama
yapalım!. Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip,
düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım
kendimizi… İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “mi’râc”dır!.
İşte Arapça’daki “HÛ”
kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal
öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!.
Şimdi bir bu anlattığım mânâyı düşünün, bir de İngilizce’deki üçüncü
erkek şahsa işaret eden “HE”
kelimesinin anlamını… Ve üstüne üstlük, “HÛ”
kelimesinin işaret ettiği mânânın, insanların “HE” kelimesinden anladığına dönüştürülmesiyle ortaya çıkan kavram
kargaşasına!.
Evrensel boyutlu “TEK”lik
noktası olarak algılanması istenene işaret eden “HÛ”nun, cinsiyetli bir tanrı olarak algılanması ne derece doğruya yakın
olabilir?
Soyutluğun ardındaki somut olarak işaret edilen erkek-baba tanrı anlayışı ile, gerçekte, sonsuz-sınırsız diye tanımlanmaktan dahi beri olan ne kadar
bağdaştırılabilir?
Hele şunu farkedelim ki…
Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan varolmuş bir açı, “<”!.
Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-!.
“Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımlamasıyla
anlattığımız her şey bu açıda -“<”-
yer almakta!.
Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki
yaratışı “HÛ”nun!. Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren
içre evrenler”den birindeyiz!.
“İnsân-ı Kâmil” ya da “Hakikat-ı Muhammedî” isimleriyle işaret
edilen ise o “nokta”dan varolan
varlık!
“NOKTA” ise bir “nükte”!.
Sayısız “nokta”ların Hâlik”i olup; “nokta”lar indinde “nükte”
olan “HÛ”!.
İlminde “nokta”dan
yarattıklarını, hayâl hammaddesiyle var kılan “HÛ”!.
Ve bütün bunlardan “GANΔ
olana işaret eden, “HÛ”!.
İşte “HÛ” ismiyle işaret
edilip, müslümanların farketmesi istenen Hakikat!…
İşte, “HE” kelimesiyle işaret
edilen Kur’ân tercümelerindeki erkek-baba tanrı kavramı!.
“HÛ” kelimesinin anlamının “HE”ye dönüştürüldüğü Kur’ân tercümeleriyle…
Ötede bir tanrı’dan sözediyormuşçasına anlaşılan Kur’ân
meâlleriyle, insanların İslâm Dini’ni
anlaması fevkâlâde zordur!.
İslâm Dini’ni anlamak ve bilinçli olarak tasdik etmek istiyorsak, öncelikle bu gibi
kelimelerin işaret ettiği anlamları iyi anlamalıyız!.
hf
“HÛ”NUN,
İLMİNDE AÇIĞA
ÇIKARDIĞI ÖZELLİKLERİNİN
VARLIĞIYLA VAR
KILINMIŞ ŞUURLU ÇEKİRDEK
(“HAKİKATI
MUHAMMMEDİYE”)
“HÛ”,
evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!
O
“nokta”, “HÛ” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı
özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati
Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.
hf
“HÛ”NUN VARLIĞIYLA VAR
KILDIĞI
ŞUURLU ÇEKİRDEĞİN İLİM
MERTEBESİNDEKİ
İLMÎ AÇILIMI
Algılanan
ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “NOKTA”nın
varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî
suret”lerdir.
Bu
“nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi”
meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt
enerji okyanusu”dur. Burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve
birimsellikten söz edilemez!.
Buraya
kadar açıklanan durum, Hazreti ÂLİ’nin “bu AN o AN’dır”
işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve
hiç değişmez!.
İşte
bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki Allah isimlerinin,
değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği
algılamaları, “GÖRESELLİĞİ” ve çokluk (kesret) kavramlarını
oluşturmuştur (nâsut âlemi).
hf
HZ. MUHAMMED MUSTAFA BİZE,
“ALLAH” İSMİYLE,
“O=HÛ” VARLIĞI TANITMIŞTIR!
İsim, dikkati,
düşünceyi bir varlığa yönlendiren kelimedir.. Biz bir ismi, üzerinde konuşmak
ya da herhangi bir şekilde düşünmek istediğimiz varlık için kullanırız.
"ALLAH"
kelimesi bilindiği üzere bir isimdir. Ve dahi, herhangi bir dile tercümesi,
genel dil kurallarına göre mümkün olmayan "özel isim"dir!.
"Hulûsi"
kelimesi nasıl bu fakîre işaret eden; tanımayan biri için de bu işaretin
ötesinde hiç bir şey açıklamayan bir kelime ise; "Allah" ismi
de yalnızca bir "özel isim"dir ki, işaret ettiği varlık
hakkında hiç bir açıklama getirmez!.
İlk defa bu kelimeyi
duyan kişi, sadece, bu isimle anılan bir varlık olduğunu anlar!. Peki bu ismin
işaret ettiği varlık nasıl bir varlıktır?.. Bir tanrı mıdır ya da başka bir şey
midir?..
İşte burası, işin en
önemli tarafıdır!.
Bize, "Allah"
ismiyle "O=HÛ" varlığı tanıtan Rasûl Muhammed Mustafa
aleyhisselâm; O isimle işaret edilen varlığın, bir "tanrı",
"mâbud", "ilâh" olmadığını vurgulamakta; getirdiği
açıklamalarla da, "sizin ilâhınız Allah"tır, beyanıyla; bizim
"ilâh" ya da "tanrı" diye var sandığımız
şeyin gerçekte "Allah" ismiyle işaret edilen varlık olduğunu
açıklamaya çalışmaktadır.
"Sizin ilâhınız
Allah"tır
demek; "Allah"ın bir tanrı olduğu yani ilâh olduğu" anlamına
gelmeyip; aksine, şu mânâda olarak ifade edilmiştir:
"Siz tanrı-ilâh
diye bir şey kabul ediyorsunuz ya… İşte öyle bir şey yoktur! Tanrı-ilâh yoktur,
"Allah" ismiyle işaret edilen bir varlık vardır!. Bu isimle size
anlatmaya çalıştığım "O", varlığı ve özellikleri itibariyle, sizin
var sandığınız tanrı-ilâh kavramından tamamıyla ayrı bir şeydir!.
