AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

H

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

fhfh

 

"O halde yüzünü (şuurunu) Haniflik bilinciyle DİN'e yönlendir;

O Allah Fıtratına ki, insanları fıtratlarıyla yaratmıştır!

Allah yaratış sisteminde değişiklik olmaz!

Geçerli olan DİN (Allah sistem ve düzeni) budur.

Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez!"(30:30)

hf

 

Şuurumu (düşünsel yapımı- vechimi-yüzümü) semânın ve arzın FÂTIR'I olan

Veche döndürdüm! (6-79)

 

(Düşünsel yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki,

gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O'dur!..

 Farkettim ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı

kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!.

Bu sebeple, ben şuurumla,

gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip

onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR'a yöneldim."

HANÎFEN...)

FİHRİST

 

·        Hac

·        Hacca gitmenin taban yaşı

·        "Haccı farz kılan, azık ve binektir"

·        Tüm insanların beyinleri Harem-i Şerif'teki pozitif enerjiden etkilenip güçlü bir faaliyet içine girer

·        Kâbe’de yapılacak en değerli ibadet, tavaftır.

·        Kâbe’nin feyzini alabilmek için radyasyonun güçlü olduğu alanda tavaf yapmak gerekir.

·        Kâbe’yi ilk görüşte yapılan dua kabul olur

·        Hacda ve Umrede dualarınıza dikkat edin!

·        Kâbe’de düşüncelerinizden dahi sorumlusunuz

·         “Hac”cın hedefleri

·        1-Tüm günahlardan arınmak

·        Hac, “Arafat”tır!

·        Dünyanın bedeni içindeki "Pozitif" enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji merkezi gibi yayın yaptığı iki merkez…  Kâbe ve uzantısı olan Arafat Dağı...

·        Milyonlarca insan beyni aldığı güçlü radyasyon ile yönlendirilmiş dalga yayına yönleniyor... "Allahım bizi affet!"

·        Anadan doğmuşcasına, günahsız olarak, Arafat’tan dönersiniz

·        Arafat'tan dönüp de "Acaba günahlarım affoldu mu?" diyen kişi, en büyük günahkârdır"

·        2- Haccı Mebrur(Ana gayesine ulaşılmış Hac-Ölümötesi yaşam gerçeklerini idrâk edecek açılıma kavuşmak)

·        Haccın gayesine (Haccı Mebrur) ulaşabilmiş kişinin beyninde yüksek enerji potansiyeli ile yepyeni bir kapasite oluşur.

·        Haccın mânevi yönü… (Maarif-i Billah ile hallenmek)

·        Haccın Bâtıni(Sır) mânâsı

·        Kâbe’de “Vechulllah”ı görebilmek… Ve dahi, Yâr ile sohbet etmek…

·        “Haccı Mebrur”un karşılığı, Cennettir

·        Medine ziyaretinin Mekke’den sonraya bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından kolaylık sağlar

·        Hacca gidebilen tüm günahlarından arınmış olarak dönüyor… Ya gitme imkânı olmayan?

·        Hacca gitmeye imkânı olduğu halde gitmeyen kişi, ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün!

·        Allah Rasûlü bugün yaşasaydı milyonlarca insanı dağ bayır yürütür, taşamada birbirine kırdırır mıydı acaba?

·        Kâbe’de kılınan namaza televizyonda izleyerek uyulabilir mi?

·        Zemzem”in sırrı

·        Hacca giden ve dönüşte başını örtmeyen kadın…

·        Hacca giden kimi insan niçin çarşı pazara saldırır da, kimisi de niçin Beytullah’tan çıkmak istemez?

·        Ebedi yaşamınızı azaplı bir zindanda geçirmek akıl kârı mıdır?...

·        Bin tane Umre, bir Hac getirisi yapmaz.  Çünkü…

·        Hacet Duaları

·        Büyük hacet duası

·        Hâcet (İhtiyaç ) Namazı

·        “Hadis”

·        “Kudsî Hadis”

·        Hadislerin kime, nerede, ne zaman, hangi şartlar altında söylendiği önemli.

·        Bir hadisin sahih olup olmadığını nasıl tesbit edebiliriz?

·        Kurân, Anayasa gibidir… O Yasaların nasıl işleyeceği, nasıl tatbik edileceği, Hz. Rasûlullah’ın tatbikatıyla günümüze ulaşmıştır.

·        Hâfıza(Bellek)

·        Hâfıza, “Ruh”a aittir.

·        Hâfıza ”Ruh”taki(Dalga bedendeki) bilgi yüküdür.

·        Tüm bilgiler, hologramik biçimde “Ruh”ta kayıtlıdır.

·        Beynin bir kısmının alınmasına rağmen anılar kaybolmaz

·        “Unutma” nedir, nasıl meydana gelir?

·        Hâfızanın silinmesi

·        Hâfızadaki tüm bilgiler, otomatik olarak “Nur Beden”e de yüklenir.

·        Her hâfızası olanın, ruhu yoktur.

·        Hâfızası olmayan varlıklar

·        “Genetik hâfıza”

·        Galaktik Hâfıza

·        Evrenin hâfıza merkezi…

·        “Hak” (İsimlerin mânâlarının tümünün sahibi)

·        Esmâ mertebesi itibariyle Allah’a “Hak” İsmiyle hitap edilir

·        İnsanın ve âlemlerin yokluğuna karşın ortada her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir varlık vardır…. İşte O, “Hakk”tır!

·        “Hakikat”(Tek yapı-İlim ve Kudret sıfatlarıyla tanımlanan Evrensel öz)

·        “Hakikat”, Hakk’ın varlığı ve O’nda mevcud olan mânâların âşikâre çıkışıdır!

·        Yaşamının en büyük hazinesi

·        Mutlak Hakikat… (“Hakikatların Hakikatı)

·        Zâtî Hakikat(İlâhi İsimlerin Hakikati)

·        Benliğim-“Öz”üm-Aslım, Hakk’ın benliğidir.

·        Gözün-kulağın-dilin-elin-ayağın-yürür organların bağlı olduğu Hakikat noktası, “Allah”tır!

·        Benim olduğu gibi, senin ve tüm varlık âleminin de “Hakikati”, Allah’tır!

·        Her “Zerre”, Hakk’ın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir

·        Kişinin Hakikati “O” ise… Ve “O”, her an yeni bir şanda ise…

·        “Hakikat Âlemi”

·        Atom boyutuna göre gerçek

·        Işınsal boyuta göre gerçek

·        Hakikat-i Muhammediye(Hz. Muhammed’in Hakikati)

·        “Ruh”, “Hakikat”iniz olan “Tek”lik boyutu mu acaba?

·        Kurân’ın ruhuna ve Rasûllüğün hakikatine eriştiren…

·        Hakikat-i Ahmediye

·        Hakikat İlmi(Tüm mevcudatın Özünde saklı olan sırrı bildiren ilim)

·        Hz.Rasûlullah’ın bahsettiği ilim, tüm mevcudatın Özünde saklı olan sırrı bildiren “Hakikat” İlmidir.

·         “Hakikat”e şuurla erilir

·        Hakikat İlminin perdesi

·        “Hakikat” Sırrı

·        Hakikatindeki hazineyi keşfetmen için “Din”, “Oku”nası olarak bildirilmiştir

·        Tüm Tasavvuf ehlinin ve Evliyaullahın hedefi ve gayesi olan Hakikat sırrının anahtarı

·         “Hakikat”(Tek yapı), geçmişte sezgiye veya “Vahiy”e dayalı algılanıp “mecazî” bir şekilde, benzetme yollu-semboller yollu dile getirilmiştir

·        “Hakikat”in modern bilimle deşifre edilmesinden önce Evrensel sırlar, benzetme yollu ifade edildiği için farklı isimlendirmeler doğmuştu

·        Somutun soyutta nasıl dillendirildiğini fark etmeye çalışın…

·        “Hakikat” Sırrını bilen, karşısındakini itham etmez

·        Hakikat İlminin mevcut olduğu şuur(“Tek”ten “Çok”a bakış-“İlmi İlâhi”)

·        İnsanın “Hakikat”ini bilmesi için bilincini arındırması gerekir

·        Hakikat ilminin amacı, o Hakikati yaşayabilmektir

·        Hakikatini bilmek, ancak İlim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür

·        “Hakikat”i yaşayabilmek ancak “Ledün İlmi” ile mümkündür

·        Hakk’ın Tekliğini müşahedesi bilinç düzeyinde olur

·        Hakk’ın rahmeti

·        Şayet Hak bir kuluna sonsuz rahmetinden içirmek isterse…

·        Yokluğunu idrâk eden kişinin meskeni-manzarı-barınağı(Döneceği “Hakikati”), “Hakk”tır

·        Hakk’ın seslenişi

·        “Hakikat”i yaşayanın konuşması, “Sesleniş”tir!

·        Hakkanî Konuşma

·        Hakk’ı görmek

·        “Beni gören Hakk’ı görmüştür!”

·        “Görmediğim Allah’a ibadet etmem!”

·        Her birimin ve zerrenin Hakikati, “O”!

·        Hak, her zerrede aynı ölçüde zâhirdir

·        “Eşya”nın Hakikati

·        İnsanın kendi Hakikatini görmesine engel olan, gözbebeğidir

·        Zâhir gözüyle gördüğüne “Hak” diyemezsin!

·        “Hakikat”i görmenin yolu

·        Her insan, öldüğü zaman “Hakikat”i görür!

·        Hak gözüyle bakan

·        Kesret âleminde Hakk’a nazar etmek istiyorsan eğer…

·        Basiretle bakarsan, Hak sana açık açık yüzünü göstermektedir… Ötede değil, karşında!

·        Hakk’ı görmekten perdeli olan, cevabı olmayan sayısız sualler arasında bocalar durur

·         “Hakikat” ve “Şeriat”

·        İnsanın “Hakikat”indeki mertebelerle ilişkisi…

·        Şeriat, “Sistem”, Hakikat, “Sistem’in uygulanması”dır. Şeriatı inkâr eden, “Hakikat”i inkâr etmiş olur…

·        İnsanlığın önderi, “Mutlak Hakikat”e dikkatleri çekerek, insanları uyarmış ve bu gerçeği idrâk edip gereğini yaşamalarını istemiştir

·        “Hakikat”in ecel anında veya öldükten sonra yaşanması mümkün değildir

·        Gemi, “Şeriat”tır… Deniz “Hakikat”! “Ruh”unun enerji ihtiyacını (“Nur”unu) ibadetlerle elde edebilirsin ancak…

·        “Hakikat”, “Zâhir”in ta kendisidir! Dünyada ve yaşanılan fiiller âleminde aynen mevcuttur!

·        Gerçeği görme şansın

·        Gerçeği idrâk

·        Hayatın gerçeği…

·        Herkesin gerçeği

·        Gerçek göresellik kabul etmez

·        Gerçek, hep aynı…

·        Değişen, gerçek değildir

·        Yaşamını gerçekler üzerine kur ki…

·        Gerçeğe olan uzaklığınız

·        “Hakikati”ni (“Öz”ünü) idrâk edip hissetmiş olsan da yine de beden ve ruh boyutunun şartlarına göre yaşamına yön vermelisin

·         “Hakikat”i zannında arama… İlâhi Hükümler istikametinde ara!

·        Saf gerçeğe(“Sistem”in gerçeklerine) ermek ve Kendini “hakikat”inle tanıyabilmen için Allah ahlâkıyla ahlâklanmalısın!

·        Sana “Hakikat”in ilmi geldikten sonra onların arzularına, hayâllerine tâbi olursan, o zaman zâlimlerden olursun!

·        Eğer içinde yaşadığımız “Sistem”in uygulanmasını (“Hakikat”i) kavradıysak kendimize ve karşımızdakine bakışımız nasıl olmalı?

·        Beşeri kayıtlarla kayıtlanmak suretiyle “Hakikat”ine isyan etme!

·        “Hakikat”ini kayıt altına almanın yaşamı ve bu kayıtları kırmanın sonucu…

·        Hakikatini bilemeyişin sonucu olan yaşam… “Hayvansal yaşam”!

·        Hakk’ı bilmene rağmen hâlâ terkibi kayıtlarla, tabiatın hükmüyle ve alışkanlıklarınla yaşıyorsan…

·        Aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl yaşanacak?

·        Hakikatin edebi

·        “Hak” olarak tavsiyede bulunmak

·        Hakk’ı tavsiye etmek, “İsimler”in dengeli olarak zâhire çıkmasını tavsiye etmektir

·        Hakikat müşahedesinde urûc

·        Gerçeğe yönelten

·        Gerçeğin âlemine…

·        Gerçek ve sabır…

·        Gerçek istikametindeki sürat

·        Ey ipeğin içindeki… “Hakikat”ini tanıyarak kozanı delip kelebek olup uçmaya bak!

·        Kendi “Hakikat”ini yaşamak için vehmin terki şarttır

·        Hakikat nurlarının nefsinde ortaya çıkmasını talep

·        Bilincin ve bedenin üzerinde tasarrufu olan uyku ve uyuklaması olmayan mertebelerin kuvvet ve kudretine sığınıp onu harekete geçirerek kendinde açığa çıkarabilir ve korunabilirsin

·        Hakikati bilme yolu ne zaman açılır?

·        “Hakikat”indeki İlâhi Kuvvelere sığınmak

·         “Hakikat”ini anladığın anda, melekî boyutta kendini tanımaya başlarsın

·        “Hakikat” yaşamı, “Mardiye Nefs” bilincinin eriştiği mertebede Hakkel yakîn sonucu yaşanır; Feth sahiplerince!

·        Kendi Hakikatini bilen kişiye düşen iş, Hakikatini detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir…

·        Ümmetçe Hakikati kavrama, Muhammed ümmetine nasip olan bir olaydır

·        Hakikat mertebesi kişide yaşanmaya başlayınca selâmet meydana gelmiş olur

·        Hak etmek

·        Her birim, yaratılış amacına ulaşması için neler gerekiyorsa, gerçekte onları hak etmektedir

·        Allah herkesi ne için yaratmışsa ona, yaratılış amacının kemâline ermesi için hak ettiğini vermektedir

·        Hak ettiklerin (Yaratılış amacın-Sana takdir edilen hedefin), 2 türlü karşına çıkar…

·        “Hakikat”e ermek(Allah’ı “Öz”ünde bulmak-Kişinin “Hakikat”ine ermesi-Kendi Özüne, içyüzüne, aslına-orijinine vâkıf olması)

·        “Hakikat”e ulaştıran…

·        “Hakikat” yaşamı

·         “Hakikat”e eren kişinin yaşamı Allah’ın muradı üzere olan bir yaşamdır

·        Hakikat ehli, Hakikatindeki Tek önünde varlığının Hiçliğini hisseder

·        Allah” isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı

·        Gerçek derya ise, dalgaları da tecellileri midir acaba…

·        Gerçeğe erenler

·        Hakikat Ehli(Ehlullah) örtülüdür, tanınmaz!

·        Hakikatini değerlendirebilen

·        Gerçeği bilen kişi için

·        Gerçek katında…

·         “Cennet ehli Cennetle, azap ehli ateşle meşguldür… Sen ise “Ben”imle meşgul ol!”

·        Azap-nimet kavramı içinde yüzen biri, zaten “Öz” kavramından henüz nasibini alamamıştır

·        Hakikat ehlinin Cenneti

·        Gerçek güzeldir ama…

·        Taklid ile “Hakikat”e varılmaz!

·        “Hakikat”e lâfla, kelimeyle, kuru bilgiyle erilmez!

·        Yalnızca âfâki seyirle “Hakikat” yaşanmaz

·        İnsanların gerçeğe ulaşamamasının sebebi

·         “Hakikat”i yaşayabilmek için davranışların neler olmalı

·        “Hakikat”i kavrayamamış olsanız bile beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız

·        “İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”e ermek ve güdülen olmaktan kurtulmak için….

·        Hakikate ermişlerin indinde kişinin değeri

·        Kendi “Hakikati”ni “Allah” aynasında seyredemeyenler

·        Gerçeğe göre yargılama

·        Hakk’ı inkâr

·        Gerçeği fark edemeyişin sebebi

·        Gerçekten saptıran şey…

·        Henüz gerçeğe erişmemiş olanlar

·        “Hakikat”inin hakkını vermeyen

·        Hakikatını bilmeyenin davranışı

·        İman da, küfür de “hakikat”inedir!

·        Hakk’ın yüzündeki perde

·        Gerçekler niçin örtülüdür?

·        Çokluğu inkâr, Hakk’ı inkâr olur… Tekliği inkâr, yine Hakk’ı inkâr olur!

·        Dünyada "Halife" olduğunun idrâkını ve yaşantısını elde edemeyen, ölümden sonraki yaşamda da elde edemez!

·        Hakk’ın hakkını vermek

·        “Kul Hakkı”

·         “Kişiye günah olarak sadece dili yeter!”

·        Ana baba hakkı

·        Toplum hakkı

·         “Habir” Esmâsı

·        “Hâdi” Esmâsı

·        “Hâfıd” Esmâsı

·        “Hafiz” Esmâsı

·        “Hâl”

·        “Hakim” Esmâsı

·        Allah’ın bütün yaptıkları, “Hakim” İsminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir

·        İlâhi İsimlerin zıtları dahi “Hakim” İsmi gereğince bir hikmete dayalıdır ve o hâl dahi bir kemâldir

·        “Hakim” İsmi, kişide oluşların hikmetine erme kapasitresini genişleten ve her şeyin ne sebeple oluştuğunu fark ettiren İsimdir

·        “Sistem”de oluşlar arasındaki bağlantıların kurulup sentezlerin yapılabilmesi “Hakim” İsminin zikri ile mümkün olur.

·        “Hâlik” Esmâsı

·         “Hâlik” İsminin mânâsının açığa çıkışıyla “O her an yeni bir yaratıştadır” yaşanır

·        “Halim” Esmâsı

·        “Halim” İsmi, insanın hem zâhir hem bâtın dünyasını düzene sokar

·        Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişide “Halim” İsminin mânâsının yaşanmasıyla mümkündür

·        Hoşgörünün kaynağı, “Halim” İsmidir

·        Kişiye “Halim” İsmi açılmazsa, yaşamda yanlış, hatalı, kusurlu şeyler görülür

·        “Halife” özelliği(“İnsâni mânâ)

·        “Halifetullah” (Allah Halifesi-Tüm Evrenlerde Allah adına söz sahibi)

·        Halife-i Tam(“Abdiyyet” sırrına ermiş kişi-“Abdullah”)

·        Evrende Halife… (“İnsan-ı Kâmil”-“Kozmik Bilinç”-Evrensel Öz)

·        Gerçek “Halife”, “Tek”tir… O da “Ruh-u Â’zam”dır. Semâda (Evrende her boyutta) dahi Halifeler vardır

·        Rasûllerin Halifeleri

·        Evrende değil, “Yeryüzünde Halife”

·        Dünyada değil… Arz’da Halife!

·        Melekler niçin Halife değildir?

·        Cinler niçin Halife değildir?

·        Kendini, aslını ve aradaki irtibatı idrâk hâli yeryüzünde sadece “İnsan”a hastır.

·        “Hilâfet Sırrı”-“Hilâfet” Görevi

·        Fıtrî Hilâfet

·        İnsana yüklenen “Emanet”

·        “Biz, emaneti yerlere ve göklere arzettik, kabullenmedi…İnsan kabullendi!”

·        “Hilâfet Sırrı”nı oluşturan, “Allah İsimleri”dir

·        “Halife” olarak meydana getirilen “İnsan”, “Allah İsimleri””ne aynadır

·        “Halife” aynasında kendini seyreden, Allah’tır!

·        “Hilâfet” sırrını oluşturan “Allah İsimleri” dolayısıyla “İnsan”ın gaybı, “Mutlak Gayb”tır

·        “İnsan”, Allah’ı Zâtında bulup tanıyabilme özelliğine sahip olduğu için “Halifetullah” olmuştur

·        İnsan kendisindeki “Halife” olma özelliğini “Ayna”da seyrederek tanımak zorundadır

·        Her insan, kendi kapasitesi oranında “Fıtrî  Hilâfet” görevini yerine getirmektedir

·        Âdem’in “Halife” olması, “Allah Sûreti” üzere yaratılmasıyla mümkündür

·        İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak meydana getirilişi Kurân’da şöyle anlatılır

·        Melekler, insanSIların “Halife” olacağını sanmışlar ve hayrete düşmüşlerdi…

·        Âdem ve nesli, “Allah İsimleri” formülünün oluşturduğu program(“İnsâni Mâna”)  yönünden “Hilâfet” görevine seçilmiştir

·        ‘Adem, Allah’ın 99 İsminin mânâsını ortaya koyabilecek biçimde tesbih etmiş ve bundan sonra da “Halife” seçilmiştir

·        “Halife”lerin sayısı “İnsanSI”lara oranı…

·        “Hilâfet” Görevi ve Kadın

·        Allah’ın Halifesi olma yönünde kadın ve erkek eşittir

·        Kadın da “Öz”ünde Allah’ı bilip bulduğu nisbette “Hilâfet Görevi”ni yapar

·        Kadının beynini etkileyen östrojen nedeniyle “Din” (“Sistem”) kavrayışı eksiktir

·        İnsanın “Hilâfet” sırrına lâyık olması için bir bilinç varlık olduğuna iman etmesi ve gereğini yaşaması gerekir

·        “Halife” özelliğini oluşturan İlâhi güçleri inkârın, seni bu güçlerden mahrum bırakır

·        “Hilâfet Sırrı”, Allah’a yakînin neticesinde zuhur eder

·        Dicle’nin kıyısındaki sarayında yaşayan “Halife” Muhakkik…

·        İnsanın “Halifeullah” olabilmesi için önce “Mi’râc” yapması zorunludur

·        “Hilâfet” Emâneti, derin tefekkür ve muhakeme gücü ile ifa edilir

·        “Hilâfet”i yaşayabilmek için kozanı ilim ve zikirle delip dışarıya bak… Önyargısız ve objektif olarak yeni düşüncelere açık ol!

·        Ne yönümüzle ve ne kadarıyla “Allah” İsmiyle işaret edilenin Halifesiyiz acaba?

·        “Halife” olma özelliğini inkâr

·        “Halife” olduğunun idrâk ve yaşantısını elde etmenin en alt sınırı, Allah yanı sıra Tanrı edinmemektir

·        Şirkten arınmamış kişi, “Hilâfet” hakikatini hissedip yaşayamaz

·        Anlayışımızı “Tanrı” kelimesi ile sınırlarsak, Hilâfet sırrından mahrum kalırız

·        İnsan, Dünyada iken kendisindeki “Hilâfet” kökenli özellikleri hissedip ortaya çıkarabildiği nisbette daha sonraki boyutlarda da sıkıntılı olaylardan kendini kurtarabilecektir

·        Gerçek Hilâfet ile, bugün Dünya üzerinde birtakım insanların peşinde koştuğu hilâfetin hiçbir alâkası yoktur

·        Silâhlı bir Halife gelmeyecek!

·        “Halife” olarak bezendiğin güçleri israf etme!

·         “İman”, gereğini yaşamak için araçtır… Hilâfetini yaşayabilmek ise amaçtır!

·        Halife olarak varedilmiş insanın Hakikatini yaşamasına engel olan perde

·        “Hilâfet”, bir yaşam ve bakış açısının adıdır… Hayâli beklentilerle nefsinize zulmetmeyin!

·        Her insan, “Allah’ın Yeryüzünde Halifesi” olma kemâlâtını fark etmeli, bunun sonucu olarak da “Hilâfet”inin gereğini yaşamalıdır

·        “Hakikat”i ölümden önce yaşayamayan, ölümden sonra da yaşayamaz

·        Emaneti sahibine teslim etmek

·        “Halk”(Mahlûk)

·        “Hâlik” isminden “Halk” meydana gelmiştir

·        “Halk” İsminin müsemması(Mânâsı),Hakk’ın kendisidir

·        Terkibiyetten doğan tâbirler, “Halk” adına bağlanır

·         “Halk etmek”

·         “Halk Edilmişler”(“Halk olmuş”-Sınırsız platformda sadece bir “Nokta”da meydana gelen sonsuz açı…) (Bkz. E / Evren)

·        Halusinasyon

·        Halusinasyonların dayandığı fikirlerin “Sistem”in işleyişi ve düzeniyle hiçbir ilgisi yoktur

·        Hamd Etmek

·        “Hamd”, değerlendirmektir

·        Allah’a ancak Allah hamd eder…. (Allah’ı ancak Allah değerlendirir)…Size de yakışan, bu konuda yetersizliğinizi fark etmiş bir halde haddinizi bilmektir!

·        Hiçbir şey hariç olmamak üzere (Her şey) O’nu tesbih ve hamd eder… Fakat, siz onların tesbihini idrâk edemezsiniz”

·        “Biz  Seni hamdinle  tesbih ve takdis eder dururken….” (Bkz H / Halife / İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak meydana getirilişini Kurân’da şöyle anlatılır)

·        “Hamd edenin hamdı”, “Allah”ındır

·        Hamele-i Arş (Bkz. M / Melekler)

·        “Hamid” Esmâsı

·        “Hanif”(Tanrı olmadığı bilincinde olan-Tevhid anlayışı üzere olan)

·        “Hanif”ler, Dini İbrahim (Tevhid anlayışı) üzere olanlardır

·        Bilinç, “Sünnetullah”ı (“Sistem”i) okumaya başlayınca “Hanif” olur. Ve dahi  “Allah” İsmiyle işaret edilene iman da burada başlar

·        Şuurunu (Yüzünü) “Hanif”lik bilinciyle “Din”e (Allah Sistem ve Düzeni”ne) yönlendir

·        “Şuurumla gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirirp, onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan Fâtır’a yöneldim!”

·        “Düşünsel yapımla döndüğüm “Allah” İsmi ile işaret edilen Mutlak Varlık yanı sıra Tanrı kabul edenlerden değilim!”

·        Karşındaki birimi parmağın ya da dudağın ya da kulağın, gözün gibi görmediğin sürece Hanif değilsin!

·        Hararet-i Giriziye(Beynin yaydığı bioelektrik enerji)

·        “Hasib” Esmâsı

·        “Hasib”lik gelecekteki bir günde değil, her dem yaşanmaktadır…Tıpkı tüm Esmâ gibi!

·        “Hâşian”

·        Allah indinde her şeyin “Hiç”den gelip “Hiç”e gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, “Hâşian”dan olursun

·        Haşyet

·        “İçinizde Allah’ı en çok bileniniz benim ve en çok korkan da (haşyet duyan da) benim!”

·        Haşyet, kişiyi “Hiç”liğe götürür

·        Haşyet, Bakabillah’ın seyrinde oluşur

·         “Haşyet”, sonsuzluktaki sonsuz oluşları-kemâlâtı seyr hâlidir

·        “Allah” İsminin işaretini kavrayanlar, sonsuz azâmet ve ihtişamın getirdiği haşyet içinde şaşakaldı!

·        Haşyeti oluşturan, “İlim”dir

·        Haşyetin oluşması için çok güçlü bir tefekkür, basiret ve ferâset gerekir

·        Ancak Âlim olanlar haşyet duyar

·         “Namaz”daki haşyet

·        “Bakma”nın-“Görme”nin ve “Oku”manın nihâyetinde oluşan haşyet… Ve secde!

·        Haşyetin yaşamı, “Secde”dir

·        Haşyet duygusu sonucu oluşan “Hiçlik” noktası (Bkz. A / “Ahadiyet”/” Ahadiyet Hüviyeti)

·        Haşyet, korku değildir!

·        Haşyet ve aşk

·        “Havas”

·        “Havas”ın günahı

·        “Havas”ın “Gizli şirk” görmesi veya kabulü, “Şirk”tir!

·        “Hass’ül Havas”ın orucu

·        “Hayâl”-“Büyük Hayâl”-Hayâlin Hayâli-Hayâlin Hayâlinin Hayâli

·        Varsayımlar ortamı ve varsayılan varlıklar… “Hayâl”!

·        “Büyük Hayâl”(“Hayâl-i Mutlak”-Hayâl-i Has-“Hayâli Kebir)

·        “İlk Hayâl”i düzenleyip sistematize eden

·        “Nokta”, bir “Hayâl”dir, İsmi “Allah” olan indinde… “Nokta”nın açılımı olan açı içindeki Kül ve o Kül’ün yansıdığı her bir zerre dahi…

·        Bütün âlemlerin varlığı(Aslı-Hakikati), hayâldir!

·        “Hayâl”, Evrenin ışınsal kökenli yapısıdır

·        Kozmik bilince  (“Hiç”e) nisbetle Evren, salt enerjiden ibaret bir “Hayâl”dir(Sanal varlıktır)

·        Kozmik Bilinç, hayâlinde bir şeyi var ettiği anda hayâl âleminde o şey enerji olarak açığa çıkar

·        Zâtıyla-sıfatıyla-esmâsıyla bâki olan, Allah’tır…. Gerisi ise “Hayâl-i Has”tır!(“Hayâl”in içine girer)

·        Ya “Hayâl”in dışı?...

·        Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olanlar, Âlemlerin “Hayâl” çekirdeğinden oluşmuş bir dev “hayâl” olduğunun seyri içindedir

·        Hayâli Mutlak, sonradan hâsıl olan insana göre “gerçek” hükmündedir

·        “Hayâli Mutlak” içinde oluşan “Hayâli birimler”in kendi hayâli arz ve semâları vardır

·        Hayâlin hayâli

·        Hayâlin hayâlinin hayâli

·        Bilincimizi örten, kelimelerin hayâlimizde meydana getirdiği imajlardır

·        İki denizdir “Hayâl” ile “Gerçek”… Aralarında bir berzah vardır ki, asla birleşmezler!

·        Her an yalnızca hayâlindekilerle berabersin, asla karşındakiyle değil!... Bu, Dünya yaşamında da böyle, ötesinde de!

·        Hayâl gücü(Musavvire gücü)

·        Beyin algıladığı mânâya yardımcı olması yönünden hayâl gücüyle belli bir görüntü tahayyül eder

·        “Hayâl” ve “Sistem”(Din)

·        Sistem ve düzen içindeki bir boyutu anlatır, “Hayâl”!

·        “Sistem”in işleyişine dair hayâl yollu müşahede ve keşifler

·        Herkes kendi benliğinin getirisi olan hayâllerinin sonuçlarını yaşamaktadır ve yaşayacaktır

·        İnsan, veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar… Hayâlindeki dünyasını yaratır!

·        Melekler, kişinin veri tabanına göre her an hayâller yaşatır

·        Hayâli değerler ve kavramlarla yarattığımız hayâli dünyamıza kendimizi hapseder ve orada yaşarız

·        Herkes her şeyi hayâlinde görür ve değerlendirmesini de kendi veri tabanına göre yapar

·        Hayâlimizde sever, hayâlimizde korkar, hayâlimizde değer ve pâye verir ya da değersiz kılar; yaşayamadıklarımızı hep hayâlimizin derinliklerinde yaşarız…

·        İnsan ebediyen hayâl içinde yaşayacak!

·        Ölümötesi yaşamda hayâllerini oranın gerçeklerini gibi yaşayacaksın

·        “Sukût-u Hayâl”(Yaşamın gerçeği ile karşı karşıya gelmek)

·        Hayâl, hayatın desteği, sukûtu hayâl ise gerçeğidir… İnsan hayâl ile kozasını örer, sukûtu hayâl ile gerçeği görme şansını elde eder

·        Veri tabanın yetersizse, gördüğün hayâl de uygun değildir

·        İnsan niçin yaşamın acı gerçekleriyle karşı karşıya kalacak?

·        Sukûtu hayâller, “Sistem”i öğrenmeyişin faturasıdır

·        Yaşanılan olaylar, insanı hayâl dünyasından çıkartır; gerçeğin dünyasına yönlendirir

·        Yaşamınızla kumar oynamayın!

·        “Havl”

·        “Hayvan”

·        “Hayır ve Şer”

·        “Hayır” ve “Şer” diye tanımladığın olaylar, “Allah” İsimleri ile işaret edilen mânâların fiiller âleminde ortaya çıkmasıdır

·        Hayır, Allah’ın kudretiyle ortaya çıkmaktadır

·        Allah’tan gayrı yok ise, hayır ve şer olur mu?

·        Hayrın ve şerrin kaynağını idrâk etmeye çalışınız…

·        Sabredersek eğer, “Şer” olarak nitelediğimiz olayın bir sonraki aşamada nimet olduğunu fark ederiz

·        Bedensel çıkarlarına uygun olan “Hayır”, ters olan “Şer”dir!

·        Kime ne zaman ve nasıl iyilik ve fenalık yapmış oluruz?

·        Allahım… kaldırabileceğim kadarıyla hayırlısını ihsan eyle!”

·        “Hayret”

·        “Hayret makamı”

·        “Hayrette olan”

·        Sonsuz hayret

·        “Hayy” Esmâsı

·        ALLAH, sınırsız-sonsuz; bölünmez-parçalanmaz “CAN” dır!

·        Hayatın başlangıcı, “Enerji”dir

·        Allah’ın “Hayy” sıfatı (Hayat Enerjisi), Güneşten gelen ışınlarla canlılara ulaşır

·        Beyin de Güneşten gelen hayat enerjisi olan “Can”la beslenir ve gelişir

·        Allah’ın “Hayat” Sıfatı, Kâinatın her noktasında aynıyla mevcuttur

·        “Hayy” sıfatıyla Yeryüzüne ve Evrenin her noktasına ulaşan Can, “Bilinç” kelimesiyle işaret edilen mânâdır

·        Evrendeki bütün canlılar Allah’ın “Hayy” sıfatıyla sonsuza dek yaşamına devam eder

·         “Helâl” ve “Haram”

·         “Harama bakma!”(“Haram olanı arzulama!”)

·        Haramla büyümüş neslin belki kendi günahı yoktur ama…

·        “Helâlık alma”

·        “Hesap Günü”

·        Size “Hesap Günü”nün geleceğini haber veren Rasûller gelmedi mi?”

·        “Hesap Verme” (Ölümötesi boyuta hangi evrensel bilgilerle işaret edildiğini sorgulama süreci)

·        Her kişi, ölümü tadarak geçtiği yeni yaşam boyutunda o yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu otomatikman sorgular

·        Yargıcınız, vicdanınızdır… O “Gün”de hüküm vermek için vicdanınız(Nefsiniz) yeter!

·        Allah Sistemi gereği, “Kitabın”ı “Oku”yor, kendi kendini yargılıyor ve sonuçlarına katlanıyorsun!

·        Herkes elleriyle yaptıklarının (Beyin veri tabanının) karşılığını alır

·        İslâm Dini’nde hesap verilecek bir Din adamı, seyh, âlim, Profesör, öğretici vs. yoktur!

·        “Heyulâ”

·        “Hicret”

·        İman edenler, varlıklarını oluşturan “Allah” İsminin işaret ettiği varlığa hicret ederek gereğini yaşamalıdır

·        “Hırs”

·        “Hırs hükmü”, zâhirde geldiği gibi bâtını da kapsar

·        Hırs, insanı tüketen kuvvedir

·        Hırs, cehennem ateşidir

·        Yaşlılarda hırsın artmasının sebebi…

·        Hızır Aleyhisselâm

·        Hızır A.S, Musa A.S’a “Ledün İlmi”ni öğreten bir Rasûl idi

·        Hızır Aleyhisselâmda “Kudret” sıfatı zâhir olmaktadır

·        Hızır Aleyhisselâm, dilediği anda biyolojik bedene geçip görünür

·        “Hiçlik”

·        “Hiçlik Noktası (“Ahadiyet Hüviyeti-Kalpteki Kara Nokta-Sevde-i A’zam-Zulmet-i A’zam-Cehl-i Azim-Zât-ı Baht-El İlmü Noktatün)

·        “Hazret”

·        “Hidâyet” (Allah’a ve “Öz”üne yönelme-Kolaylaştırılma-Öz’ündeki Hakikati yaşama özelliğinin açığa çıkması-Basiretle Gerçeği görme ve değerlendirme-Varediliş gayesine göre hedefine ve hayrına erme-Gerçek doğru ile göresel doğru arasındaki farkı görebilmek)

·        O’ndan gayrı hidâyet eden(“Hâdi”), asla mevcut değildir

·        “Hidâyet”, her “şey”i “Hayır” olan hedefe, “Lâtif” İsminin sırrıyla yönlendirip o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırır

·        Herkes önceden takdir edilmiş olan işlere hazırlanmıştır

·        Kendisine hidâyet verilen, dar düşünü sınırlarını aşıp yeni ufuklara kanat çırpacaktır

·        İnsanlığın bugün ulaştığı nokta… “Allah hidâyeti”nin(gerçeği görmenin-değerlendirmenin) bir başka ifadesidir

·        “Tanrı” kavramına inananlar ve hidâyet üzere iken, hataen veya kasten başka bir istikamete yönelme

·        “Hidâyet”in çeşitleri(Genel ve özel inam)

·        1-Genel in’am(En geniş kapsamı itibariyle hidâyet-Rahman’ın rahmeti sonucu oluşan inam)

·        2-Özel in’am(Nebilere-Rasûllere-Velilere-Sâlihlere-Şehidlere yeni yeni açılımlar sağlayan hidâyet)

·        Hidâyet(Kolaylaştırma) işleminin sistemi

·        Hâdi olan Allah “Yıldız” adlı nesnelerden yolladığı tesirle(melekle-ışınlarla), bünyemizde Lâtif bir biçimde hidâyetini ulaştırır

·        Kişi, yıldızların yaydığı kozmik ışınımın beyin devrelerini açması ve Takdiri Hudâ ile hidâyete ulaşır

·        “Ey kullarım… Hepiniz delâlettesiniz, ancak Benim hidâyet ettiklerim müstesna!”

·        Namazda okunan “Fâtiha” ile bâtınından(“Öz”ünden) hidâyet ulaşması talep edilir

·        Hidâyet nurları zayıfladığında akla hâkim olan, duygulardır

·        İman nuru olmayan kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidâyete eremez!

·        İnsanlar hidâyete vesiledir

·        Hidâyet ile şefâat arasındaki fark

·        “Hikmet”

·        Tek bir Hâkim-i Mutlak’ın her şeyi amacına göre oluşturmaktadır ki, bu da o “şey”in varoluş hikmetidir

·        Allah’ın tüm fiilleri “Hikmet”tir. Ancak, “Hikmet” ile de kayıtlanmaktan münezzehtir

·        “Hikmet” Sistemi

·        Hikmet, Özbenliğinizin vasfıdır

·        Hikmet, ehli için pırlantadır

·        Hikmet, müminin yitiğidir

·        Hikmet sisteminde açığa çıkan Kudret sırrı

·        “Kul”, Allah’ın hikmetini yerine getirmektedir

·        “Size içinizden bir Rasûl irsal eyledik ki size hikmeti öğretiyor.”

·        Her şeyin hikmetine erdikçe, “Sistem”in öyle gerçeklerini fark edeceksiniz ki, artık Evrensel kişiliğe yaklaşacaksınız

·        Hikmeti göremediğimiz için eksik-noksan-kusurlu görme hâlne düşeriz… Oysa Allah hikmetsiz(sebepsiz) hiçbir şey 

      yaratmamıştır (Bkz. “H / “Halim” İsmi/ Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişide “Halim” İsminin mânâsının yaşanmasıyla mümkündür)

·        Hikmetleri tesbit

·        Doğayı hikmetle değerlendirebilirsin ancak…

·        Açığa çıkan hikmet, çıkmamışlar yanında bir damladır

·        Hikmeti sezemiyorsan eğer hemen itiraz etmekten kaçın ve sonunu bekle

·        “Nefs”e bağladığın fiiller hükümde “Hikmet”tir!

·        Hikmetin ötesine ulaşmak için…

·        “Hikmet Âlemi”(“Sebepler âlemi”)

·        Dünya, hikmet yurdudur

·        Âhrette hikmet kuralları geçerli değildir

·        Varlık, tümüyle O’nun varlığından ibaret olmasına rağmen, “Hikmet Âlemi-Sebepler âlemi” biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir

·        “Hilm”

·        “Himmet”

·        Himmeti âli kişi

·        Himmet, Jüpiter ve Şiron’un tesirleriyledir

·        Himmetini o konu üzerinde topluyorsun ve öylece talep ediyorsun… Ve dileğin oluyor!

·        Kişiyi hedefine ulaştıran, düşündüğü şeyi başarma konusundaki şüphe götürmeyen azmidir!

·        Hoşgörü

·        Hoşgörü, maskenin gülmesi değildir

·        Hoşgörü ve olgunluk

·        Hullet mertebesi

·        Hullet makamı

·        “Hû” (“O”-Zât’ın Hüviyeti-Öz’deki Teklik boyutu-Evrensel boyutlu “Tek”lik noktası- Her an cüzlerdeki tasarrufu oluşturan-Oluşumun kaynağı-Varlığın Özündeki boıyutsal ötelik)

·        Hû, “Allah” ismiyle işaret edilen Mutlak Zât’ın Hüviyetine işaret eder

·        Her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde…

·        Sayısız “Nokta”ların Hâlık’ı olup, “Nokta”lar indinde “Nükte” olan Hû!

·        “Hû”nun İlminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu çekirdek(“Hakikat-i Muhammediye”)

·        “Hû”nun varlığıyla var kıldığı şuurlu çekirdeğin İlim mertebesindeki ilmî açılımı

·        Hz. Muhammed Mustafa bize, “Allah” İsmiyle “O=Hû” varlığı tanıtmıştır

·        Sonsuzdaki bir “Nokta” olarak yaratılmış Mutlak Evrene “Hû” İsmiyle işaret ediyoruz…Ki bu Zât, “Allah” İsmiyle işaret edilen indinde yalnızca “İlmî Sûret”tir

·        O’nun yaratışının sonu yoktur!

·        “Hû”, her an yeni bir şandadır! (Her an yeni bir zâhir oluştadır!)

·        “O”, algılama kapasitesine göre zâhir!

·        Kesret âlemi, “O”nun efal mertebesindeki görüntüsüdür. Mevcudat yoktur, “O” vardır

·        Her birimin ve zerrenin “Hakikati”, Özündeki Rabbi, Meliki, İlâhı,”O”!

·        Cüzlerde tasarrufu oluşturan “Hû”dur!

·        Aslı, “Hû”… Nesli de “Hû”… Ancak, varlığın Özünde işlemekte olan bir  “Sistem”i fark etmemiz gerek… “Din” bunun için bildiriliyor (Bkz/ H / “Hû”)

·        “Hû” hüviyeti hakikati, insanın derûnundan gelen bir şekilde “Yok”luğunu fark ettiğinde açığa çıkar

·        “İsm-i Âzâm” sırrına ermiş olanlar, her nefeste “HÛ” diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar.

·        Neyi seversen sev, gerçekte yalnızca “Hû”yu sevmektesin!

·        Her şey tek bir beynin kontrolündeyken kınamak niye?

·        “Hurafe”

·        “Hulûl” (başka bir varlığın içine girme)

·        “Huşû”

·        Huşû, Allah indinde Hiçliğini fark etmektir

·        “Huşû” olmazsa, Mi’râc olmaz

·        Huşû, erişilen bir idrâkın sonucudur

·        Huşû, “Daimi Namaz” ile sonuçlanır (Bkz. H / “Hâşian” / Allah indinde herşeyin “HİÇ”ten gelip “HİÇ”e gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “Hâşian”dan olursun.)

·        “Huy”(Karakter-Mizaç)

·        Huy, çeşitli İlâhi İsimlerin mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır

·        Huy(Karakter) değişebilir mi?

·        Değişmeyen Huy

·        Huzur

·        Ebedi huzuru müjdeliyor sana arınmış kişi… Mustafa!

·        Huzuru bulduğun yer, “Cennet”tir!

·        Huzura ermek, Allah’ın yarattığı “Sistem ve Düzen”i idrâk etmekle mümkündür

·        “Huzura eren bilinç”(Sonsuzluğun ve sınırsızlığın ilmiyle tatmine eren bilinç)

·        Hüddam İlmi

·        “Hüküm”(Bkz. E / “Emr”)

·        “Hüsran”

·        Hüsranın hammaddesi

·        Hüsran ehli

·        Ötede bir Tanrı olmadığını fark edenler hüsrana uğradı!

·        “Hüviyet”

·        “Allah” İsmiyle işaret edilen “Zât”ın hüviyeti

·        Bir şeyin hüviyeti, o şeyin “Zâtı”dır!

·        “Allah’ın hüviyetinin kulu”

·        “Allah”  adıyla işaret edilenin “Hüviyeti”nin “Abd” ve “Rasûlü”

·        Hıristiyanlık

 

fhfh

 

HAC

 

HACCA GİTMENİN TABAN YAŞI

(Soru: Hacca gitmenin taban yaşı nedir?.)

Taban yaşı, farziyet itibariyle bulûğa ermiş olmak!. Tabii ki, ondan evvel giderse hiçbir mahzuru yok!. Ama, bulûğa erdikten sonra sorumluluk başlar!. Eğer gitmemişse kişi, o sene içinde giderse geçmiş günahlarından sıfırlanacak!. Daha sonra ne kadar yaşayacağın belli mi?..

hf

“HAC’CI FARZ KILAN,

AZIK VE BİNEKTİR”

İbn Ömer radıyallahu anh'dan rivayet edilmiştir:

Bir adam Rasûlullah'a gelerek sordu:

- Haccı farz kılan nedir Yâ Rasûlullah?..

Rasûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem cevap verdi:

- Azık ve binektir!. (Tırmızî)

(Yâni hac yolculuğunu yapacağın bineğin ve yolculukta yiyeceği kadar azığın).

hf

TÜM İNSANLARIN BEYİNLERİ,

HAREM-İ ŞERİF’TEKİ POZİTİF ENERJİDEN ETKİLENİP

GÜÇLÜ BİR FAALİYET İÇİNE GİRER

Keşif sahiplerinin keşif yoluyla gördüğü bu gerçeğe Seyyid Abdülaziz Ed Debbağ da “ El İbrîz” isimli eserinde değinmiş ve Kâbe'den göğe yükselmekte olan bir “nur” sütunundan, adı geçen eserinde bahsetmiştir!.

Bu noktadaki çok güçlü pozitif enerji dolayısıyla Harem-i Şerîf'teki tüm insanların beyinleri öylesine etkilenip, öylesine güçlü bir faaliyet içine girmektedirler ki bunu anlatabilmemiz mümkün değildir.

Nitekim bu gerçek dolayısıyla Kâbe çevresinde kılınan namaz için Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Kâbe'de kılınan iki rek'ât namaz, dünyanın başka mescîdlerinde kılınan namazdan 100 bin defa daha sevablıdır!.

Zira Kâ’be çevresinde yapılan her ibadet sırasında, yeraltından yayılan “celâl nurları” yani çok yüksek frekanslı dalgalar dolayısıyla, beyin kat bekat güçlü dalga üretimi yapmakta; hem bunu ruha güçlü olarak yüklemekte; hem de dışa dönük bir biçimde yayınlamaktadır.

hf

KÂBE’DE YAPILACAK EN DEĞERLİ İBADET,

TAVAFTIR!

Oraya giden kişinin bir kere yapması gereken en önemli ve en çok şey tavaftır!.

hf

(Soru: Ramazan’da bir TV kanalında gösterdi. Orda tepeler, evlerin olduğu yerler, hep namaz kılanlarla dolu, ne kadar kalabalık!. Çok az bir grup da tavaf ediyordu?. )

İşte o kadar insan içinde uyanık olanlar, tavaf edenler! Geri kalanı hani Yunus’un söylediği; “sürüden saydılar beni”… Çünkü Allah Rasûlü diyor ki;

“Kâbe’de yapılan en değerli ibadet tavaftır.”

Tavaf yapacak gücün bittiyse, kalmadıysa, o zaman namaz kıl!.

hf

KÂBE’NİN FEYZİNİ ALABİLMEK İÇİN

RADYASYONUN EN GÜÇLÜ OLDUĞU ALANDA

 TAVAF YAPMAK GEREKİR

Daha önemlisi, adam; “ben Kâbe’ye gittim.” diyor, dışarıda Ebu Cehil’in evinin olduğu yerde namaz kılıyor!.

Esas olan, Kâbe’nin çevresidir!.

Televizyonda gördüğünüz gibi, teravih namazı kılınırken, tavaf edenler var. İşte o kadarlık bir alan!. Ondan sonra zaten evler başlıyor. Yani, Kâbe’nin kapalı alanı, dış mahalle. Bir de, dış mahallenin dışları var!.

Oralarda namaz kılanlar, Kâbe’nin feyzini alamıyor!.

Kâbe’nin feyzini alabilmek için, teravih namaz kılanların boş bıraktığı takriben 30-40 m. yarı çapındaki alan önemli!. Esas radyasyonun güçlü olduğu alan orası.

Eğer onların, bu işten biraz anlayan yanları olsaydı, Kâbe’yi o kadar büyütmek yerine; o alanda Kâbe’yi yükseltip onun etrafını beş kat, altı kat yükseltip, tavaf alanı yapar, döne döne Kâbe’nin etrafında üç tur çıkar, üç tur iner çıkar giderdi. Orda yapılması gereken hesap budur.

Ama millet, Kâbe’yi taş duvar biliyor. Eh!. “Biz de gittik orda, döndük” diyor!. Böylece bir hikâye sürüp gidiyor.

Dolayısıyla, Kâbe’ye en yakın olan o alanda tavaf yapılmasında yarar var!. Yapabiliyorsan yap!.

Yok, yapamazsan o alan içinde tavafını, git bir tarafta namaz kıl!.

hf

Beytullah altında olup çevresini de etkileyen bu alan en fazla yaklaşık 30-40 metrelik bir yarıçaptır. Onun dışı Rasûlullah aleyhisselâmın yaşadığı devirde evlerle kaplıydı… Bugün ise Ebu Cehil’in tuvalet yapılmış olan evinin çevresinde bile, “Kâbe‘de namaz kılıyoruz” zannıyla namaz kılan sayısız insan görüyoruz…

Gene bizim tesbitlerimize göre, Kâ’be çevresinin dışa yani çevreye yaygınlaştırılması yerine; 30-40 metrelik çevresinde dönerek yükselen ve inen bir yürüyen yol yapılıp; insanların burada yürürken yedi dönüşü yani bir tavafı tamamlamaları sağlanabilirdi… Bunun için de Kâ’be’nin duvarları yükseltilebilirdi!.

Beytullah”taki bu “nûraniyet”ten istifade için, tavafların özellikle bu mesafe içinde yapılması, açıkladığımız gerekçe yönünden çok önemlidir; bize göre!.

hf

KÂBE’Yİ İLK GÖRÜŞTE YAPILAN DUA

KABUL OLUR!

Bir şey bir kere müşahede edilir!. Müşahede ettiğin anda da onu etmişindir!.

Pencereden dışarıya bir ilk bakışın vardır, ondan sonra bakışın vardır, ondan sonraki bakışların, o bakışın devamıdır, tafsilidir!. Bir kere “Lâ ilâhe illâllah” sözünü söyleyebilirsin; ondan sonrakiler o sözün devamının gelmesinden başka bir şey değildir...

Diyelim ki Kâbe’yi ilk defa görüyorsun; ne diyor Hz.Muhammed aleyhisselâm;

Kâbe’yi ilk görüşte dua edin, o duanız kabul olur”

diyor! ”Ne zaman görürsen gör” veya “devamlı bakarken” demiyor!. ”İlk görüş” diyor!.

Peki ilk görüş görüş de sonrakiler görüş değil mi?... Onlar da görüş!. Ama ilk görüştür esas!. Bir defa gördüğün zaman, onu görmüşsündür!.

Görmenin ikinci defası olmaz!. Bir şey bir kere görülür... Ondan sonrakiler o şeyin devamıdır… Devam edegitmesidir!.

hf

HACDA VE UMREDE

 DUALARINIZA DİKKAT EDİN!

Hacca gidecek herkese haber verin!. Umreye gideceklere de haber verin!. Gidenler belki gittiler, gidecekler de vardır.

Geçen defaki hacdan gelişlerinde söylemiştim bazı arkadaşlara…

Bir çok insan, Umreden, Hacdan geldikten sonra başlarına gelmedik belâ kalmıyor.

“Yahu bir mübârek yere gittik geldik, nereden geldi bu iş, bu belâ başımıza?.” diyorlar.

Halbuki, bunu diyenlerin hepsi de, orada bu belâyı kendileri istediler, talep ettiler. Dualarının kabul olması ile de o belâlar başlarına geliyor.

Niye?.

Çünkü, oraya gidenlerin hepsi de, Allah’tan büyük mertebeler istiyorlar. Allah’a yakîn elde etmek istiyorlar. Evliya, enbiya ile beraber olmak istiyorlar… Bunun pahası da, o belâlara katlanmak, sabretmektir!.

Yüksek mertebeler sadece ibadetle, zikirle elde edilmez!. Onun pahası belâlara katlanmaktır.

Rasûlullah’ın bir açıklaması vardır. Buyuruyor ki:

Belânın büyüğü rasûllere, sonra nebilere, sonra mertebesine göre evliyaullah’a ve en azı da mü’minlere” diyor.

Belâ” demek; kişinin tasfiye aracı demek!. İnsanın arınması, saflaşması!.

Altın nasıl ateşe atılır, saflaşır, üstündeki katkılar yanar yok olur, sonuçta nasıl saf altın kalırsa; insan da belâlarla yontulur, saflaşır, arınır.

Dolayısıyla, oraya gittiğiniz zaman, eğer yüksek mertebelere tâlip olup, bu yolda dua ediyorsanız; bilin ki, bir takım çileler, sıkıntılar sizi bekliyor. Çünkü bunlar, arınma çalışmalarıdır.

Kitabımızın birinde diyoruz ki;

“Cehennem insanlara Allah’ın rahmetidir!”.

Niye?.

Çünkü o yanma dediğin olaylarla sen arınıyorsun, saflaşıyorsun!. Eğer o arınma saflaşma ortamı olmasaydı, zaten cennete giremeyecektin. Senin için bir arınma ortamıdır Cehennem!.

Senin nefsine, şartlanmalarına, değer yargılarına ters gelen, hoş gelmeyen olaylarla karşılaşıyor; zorunlu olarak onlara katlanıyor ve bu yüzden de yanıyorsun.

Zaman içerisinde ona bağışıklık kazanıyorsun. Onu hoş görmeye başlıyorsun, yerinde görmeye başlıyorsun.

“Allah, mâdem ki böyle istemiş, böyle olsun” deyip, Allah’tan razı olma noktasına geliyorsun.

İşte, senin arınman denen olay böyle meydana geliyor.

Her şey eğer senin sevdiğin, istediğin istikamette gelişirse, bu, aslında senin cehennemdeki yanmanı büyütür ve genişletir.

Dolayısıyla ki orada, isteklerinize çok dikkat edin!.

Ya, çok güzel şeyler isteyin ama, sonuçlarına katlanmayı kabul edin. Ya da istemeyin!. Ve dualarınızda;

“Ya Rabbi, katlanamayacağımız yükten sana sığınırız. Bize vereceklerini hazmıyla ver. Bizi isyana, küfre sürükleyecek hâllerden sana sığınırız.“ diye dualarınıza ilâve edin!.

hf

KÂBE’DE

DÜŞÜNCELERİNİZDEN DAHİ SORUMLUSUNUZ

Oraya gidenlerin de bildiği üzere, Mekke halkı genelde sert, hırçın ve celâlli insanlardır!. Bunun sebebi bizim tesbitlerimize göre Kâ’be altındaki çok yüksek frekanslı dalgalardan, yani radyasyondan, ya da mecazî anlatımla “celâl nurları”nın tesirlerinden ileri gelir!.

Misâl vermek gerekirse, Anadolu’nun herhangi bir yerine göre, Kâbe‘de yayılan dalgalar yüzbin defa daha yüksek frekanslı yani kuvvetli dalgalardır!. İşte bu yüzden “Kâbe‘de kılınan namaz başka yerlerde kılınan namazdan 100.000 defa daha sevaplıdır”; ve de “Kâbe’de düşündüklerinizden mesûl olursunuz”!.

İşte bu yüksek frekanslı ışınım, yani “celâl nurları”, o dalgalarla haşır-neşir olarak büyüyen insanların bahsi geçen özelliklere sahip olması sonucunu getirir!.

Gene bizim müşahedemize göre…

Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın, nübüvvet görevinin başlamasından hicretine kadar geçen yaklaşık onüç yıllık evresinde, Mekke’de kendisine inananların sayısının 40-50’ye ulaşabilmesinin nedenlerinden önde gelen bir sebep de bu husustur.

hf

Gene bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem:

-"Başka yerlerde sadece fiillerinizden mes'ûlsünüz, Kâbe'de ise düşüncelerinizden de mes'ûl olursunuz." Buyurmuştur.

Bunun da gene sebebi, beynin aldığı güçlü enerji dolayısıyla düşünceleri dahi fiil düzeyindeki bir güçle ruha yüklemesindedir.

hf

“HAC”CIN HEDEFLERİ

"Hac"cın iki hedefi vardır ki, bunlardan birisine ulaşmak zorunludur;

1-Yaşamının "Arafat"ta bulunduğun o anına kadar ruhuna yüklenmiş tüm günahlarından arınarak, "sıfırlanmak"!.

2-"Maârif Billah" ile hâllenmek sûretiyle, ALLAH ismiyle işaret edilenin ilmiyle âlemlerini ve düzenini seyretmek.

hf

1-       TÜM GÜNAHLARDAN ARINMAK

HAC,

“ARAFAT”TIR!

Abdurrahman bin Yâ’mar ed Dîlî radıyallahu anh şöyle demiştir:

Rasûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Arafat'ta vakfe hâlinde iken, ben O'nun yanında hazır bulundum. O esnada Necid Halkından bir kaç kişi O'nun yanına gelerek:

Yâ Rasûlullah, hacc nasıldır? (Haccın hâli nedir?)