Öyle ise, bu güne
kadar üzerinde düşündüğünüz ve var sandığınız tanrı-ilâh fikrini bir yana
koyarak; "Allah" özel ismiyle işaret edilen varlığın ne olduğunu bir
nebze de olsa farketmeye, tanımaya çalışın!."
hf
SONSUZDAKİ BİR “NOKTA” OLARAK
YARATILMIŞ
MUTLAK EVRENE “HÛ” İSMİYLE
İŞARET EDİYORUZ..
Kİ BU ZÂT,
“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLEN
İNDİNDE
YALNIZCA BİR “İLMÎ SÛRET”TİR
İnsanoğlunun, algıladığı ya da algılayamadığını fark ettiği her şey,
yani tüm göresel ya da mutlak evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret
edilen “O”nun, kendisine göre olan bir “an”ındaki eseridir! Yani,
“HÛ”nun kendisine göre sayısız olan “an”larından yalnızca bir “an”ındaki
eseri!
Tüm yaratılmışların algıladığı ya da algılayamadığı; fark ettiği ya da
fark edemediği; tasavvur ya da tahayyül ettiği her şey hep bu “ALLAH”
isminin işaret ettiği varlığın bir “an”ındaki eseridir!
Ki bu “an”, “HÛ”nun indinde bir “nokta”dır!.
Bize göreyse çıkış “nokta”sıdır!.
“Nokta”dan meydana gelmiştir,
insan-cin-melek tanımlamalarıyla anlatılan her şey ve dahi, evren içre sayısız
-algılayana göre- evrenler!.
Sonsuzda bir “nokta”nın yerini
düşünün!.
“Nokta” olarak yaratılmış; ilmi yönüyle “Akl-ı Evvel”,
hayâtiyeti yönüyle “Ruh-u Â’zâm”, hüviyeti yönüyle “Hakikat-ı
Muhammedî” ve nihâyet kişiliği itibariyle aldığı isim de “İnsan-ı Kâmil”
olan evrensel varlığı düşünüyor; ve biz ona da “HÛ” ismiyle işaret
ediyoruz.
Oysa...
Bu bahsettiğimiz Zât, “ALLAH”
ismiyle işaret edilenin ilminde yalnızca bir “ilmî sûret” olup; vücudu ise varlığını “HÛ”nun esmâsından alır!. Bu sebepledir ki, “nokta”nın, gayrı bir bağımsız varlığı ve vücudu sözkonusu olmaz!.
“Nokta”dan meydana gelen bu
varlığın -mutlak evrenin- algılanan sıfatları ve esmâsı ve müşâhede edilen
ef’âli, “HÛ”nun her an yeni bir “şe’n”de oluşundan kaynaklanır!.
“ALLAH” İsmiyle
işaret edilenin indindeki sayısız “an”dan ya da bir diğer ifadeyle “nokta”dan
yalnızca biri olan “İnsan-ı Kâmil” adıyla işaret edilen “NOKTA” bilinci
ise, “Mardiyye nefs” bilincine sahip kılınanın ilminden münezzehtir!.
(muhalefet lil havâdis)
“Sınırsız-sonsuz” kavramları dahi, “İnsan-ı Kâmil”de açığa
çıkan “HÛ”nun esmâ ve sıfatı yönünden geçerli olup; “nokta”
dışında geçerliliği kalmaz!.
hf
O’NUN YARATIŞININ SONU YOKTUR!
(Soru: Büyük patlama
herşeyin başlangıcı olduğu gibi belki de "en mükemmel başka birşeyin de
sonu olmuştu"... “En mükemmel başka bir şey”i nasıl anlamalıyız?...)
"En
mükemmel" hiç bitmez, çünkü özünde "GÖRE" vardır!..
Özünde
"GÖRE" olan şeyler ise hiç bitmez!.. "O"nun
yaratışının sonu yoktur!.
hf
“HÛ”,
HER AN YENİ BİR
ŞANDADIR!
(HER AN YENİ BİR ZÂHİR OLUŞTADIR)
“HÛ” her an yeni bir “şe’n”de
iken…
Hâlâ, beynimizde kum saatiyle dolaşmak niye?
Beynindeki kum saatiyle, 2000’e
girenler; ne zaman, iman ettiklerini hep tekrarladıkları “ALLAH”ın, her an yeni bir Zâhir oluşta
olduğunu kavrayacaklar?
Ne zaman, dünde yaşamaktan ve dünde yaşayan ve yaşananların tekrarını
beklemekten vazgeçip; an içre olanı fark edecekler?
“HÛ her an yeni bir şe’ndedir”;
biz, bunun ne demek olduğunu anlayamasak da!.
hf
“O”,
ALGILAMA
KAPASİTESİNE GÖRE ZÂHİR!
“ZÂHİR” ismiyle işaret edilen “HÛ”dur; derken, ötelerde aramak niye?
Mükemmeli fark ettirmek için, kâmil olmayanı en mükemmel
hâliyle ortaya koyunca, “HÛ”yu inkâr
niye?
Algılama kapasitesine göre
zâhir iken; zâhirle kayıtlamak niye?
hf
KESRET ÂLEMİ
“O”NUN EFAL MERTEBESİNDEKİ
GÖRÜNTÜSÜDÜR.
MEVCUDAT YOKTUR, “O” VARDIR
“Âlemler" isminin müsemmâsı da O`dur. Çünkü gayrısı
yoktur!
"Lâ mevcûda illâ Hû" demek, "mevcûdat
yoktur, O vardır", demektir.
Yoksa, mevcudat vardır da, işte o mevcut olan şeylerin
toplamı O`dur, demek değil...
"O ve O`ndan meydana gelmiş bir âlemler" müşahedesi,
perdesi kalkmamış olan kişideki, Nur
perdelerinin meydana getirdiği düşüncelerdir.
Tek tek, her nesnenin,
"Allah" dediğini duymak,
kesrette olana ait bir hâldir. Ve bunu ifade eden kişi henüz Tek`liğe ulaşamadığının, perdeli
olduğunun açıklamasını yapmaktadır.
Gerçekte, âlem Tek varlıktan ibarettir; yani, tek bir
yapıdır! Tek`in teklerinin tek tek zikri olmaz!