Rasûlullah buyurdu:

-HACC ARAFATTIR!. Kim cem gecesi sabah namazından önce gelirse Haccı tamamlar. Minâ günleri üçtür. Artık kim iki günde acele ederse onun üzerinde bir günâh yoktur. Kim de gecikir ise ona da günâh yoktur. Sonra bunun arkasından bir adam yolladı ve bu hükümleri yüksek sesle halka duyurdu. (İbni Mâce, Tırmîzi, Ebû Davud Nesai)

hf

Abbas bin mirdâs es- selemî radıyallahu anh şöyle buyurmuştur:

Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem, ümmeti için Arefe günü akşamı (Arafat'da) mağfiret duasında bulundu. O'na şöyle cevap verildi:

-Zâlim müstesna onları bağışlarım!. Çünkü ben mazlûmun hakkını zâlimden şüphesiz alırım!.

Rasûlullah aleyhi's-selâm:

-Ey Rabbim, eğer dilersen mazlûma (hakkını) Cennet'ten verir ve zâlimi bağışlarsın?..

diye dua etti. Fakat o akşam bu duası kabûl olunmadı. Sonra Rasûlü Ekrem (ertesi sabah) Müzdelife'de sabahlayınca anılan duayı tekrarladı ve duası kabûl olundu.

Abbas bin Mirdâs:

Sonra Rasûlullah güldü. Bunun üzerine Ebû Bekir ve Ömer:

- Babam anam sana fedâ olsun!. Bu saatte gülmezdin!. Seni güldüren şey nedir?.. Allah seni sevindirsin.

Rasûlü Ekrem:

-Allah düşmanı İblîs, Allah azze ve cellenin benim duamı kabûl edip ümmetimi bağışladığı bilince toprağı alıp başına dökmeye ve mahvoldum, helâk oldum diye bağırmaya başladı. Gördüğüm onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü.

Buyurdu. (İbni Mâce)

hf

DÜNYA’NIN BEDENİ İÇİNDEKİ “POZİTİF” ENERJİ

HATLARININ KESİŞİP SANKİ BİR ENERJİ MERKEZİ GİBİ

YAYIN YAPTIĞI İKİ MERKEZ…

KÂBE VE UZANTISI OLAN ARAFAT DAĞI…

Bizim müşahedemize, Cenâb-ı Hakk'ın bizde izhâr etmiş olduğu ilme göre...

İnsan bedenini saran sinir sisteminde akmakta olan bioelektrik gibi, dünyanın yüzeyi altında da akan “negatif” ve “pozitif” radyasyon akımları, kanalları mevcuttur.

Şayet sizin kurmuş olduğunuz ev ya da işyeri veya çiftlik negatif radyasyon akım kanallarından birisi üzerine isabet ederse, o evde başınız hastalık ve sıkıntıdan kurtulmaz. işyerinizde daima işler ters gider. Çiftliğinizde kaza-belâ eksik olmaz, hayvanlarınız barınmaz vesâire...

Aynı şekilde şayet eviniz, iş yeriniz ya da çiftliğiniz pozitif radyasyon akım kanallarından biri üzerine isabet ederse, bu defa da eviniz son derece huzurlu olur. Dışardan çoğu zaman evinize kaçarsınız. işyeriniz son derece verimli, bereketli olur. Çiftliğiniz, hayvanlarınız kezâ öyle.

İşte bu anlattığımız akım kanallarına batıda özellikle İngiltere'de de “ ley” hatları deniliyor. “Negatif” olanlarına da “ kara akım hatları” tâbiri kullanılıyor.

Burada bir önemli noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum…

Bu dalgalara “pozitif” veya “negatif” tâbirlerini kullanmamız, bize GÖREdir!. Bize yarar sağlaması itibariyle “pozitif”, bize yarar sağlamaması itibariyle de “negatif” deyimini kullanmaktayız… Oysa bu dalgaların kendi yönünden bir “negatif”lik ya da “pozitif”lik gibi bir ayrıcalıkları yoktur!. Yalnızca pek çok yüksek frekanslı dalgalardan daha düşük frekanslı dalgalara kadar uzanan dalga türleridirler.

Biz Kudüs, Medine ve Mekke’deki alanların yaydıkları yüksek frekanslı dalgalara “pozitif” demişiz.. Esasen bu dalgalara Din-tasavvuf lisanında da “cemâl” veya “celâl nurları” ismi verilmiştir!.

Bize göre “Pozitif” olarak nitelenen ışınımın nisbeten daha düşük frekanslı olanlarına “cemâl nuru”; daha yüksek frekanslı olanlarına da “celâl nuru” denilir…

Ancak dikkat edile ki… Burada anlatılan, bize çok yararlı olan bu ”cemâl ve celâl nurları” ile “mutlak cemâl ve celâl nurları” arasındaki fark, sanki kibrit ateşi ile Güneş arasındaki fark gibidir!… Gözden kaçmaya!

İnsanların dahi “celâlli” ya da “cemâlî” diye tanımlanması, beyinlerinin yaydığı bu dalgalar dolayısıyladır.. Yani, kiminin beyninin yaydığı dalgaların frekansı, kimine göre daha çok daha yüksektir, ki biz onlara “celâlli bir kişiliği var” deriz!.

İşte dünyanın bedeni içindeki, “pozitif” enerji hatlarının kesişip sanki bir enerji santralı gibi yayın yaptığı en önemli merkez, Mekke'de bulunan Kâbe-i Muâzzama'nın altıdır ve bunun uzantısı da Arafat Dağı'nın altıdır!.

hf

MİLYONLARCA İNSAN BEYNİ

ALDIĞI GÜÇLÜ RADYASYON İLE

YÖNLENDİRİLMİŞ DALGA YAYINA YÖNELİYOR..

“ALLAHIM BİZİ AFFET!”

Kâbe niçin Mekke`dedir?... Arafat`ta ne sır vardır ki orada toplanılmaktadır?...

hf

Peki Kâbe böylesine muazzam enerji merkezi, ya da bir diğer ifade ile “nûr kaynağı”dır da; Hac niçin Arafat'ta olmaktadır?..

Hac niçin Arafat'tır?..

Arafat'taki olay nedir?..

Kâbe-i Muazzama'nın altında bulunan son derece güçlü müsbet radyasyon kanalının bir uzantısı da Arafat tepesinin altında ikinci bir düğüm meydana getirmektedir, demiştik az evvel.

İşte Arafat tepesi ve civarında toplanan yüzbinlere, milyonlarca insan, yerden aldıkları son derece güçlü radyasyon ile beyinlerinden tek bir manâda yayın yapmaktadırlar.

Vakfe” denen olay, insanların bu tek manâ üzere toplu “yönlendirilmiş dalga” yayınına yönelişleridir.

“ ALLAH’IM BİZİ AFFET!.

hf

ANADAN DOĞMUŞÇASINA, GÜNAHSIZ OLARAK,

ARAFAT’TAN DÖNERSİNİZ

Ebû Hüreyre radıyallahu anh.dan.

Rasûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Her kim şu beyte gelir, kadına yaklaşmaz, fısk işlemezse, o kimse anasından doğduğu gibi döner!. (Müslim)

hf

HAC konusunda öncelikle şunu belirtelim:

Hac günü belirli bir süre Arafat`ta bulunup geçmiş günahlarına tevbe eden kişi, kul hakkı da dahil olmak üzere o ana kadar ki bütün günahlarından kurtulur!.

hf

“ARAFAT’TAN DÖNÜP DE

“ACABA GÜNAHLARIM AFFOLDU MU?

DİYEN KİŞİ, EN BÜYÜK GÜNAHKÂRDIR”

HAC, İslâm Dini şartları arasında herkese son derece yararlı olan bir çalışmadır. Zîrâ;

Yaşamı boyunca kişinin bilerek veya bilmeyerek yanlışlardan yaptığı beyninde oluşan ve “günah” adı verilen tüm negatif yük, eksiksiz onun dalga(wave) bedenine yani ruhuna yüklenmiştir!.

Ruhundaki bu negatif yükün getirdiği ağırlık yüzünden de cehennem denilen ortamda battıkça batacaktır!.

İşte başına gelecek olan bu felâketten kişinin kendini tümüyle kurtarabilmesi; ruhuna yüklenen negatif yükün tamamiyle "sıfırlanması-silinmesi", HAC`da mümkün olur!.

O ana kadar ruhuna yüklenmiş olan tüm günah adı verilen negatif yükleri silinir ve "anasından doğduğu günkü kadar günahsız olarak" geri döner!.

Ve gene Rasûlullah aleyhisselâmın açıklamasına göre,

"Acaba benim günahlarım afv oldu mu; diye şüpheye düşerse, yeryüzündeki en büyük günahkâr olur."

hf

Yüzbinlerle, milyonlarca insan beyni; sanki laser ışını gibi, tek bir anlamdaki dalga boyundan yayın yapmakta; ve bu dalga boyundan oluşan dev bir manyetik bulut tüm Arafat Bölgesini kaplamaktadır!.

Şimdi hemen hatırlamaya çalışın…

Üzerine herhangi bir görüntü çekilmiş video bandını, çalışırken video cihazının üzerinde unutursanız ne olur?.. Video cihazının yaydığı manyetik alan bandın üzerindeki kaydı siler!. İsterseniz siz buna görünmeyen eller bandı siler de diyebilirsiniz.

Evet… İşte misâl yollu anlatmaya çalıştığım gibi…

Siz orada “ALLAH’IM GEÇMİŞ GÜNAHLARIMDAN DOLAYI BENİ AFFET” dediğiniz anda hem bu tür bir dalga oluşturmuşsunuzdur… Hem de beyninizi bu mânâdaki dalgalara açmışsınızdır!. Ve açılan bu kanaldan, o güçlü manyetik alan bir anda beyninizi etkiler ve o ana kadar ruhunuza negatif yükle beyniniz tarafından kaydedilmiş tüm yazımlar siliniverir!.

Ve siz anadan doğmuşcasına günâhsız olarak. O ana kadar ruhunuza yüklenmiş olan tüm negatif yüklerde arınmış olarak Arafat'dan dönersiniz.

Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;

“Arafat'tan dönüp de, acaba benim günâhlarım afvoldu mu, diyen kişi en büyük günâhkârdır!.”

Çünkü olay böylesine kesin bir olaydır!.

Allah, günâhlarından arındırmayı murad ettiği kuluna nasibeder oraya gitmeyi; ve orada da böyle bir sistem içinde arınmayı bahşeder!.

hf

2-HACCI MEBRUR

(ANA GAYESİNE ULAŞILMIŞ HAC)

(ÖLÜMÖTESİ YAŞAM GERÇEKLERİNİ

İDRÂK EDECEK AÇILIMA KAVUŞMAK))

HACCIN GAYESİNE (HACCI MEBRUR’A) ULAŞABİLMİŞ

KİŞİNİN BEYNİNDE YÜKSEK ENERJİ POTANSİYELİ İLE

 YEPYENİ BİR KAPASİTE OLUŞUR

Hacca gidip geldikten sonra bir çok insanın çok olumlu çalışmalar içinde olmasına karşılık, önemsenmeyecek bir çoğunlukta da mâalesef yanlış davranışlar; hattâ gitmeden öncekinden çok daha beter fiiller görülebiliyor. Bunun sebebi nedir?..

Az önce de değindiğimiz gibi, Kâbe'nin altında bulunan yüksek güçteki pozitif radyasyon, beyinlerde çok yüksek ölçüde bir çalışma temposu meydana getirmektedir.

Kişi, hac sırasında tüm negatif yüklerinden tümüyle arınmasına karşılık, beynin genel açılım düzeyi istikametinde ise neredeyse bire yüzbin oranında güç yüklenimi alır. Bu alınan güç ise beyni genel açılımı istikâmetinde çok daha güçlü bir çalışma ortamına iter.

İşte, işin püf noktası buraya dayanmaktadır. Kişinin beyni şayet tamamiyle dünyevî değerler, bedenî istekler yönünde güçlü bir açılımla programlanmışsa, orada almış olduğu güçlü tesirler de bu istekleri büsbütün arttıracak ve neticede bu kişi hacdan geldikten sonra yapısının doğrultusunda çok daha cüretkârane davranışlarda bulunacaktır.

Bunun aksi ise “ haccı mebrûr” u oluşturacaktır.

Demek ki hac'da belli şartlara riayet eden her kişi bütün günâhlarından arınmış, sıfırlanmış olarak dönüyor. Bazı kişiler de ayrıca “ Haccı MEBRÛR” a yani ana gayesine ulaşmış olarak geri dönüyor. Ki bu gaye de, az yukarıda açıkladığımız bir biçimde; beyni ölümötesi yaşamın gerçeklerini idrâk edecek şekilde yüksek enerji potansiyeli ile açılıma kavuşturmak. Böylece Allah haccını kabul etmiş oluyor.

hf

HACCIN MÂNEVİ YÖNÜ…

(MÂRİF-İ BİLLÂH İLE HALLENMEK)

HACCIN BÂTINİ (SIR) MÂNÂSI

Bâtın yani iç, sır mânâsından biraz daha sözetmek gerekirse haccın... Şunları da diyebiliriz…

Bâtın haccın niyeti "ALLAH"a ulaşmaktır!.

İhram giymek, ALLAH`a ulaşmak üzere tümüyle dünyadan arınmak için sanki ölen biriymişçesine kefen giymektir!

Hac öncesindeki yedi tavaf, yedi nefs mertebesinde uruc yaparak Allah Zât`ının zuhur mahalli olan Kâbe’nin Hakikatiyla özdeşleşmeye gayrettir!

Arafat, mukaddes vadi`dir..

Arafat`ta tüm beşeri kavramlardan arınılır!

Bu arınış sonrasında üç şeytanla birlikte benlik, tabiat ve âdetler taşlanılarak bunlara geri dönmemek üzere uzaklaşılır.

Buradan Kâ`beye gelip yapılan tavaf ve namaz, yedi sıfatta yapılacak seyr ile Zât`a ulaşmaktır..

Tavaftan sonra kılınan namaz, bunu nasip edenin huzurunda beşeriyetinin hiçliğini itiraf ve şükürdür..

Veda tavafıyla birlikte geldiğin yere dönmek, "Bakâ Billah" içinde "seyri anillah"tır!. Hizmet için halkın arasına geri dönmektir!.

Biz, Hac`da Kâ`be’nin kişiliği, ruhaniyetiyle görüşenleri, sohbet edenleri biliriz!.

Hac`da daha öylesine sırlar vardır ki, bunları yazmak şimdilik mümkün değildir!

Şu kadarını iyi bilelim ki, HAC aklınızın alamayacağı kadar muazzam ve çok yönlü bir çalışmadır...

Bundan, yanlış şartlanmalar yüzünden geri kalmak, bir kişi için hayatının en büyük kayıplarının arasında olacaktır!.

Özetle diyeyim ki...

Tek başınıza, canlı ve bilinçli bir halde ölümötesine yapacağınız sonsuz yolculuğu idrâk ediyorsanız, imkânlarınız içinde elinize geçen ilk fırsatta Hacca gidiniz!. Aksi halde bu konuda öylesine pişmanlık duyacaksınız ki; bunun haddi hesabı yoktur!.

Devrinin "İnsân-ı Kâmil"i Abülkerim El-Geylânî`nin haccın bâtın mânâlarıyla ilgili bazı değerlendirmelerini size nakletmek istiyorum.. Kendisinden büyük feyz aldığım bu son derece değerli Zât`ı böylece saygıyla anıyorum...

"Hac niyeti: Allah talebi yolunda devamdır..

İhram: Yaradılmışları görmeyi terktir!.

Başı traş: Beşer içinde önder olma düşüncesinden arınmaktır!.

Tırnak kesmeyi terk: Kendinden oluşan fiillerin hakiki failinin ALLAH olduğunu farketmektir!.

Güzel koku sürmeyi terk: ZÂT hakikatını hissedince, esmâ özellikleriyle kayıtlanmaktan kurtulmaktır!.

Cinsi münasebeti terk: Bedende tasarrufu bırakmaktır.

Sürme çekmeyi terk: KEŞF arzusundan kurtularak ZÂT hüviyetinde yok olmaktır!

Mikat: Kalbten ibarettir..

Kâbe: ZÂT`tan ibarettir!.

Haceri esved: İnsâni lâtifeden ibarettir.

Haceri esvedin siyah oluşu: Tabiat özelliğinin kalbi renklendirmesi..

Tavaf: Allah`a yakışır şekilde, insanın hüviyeti, aslı, menşei, müşahede yerinin idrâk olunmasıdır.

Tavafın 7 olması: ALLAH`ın yedi sıfatından ibarettir. Onlar, hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelâm.

Tavaftan sonra mutlak namaz: Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet`in zuhuru ile, ona ait hükmün yaşamıdır.

Bu namazın İbrahim makamında kılınması: Hullet makamına işarettir.

Zemzem: Hakikat ilimlerine işaret eder..

Zemzemi içmek: Hakikat ilimlerinde dallanmaktır.

Safa: Halka nisbet edilen sıfatlardan soyunmaktır.

Merve: İlâhi isim ve sıfat kadehlerinden doya doya içmektir.

Traş: İlâhi riyasetle tahakkuka işarettir.

Bıyıkları kısaltmak: Kurbet ehlinin makamı olan tahakkuk derecesinden inmektir.

İhramdan çıkış: Halka açılmak; sıddık derecesinde halk arasına inmektir..

Arafat: Maarifi B`illah makamıdır... Arafat`ta iki bayrak dikilmesi, Celâl ve Cemal sıfatlarına işarettir; ki Allah`a mârifet yolu onlara göredir.

Müzdelife: Makamın şuyûu ve yükselmesinden ibarettir.

Meş`ari haram: Şer`i emirlerde durup, Allah`ın haramlarına saygıdan ibarettir.

Mina: Kurbet makamı ehli zevat için murada nail olmaktır.

Üç şeytanı taşlamak: Benlik, tabiat ve adettir.

Yedi taş atmak: Yedi ilâhi sıfatla bunu başarmaktır.

İfaza tavafı: Allah feyzinin devamında sürekli terakki etmektir.

Veda tavafı: Allah sırrını hak edene emanettir. "

hf

KÂBE’DE “VECHULLAH”I GÖREBİLMEK…

VE DAHİ, YÂR İLE SOHBET ETMEK…

İkinci olarak, bir de Haccın mânevî yanı var!. Hiç olmazsa, çok kısa bir süre de olsa; sanki kefen giyer gibi, dünyadan soyunarak ihramları giyip; madde dünyasından ve onun tüm geçici değerlerinden arınıp; sonsuzluğun târifi mümkün olmayan ÜSTMADDE değerlerinin içine dalmak!.

Bilinç boyutunun sonsuzluğunda, benliksiz bir biçimde kulaç atmak!.

Kâbe’de dahi Vechullah’ı görebilmek!. Ve Yâr ile sohbet etmek!.

İleri gidiverdiysek affola!. Ama sızıverdi testiden işte!.

hf

“HACCI MEBRUR”UN KARŞILIĞI,

CENNETTİR!

Evet, Hac olayında birinci önemli husus tüm geçmiş günâhlarından arınma. peki bu kadar mı HAC'da olup bitenler?..

“ HACCI MEBRURUN KARŞILIĞI ANCAK CENNETTİR”

Günâhlarınız afvoldu!. Tüm negatif yükünüz sıfırlandı!.

Ama yeniden kazanmanız çok kolay!. Hem de eskisinden bile daha fazlasını!.

Ve yaptığınız bazı fiiller üzere dünyanızı değişmek suretiyle, ebedî olarak cehennemde kalanlardan bile olabilmeniz, “ hacca gitmenize” rağmen mümkün.

Ama birinci yön olan “afvolma işlemi” ile birlikte bir de “ İkinci yönü” gerçekleştirebilmiş iseniz. “HACCI MEBRÛR” a ulaşmış iseniz. Yani orada yapmış olduğunuz çalışmalar ile; beyninizde, orada elde edilen yüksek değerdeki enerji potansiyeli ile, bazı yeni bölümler devreye girmiş ise. Bu takdirde, sizde öyle bir idrâk açılması oluşur ki… Siz artık yaşam doğrultunuzu, rotanızı tamamiyle bildirilmiş bulunan ölümötesi değerler ve gerçekler istikâmetine düzeltirsiniz!.

Böylece artık sizde, dünyevî değerlere tamah etmek yüzünden, ölümötesi yaşam değerlerini terketmek hâli oluşmaz!. Tamamiyle “uhrevî” yani ölümötesi gerçeklerin gerektirdiği bir biçimde hayat sürmeye başlarsınız. Hırs, tamah, hased, kin, dedikodu, aldatma, dünyevî menfaatler için insanları istismar etme gibi sayısız negatif yük getirici, sizi günâha sokucu hallerden kaçınırsınız.

Ve...

Haccı MEBRÛR” karşılığı olarak cennet ile mükâfaatlanırsınız!.

hf

Umre, kendisi ile öbür umre arasındaki zaman içinde işlenen günâhlara kefarettir. Haccı mebrurun cennetten başka karşılığı yoktur!” (Müslim)

hf

MEDİNE ZİYARETİNİN

MEKKE’DEN SONRAYA BIRAKILMASI,

KİŞİLERİN DÖNECEKLERİ ORTAMA UYUM SAĞLAMALARI

AÇISINDAN KOLAYLIK SAĞLAR

Mekke’deki bu yüksek frekanslı dalgalar, genel istidat ve kâbiliyet ile programlanmış insanlarda, konuya karşı bir direnç oluşturmuş, bu yüzden de O’nun getirdiklerini inkâr etmişlerdir..

Medine’de ise Kâ’be ‘dekine göre bir hayli düşük frekanslı dalgalar yani “cemâl nurları” mevcut olduğu için; orada insanlar genellikle “cemâlî” bir yaşam geçirirler, “Lâtif” ilişkiler içinde olurlar… Medine’deki faaliyet sonucu müminlerin sayısı on sene sonunda yüzbinlere ulaşmıştır!.

Medine ziyaretinin, Mekke’den sonraya bırakılması, kişilerin dönecekleri ortama uyum sağlamaları açısından da bir kolaylık sağlar!.

Mekke’den döndükten sonra 20 gün ile bir ay arasında bulunulan yere uyum sağlanabilmesinin sebebi de gene bu yüksek radyasyonun beyinde tesirinin azalmasıyla sözkonusu olur…

Gene Kâbe-i şerîf altındaki bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısı ile, tavaf sırasında, kabiliyetli beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.

hf

HACCA GİDEBİLEN

TÜM GÜNAHLARINDAN ARINMIŞ OLARAK DÖNÜYOR.

YA GİTME İMKÂNI OLMAYAN?

Hacca gitmek günümüzde bir hayli zorlaştı. Büyük paralar istiyor. Ve toplumun büyük bir kesimi Hacca gitme imkânından mahrum!.

Hacca gittiğimiz zaman “Arafat”tan, anamızdan doğduğumuz günkü kadar bütün günahlarımızdan arınmış olarak sâf, temiz bir halde geri dönüyoruz.

Peki... Bu güzel şey de ancak, Allah’ın kendisine büyük imkân tanıdığı bir kimse ise bu şansa sahip oluyor günümüz Türkiye’sinde!.

Hacca gidecek mâli imkânları olmayan bir kişiyi düşünelim...

O kişi Allah’a iman ediyor. Rasûlullah’a iman ediyor. Ama, gayet doğal olarak beşer olduğu için de çeşitli eksikleri, noksanları, kusurları, yanlışları vs. var.

Bilerek veya bilmeyerek işlediği çeşitli kusur ve yanlışların getirdiği günahlarla da bezenmiş bir hâlde... O zaman, bu kişinin kurtulma şansı nedir?. Kendini nasıl kurtaracak?. Ne yapması gerekiyor?.

Böylesine iman sahibi olan kimselere Cenâb-ı Hak, bir yol göstermiş ve kolaylık sunmuş. Bu kolaylığı bize Hz.Rasûlullah, Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhisselâm şöyle bildiriyor :

“Kılınan her vakit namazı, kendisinden önceki namazla arasında işlenmiş olan bütün günahları siler, temizler, arıtır”. Ve bunun misâlini de şu şekilde veriyor;

“Sizin evinizin önünden bir ırmak aksa ve siz bu ırmağa günde beş defa girip çıksanız, üzerinizde hiçbir kir, pislik kalır mı?.

Nasıl ki, günde beş defa yıkanan birinin üzerinde maddi bir kir, pislik kalmazsa, aynı şekilde günde beş vakit namazını edâ eden kişinin de üzerinde günah kiri kalmaz.”

hf

HACCA GİTMEYE İMKÂNI OLDUĞU HALDE

GİTMEYEN KİŞİ,

İSTER YAHUDİ, İSTER HIRİSTİYAN OLARAK ÖLSÜN!

Rasûlulah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, diyor Hazreti Ali kerremallahu vecheh:

"Beytullah"a ulaştıracak azık ve binek hayvanına mâlik olup da, haccetmeyen kişinin yahudi veya hıristiyan olarak ölmesinin kendisince ne önemi vardır.

İşte Allah kitabında şöyle diyor:

İnsanlar üzerinde Allah’ın hakkı, yoluna gücü yetene Beytullah’ı haccetmektir. (Ali İmran: 97-2)

hf

Rasûl aleyhi’s-selâm buyuruyor ki:

"Hacca gitmekte acele ediniz!. Çünkü hiç biriniz ileride karşısına hangi engellerin çıkacağını bilemez!."

Ve gene ŞİDDETLE UYARIYOR ki:

"Kim gitmesine engel olacak şiddette bir hastalık, yahud Hac’cı yasaklayan ZÂLİM SULTAN, yahut da yoksulluk olmadığı halde HACCA GİTMEDEN ÖLÜRSE, o kimse ister YAHUDİ, ister HIRİSTİYAN OLARAK ÖLSÜN!."

Bu, dini tebliğ edenin hükümleri göstermektedir ki Hac âcilen yerine getirilmesi zorunlu bir ibadettir!.

Niye?...

Çünkü, Hac’da, o güne kadar bilerek ya da bilmeyerek yapmış olduğun TÜM suçların -kul hakkı da dahil- tamamiyle silinmekte; "anandan doğduğun günkü kadar günahsız olarak" dönmektesin; ve "acaba affoldu mu" diye düşünmeni de Hazreti Rasûl, "en büyük günâh" olarak değerlendiriyor!.

Böyle bir fırsat kaçırılır, terkedilir mi?.. Ölümün, hele günümüz şartları içinde, ne zaman geleceği belli değilken; bir an önce, bizi azâba sürükleyecek tüm menfi yüklerden arınıp sıfırlanmak varken; bunca menfi yükle, günahla ölümötesi âleme geçmek mantık işi mi?..

Hele, bunu yapmamaktan dolayı bir HIRİSTİYAN veya YAHUDİ inançsızlığını göze alarak ölmek söz konusuyken!.

hf

ALLAH RASÛLÜ BUGÜN YAŞASAYDI

MİLYONLARCA İNSANLARI DAĞ BAYIR YÜRÜTÜR,

TAŞLAMADA BİRBİRİNE KIRDIRIR MIYDI ACABA?!

1400 sene önce, Allah Rasûl’ü, Mekke’den yaşlı ve çocuklarla Arafat'a 16 kilometrelik yola yaya gidip-dönerken yolda konaklıyor, herkes yayan o yolu yürümek zorunda, yoruluyorlar, tâkatları kesiliyor diye...

Biz, arabayla yarım saatte (trafik sıkışık diye o kadar), gidilecek yere, Allah Rasûl’ü öyle yapmış diye, gidip dağ başında konaklayarak Hac yapıyoruz!... Sünnete uyduk, diyoruz!...

Acaba bugün yaşasaydı Allah Rasûl’ü gene böyle yapar, milyonlarla insanı dağ bayır yürütür, şeytan taşlamada birbirine kırdırır mıydı!...

Bunu, benim gibi sıradan biri düşünemeyeceğine göre, İnsanlara kendilerinden daha fazla düşkün olan Allah Rasûl’ü yapar mıydı?

Aahhh; gerçekçi düşünebilmek!...

Körü körüne söylenenleri tekrar etmek yerine; neden niye, nasıl niçin sorularıyla söylenenleri kavrayarak yaşayabilmek!...

hf

KÂBE’DE KILINAN NAMAZA

TELEVİZYONDA İZLEYEREK UYULABİLİR Mİ?!

(Soru: Kâbe’de kılınan bir namaza televizyonda izleyerek, uyulabilir mi?.)

Kendini tatmin etmek için isteyen uyar!.

Namaz kılmak için câmi diye bir yer şart değildir ki!. Her yerde namaz kılınır. Ama, Kâbe’de kılınan namaza televizyondan tâbi olarak kılınamaz!.… Ancak, onlara fikrinde uyarak “namazı yaşamaya” çalışabilirsin. Bunu da kimse yasaklayamaz!.

20 rekât namaz kılıyorlar, teravih diye… 20 rekât zorunlu değil ki!.

Teravih namazı sekiz rekâttır!. Rasûlullah’ın zamanında, O’nun kıldığı sekiz rekâttı.

Açın hadis kitaplarını bakın!. Neresini düzelteyim ben bu işin?..

hf

"ZEMZEM"İN SIRRI”

Bu arada hemen ZEMZEM SUYU'ndaki sırra işaret edelim.

Zemzem suyu Kâbe'nin altında bulunan, bir tür jeneratör gibi yayın yapan bu pozitif radyasyon kaynağından geçerek kuyuda toplanmaktadır.

Hemen hatırlayın yakın tarihteki “Çernobil nükleer santralındaki” kaza dolayısı ile yayılan menfi radyasyonu ve bunun suları nasıl zehirlediğini. Siz bu sulardaki zehirlenmeyi asla fark edemezsiniz, ama bu sular sizi öyle bir zehirler ki hiç de anlayamazsınız!. Ve sular yıllar yılı da radyasyonunu kaybetmez!. Olayın önemini bilen batıdaki paniğin sebebi de budur.

İşte bunun tam zıddı bir biçimde, ZEMZEM suyu da Kâbe'nin altındaki pozitif radyasyon kaynağının içinden geçmekte ve bu suyu içenlerde sayısız faydalar oluşturmaktadır. Bunu oraya gidip de o sudan içenler, abdest alanlar fark ederler.

Gene Kâbe-i şerîf altındaki bu radyasyonun beyinlere yüklediği güç dolayısıyle, tavaf sırasında kâbiliyetli beyin sahiplerinde çeşitli olağanüstü yaşamlar gerçekleşmektedir.

hf

HACCA GİDEN VE DÖNÜŞTE

BAŞINI ÖRTMEYEN KADIN

Hanımların şu çok önemli problemi vardır Hac konusunda:

"Hac`ca gidip geldikten sonra başımı örtmem, tam tesettüre girmem gerek; oysa ben bunu yapamam!. Bu yüzden hacca gidemem!."

ÇOK BÜYÜK BİR YANLIŞ!.

Şu anda başınızı örtüp, bir veya birkaç vakit namaz kılıp, sonra da günlük normal kıyafetle dolaşıyor musunuz?... Evet!. Namazda, ibadet sırasında başınızı örtüp, daha sonra da açıyor musunuz?... Evet!.

Öyle ise, Hacca da gider, örtünür; farzınızı yerine getirir; döndükten sonra da elinizden ne kadarı geliyorsa, o kadarını yaparsınız!.

İslâm Dininin en büyük düşmanları, Dinden görünüp, Dinî teklifleri zorlaştıran; insanları Dinden, Allah ve Rasûlullah emirlerinden uzaklaştıran; dinden soğutup, nefret ettirenlerdir!.

Biliniz ki..

Hac da en az namaz kadar zorunlu ve yararlı bir çalışmadır!. Böylesine önemli bir olaydan "gelince başımı örtemem" gerekçesiyle geri kalmak, aklın alamıyacağı kadar büyük bir yanılgı ve kayıptır!.

Baş örtmek Kur`ân ‘da belirtilen farzlardan biridir!. Bunu yapmayan; Allah`ın bu konudaki teklifine uymamaktadır!. Kur`ân bu konuda bir ceza bildirmemiştir!.

Başını örten, elbette ki ALLAH`ın bu teklifine uymasının karşılığını fazlasıyla alacaktır.. Başını örtmeyen ise, Allah`a karşı sorumlu olur!. Allah, bu davranışının karşılığını dilediği gibi verir!.

Ancak, Kurân’da, "Hacca giden her hanım dönüşte başını örtecektir; örtmeyenin haccı kabul değildir" gibisinden bir hüküm kesinlikle mevcut değildir!.

GIYBET etmemek de kesin hem de çok ağır hükümlerden birirdir!. "Ölü kardeşininin çiğ etini yemektir gıybet" diye tanımlanmıştır Kurân‘da!. Ben bu suçu işlemekten kendimi alamıyorum; öyle ise örtülü başımı açayım, diyor musunuz?.. Elbette hayır!.

Bir emri yerine getirememek, nasıl bir başka yerine getirebildiğin emirden de vazgeçmeyi getirmezse; hacca gitme imkânın olduğu halde, başörtememek yüzünden hacca gitmemek o derece büyük yanlıştır!.

Bu vesileyle şunu bir kere daha vurgulayayım...

“İslâm Dini”ndeki teklifler "PAKET PROGRAM" DEĞİLDİR!. Yani, ya hepsini tam olarak yaparsın, ya da hiç birini yapma, türünden, değildir!.

Senden, istenilenler bellidir!. Yani yapman ve yapmaman gerekenler...

Sen bunlardan elinden geldiği kadarını yaparsın; yapamadıkların da eksiğindir... Hüküm ALLAH`a aittir!.

Ben bunlardan falanca ve filanca emirleri yerine getiremiyorum; öyle ise hiç birini yapmayayım" düşüncesi kesinlikle yanlış ve düşüncesizce kabuldür!.

Yap da, ne kadarı elinden geliyorsa, o kadarını yap!.

Hacca gitme imkanına sahipsen, elinden geliyorsa, hemen git!. Geldiğinde başını örtemiyeceksen; o da eksiğin kalsın!.inşaallah o da nasibolur!.

hf

HACCA GİDEN KİMİ İNSAN NİÇİN

 ÇARŞI PAZARA SALDIRIR DA

KİMİSİ DE NİÇİN BEYTULLAH’TAN ÇIKMAK İSTEMEZ?

Beytullah” altındaki bu enerji merkezinin, yani “nûraniyetin” bir başka tezahürü de şudur…

Mekke’ye gelip Kâ’be ziyaretinde bulunanların önemli bir kısmında, bir kaç gün içinde değişiklikler görülmeye başlanır beraber oldukları arkadaşlar tarafından…

Bu insanların kimi son derece hırçın, haşin, bencil, hükmedici bir kişilik ortaya koymaya başlar; kimi de son derece munis, hoşgörülü, sevecen, yardımsever bir hâl alır!. Kimi çarşı-pazar saldırır; kimi de Beytullah’dan dışarıya adım atmak istemez!.

Kişilerdeki bu değişikliğin sebebi bizim tesbitlerimize göre şudur;

Kâ’be’nin altındaki enerji merkezinden, oldukça yüksek frekanslı bir dalga yayılmaktadır… “Celâl nurları” diye isimlenen bu nurlar, hem insanlarda şiddet ve celâl hâli oluşturmakta; hem de insanlardaki o ana kadar açığa çıkmamış özelliklerin beyinden dışa vurmasına yol açmaktadır!.

Oraya gitmeden önce, normal kendi hâlinde yaşayan birkısım insanların, oradan döndükten sonra, hiç de o güzelliklere uymayan bir yaşam biçimi içine girmesi; hattâ Dinî değerleri bir yana bırakarak beşeriyetin doğal gereklerine ve sonuçlarına göre yaşam sürdürmeye başlaması işte beyni etkileyen bu yüksek radyasyon dolayısıyladır. Bu yüksek frekanslı dalgalar, onun ikincil kişiliğini oluşturan merkezleri güçlendirerek günlük yaşamının bu doğrultuda açığa çıkmasına sebep olur!.

Nasıl ki, bir balon sönükken üzerindeki defolar belli olmaz, fakat şişirilince ortaya çıkarsa…

Aynı şekilde, oradaki yüksek frekanslı dalgaların beyin faaliyetini arttırması dolayısıyla da herkesin ikincil özellikleri orada ortaya çıkmaktadır!. Ve böylece çok iyi tanıdığınızı sandığınız yakınınızın orada içyüzünü görmeye başlarsınız!.

Bu çok yüksek enerji dolayısıyladır ki, Mekke’de insanlar çok “celâl”li saatler yaşarlar ve olaylarla karşılaşırlar!.

hf

EBEDİ YAŞAMINIZI

AZAPLI BİR ZİNDANDA GEÇİRMEK AKIL KÂRI MIDIR?...

Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Her şey bir sistem içinde, kendine has sistem, kanun, nizam içinde oluşmaktadır.

Esasen varlık çarkı öylesine bir sisteme bağlanmıştır ki, bu yüzden akıllar bir noktada büyük şaşkınlığa düşmede ve kâinat mükemmel bir cihaz gibi çalışmaktadır, idare edeni yoktur, gibi yanlış fikirlere saplanmaktadır. İnsan bedeninden kozmosa kadar her şey kendi sistemi içindedir.

İşte “Din” dahi tamamiyle bu fizik, tabiat ya da “ilâhî kanunlar” diye bildiğimiz kanunlara dayanan bir sistemdir.

Ne yaparsan mutlaka karşılığını alacaksın!.

Dilediğini yap neticesine katlanacaksın.

CEZA” kelimesi Arapçada, Türkçede anladığımız mânâya gelmez. Kur'ân-ı Kerîm’de “karşılık” veya "yaptığının neticesiyle karşılaşma" anlamına gelen bu kelime “iyiliğin cezası iyiliktir” tarzında da kullanılmaktadır.

Yani, "yapılan fiilin sonucu ile karşılaşma" anlamına gelir "CEZA"!.

Din, tamamiyle bilimsel gerçekler ve yaşamın esası üzerine bina edilmiş, yapılması insanın geleceği yönünden gerekli fiiller bütünüdür.

Asla havadan gelmiş rastgele hükümler bütünü değildir!. Bu sebeple de hangi çalışmayı ihmal ederseniz, bu ihmalinizin karşılığını mutlaka ve kesinlikle ödersiniz.

İş böyle olunca...

Ölümötesi yaşamda, dünyaya bağlı kalmanıza yolaçacak ruhunuza yüklenmiş günâhlar yani negatif yükler ile yaşayıp, bunlardan arınmamak ve de ebedî hayatınızı azâblı bir zindanda geçirmek akıl kârı mıdır?..

Ne zaman bu bedeni terkedeceğiniz belli değil iken ve de “ HAC” görevini yerine getirip, geçmiş tüm negatif yüklerinizden yani günâhlarınızdan kurtulmak imkânı mevcutken…

Allah insana böylesine büyük bir kolaylık yolu açmış iken...

Rasûlullah aleyhi's-selâm size “ böyle bir imkâna sahip olduğun halde değerlendirmezsen, ister yahudi gibi ister hıristiyan gibi ölürsün” diyerek uyandırıp, gerçeğin gereğini tatbik ettirmek isterken.

Kişi gene de kendi bildiğinde ısrar edip, bu imkândan istifade etmek istemezse ne denir?..

Dilediğin gibi yaşa, neticesi gelir başa!.

Unutmayalım ki sahip olduğumuz her şeyi bırakıp, tek başımıza gideceğimiz bir ebedî yaşam sözkonusu!. Orada değerli olan tek şeyde, oranın şartlarına göre şu dünya hayatında hazırlanmak!.

Bizim bir takım gerçekleri idrâk ettikten sonra, onların gereğini yapmamanın bize vereceği zararı, hiç kimse veremez!.

Rasûlullah aleyhisselâm, ölümötesi yaşamda bizim zarar görmememiz için ne kadar alınması gerekli tedbir varsa hepsini anlatmıştır. Ama biz anlamaya çalışmazsak, bu ikâzlara kulak vermezsek zararını kim çeker?.. 

DİNDE ZORLAMA YOKTUR!

Kişilere gerçekler anlatılır, idrâk ettirilmeye gayret edilir. Artık ondan sonrası kişiye kalmıştır. Diler kabul eder tatbik eder. Dilerse etmez!. Ama neticede, her halûkârda yaptıklarının neticesine kendisi katlanır!.

hf

BİN TANE UMRE, BİR HAC GETİRİSİ YAPMAZ…

ÇÜNKÜ…

Hac’da, günahların sıfırlanması söz konusudur!.

Umre ile Hac hiçbir zaman kıyaslanamaz!. Bin tane Umre bir Hac getirisi yapmaz!.

Arafatta milyonlarca insan topluluğunun beyinlerinden yaydığı güçlü bir radyasyon var.

Arafat Tepesinde ve çevresinde aynen Kâbedeki gibi mevcut olan radyasyon ile etkilenince oradaki o insanların beyinleri; Dünyanın hiçbir yerinde olmayacak güçte bir etkileşim oluşur ve, günahlar sıfırlanır..

Umrede böyle bir olay yaşanmıyor ki!.…

(Soru;

Arafat’ta günahlar siliniyor. Namazdaki “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn” derken, onun bilincine vararak o namazı kılarsak günah silinecek. Aradaki günah silinme farkı ne?.)

Birisi, iki zaman arasındaki günahı siliyor. Diğeri, yaşamın boyunca olan günahları siliyor.

hf

HACET DUALARI

BÜYÜK HACET DUASI

 Okunuşu:

 Allahumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve hevâniy alennâs; Ya Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve lekel utba hattâ terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike.

Anlamı:

"Allah’ım, kuvvetimin yetersiz kaldığını, çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hale düştüğümü görüyorsun. Ya erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü tavırlı yabancı düşmanın eline beni terketmeyecek, hattâ himayemi ellerine verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin.

Allah’ım, bana karşı gazablı değilsen; çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazâbına maruz kalmaktan, yahut rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve âhıret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’u Vechine sığınırım. Allah’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak seninledir."

Bilgi:

Efendimiz Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem, görev alışının ilk zamanlarında, gerçeği tebliğ etmek üzere Taif şehrine gitmişti.

Taif halkına elinden geldiğince gerçekleri göstermek için gayret sarfetti. Ama onlardan aldığı cevap sadece hakaret oldu. Hatta bu kadarla da kalmayıp çoluk çocuk onu şehirden kovup, taş yağmuruna tuttular. Atılan taşlardan mübarek ayakları kan - ter içinde kalmıştı.

Nihayet akrabalarından birinin bağına ulaşarak, bu son derece insafsız saldırıdan kurtulabildiler. Ama çok da gücüne gitmişti bu davranışları.

O hiç bir karşılık beklemeden, sadece gerçeği tebliğ etmek üzere onların ayaklarına gidiyor, aldığı cevap ise hakaret ve taşlanmak oluyordu!. Gayrı ihtiyari gözünden yaşlar dökülerek yukarıda verdiğimiz DUA’yı yaptı.

İşte o zaman, Allah’ın emri ile dağlara vazifeli melek huzuru Resûle gelerek, vazifeli olduğunu ve şayet isterse, iki dağı birleştirerek Taif halkını helâk edebileceğini söyledi.

Oysa Hazreti Resûl intikam peşinde bir kişilik sahibi değildi!.

-Umarım Allah onların neslinden İslâm’a hizmet verecek imanlı bir topluluk getirir.’ diye duada bulundu. Ve Mekke’ye döndü.Cenâb-ı Hak, O’nun bu duâsını kabul etmişti. Bir süre sonra, Taifte iman nurları yayıldı ve Taif müslüman oldu!.

Büyük belâya, haksızlığa, derde, azaba düşenlerin okumasını hararetle tavsiye edeceğimiz bir duadır bu. Gece kılınan namazdan sonra, mümkünse secdede; veya beş vakit namazın farzlarının arkasından devam edilirse bu duâya, kısa zamanda selâmete erilir inşâallah.

 hf

HÂCET(İHTİYAÇ) NAMAZI

 Lâ ilâhe illallahul Halîm’ül Kerîm, subhanallahi rabb’el ârşıl âzîm, velhamdulillâhi rabbil âlemiyn; es’elüke mûcibâti rahmetik, ve azâimi mağfiretik, velganiymete min külli birr, ves selâmete min külli ism, lâ tedâ’liy zenben illâ gaferteh, velâ hemmen illâ ferrecteh, ve lâ hâceten hiye leke rızân illâ kadayteha yâ erhamer rahimiyn.

Anlamı:

 Tanrı yoktur. Halîm ve Kerîm olan Allah vardır; Azîm olan Arşın Rabbi Allah’ı tenzîh ederim. Hamd, âlemlerin rabbı olan Allah’a aittir. Yâ Rabbi, beni, rahmet ve merhametinin gerektirdiklerine ve her iyi olana mazhar kıl; her günahtan selâmete çıkar; affetmediğin günah, kurtarmadığın dert kalmasın. Amin ey merhametli rahiym.

Bilgi:

HACET namazı diye bilinen, kişinin bir ihtiyacını, bir sıkıntısını, bir derdini Allah'a arzedip, kurtuluş istemesi için önerilen namaz hakkında bakın Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimiz ne buyuruyor:

-Allah'tan veya insanoğullarından birinden bir hâceti (ihtiyacı) olan kimse, hakkıyla abdest aldıktan sonra, iki rek’ât namaz kılsın; bundan sonra İSTİĞFARDA bulunsun ve peygamber üzerine salâvat getirip şu şekilde dua etsin."

Ve yukarıda naklettiğimiz duâyı tavsiye ediyor Efendimiz.

Başı dertte, sıkıntıda, belâda olan, şayet belirtilen şekilde namazı edâ eder, arkasından yukarıdaki duâyı okur ve arkasından da daha önce yazmış olduğumuz Talâk sûresindeki:

-Ve men yettekıllâhe yec'âllehu mahreca ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib, ve men yetevekkel alAllahu fehuve hasbüh."

âyetini bin defa tekrar ederse, Allah’a en büyük ilticada bulunmuş olur.

Ayrıca bu âyete, belirtilen sayıda devam etmek suretiyle, muradı olana kadar okumak çok büyük fayda sağlar.

Hâcet konusunda pek çok evliyâullâhın en başta gelen tavsiyesi, istiğfardır.

"Şayet kişi yaptığı çalışmalar ile Allah indinde kendisi için takdir edilmiş bulunan dereceye hak kazanamazsa, Allah ona bir takım sıkıntı ve derdler verir, bunlara katlandırır da neticede o dereceyi ihsan eder" buyurulduğu için, bu durumu çok iyi anlamak icabeder.

Derecesini yükseltip, kusurlarını bağışlatan en tesirli şey de insan için İstiğfardır. Bu yüzdendir ki, başı dertte olanların istiğfar bölümünde naklettiğimiz "Seyyid-ül İstiğfar" denilen duaya devam etmeleri ve sabah akşam, ya da beş vakit namazın ardından okumaları pek faydalıdır. Yalnız şuna dikkat edilmelidir ki, manâsını bilerek ve hissederek istiğfarı yapmak kesin kez gereklidir.

hf

“HADİS

 Hadis” dediğimiz, Rasûlallah aleyhisselâmın açıklamalarıdır!.

İlâhi ilim ve sistem muvacehesinde, insanlara, içinde bulundukları şartlara göre, onlar düzeyinden açıklamalardır.

hf

“KUDSÎ HADİS”

Meleki boyuttan algılananın beşeri veri tabanına dayalı bir şekilde açığa çıkmasıdır.

Risâlet ilmine dayalı bilgilerdir!

hf

HADİSLERİN KİME-NEREDE-NE ZAMAN-

HANGİ ŞARTLAR ALTINDA SÖYLENDİĞİ ÖNEMLİ

Nebi ve Rasûllerin hadislerini her zaman genellememek gerekir. hangi şartlar altında bulunan kime söylenmiştir söylenen söz, önce onu araştırmak gerekir.

Bu Hadisleri okurken, ne zaman ve nerede ve kimlere söylendiğine dikkat etmek gerekir...

Hemen, "Hadis" deyip şu yaşadığımız gün ve saatle ilgili olarak değerlendirmek yanlıştır!.

Allah Rasûlü’nün, o sözü kime, ne zaman, nerede, hangi şartlar altında söylediği işin en önemli yanıdır. Bunlar bilinmeden, bu "Hadis"tir deyip, bakkal Memet efendiye lâf anlatılmaz.

Hadisleri okuyun, fakat anlamadığınız zaman onun yazdığım yönlerini araştırın.

hf

BİR HADİSİN SAHİH OLUP OLMADIĞINI

NASIL TESBİT EDEBİLİRİZ?

(Soru: Bir Hadis’in sağlıklı olup olmadığı konusunda yapılması gereken şey nedir?)

Eğer Kurân‘a ters düşmüyorsa, kabul görür...

hf

(Soru: Evliyanın Rasûlullah Efendimiz aleyhisselâm ile görüşüp almış olduğu şeylerde Hadis olarak anılır mı?)

Görüşenler Ricâli Gayb ise, inananları tarafından öylece kabul edilebilir...

hf

KURÂN, ANAYASA GİBİDİR…

O YASALARIN NASIL İŞLEYECEĞİ,

NASIL TATBİK EDİLECEĞİ, HZ. RASÛLULLAH’IN

TATBİKATIYLA GÜNÜMÜZE ULAŞMIŞTIR

Bugün günümüzde yeni bir akım çıktı…

Bu akımın hangi gayeye mâtuf olduğunu size bırakıyorum; ama bu akımın öngördüğü temel ilke şu:

Biz Kurân'ı esas alırız, hadisleri kabul etmeyiz!”

Hadisleri kabul etmeyen din düşüncesi dini fark etmeden iptal etmeye çalışan bir düşüncedir. Çünkü Kurân’ı açıklayan ana unsur, o Kurân’ı bize tebliğ eden Zât’ın hadislerdir.

 Geçmişte büyük hadis incelemeleri yapılmış, 600 bin civarında hadis tesbiti yapılmış ve bunlar çok sıkı bir elemeye tâbi tutularak 300 bininin sahih olduğu bildirilmiş;.bu 300 bin içinden de sıkı bir eleme yapılmış ve nihayet Kütüb-i Sitte, Sahih-i Buharı, Sahih-i Müslim, Tırmizi, İbni Muaccel, Ebu Davud gibi hadis kitapları tartışmasız doğru sahih hadislerle derlenmiş hadis kitapları olarak 1400 senedir kabul edilegelmiştir.

Biz Rasûlullah'ın yaşadığı tarihten 1400 sene sonra yaşıyoruz… Bizim bu kaynakları araştırma imkânımız yok artık.. Ama biz bu hadis kitaplarındaki hadislerin araştırmasını yapmış kişilerin görüşlerini olduğu gibi kabul ederek, bunların içinde anlaşılmayanlar varsa onların da anlaşılma yollarını araştırarak onların da anlaşılma yollarını araştırarak bu konuda ilerlemeye çalışırız

Kesin olarak görüşümüzü söyleyelim ki,

Din, Kurân ve Hadis bütünüdür!.

Kurân’da belirtilen birçok konunun tafsili, tatbikatı hadislerle verilmiştir.

Örneğin: Bir kadının hangi zamanlarında namaz kılacağı veya kılamayacağı, ne zaman tavaf edip edemeyeceği, Kâbe'yi ziyaret edip edemeyeceği Hz. Rasûlullah’ın kendi yaşantısında Hz. Ayşe ve diğer hanımlarının tatbikatlarından bize ulaştırılmaktadır; yani hadisler yoluyla bize ulaşmaktadır

Eğer biz hadisleri ortadan kaldırırsak, hadisleri kabul etmeyen zihniyeti esas alırsa o zaman dinde öyle bir kargaşa çıkar, öyle bir kaos çıkar, din öylesine geçersiz bir hâle gelir ki bunu anlatabilmek mümkün değildir!.

Çünkü Kurân anayasa gibidir!

O yasaların nasıl işleyeceği, nasıl tatbik edileceği, Hz. Rasûlullah’ın tatbikatıyla günümüze ulaşmıştır.

 Evet… Arada gelen çeşitli düşünürler âlimler ârifler kendi yaşadıkları devirlere göre o açıklamaları yorumlamışlardır. Biz o açıklamaları kabul etmekle yükümlü değiliz. Ama Hz.Rasûlullah’ın hadislerini, sahih olduğu asırlardır kesinleşmiş olan hadislerini kesin ve tartışmasız olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz

Eğer biz İmamı Buhari'nin Sahih-i Buhari isimli hadis külliyatının bu kadar senedir araştırmalardan geçerek doğruluğunu tasdik etmiş bir âlimler zümresinin neticesinde dünyaya gelmiş isek bizim artık çıkıp da bunların doğruluğunu yanlışlığını tartışabilecek bir güce sahip değiliz!

hf

HÂFIZA

(BELLEK)

HÂFIZA

“RUH”A AİTTİR

Hâfıza” dediğimiz özellik, kişinin bâtını dediğimiz “Ruh”una aittir.

Hâfıza fonksiyonu gerçekte, ruhta mevcuttur!. Beyin tüm oluşumları ruha yansıtır ve gerektiği zaman ruhtan o konuyu tekrar elde eder.

hf

HÂFIZA

“RUH”TAKİ (DALGA BEDENDEKİ)

BİLGİ YÜKÜDÜR

Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi...

Herhangi bir sebeple "ruh", fizik bedenden ayrılır ve uzunca bir süre geri dönmez ise, beyin bu enerjiden mahrum kaldığı için durur ve "ölüm" dediğimiz olay meydana gelir.

"Hâfıza-bellek" esas olarak bu "dalga" bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır.

hf

TÜM BİLGİLER

HOLOGRAMİK BİÇİMDE “RUH”TA KAYITLIDIR

Kişisel ruh” diyerek işaret ettiğimiz madde ötesi bedeninizin gelişimi ve oluşumu tamamıyla beyne bağlıdır. Bu mikrodalga bedenin tüm özellikleri ve kâbiliyetleri ancak beyinle düzenlenir!.

Meselâ, sizin “hâfıza” dediğiniz şey beyinde bir merkez olarak kabullenilir. Oysa, tüm bilgiler hologramik biçimde Ruhunuzda kayıtlıdır.

Nasıl görme dediğiniz hâdisede, göz beyne nisbetle ne vazife görürse; beyindeki hâfıza merkezi de mikrodalga bedene nisbetle o durumdadır..

hf

BEYNİN BİR KISMININ ALINMASINA RAĞMEN

ANILAR KAYBOLMAZ

Beyin adını verdiğimiz, hücrelerden ve moleküler bir yapıdan oluşmuş, bilincimizi ortaya çıkaran yapı, esas itibariyle sonsuz titreşimlerden ibârettir... Hologramik bir yapıdır!.

Bakın bu konuda Dünyanın en ünlü hocalarından Stanford Üniversitesi Nörofizyoloji kürsüsü eski Profesörü olan, halen Virginia`da Radford Üniversitesi Brain Center -beyin merkezi- Başkanı Karl Pribram ile fizikçi Einstein`ın talebesi olan ve 1992`de vefat eden ünlü fizikçi David Bohm`un en son bilimsel bulgularını inceleyen ve yine 1992 sonunda ölen Amerika`lı araştırmacı Michael Talbot, l992 yılında yayınlanan son kitabı "The Holografic Univers"te neler diyor:

"Evrenin yapısı tüm bilim adamlarını her zaman meşgul etmiştir. Çeşitli görüşlere ilâveten zaman ve mekâna bağlı olmayan elektron bulutları, meteorlar, kar taneleri bir hayâl âleminde yaşadığımızın göstergeleri olabilirler. Bu görüşü bazı mistikler -sûfiler- de savunmaktadır.

Bu konuda günümüzde giderek artan sayıda bilim adamı da aynı görüşleri paylaşmakta; paranormal ve mistik olaylarla, telepati, psikokinesis ve dokunmadan cisimleri hareket ettirebilme özelliklerinin bu nedene nasıl dayalı olabileceğini araştırmaktadırlar.

1980`de Dr. Kenneth Ring yaptığı ölüm öncesi deneyleri sonucunda: ölümü, bilincin bir hologramik boyuttan diğerine geçişi olarak tanımlamıştır.

1985`de Dr. Stanislav Grof beyinin nörofizyolojik model açıklamalarının, bilincin çeşitli durumlarını açıklamaya yetmediğini, işte bu yüzden olayın ancak holografik modelle açıklanabileceğini söylemiştir.

1987`de fizikçi Alain Wolf, yakaza hâlindeki rüyaları, bilincin başka boyutlara seyahati olarak tanımlamıştır.

1982`de Paris'te fizikçi Alain Aspect, Teorik ve Uygulamalı Optik Enstitüsünde atomaltı parçacıkların bulutumsu hareketlerinin kesinlikle holografik özellik gösterdiğini deneyle göstermiştir.

1920'lerde beyin cerrahı Dr. Wilder Penfild beynin belli yerlerinde belli bilgilerin depolandığını gösteren ilginç deneyler yaptı. Elektrotla aynı noktaya verilen akım, kişinin o anda eskiye yönelik bir anısını canlandırdığı gibi; devam edildiği taktirde, olayı tüm niteliği ile anımsadığını gösteriyordu.

1946`da fareler üzerinde yapılan deneylerde ise beynin küçük veya büyük bir kısmının alınmasına rağmen, farenin kendisine öğretilen yolu bulduğu görüldü; ve fizikçi Pribram buradan hareketle beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek çalışmalarını hızlandırdı.

Yapılan araştırmalarda da beynin çıkarılan bölümlerine rağmen anıların kaybolmadığı, ancak büyük bir kısmının çıkartılması hâlinde silikleştiği görüldü. 1960 da hologram hakkında okuduğu bir makale Pribram'ın bu konudaki sorunlarını çözdü.

hf

“UNUTMA” NEDİR,

NASIL MEYDANA GELİR?

Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı için "unutma" veya "hatırlayamama" dediğimiz olay meydana gelir...

hf

HÂFIZANIN SİLİNMESİ

 “Beynini çarptı- hâfızası kayboldu” deriz, “hâfızası silindi” deriz!.

Hâfızada silinme yoktur!. Silinme denen olay, beyinle ruh arasındaki ilişkiyi sağlayan merkezin arızalanarak, ruha yüklemiş olduğu bilgiyi, göndermiş olduğu bilgiyi, geri alıp dışarıya çıkartamamasıdır! Ruhtan okuyup dışarıya çıkartma devresinde arıza vardır. Bu “hâfızanın silinmesi” dedikleri konudur.

Ruha yazılmış olan hiçbir şey ruhtan silinmez. Yani günlük yaşamın bilgi yönleri demek istiyorum. Çünkü ruhta silinme de söz konusu! Af dediğimiz olay var!.

hf

HÂFIZADAKİ TÜM BİLGİLER,

RUH BEDEN TARAFINDAN OLUŞTURULACAK

“NUR BEDEN”E DE YÜKLENİR

(Soru: Hâfıza, bellek dalgaları şeklinde ruha kaydediliyorsa, ruh beden terkedildiğinde durum ne olacak?)

Hâfızadaki bilgiler ruhun beyin tarafından üretilişi anından itibaren otomatik olarak ruhun bünyesinde oluşturulduğu için, ruh bedenden oluşacak olan “nur beden”e de gene otomatik olarak dönüşür.

hf

HER HÂFIZASI OLANIN,

RUHU YOKTUR

Ruhu olanın hâfızası vardır; fakat her hâfızası olanın ruhu yoktur... (yani ölümötesi yaşamını sağlayacak olan beyin üretimi kişilik ruhu, demek istiyorum...)

Hâfıza fonksiyonu gerçekte, ruhta mevcuttur. Beyin tüm oluşumları ruha yansıtır ve gerektiği zaman ruhtan o konuyu tekrar elde eder.

hf

HÂFIZASI OLMAYAN VARLIKLAR!

 (Soru: Hafızası olup ta ruhu olmayan hangi varlıklardır? )

Hayvanlar ve diğer canlılar...

hf

“GENETİK HÂFIZA”

Unutmayın ki, genetik hâfıza başka şeydir; ruh hâfızası başka şeydir.

hf

“GALAKTİK HÂFIZA”

Bizimle mi varoldu bu Dünya?...

Ben dünyaya geldim diye dünya dönmeye başlamadı!

Gerçekçi olanlar, Dünyayı kendi çevrelerinde döndürmeye kalkmazlar ve böyle bir şey düşünmezler!.

İnsan varolmadan evvel de Güneş, Galaksinin merkezi çevresinde dönüyordu…

İnsanlar varolmadan evvel de dünya, güneşin çevresinde dönüyordu…

İnsanlar varolmadan evvel de gece ve gündüz vardı…

İnsanlar varolmadan evvel de madde atomlardan meydana gelmişti…

Bugün de öyle!

Bulutsu hâlinden bir gaz kitlesi hâline gelerek "Güneş" dediğimiz yapı meydana geldi, bizler varolmadan evvel…

Sonra büyümeye başladı, bu hâle geldi..

Biraz daha sonra o daha da büyümeye başlayacak…

Büyümeye başlayınca da önce çevresindeki Merkür’ü içine alacak, onu eritip buhar edecek.

Güneşin çevresinde dönen bir Merkür kalmayacak!.

Sonra biraz daha büyümeye gelişmeye serpilmeye başlayacak, Venüs'ü de içine alacak, Venüsü de buhar edecek yok edecek, galaktik hâfızada bir hatıra kalacak… "Bir venüs vardı bir zamanlar!!!.. "

Sonra biraz daha büyüyüp gelişip serpilecek Güneş… Dünyayı da içine alacak, kuşatacak, eritecek, buhar edecek!

 “Dünya vardı!!!" diye hatırlayacak o gün yaşamlarına devam eden insanlar!.

Sonra bu büyüyüp gelişip olgunlaşmadan belki de canı sıkılacak, “gene kendi dünyama döneyim” diyecek büzülmeye başlayacak o kızıl dev hâlini almış olan “Güneş” isimli varlık.

Ve büzülüp bir nötron yıldızı hâline gelecek... Öyle bir çekim gücü olacak ki diyelim ki üstündeki bir çay kaşığı kadar madde binlerle tonlarca ağırlıkta olacak o yoğunlaşmadan dolayı... Ve çevresnden geçen dalgaları çekip yutacak, içine alacak ve üzerinden hiçbirşey de dışarı gidemeyecek, kaçamayacak yüksek çekim gücü dolayısıyla!

Niye anlatıyorum ben bunları?..!!

Göya DİN’den konuşuyoruz biz değil mi?!

Benim bu gevezeliklerimi dinleyenler "DİN" adı altında dinlemedikleri kalmaz Çünkü burnumu sokmadığım konu ve taraf kalmadı!

Sonra bunların hepsini biraraya getirdim bir sentez yaptım ki, bugüne kadar insanların duymadığı yepyeni bir şey çıktı ortaya...

Ama bir baktım ki, Hz.Rasûlullah’ın anlatmak istediği de buymuş meğer!.

Hz.Rasulullah bunu anlatmağa çalışıyormuş fakat bunu misallerle, sembollerle, mecaz yollu anlattığı için de insanlar kendi kafalarında o mecazları- sembolleri başka türlü yorumlayıp, hayâli bir din- hayâli bir tanrı ve hayâli bir ceza ve mükâfaat sistemi oluşturmuş kafasında...

.....

hf

EVRENİN HÂFIZA MERKEZİ….

İsimlerin çeşitliliği, tek bir parçadan ibaret olan bütünün, bütünlüğüne asla halel getirmez! İşte, evren de böyledir..

Uzayıyla, yıldız kümeleriyle, gezegenleriyle ve gezegenlerin kendine mahsus varlıklarıyla tam bir bütünlük içinde olan tümel bir varlık hâlindedir.

Evrende mevcut olan enerjiyi, insan vücûdundaki hücreler nisbetinde görün!

Evrende düzeni meydana getiren bilinci ise, insan bedeninde eserini gördüğünüz şuur olarak anlayın.

Uzayı ise evren bedeninin beyni olarak kabul edin. Ve uzayın boyutsal derinliğini ise, bu beynin hâfıza merkezi olarak değerlendirin.

hf

 “HAK

(İSİMLERİN MÂNÂLARININ TÜMÜNÜN SAHİBİ)

HAK… Gerçekte yegâne var olan.

hf

ESMÂ MERTEBESİ İTİBARİYLE ALLAH’A

“HAK” İSMİYLE HİTAP EDİLİR

"Hak" nedir?..

 İlâhî isimlerin bütünü olan mertebenin adıdır! Yani bütün isimlerin kül hâlinde bulunması hasebiyle, yani esmâ mertebesi itibariyle Allah'a "Hakk" ismiyle de hitap edilir. Zâten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef'âl mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur, "Hakk"kânî bir konuşma olur!.. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!

hf

İNSANIN VE ÂLEMLERİN YOKLUĞUNA KARŞIN

ORTADA HER TÜRLÜ KAYITLA KAYITLANMAKTAN

MÜNEZZEH BİR VARLIK VARDIR…

İŞTE O, “HAKK”TIR!

Ne zaman ki insan, kendi varlığını; varlığının Hakk’a ait olduğunu; “insan”ın tüm varlığının sadece ve sadece bir isimden ibaret olduğunu; o ismin müsemmâsının Allah’ın isim ve sıfatlarıyla kâim olduğunu idrâk ederse, yakîn ile bilir ki Allah’tan gayrı vücûd sahibi mevcut değildir! Bu durumda, sahralarda vadilerde dolaşmadan, yâni sonu gelmez boş hayâllerde, vehim ürünü fikirlerle vakit kaybetmeden hedefine ulaşmış olur!

Şâyet bir kişi, içinde yaşanılan madde âlemini ve içindekileri görerek, gerçekten var sanırsa, kendisini var sanırsa, sonra bir gün herhangi bir şekilde yok olduktan sonra Allah’ın Bakî kalacağını vehmederse, bu tamamen boş bir hayâl ve aldanıştır!

Çünkü zaten “madde âlemi”, beş duyunun var gösterdiği bir âlemdir. Özüne doğru boyutsal bir yolculuğa çıkılırsa, bu algılanan âlemlerin “yok” olduğu, “yok”tan varolmuş bir hayâl olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkar!

İşte böyle olunca, insanın da, bu âlemin içinde yer alan bir ferd olarak gerçekte yok olduğu kolaylıkla görülür.

Ama gerek insanın ve gerekse âlemlerin yokluğuna karşın, ortada hangi isim ve resimle olursa olsun bir varlık vardır. Her an yeni bir şan alan, buna karşılık her türlü kayıtla kayıtlanmaktan münezzeh bir varlık...

İşte O, Hakk’tır!

hf

“HAKİKAT”

(TEK YAPI)

(İLİM VE KUDRET SIFATLARIYLA TANIMLANAN

EVRENSEL ÖZ)

“HAKİKAT”,

HAKK’IN VARLIĞI VE O’NDA MEVCUD OLAN

 MÂNÂLARIN AŞİKARE ÇIKIŞIDIR!

”Hakikat” dediğimiz şey, Hakk’ın varlığı ve onda mevcut olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden” meydana geliyor deriz...

hf

 

YAŞAMININ EN BÜYÜK HAZİNESİ…..

MUTLAK HAKİKAT…

“HAKİKATLARIN HAKİKATİ”

Mutlak Hakikat, açılmamış bir kutudur; gerisi hayâldir!.

hf

"ALLAH"ın "AHAD" oluşu mutlaktır!.

"ALLAH"ın "VÂHİD" yani "BİR" oluşu ise mûzaftır; yani izâfîdir; yani GÖRESELdir; yani rölativdir!.

Bu son derece önemli; ve kavranılması da o derece güç bir gerçektir ki, tasavvuf da bundan "HAKİKATLARIN HAKİKATİ" olarak bahsetmiştir.

hf

ZÂTİ HAKİKAT

(İLÂHİ İSİMLERİN HAKİKATİ)

"Biz nefislerimize zulmettik"

ifadesi çok anlamlı bir ifadedir.

Buradaki "Nefs`e zulmetme"nin mânâsı, konuyu derinlemesine bilmeyenlerin anladığı gibi; "Ben, Nefsime yani bedenime zulmettim" demek değil!.

"Nefsinize zulmetmeyin"in anlamı da "oruç tutup, aç kalıp bedeninize eziyet etmeyin" de değil!.

"Nefs"in hakikatı, "İlâhi isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhi isimlerin hakikatı olan "Zâtî" Hakikat"tır!.

Gerçekte, kişinin, "kendi hakikatını tanıyamaması, bilememesi, bunun hakkını yerine getirememesi", Din dilinde, tasavvufta "Nefs’e zulmetmek” olarak târif edilir...

İşte Âdem`in,

"Biz nefislerimize zulmettik"

demesi:

"Kendimizi bedensel varlık olarak kabul etmek sûretiyle yaptığımız bu fiîl, bizim hakikatımızın gereğini yaşamamıza engel olmuş, böylece hakiki benliğimizin gereğini yerine getirmekten perdelenmişiz. Eğer bu durumumuzdan geri dönmezsek, ebediyyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız" anlamındadır.

hf

BENLİĞİM-“ÖZ”ÜM-ASLIM,

 HAKK’IN BENLİĞİDİR!

Bunu böylece anladıktan sonra, yani, varlığın tamamıyla “İlâhi isimler“ diye kastettiğimiz mânâların çeşitli terkiplerden başka bir şey olmadığını anladıktan sonra, yapılacak iş nedir?

Eğer bunu anladıysak, bundan sonraki ilk aşamada, kendimize ait olarak zannettiğimiz varlığımızın, varolmadığını idrâk etmek gerekir.

Yani, Hilmi ismi ile kastedilen müsemma, Allah’ın çeşitli vasıflarının terkip hükmü ile zuhurundan başka bir şey olmadığına göre; artık burada “Hilmi” diye Allah’tan gayrı bir varlığın varlığı sözkonusu olamaz... Hilmi ismi ile işaret edilen varlık bir ilâhi mânâlar terkibi olduğuna göre, bu ilâhi mânâların da, o ilâhın varlığından ayrı bir yere ait olması söz konusu olamayacağından, benliğinin-özünün, “Hakk”ın benliği olduğunu müşahede durumuna girersin...

Herhangi bir mahalde herhangi bir sebeple “Hak“ ismi geçtiğinde bu isimden muradın kendi aslın olduğunu hisseder ve yaşarsın... Bu yaşamanın, bu müşahede neticesinde ise kendi hakikatını tespit etmeye çalışırsın.

hf

GÖZÜN-KULAĞIN-DİLİN-ELİN-AYAĞIN-

TÜM ORGANLARIN BAĞLI OLDUĞU

HAKİKAT NOKTASI, “ALLAH”TIR!

Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu, daima, şuur boyutunda Tek’ten çok’a bakışla mümkündür.

İki bakış açısı vardır;

1-Çoktan tek’e bakma

2-Tek ’ten çok’ a bakma.

1-“Çok’ tan Tek’ e bakma” nın misalini şöyle anlatmaya çalışayım…

Bir insan ... şimdi bunun eli var, parmakları var, parmakların bağlı olduğu “el“ adını verdiğimiz şu yapı var. Bunda iki tane el var... Bu iki el, iki kolla var. İki ayak var, iki bacak var, iki kulak var, iki göz var, iki kaş var, vs... dışarıdan bakışla… Bunların toplamı bir beden, bir insan dışarıdan bakışla ayrı ayrı pek çok organ, bunların toplamı şu insan!

Halbuki şu parmağın içindeki sinir-kan-can ile şu kulağın içindeki sinir-kan-can aynı şey! Dıştan içe değil de, içten dışa bakarsak; tekil bir yapının değişik işlevler gören çoğul görüntüsü var! Bu parmak bu kalemi tutarak yazıyor, diyoruz ama dışarıdan bakana göre bu parmak bu kalemi tutuyor ve yazıyor, doğru… ama yazan bu parmak değil, bu parmağa hükmeden sinir de değil, o sinirin içinde olduğu kol da değil, kola hükmeden-beyinden gelen sinir de değil, beyin de değil; beyindeki bilinç, Tek bir beyindeki şuur-ilim!

İşte bütün bu varlıklarda, kâinatta hâkim olan tek ilim, bütün varlıklarda-çoğul varlıklarda-organlarda-herbirinde dilediği gibi hükmünü icra ediyor, tasarruf ediyor, hükmünü icra ediyor

Demek ki dışarıdan bakışa göre farklı, çoğul organlar var. Bunun aslı–hepsi bir bütünü meydana getiriyor. Ama biz içeriden dışa, Öz’ den dışa, veya Tek’ten çoğa baktığımızda bakıyoruz ki, her noktada hükmünü icra eden TEK bir varlık! Tek bir şuur, Tek bir ilim. Yani Çok’luk, dıştan bakışa göre…

“Dıştan bakış” dediğimiz şey, “beş duyu” adını vermiş oldukları kesitsel algılama aracı.

2-“Tek’ ten çok’a bakış”ta, hakikat ilminin mevcut olduğu şuur!

Hakikat ilminin mevcut olduğu şuur, “İlmi İlâhi” den başka bir şey değil.

Bu sebeptendir ki “gören gözün-işiten kulağın hakikati Allah’tır” işaretinin vurgulamak istediği şey; gözün-kulağın-dilin-organların bağlı olduğu hakikat noktası, Allah’tır demektir!

Bunu anlayıp idrâk eden kişi, bu anlayışla günlük yaşamını düzenlediği zaman,”mutlak iman nuru” ile adım atıp yaşıyor demektir!

Bunun sonucu nedir?... Sen, saygı duyduğun babana söver misin?..  Sevdiğin-saygı duyduğun annene hakaret eder misin? Ne iş yaparsa yapsın,annendir-babandır-başının tacıdır. Belki biraz üzülürsün ama hiçbir zaman ne ağzını bozarsın, ne kafanı bozarsın, ne içinden-ne dışından sövmezsin.

Peki, saygı duyduğun annene-babana sövmezsin-dil uzatmazsın-hakaret etmezsin de karşındaki varlığın hakikati olduğunu bile bile, o suretin ardındaki Hak’ka dil uzatır-söver-kızar mısın?

İman nuru olan kişide basiret açılır!

İman nuru, kişinin basiretini açtığı içindir ki o kişi,

“başını ne tarafa döndürürsen Allah’ın âyetini görürsün”

âyetinin işaret ettiği mânâ ile varlığa bakar ve her kişide-her varlıkta Allah’ın vechini müşahede eder ve Allah’ın vechinin müşahade etmenin gerektirdiği edep ile hareket eder, isimle-resimle perdelenmez.

Dolayısıyla ırk-renk-din-cins farkı ayırt etmeksizin bütün insanların adı arkasındaki varlığın Hak’kın varlığı olduğu idrâkiyle kızma-üzülme-sinirlenme-darılma gibi hallerden arınmış olarak her an Allah’tan razı bir halde yaşar! Bu razı halde yaşamanın sonucu da bir âyeti kerime ile;

“Ey beni görerek rızaya ermiş olan kulum… Cennet hâli mübarek olsun sana”

âyeti tecelli eder. İşte bu kişi dünyada yaşarken Cehennemden çıkmış, Cennetin huzurunu ve güzelliğini yaşamağa başlamıştır.

hf

 

BENİM OLDUĞU GİBİ;

SENİN  VE TÜM VARLIK ÂLEMİNİN DE

 “HAKİKATİ” ALLAH’TIR!

İşte bu noktada sen, eğer şartlanma yollu edindiği değerlere dayalı mantığını kullanan aklını bir yana koyar; Allah Rasûlü’nün tebliğini, Kurân'ın açıklamalarını esas alır; oradaki işaretleri çözersen, veya en azından bu bildirilen gerçeklere aklın ermese de "İMAN EDERSEN" yaşamının en büyük hazinesine ulaştın demektir..

KUR`ÂN-I KERİM ne buyuruyor:

"BAŞINI NE YANA ÇEVİRİRSEN "ALLAH"IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN!"

"NEFS`İNİZDE MEVCUT!. HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ?"

"BİZ SANA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKÎNIZ!"

gibi âyetlerle bu gerçekleri sana işaret yollu bildiriyor; ta ki iman edip gerçeğine eresin...

Buna "iman" ederek; evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı "ALLAH'tır; ve "O"nun dışında bir şey yoktur; diyebiliyorsan "iman" yollu, ne âlâ!. Evrensel mutlak tek hakikatın yolu sana açıldı demektir...

hf

HER “ZERRE”,

HAKK’IN VARLIĞI DIŞINDA HİÇBİR ŞEYE

SAHİP DEĞİLDİR

Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile, ve bu benliği hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...

Kısacası, her “zerre” Hakk’ın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!...

Bu böyle tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hakk”ın varlığıdır!.. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.

hf

KİŞİNİN HAKİKATİ

“O” İSE…

VE “O”,

HER AN YENİ BİR ŞANDA İSE...

“Her gördüğünü Hızır bil.” sözü boşuna söylenmemiştir!... Hele bilip tanıdığınız kişilere karşı gurur duygusunu atabilmek en zor iştir...

Dersin ki, “canım bunca yıldır tanıyorum, ondan ne gelir ki bana!..”

Evet, insanın en kör oldukları, en yakınlarıdır!...

Kişinin hakikatı "O" ise... O, her an yeni bir şanda ise... Bilin ki, kimden hangi anda hangi hakikatı dillendirip; sizi nasıl uyaracağını asla tahmin edemezsiniz...

hf

“HAKİKAT ÂLEMİ”

Ceberût âlemi, mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp Mardiye’de zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat Âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi lâhût âlemidir.

hf

ATOM BOYUTUNA GÖRE GERÇEK

Bak şimdi şu anlatacaklarına çok dikkat et...

Beyne, şu gözbebeğinizle belirli verileri ulaştırınca, göz sisteminizin değerlendirme kapasitesi içinde kalan şeyler için beyniniz "var" hükmünü veriyor... Oysa, gözün görme sınırları dışında kalan sayısız şey var!

Bunun gibi, gözle değil de, ilimle bakarsanız eğer… Gerçekte, bedeniniz ile hava ve karşınızdaki kişinin bedeni, tümüyle bileşik atomik bir kitledir!.

Ancak unutma ki, bu da bu atom boyutunun gerçeğidir!. Mutlak gerçek değil!.

Atom boyutuna GÖRE gerçektir bu!

hf

IŞINSAL BOYUTA GÖRE GERÇEK

Eğer, daha yüksek oranda bir zoomlama yaparsanız... Işınsal boyuta inerseniz...

Bu boyut bilincine GÖRE ne dünya vardır, ne yıldızlar, ne galaksiler!.

Nihayet bilebildiğimiz kadarıyla salt bilinç- enerji noktasında, bu boyutta tek bir bilinç-enerji türünün varlığıyla karşı karşıya kalırız ki; bu sonsuz- sınırsız TEK boyutunda, kendisinin dışında hiç bir şey mevcut değildir!.

Şimdi iyi düşün ve kavramaya çalış...

Esas orijin, gerçek, bu olduğuna göre, nerede çokluk kavramı?.

Dikkat et!

Her boyut ve o boyutun varlıkları, gene o boyutun içinde var olanlara göre mevcut!

Yâni, boyutlar, boyutların kendi yapısındaki varlıklara GÖRE var!

Bir boyuta göre "var" olan, diğer bir boyuta göre "yok" hükmünde!.

Bu ne demektir?... Bu şu demektir:

Sen, algılama aracının kapasitesine göre "var" kabul ettiğin bir boyutun esiri olarak yaşamına devam ediyorsun!

Oysa senin hapishanen olan o boyutun dışında, sayısız boyutlar ve dolayısıyla âlemler mevcuttur; ki, bu da en az bir o kadar farklı değer yargılarıdır, demektir!

Yâni, sen, hangi anda ve boyutta ve hangi konuda bir değer yargısı ile kendini sabitlersen veya bloke edersen; bu demektir ki, sen, evrende kendi kendini ilkelliğe mahkûm etmişindir!

Buna karşılık, tüm değer yargılarından arınıp, her yeniye açık olmak ve o yeniyi araştırıp anlamaya çalışmak sûretiyle de bilgi birikimini sürekli geliştirebilirsin...

Bu, yeniye açıklık da, beynin tarafından mikrodalga bedenine yükleneceği için, sonsuza dek yeni boyutlara ve yaşama adapte olabilirsin...

hf

HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE

(HZ. MUHAMMED’İN HAKİKATİ)

"Ruh-u A`zâm" denilen bu Ruha, sahip olduğu bilinç ve ilim itibariyle "Akl-ı Evvel" adı verilir.

Esasen "RUH" kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibariyle çok farklı yapılara isim olmuştur..

Evet, "Akl-ı Evvel", varlığında mevcut olan kudret itibariyle "Nefs-i Küll" adını alır.

Hayatiyeti, canlılığı itibariyle, "Ruh-u A’zam, Ruh", adını alır.

Sahip olduğu mânâlar, Esmâ-i ilâhiyye itibariyle de, "Hakikat-ı Muhammediye" adını alır...

Kâinatta var olmuş olan herşey ,”Ruh”la ve “Ruh”tan meydana gelmiştir!.

Mutlak mânâda “RUH” kelimesiyle kastedilen kavram ,”Kâinatın Ruhu”dur. Bu Ruh, bütün ilâhi isimler diye kastedilen mânâları kendinde toplamıştır... Daha doğrusu bu isimler, ondaki mânâları târif sadedinde kullanılmıştır!.Buna “Ruh-u A’zâm” da derler,”Hakikat-ı muhammediye” de derler,”Akl-ı Evvel”de derler!

Hayatiyetin menşei ve cevheri olması itibariyle, “Ruh”,”Ruh-u A’zâm” derler... İlâhi isimler diye kastedilen mânâları hâvi olması itibariyle “Hakikat-ı Muhammediye” derler.

Bütün bu varlık, "Hakikat-ı Muhammediye" denilen, Hazreti "Muhammed`in hakikatı" denilen, kendini seyreden "Aklı Evvel" için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır...

hf

“RUH”,

“HAKİKAT”İNİZ OLAN

“TEK”LİK BOYUTU MU ACABA?

Meselâ, bu Pazartesi gecesi “Kadir Gecesi” olsa…

Tenezzelül melâiketi ver RUH, fiyha biizni Rabbihim” âyetini acaba nasıl anlayabilir; ya da yaşayabiliriz?.

“Tenezzül”, acaba, enfüsî olarak meydana gelen, bireye özgü bir yaşam boyutu açan, bir olay mı; yoksa âfakta cereyan eden, mekânsal bir olay mı?

Melâike”, kelimesiyle, hangi anlam ve özellik taşıyan melekî yapı anlatılmak isteniyor?

Melek, âfaktan, dışınızdan başınıza mı iniyor?.. Yoksa, özünüzdeki bir boyuttan bilincinize doğru mi “inzâl” olmada?

“RUH”, hakikatınız olan ”Tek”lik boyutu mu acaba?

Bireylerin “RABBI”, onların her birinin “esmâ terkibi” olabilir mi?

Esmâ terkipleri izin verirse, “Kadir süreci” içinde kişiler kendi hakikatları olan melekût boyutunu anlayabilir; ve RUH adı verilen, Vâhidiyet mertebesinin izhar oluşunu, hissedip yaşayabilir; ki yaşayan yalnızca KENDİSİ’dir”… diye yorumlayabilir miyiz bu âyeti.

hf

KURÂN’IN RUHUNA

VE RASÛLLÜĞÜN HAKİKATİNE ERİŞTİREN…

Din, iki tür inananına hitâp eder;

1.Anlamadan korkuyla sarılıp, kendini kurtarmak isteyen anlayışı sınırlıya…

2.Dini anlayarak değerlendirmek isteyen düşünen beyin sahiplerine…

Düşünen beyinler, gerek Kurân’ı gerekse Allah Rasûlü’nü geldiği günün şartları içinde değil; zamanüstü olarak evrensel boyutta değerlendirirler; bin yıl sonrasına bile hitap edebilecek şekliyle anlamaya çalışırlar…

Kelimenin şeklinde veya yalnızca geldiği günün kullanım alanında değil; tüm yaşamlarda nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde dururlar..

Gelen âyetin veya söylenen sözün “ruhu”nu anlamaya çalışırlar… Hangi amaçla, neyi neyle, neden değiştirmek için gelmiş o âyet ve söyleniş o söz, bunu araştırırlar…

İşte bu araştırmaları, düşünen beyinleri Kurân‘ın “RUHU”na, Rasûllüğün “HAKİKAT”ına eriştirir… Bunun sonucu da…

“Allah indinde DİN İSLÂM’dır” gerçeğine varmak olur!.

Allah hepimize, İndindeki Din İslâm’a ermeyi, kendi kısır değerlendirmelerimizden kurtulmayı nasip etsin.

hf

HAKİKAT-İ AHMEDİYE

(Soru: Hakikat-i Ahmediye makamını izhar eden bir birimin ilmi ne yönlüdür.?..)

Hakikati Ahmediye izhar edilmez!... Edilemez!... Yaşanır o mertebedeki Zâtlarca..

hf

HAKİKAT İLMİ

(TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN

SIRRI BİLDİREN İLİM)

HZ.RASÛLULLAH’IN BAHSETTİĞİ İLİM,

TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN

SIRRI BİLDİREN “HAKİKAT” İLMİDİR

Bütün tarikatın gerçek gayesini anlamış kişilerin tek hedefi "rü'yet-i ilâhî"dir!

Orijini itibariyle kâinat, ilimden ibarettir!

Gerçekte, görülen hiç bir şey, görüldüğü üzere mevcut olmayıp; evrensel ilim sûretleri ve bu ilim suretlerini deşifre eden ilmî algılayıcılar mevcuttur!

İlmî algılayıcılar dahi ilim kapasitelerini genişlettikleri ölçüde, "Muhît"e yaklaşırlar... Ve sonuçta Bâkî olan TEK, İLİM kalır!

Açıklayalım dedik, ama galiba henüz pek bir açıklama olmadı! Öyle ise biraz daha detaylara girelim…

Hazreti Rasûl aleyhisselâm meşhur hadîs'inde şöyle diyor:

"İlim Çin'de bile olsa, alınız!"

Burada bahsedilen "İlim", Hakikat ilmi'dir. Çünkü, insanın bütün geleceği bu ilmi elde etmesine bağlıdır!

İlim, esas itibariyle ikiye ayrılır;

Geçici yarar sağlayan ilim,

Ebedî yarar sağlayan ilim.

Mevcut, çokluk âlemine dair bütün ilimler, geçici yarar sağlayan ilimler sınıfındadır. Çünkü bir süre için, o varlığın yapısı dolayısı ile veya varoluş gayesi istikametinde faydalı olacak olan ilimdir.

Hakikat ilmine dair olan ilim ise asıl gerçek ilimdir. Herhangi bir konuya bağlanmadan sadece "ilim" kelimesiyle Hazreti Rasûlullah'ın bahsetmiş olduğu "ilim", hep "Hakikat ilmi”dir; ki, bu tüm mevcûdatın özünde saklı olan SIRRI bildiren ilimdir.

hf

“HAKİKAT”E ŞUURLU ERİLİR

     Hakikat ilmi, gözle görülecek surî yani şekli, maddesi olan bir nesne değildir. Dolayısıyla ister madde gözüyle, ister rüya şeklinde görülmesi sözkonusu olan bir şey değildir HAKİKAT ilmi!.

hf

Hakikat ise, gözle görülecek bir nesne değil, şuurla erilecek bir “ilim”dir!

hf

“VAHDET" hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda yaşanır!.

hf

HAKİKAT İLİMİNİN PERDESİ

Hakikat ilmine perde olan şeyler ise, aklın, vehim hükmü altında yorumda bulunmasıdır.

Akıl, kendisine beş duyudan gelen verileri esas alıp, tefekküre ve ibrete yönelmezse; vehmin hükmü altına düşer ki, bu takdirde herşeyi ters değerlendirir! Böylece de Hakikat’ten perdelenmiş olur.

Bu şekilde perdelenmiş olan bir akıl için, vehmin oluşturduğu değer yargılarından arınmak, hakikatı görmek ve yaşamak için zorunlu olur... İşte bu yolda yapılan çalışmalara “Mücahede” denilir.

hf

Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve bilgisizliktir!

hf

“HAKİKAT” SIRRI

HAKİKATİNDEKİ HAZİNEYİ KEŞFETMEN İÇİN

"DİN", “OKU”NASI OLARAK BİLDİRİLMİŞTİR

Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi KENDİNİ TANI”yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...

hf

 

TÜM TASAVVUF EHLİNİN VE

EVLİYAULLAHIN HEDEFİ VE GAYESİ OLAN

HAKİKAT SIRRININ ANAHTARI

"FÂTİHA" sûresinin mânâsı eğer derinliğine doğru anlaşılırsa, bize Kur'ân-ı Kerim kilidini açacak anahtarı verir...

-Kur'ân-ın sırrı Fâtiha'da; Fâtiha'nın sırrı Besmele'de; Besmele'nin sırrı da başındaki "B"dedir!.

Şeklindeki, bu konuyla ilgilenen hemen herkesin bildiği uyarı, olayın özüne ermek isteyenler için son derece önemlidir.

Bu durumda "FÂTİHA"nın mânâsına girebilmek için, önce "Bismillahir rahmanir rahim"i anlamak; "Besmele"nin mânâsına erebilmek için de önce "B" harfinin sırrını çözmek zorunludur...

Öyle ise önce "BESMELE"nin "B"sinden başlayalım işe...

Bunun için de önce Hamdi Yazır'ın tefsirinde "B" harfinin mânâsı ile alâkalı şu satırları okuyalım:

"-İleri gelen büyük müfessirler diyorlar ki:

“B”nin buradaki (besmelenin başındaki) mânâi ilsakı, ya MÜLABEST ve MUSAHABET, veya istianedir...

Yani şuurumuzda hâsıl olacak olan nispet “Allah, Rahmanı Rahim” ismine bir mülabest ve maiyyet hissi; veyahut “ALLAH” isminin ve “RAHMAN'ı RAHİM” sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran Rahmeti ilâhiyeden istimdad ve istiane hissidir; ki evvelkinde, nazmı besmele, hâl; diğerinde, mefulü bih gayri sarih olur...

...Bu tevile göre, Besmele'nin meali;

“ALLAHİ RAHMANI RAHİM NAMINA”

demek oluyor, ki bu da "B"da mülabese mânâsına dönüktür..

Fakat, bunun hasılı, bir niyabet itirafıdır.

Bir işe başlarken, "filan nâmına" demek;

"Ben, bunu, ona izâfeten, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir aleti olarak yapıyorum... Bu iş hakikatte, benim veya başkasının değil, ancak O'nundur"... demek olur.

Bu da, VAHDETİ VÜCUD mülâhazasına dönük bir "FENÂFİLLAH" hâlidir ki; ancak risâlet, vilâyet, hâkimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsûsada câri olur.." (c:1;s:43)

Bu açıklama merhumun "Diyanet" tarafından bastırılan orijinalinden alınmıştır... Ne yazık ki, günümüzde "sadeleştirilme" adı altında bir özel basımevi tarafından çıkartılan yeni basımda bu çok önemli bölümler bulunmamaktadır.

Oysa, yukarıya aldığımız "B"nin mânâsıyla ilgili yorum, bütün tasavvufla ilgilenen insanların ve evliyanın hedefi ve gayesi olan “HAKİKAT” sırrının anahtarıdır!. Bu anahtarın, konunun tâliplerine bağışlanışıdır!.

"B" harfinin işaret ettiği mânâyı anlamamış kişiler, "ALLAH"ı kendisinin dışında, ötesinde ve hattâ "gökyüzünde bir TANRI" olarak düşünüp, daha sonra da işlerine akıl erdiremedikleri için hesap sormaya kalkarlar!.

"B" sırrına erdirilmişler ise, "sonsuz-sınırsız ALLAH" kavramı içinde, hem kendilerini hem de tüm evrenin bir "hiç" olduğunu farkedip, "an"sız bir biçimde "varolan yegâne vücud ALLAH imiş" gerçeğinin zevkini sürerler!.

Bütün azap ve ıstırapları oluşturan, yanlışa şartlanmış "benlik" olduğu gibi; huzur ve zevkin vesilesi de " ALLAH" kavramı içinde "hiç" olduğunu müşahede hâlidir! ...

Demek ki "Allah'a vuslat"ın yolu "B" sırrından geçiyormuş!.

hf

”HAKİKAT”(TEK YAPI), GEÇMİŞTE

SEZGİYE VEYA “VAHİY”E DAYALI  ALGILANIP

“MECÂZΔ BİR ŞEKİLDE, BENZETME YOLLU-

SEMBOLLER YOLLU DİLE GETİRİLMİŞTİR

Tasavvufun bazı temel konuları ile; Bilim dünyasındaki bilimsel çalışmalar sonucu elde edilen verilere dayalı, en son görüşleri sentez yaparak size değişik bir bakış açısı sunmaya çalıştım.

Gerek Tasavvuf ve gerekse bilimsel sahada nakletmeye çalıştığım bilgiler ilk defa benim açıkladığım gerçekler değil!.. Bizden önce de bir kısım değerli araştırmacı ve Ehlullah tarafından keşfolunmuş bilgiler... Ne var ki bunlar fazla yaygın bilgiler değil; ayrıca iki ayrı dalın bir sentezi de bilebildiğim kadarıyla bugüne kadar yapılmış değil!.

Fakültesinde kendisine öğretilenle kalmamış; en son bilimsel gelişmeleri yansıtan literatürü takip eden kişiler muhakkak ki bizim bu naklettiklerimizin değerini takdir ederler.. "Kuantum Fiziği" ve ona dayalı olarak inşa edilen "Holografik Beyin ve Evren" gerçeğine açıklık getirmeye çalışan bölümlerimiz ile; Tasavvuf`un "Vahdet" müşahedesinin tesbit ettiği "Âlemlerin aslı hayâldir" realitesi bu kitapta olabildiğince net bir şekilde açıklanmaya çalışılarak; bilim ile tasavvufun, "aynı şey"in iki ayrı yorumlaması olduğu anlatılmak istenmiştir.

Gerçekte varolan "Tek yapının"="Hakikatin" geçmişte sezgiye veya "vahye" dayalı bir şekilde algılanıp; "mecâzî" bir şekilde, benzetme yollu, semboller yollu dile getirilmesiye; 1990`larda en son şeklini alan bilimsel bakış açısının aynı gerçekte buluşması, elbetteki ehli için büyük bir zevkle temâşa edilecek bir kemâlât ve güzelliktir!.

Tasavvuf ehli arasında "HAKIKAT" diye anlatılan şeylerin dahi gerçekte sadece bir "mecâz" olduğunu; o mecâzların neye işaret ettiğini ise, o alanda yaşamı olan herkesin bilebileceğini, daha önce yazmıştık.. Burada yaptığımız açıklamaları da elbette her kâmil kişi bilir, yaşar; bizim de kendi bildikleri gerçekleri kaleme almış olduğumuzu farkeder..

Biz bu bilgileri, tasavvufa eğilimi olan kişilerin, konu hakkında genel bilgisi olsun; tanıdıkları kâmillerden bu işin ötesindeki, yazmadığımız sırları öğrenmelerine basamak teşkil etsin; diye kaleme aldık.. Ehil olan mürşidi kâmilleri bulan, bunların gerisini de ondan talep eder... Bizden ancak bu kadarı!.

hf

“HAKİKAT”İN,

MODERN BİLİMLE DEŞİFRE  EDİLMESİNDEN ÖNCE

EVRENSEL SIRLAR, BENZETME YOLLU İFADE

EDİLDİĞİ İÇİN FARKLI İSİMLENDİRMELER DOĞMUŞTU

Bugünkü modern bilim neticesinde oluşan düşünce sisteminin eriştiği gerçek olarak "KOZMİK BİLİNÇ" adıyla tanımlanan evrensel TEK şuur tasavvuf çalışmalarıyla asırlardır tanınan "İNSAN-I KÂMİL"den başka bir şey değildir.

Ne var ki, hakikatın modern bilimle deşifre edilmesinden önceki dönemde, Evrensel sırlar ve Evrensel gerçek mecâzî, benzetme yollu tanımlamalar ile anlatılmaya çalışılmış ve bundan da farklı isimlendirmeler doğmuştur.

Gerçek odur ki,”Ruh-u A’ZAM” adı verilen “Kozmik Bilinç” ilmi ve kudretiyle Galaktik bilinçleri-ruhları kendi varlığından meydana getirmededir!.

Evreni meydana getiren, “Kozmik Bilinç” dediğimiz yapının canlılık yönü, varoluş yönü, ”Ruh” kelimesi ile tanımlanır.

"Akl-ı Evvel" ismiyle "Hakikat-ı Muhammedî" denilen varlığın ilmine işaret edilir. Bu yüce varlığın "canı" ise "RUH-U A'ZAM" ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan bütün ruhlar, bu tek ruhtan meydana gelmiştir cüzlere ayrılma söz konusu olmadan!.

Sizin “Ben” dediğiniz bu varlığın derinliklerinde, Kozmik Bilincin tüm ilmi ve sırları mevcut!.

Galaktik bilinçler-ruhlar da “Kozmik Bilinç” dediğimiz, “Evrensel Bilinç” dediğimiz O Kozmik Bilinç’ten oluşur!.

İşte tasavvufta, "İnsan-ı Kâmil" modern düşüncede ise "Kozmik Bilinç" adıyla tanınan Evrensel Öz, "Allah"ın bütün isimlerinin işaret ettiği mânâların ortaya çıkış mahallinden başka bir şey değildir.

hf

SOMUTUN

SOYUTTA NASIL DİLLENDİRİLDİĞİNİ

ANLAMAYA ÇALIŞIN!

Misâl ve sembollerden yola çıkarak ASLA GERÇEĞİ GÖREMEZSİNİZ!. Belki böyle bir şeyin sadece varlığı hakkında kanâat sahibi olabilirsiniz.

Yapılması gereken iş...

Çağdaş modern bilim ve teknolojiyi çok iyi inceleyerek, bunların Kurân'da veya Allah Rasûlü Hz. Muhammed dilinde nasıl ifade edilmiş olduğunu araştırmaktır. Yani somutun soyutta nasıl dillendirildiğini anlamaya çalışmaktır yapılacak iş!.

hf

“HAKİKAT” SIRRINI BİLEN

KARŞISINDAKİNİ İTHAM ETMEZ

"Tâat" ve "mâsiyet"in varlığı perdeliler içindir.

Allah'tan mahcûb olan yâni perdeli olan; Allah'tan ayrı olarak gördüğü varlıkların davranışlarını "tâat" ve "mâsiyet" olarak adlandırır.

"-Yâ Gavs, mâsiyet ehli mâsiyetiyle perdelidir; Tâat ehli de tâatıyla perdelidir; ve ben onlardan kaçınırım!

Bunlardan başka bir grup da vardır; ki onların ne tâatla alâkaları vardır, ne de mâsiyetle!"

Bir de bu iki sınıf dışında, üçüncü bir sınıf vardır ki, işte onlar tamamiyle perdesiz oldukları için ne mâsiyet işlerler ne de tâatları vardır!..

Ne demektir bu?..

Bu sınıftan olanlar "vehmî benlikten" arınmış oldukları için, bedenlerine veya birimselliklerine geçici dünya menfaatleri temini gayesiyle yaşamazlar!.. "nefsânî" tâbir edilen bireysel menfaatler, onlar için sözkonusu değildir.

Her şey için, tek bir değer yargıları vardır:

"Olsa da olur, olmasa da olur!.." Bu sebeple de birimselliklerini ilgilendiren herhangi bir konudan dolayı kimseye hesap sormazlar!..

Nitekim, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâma on sene hizmet eden Enes radıyallahu anh der ki:

"Rasûlullah’a 10 sene hizmet ettim, bir kere olsun yaptığımdan hesap sormadı; şunu niçin böyle yaptın veya bunu niye böyle yapmadın, demedi!"

İşte bu durumun sebebi, HAKİKAT SIRRINI bilenin, kendisiyle ilgili konularda, karşısındakini itham etmemesi hâlini yaşamasıdır!..

hf

HAKİKAT İLMİNİN MEVCUT OLDUĞU ŞUUR

 (“TEK”TEN “ÇOK”A BAKIŞ)

 (“İLMİ İLAHİ”)

İNSANIN “HAKİKAT”İNİ BİLMESİ İÇİN

BİLİNCİNİ ARINDIRMASI GEREKİR

İnsan için gaye, hedef, kendisine bahşedilmiş en büyük nimet, lütuf olan "Hilâfet sırrı"na ermek olmalıdır...

Çeşitli sohbetlerimizde, insanın Cennet hayatını yaşayabilmesi için gerekli olan şeyleri anlatmaya çalıştık... Şimdi üzerinde ağırlıklı olarak durduğumuz husus ise insanın "Halife" olarak kendini tanıması...

Halife olarak kişinin kendini tanıması için, önce Nefsi`nin hakikaini bilmesi gerekir.

"Nefs"inin hakikatini bilmesi için, bilincini arındırması gerekir.

hf

İnsan, hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından bilincini arıtmak zorundadır!

Sadece bilincini şartlanmalardan arındırısa, o kadarıyla da yetinirse; bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir.

Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Tek’lik Bilincine erebilmek için..

Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır.

hf

HAKİKAT İLMİNİN AMACI

O HAKİKATİ YAŞAYABİLMEKTİR

 “Yâ Gavs! Kim mücahededen mahrûm ise, ona müşahedeye yol yoktur! Tâliplere, benim kendilerine lâzım olduğum gibi, mücahede lâzımdır!

Eğer bir kişide mücahede mevcut değilse, bu yolda bir cehdi-çalışması-fiîliyatı yoksa, o kişi asla müşâhedeye eremez.

Bir diğer deyişle, kişinin müşâhededen nasîbi yoksa, Hakk’ı müşahede için varolmamış ise, o kişiye mücahede yapmak da nasîb olmaz!  Zîrâ mücahede yapsa, ister istemez müşahede olacak...

“ZERRE KADAR HAYIRLI FİİL ORTAYA KOYAN; KARŞILIĞINI ELDE EDER”

hükmünce kimden ne nispette mücahede sâdır olursa, o nispette de müşâhedeye kavuşur.

Kimin de müşâhededen nasîbi yoksa, o mücahedeyi ihmal eder!

Mücahede, vehmin getirdiği perdelerin kalkması için şarttır!

Kişi kendini beden kabul edip, bedene dönük istek ve arzular peşinde koştuğu sürece, elbette bütün düşüncesini, yemek- içmek, seks, güzel maddelere sahip olmak gibi şeyler kaplayacaktır...

Buna karşılık, hakikatın ne olduğunu öğrenmek isteyen insanı da bunlar fazla ilgilendirmeyecek, bu konudaki ilmin peşinde olacaktır...

Hakikatın ilmini elde edenin amacı ise o hakikatı yaşayabilmektir!

İşte bütün bunlar, hep mücahede isteyen ve mücahedesiz gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerdir.

hf

HAKİKATİNİ BİLMEK, ANCAK

İLİM SIFATININ AÇIĞA ÇIKMASIYLA MÜMKÜNDÜR!

Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir.

Kudret sıfatı da en geniş şekliyle Deccal'da açığa çıkacaktır!.

İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar. Kudret sıfatından daha faziletlidir!.

İlim sıfatı ise o devirde Mehdi'de de açığa çıkmaktadır!. Bu yüzden de Mehdi, Deccal’den değerli olmuştur!.

hf

“HAKİKAT”İ YAŞAYABİLMEK ANCAK

LEDÜN İLMİ İLE MÜMKÜNDÜR!’

Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli değildir.

Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna dahildir-; “bâtın ilimleri” denen beş duyu ötesi ilimler-ki hissî müşahede ve keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH” adıyla işaret edileni tanımaya yeterli değildir!

Hakikat”ı yaşayabilmek, ancak “ilmi ledün” ile mümkündür.

Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak “ilm-i ledün” ile mümkündür!

Şâyet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.

Bunun için de ilk hedef "ALLAH" ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!

Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!

Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.

Aksi halde tüm ömrümüz âlemler içerisinde geçer gider ve netice “hicap”ları aşamaz, “perdeli” olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!

Allah’ın ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lâzım.

hf

HAKK’IN TEKLİĞİNİ MÜŞAHEDESİ

BİLİNÇ DÜZEYİNDE OLUR

Ne diyor, Hadis-i Kudsî’de?

“Bir kulum yararlı çalışmalarla bana yakin elde ederse, ben onun görür gözü işitir kulağı söyler dili olurum!”

Yani şu anda değil de sonra mı olacak?

Hayır!

Bu bir anlatım, bu bir benzetme....

Seni gerçeğe yaklaştırabilmek için anlatılmış bir toplu ifade...

Şu anda değilse, o anda da olamaz!

Yani bu demektir ki;

“Gerçekte senin görür gözün işitir kulağın söyleyen dilin BENİM! Bu çalışmaları yapar Bana yakîn elde edersen sana gerçeği idrâk ettiririm;

Bilirsin, anlarsın, hissedersin, yaşarsın ki....

Dilinde konuşan hep Hak’tır!

Kulağında işiten hep Hak’tır.

Dilinde söyleyen hep Haktır!

Bu gerçeği yaşayabilirsen.....

Bu açılımı sende sağlamışsa, murad etmişse, dilemişse...

Artık sen 72 milleti BİR GÖZLE görmeye başlarsın...

Bu gerçeği bilen yaşayan Yunus işte bu yüzden diyor ki,

“72 millleti bir gözle görmeyen, bizden değildir!”

Ne demek “72 milleti bir gözle görmek”?

72 millet yok... Bir millet var!

“O bir millette varolan, TEK ALLAH’tır!” demek...

Sanma ki GÖZÜNDEKİ BU ÇOKLUK ORTADAN KALKACAK...

Bu gerçeği iyi anla!

Göz, bu çokluk âlemini görmeye, varolduğu sürece devam eder... Ve gözdeki bu çokluk görüntüleri aynen ruhuna kaydolduğu, ruhuna yansıdığı, ruhuna yüklendiği için ölümötesindeki ölümün akabinde başlayan sonsuz ve ebedi hayat boyunca da bu çokluk görüntüleri devam eder gider.

Çokluk görüntüsü ortadan kalkmaz hiçbir zaman!

Basarınla değil, basiretinle Tekliği müşahede edebilirsin!

İlâhi Rüyet, “İLİM”dir!

Bakın bu konuda Abdülkâdir Geylâni Risâle-i Gavsiye’sinde ne diyor?

“Ya Gavs-ı Âzam! Kim ki ilim ile Hakikate erdikten sonra rü’yet isterse, o mahcubtur; perdelidir!

Kim ki rü’yeti, ilmin gayrı zannederse o Rabbi görmekten güvenilmeyecek zanna aldanıp, kendini beğenmişlerden olur.

Gavs-ı Âzam Abdülkâdir Geylâni açık seçik diyor ki:

Hakk’ın TEKLİĞİNİ müşâhedesi, İLİM makamıdır! Yani bugünki ifadeyle, bilinç düzeyinde olur; çokluk düzeyinde değil!

hf

                                    HAKK’IN RAHMETİ

“Hakk'ın rahmeti”nden, “Rasûlullah'ın şefaâti”nden murad, kişiyi "rabbının kulu" olma kayıtlılığından, "Allah'ın kulu" olma genişliğine geçirmedir.

Yani, tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı kişiliğinden hakîki benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatını yaşamaya davettir.

hf

ŞAYET HAK BİR KULUNA

SONSUZ RAHMETİNDEN İÇİRMEK İSTERSE…

Şayet Hak, bir kuluna sonsuz nimetinden içirmeyi murad ederse, onu kendi huylarının, tabiatının, benliğinin esiri olmaktan kurtarıp; yani ölmeden evvel bu saydığımız özelliklerinden, dolayısıyla kişiliğinden öldürüp, aslına ve hakikatına kavuşturur!.. Böylece o kul, Allah'a vâsıl olur!..

hf

YOKLUĞUNU İDRAK EDEN KİŞİNİN

MESKENİ-MANZARI-BARINAĞI

(DÖNECEĞİ “HAKİKATİ”),

“HAK”TIR!

 “Yâ Gavs-ı Â’zâm; ben bütün fakrdekilerin sığınacağı yeri, meskenî ve manzarıyım ve bana dönerler.”

“Fakr hâlindekilerin sığınacağı yer”

ifadesinden murad; fakre eren kişinin içinde bulunacağı hâl demektir.

Fakre eren kişi bu hâlinin tabiî sonucu olarak yok olmuş ve o boşluğu dilediği şekilde hakkanî sıfatlar doldurmuştur. Esasen, daha önce de orada hakkanî sıfatlar mevcuttu, ancak o birimde beşeriyet vehmi bulunduğu için, fiiller de birime atfedilmekteydi, vasıflar da!.

Fakra yönelen kişinin, yokluğu idrâk eden kişinin nazar ettiği mahâl, mesken yani barınak, Hakk’tır. Çünkü, onları “yok”tan varedip tekrar yoklukta yok eden Hakk’tır!. Bu sebeple de Hak onların, meskeni, manzarı ve döndükleri hakikatlarıdır.

hf

HAKK’IN SESLENİŞİ

Vicdan”, özündeki Hak’kın seslenişidir!.

hf

“HAKİKAT”İ YAŞAYANIN KONUŞMASI,

“SESLENİŞ”TİR!

Hakikatini idrâk edip buna göre yaşayan, Emr'den olmuştur!. Konuşması ise sesleniştir!.

Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş olanlar’’dır.

hf

HAKKANİ KONUŞMA

Zâten bizim genel olarak din hakkındaki bütün konuşmalarımız ya ef'âl mertebesindendir, Rabbani bir konuşmadır; veyahut esmâ mertebesinden olur, "Hak"kânî bir konuşma olur. Bunun ötesindeki konuşmalarımız zaten çok çok enderdir!

Esmâ mertebesinden olan konuşma nasıl olur?...

 İlâhî isimlerin mânâları hakkında olan konuşmalar, "Hak"a ait Hakkanî konuşmalardır!. İlâhî isimlerin mânâları konuşulduğu zaman Hak'tan sözedilmiş olur.

hf

HAKK’I GÖRMEK

“BENİ GÖREN HAKK’I GÖRMÜŞTÜR!”

(Soru: Rasûllulah Efendimiz aleyhisselâmın "Beni gören hakkı görmüştür" açıklaması ışığında düşünerek Rasûlullah aleyhisselâmın Ruh-u Âzâm’ın mânâlarından sadece bir mânânın yeryüzünde açığa çıktığı mahal olmasını nasıl düşünelim açabilir misiniz?...)

Hz. Muhammed aleyhisselâm, “BENİ” derken, aslında beden boyutunu kastetmiyor… Kendisinde açığa çıkan Esmâ boyutuna işaret ediyor!.

hf

“GÖRMEDİĞİM ALLAH’A İBADET ETMEM!”

“Görmediğim Allah`a ibadet etmem” diyor, Hz. Ali...

Sahabeden bir başka Zât da:

“Hiç bir şey görmem ki o gördüğüm şeyden evvel Allah`ı görmüş olmayayım.” diyor. Yani önce “Allah”ı görürüm; sonra “O”nu, o sûrete bürünmüş olarak kabul ederim!.

Diğer bir ifadeyle; Önce O şeyin “nefs”ini, sonra da büründüğü sûreti görürüm... diyor.

O”, herşeydir!. Her şey, “O”nun ef`al mertebesindeki görüntüsüdür...

Esmâ mertebesinde ise; sırf mânâlar söz konusudur... Madde veya mikrodalga yahut ışınsal kökenli varlıklar burada bahis konusu değildir!. Burası vahdet mertebesidir...

Vâhidiyet, varlığın, TEK varlığın, kendini bilmesidir!. Sıfat mertebesidir.. Burası; Ceberrût Âlemi`dir.

hf

HER BİRİMİN VE ZERRENİN HAKİKATİ,

“O”!

Hak” ismi ile kastettiğimiz varlık, her zerrede, her “zerre” adı altında tümüyle; yani, zâtıyla, sıfatı dediğimiz benliği hüviyeti ile ve bu benliği hüviyetine ait sayısız mânâlar ve bu mânâların bir kısmının isimleri olan Esmâ-ül Hüsnâ ile ve bu mânâların ortaya çıkışı demek olan, Ef’al mertebesi hâli mevcuttur...

Kısacası, her “zerre, Hak’kın varlığı dışında hiçbir şeye sahip değildir!.

Bu böyle tahta, taş, hayvan, nebat, gaz, dünya, yıldız, galaksi, kara delik veya boşluk gibi hangi isimle neyi kastedersek edelim, bu isimlerin müsemması olan varlık ancak ve ancak “Hak” kın varlığıdır!.. İsimlerin müsemmasında, Hak’tan gayrına ait hiçbir varlık kesinlikle mevcut değildir.

hf

Her "insan" ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hak'tır!

hf

Evet...

O!...

Her birimin ve zerrenin Hakikati; özündeki Rabbi, Melîki, İlâhı (Ulûhiyet mertebesinin özelliklerinin, yani sıfat ve esmâ mertebesinin olduğu boyut) olan, O!.

Gerçekte, vehmî (var sandığın) benliğinin ardındaki gerçek, O!.

Tanıyamaman yüzünden cehennem yangınlarını şimdiden yaşadığın; O!.

Bilgisizliğin yüzünden hayâlinde yarattığın tanrıya tapınarak şirke düştüğün; bundan dolayı da mahrum kalıp hüsrana uğrayacağın; oysa özündeki, O!.

Gökte ararken, sırrında, gizli derûnunda ve daha da içerinde erebileceğin, O!.

Algılamakta olduğun her ŞEYin hakikatinde olan, O!.

Fark ettiğinde, benlik dağını paramparça edip, “yok”luğunu, aslında hiç “var” olmamışlığını hissettirecek, O!.

İnsan “ismi anılan bir şey değilken, yok iken”, kendi özellikleriyle varlığa çıkartıp; sonra tekrar “yok”luğumu fark ettirip; sonra tekrar bu gerçeği bilmiş olarak yaşatırken; bunun hakkını verememenin cehennemini ebediyen yaşatacak olan, O!.

Sana, “ben” kelimesi ile işâret ettiğin varlık dağını paramparça edecek sırra işaret ettiği halde; farkındalığı da açığa çıkarmayan; bunun a’mâlığı ile dünyanı değiştirtecek olan, O!.

Gel dostum; yarın her şeyinle terk edeceğin bu dünyanın, ölümle uyandığında senin için hiçbir anlam taşımayacak işleriyle kafanı bu kadar yorma!. Sonsuzlukta süregidecek yaşamın için bir şeyler yap!..

Sana, Hakikatinin ne olduğunu ve özelliklerini bildirmek için inzâl olmuş (gökten inmiş(!) değil), SIRLAR Kitabı Yüce Kur'ân’ı anlamak için biraz zaman ayır kendine!.. Allah Rasûlü sana ne getirmiş, niye getirmiş bunu sorgula!.

Sonradan pişmanlık asla sana yarar sağlamayacak; elinden kaçırdığın devlet kuşunu bir daha kesinlikle yakalayamayacaksın!.

Sana, sensiz, “Sen”dekini anlatan bu Muhteşem Kitap’taki bilgileri ve onu sana ileten Allah Rasulü ve son Nebî Muhammed Mustafa aleyhiselâmı değerlendiremezsen, bil ki sonun sükûtu hayâl ve hüsran olacaktır!.