Hz. Âli, “Görmediğim Allah`a ibadet etmem “
demiştir.
“Hiç bir şey görmem ki, evvelinde Allah`ı görmüş
olmayayım.” demiştir Hz. Ebu Bekr.
“O”, her şeydir ve her şey “O”nun ef`al mertebesindeki görüntüsüdür.. Kesret âlemi de budur!
Vahdeti anlamak üzere yola çıkmış kişilerce çıkılan ilk basamak budur!
Ama dikkat edin, ”ilk
basamak” dedim...
hf
HER BİRİMİN VE ZERRENİN “HAKİKATİ”,
ÖZÜNDEKİ RABBİ,
MELİKİ,
İLÂHI,
“O”!
O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur
hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. Âlim’dir (tüm incelikleriyle
ne olup bittiğini bilendir) algılanabilen ve algılanamayan her boyutta.
Rahman ve Rahîym O’dur (hakikatinde).
O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur
hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. Melîk (hükmeden), Kuddûs (saf,
arı, orijini değişmemiş), Selâm (varlık kendine teslim olmuş), Mü’min
(gayba imanı açığa çıkarıp tereddüt ve şüpheyi yok eden), Müheymin
(farkındalığı dışında hiçbir şey olmayan), Azîz (dilediğini yapan, misli
olmayan), Cebbâr (yaratmış olduğu sistem sonucu dilediğini karşı
konulmaz şekilde açığa çıkaran), Mütekebbir (kibriyâ, benlik sahibi)...
ismi “ALLAH” olan şirk koşulmasından beridir (yalnızca şirk
koştuğunu sanan olabilir!)...
O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur
hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. HUviyet sahibi, Allah ismiyle
anılan Hâlik (esmâsıyla-isimlerinin özellikleriyle) “yok”u var kılarak
her şeyi meydana getiren; Bârî (yarattığı her birimi kendine özgü formülle
açığa çıkaran), (farklı esmâ terkiplerini oluşturan); Musavvir (her
birimi bir sûretle algılamayı oluşturan); O’na aittir tüm kemâl vasıfların
isimleri!.
Semâlarda ve arzda (bilinç veya madde olarak
algılanan tüm boyutlarda) bulunan her ŞEY, (onun bir özelliğini ortaya
çıkarmak suretiyle) tesbih hâlindedir (farkında olmasa da!)... Hû,
Azîz’dir Hakîm’dir (hüviyet sahibi olan Zât, her ŞEYİ, bir hikmete dayalı
olarak, bir sistem ve düzen içinde, oluşmasına karşı koyulmaz biçimde
meydana getirendir)!. Bizim bâzı müşahedelerimize göre...
Aslında bir kitap yazılası anlamlar gizli bu âyetlerin
derinliklerinde... Ne çare ki, burada sadece bir gerçeğe, O’nun TEK’liği
açısına dikkatleri yönlendirmek amacıyla bu kadarıyla değindik. Selâm olsun bu
yazılanların ötesini tefekkür edebilecek beyinlere...
Evet...
O!...
Her birimin ve zerrenin Hakikati; özündeki Rabbi, Melîki, İlâhı
(Ulûhiyet mertebesinin özelliklerinin, yani sıfat ve esmâ mertebesinin olduğu
boyut) olan, O!.
Gerçekte, vehmî (var sandığın) benliğinin ardındaki gerçek, O!.
Tanıyamaman yüzünden cehennem yangınlarını şimdiden yaşadığın; O!.
Bilgisizliğin yüzünden hayâlinde yarattığın tanrıya tapınarak şirke
düştüğün; bundan dolayı da mahrum kalıp hüsrana uğrayacağın; oysa özündeki, O!.
Gökte ararken, sırrında, gizli derûnunda ve daha da içerinde
erebileceğin, O!.
Algılamakta olduğun her ŞEYin hakikatinde olan, O!.
Fark ettiğinde, benlik dağını paramparça edip, “yok”luğunu,
aslında hiç “var” olmamışlığını hissettirecek, O!.
İnsan “ismi anılan bir şey değilken, yok iken”, kendi
özellikleriyle varlığa çıkartıp; sonra tekrar “yok”luğumu fark ettirip;
sonra tekrar bu gerçeği bilmiş olarak yaşatırken; bunun hakkını verememenin
cehennemini ebediyen yaşatacak olan, O!.
Sana, “ben” kelimesi ile işaret ettiğin varlık dağını paramparça
edecek sırra işaret ettiği halde; farkındalığı da açığa çıkarmayan; bunun
a’mâlığı ile dünyanı değiştirtecek olan, O!.
Gel dostum; yarın her şeyinle terk edeceğin bu dünyanın, ölümle
uyandığında senin için hiçbir anlam taşımayacak işleriyle kafanı bu kadar
yorma!. Sonsuzlukta süregidecek yaşamın için bir şeyler yap!..
Sana, Hakikatinin ne olduğunu ve özelliklerini bildirmek için inzâl
olmuş (gökten inmiş(!) değil), SIRLAR Kitabı Yüce
Kur'ân’ı anlamak için biraz zaman ayır kendine!.. Allah Rasûlü
sana ne getirmiş, niye getirmiş bunu sorgula!.
Sonradan pişmanlık asla sana yarar sağlamayacak; elinden kaçırdığın
devlet kuşunu bir daha kesinlikle yakalayamayacaksın!.
Sana, sensiz, “Sen”dekini anlatan bu Muhteşem Kitap’taki
bilgileri ve onu sana ileten Allah Rasûlü ve son Nebî Muhammed Mustafa
aleyhiselâmı değerlendiremezsen, bil ki sonun sükûtu hayâl ve hüsran
olacaktır!.
Zirâ ölünce (boyut değiştirince) göreceksin ki, var sandığın “tanrı”
meğer hiç var olmamış!.
hf
CÜZLERDE TASARRUFU OLUŞTURAN,
“HÛ” DUR!
"HÛ" nun mânâsı; çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik boyutudur.
"HÛ" ismi, cüz`ün özündeki Teklik
boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik
boyutu, her an cüz`lerdeki tasarrufu
oluşturmakta… Oluşumun kaynağı O!.
Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen
damarların getirdiği enerji ve kan ile kâim!. Bu parmağın hareketini, bu
hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.
"HÛ" kelimesinin
mânâsı bir anlamıyla "O"
demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât`ın
hüviyetine" işaret eder
hf
ASLI "HÛ"... NESLİ DE
"HÛ"...
ANCAK, VARLIĞIN
"ÖZ"ÜNDE İŞLEMEKTE OLAN
BİR "SİSTEM"İ FARK
ETMEMİZ GEREK...
"DİN", BUNUN İÇİN
BİLDİRİLİYOR
Aslı Hû, nesli Hû; derler bilirsiniz...
Aslı elbette ki önemlidir insanın... Aslı önemlidir mahlûkatın... Aslı
önemlidir varlık âleminin... Buna Hakikati de denilir...
Denilir de..
Bir de işin faslı vardır!.
İşin Hakikati yani aslı önemlidir!. Niye?
Eğer işin aslını öğrenmemişsen, o takdirde dışarıda, dışında,
ötende bir tanrı düşünür; Hz. Muhammed’in bildirdiği “Din”in
özünden mahrum kalmış olursun.
Zira, “Din”in bildirilmesindeki iki ana amaçtan birincisi ötende
bir tanrı olmadığını idrâk etmen suretiyle “Allah’a iman etmen”dir. Ki
bu, işin aslı ile alâkalıdır...
Birde ikinci şıkkı vardır ki bu işin o da, tâbiri câizse faslı
ile ilgilidir.
“Din” olan İslâm, bir sistemi açıklamaktadır; bunu anlayamayan tek yönlü ilâhiyatçılar inkâr etseler bile...
Bir kısım ilâhiyatçılar ve “Din”i yüzeysel ele alan şekilci zekâ
sahipleri, “Din” dendiğinde, sistemli düşünceden ve çağdaş bilimlerin
getirdiği evrensel bilimlerden (Quantum fiziği, holografik gerçeklik gibi)
mahrum oldukları için, konuyu, ezberci ve taklitçi bir biçimde ele alıp, gökte
oturan tanrının, kendisinin alt katındaki melekler aracılığıyla yeryüzündeki
postacı hükmünde peygamberine yolladığı fermanlar bütünü olarak
anlamaktadırlar. Cinler de bilmem kaç kilometre yukarı fırlayıp(!) gökteki(!)
meleklerden bilgi kapıp sonra yeryüzündeki medyumlarına haber taşımaktadır(!).
Bunlar gerçekte, çağlar gerisinden kopup
gelen maddeci
Müslümanlık ekolünün
günümüzdeki sözcüleridir bilim adamı olmanın çok ötesinde!. Etiketleri ne
olursa olsun, sistemli düşünme yeteneği olmayan dinciler olmaktadırlar.
Ötede gökte tanrı, alt katında buyrukları
ileten melekler, yeryüzünde peygamber postacılar!. Buyrukları yerine getirenler
mükâfaat olarak cennete sokulacak, buyruklara karşı gelen âsiler de kollarından
tutulup ateşli kuyulara atılacaklar ceza olarak!.
Bunların ne “Allah” adıyla işaret edilenden haberleri vardır, ne
“melek” ismiyle işaret edilen boyutun ne olduğundan, ne İslâm’da peygamberlik
kavramının var olmayıp, bunun gerçeği olan “risâlet” ve “nübüvvet”
kavramlarının düşündüklerinden çok farklı şeyler olduğundan, ne de “İslâm
Din”inin insanlara niçin ve hangi amaçla tebliğ edilmiş olduğundan
haberleri vardır.
Olayın bu yönünü kısaca belirttikten
sonra gelelim işin faslına...
İslâm “Din”inin açıkladığı vahdet
gerçeğini taklit yollu kabullenip dayandığı "sistem”i fark
edemeyenler, işin bu faslında hep şu yanılgıya düşmektedirler...
“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok;
Allah adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki “hakikat“ denilen
ilim ve kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim
tapınacağım bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç
ne hac ne zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra
bunlara ihtiyaç kalmaz!.”
Bu fikir tümüyle çok büyük bir yanılgıdır!. Öylesine pahalı faturasıyla karşılaşılacak bir yanılgı ki,
sonuçlarını kimse tahmin edemez!.
Bu konuyu "KENDİNİ TANI"
isimli kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir
kere daha kısaca özetleyelim...
İnsanın hakikati ile evrenin hakikati aynı asıldan aynı özden meydana
gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın
bileşimi itibariyledir!
Yani, atom boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik
tekil bir varlık olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu
boyut itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve
bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom
boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler
yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu
boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını
sürdürmektedir.
Demek ki, bir alt asla göre dahi gerçek olan tekillik, üst katmanın
yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi oluşum şartlarına göre yaşam
geçerli olmaktadır.
Bunun sonucu nedir?
Bunun sonucu şudur:
Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil Hakikat olduğunu ne kadar
idrâk etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta, yaşamı beden
boyutunun şartlarına göre sürmektedir.
Biraz daha açık misal vereyim...
Bedeninin aslı moleküler katmandır… Moleküler katmanın için ise, ne
açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi,
benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE moleküler boyutum veya katmanımdır,
diyerek yemeden içmeden durabiliyor, hastalanınca ilaç veya serum, vitamin
almadan ayakta kalabiliyor musun?
Hücresel katmanının aslı olan moleküler katmanının gerçeklerine rağmen,
nasıl sen yaşamına beden yani hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar
oluşturmak zorunda isen...
Aynı şekilde, “hakikat” dediğin
evrensel özünün ne olduğunu ne ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden
boyutunun ve geleceğin olan ruh boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön
vermek zorundasın!.
İşte İslâm “Din”i gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet
kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende bir tanrıya tapınmak amacıyla
değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi özündeki sayısız kuvveleri
beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere sana teklif edilmiştir.
Yapacağın korunma
duaları beyninde üretilen bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı
oluşturmak amacına dönüktür!. Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu
çalışmalarla zâhirine çıkmakta ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü
insan değildir. Korunmaya muhtaçsın! Bunu anla artık!
Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli
açılım kombinasyonları oluşmaz; oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur
veya enerji ruhuna yüklenmez; böylece, bedenin terk edilerek ölümün
tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç olacağın kuvvelerden de kendini
mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi
elde edebileceğin fizik beyni de bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap
ve ızdırabını çekersin! Kendi kendini cehenneme atmış olursun!
Allah asla kullarına azap etmez!. Herkes elleriyle ortaya koyduklarının
sonuçlarını yaşar!.
Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...
hf
“HÛ” HÜVİYETİ HAKİKATİ
İNSANIN DERÛNUNDAN GELEN BİR
ŞEKİLDE
“YOK”LUĞUNU FARKETTİĞİNDE AÇIĞA
ÇIKAR
İnsanın bir ömür boyu yaşadıklarından çok daha hayırlı olan bir an (KADR
anı) vardır ki; bu anlık şuursal sıçrama veya açılım süresi içinde hakikatine
ait bilgi, kendisine bir tenezzül, yani “özünden bilincine” doğru açığa çıkar!.
Bu “HÛ” hüviyeti hakikatidir!.
Bu hakikat, “İnsan, Kurân’ın sırrı; Kurân, insanın sırrıdır”
prensibince, insanın derûnundan gelen bir şekilde açığa çıkar!.
Ne zaman?
Kişi, ben neyim, kimim sorgulamasıyla yola çıkıp, Allah Rasûlü
Muhammed aleyhisselâma iman edip, O’nun getirdiklerini anlamaya ve
tanrı kavramından arınıp, ismi “ALLAH” olanı en azıyla “İhlâs”
Sûresinde bildirilen kadarıyla algıladıktan sonra...
“ALLAH” özel ismiyle isimlenmiş indinde, kendi birimsel
varlığından, yani gün aydınlığından, “yok”luğunu fark etme karanlığına
düştüğünde; tüm varlık nazarında varlıklarını yitirdiklerinde...
hf
İSMİ Â’ZÂM’IN SIRRINA ERMİŞ OLANLAR
HER NEFESTE
“HÛ” DİYENİN
MUTLAK BİLİNCİYLE YAŞARLAR
“ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir…Yâni, Allah’ın
hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de
sayısız özelliklerini içeren bir isimdir…
Allah ismiyle işaret edilen ZÂT’ın
Hüviyetine ise “HÛ” ismi işâret
eder. AHADİYYET sıfatıyla idrâk
edildikten sonra, gerçek mânâsıyla “Allah’a
iman” meydana gelir ve “yakîn” hasıl
olur; iş taklitten çıkar, tahkike varır… Aksi halde, hep Allah “İSMİNE” iman edilir ki, bu da ehli taklidin mertebesidir… Tahkike ermişlerin ismi ise “müferridûn” veya “mukarrebun”dur ki; Allah
“İSMİNDE” değil; ALLAH’IN
AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el
ân öyledir” sırrına binâen, “Allah Bâkîdir”
mânâsı yaşanır olmuştur.
İşte
bu yaşantı içinde olanlar, “İsm-i Âzâm” sırrına
ermiş olanlardır ki; her nefeste “HÛ”
diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar.
Bu
zevâtı kirâm, dua edip de “YÂ ALLAH”,
“YÂ HÛ” dedikleri zaman;
“dillerinde söyleyen
ben olurum” Hadîs-i Kudsî’si mânâsınca; dileyen
kendi olur ve elbette kendi dileği de havada kalmaz, yerini bulur!.
hf
NEYİ SEVERSEN SEV,
GERÇEKTE YALNIZCA “HÛ”YU SEVMEKTESİN!
Yaşam sevgi üzerine
kurulmuşken, bunu yaşayamayanlar, hayâllerindeki bir tanrıyla meşguldürler…
“Zâhir” olanı bırakıp, ötede
sevecek aramak ancak gaflettir!
Neyi seversen sev, gerçekte
yalnızca “HÛ”yu sevmektesin ve zaten yalnızca “O”nu sevmek için varsın!.
Sevgi yaşantısı Cennet’tir;
sevgisizlik ise Cehennemin bir türü!
hf
HERŞEY
TEK BİR BEYNİN KONTROLÜNDEYKEN,
KINAMAK NİYE?
Kollarınızı iki yana açınız ve sağ ile solun iki ucunu düşününüz, ne
kadar uzaklar birbirlerine…
Sonra hatırlayınız, aynı
bedende olduklarını ve TEK BİR beyinden yönetildiklerini… Biri başınızı
kaşırken diğeri topuğunuzla meşgul!
Öyle ise niye kınamak sol eli?.
Eller kendi başlarına mı
hareket ediyorlar?. Yok mu kendilerine kumanda eden bir beyin?.
Değer yargılarımızı yeniden
gözden geçirsek nasıl olur acaba?…
hf
“HURAFE”
Dinimize çok hurâfe girmiş, çok safsata
girmiş... (HURÂFE; yanlış, geçersiz asılsız bilgi)
“HULÛL”
(BAŞKA BİR VARLIĞIN İÇİNE GİRME)
FAKR ateşiyle yanan, yâni, "yok"luğunun
idrâkı ve hissiyatı içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!
Çünkü, orada beni bulursun!
Çünkü, o "yok"luğa
ermiş kişinin varlığı benimle kâimdir. Benimle görür, benimle işitir, benimle
yürür...
Elinde, dilinde beni bulursun!
Ve sakın sanma ki, orada o kişi var
da içi yok olmuş, onun içinde ben varım!..
Bu muhaldir!
Hulûl yani başka bir varlığın içine girme
diye bir şey asla sözkonusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın birleşmesi yani ittihad
da değildir bu!
Allah'ın varlığı dışında ikinci bir varlık
mevcut değildir ki, O!nun içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.
hf
HUŞÛ
“Allah”ı bilenin hâlidir, “huşû”!.
hf
HUŞÛ,
ALLAH İNDİNDE HİÇLİĞİNİ
FARKETMEKTİR
Sen kendi varlığının ve bütün bu varlığın HİÇ olduğunu anlayıp idrâk
ettiğin zaman yaşadığın hâli adı: HUŞÛdur.
“Allah’tan ancak Alim olanlar haşyet duyarlar” âyeti işte buna
işaret eder.
Dolayısıyla Allah korkulacak ötedeki bir Tanrı değil , kendisinden
haşyet duyacak Vahid’ül Ahaddır!
hf
“HUŞÛ” OLMAZSA,
Mİ’RÂC OLMAZ
Önce sizin de duymuş olabileceğiniz iki ayete işaret edelim;
“VAY HÂLİNE O NAMAZI EDÂ
EDENLERİN Kİ, NAMAZIN ANLAMININ FARKINDA DEĞİLDİRLER “ (107-4/5)
“ONLAR NAMAZDA HUŞÛ İÇİNDEDİRLER”
(23-2)
“HUŞÛ” kesinlikle bilelim ki “KORKU” değildir!
“ALLAH” azâmetini farkeden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini
farketmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!.
Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan
yeteri kadar arınamıyorsun, Allah’a yönelmiyorsun, dolayısıyla namazın kabul
değildir; gibi hükümler verirler...
Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır. Çünkü namaz, birinci derecesinde
söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölümötesi azaptan cehennemden korunman
için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.
Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır!.
“Allah’a vusûl olmaz”, anlamınadır!.
hf
HUŞÛ,
ERİŞİLEN BİR İDRÂKIN SONUCUDUR
“Huşû”;
erişilen bir idrâk, edinilen bir müşahedenin sonucudur.
“Huşû
“ namaza mahsus değildir, her an yaşanabilir; dolayısıyla da namazı kapsamına
alır...
hf
HUŞÛ,
“DAİMÎ NAMAZ” İLE SONUÇLANIR
Bkz. H / “Hâşian” / Allah indinde herşeyin “HİÇ”ten gelip “HİÇ”e
gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “Hâşian”dan
olursun.
hf
“HUY”
(KARAKTER)
(MİZAÇ)
Beyin, temel kabiliyeti itibariyle aslının, zâtının yani kendinin
Hak’tan olması dolayısıyla 99 ismin mânâsına sahip. Bu 99 ismin mânâlarının ise
değişik kuvvetlerde ortaya çıkışı söz konusu.
Esas mânâda, her beyinde genellikle bu 99 isim ortaya çıkıyor. Fakat
değişik kuvvetlerle ve belli bir terkib hâlinde. Bu terkibi de, bahsettiğimiz
doğum sırasındaki oluşum meydana getiriyor.
Bu terkibin hissedilişi, "duygu"
adını alıyor.
Bedende belli fiîlleri oluşturması, "huylar" dediğimiz “karakter”
dediğimiz yapıyı meydana getiriyor.
hf
HUY,
ÇEŞİTLİ İLÂHİ İSİMLERİN
MÂNÂLARININ
DEĞİŞİK TERKİPLERLE ORTAYA
ÇIKIŞIDIR
“Duygular” dediğimiz
şey, İlâhi isimlerin mânâlarının duyuları ve duyguları meydana getirir bir
biçimde âşikâre çıkış şeklidir.
Nihâyet “insan”
ismiyle kastedilen varlıkta görülen huy ve tabiat, çeşitli ilâhi
isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır.
hf
HUY (KARAKTER) DEĞİŞEBİLİR Mİ?
Huy duvarlarının çevrelediği hapishaneni ne
zaman farkedeceksin?
hf
Beyinlerimiz her an burçlardan gelen sayısız kozmik ışınların
bombardımanı altında… Bu ışınım, beyinlerimizin ilk açılışı kadarki
kapasitesiyle her an alınıp değerlendirilmede. Bu gelen ışınım, sürekli olarak
değişen açılar ve değişen güçlerle beynimizde çeşitli planetlerin etkisiyle
açılmış devreleri etkiliyorlar.
İnsanların bütün huyları, karakterleri, mizaçları tamamiyle beyinlerinin
ilk açılımında aldıkları açılımlar, programlanma istikametinde oluşur. Ve bu
ilk tesirlerde ne kapasitede bir açılım ve yönlenmeye nâil olmuşlarsa, artık
yaşamlarında da o istikamette bir çalışma içine girerler. Ama bu gene de nasıl
başladılarsa öyle bitecektir, demek değildir. Zîra, ilk açılımdan sonra, bir
vesile ile o kişi şayet zikre başlar ise, bu defa beyninde yeni açılımlar
oluşacağı için, huylarında, davranışlarında bazı değişiklikler olmaya başlar.
Ancak bu değişiklikler, daha ziyade kişinin “istidat” yönüyle alâkalı olan, doğum günleri ile ilgili olarak
aldığı tesirlerde daha çabuk görülür. Kişinin “kâbiliyet”iyle alâkalı, doğum
saatiyle ilgili devrelerde ise, değişim çok daha yavaş olarak meydana gelir.
Daha önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, 120. günde alınan tesirlerle
ilgili hususlarda ise, yani kişideki “A’yân-ı
sâbite”de ise asla değişiklik olmamaktadır.
“Said ana karnında saiddir; şakî
ana karnında şakîdir”.
Yâni Cennete gitmesine yol açacak ekstra antiçekim dalgalarını üretme
ihsanına beyin daha 120. günde nâil olmuştur. Ya da maalesef hayır!.
hf
DEĞİŞMEYEN HUY
(Soru: Gerek
astrolojik etkiler, gerekse Esmâ zikri sonucu insanda karakter değişmesi söz
konusuyken; Allah Rasûlü’nün ''iki dağın yer değiştirdiğine inanın, insanın
huy değiştirdiğine inanmayın'' sözünü nasıl değerlendirebiliriz?..)
Buradaki "huy"
kelimesi, "fıtrat" anlamında kullanılmıştır.
hf
HUZUR
Huzur, yokluk hâlinin adıdır.
hf
EBEDİ HUZURU
MÜJDELİYOR SANA ARINMIŞ KİŞİ…
MUSTAFA!
Ölen
bütün insanlar gibi diri diri o mezara koyacaklar seni!
Ölmeyeceksin!
Bak
ne diyor sana?..
Her
kişi gibi sen de ölümü tadacaksın!
“Küllü nefsin
zâlikatül mevt!”
“Her nefs ölümü
tadacaktır!”
Sen
de tadacaksın!