Zirâ ölünce (boyut değiştirince) göreceksin ki, var sandığın “tanrı” meğer hiç var olmamış!.

hf

HAK,

HER ZERREDE AYNI ÖLÇÜDE ZÂHİRDİR!

Deccal, Müslümanlar dışındakilere İsa’yı yollayan “baba” olarak kendini tanıtırken: Müslümanlara da kendini “HAK” olarak tanıtacak ve “Varlığımda tapındığınız haktan başka bir şey yoktur. Ben Hakkım. Burada size zâhir oluyorum. Bana secde etmeyen hakkı inkâr etmiş olur” gibi fikirlerle ortaya çıkarak onları kendine tâbi kılmaya çalışacaktır!.

Oysa kesinlikle bildirilmiştir ki “TANRI YOKTUR! TANRI’lık KAVRAMI” geçersizdir!... Hak, her zerre de aynı ölçüde zâhirdir!. Yalnızca bir birimin, kendisinin Hak olduğunu iddia ederek başkalarını kendine secde ettirmeye kalkışması, akı kara, karayı ak göstermek yani deccaliyettir; bâtıldır; kandırmacadır!.

Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut bulmuşlardır!.

hf

“EŞYA”NIN HAKİKATİ

 

Eşyanın hakikatı”, görüp bildiğim her şeyin hakikatı demektir ki; bu da en dar görüşlü insanın bile anlayacağı şekilde, görülenin ardındaki gerçek, demektir!.

Nedir eşyanın ardındaki hakikat?.. Ki, biz ondan perdeliyiz..?

Eşyayı, zulmet perdeleri dolayısıyla görmekteyiz!.

Zulmet perdelerinden kurtulunca, eşyanın ardındaki hakikatı görürüz ki, o da, Allah İsimlerinin mânâlarıdır. Ki aynı zamanda işte bunlar da Nur perdeleridir!

hf

İNSANIN

KENDİ HAKİKATİNİ GÖRMESİNE ENGEL OLAN,

 GÖZBEBEĞİDİR

Sakın aynada gördüğünüze aldanmayın!.

İnsanın kendi hakikatını görmesine-anlamasına en büyük engel, gözbebeğidir!

hf

ZÂHİR GÖZÜYLE GÖRDÜĞÜNE

“HAK” DİYEMEZSİN!

Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde verilecek isim, "halk" ismi olur. Sınırsız müşahede söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim "Hak" olur. Zâhir gözüyle, "Hak"kı görmek muhaldir! Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir gözü mutlak olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle gördüğüne "Hak" diyemezsin, "halk" demek mecburiyetindesin!.. Çünkü, sınırlı olarak müşahede ettiğin her şey terkiptir ve "halk" ismine bağlanır!..

Allah'ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin. Bâtın gözü ile müşahede edebilirsin derken, ne demek istediğim anlaşıldı mı?

Zâhir isminin de mânâsı, Bâtın isminin de mânâsı Allah'a aittir!.. Fakat Allah'ı zâhirde görüyorum diyemezsin! Çünkü “zâhir” dediğin âlem, kısıtlılık âlemidir! Neye göre?.. Senin görme boyutuna, görme işlevini yapan nesnene göre!.. Çünkü görme dediğin fiil, göz aracına bağlı değil mi; beyne bağlı değil mi?

Dolayısıyla, bu mahaller de, Hakkın zâhir ismi yönünden, her ne kadar Hak ise de; nihâyet belli bir terkip, belli bir kâbiliyet ile kayıtlıdır. Kayıtlı varlık, kayıtsız varlığı göremez!.. Kayıtlı varlık kayıtlı varlığı görebilir!

Kayıtlı varlığın, kayıtlı varlığı müşahedesi dolayısıyla da ben "Allah'ı görüyorum" diyemezsin! "Ben Allah'taki mânâlardan meydana gelen âlemi müşahede ediyorum" diyebilirsin!

hf

HAKİKAT’İ GÖRMENİN YOLU

Yaşamdaki-varlıktaki hakikati görmenin yolu; daima, şuur boyutunda Tek'ten çok'a bakışla mümkündür!

hf

HER İNSAN

ÖLDÜĞÜ ZAMAN “HAKİKAT” İ GÖRÜR!

"Her insan öldüğü zaman hakikati görür"den murad, kendindeki ilâhi varlığı müşahede eder demektir!.. Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen, dünyadaki yaşantısında, o ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.

hf

 

HAK GÖZÜYLE BAKAN

Beşer gözüyle bakan, hayrı ve şerri; Hak gözüyle bakan, sonsuz kemâli seyreder!.

hf

KESRET ÂLEMİNDE

HAKK’A NAZAR ETMEK İSTİYORSAN EĞER…

Kesret âlemi içinde bir birim Hakk’a nazar etmek istiyorsa, bu Hakk’ı bir sûrette görmek şartıyla olur... Ancak hemen hatırlatmak gerek ki, görülen sûretteki mânâ Hakk’ın esmâsındandır! Ve o mânâ idrâk edilmek sûretiyle “Vechullah” görülmüş olur ki, bu da kalb gözüyle denilen bir biçimde gerçekleşir.

Yoksa zâhir gözün gördüğü maddî sûret ile Hakk’ı görüyorum sanmak çok büyük câhillik ve gaflettir!

Bunun ötesinde her bir mahâl, o mahâlli oluşturan sûreti meydana getiren “mânâ sûretinin” yâni esmâ-i ilâhi’nin varlığıdır... Bu esmâ baş gözüyle değil gönül gözüyle yânî basîretle görülür ve seyredilir...

Ama, akıl şâyet başgözüne tâbi olur, şartlanmaları istikametinde gördüklerini değerlendirir ise, asla “Hak” görülemez...

hf

BASİRETİNLE BAKARSAN, HAK SANA

AÇIK AÇIK YÜZÜNÜ GÖSTERMEKTEDİR…

ÖTEDE DEĞİL; KARŞINDA!

Kâmil insanda görülen hitap eden kimdir?...

Sûretten ve makamdan münezzeh olarak onda gören söyleyen, Hak’tır.

hf

Evet, şimdi bir aşama daha ileri götürüyor açıklamasıyla Hazreti Rasûlullah bizi:

"Rabbimi genç bir delikanlı sûretinde gördüm!".

Delikanlılık, insan bedeninin en olgun, en kemâle çıkmış zirve hâlidir. O delikanlılık devresinden sonra, beden tükenişe geçer. Sıfır yaştan 18-20 yaşına kadar olan devrede tam zirveye erişilir; ondan sonra hücreler yıkılmağa başlar!. Yıkılış tabîi daha ağır gidiyor, onun için bedenin yaşamı daha değişik oluyor.

Şimdi, görülen o kemâl sûret, Rabb`in sûrete bürünmüş hâli.. O sûrete bürünmüş hâlinde ben Rabbı`mı gördüm demektir. En güzel hâlinde gördüm demektir.

Burada “Rabbım” dediği, "nefs"`idir; ama birimsel bedenin "nefs"i değil; mutlak mânâda "nefs"i!.. Yani, "nefs-i küll" denilen...

Peki, kendi "nefs"i ile karşısındaki "nefs"i aslında aynı şey değil mi ; "nefs" mertebesinde?..

Dikkatinizi çekiyorum!..

"Nefs" mertebesinde "Nefs", Tek`tir!.

Nevzad`ın "nefs"i, Hulûsi`nin "nefs"i, vs. diye ayrı ayrı "nefs"ler yoktur, gerçekte!. Ayrı ayrı "nefs"ler sözkonusu değildir hakikatta!.

"Nefs" boyutuna geldiğin zaman "nefs" Tek`tir!.

İşte bu sebepledir ki, "Rabbimi gördüm" sözü, "nefsimi gördüm” gibidir!. Ve bu konuya daha da açıklık getiriyor, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Rabbımı gördüm" derken.

 Bir başka zaman da buyuruyor ki Rasûlullah Aleyhisselâm :

"Beni gören Hakk'`ı görmüştür!.

Tabii, perdeli olanlar, Musa ümmetinin meşrebinde olanlar, "Beni gören, Hak sözü söyleyen kişiyi görmüştür", diye bunu te’vil ederek; uzaklaştırıyorlar gerçeği arayanları, hedeflerinden

Aslında mesele gayet açık...

"Beni gören Hakk’ı görmüştür" diyor.

Neden?..

Çünkü, "Ben"i gören Hakk’ı görmüştür" derken; kendisi, "nefs"ini tanımış; her türlü huylardan, şartlanmalardan, kendini beden olarak sanma hâlinden arınmış; "nefs"i ile "vicdanı" ile yaşamaya başlamış; dolayısıyla da "Beni gören Hakk’ı görmüştür" diyor!.

"NEFS" olarak kendini tanıyan için, beden hiçbir şey ifade etmiyorsa, o, Hz. İsa Aleyhisselâm gibi "Benim bedenime dilediğinizi yapınız!.." der!. "Bedene yapılan hiç bir şey beni ilgilendirmez", der!. Bedenden kopukluğunu yaşar. "Sizin huylarınız, âdetleriniz, örfleriniz, ananeleriniz, değer yargılarınız bilinç boyutunda değersizdir" der ve ilâve eder İSA (a.s) gibi:

"Bunlar insanca düşüncelerdir"!.

 Bilinç, bu mertebede kendini tanıdığı zaman, "nefs" olarak özüne ermiştir!.

Ama sen, gene de O`na insanca bakarsan; beşer duyularıyla O`na bakarsan, orada sadece o sûreti görürsün!. Ama basiretinle bakarsan, orada Hak, sana açık açık yüzünü göstermektedir. Ötede değil, karşında!.

"Beni gören Hakk`ı görmüştür" diyor. Eğer göremiyorsan... Eee... O zaman;

"Dünya`da ama olan, Âhirette de â’mâ olur"

diyor, Âyet.

Dünya yaşamında "nefs"ini tanıyamamışsan; basiretin gereklerini yerine getirememişsen, Hakikata karşı bu dünyada a’mâ oluşun gibi, öldükten sonraki yaşamında da a’mâ olarak kalırsın!.

İşte bu, zâhiri göreni gözlerin körlüğü değil, Hakk’ı görecek basiretinin kör olmasıdır, deniyor ve ilâve ediliyor:

"Her ne hâl üzere yaşarsanız, o hâl ile ölürsünüz ve ne hâl ile ölürseniz o hâl ile dirilirsiniz".

 Yani, büyün yaşamın bu körlükle geçecek; son anda sana birisi hokkabaz değneği ile dokunacak, bir anda senin gözün açılacak; böyle bir olay yok!...

Yaşamın körlük üzere gitmişse, ölümün de körlük üzeredir!. Ondan sonraki yaşamın da tamamen kör olarak gider... Kör, sağır, şaşkın olarak ortalıkta dolaşırsın. Bu gün dolaşanlar gibi...

Eğer bu günden gözün açılıyorsa, basiretin açılıyorsa, o zaman bu günden ayıksındır, uyku hükmü, senin için bitmiştir. Ve bugünden itibaren de, Hakk`ı ve “Hakikat”i görmeye başlarsın.

hf

HAKK’I GÖRMEKTEN PERDELİ OLAN,

CEVABI OLMAYAN SAYISIZ SUALLER ARASINDA

BOCALAR DURUR!

"-Ya Gavs-ı Â'zâm, beni gören sualden müstağni olur her hâlinde; görmeyen ise faydalanamaz sualden, o da işin kâliyle perdelenmiştir!"

Ayn-el yakîn hâline geçip, direkt olarak Hakk'ı müşâhede eden her şeyin hakikatını ve dolayısıyla sırrını çözer. Böyle olunca da sualleri biter. Çünkü bütün suallerin gerçek TEK cevabına ermiştir

Ne, neden, niçin, nasıl, hangi hikmete dayalı olup bitmektedir, bunların hepsinin de cevabını alır. Çünkü o, ana müsebbibi açık seçik görmekte, neyin ne sebeble oluştuğu sistemine vâkıf olmaktadır. Buna karşılık;

Hakk'ı görmekten perdeli olan ise, dalgalı bir denizde, kalasa tutunup da dalgaların arasında bir oraya bir buraya savrulan kimse gibi, cevabı olmayan sayısız sorular arasında bocalar durur.

"Kâl", yani lâflamakla vakit geçiren kişinin, sistemli ve derin düşünceyle çözülebilecek gerçeklere ermesi imkânsızdır.

hf

“HAKİKAT” VE “ŞERİAT”

“İNSAN”IN

“HAKİKAT”İNDEKİ MERTEBELERLE İLİŞKİSİ….

ŞERİAT, “SİSTEM”;

HAKİKAT,

“SİSTEM”İN UYGULANMASIDIR!

ŞERİATI İNKÂR EDEN,

“HAKİKAT”İ İNKÂR ETMİŞ OLUR…

Şeriat ve hakikat ayrı iki şey değildir..

Birisi sistemdir, ikincisi ise sistemin uygulanması.

Dolayısıyla, şeriatı inkâr eden, aynıyla hakikatı inkâr etmiş olur! Çünkü şeriat, hakikatın fiiler mertebesindeki adıdır!.

Şeriat, hakikat esasları üzerine bina edilmiş, hakikatın gerekleri üzerine düzenlenmiş fiillerden ibarettir...

İş böyle olduğu zaman, kim ki şeriatı inkâr eder, o kimse “hakikat”in ne olduğunu bilmeyenlerdendir! Çünkü şeriat aynıyla hakikat temeline dayanarak bina olmuştur!. Hattâ, şeriat adı kalkar, şeriat adı kalktığı zaman varolan hakikattır ve hakikatın fiilleri, şeriatın gereği olan fiillerse, gene aynıyla şeriattır!.

Yani netice olarak kim ki şeriattan bir hususu reddeder veya inkâr eder, o hakikatı redddetmiş veya inkâr etmiş olur.

Bizim ef’al mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller hakikata dayanır.

Hakikat” dediğimiz şey, Hak’kın varlığı ve onda mevcùd olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden meydana geliyor!” deriz...

Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı-duyguları-şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!.

Alışkanlıklar-şartlanmalar-tabiat-duygular dediğimiz şey ise; tabii hükmüyle ortaya çıkması halinde ilâhi emirlere ters düşer!. İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yani Hak’kın belli isim terkibi-mânâları içinde kalması dolayısıyladır… Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.

hf

İNSANLIĞIN ÖNDERİ,

“MUTLAK HAKİKAT”E DİKKATLERİ ÇEKEREK,

İNSANLARI UYARMIŞ VE BU GERÇEĞİ

 İDRÂK EDİP GEREĞİNİ YAŞAMALARINI İSTEMİŞTİR

-Pardon Elf, lütfen mâzur gör, şurayı anlayamadım...

TEK, nasıl oluyor da çok boyutlu çokluğu meydana getiriyor?.

-Elbette mâzursun Cem! Beş duyu blokajlı ilkel beyinler arasında şu düzeyde düşünebilmen bile çok büyük bir olay! Elbette mâzursun!

TEK, bilincinde, sayısız mânâlar ve oluşlar geçirmiş; ve bunları bilincinde geçirmesiyle birlikte de, boyutlar ve boyutların seyredicileri olarak algılamıştır!

Zîra, her boyut ve o boyutun varlıkları, ancak gene o boyutun algılayıcı varlıkları tarafından seyredilebilir...

Ama, o seyredicilerde seyreden de gene O TEK bilinçtir!

Dolayısıyla da var olan yegâne mevcut TEK'tir!

Zaten sizin önderiniz olan kişi de insanları bu konuda uyarmış ve

"Sakın boş yere tanrılara tapınarak ömrünüzü hebâ etmeyin! Tanrı yoktur, ilâh yoktur!. Dolayısıyla, tanrılık mefhumu da yoktur!

Yegâne var olan TEK'tir, yani "AHAD"dır, "ALLAH"tır" diyerek bu mutlak gerçeğe dikkatlerinizi yöneltmek istemiştir!

Cem'in kafası biraz daha bulandı, karıştı!...

İslâm'ın Tanrı anlayışını hiç böyle düşünmemişti, bugüne kadar!

Çeşitli şekillerde ve yapılarda bir çok tanrı yok; bir tane tanrı var; onun da adı Allah'tır; gibi düşünmüştü bugüne dek!

Oysa Elf, ona şimdiye kadar kimsenin böylesine açık bir şekilde anlatmadığı bir gerçeği vurguluyordu:

"Tanrı yoktur! Tanrılık kavramı yoktur"!

"ALLAH", mevcut olan TEK vücûttur! AHAD'dır!

Hemen aklına İslâm’ın kutsal kitabındaki "İhlâs" sûresi geldi... ne diyordu...

"ALLAH Ahad'dır... TEK'tir... O'na, ne bir şey girer ne de Ondan bir şey çıkar... Ne O, bir şeyden meydana gelmiş, ne de O'dan meydana gelmiş ikinci bir şey vardır! O'nun misli, dengi, benzeri de mevcut değildir, TEK'tir!."

-Elf, hiç bugüne kadar "ALLAH"ı bu mânâda düşünmemiştim! Ne kadar değişik bir yaklaşım bu!

-Cem, sizin, bu konudaki Önderinizin açıklamalarından hiç haberiniz yok!

Siz hâlâ, geçmiş "tek tanrılı" topluluklar düzeyinin ilkelliği içinde yaşıyorsunuz!

Önderiniz, dünyaya gelmiş geçmiş en üstün değerlendirme ve gerçekleri açıklama gücüne ve yetisine sahip, birim olmasına rağmen; çok üzücüdür ki sizler O'nu hiç anlayamamışsınız!

O, size evrensel bir gerçeği açıklamış ve buna göre o gerçeği idrâk edip yaşamanızı istemişken, maalesef sizler hâlâ binlerle asırdır devam edegelen "tek tanrı" anlayışı içinde yaşamınızı sürdürüyorsunuz...

Konunun şeklinde ve taklidinde dalgalanıp duruyorsunuz...

Anlamıyorsunuz, düşünemiyorsunuz "Tanrı-İlâh yoktur, sadece ALLAH vardır" mesajının mânâsını!

Ve dolayısıyla da bu ömür sermayesi böylece uçup gidiyor elinizden!.

-Elf yemin ederim ki, beynim içinde sanki binlerle bomba patlamış da hurdahaş olmuşum gibi!  Sana da mâlûmdur ya!

Bilemiyorum ne diyeceğimi ve nasıl bir sistem oluşturacağımı... Sayısız sual çıkıyor bir anda...

MÂdem, bir Tanrı bir ilâh yok, -ki İslâm Dini’nin ilk esası da buna iman etmek- öyle ise bunca ibadet niye?. Kime?. Niçin?.

Offf! Kafam duracak neredeyse! Eğer bu şoku atlatabilirsem bravo bana!.

-Atlatırsın, atlatırsın! Zaten başka çaren de yok! Sizin tâbirinizle, ya bu deveyi güdeceksin, ya bu deveyi güdeceksin!

Değil mi ki gerçeğe tâlip oldun, onu elde etmenin sıkıntılarına da göğüs gereceksin ki huzur ve saadetine de eresin!

-Peki, lûtfen söyler misin o zaman, Allah'ın bir tanrı olmadığını açıklayan kişi, niçin ibadet adı altında bir çok fiilden sözetmiş!

Tanrı varolmadığına göre, kime ve niye ibadet edilsin?.

Tanrı varolmadığına göre, tanrılık kavramı da yoktur elbette!

Öyle ise, dindeki ibadetler niye?.

hf

“HAKİKAT”İN ECEL ANINDA

VEYA ÖLDÜKTEN SONRA YAŞANMASI

MÜMKÜN DEĞİLDİR!

Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir!.

hf

GEMİ, “ŞERİAT”TIR... DENİZ “HAKİKAT”!

 “RUH”UNUN ENERJİ İHTİYACINI(“NUR”UNU)

İBADETLERLE ELDE EDEBİLİRSİN ANCAK!

Gemi Şeriattır.. Deniz Hakikattır..

“Şeriat” demek; işin zâhir plânı demektir. İşin zâhiri ile oyalanmak, zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir.

"Hakikat" hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zâhir gözüyle ötede bir yerde göreceği bir şey değildir!.

"Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikatı idrâk ettim, artık bundan sonra ben ibadet etmiyorum!. Ne yukarıda bir tanrı var ve ne de ibadete ihtiyacı olan bir varlığım." diyerek bir kişinin ibadetleri terketmesi hoş görülebilir mi?.. Bu hali yerinde midir?..  Yaptığı bu iş doğru mudur?..

Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.

Bir çokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin davranışlarını da kabul etmezler. Meselâ, derseniz ki; hakikata ermiş bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendî, İmam Gazalî, Muhyiddin Arabî, Hacı Bektaş Veli gibi zevâtın hiç biri de ibadetlerini terketmemişlerdir. Hemen buna kılıf takıp, onlar örnek kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.

Oysa "ibadet" adı verilen bu çalışmalar, Allah'ın esmâ ve sıfatını izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrâk edemezler.

"ALLAH'IN SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞİKLİK OLMAZ"

Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını karşılamak için yemek - içmek zorunda ise; "RUH" dediğimiz "Halogramik dalga bedenimiz" de enerji ihtiyacını yani "nur"unu, “ibadet” denilen beyin çalışmaları sonucu elde eder. Şayet bu çalışmaları ihmal ederseniz, "nur"unuz, yani ölümötesi yaşam bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de hiç hoşlanmayacağınız, size azap verecek şartlar içinde hapis kalırsınız.

Hakikatı yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına devam ederken, yaşadığı halin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar sonucu nasıl yiyip içmeğe devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip-içişi nasıl hakikatı yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin ihtiyacı için de o ibadetlere devam etmek zorundadır!. Aksi takdirde, hakikatı ne kadar bilirse bilsin, o enerji ya da "nur" eksikliğinin sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır!.

hf

“HAKİKAT”,

“ZÂHİR”İN TA KENDİSİDİR!

DÜNYADA VE YAŞANILAN FİİLLER ÂLEMİNDE

 AYNEN MEVCUTTUR!

Esasen, "hakikat", şuur boyutunda yaşanan bir şeydir!. Her boyut kendi varoluş sistem ve kuralına göre yaşanır. Gerçekten hakikata ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir durum değildir.

Bu sebeple de, eğer bir kişi de bu tür eksiklikler görülürse, genellikle onun henüz tam anlamıyla hakikata ermemiş olduğu, olaya kulaktan dolma kuru bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür!.

Zirâ, hakikatta, şeriata ters düşen bir durum görülmez!.

"Hakikat" hakkel yakîn yaşanacak bir mevzudur. Birimin zahir gözüyle ötede bir yerde göreceği bir şey değildir!.

Şurada bu ilâhî isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor. Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkib halinde aşikâre çıkışından başka bir şey değil!. Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor, diyeceğiz.

Fiîli görme düzeyinde kalırsak, bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor, diyeceğiz!.

Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, bu isimlerin mânâları bu şekilde âşikâre çıkıyor diyeceğiz.

Kendimize baktığımızda ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının "Ben" kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin mânâlarından başka bir şey olmadığını, "Hak" olduğunu idrâk etmekle birlikte; bu mânâların bir terkip şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, "canım istedi" dediğin şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir şey olmadığını müşahede ederek, tabiâtını ilahi emirler istikametinde bastırıp bâtınında "Hak" olarak yaşayacaksın!

Hakk’ı müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının "Hak" olduğunu müşahede edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyül kalmayacak!.

Ancak “Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin manâlarının bir terkib halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının istikâmetindeki hareketleri terk edeceksin!. Alışkanlıkları terkedeceksin!. Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin!. Kendi hakikatına bakabilmek için!.

Daha evvelki sohbetlerimizin birinde, ”din, hakikatın zâhire çıkması hâlinde verilen isimdir” dedik. Ve ilâhi hükümlerin; hakikatın gereği ve zarureti olan hükümler olduğunu ifade ettik. Ve dedik ki;

Kim ilâhi hükümlerden bir hükmü veya Rasùlullah’ın bildirdiği hükümlerden bir hükmü reddederse, o reddettiği hükümle, hakikatı reddetmiş olur!

Öyleyse “hakikat” denilen şey, ilâhi hükümlerden tebliğ edilenlerden ayrı bir şey olmadığı gibi; “hakikat” da “zâhir” denilen şeyin ta kendisi olup; aynı şekilde Dünya’nın ve yaşanılan fiiller âleminin ta kendisidir! Yani,”Hakikat”, hakikat mertebesinde mevcuttur değil; ”Hakikat”, esmâ ve efal mertebesinde de aynen mevcuttur! Ancak müşahede edenin perdeli olması hâli dolayısıyladır ki; hakikat, efal mertebesinde müşahede edilemez!

hf

GERÇEĞİ GÖRME ŞANSIN

İnsan, hayâlleriyle kozasını örer; sükûtu hayâl ile gerçeği görme şansını elde eder; bunu değerlendirirse de kozası biraz daha delinmiş olur!.

hf

Objektif bakmadıkça, gerçeği göremezsin; şartlanmalarından arınmadıkça objektif bakamazsın!.

hf

GERÇEĞİ İDRAK

Gerçeği idrâk ederek, "insan"lık ve "halife"lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve TAKLİDLE HAKİKATE varılmaz!.

hf

Seyr, Gerçeği idrâkla başlar.

hf

İnsanlığın yolu, gerçekleri görebilmek, kabullenebilmek ve hazmedebilmekten geçer!.

hf

Kendini aldatmak mı, gerçeği yaşamak mı daha iyidir sence?.

hf

HAYATIN GERÇEĞİ

Hayatın, hayâl desteği; sükûtu hayâl ise gerçeğidir!.

hf

Hayâllerle ördüğün kozanın dışındaki gerçekleri araştırmazsan, bil ki yarın seni pek çok sükûtu hayâl beklemekte!.

hf

HERKESİN GERÇEĞİ

Herkesin gerçeği, onun idrâkinin eriştiği kadarıdır!.

hf

GERÇEK

GÖRESELLİK KABUL ETMEZ

Göresel olan, gerçek değildir... Gerçek, göresellik kabûl etmez!..

hf

GERÇEK, HEP AYNI …

Gerçek, hep aynı gerçek!.

Değişen sadece, duyan- gören- bilen ve idrâk edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir.

hf

DEĞİŞEN, GERÇEK DEĞİLDİR

Gerçekler değişmez!. Değişenler ise, gerçek değildir.

hf

YAŞAMINI GERÇEKLER ÜZERİNE KUR Kİ…

Yaşamını "ZAN" üzerine değil; kesin gerçekler üzerine kur ki, pişman olmayasın!..

hf

Zanlarınızdan arınmadıkça, gerçeğe erişmeniz mümkün değildir.

hf

Misâli, gerçek sanma!..

hf

GERÇEĞE OLAN UZAKLIĞINIZ

Yaptıklarınızın gerçek sebebini bilemiyorsanız, bu, ‘’Gerçeğe’’ olan uzaklığınızdandır.

hf

“HAKİKATİ”Nİ (“ÖZ”ÜNÜ) İDRÂK EDİP

HİSSETMİŞ OLSAN DA YİNE DE

BEDEN VE RUH BOYUTUNUN ŞARTLARINA GÖRE

YAŞAMINA YÖN VERMELİSİN!

Aslı, “Hû”… Nesli de “Hû”… Ancak, varlığın Özünde işlemekte olan bir  “Sistem”i fark etmemiz gerek… “Din” bunun için bildiriliyor (Bkz/ H / “Hû”)

hf

 “HAKİKAT”İ ZANNINDA ARAMA…

İLÂHİ HÜKÜMLER İSTİKAMETİNDE ARA!

Önce kelimeler, sonra şartlanmalar ve nihayet “var sandığın varlığınla” sen, hakikatı müşahededen perdelenirsin… Bu perdelenişinin altında da senin “zannın” yatmaktadır ki; zan hakikattan bir şey ifade etmez!

Hakikatı “zannında” aramıyacaksın; hakikatı, İlâhi hükümler istikametinde arayacaksın!

Ancak bu şekilde hakikatı müşahede edenlerden olursun! Çünkü Kurân‘da birçok yerde

Onlar ancak zanlarına tâbi oluyorlar; ZAN İSE HAK’TAN BİR ŞEY İFADE ETMEZ”(53-28) hükmü vardır.

hf

SAF GERÇEĞE

(“SİSTEM”İN GERÇEKLERİNE) ERMEK;

KENDİNİ “HAKİKATİ”NLE TANIYABİLMEN İÇİN

ALLAH AHLÂKI İLE AHLÂKLANMALISIN

Senin kendini, hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği yönünden harekete geçmen gerekir... Zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın!..

Tanıdığını iddia ediyorsan, bu tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın bir yönü olur!.

Hz.Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ne diyor…

“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız!.”

hf

Hayatta hiç bir konuya kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf gerçeği algılayabilmek için!.

Objektif ve global bakış açısı gereklidir, iyi değerlendirebilme yapmak için.

Bir yöreye, bir ülkeye, bir topluma GÖRE olan gerçeklerden değil, evrensel sistem içindeki yeri itibariyle o konuyu değerlendirmek önemlidir!.

Kozanızdan kurtulmak istiyorsanız, her şeyin hikmetini, oluş sistemini; hangi oluşların o şeyin olmasına yol açtığını düşünmeye çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın!.

Hikmete erdikçe, “Sistem”in öyle gerçeklerine yaklaşacak ve onları fark edeceksiniz ki, artık sınırlı ülke vatandaşı kişiliğiniz yanı sıra sınırsız evrensel gerçekler vatandaşı kişiliğine de yaklaşacaksınız!.

hf

SANA “HAKİKAT”IN İLMİ GELDİKTEN SONRA

ONLARIN ARZULARINA, HAYÂLLERİNE TÂBİ OLURSAN,

O ZAMAN ZÂLİMLERDEN OLURSUN!

Şimdi sen tut de ki:

- Canım nasıl olsa neticede iman ettik cennete gireceğiz, burada bildiğimiz gibi yaşayalım!.

Yaşıyorsun ama, her yaşadığın, attığın adımla, şuradaki 5 dakikalık, 5 senelik zevk için, oradaki sonsuz sürelerle kendini kayıtlıyorsun.

Bunu bırak; cennete girdin, ya cennetin içindeki cennet ehlinin arasındaki derece farkları!.

Eğer ki bir adam benim uçmak hoşuma gidiyor deyip de 30 saniyelik, 20 saniyelik düşüş zevki için kendini pencereden atsa, düşüp her tarafı kırılsa, sen bu adama -akıllı’ mı dersin?..

Demezsin!. Ama 5 senelik, 10 senelik dünya hayatı için, milyarlarca senelik geleceğini feda ediyorsun!.

Öyleyse bize düşen iş, bütün bunlardan ibret alıp, yiyip içip yaşayarak ömrü tüketmek değil; tabiatımızla mücadele etmek!.

Bu mücadeleyi etmediğimiz sürece kendimizi aldatmış oluruz.

Kim bu mücadeleye gerek yok, diyorsa, o maalesef kendini aldatanlardandır!. Terkîbi, onu o şekilde konuşturuyordur, o şekilde yaşatıyordur!

İlmi yoktur, câhildir; geleceğe ait gerçekleri bilmez; konuşur!.

Ve biz de bu ilim bu gerçek varken; buna rağmen, onlara tâbi olursak, kendi kendimizi helâka sürüklemiş oluruz, kendi amelimizle kendi azabımızı hazırlamış oluruz.

-SANA HAKİKATIN İLMİ GELDİKTEN SONRA ONLARIN ARZULARINA HAYÂLLERİNE TÂBİ OLURSAN, O ZAMAN ZÂLİMLERDEN OLURSUN!’ (Bakara-145)

Bizde Tasavvufun lâfında kalmış kişilerde, Yunus’un dizeleri dilden dile dolaşır. Yeriz, içeriz, zevk yaparız, arada biraz namaz kılarız, senede 1 ay oruç tutarız, ondan sonra kendimizi tasavvuf ehli sanıp, deyip dilimize dolarız.

"Cennet cennet dedikleri

 Birkaç köşkle birkaç hûri

 İsteyene ver sen onu,

 Bana seni gerek seni."

Acaba öbür tarafta "Cennet" ve "Cehennemin" dışında gidilecek üçüncü bir yer var mı?

Âhirete giden, kıyâmetten sonra iki yerden birinde olur muhakkak!.

Ya Cehennemde kalır, ya da Cennete gider!

Yani gidilecek yer, bu ikisidir!. Kim olursa olsun!.

En alt noktadaki kişiden, en yüce noktadaki kişiye kadar hepsi de mutlaka bu iki yerden birindedir!.

Senin Nebi’n Cennete gidecek; onun gittiği yeri beğenmiyorsan, ben orayı istemiyorum, diyorsan, ona bir diyeceğim yok!.

Yalnız cennet içinde yaşayanların yaşamları farklı olacak.

Ben Cennette çok daha iyi yaşam istiyorum. Cennette Hz. Rasûlullah’ın yaşamına ne ölçüde yaklaşabilirsem o ölçüde yaklaşabilmek istiyorum. Allah’ı en iyi tanıyanların tanımasıyla Allah’ı tanıyıp o şekilde Cennette yaşamak istiyorum dersen; başımın üstünde bu deyişin yeri var!.

Ama, bu mânâdan tamamıyla uzak bir şekilde, ben cenneti ne yapayım, ben Allah’ı istiyorum, demek saf bir hayâlden, aldanıştan, cehaletten başka bir şey değildir.

Çünkü, Cennet var, Cehennem var bir de Cennet ve Cehennemin ötesinde başka bir yerde Allah var; böyle bir anlayış tümüyle ham hayâldir!.

hf

EĞER İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ “SİSTEM”İN

UYGULANMASINI (“HAKİKAT”İ) KAVRADIYSAK

KENDİMİZE VE KARŞIMIZDAKİNE BAKIŞIMIZ

 NASIL OLMALI?

Karşımızdakine bakış açımız denince; karşımızdaki insan olsun, hayvan olsun, nebat olsun, ne olursa olsun, baktığımız mahalde mutlak olarak ilâhi mânâları müşahedeye gayret edeceğiz.

Karşımızda Ahmed'i, Hasan'ı, Ayhan'ı, Cemile'yi görmeyeceğiz!

“Burada, şu anda, bu isimler, şu bileşim halinde bu mânâyı dile getiriyor. Şurada bu ilâhî isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor. Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkip halinde aşikâre çıkışından başka bir şey değil!.. Bu isimler bu fiilleri ortaya koyuyor” diyeceğiz.

Fiîli görme düzeyinde kalırsak, ”bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor” diyeceğiz!..

Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, “bu isimlerin mânâları bu şekilde âşikâre çıkıyor” diyeceğiz.

Kendimize baktığımızda ise olay çok farklı olacak... Kendi varlığının "Ben" kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın isimlerin mânâlarından başka bir şey olmadığını, "Hak" olduğunu idrâk etmekle birlikte; bu mânâların bir terkib şeklinde, bu bedeni meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin, arzuların, "canım istedi" dediğin şeylerin, bedenin tabiatından ve alışkanlığından başka bir şey olmadığını müşahede ederek, tabiatını ilâhi emirler istikametinde bastırıp bâtınında "Hak" olarak yaşayacaksın!

Hakk’ı müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının "Hak" olduğunu müşahede edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyülü kalmayacak!..

Ancak “Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin mânâlarının bir terkib halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiatının istikametindeki hareketleri terk edeceksin!.. Alışkanlıkları terkedeceksin!.. Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin!.. Kendi hakikatına bakabilmek için....

hf

BEŞERİ KAYITLARLA KAYITLANMAK SURETİYLE

“HAKİKAT”İNE İSYAN ETME

Nefse zulmetme”nin mânâsı, nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet kemâline genişletmemendir.

Bu noktaya işaret eden Hz. Rasûlullah, bunun için:

"Allah ahlâkıyla ahlâklanın"

demiştir.

Âdem`le Havva`nın Cennette, Cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden kabul etmeye yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, hâliyle bazı özelliklerinin perdelenmesine yol açmıştır...

Bu hâl, Âdem`de belli bir idrâkı doğurmuş, ve bu perdelenme hali,

"Rabimiz biz nefislerimize zulmettik" (7-23)

demelerini getirmiştir...

 Âdem, rabbi olan esmâ terkibinin genişliği içinde hareket edemeyerek, beşerî kayıtlarla kayıtlanmak suretiyle hakikatına isyan etme durumuna düştü; ve sonra da bunun farkına vararak Nefsinin hakikatını yaşayamadığı için nefsine zulmetmekte olduğunu farketti ve bunun üzüntüsünü yaşadı.

hf

 “HAKİKATİ”Nİ KAYIT ALTINA ALMANIN YAŞAMI

 VE BU KAYITLARI KIRMANIN SONUCU…

Kişinin üzülmesine, sıkılmasına, azâp duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin kökeninde, kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiatı, ya huyları; yani, bunlarla kendi hakikatını kayıt altına alması yatmaktadır. Bu kayıtları kırabilirse, kendine azap veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; dünyada yaşarken cehennemden azad edilmişlerden, diye târif edilenlerden olacaktır!..

Aksi takdirde, dünyada yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azaplar çok çok uzun bir süre son bulmayacaktır.

hf

HAKİKATİNİ BİLEMEYİŞİN SONUCU OLAN

YAŞAM …

“HAYVANSAL YAŞAM”!

Ef`al âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.

Kendi hakikatini ve ölümötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, "hayvansal yaşam" dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle, bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...

hf

HAKK’I BİLMENE RAĞMEN

HÂLÂ TERKİBİ KAYITLARLA, TABİATIN HÜKMÜYLE VE

ALIŞKANLIKLARINLA YAŞIYORSAN…

Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı, duyguları, şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!..

Alışkanlıklar, şartlanmalar, tabiat, duygular dediğimiz şey ise, tabîi hükmüyle ortaya çıkması halinde, ilâhi emirlere ters düşer!.. İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yâni Hakk’ın belli isim terkibi, mânâları içinde kalması dolayısıyladır. Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.

hf

ALDATIŞ VE ALDANIŞIN SONUÇLARI

NASIL YAŞANACAK?

Bal yiyenler var…

Kavanozunu yalayanlar var…

Bal yiyenleri duyup, dedikodusuyla ömürlerini tüketenler var!.

Bal yiyenler, yemeye devam ediyorlar…

Kavanoz yalamanın bal yemek olduğunu sanıp; çevrelerindekileri de buna inandırmağa çalışan saf kişiler ile, bunlara inanan anlayışı sınırlılar var!.

Bal yiyenlerin dedikodusunun, kendilerine bir şey kazandıracağını sanan; ya da bu dedikoduyla kendini teselli ve tatmin edenler var…

Dünya dönmeye ve sırası gelen yeni boyutta yerini almaya devam ediyor.

Siz bunlardan hangi sınıftasınız; sorguladınız mı kendinizi?

Kendisini çevresine, ‘’keşif veya fetih ehli’’, “velî”, “uyarıcı”, “mehdi” gibi empoze eden körler, acaba yarın öte boyutta ne halde olacaklar?

Bu aldatış ve aldanışın sonuçları nasıl yaşanacaktır?.

hf

HAKİKATİN EDEBİ

Hakikatin edebi, hakikate sadâkattir.

hf

“HAK” OLARAK TAVSİYEDE BULUNMAK

Hak olarak tavsiyede bulunmak, esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmak demektir.

Esmâ mertebesinden tavsiyede bulunmanın mânâsı, ona kendi Rabbını idrâk ettirip bu idrâkının neticesi olan fiilleri ortaya koymasını söylemek demektir.

Ve nübüvvetin özünde yatan sırlardan bir tanesi de budur... Hak olarak, tavsiye etmek!. Senin üzerine, Hakk'ı tavsiye etmekten başka bir vazife yoktur, hükmü; din nasihattır, tavsiyedir hükmü bu noktalardan gelir!.

hf

HAKK’I TAVSİYE ETMEK,

“İSİMLER”İN DENGELİ OLARAK

ZÂHİRE ÇIKMASINI TAVSİYE ETMEKTİR

 “Hakkı tavsiye etmek”ten mânâ; senin karşındakine, bütün isimlerin hakkını dengeli olarak zâhire çıkarmasını tavsiye etmektir!. Yani, senin tavsiye edeceğin fiiller, neticede onu bu dengeli ortaya koyma haline sürükleyecektir.

hf

"HAKİKAT" MÜŞAHEDESİNDE URÛC

Hakikat müşahedesi yolunda, benlik duygusu yönünden mücahede şarttır; bedenin tabiatı yönünden mücahede şarttır; şartlanmalar yönünden mücahede şarttır.

Bütün bu mücahedelerin sonunda muvaffak olunur ise, o zaman kişi müşâhede mertebelerinde urûc’a başlar.

Önce melekût âleminin müşâhedesine kavuşur, kesret sırlarına âgâh olur; sonra da ceberût âlemine urûc edip, esmâ âleminin sırlarına erer, olabildiğince...

İşte İsimlerin işaret ettiği mânâların sırlarına erme hâlinde dahi Vâkıfîn’i bir mücahede beklemektedir… Ki o mücahede, esmâ perdesinden kurtulmaktır!

Vâkıfîn’in mücahedesi, daha öncekilerde olduğu gibi, bir şeye veya bir hedefe ulaşmak için olmayıp; isimlerin mânâlarını seyr hâliyle kayıtlanmamak içindir.

Çünkü esmâ seyri öyle bir şeydir ki, yutar içine de farkında bile olunmadan dalınır gidilir...

İşte bu durumda cehd gereklidir ki, Esmâdan Zât’a teveccüh edilsin!

Aksi halde sonsuz sayısız esmâ mânâlarında seyr devam eder gider...

Dolayısıyladır ki, Zât müşâhedesine kadar, mücahede gerekli olur.

hf

GERÇEĞE YÖNELTEN

Efendi odur ki, karşısındakine hizmeti vazife bilir ve onu gerçeğe yöneltir.

hf

GERÇEĞİN ÂLEMİNE...

Gerçeğin âlemine, ancak, samimiyet ve tefekkür kanatlarıyla uçulur.

hf

GERÇEK

VE SABIR...

Sabrı terketmeyen gerçeğe eremez!.

hf

Yol boyunca birçok merhaleler katedip, çeşitli makamlardan geçecek, sabrımız nisbetinde gerçeğe ereceğiz!

hf

GERÇEK İSTİKAMETİNDEKİ SÜRAT

Kişinin, ‘’Gerçek’’ istikâmetinde sürati, ferâgati nisbetindedir.

hf

EY İPEĞİN İÇİNDEKİ...

“HAKİKATİ”Nİ TANIYARAK KOZANI DELİP

KELEBEK OLUP UÇMAYA BAK!

“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrâk edebilmek ve her bir surette O’nun vechinin varolduğunu idrâk edebilmektir!.

Eğer biz bu idrâka gelirsek; ne Arab’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürd’ü hor görürüz, ne Alevi’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne herhangi bir birimi!.

Öyleyse bizim için “Allah’ın Halifesi olan insan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı-hürmeti göstermekle mükellefiz!

Aksi taktirde Allah’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu dünyadan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde-kozadan çıkamadan bu dünyadan geçmiş oluruz.

Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylıycak; ipek böceği misâli, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boylayacağız!

İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhalde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!

Öyleyse;

“Ey ipeğin içindeki!”…

 Kozanı delip, kelebek olup uçmaya bak… Aksi taktirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor! Gel sen aklını başına topla… Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör. Hz. Rasulullah’ın hitâbına kulak ver, O’nu değerlendirmeye çalış. Ebedi hayatını kurtarmaya bak!. Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için gerekli olan şeyler.

Ne Allah’ın sana ihtiyacı var...

Ne Allah Rasûlü’nün sana ihtiyacı var...

Ne Kurân’ın sana ihtiyacı var...

Ne de benim, sana ihtiyacım var!

Sen, sadece kendi geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek mecburiyetindesin!.

Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.

hf

KENDİ “HAKİKATİ”Nİ YAŞAMAK

İÇİN VEHMİN TERKİ ŞARTTIR

Hakikat, dünyada yaşanırken idrâk edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir!.

Allah`ta kendini yok etmek, yâni Fenâfillah, muhaldir!... İkinci bir varlık yoktur ki, o kendini Allah`da yok etsin!.

Vehmini terkedip kendi hakikatini tanımaktır esas olan!.

hf

HAKİKAT NURLARININ

NEFSİNDE ORTAYA ÇIKMASINI TALEP

İstiğfarda da bağışlamanın "Allah" indinden taleb edilmesi demek; beşerî kusurların örtülerek, hakikat nurlarının "nefs"inde ortaya çıkmasını taleb etmek demektir.

Kalem, bundan ötesini satırlara dökmeye yetmiyor. Bağışlayın. Elbette ârif olan anlayacaktır işaretimizi.

hf

BİLİNCİN VE BEDENİN ÜZERİNDE TASARRUFU OLAN

UYKU VE UYUKLAMASI OLMAYAN MERTEBELERİN

KUVVET VE KUDRETİNE SIĞINIP ONU

HAREKETE GEÇİREREK KENDİNDE AÇIĞA

ÇIKARABİLİR VE KORUNABİLİRSİN

Kişi korunmak istediğinde...

Dışarıya değil, içinden özündekine yönelir!...

Hakikatinden bilincine olan akışta çeşitli boyutlar-âlemler-mertebeler hâlinde Â’ma mertebesinden, Ahadiyyetten, Vahidiyetten Rahmaniyetten, Arştan, Rububiyetten, Ubûdiyetten bilinç(nefs) mertebesine kadar tüm mertebeler kişinin özünde mevcuttur!.

Tıpkı bedende hücreler boyutu, hücrelerin içinde genler boyutu, onun özünde proteinlerin, onun özünde moleküllerin, onun özünde atomların, onun özünde dalgaların, stringlerin olması gibi... Ve dahi her boyutun kendi özelliğine göre şuuru olması gibi... Algılayanın kapasitesine göre tespit ettiği mertebeler veya âlemler veya boyutlar diyebileceğimiz şekilde...

İşte kişi, korunma amacıyla bir duayı okurken, kendi hakikatinde bulunan “Allah” ismiyle işaret edilene ait bir mertebenin kuvvet ve kudretine sığınarak, onu harekete geçirerek kendisinde onu açığa çıkartmakta; böylece de, korunmak istediği varlığa karşı beyninden yaydığı dalgalarla bir korunma kalkanı oluşturmaktadır.

Meselâ “Âyet’el Kürsi”yi okurken, tanrı olmadığından, hakikatin olanın Hay ve Kayyum oluşundan; hakikatindeki o mertebenin asla gafleti yani uyku ya da uyuklaması olmadığından, O mertebenin (kürsî) senin semâvât yani tüm bilinç(nefs mertebelerin) ve arz (bedenin) üzerinde tasarrufu olduğunu düşünerek, “ALLAH”ın varlığındaki kuvvet ve kudretini açığa çıkartmayı niyaz ediyorsun!...

Ya da büyülere, cinlere, hasedçilere karşı korunma kalkanını oluşturmak için önerdiğimiz “DUA VE ZİKİR” kitabımızdaki “korunma” duaları ile, “FELÂK” ve “NÂS” sûrelerindeki duayı “eûzü birabbil felâk....”,eûzü bi rabbin nâs.....” diye okumaya başladığında kendi hakikatindeki, varlığını meydana getiren esmâ mertebesinin rubûbiyet kuvvetine sığınarak, onun seni korumasını talep ediyor; bu anlamda beyninden yaydığın dalgalarla, sana yönlendirilen menfi dalgalardan kendini korumaya çalışıyorsun. Ne anlatmak istediğimi anlamaya çalışın lütfen…

Artık bu konuda, bundan daha fazlasını açıklamak bizim için mümkün değildir.

Rab-Rubûbiyet konusunu ve insanın nasıl Allah isimleri bileşimi olduğu açıklamasını “İNSAN ve SIRLARI” kitabından okuyabilir arzu edenler.

 İşte Tüm korunma duaları bu mekanizmanın işleyişi bilinerek, ona göre gereken yönelimle yapılırsa muhakkak ki çok daha tesirli olur yaşamımızda.

“Allah” ismi ile işaret edilene, yani varlığını varlığıyla var edene iman, asla ötedeki varsayılan tanrı kavramına iman değildir bu yüzden!.

Hazreti Muhammed aleyhisselâmın açıkladığı “ALLAH”, gerçeğini anlamak, daha farkında olmadığımız sayısız hazinelerimizin anahtarıdır, meraklılar ve sorgulayanlar için.

 İş ki bu bize kolaylaştırılmış olsun!.

Ehli hakikat elbette anlattıklarımızın çok daha fevkini bilir...

hf

HAKİKATİ BİLME YOLU

NE ZAMAN AÇILIR?

"RAB" Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rubûbiyet ise ilahi isimler diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma özelliğidir.

Meseleyi bu şekilde anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin”, senin varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu ilâhî isimler, sende "bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla" âşikâre çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta kendisidir.

Evet sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.

Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikati tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve manâlar şeklinde tanırsın.

hf

“HAKİKAT”İNDEKİ

İLAHİ KUVVELERE SIĞINMAK

 “OKU”mak ise, geçerli olan sistemi (sünnetullah) algılayıp kavrayarak, bunun gereği olan DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞI ORTAYA KOYMAKTIR!.

İşte bu “kavrayış ve gereğini yerine getirmenin” adı, Kur’ân’da “İKRA”, dilimizde “OKU”maktır!.

İmdi!.

Bir kişi fark ederse ki, bilincinde açığa çıkan bir fikir, kendisini bir dış tanrıya veya objeye yönlendiriyor; ona bağlı, bağımlı hâle getiriyor, kendindekini değerlendirmek yerine; işte bu noktada, sapma tehlikesiyle yüz yüzedir, demektir.

Buna karşılık...

Eûzü B-illah...” uyarısı da, “Istaıynu B-illah” uyarısı da insanı, özündeki, ismi “Allah” olana yönlendirmek için bildirilmiştir!. Kişi, eğer bu uyarıları “OKU”yabilirse, görünmez varlıkların, onu, dış dünyası derinliklerinde kaybettirme çabalarından kurtarabilir, kendi hakikatindeki ilâhî kuvvelere sığınarak!.

OKU”yamazsa bu iki uyarıyı; bu defa da dış dünyasının bir objesi ve oyuncağı olarak, bedensellik denizinin dalgaları arasında bir oraya bir buraya savrularak ölümü bekler!.

Hakikatindeki ilahî kuvvelere sığınmak nedir; nasıl olur; sorusunun cevabına gelince...

İşte “KUL EÛZÜ....”ler!.

KUL”... Fark et, algıla, kavra, hisset ve sonunda dillendir ki...

Eûzü bi-rabbil felâk”... Bilincimin algılayamadığı karanlıkları yarıp beni aydınlığa çıkaran varlığımdaki rabbanî (esma) kuvveye sığınırım...

Min şerri mâ halek”... Yaratılmışların şerrinden...

Ve min şerri gâsikın izâ vekab”... Basan karanlık dolayısıyla algılayamadıklarımın şerrinden...

Ve min şerrin neffasâti fiylûkad”... Beyin dalgalarını iplikteki düğümlere yönlendirerek büyü oluşturanların şerrinden...

Ve min şerri hâsidin izâ hased”... Hased eden kem nazar sahiplerinin hasedlerinden...

Eûzü bi-rabbin nâs”... Sığınırım tüm insanların Rabbine, ki o varlığımın Hakikatidir!...

Melîkin nâs”... Tüm insanların hükmedicisine...

İlâhin nâs”... Tüm insanların hakikatinde yer alan İlâhiyet boyutuna...

Min şerril vesvâsil hannas”... En fark edilmez şekilde vesvese oluşturanın şerrinden..

Elleziy yuvesvisu fiy sudûrin nas”... Ki o, insanların sadrında (şuurunda, hakikatleri hakkında) vesvese oluşturur!

Minel cinneti ven nâs”... görünmeyen varlıklardan da olabilir insanlardan da bunu oluşturanlar..

Burada anlayabildiğimiz yönüyle ve kadarıyla bir çeviri yaptık KORUNMA Sûrelerine, konuya açıklık getirmek için.

Şimdi bunu topluca ele alalım... Önce Felâk Sûresi...

Varlığımı oluşturan Rubûbiyet mertebesindeki esmâ kuvvelerinin, yarıp açığa çıkarma özelliğine sığınırım, bana karanlıkta kalan hususlardan, algılayamadıklarımdan, üflemeyi oluşturan beyin dalgalarıyla bana büyü yapmak isteyenlerden ve üzerimdeki nimetlere hased eden kem nazarlardan....

Tam bir “zerre küllün aynasıdır” açıklama ve uygulaması mevcuttur Nâs Sûresinde...

Kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır”!.. Birinde tasarrufla bir milyarda tasarruf aynı şeydir!

Şöyle ki...

Tüm insanların hakikatini meydana getiren, varlığımdaki-(“B”)-Rubûbiyet boyutuna sığınırım; ki kendimdeki bu sığınma aynı zamanda otomatik olarak tüm insanlarda oluşmaktadır aynı anda!.. Aynı zamanda “Melîkiyet” mertebesine, ki tüm bilinçlerde hükmedendir O her an!.. Ve dahi tüm insanları kendi sıfat ve esmâsıyla yaratana (ilâha)... İnsanın şuurunda en sinsi şekilde vesveseler uyandırandan... Ki o vesveseler yüzünden insan derûnundaki Hakk’ı inkâr edip kendini et-kemikten ibaret olan bir insansı kabul edip hayvanî istek ve arzuları tatmin için yaşamak durumunda hisseder!.

Evet, bu yorum ve açıklamalar üzerinde biraz tefekkür edelim bakalım... Açıklamaya çalıştığımız şeyler acaba fark edilebilecek mi?

Kesin gerçek şu ki...

İllâ Bi-iznihi”!.

hf

“HAKİKAT”İNİ ANLADIĞIN ANDA,

MELEKÎ BOYUTTA KENDİNİ TANIMAYA BAŞLARSIN

 (Soru: Meleği tanımadan kendi hakikatini tanımak, idrâk etmek, ALLAH'ı kavramak mümkün değil, buyruluyor... Melek boyutunu tanımak ne demektir?..)

Kendini önce beden olarak tanırsın... Sonra idrâk edersin veya taklîden kabul edersin ki bir de ruhun varmış.... Bu, derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret” de denir.

Bunun da ötesine geçebilirse idrâkın... Tüm varlığın (elbette “ben” dediğin de buna dahil) asıl kökeni melekî boyutmuş; bunu farkedersin...

Bu boyutu farketmeden, anlamadan, idrâk etmeden, hissetmeden kendi hakikatini kavraman, hissetmen de kesinlikle mümkün değildir!... Hele ki ötesine geçmek!.

Bu gerçekleşmeden, ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!. Yani, taklîden yapılan konuşmalar!.

hf

İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Din’de ‘’Melekî yapı’’ olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte bir melekî yapı ve özellikler toplamıdır... İnsan kendi hakikatini anladığı anda melekî boyutta kendini tanımaya başlar...

Tasavvuftan amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...

Kişi kendi özüne doğru olan bu yolculuğu yapmazsa, Cennet ortamının melekî varlığı olmak yerine ruh boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır.

hf

“HAKİKAT” YAŞAMI

“MARDİYE NEFS” BİLİNCİNİN ERİŞTİĞİ MERTEBEDE

HAKK’EL YAK’İN SONUCU YAŞANIR;

FETH” SAHİPLERİNCE!

Yüksek dereceli evliyaullaha göre, "Mülhime"deki "Mârifet" dikkate bile alınmaz!. Onlara göre o, önemli bir şey değildir.

Tarikat devresi olan "levvâme" ve "mülhime" idrâkından ve yaşantısından sonra; buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lütfu ilâhi ile "Mutmainne"ye geçilirse, böylece "Hakikat" hâsıl olur!

hf

"Levvâme"deki, "Tarikat"dır...

"Mülhime"de, "Mârifet" hâsıl olur...

Bu "Mârifet" neticesinde de, şayet takdirinde varsa "Mutmainne" ve "Râdiye"de, "Hakikat"e vâsıl olunur...

Burada sözkonusu olan "Hakikat", bu kelimenin işaret ettiği somut olayın "mecâzı"dır.. "İlmi"dir!.

Bu mecazla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak "hakikat"ın yaşamı ise, yalnızca "mardiye nefs" bilincinin eriştiği mertebede, "Hakk-el Yakîn" sonucu yaşanır, "fetih" sahiplerince!.

hf

Hakikat, Mutmainne’de yaşanmağa başlar. Yani, Ceberût âlemi’ne nüfuz Mutmainne’den itibaren başlar... Tam kemâli ise Mardiye mertebesi’nde yaşanır!.

Mardiye başlangıç itibariyle sıfat mertebesi, kemâli itibariyle zât mertebesi’dir. Esasen, yeryüzünde üç - beş kişiye takdir edilmiş bulunan bu mertebelerden sözetmek elbette ki pek bize düşmez.

hf

KENDİ HAKİKATİNİ BİLEN KİŞİYE DÜŞEN İŞ

HAKİKATİNİ DETAYLARI İLE TANIMAK

VE KENDİSİNDEKİ ÖZELLİKLERİ ORTAYA

KOYABİLMEKTİR...

(Soru: Dünya’da öz benliğini bulmuş kişilerin, öldükten sonra, kendi "özüne" doğru yolculuğunun devam edeceğini ve nihâyet, tümel akıldan çıkıp, O'nda kendini, bulmuş olursun, Çıkış noktana dönmüş olursun... cümlesini biraz açar mısınız?.)

Kendi hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatini detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir. Bu da sadece dünya hayatında bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!.

hf

ÜMMETÇE HAKİKATİ KAVRAMA,

MUHAMMED ÜMMETİNE NASİP OLAN BİR OLAYDIR!