Ya
kozanı del Ahadiyet âlemine kanat aç… De ki:
“Allah’tan gayrı
hiçbir zaman mevcut değilmiş… Ben hiçbir zaman varolmamışım. Sadece varolan
Allah imiş ve el ân da öyle!”
Veya
bu gerçeğe eremeden, kendini bu et kemik beden sanarak ve bütün bu bilgiler
beynin tarafından ruhuna yüklenerek bu bedenle ilişkin kesilsin ve sen de
kendini bu beden sanmanın tabii cezası ve sonucu olarak diri diri o mezara
gömül!
Bir
kâbusun uyanışı vardır ama diri diri mezara girmenin uyanışı yoktur!
Kıyâmete
kadar milyarlarla sene belki de o mezarda kalacaksın!
Nasıl
uyanacaksın o mezardan?
Hiç
gördün mü o mezardan kalkanı, o kâbustan kurtulabileni?
Nasıl
gözün, için, idrâkın alabiliyor orada birinin kaldığını?
Oysa sana ebedi huzur
ve saadeti müjdeliyor Allah Rasûlü!
Arınmış kişi!
MUSTAFA!
Adıyla bile sana bir
mesaj ulaşıyor!
Mustafa’nın
sesine kulak ver!
O,
ıstıfa etmişi arınmış, orijin, saf, hakikat olan varlık sana sesleniyor.. Diyor
ki:
ÖLMEDEN EVVEL ÖL!
Fiziki
ölüm, cebri ölüm sana gelmeden, bu beyinle bu bedenle alâkan kesilmeden sen
gerçeğe ermek benliğinden arınmak suretiyle Hakikatin âlemine geç.ki böylece
kozadan kurtulasın!
hf
HUZURU BULDUĞUN YER,
CENNET’TIR!
Bil ki, Cehennem,
şuurun ve bedenin azap duyacağı; Cennet ise huzur bulacağı yerdir!.
Fakat orada ne odun
vardır, ne de kömür!.
hf
HUZURA ERMEK
ALLAH’IN YARATTIĞI “SİSTEM VE
DÜZEN”İ
İDRÂK ETMEKLE MÜMKÜNDÜR
Bkz. H / Hayâl /
Hayâli değerler ve kavramlarla yarattığımız hayâli dünyamıza kendimizi hapseder
ve orada yaşarız
hf
“HUZURA EREN BİLİNÇ”
(SONSUZLUĞUN VE SINIRSIZLIĞIN
İLMİYLE
TATMİNE ERMİŞ BİLİNÇ)
Huzura eren, huzurdadır..
hf
Evrenin ve varlığın derinliğine bir bakış, makrokozmostan nazarımızı
çekip mikrokozmosa yöneliş bizi varlığın aslı-orijini olan Tek’e yöneltecektir.
Ister ilim aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın
tekliiğini ve dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim
ve daim bir varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike
ile içiçedir yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede
helâk olmuştur.
O tehlike de şudur; kendi benliğinin varlolmayıp ilâhi benlikle
varolduğunu hisseden kişi elinde olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan gayrı yoktur“ der…
Cüneydi Bağdadi!
“Subhani.. Subhan benim şânım ve azâmetim yücedir“ der.
Ama benliğinin gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet
vasfını bedeninde yaşama gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der
bedeninn tabiatı istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakkı’m“ diyerek
sınır tanımaz, bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak
gafletine düşer. Âdeta firavun gibi olur, “ben
sizin yüce rabbinizim, ben Hakk’ım“ der, herkesi de kendi kuluymuş gibi
zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer olarak Hakk’tan gayrı
varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.
İşte bu, onun helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!
Oysa bu kişinin kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda
ilim boyutunda tanıyıp hissetmesi gerekir. “Ben
Hakkı’m varlııkta Hakk’tan gayrı birşey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“
diyerek içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber
pekçok kişi aramızda dolaşıyor .
Bunlar bilmelidir ki... Vahdet
ilminin gereği, şuurda- ilim boyutunda
yaşanır!
Çünkü varlığın aslı da bu ilimden başka birşey değildir.
Bu ilmin kırıntılarını elde edip de beden boyutunda Hakk’ın sınırsızlığını
yaşamak demek, gaflet ve dalâlate sapmak demektir.
Ama kişi bu bilinç boyutunda
yaşanacak hakikati hissedip idrâk ettikten sonra o sonsuzluğun ve sınırsızlığın
ilmi şuıur boyutunda ortaya çıkarsa ve bu hâl ile itminana ulaşırsa ona;
“Ey Mutmainne Nefs! İtminana
ulaşmış, tatmin olmuş, huzura ermiş Nefs!“ diye hitap gelir Hakikatinden!
hf
Huzurda pişmanlık
olmaz!.
hf
HÜDDAM İLMİ
Şeytan , esas olarak “İblis”
lakabıyla bilinen “Azazil” isimli “Cin”dir.
Başlangıçta, cinlerin
hocası durumunda iken, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından sonra, işlemiş
olduğu hata dolayısıyla bu vazifeden tard edilmiş, daha sonra da Allah'a karşı
gelmesi hesabiyle de lânetlenmiş, azâba dûçar olanlardan kılınmıştır.
Ancak, Allah'tan,
insanlardan büyük bir kısmını kendisine uyduracağını iddia ederek kıyâmete
kadar izin almış; ve Allah'ın kullarını imtihan etmesi için de insanları
kandırmaya başlamıştır.
"Şeyâtin"
kelimesiyle çoğul olarak kullanılmasının sebebi ise, ona tâbi olan Cin
topluluğudur.
Cinler için zaman ve
mekân kaydı yoktur. Her an her yerde bulunabilmekte, geçmişe dair her şeye
detaylı bilgi sahibi olabilmektedirler.
Cinler, Kur'ân-ı
Kerim'de belirtildiği gibi, müslüman olanlar veya olmayanlar diye ikiye
ayrılmaktadır. Kezâ bunlara da ulvî ve sülfî diye bir ayırım da yapılmaktadır.
Bu mevzûyu inceleyen ilme "Hüddam İlmi" denilmektedir.
hf
“HÜKÜM”
Bkz. E / “Emr”
hf
HÜSRAN
Seni eğlendiren, hüsrana; düşündüren, saadete
yönlendirmektedir.
hf
Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata oynamanın
pahası, ebedî hüsrandır!.
hf
Nankörlerin de varacağı bir menzil vardır ki,
adına ‘’hüsran’’ derler.
hf
Davranışlarınızda pusulanız halk ise, rotanız hüsran üzeredir!.
hf
Yönelişi, insanlığın özünden gayrına olanlar; hüsrandadırlar!.
hf
Kendini güçlü görüp güvenen,
hüsrandadır.
hf
Gururuyla yaşadı, hüsranla öldü!.
hf
Yanlış yolda olduğun halde, umutla
yoluna devam, hüsrandan başka bir şey getirmez.
hf
Suç, kapıldığının ne olduğunu bilmemekle başlar; bilmemekte ısrar ile
devam eder; hüsran ile sona erer!.
hf
Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata
oynamanın pahası, ebedî hüsrandır!.
hf
HÜSRANIN HAMMADESİ
Zekâ, aklın hizmetinde değilse, kişinin cehennem taşıtıdır!. Hızıyla,
yakış kuvveti doğru orantılıdır!.
Akıl yeterli değilse, zekâ hüsranın hammaddesi olur!.
hf
HÜSRAN EHLİ
Hüsrana uğrayanlar, geldikleri yeri unutanlardır.
hf
Yürüyenler, yaklaştı, erişti!. Bilip de
bekleyenler ise hüsran ehli oldular!
hf
ÖTEDE BİR TANRI OLMADIĞINI FARK
EDENLER
HÜSRANA UĞRADI!
Bkz. H / “Hakikat” / “ALLAH”
isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki
hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı.
hf
“HÜVİYET”
“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLEN
“ZÂT”IN
HÜVİYETİ
”Hû”, hüviyeti gösterir.
"HÛ" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O"
demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât’ın hüviyetine" işaret
eder.
hf
BİR ŞEYİN HÜVİYETİ,
O ŞEYİN ZÂTIDIR!
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir
şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi
hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından
dolayıdır!.
hf
“ALLAH” ADIYLA İŞARET EDİLENİN
“HÜVİYETİ”NİN “ABD” I VE RASÛLÜ
Şehâdet ederim ki “tanrı” yoktur…
Yalnızca “ALLAH” adıyla işaret
edilen vardır!
Şehâhet ederim ki kesinlikle…
Ahmed MUHAMMED MUSTAFA
aleyhisselâm,
“Abdullah”, “Rasûlullah” ve
“Hatemennebiyyin”dir!
O'nu seven, Allah'ı sevmiş olur!.
O'na şükreden, Allah'a
şükretmiş olur!.
O'ndan yüz çeviren, Allah'tan
yüz çevirmiş olur!.
O, ALLAH adıyla işaret edilenin
“Hüviyeti”nin “ABD”ı ve “RASÛLÜ”dür!... Fark edene, görene ve de bu
gerçeği kavrayabilene!...
Allah’ın “Ahadiyet”ine iman etmek ve Muhammed
Mustafa’nın “ABDU-HÛ” ve “RASÛLU-HÛ” oluşunu kavrayıp hissetmek ve yaşamaktan
daha şerefli bir idrâk olamaz...
Ben MUHAMMEDÎ’yim!
hf
"ALLAH'IN HÜVİYETİNİN
KULU"
Bu gözümüzle
gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi
kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş
duyuyla algılayamadığımız her şey!
Bunların sana göre
tümü, "O"dur!. Yani, bunların hepsi
de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin
varlıktır!.
Yani, "HÛ"!.
“ABD” iyeti “HÛ”viyetidir mânâsı burada gizlidir!.
Yâni, Allah’ın hüviyetine “kul” dur, demektir bu!.
”Allah’ın hüviyetinin kulu”dur, demek; “ef’âl
mertebesiyle, esmâ mertebesiyle, sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin
hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...
Neticede bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdet’i söyleyen herkes,
Hz.Muhammed’in ef’âl, esmâ, sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf
etmektedir; ama bilinçli olarak, ama bilinçsiz olarak!.
“Hù”viyetin “abd”ı olması hâli,
bütün gelmiş geçmiş Rasûller arasında, bir tek “Muhammed” isminin
müsemması olan mânâda müşâhede edilir!.
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir
şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi
hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından
dolayıdır!.
İlâhi Zât’ı zâtında müşâhede eden ilk beşer Hz.Muhammed aleyhissalâtu
vesselâmdır!.
Bu yönden de O’nun mertebesi, târifi mümkün olmayan, eşsiz bir
mertebedir!
Hiçbir Rasûl , onun yanında ismini geçiremez!
Hz.Muhammed’in vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması
hasebiyle, diğer Nebi ve Rasûllerin arasında geçer adları, mânâ âleminde!
O’nun vârisleri kimlerdir?
O’nun vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!.
“İnsan-ı Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşılan “kâmil insanlar”
değildir!.
“İNSAN- KÂMİL” ler, Gavsiyet mertebesini dahi ihrâz eden,
yüksek kemâlât sahibi, Devrinin “Zât” larıdır!.
Ve varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların hükmüyle
yürümektedir!.
İşte bu yüzdendir ki, bu “Abduhû” kelimesindeki “Hù”, her
ne kadar zâhirde, avam anlayışında “Hù” “ki O “ diye Allah’a
işaret gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi;
hakikat müşâhedesinde, oradaki “Hù”, hüviyete işaret eder, İlâhi
Hüviyeti kasteder!.
İlâhi Hüviyetin kullluğunu; yâni, âlemde
esmâ, sıfat, zât mertebelerini ihrâz etmeğe dayanır!.
İşte bundan sonra, ”Risâlet” gelir.
hf
HIRİSTİYANLIK
Musa'dan sonra Hz. İsa
yeni bir din getirmemiş; mevcut anlayışı revize etmişti... Musevîlerin
yanlışlarını düzeltmişti...
Hıristiyanlar, Hz. İsa öğretisinden tamamıyla sapmışlar ve Göktanrı ile
oğlu İsa diye bir din anlayışı getirmişlerdi ki buna “Hıristiyanlık” deniyordu.