(Soru: Üstadım... Bir Hadisde geçen, Nuh aleyhisselâmın ümmetine yaptığı tebliği; kıyâmette ŞÂHİD olarak Hz.Muhammed’i ve ÜMMETİNİ göstermektedir.. Nuh’ dan sonra İbrahim, Musa, İsa vb.. Nebilerin gelmesine karşın özellikle Hz Muhammed ve ümmetinin ŞEHÂDETini nasıl anlamalıyız..? “Şehidallahû” âyeti ile ilgisi var mı?..)

Ümmetçe hakikatı kavrama olayı Muhammed ümmetine nasip olan bir olay olduğu için, daha önceki ümmetlerde açığa çıkmadığı için, bu böyle denilmiştir.

hf

HAKİKAT MERTEBESİ

KİŞİDE YAŞANMAYA BAŞLAYINCA

SELÂMET MEYDANA GELMİŞ OLUR

Her “Emr”, kişinin varlığını oluşturan melekî “nurî” katmandır!. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki, esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...

Bu hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, “kendi özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme” de diyebiliriz..

Esasen bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar, ne var ki şartlar uygun olmaz!.

hf

HAK ETMEK

HER BİRİM,

YARATILIŞ AMACINA ULAŞMASI İÇİN

NELER GEREKİYORSA, GERÇEKTE

ONLARI HAKKETMEKTEDİR!

Kozanız dışındaki gerçekler dünyası!

Gerçekler dünyasının kavramları…

Bu kavramlara dayalı, gerçekçi değer yargıları!

Koza içi varsayımlar ve hayâller dünyanız!

Dünyanızın kavramları…

Bu kavramlara dayalı değer yargılarınızla, bir kat daha kalınlaştırdığınız kozalarınız!.

Dün, hayâl oldu bugün!.

Bugün, hayâl olacak yarın!

Yarın bir başka Dünyada olacaksın; ama bugünün temelleri üzerine bina olmuş dünyanda!

Dün, ağladın!

Dün, güldün!

Dün, kızıp köpürdün!

Dün, sevinip coştun!

Dünden bugüne erişti isen, bugün onlara yalnızca gülüp geçtin!

Ama buna rağmen, fark et ki; bugün, dün yaptıklarının sonuçlarını yaşıyorsun yalnızca!.

Mutlu değil misin bugün?…

Dününe bak!.

Dün ellerinle yaptıklarının, karşılığını almaktasın bugün! Kime niye kızıyorsun ki?

Sanıyor musun, 40 bin veya 100 bin kere “la ilahe illallah” veya “Allah” ya da “Kul hu vallahu….” çekmekle işi bitirdin de cennete girivereceksin!

Sen bunları sadece çektin!

Bir kerecik yaşayabilseydin, tekrarladığının anlamını; şimdi cennete girmene tek engel yalnızca bedenin olurdu!

Belki çok defa, alnın seccade, halı ya da toprağa değdi de; bir kere olsun şuurunda “secde” edemedin!

Oruçluyum” dedin sayısız defa; o süreç içinde bile yamyamlıktan vazgeçemedin!.

Dilin “Allah” derken, tüm yaşamın “yallah”larla doldu!

Böyle iken, ne beklersin hâlâ yarından bilmem!.

Yaşamın kumar üzerine kurulmuş!… Elime kağıt almadım, diye yemin edersin!.

Yürü dendi, durdun geçtin; “Güzel” sev dendi, vurdun geçtin!

Basiretine perdeyi kendi elinle çektin!

Kırk yaşına erdiğinde bir kişi, yüzünü Allah’a döndürmezse; şeytan başına oturur, iki ayağını sallandırıp gözlerini perdeler ve ben bunu esir aldım; artık bu benim kulumdur; der” buyuruluyor!.

Kulluğun, kime veya neye ise, ecrini de ondan bekle!. Sakın başkasından umma!. Bir kere daha kendini aldatma!

“Ben tanrıya tapınıyorum sadece” diyorsan, zaten karşılığını da almaktasın! Memnun musun hâlinden? İlminin gereği bu yaşamakta oldukların, yaptıkların ?

Aldığın karşılık, ettiğin kulluğun cezasıdır!. Mutluysan ne alâ!. Ama hâlinden memnun değilsen, bil ki yanlış adrese kulluktasın farkında olmadan!. Acele bilgilerini yenile!.

Ölmedin!.

Ölemedin de!.

Gel son nefes ulaşmadan tövbe et de, semâların ve arzın (bilinç katları ve bedeninin) yaratanına dön DERÛNUNDAN!

Bak dostum…

Ben bunu mu hakkettim, diyorsun…

Ben buna lâyık mıydım, diyorsun…

Âlemlerin Rabbı’nın yaratmış olduğu Sistem ve Düzenin iki anahtarını vereyim sana…

Kozandan bunlarla çıkmaya çalış gerçekler uzayına…

Lâyığın, ellerinle yapmış olduklarının karşılığıdır ancak; başka bir şey değil!…

Sana şunu yap, dendi; aksini yaptın!.

Akıl ile ilim doğrultusunda yaşamak istedin; sonra da bildiğine gidip, duygularının getirisi davranışlar ortaya koydun! Sonra da oturup ağlıyorsun! Ben buna mı lâyığım, diye dertleniyorsun!…

Bu daha bir şey değil…

Nasreddin Hoca kaybettiği eşeğini ararken, ıslık çalıyormuş, hani… Demiş, Hoca ıslık çala çala eşek mi aranır, üzülmüyor musun?… Yok, demiş; bozuntuya vermiyorum daha!. Umudum şu tepenin ardında… Orada da bulamazsam, o zaman sen seyreyle bendeki vâveylâyı!

Ansızın gelecek olan gelince, o zaman seyredeceğiz sende vâveylâyı!.

hf

ALLAH HERKESİ NE İÇİN YARATMIŞSA

ONA, YARATILIŞ AMACININ KEMÂLİNE ERMESİ İÇİN

HAK ETTİĞİNİ VERMEKTEDİR!

Liyâkat kesbetmek mi?

Eğer müşrik terminolojisi olarak kullanılmıyorsa bu kelime; anlamı, senin ortaya koyduklarının karşılığını hakketmen anlamındadır!

Fark ediniz ki…

Tüm yanlışlarınızın temelinde Sistem ve Düzeni “OKU”yamamak; “tanrı” kavramına dayalı düşünmek; vehminizin varsayımlarıyla hayâli beklentiler içinde; yani bir tür mucize umutlarıyla yaşamak yatmaktadır!

Fark edemezsen bu yaşına rağmen taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu; yani sistem ve düzenin ne olduğunu; o zaman benim gibi olgunluk sembolü olursun, ateşin boğup, suyun yaktığını anlamış(!) bir halde!!!.

Neyi hakkettiğini anlamak istiyorsun, yaşantına bak!.

Kendini kandırma!. Kendini aldatma!.

Azrâiliyet ardından İsrâfiliyetle ruh boyutunda yaşamaya başladığın zaman; dün, dünde kalacak; buna karşın sen ise, dünün üzerine inşâ ettiğin binanın içinde hapis!

Musalla taşında paşalar için de söyleniyor aynı cümle:

-ER kişi niyetine

Şehâdet ederim ki... "ALLAH" herkesi ne için yaratmışsa, ona yaratılış amacının kemâline ermesi için HAKKETTİĞİNİ vermekte ve onu o işle meşgul etmektedir!.

Herkes yaratılış kemâline uygun işle meşgul olmaktadır...

Yaratılış kemâline uygun olmayan, ilim yağmuru üzerine yağsa dahi, o bundan çok sıkı şekilde korunup, kuruduktan sonra da yaratılış amacı yolunda yoluna devam etmektedir.

hf

HAK ETTİKLERİN

(YARATILIŞ AMACIN-SANA TAKDİR EDİLEN HEDEFİN)

 2 TÜRLÜ KARŞINA ÇIKAR…

Bil ki…

Hakkettiğin, sen yaratılmadan önce, sana takdir edilmiş olan hedefindir… Yaratılış amacındır!.

Her birim, yaratılış amacına ulaşması için, neler gerekiyorsa, gerçekte onları hakketmektedir!.

Hakkettiklerin, sana, seni hedefine ulaştırıcı olarak, karşına çıkar…

Kâh bağış yollu; kâh mekr yollu!…

Mekr yollu geleni eğer fark edemez de; geldiği gibi kullanırsan, sonunda perişan olursun!.

Ellerinle, kulaklarını sağır; gözlerini kör eder; şuurunu işlemez hâle getirirsin!. Ondan sonra ne dinlediklerin sana yarar sağlar, ne okudukların!. Divâneler gibi koşturursun sağa sola avunmak için; gündüzün perişan, gecen perişan!. Görüntünse eşeğini yitirmiş Hoca efendi misâli!.

Gene de, şükret yitiğinin farkındaysan!.

Bir de neleri yitirdiğinin ya da yitirmekte olduğunun hiç farkında olmayanlar var!.

Kozalının “Tanrısına dayanan, “hepimiz tekiz, biriz, Hakk’ız” avuntusu içinde, Âlemlerin Rabbı’nın yarattığı Sistem ve Düzenden perdelenip; gününü şimdilik keyifle geçirenler var!.

Elle gelen düğün bayram, diyen dangalaklar var!. Ellerini soksalar ateşe de elle beraber; görsek kaç saniye dayanabilecekler ateşe, elle beraber!.

hf

“HAKİKAT”E ERMEK

·        Allah’ı “Öz”ünde bulmak

·        Kişinin “Hakikat”ine ermesi

·        Kendi Özüne, içyüzüne, aslına-orijinine vâkıf olması

Biz bu çalışmaları yaparak beynimizde belli güçler oluştururuz ve bu elde ettiğimiz güçler ruha yüklenir. 1. ci yönü bu...

2. yön; Allah’a ermektir.Yani esas itibariyle, insanın sadece birimselliğe dönük bir biçimde sadece yiyip içmek, yatıp kalkmak, uyumak vesaire gibi formasyonlar için varolmamış olduğu; insanın varoluşundaki ana gayenin ilâhi özelliklerin ortaya çıktığı şuurlu bir mahal olması ve bu şuurlu mahal olarak da kendi özüne hakikatine vâkıf olması!

“Kendi hakikatine vâkıf olması” cümlesine atıfla da, işin içyüzüne de “HAKİKAT” denmiş. Hakikate erme!

Yani; kendi özüne-içyüzüne-aslına -orijinine vâkıf olmak!

hf

“HAKİKAT”E ULAŞTIRAN…

HAK’KI MÜŞAHEDE VE YAŞAMAK İÇİN, Ölmeden evvel ölmek gerek! Bunun için de, mutlak mânâda Allah’a TESLİM olduğunu farketmek gerek!

hf

Neyi-niye yaptığını bilmek ve varlığın sırlarını çözmek, HAKİKAT’E ULAŞTIRIR; ki, böylece Allah'a erersin!.

hf

“HAKİKAT” YAŞAMI

 “HAKİKAT”E EREN KİŞİNİN YAŞAMI

ALLAH’IN MURADI ÜZERE OLAN BİR YAŞAMDIR

Hakikati yaşamaya başladığı zaman, o hakikati yaşamanın neticesinde ondan belli özellikler sâdır olmaya başlar; ondan belli özellikler ortaya çıkmaya başlar.

İşte ondan bu belli özelliklerin ortaya çıkması hâli de “MÂRİFET” diye anlatılmıştır.

Veya bir diğer ifadesiyle şöyle anlatayım;

Hakilkate eren kişi görür ki; “ben” dediği varlık mevcud değil... gerçekte ayrı ayrı birçok birimler yok; varolan, sadece Allah’tır!

Ve “sadece varolan Allah’tır!” anlayışı içinde kendi birimselliği kavramı silinir gider!

Birimsellik kavramının kalkması neticesindeki ordaki yaşam, Allah’ın muradı üzere olan bir yaşamdır ki, o kişiden de Allah’a elde ettiği bu yakîn neticesinde bazı enteresan gelişmeler oluşur, alışılmadık oluşlar onda yaşanır.

Bu yaşam şekline dair özellikler eğer dışa vurursa, etraftakiler tarafından “Kerâmet” diye isimlendirilir!

Eğer dışarı vurmazsa, o zaman ondaki bu yaşam şekli dışarıdakiler tarafından bilinmez; ve o, o yaşamıyla artık sonsuz dek yaşar gider.

Böylece Şeriat-Tarikat-Marifet’in ne olduğu hakkında belli bir özet bilgi vermiş olduk!

Allah’ı bilmek” dedik...

Yani insan belli şartları kabullenir. Ve kabullenmek suretiyle o şartlara uymak, o şartların gerektirdiği çalışmaları yapmak suretiyle belli bir yola girer.

İşte o yola girmesi, o çalışmaları yapma yoluna girmesi, onun o belli hakikati yaşamasını getirir.

hf

HAKİKAT EHLİ

HAKİKATİNDEKİ TEK ÖNÜNDE

VARLIĞININ HİÇLİĞİNİ HİSSEDER

Milyarlarca galaksiyi kapsayan evren içre evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen tarafından ilmiyle ve ilminden, ilminde vücut bulmuşlardır!.

Her insan ve her varlık için “Allah”a giden yol, kendi dışına değil; KENDİ ÖZÜNE HAKİKATİNE DOĞRUDUR!.

Dışarıda, ötede bir tanrı düşünen, ancak kendi zannındakine, hayâlindekine yönelmektedir!.

Tüm İslâm tasavvufunu yaşayan hakikat ehli, hep, âlemlerin iç içe boyutlar şeklinde varolduğundan söz eder ki, bu da kişinin, hakikatindeki TEK önünde varlığının hiçliğini hissetmesiyle son bulur!.

hf

“ALLAH” İSMİNİN İŞARETİNİ KAVRAYANLAR

BÂTINLARINDAKİ “HAKİKAT”İ

HAKKIYLA YAŞAYAMAMA KORKUSU İÇİNDE YAŞADI

 Allah” adıyla işaret edilene duyulan “haşyet”in ne olduğunu kavrayamayanlar, var sandıkları tanrılarıyla başbaşa kaldılar ve onun sopasından korkarak yaşadılar!.

Allah korkusu”nu, “tanrı korkusu” olarak anlayıp, öylece kabullenenler; sonra da ötede bir tanrı olmadığını fark edenler, hüsrana uğradı!

 ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar ise, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı…

Bazıları ise bunun da ötesinde, sonsuz azâmet ve ihtişamın getirdiği haşyet hâlinde şaşakaldı!.

hf

GERÇEK DERYA İSE,

DALGALARI DA TECELLİLERİ MİDİR ACABA…

Zerre, deryaya diyebilir mi ki "beni şu tarafa götür" diye… Derya ne tarafa dilerse sevk eder dalgalarıyla onu...

 Gerçek, derya ise; dalgalar da tecellileri midir acaba?..

hf

GERÇEĞE ERENLER

Gerçeğe erenler, giyiniktirler; kıyafetlerine aldanmayınız, ki onları görebilesiniz!.

hf

Ancak ve sadece, ‘’gerçeğe erenler’’ "ayna" olabilirler.

hf

Gerçeğe eren, gördüğünü tanır!.

hf

Huzur mu?...

Gerçeğin âleminde yaşayanın hâli!..

hf

Gerçeğe erenin, ilk hâli imanı terktir!.. Görülen şeye, iman edilemez!..

hf

Gerçek ehli iseniz, her şeye rağmen susmasını bilirsiniz!..

hf

Gerçeği bil; ve edebe riayet edicilerden ol!.

hf

HAKİKAT EHLİ

(“EHLULLAH”)

ÖRTÜLÜDÜR, TANINMAZ

Benim velilerim, kubbemin altındadır; onları kimse tanımaz”

buyruluyor...

Bilir misin bunlar kimlerdir?..

ALLAH’ın bazı kulları vardır ki, onlar dünyadan ve ukbâdan sıyrılmışlar, deryaya erişip deryadan bir zerre olmuşlardır.

Bunlar, “Allah ahlâkı ile ahlâklanın” buyruğuna uymuş tecellîlerdir!. Onların ne istemekle alâkaları vardır, ne de istememekle.

Onlara Rab, “sen ne dilersin”, dediği zaman; onlar, “Sen ne dilemişsen” derler!.

Çünkü onlar, daha evvelki mertebelerde idrâk etmişlerdi ki, değil istek, istememeyi istek dahi bir istektir...  Ve, bu dahi istenemez!.

Zerre deryaya diyebilir mi ki, beni şu tarafa götür diye… Derya ne tarafa dilerse, sevkeder dalgalarıyla onu...

Gerçek, derya ise; dalgalarda tecellileri midir acaba?...

İşte bu kişiler, sadece ve sadece, yaratılmışlar için Rabbın bir rahmet tecellîsi olarak, yaşarlar... Yaratılmışlara onlardan erişir Rabbın nimeti.

”ŞÜPHESİZ Kİ RABBİN NİMETİ MUHSİNLERDEN ULAŞIR YARATILMIŞLARA” (7-56)

Onlar ne bir kimseyi kırarlar nefisleri için, ne de kırılırlar. Git dersin, kovarsın, giderler; gel dersin, çağırırsın, gelirler. Yetmiş defa kovmuş olsan da sonra gene çağırsan, hiç yüksünmeden gene gelirler.

Onlar Rabbın veren elleridir; almazlar. Kendilerine bir şey hediye etsen, başkalarına dağıtırlar. Onlar şan ve şöhretten, isimden kaçarlar.

Efendime bağlan; KUR’ÂN ’ı MÜRŞİD bil!.” derler.

Gelip bir sual soran olursa,

“Herkese hitabınız, akılları ölçüsünde olsun!.”

buyruğunu nazarı dikkate alarak, gerçek bilgi seviyesinden, uygun cevabı verirler...

Onlar, birer “ayna” olmuşlardır!. Kim baksa, onlarda, kendinden başkasını göremez olur!.

O’nda gördükleri hata ve kusurlar, görenlerin kendi anlayış hata ve kusurlarından başkası değildir.

Dünya ehli, yani, içinde yaşadıkları zaman için yaşayanlardan isen, onu da sanki kendin görürsün!.

Yok ukbâ ehli isen, azaptan korktuğun, huzuru ve zevki istediğin için ibadet edenlerdensen, gene onu dahi öylece bulursun.

Eğer, her ikisinden de olmayıp, onlardan sıyrılmışlardan isen, vardığın noktada gene onu bulursun....

İşte, üstlerindeki örtünün birincisi budur, onların tanınmalarına mâni olan! ...

İkinci ise, zâhirî şekil ve görünüşleridir.

Yaratılmışların çoğu, belirli bir idrâk seviyesini aşamadığı için, göremeyecekleri sayısız varlıkların mevcut olduğunu düşünemez, hemen görünüşe göre hüküm verir!. Böylece, o hükümle, işin gerçeğine karşı kendi kendini aldatmış olur!.

İşte bu dahi, o kişilerin işine yarar.

O zevâtın giyinişi, hayat şartlarına intibakı, ortamları, hep, onların veli kişi olmadıkları zannını verir insanlara.... Çünkü, onların kendilerini bildirmeye göstermeye ihtiyaçları yoktur ki!.

Onlardan pek çoğu, kader sırrına vâkıf olmuşlardır!. Bu sebepledir ki, etrafla uğraşamazlar. İş bu kader sırrı, nebîlere ancak nübüvvetlerinden bir süre sonra bildirilir, vazifelerini hakkıyla yapabilmeleri için... Bu sözlerimizi ehli bilir.

Eğer sen, susuz kaldıysan, onları ara ve bütün örtü ve engellerine rağmen onları tanımaya çalış... Onların hâlleriyle hâllen; ki, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yolu açılsın!.

Onlar “Ferdiyet” sahipleridir!.

Onların sadece Efendileri ve Rableri vardır. Aralarına kimse giremez. Birbirlerini tanırlar onlar, bazen buluşur konuşurlar... Ama bilirler ki hepsi de tek bir gerçektendirler.

hf

HAKİKATİNİ DEĞERLENDİREBİLEN…

Budala mı?...

Benliğini gösterme çabasında olan!.

İlim mi?...

Özündeki mükemmeliyet!.

Akıllı mı?...

Hakikatini değerlendirebilen!.

hf

GERÇEĞİ BİLEN KİŞİ İÇİN

Gerçeği bilen kişi için yaradılmışlar arasında katiyyen tefrik yoktur. Her varolan, özel bir değerdir!.

hf

GERÇEK KATINDA…

Gerçek katında, ne hayır vardır, ne de şer!..

hf

“CENNET EHLİ CENNETLE,

 AZAP EHLİ ATEŞLE MEŞGULDÜR…

SEN İSE “BEN”İMLE MEŞGUL OL!”

Gerek cennet ve gerekse cehennemin bâtını esmâ âlemi, zâhiri ise ef'âl âlemidir. Ve bir diğer yönü itibariyle de melekût âlemidir!

Cennete nazar edenin hedefi, cennet nimetleri ve dolayısıyla fiiller perdesidir.

Cehenneme nazar eden de elbette ki idrâk ettiği ölçüde cehennem ve o ortamın getireceği azaplardan korkar!. Ve bu korkuyla da bir takım yararlı çalışmalar yapmak mecburiyetini duyar; meşgalesi cehennem korkusu olur.

Bu duruma Râbiatül Adeviyye merhumun şu sözü de bir derece açıklık getirir:

"Allah’ım, cehennem korkusuyla sana kulluk ediyorsam, cehennemine at beni. Ama yalnızca seni sevdiğim için, senin için kulluk ediyorsam, vuslatına erdir beni!."

Nitekim bu konuda Yûnus Emre merhumun da şu dörtlüyü söylediği kitaplarda meşhurdur:

"Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle bir kaç hûri

İsteyene ver sen anı

Bana seni gerek seni!."

Ehlullah daima Allah talebi üzerinde durmuş, cennet veya cehennem konusunun hakikat tâlipleri için en büyük perde olacağı üzerinde ittifak etmişlerdir.

Zirâ kişi ister cennet nimetleriyle meşgul olsun, ister cehennemde azâb verecek hususlar üzerinde durarak kafasını bunlarla meşgul etsin. Her hâlûkârda bu işin hakikatından perdelenmektedir.

Nitekim işte bu yüzden denmektedir ki:

"Yâ Gavs, Cennet ehli Cennetle meşguldür; azâb ehli ateşle meşguldür!. Sen ise "BEN"imle meşgul ol!."(*)

Cennet ehli, daima cennetin sayısız nimetlerini düşünerek, onları ne şekilde elde edebileceğinin hesabı içindedir. Bu yüzden de kafası hep cennet ve cehennemle ilgili fiillerle meşguldür. O nimetlerin sahibi kendilerini ancak ikinci derecede ilgilendirir.

Oysa, bu durumları dolayısıyla, öyle büyük bir nimeti elden kaçırmaktadırlar ki bunun lisan ile târifi mümkün değildir.

Zîrâ, “Hakikat”e ermenin, Allah"öz"ünde bulmanın getireceği öylesine sonsuz ve büyük bir nimet söz konusudur ki, yaşayamayana bunu dil ile anlatmak mümkün olmaz.

Diğer taraftan, cehennem ehli dahi, içinde bulundukları ortamın şartlarından dolayı öylesine sıkıntılarla karşı karşıya içiçedirler ki ızdırabı çekmeyene izah mümkün olmaz. Dolayısıyla, onların da artık o halde ve ortamda Allah ile meşgul olmaları, Allah'ı tanımaya fırsat bulmaları bahis konusu olmaz.

Ve böylece, her iki gurup da kendi içinde bulundukları hallerle yoğrulur giderler.

Cennet nimetlerinin bile Allah'a perde olması yüzündendir ki,

"-Yâ Gavs, Cennet ehlinden bazı kullarım, nimetlerimden sığınırlar bana; Cehennem ehlinin azâbdan bana sığınmaları gibi!”

hf

AZAP-NİMET KAVRAMI İÇİNDE YÜZEN BİRİ

ZATEN “ÖZ” KAVRAMINDAN HENÜZ

NASİBİNİ ALAMAMIŞTIR

"Öz"e ermeyi veya "ÖZ"ün ne olduğunu anlamış biri azâb-nimet gibi kavramlarla uğraşmaz!.

Azap-nimet kavramı içinde yüzen biri de, zaten "ÖZ" kavramından henüz nasibini alamamıştır... Onun için, önce olayın ne olduğunu kavramalıyız!.

hf

HAKİKAT EHLİNİN CENNETİ

Cennet ehli aslında birkaç sınıftır;

Ef'âl cenneti, esmâ cenneti, sıfat cenneti ve zât cenneti olmak üzere dört cennetin mevcûdiyetinden sözedilir.

Ancak bu dört cennet birbirinden ayrı dört mekân şeklinde olmayıp, boyutsal tasniftir!

Herkese bir dünya düşecek şekilde galaktik boyutlarda bir cennet sözkonusudur.

Nitekim bu duruma bir hadîs-i şerîfte şöyle işaret edilmektedir:

"Cennete en son girecek kişiye, bu dünyanızın on misli büyüklüğünde bir dünya verilir ve orada dilediğini iste denilir!"

Kısacası cennet ortamına gidecek her kişiye, üzerinde yaşadığımız bu dünyanın çok sayıda büyüğü birer dünya düşecektir! Ve bu insanlar, o yıldızlarda ya da boyutlarda; dünyada kendini tanıyabildiği nisbette, kendisine zevk verecek şeyler arasında yaşamına devam edecektir.

Herkes, ortak olarak ef'âl cenneti hâlini yaşıyacaktır. Esmâ cenneti ise bedenî değil, düşünsel zevkler cennetidir. Ki, dünya hayatı sırasında bu şekilde yaşamaya başlamış kişilere has bir yaşam şeklidir. Sıfat cenneti ise bunun da üstündeki bir boyut olarak, kendi hakikatine ârif olarak yaşamış, hakikat ehlinin duyacağı zevklerin cennetidir.

Nihâyet Zât cenneti ise, dünya hayatında iken zât tecellîsine nail kılınmış kişilerin yaşayabileceği bir cennet hâlîdir!

İlâhî sıfatlarla dünyada iken tahakkuk edenlerin yaşadığı cennet hâli "A'râf" ehlinin yaşadığı cennet hâli; sıfat mertebesinde irfan sahibi olup da dünyada tahakkuk edememiş kişilerin, orada bu sıfatlarla tahakkuk ettikleri cennet de "kesîb" olarak tanıtılmaktadır. Abdülkerim Ceylî hazretleri tarafından İNSAN-I KÂMİL isimli eserde.

hf

GERÇEK GÜZELDİR, AMA…

Gerçek güzeldir; ama her güzel gelen, gerçek değildir.

hf

TAKLİD İLE “HAKİKAT”E VARILMAZ!

Gerçeği idrâk ederek, "İnsan"lık ve "halife"lik şeref ve haysiyetine ulaşmak isteyenler, şunu âcilen ve zorunlu olarak idrâk etmelidir ki; mukallitten ders alınmaz ve TAKLİDLE “HAKİKAT”E varılmaz!.

hf

“HAKİKAT”E

LÂFLA , KELİMEYLE, KURU BİLGİYLE

ERİLMEZ!

 

Şunıu bilelim ki...

“Hakikat”a lâfla, kelimeyle, kuru bilgiyle erilmez!

Siz İstanbul’u görmek, İstanbul’a ermek istiyorsanız; veya Kâbe’ye gitmek, Kâbe’nin Hüviyetine ermek istiyorsanız, o yolda yürümek, o yolda mesafe almak, mesafeleri katetmek zorundasınız!

“Hakikat”a da ermek istiyorsanız o Hakikatin de gerektirdiği çalışmaları yapmak zorundasınız!

“Ben namaz kılmıyorum... Ben oruç tutmuyorum... Ben Hac’ca gitmiyorum... Ama ben Hakikati biliyorum...”

........!!!

Bu bilgileri bantlar da kaydeder!.

Bu görüntülü bant da kaydediyor.. Ama bu banda bu bilginin bir yararı yok!

Beyin bir bant değildir!

Beyin, bir video bant değildir!.

Beyin, bu aldığı verileri gereği gibi değerlendirip; onun neticesini yaşayabilme özelliğine de sahiptir!.

hf

Hakikat”, bu çalışmaları yapmak suretiyle kişinin o çalışmaların neticesine ermesi; yani “Allah’a ermesi”!.

hf

YALNIZCA ÂFÂKÎ SEYİRLE

 “HAKİKAT” YAŞANMAZ

Deccal, âfâki boyuttan seyirle hakikatına vâkıf olmuş, bu yüzden de kendisinde açığa çıkan kudret sıfatı desteğiyle de insanları kendine tapmaya davet etmiştir.

İnsan, hakikatını yalnızca âfâktan alırsa; enfüste seyrini tamamlayamaz ise, onda da deccalleşme tehlikesi baş gösterir!

hf

İNSANLARIN

GERÇEĞE ULAŞAMAMASININ SEBEBİ

İnsanlar içinde her devirde gerçeğe yönelenler ve onu bulabilenler çıkmıştır. Bazen de gerçeğe yaklaşıp, o gerçeğe erişemeden ömrü tükenenler olmuştur!.

İnsanlar, gerçekleri şartlanmaları ışığında değerlendirme yoluna gittikleri için yollarını sapıtmışlar ve çeşitli varsayım bataklıklarında ömürlerini hebâ edip gitmişlerdir!.

hf

HAKİKATI YAŞAYABİLMEK iÇİN

DAVRANIŞLARIN NELER OLMALIDIR

Fiilin ne düzeyde olacak?

Yaşamının geriye kalan süresi içinde fiillerin neler olacak?

1-Hakk’ı tavsiye edeceksin.

2-İlâhi emirlere uymadaki güçlüklere karşı sabrı tavsiye edeceksin.

3-Ya, hayır söyleyeceksin ya susacaksın!

4-Ya öğrenci olarak dinleyeceksin, ya öğretici olarak konuşacaksın, veyahut ta bu ikisi arasındakini dinleyici olarak bulunacaksın.

5-Hakk'a ters düşen bir kelâmı duyduğun zaman, ya onu reddedecek ve doğrusunu açıklayacaksın veyahut da oradan kalkıp gideceksin!.

Sırasıyla şimdi bunları açıklayalım:

HAKK’I TAVSİYE EDECEKSİN:

Karşındakiyle konuştuğun zaman, karşındakine hitap ettiğin zaman, onun anlayış seviyesi neyse, onun bir üstündeki seviyeden olmak üzere ona hakkı tavsiye edeceksin. Olaya karşındaki hangi seviyeden bakıyorsa, sen ona karşı, onun bulunduğu seviyenin bir üstünden Hakk’ı tavsiye edeceksin. Onun hareketlerinin çıktığı seviyeyi muhakkak ki göreceksin!. Gördüğün anda onu, ya tabiatını terk yolunda; ya benliğini terk yolunda, ilâhi emirlere sarılması yolunda, onun düzeyine göre, muhakkak ona yapması gereken şeyi tavsiye edeceksin.

Sen tavsiye ettin bunu o seni dinlemek istemiyor, istemeyebilir. O zaman oradan çekip gideceksin.

SABRI TAVSİYE EDECEKSİN:

Elbetteki ilâhi emirlere uymanın nefse ağır geldiğini, varlığına ağır geleceğini, tabiatına ağır düşeceğini onu zorlayacağını ve bütün bunlara sabretmek gerektiğini; bunlara sabredilmedikçe bu mücahedelerin netice vermeyeceğini; ve onun âkibetini kendi elleriyle kendine hazırladığını, ona idrâk ettirip anlatmaya çalışacaksın.

Dinlemiyorsa, zaten sana ait bir şey yok!.

 YA HAYIR SÖYLE YA SUS:

Ona ebediyet yolunda hayırlı olanı anlat. Sorularını cevaplandır. Ve bu istikamete getirebileceksen, bunu dinleyecek hale getirebileceksen, nasıl anlıyorsa öylece gerçekleri anlat. Neticede onu idrâk noktasına getireceksin.

Ama bu noktaya getirme durumun sözkonusu değilse yaklaşımın onu över biçimde olmasın. Zira ona hayr değil, iyilik değil, şerde bulunmuş olursun.

hf

“HAKİKAT”İ KAVRAYAMAMIŞ OLSANIZ BİLE

BERABER OLDUKLARINIZIN HAKKINI

VERMEKTEN ASLA GERİ KALMAYINIZ!

İnsanın inandığı, yaşadıklarıdır... Herkes, inancının sonuçlarını yaşar!

Aptal, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir; akıllı, karşısındakinin davranışlarıyla onu değerlendirir!.

Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayâlindekinin peşinde koşan, sonuçta hem elindekini yitirir hem de hayâlindekini!.

İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür tüketenlerin değil, onu yaşayanların hâlidir!.

Ailesinde huzuru olmayanın Allah’la da huzur olmaz!.

Karşısında veya çevresinde bulunanların hakikatini göremeyerek onları değerlendiremeyenlerin gece hayâlleri, kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez!.

İbadetlerinizi yapınız; ama beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız; eğer gerçeği yaşamak istiyorsanız!.

Velev ki henüz Hakikati kavrayamamış olsanız bile!.

hf

“İSLÂM DİNİ” İLE TANIŞIP

“HAKİKAT”E ERMEK

 VE GÜDÜLEN OLMAKTAN KURTULMAK İÇİN…

“İslâm Dini”, Allah indindeki zamanüstü evrensel SİSTEM ve DÜZEN'dir!.. Allah, yaratmış olduğu bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, Rasûlü diliyle insanlığa açıklamıştır.. Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından öte, ebedî ve ezelî gerçekleri farkederek; hem hakikatları olan Allah'ı tanımaları; hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan Allah'a ait özelliklerle geleceklerini, ebedî hayatlarını inşâ etmeleridir..

“Müslüman”, peygamberin bildirdiklerine anladığı kadarıyla uyandır!

“Müslümanlık”, Allah Rasûlü’nün bildirdiklerini kendi kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür!. Buna, bütün müslümanlar dahildir. Her birimiz, görgümüz, kültürümüz, yetişme ortamımız, kabiliyet ve istidadımız; bizim yetişmemizde rol oynayan insanların kapasiteleri ve nihayet yetiştiğimiz ortamın toplumsal şartlanmaları ile değer yargıları sonucunda kişisel yorumlarda bulunuruz “DİN” hakkında; ki bu da müslümanlığı oluşturur..

“İslâm Dini” göresel, yani izafî, relâtif yani algılayana göre değişken değildir!.. Mutlaktır, kesindir, değişmezdir!. “Sünnetullah” da denir bu “SİSTEM ve DÜZEN”e Kur'ân-ı Kerîm’de..

Hangi mertebedeki kim olursa olsun herkes, bu “Sistem”den algılayabildiği kadarını kavrar!.. Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veri tabanlarındaki bilince kadar, her şey bu “sistem” içinde yer alır ve görev yapar!. Genden galaksiye ulaşan bir zincir içinde insan kopuk tek başına bir halka değildir elbette akıl sahiplerince!. Basireti açıklarca!.. Materyalist zihniyetten kurtulmuş bilimsel altyapılı kişilerce...

Ne çare ki “müslümanlık dini” içinde doğup büyümekte; ve bu kozanın dışında bir de “İSLÂM DİNİ” olduğunu farketmemektedir müslümanların çok büyük çoğunluğu!.. Sonra da sorulmaktadır;

-Kur'ân bu kadar yüce bir kitapsa, niçin müslümanlar dünyada geri kalmış toplumları oluşturmaktadır?

“İslâm Dini” yerine; kapsamı fevkâlâde daraltılmış ve bir kozaya dönüşmüş, yalnızca şekil ve “tapınma dini” diye anlaşılmış, göktanrıdan umut beklenen “müslümanlık dini” ile daha nereye varılabilirdi ki?..

ALLAH Kitabını okumak yerine, tavuğun suyun suyunun suyunun suyu mâhiyetinde bile olmayan; sayısız hurafe, safsata ve mantıksızlıkları din niyetine kabul anlamına gelen hikayeleri, din esasları sanarak nereye ulaşılabilir ki?

Bir yol önderinin kitaplarını, belki de hiç anlamadan okuyup, tekrar etmekle “müslümanlık dini” kozasını delip asla “İslâm Dini”ne ulaşamazsınız!.

Herkesten fikir alıp, kendi anlayışınızı kendiniz oluşturmak zorundasınız; çünkü tek başınıza ve kendi hesabınızı sadece kendiniz vermek suretiyle âhırete geçeceksiniz!

Sadece kendi yolunun kitaplarını okutup; başkalarınınkini yasaklayanlar, “İslam Dini”nin yol kesicileridir; “müslümanlık dini”nin efendileri gibi gözükse de!

İmam-ı Gazalî'den Şahı Nakşıbend'e, Abdulkadir Geylanî'den Hacı Bektaşı Velî'ye, Mevlâna'dan Saidi Nursi'ye kadar önde gelen ne kadar düşünür ve hâl ehli varsa hepsini okuyup; onların teker teker “İslâm Dini”ni nasıl anladıklarını görüp, bundan sonra da kendi anlayışınızı kendiniz binâ etmek zorundasınız; taklitçilikten, güdülen olmaktan kurtulmak, “İslâm Dini” ile tanışıp “Hakikat”a ermek için!.

İnsanların ve müslümanların, “İslâm Dini”ni maddeci bakış açısından arınmış olarak yeniden değerlendirmekten başka kurtuluş yolu yoktur!.

hf

HAKİKATE ERMİŞLERİN İNDİNDE

KİŞİNİN DEĞERİ

Hakikate ermişlerin indinde kişinin değeri, yaradanına yönelişi ve yakınlığı kadardır. Öyle ise yönelişin, gerçeğe- aslına- Rabbine olsun!.

hf

KENDİ “HAKİKATİ”Nİ

“ALLAH” AYNASINDA SEYREDEMEYENLER!

Kimi "insan", “Allah" için yaşadı ; "fiysebilillah"!..

Kimi de yaşadı; dişiyse, mutfakla yatak arasında ya da erkekse dükkânla yatak arasında!.

"İnsan" dışında kalan mahlûkat da yiyip içmek, çiftleşmek, üremek, gördüğü güzele sahip olmak ve yalnızca bunlar için!...

Ya da iniyle orman; ağılla otlak arasında!.

Rasûlullah, "İnsan" olana geldi ve tebliğ etti kendindekini ona!... Yaşasın diye ne için yaratıldıysa...

Kimi içinde denildi ki, "onlar hayvan sürüsü gibidirler belki de daha aşağı"!.

Kimleri böyle tanımladı Kur'ân?

"Halife" olarak yaratılmış olmanın idrâkı içinde olmayarak yalnızca dünya nimet ve zevkleri için yaşayanları...

"Allah" aynasında kendi hakikatini seyredemeyenleri!...

Onlar yalnızca beden olarak kabullendiler kendilerini ve bedene dönük zevkler için çalışıp yaşamayı edindiler gaye kendilerine!.

Onlar yalnızca dünya süsü oldular, gül gibi, karanfil gibi; yılan gibi çıyan gibi; dağ gibi taş gibi!...

Nuh aleyhisselâma bu yüzden dendi, "o senin sulbündendir, ama oğlun değildir"! diye...

"İnsan" olanlar bir nesildir, "Allah"ı tanıma ateşiyle yanan ve beynini buna çalıştıran....

Diğer mahlûkat bir nesildir, hayvan sınıfının tekâmül etmişi ve son sıradaki akıllı hayvan!.

Bak kendine hangisindensin?...

"Allah"ı tanımak, aynasında kendini seyretmek için yananlardan mısın?...

Yaşamında tek amacın bu mu?

Beynini buna dönük mü çalıştırıyorsun çoklukla?

Amacın bunu gerçekleştirmek için yaşamak mı?...

Yoksa, dünyalık havuç peşinde koşup; Cehennem ateşinden kurtulup, Cennet yeşilliği için bir şeyler yapıp; kendini bir koltuğa oturtmak mı tıpkı bütün mahlûkatta olduğu gibi?...

Sen bilirsin kendini.. Dışında altın sırma kaftan olup, içinde yün kaşağı fanila mı var;

Lüks görüntüsünde, tek odanda mı yaşıyorsun; yoksa giydiğin pılı-pırtıdan kurtulup, altın sırma elbiseler, lüks yatlarda yaşama hayâli içinde misin?

Gününün ne kadarı "Allah" ahlâkı ve bakışı, ve değerlendirmesi ile geçiyor; gününün ne kadarında, "Allah" aynasında kendini seyrediyorsun?

Gününün ne kadarında, dünyada bırakıp gideceğin şeyler için, beynini tüketiyorsun?

Bu nasıl idrâktır ki, dünya yaşamının birkaç saniye olduğunu bilirsin de âhiretin milyarlarca sürecek boyutuna göre ve yalnızca burada edindiğin sermaye ile orada yaşayacağına; ona göre yaşamazsın?

Tehlikeyi hissettiğin zaman, paranı–malını-canını-yakınlarını başka diyarlara taşımayı düşünürsün de, sonunda, dünyada bırakıp belki de bir daha hiç göremeyeceğin halde; nasıl olur da bunları ebedi yaşam boyutuna transfer etmeyi düşünmezsin?...

Evet, Rasûlullah, açıkladığı hakikati anlayıp yaşayamayanların ebedi olarak Cehennem boyutunda kalacaklarını, açıklıyor... Hem de Cehennem boyutu için yaratılanların oranlarını şu misâlle açıklayarak:

“Bir siyah öküzün üstündeki kıllar kadar”

Bunlardan kendini Cehennem boyutundan kurtarabileceklerin oranını da şöyle vurguluyor:

“Bir avuç ayası kadar yerdeki beyaz tüylerin oranı”

Kimsin?... Gerçek dostların kim?...

Kimler Cehennem boyutu dostların; kimler Cennet boyutu dostların?...

Kimlerle hangi konuları paylaşıyorsun?

Paylaştığın konulardan da anlamıyor musun onların hangi boyut için varolduklarını?...

Dünyalık için yardımcı olduğun teşvik ettiğin insanlara, Cennet boyutu için ne kadar yardımcı oluyorsun?...

Dünyalık için bin türlü akıl öğretirken, Cennet boyutu için “bir kere konuşup kimseyi zorlamam “diyerek nasıl bırakırsın?...

Dünyalık çalışmıyor diye bin kere kafasına kakmak varken; Cennet boyutu yaşamaları için niye beş kere uyarmayı göze alamıyorsun?...

Alırsan kaybın neler olacak?... Bu kayıp ne kadar ve nereye kadar sürecek?...

Dünya için çalışmayan neler kaybedecek ve nereye kadar?...

Cennet boyutu için gerekenleri yapmayan neler kaybedecek ve nereye kadar?...

Dosttan Dosta” kitabından uzun yıllar önce yazılmış bir söz:

“Kişinin teşvikine bak, ne için yaratılmış olduğunu anla!.

Dostlar bugün varız, belki de bir daha hiç bir araya gelemeyeceklerimiz var...

Lûtfen şunu çok iyi anlamaya çalışın...

Ya da ben anlatamıyorsam daha iyi ve anladığınız gibi anlatan birini bulun... size anlatsın...

Bir daha dünyaya geri gelme şansınız yok!...

Geçen, boşa harcadığınız zamanı da telâfi etme şansınız yok!.

Bugün çevrenizde olan herkesi burada bırakıp tek başınıza yolculuğa çıkacaksınız; size en yakın olan eşinizi bile yan yastıkta bırakıp kendi rüyanıza, kendi dünyanıza daldığınız, gibi!...

Beyninize, ruhunuza yüklediklerinizle baş başa olarak, yalnızca!...

Eşimin benden gizli saklı hiç bir şeyi yoktur!.

Benim de kaldırabileceği hakikatlar için de öyle!.

Ama buna rağmen, rüyamız ayrı; bazen bazı noktalarda kesişse bile!...

Peki, ideali ayrı, dünyası ayrı, rüyası ayrı insanlarla yaşamak uğruna "Allah"ı yitirip; ebeden, bir insan öncesi mahlûk gibi yaşamayı kabullenmek niye?

Bir başağrısı düşünme yetinizi ortadan kaldırırken; yıllar ve alışkanlıklar beyninizi parça parça mahvedip tüketirken; beyninizin kalan ne kadarlık kullanılır kısmıyla ve önünüzdeki ne kadarlık bir zaman içinde "Allah"ı tanıyıp, "ayna"sında kendinizi seyretmeyi düşünüyorsunuz?

Ne zamana kadar, Deccal süsü olan ve sizin dünya ile oyalanmanıza yol açan oyuncaklar ile zamanınızı boşa harcayacaksınız?.

Alın bir Kur’ân meâlini ve bu idrâk ile tekrar baştan sona okuyun bakalım; neler diyor, Allah ‘ın sizin için daha hayırlı olması konusunda, dünya süslerinin sizlere neler kaybettirmekte olduğu konusunda...

Evet dostlar ben demiyorum ki, dünya için çalışmayı bırakın..

Din, siyaset ve dünya saltanatı için gelmemiştir...

Din insana, geleceğini kurtarması, Hakikatini tanıması, "halife"liğini yaşaması için; "Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olarak" yaşaması için gelmiştir...

Öyle ise bu gerçek doğrultusunu benimsedik mi, yoksa bu hobiyle dünyamızı daha zevkli hâle mi getiriyoruz?

Lûtfen bunun cevabını, yatınca gözümüzü kapadıktan sonra gerçekçi bir şekilde düşünelim...

Dönüşü olmayan bir yolda hızla ilerliyoruz zira...

hf

GERÇEĞE GÖRE YARGILAMA

Gerçeğe göre değerlendirme yalnızca Allah’a aittir. Allah Rasûlü’ne göre dahi değil!.

Allah Rasûlü’ne göre olsa, kendine göre hüküm verirdi.. O, daima âyet beklemiştir, her hangi bir konuda konuşmak için!.

Bu da gösterir ki; gerçek yargılama, değerlendirme, hüküm verme yalnızca Allah’a aittir!.

hf

HAKK’I İNKÂR

GERÇEĞİ FARK EDEMEYİŞİN SEBEBİ

"Çok"tan "TEK"e bakanlar, asla gerçeği farkedemeyecekler!..

Körlüğün sebebi de bu bakıştır!..

hf

GERÇEKTEN SAPTIRAN ŞEY

Seni gerçekten saptıran şey, senin dışında değil; düşüncendedir!.

hf

HENÜZ GERÇEĞE ERİŞMEMİŞ OLANLAR

Kadere yapışarak her şeyden elini çekenler, henüz ‘’gerçeğe erişmemiş olanlar’’dır.

hf

HAKİKATİNİN HAKKINI VERMEYEN

"’Â’mâ", gösterildiği halde gerçeği değerlendiremeyendir!.

hf

 

"Câhil", Hakikatini bilmeyen ve dolayısıyla da hakikatının hakkını vermeyendir!

hf

“HAKİKATİ”Nİ BİLMEYENİN DAVRANIŞI

‘’Günah’’, Hakikatını bilmeyenin davranışlarının adıdır.

hf

İMAN DA, KÜFÜR DE

“HAKİKATİ”NEDİR!

İman eden kendine etmiştir!.

Küfr eden kendine etmektedir!.

İman da gaybına, hakikatinedir!

Küfr (inkâr, gerçeği örtmek)de gaybına, hakikatinedir!

Çünkü, “Hakikat” mertebesinde (boyutunda) var olan, yalnızca O’nun sıfat ve isimlerinin işâret ettiği anlamlardır!.

hf

HAKK’IN YÜZÜNDEKİ PERDE

Hak'kın yüzündeki perde, zanna ve şartlanmalara dayanan hükümlerinizdir.

hf

Gerçeğin örtüsü, tamamiyle göresel değerlerle şartlanmalar ve bilgisizliktir!.

hf

"Zan"ınızdan geçip, onu terketmedikçe, seyredemezsiniz.

hf

GERÇEKLER NİÇİN ÖRTÜLÜR?

Gerçekleri, ya onlardan bîhaber olanlar örter, farkında olmaksızın; yahut da, o gerçekleri anlayıp idrâk edemeyenlerin, o gerçeklere dil uzatmasını istemeyenler.

Bu sebep iledir ki, birçok idrâk ehli, gerçeklerin gizli kalmasını, açıklanmamasını tercih etmişlerdir.

hf

ÇOKLUĞU İNKÂR,

HAKK’I İNKÂR OLUR. ..

TEKLİĞİ İNKÂR,

YİNE HAKK’I İNKÂR OLUR!

Vech!”

Vech”den murad, birimin birimiyeti değildir!.. Nitekim âyette;

“NE YANA DÖNERSEN ALLAH’IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN” (2/115)

diyor!.. ”Vecihlerini”görürsün demiyor.... Yani, yüzlerini görürsün demiyor; “Allah’ın yüzünü” görürsün diyor!..

Senin ayrı ayrı varlıklar görmene sebep gözündeki yetersizlik demedik mi?..

Gözündeki yetersizliği, şuur kemâliyle eğer kaldırırsan, idrâkına giren sahada, yani basiretinde varlıkların çokluğu yoktur! Gözde, çokluk vardır!. Dolayısıyla basiretinde, Allah’ın “vechinden” başka bir şey yoktur!.. Yani Allah’ın çeşitli isimlerinin mânâları… Çeşitli isimlerin mânâları, aslında tek mânâdır, burayı iyi anlayalım!

Bütün isimlerle kastedilen mânâlar ayrı ayrı mânâlar olmayıp, tek bir mânâdır.. Tek bir mânâ, değişik isimlerle, değişik mânâlar varmış şeklinde çoğaltılmaktadır!..

Aslında, bütün isimlerin müsemmâsı tek bir varlıktır!.. Tek bir varlıkta tek bir mânâdır!.. Değişik mânâlar, değişik isimlerle varolmaktadır.. Dolayısıyla sen, hangi mânâ yönünden ele alsan, o tek varlığı ele almış, tek kaynağı ele almış olursun ki; işte çokluk-teklik noktası bu ince noktada birleşmektedir. Burada tek, çok olmaktadır!.

Yani, çokluk, isimlerde meydana gelmektedir. Aslında mânâlar yok, tek bir mânâ yapı var!.. O tek mânâ, değişik yönler itibariyle ele alındığı için, değişik mânâlar varmış gibi bir husus ortaya çıkıyor. Yani mânâlar îtibârîdir.. İzâfidir...  Aslında bir mânâ yapı vardır.

Bütün mânâlar tek bir Ruh’ta mevcuttur!..Tek bir ruh vardır!...

Bu tek ruh, değişik özellikleri veya değişik kâbiliyetleri veya değişik ortaya koyabileceği şeyler dolayısıyla, ayrı ayrı varlıklarmış gibi mütalâa edilmektedir. Halbuki mânâ yapı tek, varlık da tek!.. Bu tek olan varlık, değişik oluşlar meydana getiriyor... TEK’ten çok özellik sonucu, çok şey seyrediliyor ve çok varlık var, sanılıyor.

Buna misâl yollu şöyle yaklaşalım...  Şimdi “Ahmed“ diyoruz.. “Ahmed“ dediğimiz tek bir varlık değil mi?.. Ahmed’in cömertliği var, Ahmed’in yürekliliği var, Ahmed’in boynu büküklüğü var... Şimdi cömertlik, cesurluk, düşüncelilik dediğimiz hep aynı Ahmed’e ait değil mi?.. Evet!.. Peki bu ayrı ayrı mânâlar, Ahmed’de ayrı ayrı mânâ yapılar olarak mı var?... Yani, bu isimlerin mânâları ayrı ayrı mânâlar olarak mı var Ahmed’de? Hayır!.. Değişik olarak ortaya koyduğu fiillere verdiğimiz isimler bunlar!..

Eğer bir olay gördüğü zaman, o olaya arkasını dönüp gidiyorsa, korkak diyoruz!.. Yani isimler, fiillerden doğuyor! Ahmed’in ortaya koyduğu mânâ,ortaya koyduğu fiil, bir mânâ ile yorumlanıp, onda bu mânâ da vardır deniyor...

Eğer ki isimleri kaldırırsan varlık tek olarak gözükür!.. Varlığın tekliğini müşâhede edersin!.. Eğer isimleri kaldırmaz da; yâni fiillere nisbetle isim vermede devam edersen, çok mânâlar varmış gibi gelir; çok isimler varmış gibi olur!

İsimlerin varlığı aslında fiile dayanır!.. Fiil olmadığı zaman, ismin mânâsının varlığı da kalmaz!..

Allah’ın isimleri olması, varlığın varolmasından sonradır bir başka anlamda....

Varlık varolmadan evvel yâni fiiller boyutu olmadan evvel, isim boyutu da yoktu zaten isim boyutu olmadığı gibi o mânâlarda yoktu!..

Bu mânâlar yoktu sözünü, tasavvufta nasıl ifade ediyorlar, mânâlar bâtındaydı diyorlar! Kendindeydi, özündeydi!

 “Özündeydi” hükmünü de nereden veriyorsun?...

Fiile dayanarak veriyorsun… Fiil olmayınca, zaten o mânâ olmayınca mânâ yok hükmündedir. Mânâlar sonradan varolmuştur...

Dolayısıyla; yüz, tek bir yüzdür ve fiil âleminde eğer basiretinle bakarsan, tek bir yüzü görürsün!.. Ama yüzün tek olması, fiillerin çokluğu, dolayısıyla da mânâlar çoktur denir... Basirete göre zaten varlık Tek’tir!..

Ancak basiretinin verdiği teklikle, fiiller düzeyinin verdiği çok oluş sende aynı anda müşâhede edilmelidir.

Şayet biri diğerine ağır basarsa, mutlaka bir taraftan Hakk’ı inkâra sapmış olursun!..

Çokluğu inkâr, Hakk’ı inkâr olur!. Tekliği inkâr yine Hakk’ı inkâr olur!.

Çokluk altındaki varlığı inkâr ettiğin zaman, çokluk adı altındaki varlık, gene onun varlığıdır!.. Tekliği kabul et, çokluğu inkâr et, Hakk’ı inkâr edersin!.. Çokluğu kabul et, Tekliği kabul etme, yine Hakk’kı inkâr etmiş olursun!..

hf

DÜNYADA HALİFE OLDUĞUNUN İDRÂKINI

VE YAŞANTISINI ELDE EDEMEYEN,

ÖLÜMDEN SONRAKİ YAŞAMDA DA ELDE EDEMEZ

Rabbin; "Allah, Âdem`i kendi sûreti üzere halketti" açıklamasında belirtilen, senin varlığını meydana getiren "Esmâ-i ilâhi"dir.

Dolayısıyla sen, kendi varlığını, "ben"liğini tanı ki, Rabbi`ni tanımış olasın!

Dolayısıyla da, "Rabbim Allah`dır" de!...  Ve böylece de ilâhi isimlerin mazharı ve ortaya koyucusu olarak, "Halife" olduğunu anla, idrâk et, ve gereğini yaşa!

Aksi takdirde sen, "bir ben var, bir de ötemde tanrı" anlayışı içinde yaşarsan, Allah`a "şirk" koşmuş olursun!

Zira bu durumda gerçekte mevcûd olan Allah`ın yanı sıra bir de tanrının varlığını tahayyül etmiş, varsaymış olursun; ki senin bu hâlin de Din’de, "şirk" diye ifade edilir...

Ve, böylece de, kendinin "Halife" oluşundan mahrum ve mahcup bir halde, yani perdeli olarak bu dünyadan geçer gidersin...

"Kim a`mâ olarak ölürse, öbür dünyada da, a`mâ olarak haşrolur"

Âyetinde belirtildiği üzere, burada "Halife" olduğunun idrâkını ve yaşantısını elde edemeyen, orada da elde edemez!

hf

HAKK’IN HAKKINI VERMEK

Hak’kın hakkını, büründüğü sûrete göre vermelisin.

hf

"KUL HAKKI"

İslâm toplumu arasında bir “kul hakkı” sözüdür sürer gider… “Hakkımı aldın”, “hakkım kaldı”. gibisinden sözleri çeşitli vesilelerle söyler dururuz.

Nedir bu kul hakkı?..

hf

“KİŞİYE GÜNAH OLARAK SADECE DİLİ YETER!”

 

Nice insanlar vardır. Hayır hasenat yaparlar. Namaz kılarlar, oruç tutarlar. Zekât verirler. Ve âhırete “dolgun” gittiklerini sanırlar!.. Oysa tamtakır, tamamiyle müflis yani iflas etmiş bir şekilde oraya varmaktadırlar, bundan hiç haberleri yoktur.

“KİŞİYE GÜNAH OLARAK SADECE DİLİ YETER”

Hadîs-i şerîfinde anlatıldığı üzere, başkalarının dedikodusunu yapması, zan üzere başkaları hakkında konuşması, iftiralara âlet ve aracı olması yüzünden tüm sevablarını yani müsbet enerjisini onlara dağıtmaktan başka, bir de onların günâhlarını yani negatif yüklerini yüklenmiştir; üstelik bunun farkında bile değildir!..

hf

Niye Rasûlullah aleyhi's-selâm bu mevzûda bu kadar şiddetli konuşmuş da şöyle buyurmuştur:

-GIYBET ZİNADAN OTUZ ALTI DEFA DAHA ŞİDDETLİDİR.

Câbir ve Ebû Said radıyallahu anh naklediyor

Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Gıybetten sakınınız!. Zira gıybet zinâdan daha şiddetlidir!. Çünkü zinâ eden kimse tevbe eder, Allah da afveder. Fakat gıybet eden, gıybeti yapılan afvedinceye kadar, afvedilmez!.. (Gazalî-İhya)

hf

ANA BABA HAKKI

Okunuşu:

 Rabbirhamhüma kemâ rabbeyaniy sağiyra

Anlamı:

 Rabbim, anne ve babama, bana küçücükken gösterdikleri gibi merhamet eyle, rahmetinle sar!.

Bilgi:

İnsan üzerindeki en büyük hak anne ve baba hakkıdır. Dünyada varoluş vesilesi olan anne - baba hakkının bir evlâd tarafından ödenebilmesi çok güçtür.

Ama bu âyet-i kerîmede onlar için yapabileceğimiz dilde çok kolay fakat manâda çok değerli bir duayı öğretiyor Cenâb-ı Hak bize. Şâyet ana - babamızın hakkını bir nebze olsun ödeme sorumluluğunu haiz bir vicdanımız varsa, duâlarımızda mutlaka şu dört kelimeye de yer verelim.

hf

 TOPLUM HAKKI

(Soru: Bire bir olan alışverişlerde hak alıp verme olayını anlayabiliyoruz..  Şöyle ki; birime ait olan borcun karşılığını pozitif olarak, otomatik olarak veriyoruz!.. Karşıdaki çoğul olduğu zaman, örneğin; devletten alınan kredinin verilmemesi gibi.. Bu gibi oluşumlarda sistem nasıl işler... Teşekkürler.)

Toplumun hakkını mı demek istiyorsun?...

(Evet Üstadım...)

Topluma karşı mesûldür...

hf

“HABİR” ESMÂSI

Şey’in varlığıyla kendisinden haberdar olan.

hf

“HÂDİ” ESMÂSI

Hidâyet eden; gerçeğe yönlendiren; gerçeği görmeyi sağlayan.

hf

“HÂFID” ESMÂSI

En değersiz hâle düşüren.

hf

“HAFİZ” ESMÂSI

Koruyan, muhâfaza eden, ayakta tutan.

hf

“HÂL”

Hâl, makama göredir... Makam ise, fıtrata!.

hf

“HAKİM” ESMÂSI

Her fiilinde bir hikmet, bir sebep, bir gerekçe yatan.

hf

ALLAH’IN BÜTÜN YAPTIKLARI

“HAKÎM” İSMİNİN GEREĞİ OLARAK

BİR HİKMETE DAYALIDIR

VE YERLİ YERİNDEDİR

TANRI” ve “tanrılık” kavramının ne olduğunu âcilen çok iyi öğrenmek ve çevremizdeki düşünme kâbiliyeti olanlara da farkettirmek mecburiyetindeyiz!.

Hazreti Muhammed aleyhisselâmın, Kur’ân-ı Kerîm’e dayalı bir yolla açıkladığı “ALLAH” ismiyle işaret edilen varlığı gerçekten anlamak, idrâk etmek istiyorsak; öncelikle, ötede-yukarıda-dışımızda bir “Tanrı” varsayma düşüncesinden arınmak zorundayız!..

Bu arınmayı nasıl gerçekleştireceğiz?…

Allah’ın yaratmış olduğu içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemi ve onda geçerli olan sistemi okumaya çalışarak!.

Öncelikle farkedecek ve idrâk edeceğiz ki;

Algılamakta olduğumuz her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi ve kudretiyle meydana gelmektedir!. O’nun dilemesi dışında hiç bir birim hiç bir şey dileyemez!. Hakîm olan olan Allah, her olayı bir hikmetle ve yerli yerinde olarak oluşturmaktadır; biz onu yersiz veya yanlış olarak nitelendirsek dahi!.

hf

Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!..

Mâdem ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını seyir için meydana getirmiştir.

Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır.

Öyle ise, O'nun bütün yaptıkları "Hakîm" isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!..

hf

İLÂHİ İSİMLERİN ZITLARI DAHİ

“HAKİM” İSMİ GEREĞİNCE

BİR HİKMETE DAYALIDIR VE

 O HAL DAHİ BİR KEMÂLDİR

Kusur gören, Allah`ın "Hakîm" ismini inkâr etmededir!.

Mevcut olan bütün ilâhi isimlerin mânâlarının zıdları, o isimlerin kemâlâtının müşahede edilebilmesi için; o isimlerin mânâlarının ortaya çıkmaması sûretiyle meydana gelir!.. Ve, o hal de, gene “Hakim” isminin gereğince, bir hikmete dayanmaktadır. Ve o hal dahi bir kemâldir!..

hf

“HAKÎM” İSMİ, KİŞİDE

OLUŞLARIN HİKMETİNE ERME KAPASİTESİNİ

GENİŞLETEN VE HER ŞEYİN NE SEBEPLE

OLUŞTUĞUNU FARK ETTİREN İSİMDİR

“HAKÎM” ismine gelince...

İnkârın daima kökeninde, idrâk edememe vardır!. Sebebi hikmetini bilemediğin, anlıyamadığın şeyi inkâr edersin. Oysa, bilsen o şeyin neden öyle olduğunu, neyin neyi nasıl meydana getirdiğini, ne yapılırsa, nasıl neyi meydana getireceğini, bütün değerlendirmen bir anda değişiverir!.

İşte bu isim, kişide oluşların hikmetine erme kapasitesini genişleten, her şeyin ne sebeple oluştuğunu, neye yönelik olarak konduğunu farkettiren isimdir.

hf

 “SİSTEM”DE OLUŞLAR ARASINDAKİ

BAĞLANTILARIN KURULUP SENTEZLERİN YAPILABİLMESİ

“HAKİM” İSMİNİN ZİKRİ İLE

MÜMKÜN OLUR

 “ALLAH İSİMLERİ” zikri ise, yapınızı meydana getiren isimler terkibi içinde, belirli isimlerin mânâlarını güçlendirmeye yöneliktir.

Meselâ…

…..

Ya da “HAKÎM” ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı olarak yer aldığını idrâk edersiniz.

hf

Sistemdeki oluşların birbirleriyle arasındaki bağlantıları sağlayıp, sentezleri yapabilmesi için, “HAKİM” ismini veririz.

İşte bizim tavsiye ettiğimiz bütün isimler, böyle komplike bir sistem, bir bağlantılı sistem sonucudur. Rastgele bir esma zikri değildir. Bunların her birinin diğerleriyle bağlantısı, sebep-sonuç ilişkileri vardır.

hf

"HAKÎM" ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı olarak yer aldığını idrâk edersiniz.

Yani, "ALLAH" ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar sistemindeki gibi, bütün isimleri eşit oranda yükseltirken; "İSİMLER" zikri ise sadece kendi cinsinden olan terkibinizdeki mânâyı güçlendirir. Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli gelişmeleri farkedilir hâle getirir.

İşte bu sebepledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi arzu edenlere, "İSİMLER" zikri tavsiye ederiz.

hf

Bizim tavsiye ettiğimiz zikirlerin, herhangi bir tarikat zikri ile alâkası asla yoktur!.

Tarikatsız ya da hangi tarikattan olursa olsun; kişi bu zikirleri yaptığı zaman, birkaç ay içerisinde neticelerini görmeye başlar!.

hf

“HÂLİK” ESMÂSI

Benzeri, örneği olmayan şeyi meydana getiren. Takdir eden.

hf

"HÂLİK", Türkçe’deki karşılığıyla "YARATAN" anlamınadır. “Öyle bir şey ortada yok iken, o şeyi vareden, ortaya çıkartan” anlamınadır.

Ama, nasıl, hangi ölçüde, hangi gayeye yönelik olarak dedik mi, burada karşımıza "FÂTIR" çıkar.

hf

 “HÂLIK” İSMİNİN MÂNÂSININ AÇIĞA ÇIKIŞIYLA

“O HER AN YENİ BİR YARATIŞTADIR!” YAŞANIR!

“O, her an yeni bir yaratıştadır”; hükmü, cennet ehlinde tam anlamıyla yaşanır, hissedilir bir biçimiyle ortaya çıkar.

Her an yeni bir şeyler üretir, yaratır. Kendine birçok beden yaratır. Sayısız varlıkları yaratır. Çünkü kendisinde HÂLİK isminin mânâsı açığa çıkmaktadır. İşte, bundan dolayı orada zaman diye bir kavram yoktur.

Ve cennetteki bühl sınıfı değil de, Ârifân sınıfı, dünyada bazılarının müşahede ettiği olayı orada somut bir şekilde yaşarlar.

hf

 “HALİM” ESMASI

Yumuşaklık ve hoş görü sahibi.

hf

"Halim" ismi... Zâlime hilmle, yumuşaklıkla, hoşgörüyle sakin bir hâl ile cevap verme… Öyle zaman olur ki, o anda biz, karşımızdaki çok büyük şiddet gösterdiği halde, gayet sâkin ve rahat bir şekilde kalır ona yumuşaklıkla cevap veririz.

hf

“HALİM” İSMİ

İNSANIN HEM ZÂHİR HEM BÂTIN DÜNYASINI

DÜZENE SOKAR

"HALÎM" ismi insanda, öncelikle hoşgörü ve yumuşaklık, sâkinlik ve fevrî çıkışları kesme özellikleriyle tesirini gösterir.

Kişinin manevîyatta gelişmesi için önce hoşgörülü olması ve fevrî, aşırı ve zamansız çıkışlarını kontrol altına almış olması gerekir!

Çünki bu tür çıkışlar insanın hem zâhir dünyasını mahveder, sinirli, stresli, bunalımlı bir yaşama çevirir. Hem de bâtın âlemini mahveder, Allah'la arasına sanki ziftten - katrandan bir perde çeker!

"HALÎM" ismi işte insanın hem zâhir hem de bâtın dünyasını düzene sokan isimdir. Kişinin olgunlukla hoşgörüyle karşısındakine açık olmasını sağlar ki bu da onun yeni yeni şeyleri farketmesine vesile olur. Sinirlilik, stres, fevrî davranışlar bu zikre devamla çok kısa sürede kontrol altına alınır. İleri aşamada fâilin Hak olduğunu görmeye yol açarak, müşahedeye imkân sağlar.

hf

ŞİRKTEN ARINMAK, ALLAH’I BİLMEK,

ÖNCE KİŞİDE ”HALİM“ İSMİNİN MÂNÂSININ

YAŞANMASIYLA MÜMKÜNDÜR!

Allah’ı bilmede “Alim” ve “Halim” isimlerinin mânâlarının kişiye açılması çok önemlidir.

Fakat, Allah’ı bilmede “Halim” isminin rolü, bunların hepsinin üstünde, fevkindedir.

“Halim” ismini biz “hilm” kelimesinden gelen biçimde, “yumuşaklık, hoşgörü, anlayışlı olma” gibi değerledirebiliriz. Halbuki bu verdiğimiz anlam, beşeriyet itibariyle böyledir.

Peki Allah’ın ismi “Halim” olduğuna göre, Allah niye hoşgörülü, yumuşak, “Halim”? Burayı düşünmemiz lâzım…

Yunus’un dediği gibi, “Yaradılmışı hoşgörürüm, yaratandan ötürü” diyor.

Yaradılmışı hoşgörüyor. Peki Allah niye yartılmışı hoşgörüyor acaba?..

O yaratılmışı yaratan kim?..

Allah…

O’nu öylece yaratan kim?

Gene Allah…

Peki Allah, gereksiz, hatalı, yanlış imâlâtta mı bulunmuş?

Hâşâ…

Hâşâ sözü bana şunu hatırlattı…

“Dedi: Sarhoş musun?

Dedim: Hâşâ! Postu meyhaneye serenlerdenim.”

Böyle bir deyiş var. Bunu hatırlatıyor hâşâ sözü bana.

Allah, hatalı, kusurlu, eksik, yanlış yaratmaz.

Allah’ın her yarattığı tam bir mükemmeldir!.

Mükemmelden de mükemmel olmayan iş sâdır olmaz.

Tam bir mükemmel yarattığına göre Allah, mükemmel olmayan bir şeyin o varlıktan meydana gelmesi mümkün olmaz.

Öyleyse Allah indinde mükemmel olmayan bir şey mevcut değildir.

Mükemmeliyeti göremiyorsak, bizim “mükemmeliyeti görememe mükemmeliyeti”yle yaratılmış olmamızdandır o.

Biz çevremizde, karşımızda, yaşamımızda mükemmel olmayan şeyler görüyorsak, o bizim o mükemmeliyeti görmeme kemâlâtıyla yaratılmış olmamızdandır.

Allah, sebepsiz, hikmetsiz hiç bir şey yaratmadığına göre, bizimse her sebebi ve hikmeti göremeyişimize göre, işte bu yüzden, eksik, noksan, kusurlu görme hali içine düşeriz.

Düşmeliyiz ki bu kesret, bu çokluk âlemi oluşsun.

Ama bu bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, buna kanmayın!” diyor Kitap’ta.

Oturmuşsun rahat koltuğa, tiyatroyu sahnede seyrederken, oyunu seyret ama oyunculara kızma.

Çünkü senaryo öyle yazıldı senarist tarafından.

Biliyorsun ki, o oyuncu onu dövüyorsa, tekmeliyorsa, sövüyorsa, seviyorsa senaryo öyle yazıldığı içindir.

Câhilsen, gâfilsen oyuncuya kızarsın.

Ama biliyorsan, biliyorsun ki o oyuncu rolünün gereğini yapıyor, böyle bir oyun kurmuşlar; seyredersin.

Bu varlıkta mutlak tasarruf sahibi olan Allah ise, elbette ki dilediği senaryoyu yazmakta, dilediğine dilediği rolü vermekte, dilediğini dilediği gibi değerlendirmekte fail-i muhtardır, fail-i hakikidir ve bu anlayışla ben, Allah’ı anlayıp, değerlendirmezsem, ben çok mükemmel bir müşrik olarak, mükemmel bir şirk ehli olarak bu dünyadan geçer giderim.

İster rahmet oku ardından ister okuma hiçbir faydası da yok!.

Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişiye “Halim” mânâsının açılmasıyla mümkündür.

“Halim” isminin mânâsı senin fıtratında yer almış, programında yer almış, senden açığa çıkıyorsa, her bir birimin Allah’ın O’nu yaratış amacına göre fiillerde bulunduğunu müşahede edersin. Ve kişiyi suçlama olayı senden kalkar.

Acaba bende şirk var mı yok mu?..

Test ediyorum kendimi, test için şu suali soruyorum:

Olaylardan dolayı, oyunun çeşitli sahnelerinden dolayı, kişileri suçlama hali, eksik, noksan kusurlu görme hali bende var mı yok mu?

Eğer buna cevabım,

“Evet bende böyle bir hal var, karşımdakini, arkadaşımı, iş yaptığım kişiyi, karımı, kocamı, çocuğumu, vesaireyi gerçekten o fiilinden dolayı suçluyorum, kınıyorum” ise, ben mükemmel bir müşrik olarak şu anda yaşamıma devam ediyorum.

“Hayır ben kimden ne fiil görürsem göreyim, O’nu var eden, yaratan Allah böyle dilemiş ve yaratmış diyor ve noktayı koyuyorum.” ise, o zaman ben mükemmel bir müşrik değil, mükemmel bir müminim.

Dilerim ki Allah, o hal ile huzuru Rasulullah’ta yer almayı nasip etmiş olsun.

Demek ki, Allah’I bilmek, “Halim“ isminin mânâsının yaşanmasından geçiyor!.

İşte bu sebepledir ki ben bundan sonra Dua ve Zikir kitabındaki zikirlerde de bir değişiklik yapacağım ve “Mürid“ isminden sonra ikinci isim olarak “Halim“ ismini koyacağım ve herkese de tavsiye ediyorum, Mürid’den sonra en azından 2700 veya 3600 civarında “Halim“ ismini çekmelerini.

Çünkü beyinde o kapasitenin hazırlanması, onun anlamının oluşmasına da vesile olur.

hf

 HOŞGÖRÜNÜN KAYNAĞI,

“HALİM” İSMİDİR!

 “Mürid” isminden sonra, önündeki engelleri, perdeleri aşabilmesi için gerekli olan hoşgörüyü, yani, her şeyin yerli yerindeliğini idrâk ettirecek olan “HALÎM” ismini tavsiye ederiz.

“Halîm” ismi, Allah’ın her şeyi yerli yerinde yaratmasını kişiye idrâk ettirir. Hoş görünün kaynağıdır.

hf

KİŞİYE ”HALİM” İSMİ AÇILMAZSA

YAŞAMDA YANLIŞ, HATALI,

KUSURLU ŞEYLER GÖRÜLÜR

"Halim" isminden mahrum olduğun sürece ‘’tahkik ehli’’ olmaz; taklitle yaşarsın!.

hf

Yaratmış olduğu bu sistem, Allah’ın yaratış amacına uygun olduğu içindir ki, MUTLAK MÜKEMMEL’dir! Yani içinde yaşadığımız âlem, sistem, evren, düzen, varediliş amacına uygun olarak meydana geldiği içindir ki, mutlak mükemmeldir!

Her ne olmuş ise, yaratılmış ise, varedimiş ise o, varedenin amacına uygun olarak meydana geldiği için MÜKEMMELdir.

Biri diğerine göre değerlendirmekse, yanlıştır! Bu olaya Hz. İsa, “Sen insan gibi düşünüyorsun, ALLAH gibi değil... Allah gibi düşünmeye çalış!“ sözüyle işaret etmiştir.

Kişide HALİM isminin mânâsı açılmazsa, Allah'ın bu varlığı nesneleri birimleri varediş hikmeti farkedilemezse, yaşamda pek çok eksik yanlış kusurlu hatalı şeyler görülür.

Bu, bize göre değerlendirmeden dolayıdır.

Bize görenin tabanında da, yetiştiğimiz çevrenin şartlanmaları, ana -baba okul-sülale-yetiştiğin köy kasaba şehir... her neyse oranın şartlanmaları yatar.

Bu günlerde bir tâbir var…

EVRENSEL DÜŞÜNMEK!

İnsanın beşeri değer yargılarından, çevresel değer yargılarından arınabilmesi kurtulabilmesi güçtür. Bu, evrensel düşünmeyi gerektirir en azından. Yani “yahu ben burada yetiştiğim için bu olaya böyle bakıyorum ama eğer ben burada değil de filanca ülkede, Çin’de Hint’te Afrika’da, Güney Amerika’da, Alaska’da dünyaya gelseydim hâlâ böyle düşünüp bu olayı böyle değerlendirecek miydim? diye o konuyu ele alırsak, alabilirsek işte o zaman “evrensel düşünme“nin yolu açılır.

Yani ALLAH GİBİ DÜŞÜNMENİN EŞİĞİ, basamağı, EVRENSEL DÜŞÜNEBİLMEKtir. Eğer bir insan evrensel düşünemiyorsa, Allah gibi hiç düşünemez. Allah gibi düşünen zaten doğal olarak da evrensel bakış açısına sahiptir.

hf

“HALİFE” ÖZELLİĞİ

“İNSÂNÎ MÂN”

 “HALİFETULLAH”

(ALLAH HALİFESİ)

(TÜM EVRENLERDE ALLAH ADINA SÖZ SAHİBİ)

Halifetullah, “Allah halifesi” demektir ki, eğer böyle bir birim varsa, tüm evrenlerde Allah adına sözsahibi demektir...

Soru neydi?... Kurân‘a göre diyordu!...

Öyle ise cevap da bir kere Kurân‘a göre diye başlamalı değil mi?...

Ben Kur’ân‘ın şu âyetinden bu konuda şunu anlıyorum, diye cevaba girmek gerek değil mi?...

Kur’ân insanın ALLAH'ın halifesi olduğunu yazıyor mu HÂFIZ ......?

(Cevap: Kelime kelime o tâbir yok..)

O tâbir olmadığına göre, kimsenin de "Allah'ın halifeliği"ni öne sürme hakkı yok!...

Çünkü önce burada o sözün geldiği yeri anlamak durumundayız... Hangi mertebeden gelen bir söz bu?..

Yeryüzünde halife olarak meydana getirdik” sözü, hangi mertebenin ifadesi acaba?...

"ALLAH" de ötesini bırak, ise konu... tamam öyle deyip kapayalım!.

O zaman yukarıda bir tanrı düşünelim; burada da onun nâmına işleri yürütecek bir kâhya... pardon, bir halife!.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım...

Bir kere "ALLAH" kelimesini değil;"ALLAH” adıyla işaret edilen cümlesini beyninize kazıyarak düşünmeye başlayın...

İşaret edilen, NE ve NEREDE?...

Bu takdirde, kendisiyse, zaten halifesi olmaz!...

Kendisi değilse; o zaman NESİ?...

Halifelik sonradan mı oluşuyor; anadan doğma mı?...

Sonradan olma ise, "insanı" lâfzı hangi şartlardaki kime işaret ediyor?...

Anadan doğma ise, o takdirde bütün insanlar mı halife?...

Kadın-erkek ayırımı olmaması bu hitapta, neyi gösteriyor?...

Yeryüzünde halife ise, bu Âhıret, Cehehennem ve Cennet boyutlarını da içeriyor mu ?...

Yoksa sadece Dünya (Âyette ARZ) yaşamını mı içine alıyor?...

Evet bu soruların cevaplarını bekliyorum...?

hf

HALİFE-İ TAM

(“ABDİYYET” SIRRINA ERMİŞ KİŞİ)

(ABDULLAH)

Konuyu dağıtmayalım, fakat Abdullah isminin, "Hilâfet"le çok yakın bir alâkası var. Çünkü, "Abdiyyet" sırrı da, "Abdullah" ismi ile târif edilir ki, "Halife-i Tam" diyelim...

Esasında, bütün insanlarda bu özellik var, ama bu "Hilâfet"i tam hakkıyla yaşayabilme hâli, Abdullah ismiyle tanınan, Abdiyyet sırrı`na ermiş kişiye aittir.

hf

EVRENDE HALİFE…

“İNSAN-I KÂMİL”

(KOZMİK BİLİNÇ)

(EVRENSEL ÖZ)

Bugünkü modern bilim neticesinde oluşan düşünce sisteminin eriştiği gerçek olarak "KOZMİK BİLİNÇ" adıyla tanımlanan evrensel TEK şuur tasavvuf çalışmalarıyla asırlardır tanınan "İNSAN-I KÂMİL"den başka bir şey değildir.

Ne var ki, hakikatın modern bilimle deşifre edilmesinden önceki dönemde, Evrensel sırlar ve Evrensel gerçek mecazî, benzetme yollu tanımlamalar ile anlatılmaya çalışılmış ve bundan da farklı isimlendirmeler doğmuştur.

İşte tasavvufta, "İnsan-ı Kâmil" modern düşüncede ise "Kozmik Bilinç" adıyla tanınan Evrensel Öz, "Allah"ın bütün isimlerinin işaret ettiği mânâların ortaya çıkış mahallinden başka bir şey değildir.

"Allah" isminin bütün mânâlarının "İnsan"da zuhûrundan birinci mânâ, Evrende ilâhî isimlerin zuhûrudur. Evren, varoluş kâbiliyet ve istidat itibariyle Allah'ın dilediği, takdir ettiği bütün mânâları âşikâre çıkartabilecek durumdadır. Daha önce yaşamışlar bu durumu; Allah, ilmine ayna olmak üzere "İnsân-ı Kâmil"i yaratmıştır; diye târif etmişlerdir.

Dolayısıyla, İnsân-ı Kâmil, "Allah"ın tüm isimlerinin bizâtihi zuhur mahallidir ki, bu yüzden de, onun dışında hiç bir zuhur mahalli mevcut olamaz.

Bu itibarla, evrende algıladığımız her oluş ve onun taşıdığı anlam bir ilâhî ismin ya da isimler bileşiminin ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

hf

GERÇEK "HALİFE", TEK'TİR...

O DA, RUH-U A'ZÂM'DIR

SEMÂDA

 (EVRENDE HER BOYUTTA) DAHİ

HALİFELER VARDIR!

Esasen bütün bu ve bilemediğimiz sayıdaki tüm evrenlerin, "aknokta"lardan oluşan birer "akyapı" olan "Big Bang"larla oluşan olayla, bir noktadan çoğalmak sûretiyle meydana geldiğini anlayabilirsek, gene aynı olayı misâl yollu çözmüş olacağız.

O ilk noktada, son hareket belirlenmiştir!. Bir hücreden bir filin son hücresinin ve eriştiği son yapının programlanışı gibi..

Bu sebeple, nasıl kâinattaki sayısız birimler o tek noktadan meydana gelmişse; ve hepsi de o tek nokta`da mevcut özelliklerle bağlı ise; bütün âlemlerde görülen mânâlar dahi, ilk nokta diyeceğimiz Zât`ın ilmi`nden meydana gelmiştir. Ama, Zât`ın sonsuz-sınırsız ilmine, iradesine ve kudretine dayalı olarak...

İşte bunu böylece anlayabilirsek, kader olayını da çözmüş oluruz...

"Kader" derken olaya basit bakmayalım…

Dünya üzerinde 5-6 milyar insan... Denizden alınan bir avuç kum!.

"Ben insanı yeryüzünde halife yarattım" diyor... "İnsan, yeryüzündeki halife"dir.

"Semâ"da yani, "evrende her boyutta" dahi, "halife"ler mevcuttur!.

Her boyutun yapısal özelliklerine ve kapasitesine göre "halife"ler mevcuttur!. Bizim genelde bildiğimiz "Halife" yeryüzündeki "halife"dir!. Yeryüzündeki "halife"nin de haddi, hududu bellidir.

Gerçek "Halife", Tek`dir. Ve O da, İnsan-ı Kâmil ismi ile tanıdığımız Ruh-u A`zâm`dır... Veya bir diğer ifade ile Hakikatı Muhammedi`dir. Veya ilim yönüyle, Aklı Evvel`dir.

O`nun minyatürizesi, yeryüzünde, Âdem!. Adı bile "Âdem"=Yok!. İsmi var, cisminin varlığı "yok"tan!. Sanki, Anka kuşu gibi... Adı var, kendi yok!.

Zaten algılanan varlık, hakikatta O`nun varlığı; isimler ile çokluk meydana gelmiş!. İsimler çoğaldıkça, varlıklar çok sanılmış!.

Oysa varlık, gerçekte, Tek bir varlık, "Vahidiyet"i itibariyle!.

Denizin üzerindeki her bir dalgaya ayrı bir isim ver, denizde bu kadar varlık var de!. Oysa, hep gene dalga!. Biri daha büyük, biri daha küçük, biri daha kavisli, biri daha az kavisli. Ama, sonuçta hepsi de denizin dalgası!.

İşte burada, algılamalar arasındaki fark ortaya çıkar... Basiretlere göredir bu fark!.

Yukarıdan bakarsan aşağıya, ne böyle bir fark var, ne de böyle bir kavga…

Azap var, cehennemlikler için..

Allah var, kendi için!

Sonra...

Kendi kendine kalır. Ezel`de de, Ebed`de de Zât`en kendi kendinedir!.

hf

RASÛLLERİN HALİFELERİ

(Soru: “Davud’u yeryüzünde halife kıldım… İbrahim’i de insanlara imam yaptım” demekte… M.Arabî, halifeliğin Allah(!)tan değil, RASÛLLERden geldiğini söylemekte… Buna göre insanlar Rasûllerin halifeleri midir?..)

........ iyi bir noktaya değindin...

Biz ve pek çok tasavvuf ehli "Halifetullah" sözünü kullanmıştır ki; köken olarak yanlış değildir...

Ancak...

Muhyiddin-i Arabi'nin bahsettiği Rasûller, meleklerdir... Kurân‘da yanılmıyorsam, melekler için de “Rasûller” denilir....

İnsan yokken, yeryüzünde Nebi de olmayacağına göre; ve ilk insan dahi halife olduğuna göre; burada insan Rasûlleri, anlamak mümkün olamaz kanaatimce!.

hf

EVRENDE DEĞİL,

“YERYÜZÜNDE HALİFE”…

 

İnsanın varoluş gayesi hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de şu bilgi vardır:

“Şüphesiz ki ben YERYÜZÜNDE bir HALİFE meydana getireceğim” (2-30)

Nasıl "yeryüzü halîfesi" oldu insan; onu da şöyle anlatıyor Kitap:

Ona bütün isimleri tâlim ettik” (2-31)

Burada ilk dikkatimizi çeken şey, insanın, “yeryüzünde” -kâinatta=evrende değil,- halîfe  oluşudur.

Elbette ki her şey "Allah" ismiyle işaret edilenden geliyor.... Ve onun yaratmasıyla var olmuştur!.

Ancak, “seni kim doğurdu?” sorusuna, “beni annem doğurdu” diye cevap veriyorum; “Allah doğurdu” demiyorum!.

Bunun gibi, Yeryüzündeki halife olması da insanın dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekli bir konu olarak karşımıza geliyor sanırım…

Kimin veya neyin, ya da hangi mertebenin "halifesi"?...

Ne kadar "halife"?... Herkes mi?... "Halife" olarak yaratılanın "halifelik" görevini yapmaması mümkün mü?...

hf

Birim insan anlamında değerlendirirsek aynı cümleyi…

Bütün insanlar, tek tek zât, sıfat, isimler ve fiiller mertebelerini câmi varlıklardır.

Her insan,

zât-ı itibariyle Zât-ı ilâhî'ye,

vasıfları itibariyle Sıfat-ı ilâhî’ye,

özellikleri itibariyle Esmâ-ı ilâhî’ye

ve nihayet fiilleri itibariyle de Murad-ı ilâhî’ye aynadır.

Kendini ve aslını ve aradaki irtibatı idrâk hali, varlıktaki yani yeryüzündeki tüm canlılar arasında sadece insana hastır.

Ve bu yüzden de insan "Yeryüzündeki Halife" olmuştur!.

Şuur ya da yeni ifade şekliyle bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.

Melek ve cin sınıfında âfâka yani dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.

İnsanların hepsinin, temel yapıları, itibariyle sahip oldukları bir kemâlât vardır ki o da beyinleridir. Esasen beyin kâbiliyeti olarak bütün insanlar, bütün özellikleri ortaya çıkartabilecek özelliklere sahiptirler...

Ancak, her biri değişik kozmik tesirlere ya da orijinal ifadesiyle melekî programlamaya mâruz kaldıkları için; ve de farklı bilgi genetiğine sahip oldukları için birbirlerinden ayrılırlar. Ama buna rağmen, neticede hepsi de belirli ilâhî isimler bileşimidirler.

İster İnsan-ı Kâmil, ister birimsel mânâda insan olsun hepsi de ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olarak vücud sahibidirler; ki dolayısıyla, Allah onlardan daha câmi mânâda hiç bir varlıkta zuhûr etmemiştir!.

 Âdem’in Âdem olması ve Allah'ın yeryüzündeki halife olma özelliğini kazanması ancak beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon geçirmesi ve ondan sonra da bu mutasyonun genetik olarak nesline geçmesi dolayısıyladır.

Allah, "insan"ı, “Yeryüzünde Halife" olarak yaratmıştır.

Bu Kur`ân-ı Kerîm'de açıklanan kesin gerçektir!.

Acaba biz insan olduğumuza göre "Halife" oluşumuzun bilincinde miyiz?

Ne yönümüzle ve ne kadarıyla "ALLAH" adıyla işaret edilen’in "Halifesi"yiz acaba?.

Yeryüzünde ne kadarıyla "halifesi"yiz, "ALLAH" ismiyle işaret edilenin?

"Halife" ne demektir?...

Bunun yaşamı nasıl olur?... Nasıl "Halife" olduğunun bilincine erer kişi?... "Halife"lik bilincine eren kişinin yaşamı ve yaşama bakış açısı nasıl olur?...

Herhalde bu türden daha pek çok soru aklımıza takılabilir..

İşte bu konuya bir miktar açıklık getirmek amacıyla aşağıdaki bilgi kırıntılarını size takdime çalışacağım.. Başarılı olursam, elbette ki lûtuf ve inâyet Allah`u Teâlâ’nın kereminden; hata ve kusurlar da terkibimin kapasitesinin yetersizliğinden!.

Allah kolaylaştıra!.

hf

DÜNYADA DEĞİL…

ARZ’DA HALİFE!

 

Semâ” nasıl insanın şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.

“Biz emaneti yerlere ve göklere arzettik, kabullenmedi; insan kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)

“Emanet dediği, işte söylüyoruz ya, “bu beden bize emanettir!”...

Ama öbür taraftan da diyor ki

“İnni câilun fil ardı Halife!” (Bakara-30)

“Biz Arz’da halife meydana getirdik” diyor.

Arz’da halife meydana getirdiği, biz zannnediyoruz ki şu gördüğümüz Dünya adını verdiğimiz kürede Halife meydana getirdi..

ARZ’da Halife” meydana getirdi!

Çünkü Arz’da açığa çıkan kuvveler, Allah’ın sıfatlarıdır!

Allah’ın HAYAT sıfatı bu Arz’da bu bedende açığa çıktığı için HAYY isminin mazharı olarak bütün varlığının her zerresinde hayat var, can var.

Allah’ın İLİM sıfatının zuhuru olarak varlığında bilinç ve şuur var... Kalb ehlisin!

Allah’ın İRADE sıfatının neticesi olarak MÜRİD ismi senin varlığında zâhir oluyor ve sen o ilmini kuvveden fiile dönüştürecek iradeyi zâhir kılıyorsun... O’nun sıfatları ile varlığı algılıyorsun ve değerlendirmesini yapıyorsun..Yani,

“Fil ardı Halife!”

hf

MELEKLER NİÇİN HALİFE DEĞİLDİR?

Bir kısım melekler, "Subbûh" ve "Kuddûs" isimlerinin mânâlarını izhar için vardır... Bir kısım melekler, "Cebbâr" ve "Kahhar" isimlerinin mânâlarını izhar için vardır.

Bunlar gibi sayısız melekler, yani bizim gözümüzün göremediği sayısız varlıklar, hep, çeşitli isim bileşimlerinin anlamlarını ortaya koyabilmek, âşikâr edebilmek için vardır.

hf

CİNLER NİÇİN “HALİFE” DEĞİLDİR?

İnsanlardan evvel yeryüzünde yaşamakta olan "Cin" adıyla belirtilen veya günümüzde bazılarının tâbiriyle "Uzaylılar" diye bilinen varlıklar dahi, gene belirli sayıda isimlerin neticesi olarak; sınırlı sayıda ilâhi isimlerin ortaya çıkış şekli olarak vardırlar; ki bu "kısıtlılık" dolayısıyla "Hilâfete" nâil olamamışlar, yeryüzünde "Halife" seçilmemişlerdir.

hf

KENDİNİ, ASLINI

VE ARADAKİ İRTİBATI İDRÂK HÂLİ

YERYÜZÜNDE SADECE “İNSAN”A HASTIR

Ef`al âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.

Kendi hakikatını ve ölümötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, "hayvansal yaşam" dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle, bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...

Kendileri için hiç bir yarar düşünmeksizin fiiller ortaya koyan sûretler ise, "Melekler" diye isimlendirilir. Bunların ortaya koyduğu fiiller, kendilerine dönük değil, tamamiyle, varlıkta bir şey oluşturmağa yöneliktir...

Hayvansal yaşama, mantıkla üstünlük getiren; ancak aklı değil, zekâyı esas alan yaşam biçimi, "Cinler"in yaşamıdır... Kısa süreli olaylar içinde, bireysel menfaatlere dönük davranışlar ortaya koyarlar.

Nihayet, kendi aslını ve orijinini kavrayabilme yeteneğine sahip; dolayısıyla, en mükemmel yapıda meydana getirilmiş olan birim yaratılmıştır; ki o aynı zamanda yeryüzünde "Hilâfet" vasfına da sahip olan İnsan`dır!.

hf

Bütün insanlar, tek tek zât, sıfat, isimler ve fiiller mertebelerini câmi varlıklardır.

Her insan, zât-ı itibariyle Zât-ı ilâhî'ye, vasıfları itibariyle Sıfat-ı ilâhî’ye, özellikleri itibariyle Esmâ-ı ilâhî’ye ve nihayet fiilleri itibariyle de Murad-ı ilâhî’ye aynadır.

Kendini ve aslını ve aradaki irtibatı idrâk hali, varlıktaki yani yeryüzündeki tüm canlılar arasında sadece insana hastır.

Ve bu yüzden de insan "Yeryüzündeki Halife" olmuştur!.

Şuur ya da yeni ifade şekliyle bilinç, iki yönlüdür... Âfâka ve enfüse.... Yani, dışa ve öze!.

Melek ve cin sınıfında âfâka yani dışa-çevreye dönük şuur olmasına karşılık; öze dönük, hakikatını bilme istikametinde bir şuur kapasitesi mevcut değildir. Ki bu yüzden insan "yeryüzü halifesi" olmuştur.

hf

HİLÂFET SIRRI

"HİLÂFET” GÖREVİ

FITRÎ HİLÂFET

İşte bu sebeple Âdem ve O‘nun nesli olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm fıtratı üzere Dünya‘ya getirilmesi”dir

“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”

Yani, “insan”, Allah‘a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah‘ın isimlerinin mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”...  Ama, neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir...

İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır... Bilse de bilmese de, idrâk etse de etmese de, gereğini yaşasa da yaşayamasa da...

hf

İNSANA YÜKLENEN EMÂNET

Emanet, "Hilâfet"tir!.

hf

“BİZ, EMANETİ

YERLERE VE GÖKLERE ARZETTİK, KABULLENMEDİ…

İNSAN KABULLENDİ!”

 “Arz”, beden’dir!

Kurân’da geçen Dünya” kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI anlatır!

DünyaN”dır!.

Bunun ilmî izahına girmeme gerek var mı?...

Hiç kimse, hiçbir insan, Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok zaten..

Dışardan gelen çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!

Dolayısıyla hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI görüyoruz!.

Semâ” nasıl insanın şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.

“Biz emâneti yerlere ve göklere arzettik, kabullenmedi; insan kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)

“Emânet” dediği, işte söylüyoruz ya, “bu beden bize emanettir!”..

hf

“HİLAFET SIRRI”NI OLUŞTURAN

“ALLAH İSİMLERİ”DİR

“Esmâ-ül Hüsna” diye bilinen Allah’ın İsimleri bizler için son derece önemli anahtarlardır. Bu anahtarları kullanarak Allah’ı tanıma kapısından içeri girebiliriz.

İnsanın “HALİFETULLAH” olması, bu yüce isimlerin mânâlarının kendisinden âşikâr olması dolayısıyladır… Hattâ daha derinlemesine bir ifade ile, isan bu Allah isimleriyle kâim ve dâim varlıktır!. Ve hattâ tüm mevcûdat bu Allah isimlerinin mânâlarının sûretler hâlinde algılanışından başka bir şey değildir!.

hf

 

Ben, "hilâfet" yanlısıyım; ve herkesin, "Allah halifesi" olmanın sonuçlarını yaşamasını temenni ederim!. Bütün çalışmalarım, insanlara bu yolda hizmet verme gayesine dönüktür..

Bu "hilâfet" insanın Allah'ın güzel isimlerinin işaret ettiği mânâların toplamı olarak meydana getirilmesinin sonucudur!. Tasavvufî tâbiriyle, Allah esmâsının zuhûruyla insan en şerefli mahlûk olarak meydana getirilmiştir!.

hf

“HALİFE” OLARAK MEYDANA GETİRİLEN “İNSAN”

“ALLAH İSİMLERİNE AYNA”DIR

Bu Kâinatı var eden Mutlak Varlık; ki “ALLAH” ismiyle O’na işaret edilmiştir İslâm’da, Kurân’da...

Bu varlığı, kâinatta varolan herşeyi, kendi isimlerinin-esmâsının özellikleriyle varetmiştir. Yani hepimizde varolan bütün özellikler, “Allah İsimlerinin işaret ettiği mânâlar”dan kaynaklanmaktadır.

İnsanın yeryüzünde halife olması, Allah’ın 99 isminin mânâsının da mâhiyet olarak-öz olarak insanın varlığında mevcud olmasından kaynaklanmaktadır.

hf

“İnsan” denen varlık beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış, Yeryüzünde “HALİFE” olarak meydana getirilmesi hasebiyle, bir diğer ifade ile, “Allah adıyla işaret edilenin esmâsına ayna” olup, O’ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.

hf

‘’HALİFE’’ AYNASINDA KENDİNİ SEYREDEN

ALLAH’TIR

Bir insanın, "Halife" olmasını idrâk etmesi için önce, geniş kapsamlı bir bilgiye, ilme ihtiyacı vardır.

Günümüzde bu, kısmen kolaylaşmıştır. Çünkü, eskiden mecaz yollu anlatılan pekçok şey, bugün bilimsel olarak açıklanıp izah edilebilmektedir.

Biz, gözümüzü bu bedende açıp, bu bedenin algılama kapasitesi sınırları içinde yaşam verilerini elde etmemiz yüzünden, doğal bir biçimde, kendimizi bu beden kabullenmekteyiz.

Dolayısıyla da gözün görme sınırları içindekilere "var", gözün görme sınırları dışında kalanlara da, "yok" diyoruz.

Kezâ, kulak veya diğer algılayıcı organların kapasiteleri için de böyle...

Oysa varlık, gerçekte, bölünmez, parçalanmaz, tek bir tümel yapıdır.

Eğer beş duyu verilerini sadece varlık kesitinden alınmış örnekler olarak kabul edip, ilim gözü ile, basiret gözü ile mevcudata bakarsak, bırakın daha derinlere inmeyi, atom boyutunda bile atomik bir bütünlük olarak karşımıza çıkar.

Çünkü, sizin vücudunuz atomlardan meydana gelmiştir.

İçinde soluduğunuz hava atomlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla, bütün bu atomlardan ibaret olan, içinde yaşadığımız ortam, tek bir homojen kütledir. Yani, varlık daha atom boyutunda, tümel tekil yapıya döner.

Kaldı ki, atom boyutu dahi, bizim beş duyuya dayalı ilim verilerine göre verdiğimiz bir hükümdür.

Eğer bu boyutun da altına doğru ilmimizle ilerlersek, o zaman görürüz ki bütün kâinat, eni boyu-şekli-ağırlığı-mekânı-varlığı olmayan sonsuz sınırsız, Tek bir yapıdır.

İşte bunu idrâk edebilirsek anlarız ki, ben, sen, o, biz. siz, onlar, bunlar, şunlar yok! Tek bir varlık var. Yalnızca, "Ahad olan Allah"!

Bunu da müşahede ettikten sonra, eğer düşünmeye devam edersek, o zaman da şunu görürüz;

Ahad olan Allah, kendisine ait sayısız mânâları dilediği şekilde seyr için, esmâ terkiplerinden oluşan sayısız formüllü mânâ kesitlerini algılayıcı varlıklar meydana getirmiş; ve o varlıklarda da algıladıkları nesnelere uygun mânâları oluşturmuştur.

Kâinatta var olan ana yapı, kendisini algılayan algılama aracının kapasitesine göre, özel bir kesitsel yapı olarak algılanır.

Gerçekte ise varolan sadece ve yalnızca Allah`ın vechidir!

Yani, basit bir ifade ile söyleyelim;

Senin gözüne göre "var" olan, başka sınırlar içinde algılama kapasitesine sahip olan bir göze göre "yok"tur!

İşte bunu anlayıp, hissedip, idrâk edip yaşayabilirsek o zaman ortaya şu çıkar:

"Var" olan, "BÂKÎ" yalnızca "Allah" olduğuna göre, "sen" hiçbir zaman var olmamışsın! Hep var olan, O idi… O`dur… O, olacaktır!

İşte buna işaret olarak demişler ki:

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan!"

Zaten, âşikârdır Yaradan; Gören`e!

Bunu anladığın zaman, hakkıyla "Halife" olursun... Hattâ ve hattâ...

Halife aynasında kendini seyreden, Allah olmuş olur! O isim altında kendini seyretmekte olan, kendinden kendine tecelli etmiş olan, Allah olur!

hf

“HİLÂFET” SIRRINI OLUŞTURAN

“ALLAH İSİMLERİ” DOLAYISIYLA “İNSAN”IN GAYBI,

 “MUTLAK  GAYB”TIR!

İnsan türüne göre gayb başkadır; cin türüne göre gayb başkadır; melek türlerine göre dahi gayb başka başkadır..

Yani, sadece insana "göre" gayb sözkonusu olmayıp, tüm varlık türlerine göre de "gayb" değişik değişiktir... Ki bu yüzden, bu "gayb" türüne "gaybı muzaf" yani "göresel gayb" derler..

Ayrıca, "B"ilgayb" ibaresini, "B" sırrına dayalı bir şekilde anlarsak...

Onlar, gayblarında bulunan "hilâfet" sırrını oluşturan "Allah İsimleri”nin işaret ettiği biçimde, gayblarının, "Gaybı Mutlak" olduğuna; bunun asla ve kesinlikle kapsanamayacağına ve kavranamayacağına iman ederler.

hf

“İNSAN”,

ALLAH’I ZÂTINDA BULUP TANIYABİLME

 ÖZELLİĞİNE SAHİP OLDUĞU İÇİN

 “HALİFETULLAH” OLMUŞTUR

İşte, insanın madde yapısı itibariyle efal boyutunda yer alması, insanın esma boyutunun tüm mânâlarına cami varlık olarak ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya koyabilecek bir kapsamda meydana getirilmesi, Allah’ın 99 isminin mânâsını âşikâr edebilecek bir bir beyin kapasitesiyle varolması yani esmâ boyutunu kendinde bulundurması-kapsamına alması-ihata etmesi, zâti vasıflarla varlığının varolması ve nihayet  Allah’ın zâtı ile kaim bir halde mevcut bulunması, Halifetullah olmasına vesile olmuştur.

Cinler efal boyutunda mevcuttur; esmânın özelliklerini ortaya koyarlar. Ama kendindeki zâti vasıfları müşahede idrâk ve hazmedip yaşayabilme özelliğine sahip değildir.

İşte bu sebepten dolayı insan halifetullah olarak gerek afaki noktada, objekif–dışa açılma noktasında, evrenin boyutlarını ve katlarını ihata edebilecek bir güce sahip olmasına karşın, âfâki özelliklere vâkıf olabilecek bir güce sahip olabilmesine karşın, ayrıca enfüsi boyutta yani nefsinde İLÂHİ VASIFLARI, ZÂTİ vasıfları tanıyabilme yetisine istidadına ve kabiliyetine sahip bir varlık olarak meydana getirildiği için ÖZÜNDE Allah’ı bulma Allah’ı tanıma Allaha ait olma varlığının Allah’ın varlığıyla kaim varlık olduğunu hissedip yaşayabilme, dolayısıyla Allah’ı zâtında bulup tanıyabilme özelliğine sahip olduğu için Halifetulllah olmuştur. İnsanın cinne, cin adı verilen varlıklara üstün tarafı, işte bu yönüdür. Bu yönü ititbariyle insan Halifetulllah olarak kendini cin veya uzaylı olarak tanıtan varlıklara üstün olmuştur.

hf

İNSAN KENDİNDEKİ “HALİFE” OLMA ÖZELLİĞİNİ

“AYNA”DA SEYREDEREK TANIMAK ZORUNDADIR

(Soru: İnsan-ı Kâmil isimli eserde; “Hak denilen yüce Zât, "Allah" ismini, insana ayna yapmıştır”.. diye yazılı... Bunu açıklar mısınız?.)

İnsan, aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir aynada seyrederek tanımak zorundadır!.

Kişide kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok çok ayrı şeydir!..

Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir.

hf

HER İNSAN,

KENDİ KAPASİTESİ ORANINDA

FITRÎ “HİLÂFET” GÖREVİNİ

YERİNE GETİRMEKTEDİR

Esasen burada iki ayrı mânâ söz konusu:

Birinci mânâ; fıtraten halife olarak meydana getirilmiş olan Âdem ve neslinin, farkında olmadan veya farkederek bu görevi yerine getirmekte olduğudur!. Yani, her insan esasen, kendi kapasitesi oranında bu fıtrî "Hilâfet" görevini yerine getirmektedir.

Çünkü her insan, Allah isimlerinin bileşiminden meydana gelmiş olduğu için, yaşamının her anında bu esmâ bileşiminin gereğini yerine getirmede; böylece de o esmâ bileşimi yönünden; daha doğrusu kendisindeki mevcut isimler formülünün oluşturduğu program yönünden "hilâfet" görevini yerine getirmektedir...

hf

ÂDEM’İN “HALİFE” OLMASI,

“ALLAH SÛRETİ” ÜZERE YARATILMASIYLA

MÜMKÜNDÜR

Evet konumuz "Yeryüzündeki Halife"!.

"Halife" olması... Neden?... Nasıl?...

"Hak Dini Kur`ân Dili" isimli eserde, Elmalı`lı Hamdi Yazır şöyle açıklıyor:

"Ben mutlaka yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim demişti ki, O bana izâfeten, bana niyâbeten mahlûkatın üzerinde birtakım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmını icrâ ve temfiz eyleyecek..." (1. cilt 299. sayfa)

Şimdi bu konuyu baştan alalım...

"Allah, Âdem`i yer yüzünde bir halife olarak meydana getirdi."

Kur'ân`dan evvel gelmiş olan kitaplardan Tevrat`ta da Tekvin bahsinde şu hususa değinilir. "Allah, kendi sûretinde Adam`ı yaptı."

Âdem`den Tevrat`ta "Adam" şeklinde bahsedilir... Keza, İncil`de de...

Bununla birlikte, Buhari`de, Müslim`de, İbn-i Hanbel`de bu konuda bir açıklama vardır. Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm şöyle buyuruyor:

"Allah, Âdem`i kendi sûreti üzere yarattı."

"Allah sûreti üzere meydana getirilen", Âdem`in var oluşunun gayesi, bu Âyet-i Kerimede açıklandığı üzere, "yeryüzünde Halife" olmasıdır...

"Halife" olması, Âdem`in, Allah sûreti üzere yaratılması ile ancak mümkündür ki, biraz önce bahsolunan Rasûl açıklamasında da buna;

"Allah Âdem`i kendi sûreti üzere meydana getirdi" şeklinde işaret edilmiştir.

hf

İNSANIN YERYÜZÜNDE “HALİFE”

OLARAK  MEYDANA GETİRİLİŞİ

KURÂN’DA  ŞÖYLE ANLATILIR

Kur`ân-ı Kerim, insanın yeryüzünde "Halife" olarak "meydana getirilişini" "Bakara" Sûresinde 30. âyetten başlayan bölümde şöyle anlatır:

"Ve düşün ki Rabbın melâikeye;

-Ben yer yüzünde muhakkak bir Halife meydana getireceğim" dediği vakit, onlar da "orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın, biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken" dediler.

-Herhalde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!.

buyurdu; ve Âdem’e bütün esmâyı tâlim eyledi!.

Sonra O, âlemini melâikeye gösterip;

-Haydi davanızda sâdıksanız bana şunları isimleri ile haber verin buyurdu...

-Subhansın ya Rab!. Bizim için senin bildirdiğinden başka ilim ne mümkün... Alîm ve Hakîm olan Sensin, dediler...

-Ey Âdem!. Bunları onlara, isimleri ile haber ver, buyurdu.. Bu emir üzerine, Âdem onlara isimleri ile onları haber verince de buyurdu ki:

-Demedim mi size Ben?... Her hâlûkârda semâların ve yerin gaybını bilirim ne açığa çıkarıyorsanız, ne gizliyorsanız!.

Ve o vakit, melâike`ye,

-Âdem`e secde edin", dedik. Derhal secde ettiler. Ancak, iblis dayattı. Kibrine yediremedi. Zaten gerçeği örtenlerdendi...

Ve dedi ki:

-Ya Âdem!. Sen ve zevcen Cenneti mesken edinin. İkiniz de orada, dilediğiniz yerde bol bol yiyin!. Fakat, şu ağaca yaklaşmayın ki, haddi aşan zâlimlerden olmayasınız...

Bunun üzerine, Şeytan onları, oradan kaydırdı...ikisini de bulundukları nimet mahallinden çıkardı... Biz de:

-Haydi!. dedik. Bazınız bazınıza düşman olarak inin; size yerde bir zamana kadar nasip alma var.

Derken Âdem, Rabbından bir takım kelimeler telâkki etti, yalvardı. O da tövbesini kabul buyurup ona yine baktı... Gerçek ki Allah, Tevvab ve Rahim`dir...

Dedik, inin oradan hepiniz!.

Sonra, benden size bir hidayetçi gelir de kim o hidayet edicinin izinden giderse, onlar için bir korku yoktur ve mahzun olacak da değillerdir."

Evet!.

Bu âyetlerde, "insan"ın "halife" olarak meydana getirilmesinden; bir kısım melâikenin Âdem`e secde etmesinden; İblis`in bu secdeyi yapmamasından; daha sonra, Âdem`in kendisine yasaklanan şeyi yapmasından dolayı eşi ile birlikte Cennetten inmesinden söz ediliyor.

hf

MELEKLER,

 İNSANSILARIN “HALİFE” OLACAĞINI

SANMIŞLAR VE HAYRETE DÜŞMÜŞLERDİ

Âdem`in "insan" ve bunun sonucunda da "halife" olarak, "Ahsen-i takvîm" yani en güzel mânâ sûretiyle meydana getirilişi sırasında; yeryüzü melekleri olayı o sırada yaşamakta olan "insansı"lara bağlıyarak hayrete düşmüşler; ve "insansı"ların mevcut şartları içinde "halife" olacaklarını sanmışlar ve bu yüzden de kendilerinde bir hayret ve sual oluşmuştur.

İşte bu noktadaki durum soru cevap sembolü içinde misâl yollu anlatımdır.

Yeryüzündeki meleklerin, bu durumu anlayamaması, kavrayamaması son derece tabiidir. Çünkü, yeryüzündeki meleklerde bu isimlerin tamamı mevcut değildir.

Yeryüzü melekleri, o ana kadar yeryüzünde yaşamakta olan cinleri, "insansı"ları görmüşler; onların kendi aralarında kan döktüklerini, fesat çıkardıklarını, kemâlden çok uzak davranışlar ortaya koyduklarını müşahade ederek, şaşırmışlardır..

Burada, olayın zâhiri ve de mecazî-sembolik anlatımına bakıp gerçekten böyle olmuş gibi değerlendirmek insanı yanılgıya götürür.

Melekler ile Allah`ı iki ayrı, karşılıklı varlıklar gibi düşünüp, Allah`ın meleklere hitap etmesini, meleklerin de Allah`a seslenişini iki ayrı varlığın birbirine hitabedişi gibi düşünmek son derece olgunluktan uzak bir görüştür!.

Yani, melekler de dahil olmak üzere hiç bir şeyin Allah varlığı dışında bağımsız bir varlığından sözedilemez.

Çünkü, ne Allah, meleklerden ötede, meleklerin dışında bir yerdedir; ne de melekler, Allah`ın varlığı dışında ayrı bir vücuda, varlığa sahip varlıklardır!.

Allah, tüm varlığın olduğu gibi, meleklerin de varlığında hulûl sözkonusu olmaksızın mevcuttur!.

Burada kısaca bir tespit yapalım..

Yeryüzü melekleri yaşamakta olduğumuz madde boyutu nurânî yapılarıyla etkilemekte olan meleklerdir. Onların boyutsal olarak fevkindeki melekler ise semâ melekleri olarak tanımlanmaktadır ki bunların içinde "mele`i a`lâ", "hazire`i kuds", "melaikei ulül`azm" gibi isimlerle işaret edilen melekler mevcuttur.

(1) Bu konuda detaylı bilgi Şah Veliyullah Dihlevî`nin "Hüccetullahi`l Bâliğa" isimli kitabının birinci cildinde mevcuttur.

Rasûlullah aleyhisselâmın âhırete intikal etmeden önce sık sık duasında işaret ettiği "refîk`i a`la" da gene semâ meleklerinden olan mukarreb meleklerdir.

İşte burada anlatılan, Allah`ın "yeryüzünde bir Halife meydana getireceğim" hükmünün âşikâr olmaya başlaması; buna karşılık yeryüzü meleklerinin "Sen, yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıkları mı -halife olarak- meydana getireceksin?" hayretinin oluşması, iki ayrı varlığın karşılıklı konuşması şeklinde değerlendirilmemelidir.

Meleklerin, yeryüzündeki bu oluşu müşahade etmeleri sonucu olarak, yeryüzünde "Hilâfet" vazifesi ile, "Hilâfet" vazifesini yüklenecek yapıda bir varlığın oluşumunu seyretmeleri; ve bunu diğer yanda gördüklerine kıyasla değerlendirmeleri, onlara benzer davranışlar ortaya koyacağı endişesini doğurmuştur.

Ne var ki, melâikenin de karşısındakini değerlendirmesi ancak kendi varoluş kapasitesi kadardır!.

hf

ÂDEM VE NESLİ,

“ALLAH İSİMLERİ” FORMÜLÜNÜN OLUŞTURDUĞU

PROGRAM YÖNÜNDEN (“İNSANÎ MÂN”)

 “HİLÂFET” GÖREVİNE SEÇİLMİŞTİR

"Allah sûreti üzere..."

diye ifade edilen tanımlamadan ne anlayacağız?...

Biliyoruz ki, Allah, şekilden, maddeden, sûretten münezzehtir!. Bu sûretin, ne olduğu hakkında çok tafsilatlı bir izahı, "Özün Seyri" isimli bölümde bulacaksınız.

Burada bahsedilen "sûret" Cenâb-ı Hakk`ın Esmâ-i ilâhisi ile meydana getirilmiş olan "İNSANÎ mânâ"dır.

Âdem`in, "Allah`ın sûreti üzere var olması" demek, "İlâhi isimlerin mânâları ile varlığı var olması" demektir.

Yani, Âdem, "Allah`ın isimlerinin mânâlarını ortaya koymakla "Hilâfet" görevine seçilmiş", o görev için meydana getirilmiş demektir...

Nitekim, Nur Sûresi`nin 55. âyetinde de:

"Allah, sizden, inanıp iyi işler yapanlara kendilerini yeryüzünde Halife yapacağını vaadetti"

 denilmektedir.

hf

ÂDEM,

ALLAH’IN 99 İSMİNİN MÂNÂSINI ORTAYA

KOYABİLECEK BİÇİMDE TESBİH ETMİŞ VE

BUNDAN SONRA DA “HALİFE” SEÇİLMİŞTİR

İnsan, "Halife" olarak yeryüzünde mevcuttur!.

Ancak, bu "Hilâfet" görevine lâyık olan, kendisinde mevcut olan bu "Hilâfetin" mânâsını anlayıp, idrâk edip, yaşayabilen zâtlar kimler?...

Elbetteki bu konu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konu…

"İnsansı"lar türünden olan "bedeni" yönünden değil; kendisinde meydana getirilen "İNSANÎ" mânâ yani "Halife" özelliği ile ilk "insan" olmaktadır Âdem!. Bize açılan gerçeğe göre…

"İnsan", yani "Âdem", yani ilk "insan"dır!. "Âdem evlâdı" ise kendisindeki "Hilâfeti" sezen, hisseden, anlayan, idrâk eden ve bunun gereğini yaşayabilendir.

hf

"Âdem`e bütün isimleri tâ'lim etti" (2-31)

Âyetinde, bize göre, "isimler" sözcüğü ile işaret edilen anlam "Esmâullah", yani "Allah`ın isimleri"dir!. Çünkü, insan var olana kadar mevcut olan bütün varlıklar, sadece belirli Allah isimlerinin mânâlarıyla var olan varlıklardı.

Meselâ; bir kısım melekler, "Subbûh" ve "Kuddûs" isimlerinin mânâlarını izhar için vardır... Bir kısım melekler, "Cebbar" ve "Kahhar" isimlerinin mânâlarını izhar için vardır.

Bunlar gibi sayısız melekler, yani bizim gözümüzün göremediği sayısız varlıklar, hep, çeşitli isim bileşimlerinin anlamlarını ortaya koyabilmek, âşikâr edebilmek için vardır.

İşte, bu gelişimin sonucu olarak Âdem, 99 olarak kabul edilen isimlerin mânâsını ortaya koyabilecek bir biçimde meydana getirilmiş; bu isimlerin mânâsını ortaya koyabilecek bir biçimde tesbih etmiş ve bundan sonra da "Halife" seçilmiştir.

hf

“HALİFE”LERİN SAYISI

“İNSANSI”LARA ORANI…

Yeryüzündeki halife" kimdir?...

Âdem nesli!.

"İnsansı"lar değil; yalnızca Âdem ve Havva`dan gelen nesil olan "insan"lar!

"İnsansı"lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak, en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler günümüzde de!. Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur. Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla ömürlerini sürdürürler..

Öte yandan "insan"lar da öncelikle karşısındakini düşünen, maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler yine genlerinden gelen bir komutla!.

Bir de bu iki nesilden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip olup, iki yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır...

"İnsan"ların sayısı, "İnsansı"lara göre bir hayli azdır...

"İnsan"lar, melekî etkiler sonucunda yaşamış oldukları "mutasyon"la oluşan genetik sıçrama, ve bunun sonucunda beyinlerinde üretilen anti-çekim kuvveti ile neticede cehennemden kurtularak "nuranî" bir bedenle cennet ortamına geçerler.. Bunların sayısını ve cehennem ortamında sonsuza dek kalacak "insansı"lara oranını Allah Rasulü şöyle haber vermiştir:

-Cennete gireceklerin, sonsuza dek cehennemde kalacaklara oranı, bir siyah öküzün üzerindeki avuç ayası kadar beyaz kılların tüm gövdedeki kara kıllara oranıdır!.

hf

"HİLÂFET" GÖREVİ VE KADIN

ALLAH’IN HALİFESİ OLMA YÖNÜNDE

KADIN VE ERKEK EŞİTTİR

Şimdi, İnsanın Halifeliğinden bahsetmişken burada bir noktaya daha açıklık kazandırmak istiyorum…

Dikkat edin, Kurân’daki âyette; “Biz insanı Halife olarak yarattık” veya “Biz sizleri yeryüzünde halifeler olarak meydana getirdik”, derken kadın ve erkek ayırımı yapmamıştır.

Yani, Allah’ın Halifesi olma yönünde, erkek ve kadın eşittir! Her ikisi de Allah’ın Halifesi olma kemâlâtına sahiptir.

Bu sebepten dolayı da kadının erkekten 2. derecede olması veya 2. düzeyde, 2. sınıf mahlûk olmasından söz edilemez.

Çünkü Allah, “Biz sizi yeryüzünde Halife olarak yarattık” derken kadın ve erkek ayırımından sözetmemiştir!.

Asliyyeti ve mâhiyeti itibariyle kadın ve erkek, “Hilâfet” bahsinde eşit özelliklere sahiptir!

hf

KADIN DA,

 BİLİP BULDUĞU NİSBETTE "ÖZ"ÜNDE ALLAH’I 

“HİLÂFET GÖREVİ”Nİ YAPAR

Siz son bir müjde vericem belki dikkatinizi çekmemiştir diye…

Kurân’da “yeryüzünde halifeler olarak sizi yarattık” diyor.

Dikkat edin, erkeklerin dünyasından bahsetmiyor âyet!.

Halife vasfıyla vasıflanmış hanımlarımız, erkeklerle aynı….

Hanımlarımız da Allah’ın yeryüzünde halifeleridir. Özlerinde Allah’ı bilip buldukları nisbette bu Hilâfet görevini yaparlar!.

hf

Her dem geçerli olan bir hakikat vardır ki, insan olanı ilgilendirir yalnızca..

Bu da “İNSAN” olanın “en şerefli mahlûk” ve “yeryüzünde halife” olarak yaratılması gerçeği...

Burada çok önemli bir nokta, erkeklere ve kadınlara çok büyük müjde var...

Ben erkekleri Halife olarak yarattım, demiyor!.

Âyet-i Kerime`de, “Ben insanı yeryüzünde Halife olarak var ettim!.” diyor...

Öyleyse, “Halife” olma, yani ilâhi özelliklerle bezenmiş olma hali, her bir insana verilmiş!.

hf

KADININ,

BEYNİNİ ETKİLEYEN ÖSTROJEN NEDENİYLE

“DİNİ” (“SİSTEM”İ) KAVRAYIŞI EKSİKTİR

(Soru: "Yeryüzünde halife yaratacağım" âyetindeki halifeyi hem kadın, hem erkek için mütalâa ettiniz. Ancak , Allah Rasûlü; "Kadınlar sizin dininiz eksiktir" diyor. Acaba bir tezat mı var?)

İnsan”ın “halife” olarak yaratılması sözkonusudur... Ama “Halife” olarak yaratılmış insanların bir kısmının, bunun çeşitli sebeplerle hakkını verememesi de elbette sözkonusudur... "Dininiz eksiktir", ifadesini her ne kadar belirli zamanlarda namaz kılınmaması veya oruç tutulmaması diye anlıyorlarsa da... Ben bunu, “Allah Sistemini yeteri kadar anlayamama, düşünememe” olarak algılıyorum...

(Soru: Kadınların dininin eksikliği ibadet yönüyle degilse hangi yönüyledir?...)

Din=Sistem diye olaya bakarsak, sistemi kavrayışları anlamı çıkar ki, bu da, beyinlerini etkileyen östrojen hormonunun ağırlığındandır!.

Bu açıklama, kadını aşağılama veya küçük görme anlamında söylenmemiş; sistemin bir özelliğinin farkedilmesi amacıyla işaret edilmiştir.

hf

İNSANIN  “HİLAFET SIRRI”NA LÂYIK

OLMASI İÇİN  BİR BİLİNÇ VARLIK OLDUĞUNA

 İMAN ETMESİ VE GEREĞİNİ YAŞAMASI GEREKİR

Şimdi, burada üzerinde ibret alınması gerekli bir nokta vardır. O da şudur:

"İnsan"da, onun varlığını oluşturan Mutlak Varlık "Allah"ı müşahede edememenin sonucu, İblis gibi "lânet"lenerek tardedilmektir!

Kim ki, "İnsan"a baktığı zaman onu "Allah"tan ayrı bir varlık olarak görür; onda ilâhi esmânın zuhûrunu müşahede edemezse; ondaki varlığın, Hakk`ın varlığı olduğunu anlayıp, değerlendiremezse"; bu yanlış değerlendirmesi yüzünden "İblis" yani "şeytan" hükmüyle yaşamını sürdürür!

İnsanın insana bedenen secde etmesi kesinlikle câiz değildir! Hazreti Rasûlullah, insanların kendisi gelirken bile ayağa kalkmalarına müsaade etmemiş, bunu yasaklamıştır. Kendisi için başkalarının, ayağa kalkmasına, hele secde etmesine müsaade edenler, Rasûlullah aleyhisselâmın yolundan sapan kişilerdir.

Ancak..

Bâtında "insan"a "secde" etmeyen de "Allah`ı inkâr" ederek "gerçeği örten"lerden olur! "Teşbih"in hakkını vermemiş olur.

"Çün bildin mü`minin kalbinde Beytullah var,

Niçin izzet etmedin, ki ol evde ALLAH var?.

Her ne var Âdemde var; Âdem`den iste Hak`kı sen!

Olma İblis-i şakî, Âdem’de sırrullah var!"

Öte yandan Zâhirde "insan"a "secde" eden ise yine "Allah`ı inkâr" ederek "gerçeği örten"lerden olur! "Tenzih"in hakkını geri bırakmış olur..

"Halife" olarak yaratılmışken, kendi varlığındaki bu yüce nimetten gaflete düşer; yalnızca karşısındakinde görüp kendindekinden perdelenmek sûretiyle, Hıristiyanların Hazreti İsa`ya karşı olan durumuna düşer; ve neticede "Halife"lık kemâlâtından mahrum kalır.

Eğer daha da gaflet ederse, karşısındaki "insan"da O`nun varlığını göremezse, bu defa da cin seviyesine düşer, şeytan seviyesine düşer ve böylece de tamamen bedene dönük değerlendirmeler içinde yiyip, içip, zevkedip,

"Belki de onlar hayvanlardan da daha aşağıdadırlar" (7179)

şeklinde hüküm yer!

hf

İnsan (insanSI değil), yeryüzünde “halife” olarak yaratılmıştır. Yaratılmışların en şereflisi olmak mertebesine “hilafet” sırrına lâyık yaşam sürmesi şartıyla ulaşacaktır!. “Hilafet” sırrına lâyık olması ise ancak ve ancak kendisinin bir beden değil bilinç varlık olduğuna iman etmesi; bedeninin bir süre sonra ebeden terk edilip asla bir daha dönülmeyecek bir yapı olduğuna kabul etmesi; bu idrâkin kendisinde yakîne dönüşmesi; ve bilinç boyutunda iman ettiği Rasulullah’ın yolunda, fiilleriyle, O’nun amacına uygun şekilde yaşamasıyla mümkün olur!.

Aksi halde bedenini tanrı edinip bedenine kulluk etmesi dolayısıyla haddi aşanlardan olarak, Allah onu sevmez!. Allah katından tard edilmiş iblis durumuna düşer!. Mâneviyat ve ruhaniyetin tüm kapıları yüzüne kapanır!. Böylece birkaç yıllık bedeni dürtü ve zevkleri uğruna ebeden Allah’tan ayrı düşmüşlüğün perişanlığını yaşar!

Dün yaşadığı pişmanlıklardan ders almayan, bugünü değerlendiremez ve yarın yeni pişmanlıklar yaşamaya kendini mahkûm eder!.

hf

"HALİFE" ÖZELLİĞİNİ OLUŞTURAN

 İLÂHİ GÜÇLERİ İNKÂRIN

SENİ BU GÜÇLERDEN MAHRUM BIRAKIR

İnsanın yeryüzünde varoluşunun amacı hilâfetinin hakkını vererek yaşamasıdır…

Halife oluşunu değerlendirebilmek ise, kendi hakikat ve orijinini farkedip; gereğini hissedip-yaşamakla mümkündür.

İnsan öncelikle Allah”a “halife” oluşunun hakkını vermek için yaratılmıştır; elbette buna fıtratı müsait olan “insan”lar!.

İkinci olarak da ebedi yaşama, ancak bu dünyadaki bedensel ve beyinsel şartlarla hazırlanılabileceği gerçeği nedeniyle, bu dünyada varolmuştur....

Şu bildiğimiz maddi güçler ötesinde, ilâhi güçler, hepimizde mevcut!.

Yok; ben sadece et-kemikten ibaretim; dersen, sen bu güçlerin hiç birini bilip, bulup, ortaya çıkaramazsın... İnkârın, seni bu güçlerden mahrum bırakır!.

Buna karşın, “madem ki böyle deniyor, bu güçler bende var, inanıyorum” deyip de bunları araştırmaya, bu yolda çalışmaya başlarsan, bunları peyder pey ortaya çıkarırsın, başarırsın...

Bu güçlerin en başında ilim gücü gelir.

“İnsan” olan, fıtratındaki “HALİFE” olma istidat ve kabiliyetiyle, bunun gereğini yaşamak ve bu özellikle bu dünyadan ebediyet boyutuna intikal etmek için yaşar.

hf

“HİLÂFET SIRRI”,

ALLAH’A YAKÎNİN NETİCESİNDE ZUHUR EDER

Öyle ise biz, önce, tanrı yoktur, tanrılık mefhumu yoktur, sadece Allah vardır, sırrını anlayacağız...

Sonra, Allah`ın ne olduğunu açıklayan "İhlâs" Sûresinin mânâsını anlayacağız. Böylece şirkten arınmış olacağız. Ondan sonra Nefsimizin ne olduğunu, "Nefs"imizin hakikatini anlama yolunda birtakım çalışmalar yapmak sûretiyle "Nefs"imizi tanıyacağız.

"Nefs"imizi tanımamız neticesinde de;

"Nefsine ârif olan Rabbına ârif olur"

Hükmü bizim için meydana gelecek..

Bu meydana gelme birtakım yararlı çalışmalarla,

"Kişi Allah`a öyle yakîn elde eder ki, Allah O`nun görür gözü, işitir kulağı, tutar eli, yürür ayağı olur" hükmü ortaya çıkacak; gözümüzde gören, kulağımızda işiten, dilimizde söyleyen, elimizde tutan, ayağımızda yürüyenin Allah olduğunu, "Ayn-el Yakîn" ve "Hakk-el Yakîn" yaşayacağız...

İşte bütün bunların neticesinde "Hilâfet sırrı" bizde zuhur etmiş, "Halife" olduğumuzu önce ilm-el yakîn, sonra ayn-el yakîn, sonra da Hakk-el yakîn yaşama lütfuna ve şerefine ermiş bulunacağız.

hf

DİCLE’NİN KIYISINDAKİ SARAYINDA YAŞAYAN

“HALİFE” MUHAKKİK…

Karasabana bağlı beygirin peşinde tarla süren çiftçi ile; yarış atıyla hipodromda yılın yarışında birinciliğe oynayan jokey!.

Cebinde kum saati ile dolaşanla, atomik saat kullanan!

Traktör üstünde 20 kilometre hıza çıkınca, kendini dünya yarışçısı sanan garibim ile; dünya çevresinde uzay mekiği ile tur atıp, oradan yeryüzündeki insanın yüzündeki sivilceyi fotoğraflayan adam…

“Demiş ki”lerin dedikodusuyla gününü tüketirken kendini âlim, ârif, veli, müceddid, mehdi, peygamber sanan mukallit ile; ‘’görür Gözü, işitir Kulağı, söyler Dili’’ olarak tahakkuk eden, sıfat mertebesi mazharı Zât!.

Mukallit…

Muhakkik!

Levvame ya da Mülhimenin buharlaşan sularında can verme savaşında olanlarla; Mardiye Okyanusunda hayat sıfatıyla Hayy, İlim sıfatıyla Alim, Mürid isminin işaretiyle İrade sıfatı mazharı; Kudret sıfatıyla tahakkukta olan; Semî ve Basîr’in mazharı olarak en ince detayına kadar gerçeklere muttalî olan zât…

Çöldeki çadırından, kırbasındaki yıllanmış kurtlu suyu, Bağdat’taki “Halife”ye armağan götürmek isteyen mukallit; ve Dicle’nin kıyısındaki sarayında yaşayan “HALİFE” Muhakkik!.

Ne zaman bilgi dedikodusunu terk edip, “Allah’a firar edin!” çağrısına uyacağız?.

hf

İNSANIN “HALİFETULLAH” OLABİLMESİ İÇİN ÖNCE

“Mİ’RÂC” YAPMASI ZORUNLUDUR

Hakikat noktasını idrâk ettikten sonra; ikinci aşama olarak bunu yaşamına da sokabilirsen, bu defa vehmin üzerinde tasarruf eder, diğer birimlerde açığa çıkmayan hâlleri ve fiilleri yerine getirebilirsin.

Demek ki, Vehim, kişinin, var olmayan varlığını kabul etmesini doğuruyor ve bu kabulden, bu zandan dolayı da kişi bedenselliğe, birimselliğe dönük bir yaşam içinde oluyor. Bu da onun vehmin kaydında olmasından ileri geliyor.

Kişi, bundan dünyada yaşarken kurtulamazsa, fiziki ölümle birlikte ebediyyen kurtulma imkânı da kendisi için kalmıyor.

Oysa, Kurân’ı tetkik eder, Rasûlullah aleyhisselâme kulak verirsek; O bize, dünya hayatının geçici olduğunu, belli bir süre sonra dünya hayatında bir daha geriye dönme ihtimali olmaksızın ayrılıp başka bir boyutta yaşamımıza devam edeceğimizi; bedene, birimselliğe dönük şeyler peşinde koşarak, ömrü boşa harcamanın israf olduğunu; bizim, Allah için yaratılmış olduğumuzu; o ilâhi hakikatı anlamak, hissedebilmek, yaşayabilmek için "Halife" olarak varedildiğimizi; dolayısıyla, bu sahaya dönük yaşam ve çalışmalar içinde olmamız gerektiğini bize sürekli olarak vurgulamıştır...

İnsanın, hakikatına ererek "Halifetullah" olabilmesi için de önce "Mİ`RÂC" yapması zorunludur...

hf

“HİLÂFET” EMÂNETİ

DERİN TEFEKKÜR VE MUHAKEME GÜCÜ İLE

ÎFA EDİLİR

İnsan, Yeryüzünde ‘’Allah’ın halifesi’’ olmak üzere varedilmiştir!.

‘’Biz, emaneti yerlere ve göklere arzettik.

Onlar kabullenemedi. İnsan bu emaneti yüklendi.’’

Âyetinde belirtilen emanet, ‘’hilâfet’’ emanetidir ki, bu emanetin ifa edilmesi, hakkının verilmesi, ‘’derin tefekkür ve muhakeme gücü‘’ ile ancak yerine gelir.

Şayet insan kendi özelliklerinin, ilâhi vasıfların kendisindeki varlığıyla meydana geldiğini bilmezse; kendisindeki bu derin tefekkür gücünü kullanmazsa, muhakemesini kullanmazsa; yaşamdan örnekleme yönüyle aldığı kesitsel algılama fonksiyonlarını gerektiği gibi değerlendiremezse, varlığın aslını ve orijinini müşahede edemez.

hf

İnsanın, Allah`ın güzel isimlerinin mânâsından yaratılması şu sonucu getirir;

İnsan, yok olmaksızın, sonsuza dek yaşamına devam edecektir. Değişik boyutlardan ve aşamalardan geçerek!.

İşte bu süreç içinde, insan, kendisindeki Allah`ın bahşi olan "hilâfet" kökenli özellikleri ne kadar tanır ve ortaya çıkartırsa; gereğini dünyada yaşarken hissedebilirse; daha sonraki boyutlarda da o nisbette hayatı kolaylaşacak, sıkıntılı olaylardan kendini kurtarabilecektir.

Buna karşın, ne kadar kendi hakikatını bilmekten mahrum yaşarsa, o oranda yaşamı cehenneme dönecek, yanışı belki de hiç son bulmayacaktır!.

İster kadın olsun ister erkek, insan olarak "hilâfet"ini yaşayabilmenin yolu da öncelikle kendi "Hakikat"ını bilmekten, tanımaktan, gereğini yaşamaktan geçer!. Bunu en kolaylaştıran yol da İLİM ve ZİKİR’dir!.

İlmi değerlendirecek olan beyin, zikirle kapasitesini arttırabilir. Ve o nisbette de "Hakikat"ını farkederek "ALLAH AHLÂKI İLE AHLÂKLANIR".

hf

“HİLÂFET”İ YAŞAYABİLMEK İÇİN

KOZANI İLİM VE ZİKİRLE DELİP DIŞARIYA BAK…

ÖNYARGISIZ VE OBJEKTİF OLARAK

YENİ DÜŞÜNCELERE AÇIK OL!

İster kadın olsun ister erkek, insan olarak "hilâfet"ini yaşayabilmenin yolu da öncelikle kendi "Hakikat"ını bilmekten, tanımaktan, gereğini yaşamaktan geçer!. Bunu en kolaylaştıran yol da ilim ve ZİKİRDİR!.

İlmi değerlendirecek olan beyin, zikirle kapasitesini arttırabilir. Ve o nisbette de "Hakikat"ını farkederek "ALLAH AHLÂKI ile AHLÂKLANIR"..

"ALLAH gibi düşünmek" der Hz.İsa aleyhisselâm. Bununla Allah Rasûlü`nün "Allah ahlâkıyla ahlâklanın" işareti aynı şeydir!. Bu işaretler hep, bizleri bulunduğumuz toplumun şartlanmalarından ve değer yargılarından arınarak, Allah`ın varlığı değerlendirişi gibi değerlendirmeye yönlendirmektedir...

Bütün bunların gerçekleşmesi ise, yalnızca beyin kapasitemizin arttırılması ve bu kapasitenin gerçek ilimle değerlendirilmesiyle mümkün olur.

İlmi değerlendirmenin yolu da insanın yeni öğrenmekte olduğu her şeye önyargısız ve objektif olarak yaklaşmasından geçer!.

KOZAYI delip, dışarıya bakmak!. Yeni düşüncelere açık olmak!.

"DÜN" KOZASINDAN ÇIKABİLMEK!.

hf

NE YÖNÜMÜZLE VE NE KADARIYLA

“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLENİN HALİFESİYİZ ACABA?

Allah, "insan"ı, yeryüzünde "halife" olarak yaratmıştır.

Bu Kur`ân-ı Kerîm'de açıklanan kesin gerçektir!

Acaba biz insan olduğumuza göre "Halife" oluşumuzun bilincinde miyiz?

Ne yönümüzle ve ne kadarıyla "ALLAH" adıyla işaret edilenin "Halifesi"yiz acaba?..

Yeryüzünde ne kadarıyla "halifesi"yiz, "ALLAH" ismiyle işaret edilenin?

"Halife" ne demektir?..

Bunun yaşamı nasıl olur?.. Nasıl "Halife" olduğunun bilincine erer kişi?.. "Halife"lık bilincine eren kişinin yaşamı ve yaşama bakış açısı nasıl olur?..

Herhalde bu türden daha pek çok soru aklımıza takılabilir.

İşte bu konuya bir miktar açıklık getirmek amacıyla aşağıdaki bilgi kırıntılarını size takdime çalışacağım. Başarılı olursam, elbette ki lûtuf ve inâyet Allah`u Teâlâ’nın kereminden; hata ve kusurlar da terkibimin kapasitesinin yetersizliğinden!

Allah kolaylaştıra!

hf

  “HALİFE” OLMA ÖZELLİĞİNİ İNKÂR

Biraz önce de bahsettiğim gibi, her insan karşısındakini olduğu gibi değil, ancak kendi kapasitesi kadar değerlendirebilir.

Her insan böyle olduğu gibi, her varlık da, bu ister cin, ister melek veya insan olsun böyledir ve bu asla değişmez.. Zaten kâinatta bütün varlıklar üç bölümde tanıtılmıştır: "Melek-cin-insan"... Hangi sınıftan olursa olsun, her birim, karşısındakini, ancak kendi kapasitesi kadar değerlendirebilir.. Kendi kapasitesini aşan bir değerlendirmeyi yapabilmesi mümkün değildir.. Kendi kapasitesindeki genişleme oranında, karşısındakini değerlendirişi de değişir.

Dolayısıyla, cinler de, cinlerin başı olan İblis de kendi kapasitesinin dışında kalan özellikleri itibariyle Âdem`i değerlendirememiş; O`nun bütün varlığının, ilâhi mertebelerin sonucu ve de isimlerin bir formülle oluşmuş bileşimi olarak meydana geldiğini müşahede edememiş.

Yâni, olayın içyüzündeki Hakikata vâkıf olamamış, "insan"ı, özellikle zâhiri yapısı olan bedeni itibariyle değerlendirmek sûretiyle şu kanaate varmıştır:

"O topraktan meydana gelmiştir, bense ışından! Muhakkak ki ışınlar maddenin üstünde hükmedicidir, maddeye tesir edicidir. Öyleyse ben O`na secde etmem"!

Yâni, üstünlüğünü kabul etmem!

İblis`in, insanın maddeden, topraktan meydana gelmesi, kendi yapısının ışınsal bir yapı olması sûretiyle onu rahatlıkla etkileyebilmesi yönündeki görüş, her ne kadar haklı ise de..

İnsanın bu madde bedenini yönlendiren beyninin, ilâhi isimlerin hepsini açığa çıkartabilecek bir kâbiliyet ve kapasitede var oluşunu değerlendiremeyişinin neticesinde de, "insan"ı ve ondaki "Halife" olma özelliğini inkâr etmiştir!

Bütün bu idrâk edemediklerini inkâr sonucunda da "insan"ın Öz`ündeki, Zât`ındaki, varlığındaki ilâhî mertebeleri müşahede edememek sûretiyle "Allah"tan uzağa düşmüştür! Burada geçen "Uzağa düşmek" acaba "mesafe-mekân" anlamında mıdır?

Şeytan, "Allah"ı anlayamamış, idrâk edememiş, neticede "insan"dan o yüce kemâlin zuhûrunu inkâr etmiş; böylece de "Allah"tan ayrı düşmüş, ilâhî huzurdan tardedilmiş"tir.

hf

“HALİFE” OLDUĞUNUN İDRAK VE YAŞANTISINI

ELDE ETMENİN EN ALT SINIRI,

ALLAH YANISIRA TANRI EDİNMEMEKTİR

Nebiler ve Rasûller, doğuştan, her hangi bir tanrıya tapınma duygusundan arınmış olarak dünyaya gelmiş insanlardır. Ötede bir "tanrı" kavramı yoktur onlarda…

Bu arınmanın tam zirvesindeki "Hanîf" Nebi ve Rasûl, Muhammed Mustafa aleyhisselâmdır.

Öğülmüş, yüceltilmiş, ve "ıstıfa"dan "arınmış, saf" gelen "Mustafa" ismi ile, tam arınmış; vehmî varlık kabullerinden tümüyle arınmak sûretiyle Allah`ın varlığını müşahede etmiş ve dolayısıyla her hangi bir tanrıya tapınmanın yersiz ve gereksiz olduğunu idrâk etmiş kişi… Onun için de diyor ki:

"Lâ ilahe illâ Allah"

"Tanrı yoktur; sadece Allah"!

Yani, insanlar kelime-i tevhidin derinliklerindeki şu anlamla uyarılmak isteniyor:

"Tanrıya tapınarak ömrünüzü heba etmeyin! Ömrünüzü israf etmeyin!

Siz, ötede bir tanrı varsayıyorsunuz! Oysa ne ötede bir tanrı var, ne de sizin "ben" dediğiniz O`ndan ayrı bir varlık! Bu, "bâtıl"dır; aslı, gerçeği olmayan boş bir var kabul ediştir! Gerçekte asla böyle bir şey yok! Bir tanrı, bir de siz diye bir ikilem kesinlikle sözkonusu değil!

"Lâilahe illallah" = "Tanrı yok, yalnızca Allah"

Bilin ki Allah, bir tanrı değildir.. Allah`ın ne ezeli vardır, ne ebedi vardır! O`nun, "içi" veya "dışı" diye bir kavramdan sözedilemez ki, içinde ve dışında ikinci bir varlık olsun… Dolayısıyla siz, kendinize ait sandığınız bu varlık değilsiniz!

Siz, Allah`ın varlığı ile var olan, O`nun varlığı ile kâim olan varlıksınız.. Öyleyse, "Ben"liğinizin ne olduğunu tanıyın ki, "Rabbi"nizi bilmiş olun!"

"Nefsine arif olan rabbine ârif olur"

Nefsi`nin ne olduğunu farkedip idrâk eden; Nefsi`nin hakikatının ne olduğunun bilen, "Rabbi"ni bilmiş olur. Çünkü, "Nefs" kelimesi ile kastedilen şeyin aslı, hakikatı, kendisi, Rabbindir senin!

Rabbin; "Allah, Âdem`i kendi sûreti üzere halketti" açıklamasında belirtilen, senin varlığını meydana getiren "Esmâ-i ilâhi"dir.

Dolayısıyla sen, kendi varlığını, "ben"liğini tanı ki, Rabbi`ni tanımış olasın!

Dolayısıyla da, "Rabbim Allah`dır" de; ve böylece de ilâhi isimlerin mazharı ve ortaya koyucusu olarak, "Halife" olduğunu anla, idrâk et, ve gereğini yaşa!

Aksi takdirde sen, "bir ben var, bir de ötemde tanrı" anlayışı içinde yaşarsan, Allah`a "şirk" koşmuş olursun!

Zira bu durumda gerçekte mevcûd olan Allah`ın yanı sıra bir de tanrının varlığını tahayyül etmiş, varsaymış olursun; ki senin bu hâlin de Din’de, "şirk" diye ifade edilir.

Ve, böylece de, kendinin "Halife" oluşundan mahrum ve mahcup bir halde, yani perdeli olarak bu dünyadan geçer gidersin..

"Kim a`mâ olarak ölürse, öbür dünyada da, a`mâ olarak haşrolur"

Âyetinde belirtildiği üzere, burada "Halife" olduğunun idrâkını ve yaşantısını elde edemeyen, orada da elde edemez!

Öyleyse, bunun en alt sınırı olan :

"Allah yanı sıra tanrı edinme!" (28-88)

âyeti, bizi bu en alt sınır hakkında uyarır..

hf

ŞİRKTEN ARINMAMIŞ KİŞİ

“HİLÂFET” HAKİKATİNİ HİSSEDİP YAŞAYAMAZ

"Nefs`ini arındırmış olan felâh bulmuştur..." ( 91-9)

hükmü, buna açık seçik işaret eder.

Nitekim, bu arınmayı yapmamış olanlar, Kurân’daki işaretlerin mânâsını anlayamaz.

İşte bu yüzden de :

"Arınmamış olanlar dokunmasınlar, el sürmesinler" (56-79)

denmiştir.

Şirkten arınmamış kişi; Ötesinde veya ötede bir tanrı düşünen kişi Kur`ân’ı anlayamaz!.içindeki sırrı çözemez!. Dolayısıyla, "Hilâfet" hakikatini hissedip yaşayamaz...

hf

ANLAYIŞIMIZI ‘’TANRI’’ KELİMESİ İLE SINIRLARSAK,

HİLAFET SIRRINDAN MAHRUM KALIRIZ

“Tanrı” ve “tanrılık” kavramına dayalı din anlayışı bâtıldır!.

“Allah” isminin işaret ettiği anlama dayalı, yürürlükte olan”İSLÂM Dini”dir!.

“Lâ ilâhe illallah” cümlesinin anlamı “tanrı yoktur sadece ALLAH vardır” şeklindedir. Ve iyi bir müslüman olmak için, önce bu farkı çok iyi anlamalıyız!.

Zirâ, “tanrı” kelimesinin anlamı ile sınırlarsak anlayışımızı, “Allah” isminin işaret ettiği mânâdan mahrum kalırız; bu da sonunda, bizi “hilâfet” sırrından mahrum bırakır!.

hf

İNSAN, DÜNYADA İKEN KENDİSİNDEKİ

 “HİLÂFET” KÖKENLİ ÖZELLİKLERİ HİSSEDİP ORTAYA

ÇIKARABİLDİĞİ NİSBETTE DAHA SONRAKİ BOYUTLARDA DA

SIKINTILI OLAYLARDAN KENDİNİ KURTARABİLECEKTİR

Dikkat edin!...

Allah, insanı en şerefli varlık olarak yarattım derken gene kadın-erkek ayırımı yapmıyor. Erkek de en şereflidir; kadın da en şereflidir!. Allah`ın yarattığı en şerefli varlıktaki bu vasfı göremeyen ise, otursun kendi gafletine ağlasın!.

Evet, insan, kapasite olarak, kadın-erkek ayırımı olmaksızın "en şerefli" mahlûk; ve aynı zamanda da yeryüzünde Allah "halife"sidir!. Bu da onun Allah'ın güzel isimlerinin özelliklerinden meydana getirilişinden dolayıdır..

Kendini et-kemikten ibaret kabul edip, ölümle de yok olacağını sanan insansı, elbette ki "Hakikat"ından gelen şerefini ve hilâfetini inkâr etmekte; bunun sonucunda da hiç bir değerin ölçemiyeceği şeyleri yitirmektedir!.

İnsanın, Allah`ın güzel isimlerinin mânâsından yaratılması şu sonucu getirir..

İnsan, yok olmaksızın, sonsuza dek yaşamına devam edecektir!. Değişik boyutlardan ve aşamalardan geçerek!.

İşte bu süreç içinde, insan, kendisindeki Allah`ın bahşi olan "hilafet" kökenli özellikleri ne kadar tanır ve ortaya çıkartırsa; gereğini dünyada yaşarken hissedebilirse; daha sonraki boyutlarda da o nisbette hayatı kolaylaşacak, sıkıntılı olaylardan kendini kurtarabilecektir..

Buna karşın, ne kadar kendi hakikatını bilmekten mahrum yaşarsa, o oranda yaşamı cehenneme dönecek, yanışı belki de hiç son bulmayacaktır!.

hf

GERÇEK HİLÂFET İLE,

BUGÜN DÜNYA ÜZERİNDE BİRTAKIM İNSANLARIN

PEŞİNDE KOŞTUĞU HİLÂFETİN

HİÇBİR ALÂKASI YOKTUR!

Bu mânâdaki "HİLÂFET"le, bugün zâhir`de, dünya üzerinde bir takım kişilerin konuştuğu veya peşinde koştuğu politik anlamdaki hükümranlık gayesine mâtuf "hilâfet"in, hiç bir alâkası yoktur!.

"Halife olma" özelliğini hissedip yaşayabilmek için tasavvufta yedi mertebe vardır. Nefsin kendini tanıma mertebeleri olan yedi mertebe...

hf

SİLAHLI BİR HALİFE GELMEYECEK!

Sanmayın ki Halife eline kılıç veya makineli tüfek veya füze alıp da bir koltuğa oturan.

Böyle bir halife gelmeyecek!.

İnsan kendi özündeki Allah’ı bilip bulup o güzelliği yaşayabildiği anda Allah’ın Halifesi olarak yeryüzünde adım atacak. Ve bu yüceliğe erişmiş olarak islâm’ın diliyle VELİ olarak ölümötesi yaşama geçecek.

 Halifenin özelliği odur ki, (silahlı halife değil!!!) ALLAH HALİFESİ yani ALLAH KULU!

Beşeri duygulardan, beşeri değerlerden arınmış, Hz. İsanın tabiriyle insan gibi düşünen değil varlığındaki Allah’ı bulup Onun varlığa bakışıyla bakabilen!.

Halife karşısındakini kendisinden fazla seven ve karşısındakine kendinden fazla değer verendir, onlarla birşeyleri paylaşandır.

Onun için sevelim ve BİR olduğumuzun farkına varalım!.

hf

 “HALİFE” OLARAK BEZENDİĞİN GÜÇLERİ

İSRAF ETME!

Sen, “ALLAH’IN YERYÜZÜNDE HALİFESİ” olarak yaratıldın...

“ALLAH”ın bütün isimlerinin mânâları ile bezendin...

Şimdi sen kendini bu madde dünyasında bulman hasebiyle, sonunda çürüyüp yok olacak bir beden olarak düşünme; ve böyle düşünmek suretiyle “nefsine zulmetme”!. Kendindeki güçleri “israf” etme!.

Dünyanın ve dünyevî değerlerin şartlanması içinde, dünyada bırakıp gideceğin şeyler için, kendindeki o sınırsız üstünlükleri mahvetme!.

Bak âyetlerde nasıl uyarılıyorsun:

“Biliniz ki, dünya hayatı bir oyuncak, bir eğlence, bir bezenme ve aranızda öğünmedir!. Dünya hayatı ancak aldatıcı ve mağrur edici şeylerdir.” (57-20)

“Yeterli şekilde kıyâmet gününe hazırlanmamış olan, o günün korkunç azapları karşısında karısını, kardeşini, akrabalarını ve yeryüzünde olan şeylerin hepsini fidye olarak vermek ister, ki böylece kendini kurtarabilsin!.” (70-11/14)

İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!. Dolayısıyla, dünya hayatı, geçtiğiniz âlemde, sizin için bir rüya gibi olacaktır... Öyle ise ölmeden önce öl; ki, uykudan dünyada iken uyan!. Gerçekleri gör ve o gerçeklere göre yaşamını düzenle!.

Dünyada bırakıp gideceğin, öbür âlemde senin için hiç bir değer ifade etmeyecek şeylere enerjini boş yere harcayıp, sonradan telâfi edemeyeceğin israfın yüzünden pişmanlıklara düşme!. Kendini bu beden kabul edip, sadece bedene dönük bir biçimde yaşamak hüsrandan başka bir şey getirmeyecektir... Oraya gidip gerçekleri gördükten sonra, “keşke dünyaya geri dönüp, yapmadıklarımızı yapma imkânımız olsa!” dersiniz, ama bu asla mümkün olmaz!.

Nitekim bak Kur'ân-ı Kerîm bunu nasıl anlatıyor:

“O gün Cehennem mahşer yerine getirilir; o gün insan bütün yaptıklarını hatırlar; ancak bu hatırlayış hiç bir fayda sağlamaz.

-Keşke bu hayatım için bana fayda sağlayacak şeyler yapsaydım!. der...” (89-23-24)

“Biz sizi yakın olan sıkıntı ve azaplara karşı uyardık!. O gün kişi yaptıklarının neticeleri ile karşılaşacaktır. Bu gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyeceklerdir:

- Keşke toprak olsaydım!.” (78-40)

“ALLAH”ın vasıfları ile vasıflanmış, O'ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın izâfî - göresel “benliğini”, yani var kabul ettiğin “vehmi benliğini” terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek “BEN”liğine eresin!.

Şâyet, var kabul ettiğin, var ZAN ettiğin, şartlanmalar dolayısıyla "var" diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, “Benlik” perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek “BEN”liğe erebilirsin!.

Bu meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (salla'llâhu aleyhi ve sellem) paralelinde, evliyaullah da şöyle demiştir:

“Kaldır “ben”liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!.”

Aslında bu ifade, “Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” hadîsinin açıklamasından başka bir şey değildir.

hf

 “İMAN”

GEREĞİNİ YAŞAMAK İÇİN ARAÇTIR…

HİLÂFETİNİ YAŞAYABİLMEK İSE

 AMAÇTIR!

“İnsan” olarak yaratılmış olan, “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış ve Allah değerlendirmesiyle varlığı ve yaratılmışları değerlendirir bir şekilde “HALİFE”liğinin gereği için yaşar.

İlim, gereği yaşanmak için ARAÇTIR!

Hilâfetini yaşayabilmek ise AMAÇTIR!

hf

HALİFE OLARAK VAREDİLMİŞ İNSANIN

HAKİKATİNİ YAŞAMASINA ENGEL OLAN PERDE

İnsan, "İslâm Fıtratı" üzere, yani her an Allah`a, esmâsının özelliklerini açığa çıkarmak sûretiyle kulluğunu ifa eder bir biçimde dünyaya gelmesine karşın; doğuşundan itibaren çeşitli şekillerle dışarıdan gelen bilgi bombardımanına tâbi tutulur. Bu bilgilerin çok büyük bir kısmı, içinde yaşadığı toplumun şartlanmaları biçimiyle meydana gelir...

Kişi, hangi çevrede yaşıyorsa, o çevrenin şartlanmalarını, gerçek ve mutlak değerlermiş gibi kabul eder. Bu kabul ediş, onun varlığını, özünü, hakikatını, kendi varoluş gayesini; "Ben" dediği varlığın hakikatini tanımasına engel olan en büyük perdedir!.

İşte, Allah ile kul arasındaki "nâr"dan perdeleri meydana getiren en önemli yanılmalar bunlardır...

Bu yanlış bilgilendirme, şartlandırma, yanlış programlanma dolayısıyle o kişi, hemen hepimizin sandığı gibi, kendini bir beden kabul eder. "Ben bu bedenim" der... "Ayna`da gördüğüm bu varlığım" der.

Böylece de, "Halife" olarak varolduğunun idrâkından tamamiyle uzak bir biçimde, yeme içme, uyuma, rahat etme, seks ve her gördüğüne sahip olma, her gördüğüne hükmetme arzuları içinde yaşar... Bu yaşam biçimini Kur`ân:

"Onlar, belki hayvan sürüsü gibidirler, belki de daha aşağı." (7-179)

diye tanımlar...

Bu arada bazı kişiler, farkettikleri birtakım işaretler, mesajlar veya belli düşünceler sonucunda, kendilerinin ne olduğunu araştırmağa başlarlar. .

"Ben neyim?..

Kim`im?..

Nereden geldim, nereye gidiyorum?..

Benim varlığım ne, aslım ne?..

 Ben, çürüyüp, kaybolup, yok olacak bir et-kemik beden miyim, yoksa bunun bir devamı mı var?.."

diye düşünmeğe başlar..

Biraz tahsil gördüyse, bilir ki, "Var olan hiç bir şey yok olmaz"!

Var olan hiç bir şey yok olmayacağına göre; kendisinde bir bilinç var olduğuna göre; bu bilinç; bu bilinçle var olan kişilik de hiç bir zaman yok olmayacaktır!

Ama, beden yok oluyor!

O zaman anlar ki, "bu beden yok olmasına rağmen, ben yok olmayacağım… Yaşamıma devam edeceğim"!

Bunu kavradığı zaman kişi, bu defa merak etmeğe başlar:

"Peki, beden yok olmasına rağmen, ben yok olmayacağıma göre; "Ben" neyim, kimim, nasıl bir varlığım?.. Daha sonraki aşamalarda başıma neler gelecek, nelerle karşılaşacağım?"…

İşte bunları araştırmağa başlar..

Bunları araştırmağa başladığı zaman da bir yola girmiştir artık o!

Hangi yola?..

"Kendini tanıma" yoluna!

Ama, "kendim" sözcüğü ile ne anladığı henüz meçhuldür…

Evet… Diyor ki, "Ben bu beden değilim! Ben bu beden değilim ama, neyim?.. “

“Bir ruh muyum?..”

"Ruh`sun!" diyorlar..

"Ruh muyum; veya bir şuur muyum?.. Düşünce miyim neyim?.."

İşte bu noktada insanlara ışık tutmak, insanları uyarmak, kendi özlerinin değerlerini ve güçlerini bildirmek sûretiyle onları müjdelemek; müjdelemeleri değerlendirmeye almayanların, kendi hakikatlerini bilmeleri istikametinde çalışmalar yapmayarak; geleceğe dönük çalışmalar yapmayarak ihmalkâr olanların, içine düşecekleri büyük azap ve pişmanlıkların uyarıcıları olarak, Nebîler, Rasûller gelmişlerdir.

hf

“HİLÂFET”,

BİR YAŞAM VE BAKIŞ AÇISININ ADIDIR…

HAYÂLİ BEKLENTİLERLE

NEFSİNİZE ZULMETMEYİN!

Halife olarak yaratılmış insan için tek amaç da bütün engelleri aşıp, bunu yaşayabilmektir.

Hilâfet, gördüğünü kayıtlamamak, sınırlamamak ve sınırsızlıktan nasip almaktır!

Halife, her an sınırsız ve kayıtsız olanın ahlâkıyla ahlâklanmış olarak Halife olmuştur!

Bütün varlıkların ve dolayısıyla cinlerin hakikatı, alt boyutu melekler olması hasebiyle; cin için ne kadar, “melektir” denebilirse; insan için de o kadarıyla halifetullah denebilir...

İnsan, kendi derûnundaki melekiyet boyutuna ermeden; “ALLAH”ı bilmesi kesinlikle mümkün değildir!.

İçinde yaşadığınız SİSTEM ve DÜZEN, Allah ahlâkının eseridir!.

Bildirilen Din’e göre, kişi yeryüzünde “Halife” olarak yaratıldığı için, ötede bir tanrı aramaktan vazgeçmeli, “Allah” adıyla işaret edileni kendi derûnunda keşfederek bunun sonuçlarını yaşamalıdır.

Ne kadar “Allah ahlâkı” ile bütünleşmiş ve o bakış ile varlıkları ve yaşamı değerlendirebilmiş iseniz; o nisbette de “halife”siniz demektir!.

İnsanın hilâfetinini yaşayabilmesi, doğup yaşadığı bölgenin şartlanmaları-duyguları ve değer yargılarından arınıp, “Allah ahlâkı ile ahlâklanma”sından geçer.

Gökten inecek bir hokus-pokus değneği sizi “halife” ya da “veli” yapmayacaktır; çünkü bunlar bir yaşam ve bakış açısının adlarıdır. Eğer bu yaşam ve bakış açısı sizde yoksa, altın varakla bu kelimeler yazılıp etiketlenseniz, gene de ne olduğunuz gerçeğini değiştiremezsiniz!.

Lütfen kendinizi kandırarak, hayâli beklentilerle “nefsinize zulmetmeyin”!.

Size ulaşacak şey ilimdir, şefaattir!.

Siz o ilmin gereğini yaşam tarzı edinerek kendinizi geliştirebilirsiniz

Akıllı insan, kendini geliştirmeye uğraşır… Etrafla uğraşarak vaktini boşa harcamaz!… Bildiğini paylaşmak ise farzdır!.

Tebliğ farzdır… İnsanlara bilgiyi verdikten sonra, onları herhangi bir şeye zorlamamak da öyle!.

Öyle ise, her birimize düşen, hayâle kapılmadan, gerçekçi biçimde ilmi değerlendirmek; insanları putlaştırmadan, yalnızca bir dost kabul ederek, uyarıları dikkate almak; kendi mesûliyetlerimizi başkasının sırtına yükleme hayâlinden vazgeçerek, kendi yolumuzu kendimizin çizerek, yalnızca yaptıklarımızın sonucuna ulaşabileceğimiz gerçeğini kabullenebilmektir.

Yarın zorunlu olarak terkedeceğin herşeyi bugün şuur boyutunda ihtiyarınla terketmedikçe, onlardan bağımsızlığını elde etmedikçe gerçek kimliğine ulaşamazsın!.

İnsan bedeni kullanan bazı beyinler ise, bu amaçtan farklı bir çizgide, yalnızca daha iyi yemek-içmek-çiftleşmek-uyumak-ve sürekli, bir şeylere sahip olmak amacıyla beynini kullanıp, gününü bu doğrultuda harcar!.

İdraksızca, şartlanmalara dayalı olarak belki arasıra namaz kılıp, oruç tutup, sadaka-zekât verip, gününü bedensel arzularını tatminle geçirir...

Beden boyutu da ebedîdir; biyolojik-ruhsal-nursal beden şeklinde; bunun yanısıra şuur boyutunda kişinin şuurunun erdiği idrâktaki düşünsel boyut da ebedidir.

Ama “İnsan” olarak yaratılmış olan, bunlarla beraber, “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış ve Allah değerlendirmesiyle varlığı ve yaratılmışları değerlendirir bir şekilde “HALİFE”liğinin gereği için yaşar...

Ne mutlu “ALLAH RASÛLÜ” Muhammed Mustafa’nın ümmeti olup, onun ilmi gereğince yaşayıp yolundan yürüyenlere!

hf

HER İNSAN,

“ALLAH’IN YERYÜZÜNDE HALİFESİ” OLMA KEMÂLÂTINI

FARKETMELİ, BUNUN SONUCU OLARAK DA

 “HİLÂFET”İNİN GEREĞİNİ YAŞAMALIDIR!

Kur`ân-ı Kerim’e göre, "Allah insanı yeryüzünde halife olarak meydana getirmiştir"... Kitap`taki bu açık bildirime göre de, her insan, varlığındaki, "Allah`ın yeryüzünde halifesi" olma kemâlâtını farketmeli; işte bunun sonucu olarak da "hilâfet"inin gereğini yaşamalıdır!.

hf

“HAKİKAT”İ ÖLÜMDEN ÖNCE YAŞAYAMAYAN

ÖLÜMDEN SONRA DA YAŞAYAMAZ

Ölümden önce hakikatı idrâk edip yaşayamayan, ölümötesinde de bunu yaşayamaz!.

Hakikatin irfânı olmayan; demektir bunun anlamı...

Cehennem’de insan kalmayacaktır!.

Bütün insanlar Cennet’e gececektir!.

Ama insanların önemli bir kısmı İRFAN sahibi olamadıkları için, Cennet’te de, buradaki gibi kendi güzellikleriyle kifâyet edecek, Allah'a yakînin sonuçlarını elde edemeyeceklerdir!.

hf

Erkek de Allah`ın yeryüzündeki halifesidir!.

Kadın da!.

Bu sebepledir ki, insan, en kısa zamanda bu "hilâfet"in anlamını farkederek, gereğini yaşamak zorundadır... Yoksa "hilâfet"i yaşayamamanın ne demek olduğunu kavradığı anda, artık telâfisi mümkün olmayan bir noktada olacaktır!. Ki bunun da sonucu ebedî bir hüsrandır!. Ölümötesinde bunu elde etme şansı olmayacaktır!.

hf

EMANETİ SAHİBİNE TESLİM ETMEK

Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği "Ben"liğinin "yok" olduğunu, var olan TEK Vücûd'un Allah olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.

Çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koyarken de, artık Hakikatıinden perdelenmen diye bir şeyin söz konusu olmadığı ortaya çıkar. Senin, senden perden, Atasay “ismi” ve bu ismin karşılığında var olan vehmi “benlik” idi... Oysa sendeki bu “vehmi benlik” ve onu besleyen şartlanmalar kalktığı anda, basiret gözünde Atasay “ismi” de düşer...

Bu müşahedenin sonunda da emanet sahibine iade olunur.

O emanet, sendeki ilâhi mânâların, Atasay “ismine” ödünç verilmesiydi(!)... Atasay isminin müsemması kabul edilen, vehimden oluşmuş varlık ortadan kalktığı anda, emanet sahibine döner; ve bütün isimleriyle tecelli eden Hakk,  “âlem“ adı altında, kendi isimlerinin mânâlarını seyre başlar.

Senden!.

hf

 “HALK”

(MAHLÛK)

"HALK", bir mânâda halkolmuş, yaratılmış, eskiden yokken, sonradan varedilmiş mânâsınadır. Yani, netice olarak, ilâhî isimlerin terkibiyet hükmüyle âşikâre çıktığı andaki hâlin adı "Halk" olur.

hf

“HÂLIK” İSMİNDEN “HALK” MEYDANA GELMİŞTİR

İşte bu terkibiyet hâli "halk" ismiyle kastedilmiştir. "Hak ve Halk" diyoruz ya.... İşte, terkibiyet hâlinin adı "Halk"tır. Hâlik isminden Halk meydana gelmiştir. “Halk olmuş” dediğimiz şey bu terkiblerdir.

hf

“HALK” İSMİNİN MÜSEMMASI(MÂNÂSI)

HAKK’IN KENDİSİDİR

"Halk" diye bir şey yok... İşte yok olan bir şeyi, var kılıyor!.. Ama neyle var kılıyor, gene kendi mânâlarıyla!.. Mânâları değişik terkipler şeklinde meydana getirerek, her bir terkipde değişik oranlarda âşikâre çıkartmak suretiyle, “halk” ismi müsemması meydana geliyor. "Halk" ismi ile işaret ediliyor. Ama "halk" isminin müsemması Hakk’ın mahiyeti itibariyle Hakk’ın kendisidir!.. Ancak biz "Hak" kelimesiyle bu Esmâ-ül Hüsnâ'yı, bu Esmâ-ül Hüsnâ'ya sahip olan varlığı kastederiz. Yani, bu isimlerin mânâlarının tümünün sahibini!..

hf

TERKİBİYETTEN DOĞAN TÂBİRLER

“HALK” ADINA BAĞLANIR

Eğer bir terkib durumuyla bu isimlerin manâları bir mahalde toplanmışsa, o zaman ona "Hak" değil "halk" adını veririz!..

Dolayısıyla, terkibiyetten doğan tâbirler, "halk" adına bağlanır, "Hak" adına bağlanmaz! "Hak" dediğimiz zaman, bu isimlerin mânâlarının sahibi olan varlığı kastederiz. “Halk” veya “mahlûk” dediğimiz zamanda bu terkibi kastederiz!

Mahlûkta ve halkta dediğimiz haller, halk olarak müşahede edilmesi dolayısıyla, geçerli olan tâbirlerdir. Eğer aynı hallerde o isim terkibinin mânâsının aslı olan Hakkaniyetini müşahede edersen; terkibiyet yönünü değil de, o ismin aslını; mânâdaki asliyetini müşahede edersen, o zaman "Hak" adını verirsin!

Bu neye benzer… Akvaryuma bakıyorsun, akvaryumda suyu görüyorsun. Ama, balıkları gösterip akvaryumda yaşıyorlar, diyoruz. Akvaryumda yaşıyorlar, derken akvaryumdaki, "suda" demek istiyoruz. Ama konuşmada, akvaryumdaki "suda" demeden, sadece kısaca akvaryumda diyoruz. Halbuki balık akvaryumda değil suyun içinde yaşıyor!.. Akvaryumdaki suyun içinde yaşıyor!..

Eğer burada sen, akvaryumdaki suyun denizdeki su olduğunu veya göldeki su olduğunu, göldeki sudan farklı bir şey olmadığını müşahede ediyorsan, o suyun göldeki su olduğunu müşahede ettiğin gibi; herhangi bir terkipde ortaya çıkan mânânın sahibi olan, o mânâya sahip olan ana varlığın müşahede ederek "Hak" diyebilirsin!..

Fakat o mahâlde, bir isimler terkibi olduğunu ve bu isimlerin değişik oranlarda bir araya gelmiş olduğunu müşahede ettiğin zaman, ona "Hak" değil "halk" dersin; ve o noksan olarak nitelendirilen hali ona bağlayabilirsin.

Zaten noksanlık denilen hallerin oluşması zaruridir ve elzemdir!.. Çünkü o noksan denilen haller olmasa, kemâl denilen mânâ anlaşılmaz, müşahede edilemez!.. Her bir noksanlık, bir kemâlin ortaya çıkmasına vesiledir. İlâhî isimlerin, bu terkiplerle, çeşitli noksanlıklar şeklinde müşahede edilmesi gereklidir ki, o İsimlerin kemâl yönleri de neticede müşahede edilebilsin, seyredilebilsin!..

hf

 “HALK ETMEK”

Halketmek, var olmayan bir şeyi var kılmaktır.

hf

"HALK EDİLMİŞLER"

(SINIRSIZ PLATFORMDA

SADECE BİR “NOKTA”DAN MEYDANA GELEN

SONSUZ AÇI…)

Bkz. E / Evren

hf

HALUSİNASYON

Uyuşturucu kökenli veya cin kökenli olabilir. Kişinin beynindeki vehmi oluşturan devrenin, küçüklükten itibaren o kişinin beynine yerleşmiş yerel kültürle alâkalı verileri, uygun suretlerle sembolleştirmesi sonucu olarak, o kişinin hayâl merkezinde oluşan görüntülerdir.

Beyindeki vehim (varı yok sayma, yoku var sanma) devresinin, bir uyuşturucuyla kimyasal yoldan, ya da dışardan gelen cin kökenli dalgalarla irrite olması sonucu, kişinin gerçek sandığı asılsız görüntülerle başbaşa kalması halusinasyondur.

hf

HALUSİNASYONLARIN DAYANDIĞI FİKİRLERİN

”SİSTEM”İN İŞLEYİŞ VE DÜZENİYLE

HİÇBİR İLGİSİ YOKTUR!

Halusinasyon ile velilerin, Rasûllerin-Nebilerin görüşleri arasında çok önemli bir fark vardır.

Çeşitli uyuşturucu kullananlar ile cinni etki altında olanların halusinasyonlarının arkasında, gerçekte sistemde var olmayan veya sistemin işleme düzeninde yer almayan; temeli olmayan fikirlerin, vehim tesiriyle oluşturduğu temelsiz, asılsız görüntüler vardır. Bu görüntülerin dayandığı fikirlerin içinde yaşadığımız sistemin işleyiş ve düzeniyle hiç bir ilgisi yoktur.

Buna karşın Velilerin, Rasûllerin-Nebilerin hayâl yollu değerlendirdikleri müşahede ve keşifler ise, sistemin işleyişine temel oluşturan boyuttaki prensiplere, realitelere ve bunları ihtiva eden dalgalara dayanır.

hf

HAMD ETMEK

Başkalarına verilmemiş sayısız nimetin içinde yüzdüğünü fark etmek, bunu kavramak “şükür”dür. Şükretmek, bunu fark etmektir. “Şükür Ya Rabbi” demek, “şükretmek” değildir. Başkalarına verilmemiş sayısız nimetler içinde yüzdüğünü fark etmek şükürdür.

Allah’ın mutlak varlığıyla kavranılamayacağını, O’nu düşünmede acz içinde olduğunu fark edip, yaşamak, “Hamd etmek” ve O’nun ekberiyetini itiraf etmektir.

Dikkat ederseniz farklı bir anlatım içindeyim…

Allah’ın sonsuz sınırsız kuvvet, kudret ve ilmiyle varlığı meydana getirişi ve varlık üzerinde tasarruf edişini fark edip, tüm yaratılmışların O’nun indinde bir hiç olduğunu fark etmek; O’na hamd etmek ve de ekberiyetini itiraf etmektir.

“Elhamdülillah” demekle hamd etmiş olmaz insan.

“Allahu Ekber” demekle ekberiyetini itiraf etmiş olmaz insan.

hf

“HAMD”,

DEĞERLENDİRMEKTİR

(Soru: Bir Hadis-i Şerif'te “Hamd, Şükr'ün başıdır. Allah'a hamd etmeyen şükretmiş olmaz.” demektedir. “Hamd”ın ve “Şükür”ün kullanım alanları ayrı olduğu dikkate alındığında, bu Hadis-i Şerif’i nasıl değerlendirilebiliz.?. Teşekkür ederim..)

Hamd, değerlendirmektir... Değerlendirilemeyen şeyin elbette ki şükrü de olmaz..

hf

ALLAH’A ANCAK ALLAH HAMD EDER…

(ALLAH’I ANCAK ALLAH DEĞERLENDİRİR)

SİZE DE YAKIŞAN, BU KONUDA

YETERSİZLİĞİNİZİ FARKETMİŞ BİR HALDE

HADDİNİZİ BİLMEKTİR!

İlk âyeti okuyoruz:

 -El Hamdu lillahi rabbil âlemiyn.

-MUTLAK değerlendirme "ALLAH"a aittir!.

 -Nereden çıktı bu yorum?... Biz bugüne kadar hiç böylesini duymamıştık!... Bu âyetin mânâsı şimdiye kadar hep:

-Bütün övgüler Âlemlerin Rabbı olan Allah'a aittir!.. Dolayısıyla biz başka şeye değil sadece Allah'a hamd edelim…. şeklinde duyduk ve okuduk. Bu anlamı da nereden çıkardın?..

Dediğinizi duyar gibi oluyorum...

Anlatmaya çalışalım... Olabildiğince anlaşılır hale dönüştürmeye çalışarak, elden geldiğince konunun içyüzünü farkettirmeye gayret edelim... 

Bilelim ki...

"ALLAH VÂHİD-ül AHAD"dır... Kendisinin gayrı olarak, kendisini anlayacak, idrâk edecek, değerlendirecek ve de övebilecek, varlık, vücud ve özellikler sahibi ikinci bir bilinç mevcut değildir!.

"ALLAH"ı ancak, Allah bilir... "ALLAH"ı ancak ALLAH değerlendirir.... "ALLAH"ı ancak ALLAH över yani metheder!... "ALLAH" a ancak ve sadece ALLAH SENÂ eder!.

Ne diyor, bugün için “Hamîdiyet” mertebesinin; kıyamet ve sonrası için de “Mahmudîyet” mertebesinin mazharı ve "bu yüzden şefaati" olan Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm:

-Senin NEFSİNE olan SENÂNI ben yapamam!.

Alt mertebede olanın üsttekini methetmesi mümkün değildir... Benim tutup Hazreti Rasûlullah’ı övmem asla mümkün değildir... Hazreti Rasûlullah’ı ancak Allah övebilir!.

Bir kişinin, bir diğerini övebilmesi için önce onu ihâtâ etmesi; o konuda, o sahada onu kapsaması; bundan sonra, onu değerlendirmesi; ve bütün bunlardan sonra da onu övmesi ya da yermesi sözkonusu olabilir!...

Diyelim ki bu fakiri övecek veya yerecek birinin, önce bizim “ilmi kişiliğimizi” ihata edecek bir kapasitesi olması gerekir.

Falanca ya da filanca okulu bitirmesi, ya da şu veya bu etikete sahip olması değil; buradan izhar olan ilim kapasitesini ihâtâ edebilecek düzeyde “bilinç kapasitesinin” olması gerekir.

Ki bundan sonra geniş kapsamlı şekilde tüm düşünce sistemimizi ele alıp, ondaki doğruları ya da yanlışları belirliyerek, onu tenkit edebilsin; övsün ya da yersin...

Böyle bir kapasite olmadan, anlayışının ötesinde olan bir cümle ya da fikir yüzünden bir kişiyi övmek ya da yermek, “dedikodu”dan ileri gitmez... Ve söylenenler lâf birikintisi olarak ancak kendi düzeyinde yer bulur!..

İşte bu sebepledir ki, ne, benim üstümdekini değerlendirebilmem ve buna dayanan biçimde onu övmem mümkün olur; ne de herhangi bir yaratılmışın "ALLAH"ı övebilmesi ve O'na hamd etmesi mümkün olur!...

Bu yüzdendir ki;

-HAMD ancak ve sadece ALLAH'a aittir!. HAMD işlevini yerine getirmek ancak ve sadece ALLAH'a mahsustur!.

Lütfen biraz basiretle düşünelim...

Dünya üzerinde tek bir insanın yerini düşünün...

Sonra, bir milyon dünya hacmi büyüklüğündeki Güneş yanında aynı insanın yerini düşünün...

Sonra, yüz milyarlarla güneşin yer aldığı galaksi içinde bir insanın yerini düşünün...

Sonra, milyarlarla galaksinin içinde yer aldığı algılayabildiğimiz kadarıyla evrenimizde bir insanın yerini düşünün...

Ve tüm bu bildiklerimizle birlikte, daha algılayamadığımız; hattâ hiç haberimizin dahi olmadığı sayısız katmandaki boyutsal evrenleri yaratan "ALLAH"ı düşünün....

Hafsalanız alıyor mu?!.

Sonsuz-sınırsız VÂHİD-ül AHAD ALLAH'ın, sayısız-sonsuz özellikleriyle meydana gelmiş olan evrenimizin henüz ne kadarını ihâtâ edip değerlendirebiliyoruz ki, bir de "ALLAH"ı değerlendirip O'nu övmeye kalkalım, hamd edelim!...

Burada ister istemez aklımıza Mevlâna Celâleddin'in anlatmış olduğu bir hikâye geldi...

Rivâyet edilir ki...

"Musa Aleyhisselâm bir gün bir yerden bir yere giderken, ilerde bir ağaç altından gelen konuşma sesi duymuş... Merakla o yöne yürümüş...

Bakmış ki bir garip çoban ağacın altında oturmuş, kendi kendine konuşuyor...

Merak etmiş, acaba ne konuşuyor, diye; ve sessizce yaklaşıp dinlemeye başlamış...

Şöyle diyormuş garip çoban:

-Ey benim güzel Allah'ım… Ne olurdu şimdi yanımda olsaydın... Seni sevseydim... Seni sarsaydım... Şu koyuncuktan taze taze süt sağıp, sana içirseydim... Şu gölgecikte kucağıma yatırsam, seni dinlendirseydim... Bitlerini ayıklasaydım...

Burada sabrı taşmış koca Musa Nebi’nin... Mâlûm, “celâli” meşreptir kendileri...

Hemen ortaya çıkmış, yanlışı hazmedememe hâliyle çıkışmış garip çobana:

-Behey gafil!. Sen nasıl olur da Âlemlerin Rabbı olan her şeyden yüce, münezzeh, azâmetli Allah'ı, alıp süt içirip, hele hele kucağına yatırıp, üstelik bir de bitlerini ayıklarsın!!!. Bilmez misin, Allah için böyle şeyler söylenmez!.

Garip çoban, korkmuş; bilgisizliğinin getirdiği yanlışların altında ezilmiş, büzülmüş; eli ayağına dolaşmış; ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmış; kekelemiş:

-Affedersin... Hatamı bağışla... Bilemedim... Ama çok seviyordum da!... Ben bir garip çobanım; sadece var Allah'ım!. O'nunla oturur, O'nunla kalkar; O'nunla yer, O'nunla yatarım!. Tek dostum, sevdiğim, dertleştiğim O'dur!. Duymuştum ki, hep “ben”imleymiş; ben de O'nu, göremediğim yanıbaşımdaki Dost bildim de ondan böyle konuştum...

Zinhar bir daha demem bu dediklerimi!.

Demek o buralara sığmayacak kadar çok büyükmüş!. Ya ben, şimdi ne yapayım?..

Musa Aleyhisselâm ona, dua etmesini, namaz kılmasını öğretmiş... Ve yoluna devam etmiş..

Çobanın içinde bulunduğu hâli düşünerek dalgın bir halde yürürken farkında olmadan bir gölünde üzerinde; birden arkasından bir ses işitmiş "Musa! Musa!" diye…

Dönüp bakmış arkasına ki, kim sesleniyor diye, ne görsün... Garip çoban gölün üstünde yürüyor suya batmadan, kendisine doğru!.

İşte o esnada vahyolmuş Musa' ya...

-Ey Musa, tüm varlığıyla bana yönelmiş, benden başka düşüncesi olmayan dostumu benden uzaklaştırdın!. Aramıza büyük duvarlar ördün!. Hemen o ördüğün uzaklık duvarını yık, ve bizi birleştir!. Bana böyle kullarım da gerek!.

Farketmiş Musa Aleyhisselâm yaptığı işin sonucunu... Hemen dönmüş dediklerinden... Anlamış, Allah'ın kimine tüm azâmeti ve haşmetiyle kendini tanıtırken, kimine de samimiyet ve sâfiyetine göre tecelli ettiğini...

Ve dönüp, demiş bir garip çobana:

-Sen bırak benim dediklerimi de, gene bildiğin, içinden geldiği gibi O'na yönel, o'nunla konuş!. O seninle!. Hattâ senden bile yakın sana!. Sen bir garip çobansın, nereden bileceksin O'nun haşmet, azâmet ve saltanatını!. Gene bildiğin gibi sev, övmeye, hamdetmeye devam et!."

Evet, ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O'nu övüp, O'na hamdedeceğiz...

Ya da, gerçekçi olup; "HAMD ALLAH'a mahsustur; biz bu konuda âciziz!" deyip, "yok"luğumuzu, "hiç"liğimizi farkedip haddimizi aşmayacağız!. Zira Allah, bilgiçlik taslayıp haddini aşanları sevmez!.

Kısacası, "HAMD ALLAH'A AİT iŞTİR"!.

Ve bu konuda da ortaktan münezzehtir!.

Nitekim bu hususta, Kur'ân-ı Kerim’i ele aldığımız ilk anda, uyarılmaktayız "FÂTİHA" Sûresinin ilk âyetleriyle :

-Aklınızı başınıza alın ve O'nu basit bir gök tanrısı gibi düşünüp, övmeye, methetmeye, ona yaranmak için bin türlü hallere girmeye kalkmayın!. Siz bu konuda O'nu değerlendirmekten âcizsiniz... ALLAH'ı ancak ALLAH değerlendirip, ALLAH'a ancak ALLAH HAMD eder!. Size de yakışan, HAMD'ı ancak Allah'ın yapabileceğini idrak ederek, bu konuda yetersizliğinizi farketmiş bir halde haddinizi bilmektir!.

Ayrıca... Hazreti Rasûlullah yanındaki derecesi malûmumuz olan Hazreti Ebu Bekir Sıddık bu konuda şöyle uyarmıştır bizleri:

-ALLAH'ın kavranılamayacağını farketmek, "ALLAH"ı idrâkın ta kendisidir!.

İSLÂM DİNİ'nin "ALLAH" konusunda vurgulamak istediği kesin gerçek şudur;

-Varolan yegâne vücud sahibi varlık sonsuz-sınırsız TEK'tir. O'ndan gayrı bir varlık mevcut değildir!. "

Algıladığımız, ve tüm varlıklar tarafından algılanan, her "şey" ise, o'nun Esmâsının "varsaydırdığı" terkipler halindeki mânâlardan ibarettir!.

İş böyle olunca, elbette ki "El hamdu lillahi Rabbil âlemiyn" yani "HAMD ALLAH'A MAHSUSTUR" demekten başka bir şey kalmıyor bizlere ki; ehli bilir bu da oldukça yüksek bir mertebedir!.. "ALLAH"ı kendi "yok"luğundan, O'nunla müşahede, mertebesidir bu!.

Bakın bu konuda değerli müfessir Hamdi Yazır (Allah rahmet eylesin), büyük emek verdiği tefsirinde ne diyor:

"Hani herkesin malûmu ve aksayi emeli olarak matlûbu olan HAMD hakikati yok mu... İşte hamidiyet, mahmûdiyet bütün cinsile ve hattâ bütün meratibi ve bütün envaü efradiyle o hamd, Allah'a mahsustur; Allah'ın hakkıdır; Allah'ın milkidir... Çünkü, Allah'tır, çünkü... Çünkü ilâh...

Fakat lisanımızda bu tafsili icmal eden bir harfi târif olmadığı için biz sadece hamd, diye alel ıtlak cins ifade ederiz, bilen bilir, bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz." (C.1; s:62)

Evet, Hamd, Allah'a mahsustur; Allah'ın hakkıdır, ancak O hamd edebilir; Allah'ın tasarrufu altındadır, ancak o değerlendirebilir; çünkü Allah'tır, gayrı mevcut değildir... Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne bilir!.

hf

HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE,

 (HER ŞEY) O`NU TESBİH VE HAMD EDER… FAKAT,

SİZ ONLARIN TESBİHİNİ İDRAK EDEMEZSİNİZ."

"RUH" adı verilen ve her kuantta yerini bulan "ÖZ" aynı zamanda "ŞUUR" kaynağıdır... Yani, evrende mevcut bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.

Dolayısıyla kâinatta var olan her hareket asla tesadüfi olmayıp, taşıdığı "ŞUUR"un sonucu olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler göstermektedir...

"ŞUUR"suz sanılan hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu idrâk edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrâk edememekteyiz...

Nitekim dini yoldan da bir delil göstermek gerekirse, fikirlerimizi ispat eden işte bir âyet:

"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, (HER ŞEY) O`NU TESBİH VE HAMD EDER. FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ İDRAK EDEMEZSİNİZ!." (17-44)

Evet, çünkü bilimin bugün "kuant" diye adlandırdığı zerreciklerin ne mahiyetini, ne "bilinç"le ilişkisini, ve ne de nasıl bir düzenlilik içinde bulunarak bir vazife îfa ettiğini, beş duyuyla kısıtlanmış, bedenle kayıtlı insanın anlamasına imkân yoktur!. Bu ancak bilinebilir, kavranabilir.

Hepsi o kadar!

hf

“BİZ SENİ HAMDİNLE

TESBİH VE TAKDİS EDER DURURKEN….”

Bkz H / Halife / İnsanın Yeryüzünde “Halife” olarak meydana getirlişin Kurân’da şöyle anlatılır

hf

“HAMD EDENİN HAMD’I,

“ALLAH”INDIR!”

"RÜKÛ"; Ulûhiyet önünde, Rubûbiyet hükümleriyle varolan varlığın sembolizesidir.

Bu durumda tesbih yapıyorsun…

"Subhane rabbiyel azim"

"Azim olan, azâmet sahibi olan Rabbim subhandır"

Her bir zerrede "O"nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre "O"nun varediş gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu îfa edip fıtrî tesbihini yapmaktadır!.

Ondan sonra:

"Semi Allahu limen hamideh"...

"Semi Allahu" : "Allah algılamadadır".

"Limen hamideh": "Hamd edenin hamdı, Allah`ındır!."

Yani, benim yaptığım her hareket ilâhi kudretin tasarrufu neticesinde meydana çıkmaktadır ki, "ALLAH" fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir; çünkü ilminde takdir eden "O"dur; anlamı var orada.

Doğrulduktan sonra tam dik vaziyete geliyorsun!. Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lahza durmadan secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!.

Dİk dururken, "Rabbena lekel hamd" diyorsun veya daha uzun şekli ile;

"Rabbena lekel hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liazıymi sultanik." diyorsun...

Ki, Hz.Rasûlullah Aleyhisselâm çoklukla böyle söylerdi.

hf

HAMELE-İ ARŞ

Bkz. M / Melekler

hf

 HAMİD ESMÂSI

Hamd kendisine ait olan. Senâ, övgü Allah’a aittir.

hf

 

 HANÎF

(TANRI OLMADIĞI BİLİNCİNDE OLAN)

(TEVHİD ANLAYIŞI ÜZERE OLAN)

“HANİF”LER,

DİNİ İBRAHİM (TEVHİD ANLAYIŞI)

ÜZERE OLANLARDIR

Hazret Muhammed Aleyhisselâm “ÜMMΔ olmasının; yani, hâlâ kitabı "okuyamamasının" sıkıntısı içindeydi…

Bu sıkıntı öylesine büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle, haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor; sadece düşünce dünyasındaki o muazzam sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyordu...

Zira, kafasında oluşmuş bulunan suallerin hiç birinin cevabını sözü edilen dinlerde ve putperestlikte bulamıyordu...

Orijinal düşünce şekli kaybolmuş Yahudilik veya Hıristiyanlık ile, düşünen insana hiç bir şey vermeyen ilkel PUTATAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevâta hiç bir şey ifade etmiyordu...

O yüzden de, bu zevat "EHLİ KİTAP" dışındaki “ÜMMİ”ler sınıfında yer alıyorlardı...

Ne var ki, iş bu kadarla kalmıyor, "EHLİ KİTAP" içinde yer almadıkları gibi, putataparlar arasında da bir yerleri bulunmuyordu... Çünkü “ÜMMİ”ler arasındaki “HANÎF”ler grubunu oluşturuyorlardı..

“HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani "Tevhid" anlayışı üzerine olanlardı!.

hf

BİLİNÇ

“SÜNNETLULLAH”I (“SİSTEM”İ) OKUMAYA

 BAŞLAYINCA “HANİF” OLUR.

“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLENE İMAN DA

BURADA BAŞLAR!

Nefs kelimesiyle anlatılmak istenen esas itibariyle bilinçtir.

Bilinç ilk oluştuğunda, veri tabanının getirisi sonucu, kendini beden olarak kabullendiği için, bedeninin tüm isteklerini kendi istekleri olarak benimser; tamamen bedenselliğe dönük ihtiyaç ve zevklere dönük yaşar. Bundan dolayı da “emmare nefs” olarak tanımlanır. Yani bilincin, kendini beden olarak kabulü söz konusudur bu anlayış düzeyinde.

Kendini beden olarak kabullenen ancak bedenin kullanılmaz hâle gelmesiyle yaşamın son bulmayıp bir şekilde devam edeceğini, dünyada yaptıklarının sonucunu bu yeni yaşam boyutunda göreceğini düşünerek, geleceğe dönük olarak yaptığı yanlışlardan pişmanlık duyması-levm etmesi olarak nitelendirilir.

Görüldüğü üzere her iki mertebedeki nefs yani bilinç hâli de bedene dönük ve bedenle alâkalıdır. Yani arz ile!.. Bilinç henüz semâsının farkında değildir!.

Dünyası arzdır!.. Bedendir!. Sevinci üzüntüsü kavgası hep arzı yani bedeni ile alâkalıdır!

Bilinci, kendisinin beden olmadığını, evrensel tekilliğin bir yansıtıcısı veya evrensel tekilliğin özelliğini kapasitesince açığa çıkartıcısı olduğunu fark ederse; bu farkediş ilham yollu olacağı için tanımlama bâbında “mülhime nefs” denir, “ilham alan” anlamına.

Bu anlayış mertebesinde bilinç artık kendini beden kabullenmekten arınmaya başlar. Kâh bedenmiş gibi hisseder kendini bilinç, kâh da ondan ayrı bir şeymiş gibi... Ama bedenden ayrı olan bu hâlinin yapısının ne olduğu da henüz belirginleşmemiştir... Ayrıca bu, bilgi yollu yaşanır bir olay da değildir.

Bilincin bu anlayış evresi yaşamın en zorlu devresidir. Bilinç sayısız çelişkiler içine düşer!. Kâh kendini kul görür kâh kendini Hak görür; bu hissedişlerinin bunların değişik sonuçlarını yaşar…

Burayı aşmak ancak ender kişilere mahsustur.

Bu düzeyde kendini Hak olarak gören kişi, zaman zaman velâyete bile tenezzül etmez(!)!. Tüm değerleri boşlayıp, tam bir bedenselliği yaşama düzeyine bile inebilir.

OKU”mak, bu bilinç düzeyinde başlar tahkik ehli için... Sünnetullah denilen SİSTEMİ OKUMAK başlayınca da bu bilinçte, Rasûlün neyi niye getirdiğini hakkel yakîn yaşamaya başlar.

Burada Hanif olur!.. Burada “Allah” adıyla işaret edilene iman eder.

Burada “keşfi zulmanî”den arınıp, “keşfi nuranî” sahibi olur!.

Burada kıyâmete kadar geçerli olan Kur’ân’ın sırlarını fark etmeye başlar... Ârif derler bu hâli yaşayana... Ama henüz velâyet oluşmamıştır.

hf

ŞUURUNU(YÜZÜNÜ)

“HANİF”LİK BİLİNCİYLE “DİN”E

(ALLAH SİSTEM VE DÜZENİ”NE) YÖNLENDİR!

Bilimin “tanrı yoktur” gerçeğini apaçık vurgulaması sonucu, aydın kesim mecburen ateizme kayarken, ismi “ALLAH” olan kendilerine anlatılamadığı için, kimse çıkıp da Allah Rasûlü’nün neyi açıklamış olduğunu bunlara anlatamıyor.

Bu kadar mı kilitlenmişlik olur!

Çağdaş bilim sonucu, yükselen değer diye takdim edilen ateizmi binlerce yıl önce keşfedip, “HANİF”liği (tanrı kabul etmezlik) savunarak işe başlayan; daha sonra da Allah Rasûlü olarak, “ALLAH” gerçeğini tebliğ eden İbrahim aleyhisselâmdan bu yana, DİN gerçeğini değerlendirebilen tüm rasûller, veliler ve tahkik ehli işin daha başında “Lâ ilâhe (tanrı yoktur-tanrılık kavramı yoktur)” diyerek bunu dillendirmişler...

“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur; yalnızca -İsmi Allah olan-ı anlamak" daha işin başı demişler...

"Feakım vecheke liddiyni HANÎFA... Fıtratallahilletiy fetaran nâse aleyha!.. Lâ tebdiyle lihalkıllah... Zâlike diynül kayyım... Ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya'lemun.” (30:30)

"O halde yüzünü (şuurunu) Hanif (lik bilinciyle) DİN'e yönlendir; O Allah Fıtratına ki, insanları fıtratlarıyla yaratmıştır! Allah yaratış sisteminde değişiklik olmaz! Geçerli olan DİN (Allah sistem ve düzeni) budur. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez!"

hf

“ŞUURUMLA GÖKLERİ VE YERİ

DİLEDİĞİ ŞEKİLDE MEYDANA GETİRİP,

ONLARIN HEPSİ ÜZERİNDE HER AN

HÜKMÜ GEÇERLİ OLAN FÂTIR’A YÖNELDİM!”

Bize ulaşan bilgilere göre...

İDRİS Nebi, görev süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR İLMİNİ” açıklamıştı...

Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...

"ASTROLOJİ" yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR İLMİ" denilen sistem, İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini kesinlikle tespit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler....

Bu yanlış tespit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara tapınmaya kadar uzandı!..

Esasen her Nebinin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir.

İşte, "BURÇLAR İLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH'ın varediş sistemi içindeki bu mekanizma"nın yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir..

Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebî gerçekçi düşünce yoluyla bu yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamayacağı gerçeğine ulaşmıştır..

Bu eriştiği gerçek neticesinde de hâlini şöyle dile getirmiştir:

 -İnni veccehtu vechiye lilleziy fatIres semâvati vel ardı HANİFen ve ma ene minel müşrikin!. ( 6-79 )

 -VECHİMİ O VECHE DÖNDÜRDÜM Kİ, YERYÜZÜNÜN VE GÖKTEKİLERİN HEPSİNİN FÂTIR’IDIR!. HANÎF OLARAK… ŞİRK EHLİNDEN DEĞİLİM!.

 "VECH", “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat”, ya da “sima”, yani "sûret, olarak görünen yanımız" kastedilmiyor burada... "İÇYÜZ"ümüzdür bahis konusu olan!..

Meselâ bir insan için deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak istenen "ikiyüz" nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da "binbiryüzlü" deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...

"VECH", “kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği" de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik" de diyebiliriz!...

Öyle ise, İbrahim Aleyhisselâm’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel kişiliğimi" gibi anlayıp;

 -Düşünsel yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaratılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O'dur!..

 şeklindeki bu ifadeyi deşifre etmeye başlayabiliriz..

hf

DÜŞÜNSEL YAPIMLA DÖNDÜĞÜM

“ALLAH İSMİ” İLE İŞARET EDİLEN MUTLAK VARLIK YANISIRA

TANRI KABUL EDENLERDEN DEĞİLİM!

Şimdi İbrahim aleyhisselâmın "ALLAH"a yönelişindeki bilinci ifade şekline dönelim:

-Şuurumu (vechimi) semânın ve arzın FÂTIR'I olan Veche döndürdüm! (6-79)

Yani, "farkettim ki, göklerde ya da yerde tanrılığı-ilâhlığı kabul edilesi bir nesne yoktur ki, ben onu put edinip, ona tapınayım!. Bu sebeple, ben şuurumla, gökleri ve yeri dilediği şekilde meydana getirip onların hepsi üzerinde her an hükmü geçerli olan FÂTIR'a yöneldim."

-HANÎFEN... (6-79)

“HANÎF” olarak!. Yani, göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” bilinci içinde!. Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir idrâka ermiş olarak! Tüm varlığı, tüm evreni, tüm sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an geçerli bir şekilde var eden sınırsız ilmi ve gücü idrâk ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı olmadığı bilincinde olarak!.

-Müşriklerden değilim!.

ALLAH, VÂHİD-ül AHAD” olduğu halde; ben “Allah yanısıra tanrı kabul edenlerden” değilim!. Mutlak varlık, "ALLAH" olduğu halde; ben, tanrı kavramını kabul edenlerden ve böylece de şirke düşenlerden değilim!.

."ALLAH" yanısıra TANRI kabullenmek, ya gökte ötede birini kabullenmek şeklinde olur, ya da firavun, Nemrut, Deccal gibi kendilerinin TANRI, RAB olduğunu iddia edenlerin, bu iddialarını kabul etmek suretiyle olur.

hf

KARŞINDAKİ BİRİMİ

PARMAĞIN YA DA DUDAĞIN YA DA KULAĞIN,

GÖZÜN GİBİ GÖREMEDİĞİN SÜRECE HANİF DEĞİLSİN!

“Sistem”i OKUmadığınız sürece, şuurunuzda şöyle veya böyle bir tanrı kavramı vardır, demektir.

Tanrı kavramının gerçekten kalkmış olması için... Şuur boyutunda, karşındakiyle, yaşam ve içindekilerle, evrenle bütünleşmiş olup; her an her yerde, kendindekinin Tek ve mutlak fâil olduğunu müşahede etmen gerekir. Bunu da yapamadığın sürece; ŞİRKTESİN!.

Karşındaki birimi, parmağın, ya da dudağın, ya da kulağın, gözün gibi göremediğin sürece ŞİRKTESİN!. Hanif değilsin!.

Mâdem ki algıladığımız kadarıyla evren gerçek boyutu itibariyle TEK'tir...

Senin, "benim şuurum" dediğin şey de, evrensel şuurdan başka bir şey değildir!.

Bu da demektir ki, karşında cereyan eden olayda, beğenmediğin fiilin kökeninde, sen yatıyorsun ama birimsellliğinle değil!.

İşte tasavvuftaki nefsin(bilincin) beşinci mertebesi olarak anlatılan "Nefsi Râdiye" mertebesi, şuurun bu idrâka ermesi hâlinde, gereğini yaşamasına verilen isimdir... Ve burada dahi "gizli şirk" kısmen mevcuttur!.

Konunun tahkikine yönelmek istiyorsak, "Esmâ" yaradılmışın tanrısı olmamalıdır!.

Yani, isimlerin çokluğu, varlığın TEK'liği anlayışımızı örtmemelidir...

hf

HARARETİ GRİZİYE

(BEYNİN YAYDIĞI BİOELEKTRİK ENERJİ)

Hücreleri birarada tutan, yani bedeni bir bütün halinde koruyan beynin yaydığı bioelektrik enerjidir ki buna tasavvufta "harareti griziye" denilmiştir.

hf

“HASİB” ESMASI

İhtiyaçları karşılayan; her an her varlığın yaptığının hesabını görerek hesabına göre bir sonraki aşamaya geçirten.

hf

Meselâ "Hasib" ismi, herşeye hesapta itina gösteren diyoruz...

Her şeye hesaplı bir biçimde, yani detaylarına kadar değerlendirme yaparak o nesnelerin hakkını veren anlamına geliyor bu isim. Hayatımızda yaptığımız birçok işler vardır böylesine, onu detayları ile inceler ve sonra karar veririz.

İşte bu detaylarına kadar inceleyip ondan sonra karar verme, değerlendirme işi bu "Hasib" isminin mânâsının bizdeki tecellisinden başka bir şey değildir.

hf

“HASİB”LİK GELECEKTEKİ BİR GÜNDE DEĞİL,

HER DEM YAŞANMAKTADIR…

TIPKI TÜM ESMÂ GİBİ!

Ezelden ebede “SİSTEM”de inan ki hiç bir değişiklik yok ve olmaz!. Herkes, kendisinden çıkanların, düşüncesinden çıkanların sonuçlarını yaşayacak… Başına gelecekler hep kendisinden açığa çıkanların sonuçları olacak!.

Bu yüzden de, “Hasîb”, yâni, yaptıklarının sonuçlarını görücü ve yaşayıcı olarak nefsin yeter, denmiştir.

Hasîb”lik, gelecekte bir günde değil; her dem, yaşanmaktadır; tıpkı tüm esmâ gibi!.

Öyle ise, iyi düşünmeye çalışalım ki, iyiyle karşılaşıp, iyi yaşayalım.

Karşındaki için ne düşünürsen; kim olursa olsun, senin için de o düşündüğün oluşacaktır; bunu sakın unutma!

Çark-ı felek dönüyor ve SİSTEM çalışıyor!.

hf

“HÂŞİAN”

ALLAH İNDİNDE HERŞEYİN

“HİÇ”DEN GELİP “HİÇ”E GİTTİĞİNİ

BÜTÜN HÜCRLERİNDE YAŞARSAN,

“HÂŞİAN”DAN OLURSUN

Allah’ın resûlünü övüşü, o resulün dilinden o resulün zâtından gelen bir şekilde zâtından övgü onun dilinden bizlere ulaşmıştır.

Musa KELİMULLAH

İbrahim HALİLULLAH

İsa RUHULLAH

Hz.Muhammed RASULULLAH’tır.

Rasûlullah, hepsini içine alır.

Her varlık onunla daim ve kaim bir varlıktır. Velâkin tüm sonsuzluk, bu evren, O’nun esmâlarından meydana gelmiştir.

Allah’a secde etmek önemlidir.

Sürekli ibadetle beraber Allah’ın sonsuz sınırsız azâmeti karşısında algılayabildiğimiz tüm varlığın yanında bir hiç olduğunu müşahede edebilirsen, SECDE etmiş olursun!

 Hakikati itibariyle onun yüceliğni anlatmak çok güçtür. Senin kendi benliğini bilişinde yani sonsuzun sonlu tarafından ifadesi mümkün değildir.

Tevhid-i efal, tevhid-i esmâ, tevhid-i sıfat, tevhid-i Zât.

Herşey HİÇ’ten geldi… HİÇ’e gidiyor!

İşte bunu Allah indinde bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “HÂŞİAN”dan olursun.

Onlar namazlarında haşyet içindedirler.

Ermiş olanlar, “daimi namaz”dadırlar.

Huşû, daimi namaz ile sonuçlanır.

hf

HAŞYET

 

“İÇİNİZDE

ALLAH’I EN ÇOK BİLENİNİZ BENİM

VE EN ÇOK KORKAN DA(HAŞYET DUYAN DA)

 BENİM!”

 “Korku” kelimesi ile oluşturulan, kuru bir duygu mu yoksa var olan ve karşılaşılacak olan birtakım olaylar var ve bu olaylarla karşılaşmamak için tedbir almanın zarûretini belirtmek bâbında mı kullanılıyor?

"Allah'tan ancak âlim olanlarınız korkar"

âyetiyle anlatılan nokta, ilmi olmayanın Allah'tan korkmayacağını, açıklıyor demektir.

Demek ki, ancak, belli bir ilim sahibi, Allah'tan korkar, bilinçli olarak!. Ve nitekim Hz. Rasûlullah aleyhisselâm ne diyor?..

"İçinizde en çok Allah'ı bilen benim ve en çok korkan da benim"!.

Allah ismi ile işaret edilen evrensel ve ötesi, münezzeh varlığı, bir "TANRI" gibi düşünmek şirktir!.

Böyle düşünemiyeceğimize göre; biz Allah’ın eserlerini düşüneceğiz; yani ef’âl mertebesindeki oluşu!.

Demek ki ef’âl mertebesinde istikbalde öyle karşılaşılacak olaylar söz konusu ki, bu olaylar bir mekanizma gibi gelişecektir.

"ŞÜPHESİZ Kİ ALLAH KANUNLARINDA DEĞİŞİKLİK OLMAZ"

âyetinde belirtildiği üzere, tabii olarak otomatik olarak çalışan bir mekanizma!.

Geleceğe dönük olayların nelere sebep olacağını idrâk edersen, kendinin o olaylara, sanki akan bir bandın üstüne bağlanmışın da, ilerdeki testereye geldiğin zaman ortadan biçileceksin!.

İşte böylesine bir âkibet var ve böylesine bir âkibete, akışa karşılık, seni en çok seven kişi olan Allah Rasûlü; sanki şöyle uyarıyor seni.

-Çok tehlikeli olaylara karşılaşacağın bir noktaya doğru sürükleniyorsun, ne olursun bu tedbirleri al!. Şu dünya oyun, eğlencesine aldanma!. Çevrendekilerle lâklâkla, dedikodu ile vakit geçirme; kendi iplerini kopar, bu bantın üstünden ayrıl, bu testere seni kesmesin!.’

-Şüphesiz dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey değildir. Şüphesiz malın, evlâtların vs. senin için birer fitnedir.’

-Bunlara kanıp da ömrünü boşa zâyi etme!. Bu noktaya gidiyorsun!. Karşılaşacağın olaylar böylesine mutlak, kesin ve acımasızdır!. Öyle ise bunlarla karşılaşmadan evvel tedbirini dünyada iken al!. Başka yapacak bir şey yok. O günde evlât anadan, karı kocadan kaçar".

Eğer inanıyorsak Hz. Muhammed’in gerçeği haber verdiğine; bu söylediklerine kulak vermek mecburiyetindeyiz.

Ama bu söylediklerine kulak vermek bizim şu anda yaşadığımız dünyadaki varlığımıza; kabul ettiğimiz varlığımıza, terkibimize, tabiatımıza ters düşen davranışlardır!

İlâhi emirler ve yasaklar; bizim, tabiatımızdan huylarımızdan, alışkanlıklarımızdan, şartlanmalarımızdan kopmayı öneriyor!.

Eğer konuştuğumuz gibi tabiatımızdan, şartlanmalarımızdan, alışkanlıklarımızdan kopamadığımız takdirde, bu mukadder âkibet bizi bekliyor.

Şurada, âni bir olay patlasa bile icâbında sağına soluna bakmadan kaçıp kendini kurtarmaya bakıyorsun.

Bundan çok daha dehşetli bir olay, şu hadislerde anlatılan âhiret manzarasını düşünelim ve bunun çok daha hafifi olanı anlatalım.

Evet, öldüğün andan itibaren, dünyadaki bütün alışkanlıklarının bütün bağlarının ıztırabını çekmeye başlıyorsun. Çünkü, zoraki olarak, onlar senden uzaklaştırılmış!. Ve bu ızdırap ne kadar devam ediyor?..

Ölçüsüz bir zaman!. Zaman diye bir şey hissedemiyorsun ki!. Sana, karşılaştığın bu ızdırabı unutturacak ikinci bir olay da yok!.

Dünyada sana ızdırap veren bir olay oluyor, arkasından başka bir olayla karşılaşıyorsun ve onu unutabiliyorsun!. Öldükten sonraki hayatta, onu sana unutturacak ikinci bir olay yok!. Beden çürüdükten sonra, artık, tümüyle dağılıp gittikten sonra; sen bedenden de koptun; eğer üst yaşama da geçemediysen, bir uyku hâli gibi bir hâl geliyor, uyuyakalıyorsunl.

Ya kâbus ya rüyâ! Ta ki kıyâmet kopana, haşir olayı gerçekleşene kadar.

O andan itibaren, kıyâmet ile birlikte sanki dünyanın yuvarlak, şu kürelik hali kaybolup gidiyor. Sanki, bir düz tepsi gibi oluyor!

Ve burada, bütün gelmiş geçmiş insanlar canlanıyor!. Kalabalığı düşünün...

Ellibin kişinin, yüzbin kişinin toplandığı, ikiyüzbin kişinin toplandığı bir kalabalığı düşünün. Düşünün ki gelmiş geçmiş milyarlarla insan bir yerde toplanmış ve o toplandığı mahâlde; cehennem melekler tarafından çekilerek getirilir ve dünyanın etrafını sarar!.

Bütün o topluluğu ve her taraftan saran cehennemin alevlerini düşün!. Öyle bir alev dalgası ki, dünyayı su gibi eritecek olan bir alev!

-Herkes dünyada iken neye tapıyorsa onun peşinden gitsin" deniyor!.

Orada herkes taptığının peşine gidecek gayri ihtiyari!. O, zaten onunla ünsiyet peydah etmiş!.

Herkes dünyada iken kimi, neyi seviyorsa tabiî olarak orada onunla beraber!.

Ve kıldan ince, kılıçtan keskin köprü üzerinden, milyonlarla insan akıp geçmeye başlayacak. Kıldan ince kılıçtan keskin bir şeyin üzerinden milyonlarla insan nasıl geçer.

Bu anlatım o geçilen mahallin ne kadar zorlu bir mahâl olduğunu anlatma, târif sadedinde bir mecâzdir, teşbihtir, bir benzetmedir!.

Oradan geçiş gücü, yani herkesin nuru, bu dünyadaki çalışmalarından meydana gelen enerjisi nisbetindedir.

- Yarabbi herkes geçti, ben niye en ağır kaldım? diyor.

- Senin amelin seni geri bıraktırdı! cevabını alıyor.

Senin bu dünyada iken eksik olan amelin, ibadetin, tatbikat eksikliklerin, senin belli ruhâniyeti, belli nuraniyeti elde etmene mani oluyor!.

Onun neticesinde tabii olarak orada güneşi geçemiyorsun!. Kimsenin nuru kimseye de fayda etmez.

 Allah Rasûlü yetiş bana, falanca veli yetiş bana!!!

Kimsenin nuru kimseye fayda etmez!. Ve oradan, eksiklikleri kadar, nuraniyetinin, enerjisinin eksikliği kadar ceheneme giriyor!.

Ne kadar cehenneme giriyor?..

Kendisindeki tabiat hükmü ne kadar ağırsa, alışkanlıkları, bağları, duyguları ne kadar ağırsa, çoksa, yoğunsa o kadar uzun süre orada yanıyor!.

Zira bizim zaman ölçülerimizle alâkalı değil olay!. Kömür gibi oluyor ceset!. Ancak abdest âzâları namaz âzâları yanmıyor. Ve bu yaşam sayısız senelerle devam edip gidiyor!.

hf

HAŞYET

KİŞİYİ “HİÇLİĞE” GÖTÜRÜR

Haşyetin sonucu; o âzâmet ve Kibriyâ önünde hiç olduğunu hissediştir.

hf

 

Allah’tan haşyet duymanın hâli kişiyi hiçliğe götürür. Allah indinde bir hiç olduğunu farkeder.

Sonsuz-sınırsız kuvvet, kudret, ilim… O sonsuz, sınırsız kuvvet, kudret, ilim içinde bir hiç olduğunu fark eder.

Bu hiçliğin, -bu hiçliğin yaşanması demiyorum- bu hiçliğin fark edilmesiyle birlikte, kişi istiğfar eder.

“Estağfirullah” der demiyorum.

O sonsuz varlık yanında, indinde bir hiç olduğunu fark eder.

İşte bu fark ediş, istiğfarıdır. Bu fark ediş, istiğfarıdır kişinin.

hf

 (Soru: “Onlar Allah’ı çok şiddetli severler” şeklindeki âyet, haşyete düşenler midir?)

Hayır!. Onlar, muhabbete işaret ediyor. “ebraru azra” dır, onlar. Öteki ile kıyasa gelmez.

Allah için hep bir şeyler yaparız. Allah için bir şeyler yapma arzusu, şevkin, muhabbetin neticesidir, aşkın neticesidir.

Bana göre, haşyet, aşkın üstündeki mertebedir.

“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat rahat yataklarınızda uyumaz, Allah Allah diyerek çırılçıplak dağlara fırlardınız.” İfadesi Hz. Rasûlullah’ın haşyetine işaret eder. Ve, kendisindeki o haşyeti dile getiriştir.

“İçinizde Allah’ı en çok bilen benim. En çok korkan da benim” demesi de, haşyete işarettir. Buradaki korku, haşyettir.

Korku, bildiğimiz Allah’ın sopasından korkma değildir. Hadiste ona işaret ediyor.

Yer yüzünde, Hz. Muhammed’den daha iyi, daha yüksek vahdet ehli olabilir mi?. Onun bahsettiği en yüce durum işte, haşyettir. Ama, hayâlindeki “tanrı”na “Allah” etiketini yapıştırıp ona, Allah diyenler, haşyetin ne olduğunu bilmezler. Onlara göre en yüksek mertebe aşktır.

Muhabbet, temeli ile ikilik ve şirktir. Ta ki, aşkın en son noktası ikiliği kaldırır. O noktaya kadar hep ikiliktir, muhabbet!.

Zaten, haşyeti duyan kişide ikilik kalmaz!. Çünkü, Hiçlik noktasındadır.

hf

HAŞYET

BAKABİLLAH’IN SEYRİNDE OLUŞUR

(Soru: O zaman, aşkta benlik var, diyebilir miyiz?.)

Benlikle başlar, nihâyeti benliğin kalkışıdır.

Aşk, fenâfillaha götürür.

Haşyet, Bakabillâhın seyrinde olan bir olaydır,  hakkıyla olması için!.

hf

(Soru: Haşyet, Mardiye’de mi hissedilir?)

Yok!. O zaman, kimse kalmaz ortada!. Mutmainne’de onun ilk hâlleri hissedilir, yaşanır. Râdiye’de kemâle erer. Mardiye’de tam haşyet yaşanır. Mardiye’de ve Sâfiye’de belli olur.

(Soru: Bu haşyet duyulmaya başlandığında çok büyük acılar da yaşanır mı?.)

Sen o haşyeti her zaman duyamazsın zaten. O ancak, bir namazda iken ve kendini o konuda yoğunlaştırdığında hissettiğin bir olaydır. Haşyet duymana rağmen beden duruyor, varlığını sürdürüyor. Beden ortadan kalkmıyor ki!. Beden ortadan kalkmadığı gibi, bedenin dünyası da yaşamını sürdürüyor.

hf

“HAŞYET”

SONSUZLUKTAKİ SONSUZ OLUŞLARI-KEMÂLÂTI

SEYR HÂLİDİR

 “Bakâbillah”ta, Mardiye’de “İLİM Sıfatı”yla zâhir oldu mu, bu zuhûr hâlinin, yaşam boyutudur haşyet”! Bunun ismi, senin anladığın ikilikteki kulun tanrısından duyduğu haşyet kavramıyla isim benzerliği taşır sadece… Tıpkı, cennetteki “üzüm” ile burada bildiğimiz “üzüm” arasındaki isim benzerliği gibi!

Sonsuzluktaki sonsuz oluşları, kemalâtı seyr hâlinin adıdır gerçekte, “haşyet”; ki celâlin kemâlinden gelir!

Aşk ehli ise cemâlidir celâlin!

Bebeleri, “aşk”la emzirin ki, büyüyüp Allah’a ersinler!

hf

“ALLAH” İSMİNİN İŞARETİNİ KAVRAYANLAR

SONSUZ AZÂMET VE İHTİŞAMIN GETİRDİĞİ

HAŞYET İÇİNDE ŞAŞAKALDI!

Bkz. H / “Hakikat” / “ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı.

hf

HAŞYETİ OLUŞTURAN

 İLİMDİR!

Teslimiyeti, ‘’ idrâk’’; haşyeti , ‘’ilim’’ oluşturur.

hf

Dervişler, “aşk” peşinde koşar; kemâl ehli ise “haşyet”i yaşar!

Avamın gözünde, en yüksek mertebedir “aşk”, ve de Mülhime!. Nereden bilsinler ondan yukarısını gariplerim… Evliyâ, zaten gizli, avam bilemez ki Mutmainne ve yukarısını! “Mârifet”e ermek içindir “aşk”, Mülhime’de yaşanır!

En kestirme yoldur “aşk”, Allah’a ermek için! Bir girdi mi insanın içine, artık hiç bir şeyi görmez gözü insanın aşkına ermek için!. Ne mal ne para ne evlat ne karı veya koca!. Tek amacı aşık olduğuyla BİR’leşmektir insanın…

En güzel ikilik yaşamıdır o!

Allah’ın, “Aşk” ismi yoktur; Mârifet” sıfatı, “irfan” vasfı olmadığı gibi; ama “İLİM” sıfatı vardır!

Allah’ın kendini târifi, İLİM” iledir; “mârifet” ile değil!.

Mârifet”, kulun Allah’a bakışındadır! “İLİM” ise “O”nun yarattıklarına bakışı!.

İlim” sıfatını aşikâra çıkarttıklarında, “haşyet” olur; ve bu yüzdendir ki Kurân, “İlim sahiplerinde haşyet olur” der!

Kendine yönlendirmek istediklerine, yani “fenâ” ehline, yani Mülhime ehline ise “aşk” bağışlar!.

Avam en yüksek mertebe olarak “aşk”ı bilir, Mülhime’yi algılar! “Fenâ”dan ötesine aklı ermez; çünkü “İlim Sıfatı onlarda zâhir olmamıştır!. Avamın aklı, talebeye erer!

Aşk” ehli, talebe sınıfındadır… Okul ehlidir!.

Nereden anlasınlar onlar Tebrîz’li Şemsi!

hf

HAŞYETİN OLUŞMASI İÇİN

ÇOK GÜÇLÜ BİR TEFEKKÜR, BASİRET

VE FERÂSET GEREKİR

Kuvvetli bir akıl, tefekküre götürür. Kuvvetli tefekkür haşyeti getirir.

Ne diyor âyette?

“Allah’tan ancak âlim olanlar haşyet duyar.”

Haşyet duyabilen derken;

Haşyet, duygu değildir. Haşyet, tefekkür sonucu oluşur.

Tefekkürün sonucunda oluşan haşyetin hissettirdikleri vardır.

Aşk ise, duygudur. Onun içindir ki, haşyet sahipleri âşıklardan mertebe olarak üstündür.

Hz. Muhammed için, “yüksek muhabbet mertebesi” derler. Bu, yanlıştır.

Hz. Muhammed, haşyet mertebesinin yüceliği içindedir.

Aşkta, eriyiş ve yok oluş vardır..

Haşyette, Allah’ın Azâmet ve Kibriyâsı vardır.

Allah’ın Azâmet ve Kibriyâsını kaç kişi müşahede edebilecektir?.

Âbidler, ârifler, âşıklar çoktur. Haşyet ehli çok azdır.

Çünkü, o haşyetin oluşması için çok güçlü bir tefekkür lâzım. Çok yüksek bir basîret ve de ferâset lâzım!.

hf

ANCAK ÂLİM OLANLAR

 HAŞYET DUYAR

Câhiller korkar, Âlimler haşyet duyar!.

hf

Kozadakinin TANRISI....  Ve resimdeki her bir ışığın bir galaksi olması gerçeği...

İdrak edebilenin hâlidir haşyet ve huşû....

hf

Ebû Zerr radıyallâhu anh’den rivâyet edilmiştir.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

-Ben sizin görmediklerinizi görüyor ve işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdamakta haklı idi! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer kalmamıştı ki, bir melek alnını yere koyarak secdeye kapanmamış olsun. Vallahi benim bildiklerimi bilseniz muhakkak ki az güler ve çok ağlardınız ve yataklar üstünde kadınlardan zevk almazdınız; ve yollara çıkarak avaz avaz Allah'a niyazda bulunurdunuz!" (Tırmizî)

-ALLAH’TAN KULLARI İÇİNDE ANCAK ÂLİM OLANLAR HAŞYET DUYAR! (Fâtır-28)

-İçinizde Allah’ı en çok bilen benim ve içinizde Allah’tan gene çok korkan da benim!

Buyuruyor Rasûlullah aleyhisselâm,

Peki Allah’ın nesinden korkacağız?

.-“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak lâzım ise öylece korkun.” (Ali imrân-102)

"Korku" diye tercüme edilen "İttika", elem ve zarar verecek olan şeylerden sakınıp, iyice kendini "koruma" anlamına gelir.

hf

”NAMAZ”DAKİ HAŞYET

“BAKMA”NIN-“GÖRME”NİN VE ”OKU”MANIN

NİHÂYETİNDE OLUŞAN HAŞYET….

VE SECDE!

 Namaz”daki “haşyet”e gelince...

Basiret sahibi bir kişinin “haşyet” halini hissetmesi için “ALLAHÛ EKBER” sözcüğünün mânâsını tefekkür etmesi yeterlidir.

Resme bakmak başka şeydir, resmi görüp resmi okumak başka şeydir.

Ben şurada karşıma bir resim asmışım… Bu resim, samanyolu Galaksi’sini gösteriyor…

Bu resme bakıyorum, ”Samanyolu Galaksisi” diyorum... Ortası biraz sarı, hiç bir şey belirgin değil; kenarlara doğru parlak noktalar var falan... Ben resmi görmüyorum, şu an resme bakıyorum!

Ben ne zaman resmi görmeye başlarım?..

Bu galakside bir yığın yıldızlar var ve bu yıldızların içinde bir nokta sadece Güneş, bu kadar büyük bu galaksinin içinde koskoca dev dünyamızın tâbi olduğu Güneş adını verdiğimiz orada bir nokta olursa ya bu galaksinin içinde dünyanın yeri ne?.. Benim yerim ne?.. diye düşünmeye başlarsam, işte resme BAKMAK DURUMUNDAN ÇIKIP resmi GÖRMEYE BAŞLAMIŞ olurum.

“Bu galaksinin içinde benim yerim ne?..” diye düşünmeye başladığım zaman, işte o resmi okumağa başlamışımdır. Okumam biraz daha sürerse, bu galaksi gibi sayısız galaksileri yaratan güç yanında bu galaksi ve bu galaksileri yaratan “Allah” diye isimlenmiş olan - bütün bu galaksileri yaratmış olan yanında bu galaksinin yeri ne-benim yerim ne?..” diye düşünmeğe başlar da beynimin durduğunu ve hiçbir şey düşünemez hale geldiğimi-hiçliğimi hissedersem; işte o resmi oraya asmaktan gaye yerine gelmiş ben resme ÖNCE BAKMIŞ-SONRA GÖRMÜŞ-SONRA OKUMUŞ ve bunun neticesi olan HAŞYET DUYGUSUNU HİSSETMİŞ ve de SECDE denilen hali yaşamış olurum!

İşte bu karşımdaki resim beni secde ettirmiştir, Âlemlerin Rabbı’na-Rabbül Alemin’e!

Ben olaya böyle bakarken bir başkası da “Hadi ezan okunudu, gel namaz kılalım “der, iki takla-bir bakla tavuk yem yer gibi iki secde, ”namazımı kıldım-secdemi ettim, Elhamdüllillah” der!

O,  yaradılış gereği programının gereğini öylece yerine getirmiştir!

Buradaki programın gereği de böyle bakıp değerlendirmektir! Ama bu “şuur boyutunun secdesi”dir, öteki “beden boyutunun secdesi”dir! Bu ikisi birbirinden ayrı şeylerdir, hiçbirisi birbirinin yerini tutmaz. Ne tavuk yem yer gibi secde etmek, ”secde”nin yerini tutar, ne de bu secde onun yerini tutar. Biri “şuur boyutunun secdesi”dir, diğeri “toprak boyutunun secdesi”dir!

hf

HAŞYETİN YAŞAMI,

“SECDE”DİR

Haşyet, Allah ismi ile işaret edilen varlığın sonsuz azâmet ve kibriyâsı önünde bir hiç olduğunu hissetme hâlidir.

İşte bu, hiç olduğunu hissetme hâlinin adı, “Haşyet!.” Yaşamı da, “Secde” dir.

Hakiki secde, tahkiki secde budur.

Taklidi secde ise, işte benim yere yatıp alnımı toprağa koymamdır.

Biz toprağa bile koymayız. Öyle büyüğüz ki(temizlik zırvasıyla), halının üstünde seccade arıyoruz.

Allah Rasûlü, yağmurda çamurda, toprağa secde ediyormuş.

Biz, halının üstünde, halılar yetmiyor, bir de seccade arıyoruz.

Yaptığımız hareketin ne anlama geldiğini hiç düşünmüyoruz.

“O öyle yapıyorsa ben de öyle yaparım!.”

İşte insanı batıran, mahveden şey, “O, öyle yapıyorsa ben de öyle yapayım” düşüncesidir.

Niye öyle?

Allah’a yakin aramanın, Allah’a yakin elde etmenin yolu; “Niye? Neden? Niçin? Nasıl?..” dan geçiyor.

Soru sormayan beyin için Allah’a giden yol kapalıdır.

Soru sormayan beyine yakın olan yer, ağıldır.

Allah’a ermek isteyen beyin sorar, ağıla gitmek isteyen beyin boyun keser ve dinler.

hf

HAŞYET DUYGUSU SONUCU OLUŞAN

 “HİÇLİK” NOKTASI

Bkz. A / “Ahadiyet”/” Ahadiyet Hüviyeti

hf

HAŞYET

KORKU DEĞİLDİR

Haşyet”, bilelim ki “korku” değildir...

Korku”, kişinin zarar göreceği bir şey karşısında “eyvah ne yaparım” duygusudur...

Haşyet” ise, karşılaşılan azâmet, ihtişam, yücelik, olağandışılık, ve daha bir çok bu tür tanımlamanın getirdiği ulvîlik önünde; aczini, yetersizliğini ve nihayet “hiçliğini” hissetme hâlidir.

Bu hissediş, “haşyet duyma” olarak tanımlanır.

hf

HAŞYET VE AŞK

Soru: Aşkla muhabbet arasındaki mânâ farkı nedir?..)

Aşk, muhabbetin şiddetlisidir.

 (Soru: Aşkın daha şiddetlisi ne demektir?)

Aşkın daha şiddetlisinde bir şey kalmaz ortada!. Aşk, zaten bir ateştir, Olduğu yeri yakar yıkar, gerisi de kalmaz.

(Soru: Haşyet diyemez miyiz o zaman?)

Hayır! Aşk ayrı şey, haşyet ayrı bir şeydir.

Hiç alâkası yok birbirleriyle!. Ayrı kavramlardır, Aşk ve Haşyet!. İkisi de ayrı özelliklere sahiptir.

Aşk, âşık olanı, kendi varlığını yok etmeye sevk eder. Yani, öylesine seversin ki karşındakini, onun için her şeyinden geçersin. Sevdiğinde yok olursun…

Beğeni ayrıdır, sevgi ayrıdır.

Bir şey beğenirsin, beğendiğin şeye sahip olmak istersin!.

Seversen, sevdiğinin istek ve arzularında yok olmak mecburiyetindesin!.

Sevgi, aktığı kadarıyla kişide benliği yok eder.

Ne kadar çok seviyorsan, sevdiğin kadar karşındakine teslim olursun ve ondan razı olmak mecburiyetindesin.

Bu sevgi, aşk noktasına ulaştığı anda artık onun yanında senin istek ve arzuların sıfır noktasına düşer. Sadece, onun yanında olayım, yeter dersin, ne hâl ve şart içinde olursam olayım. Hani, diyor ya;

“Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi.

Altım çamur, üstüm yağmur, gene gönlüm hoş idi…”

İşte, o yâr hanesinde altı çamur, üstü yağmur, başının altında sadece taş var iken mutlu olmak, aşkın sonucudur. Bu, mutlak teslimiyete götürür.

Haşyet ise, bundan çok farklıdır.

hf

HAVAS

Havâsa gelince...

Havâs, irfan sahibi olarak mârifete ermeyi amaçlamış, gayesi ve hedefi Hakk olmuş, bu yolda çalışmalar yapan kişilerdir. Bunlar da Nur perdeleri ardında kalmışlardır!

hf

Baktığın kişinin sîretini görüyorsan, ‘’havas’’sın!.

hf

“HAVAS”IN GÜNAHI

Geniş anlamı ile ‘’günah’, nefse dönük, nefsin menfaatine dönük davranıştır. Bu, elbette havâsa dönük mânâdır.

Bu anlayış ile ‘’nefsten günahın çıkartılması’’ ise Hak’tan ayrı bir varlık görülmek sûretiyle onda günah kavramının görülmesinin kaldırılması demektir.

Ama bunun aksine, bir kişinin vehmî kişiliği kapı gibi ortada dururken, “günah-sevap yoktur” deyip, nefsine bedenine dönük nerşeyi yapması onun katranlı beton perdenin ardına atar, tabiat cehennemine sokar ki, bunun getireceği sonuçları, mahrûmîyetleri ve azâbları târif mümkün olmaz!.

Hem kendini gör, hem karşındakini bir kişi veya birim olarak gör, ondan sonra da günah yoktur de!.

Bu basiretsizliğin zirvesidir!.

hf

"HAVAS"IN

"GİZLİ ŞİRK" GÖRMESİ VEYA KABÛLÜ

"ŞİRK"TIR!

"Gizli şirk" nedir?.

Mutlak ilim, irade, kudret ve kuvvet, yaratan Allah olduğu halde; kişinin Allah'tan ayrı varlıkları var kabul edip, "CÜZİ" kelimesi eşliğinde, onlarda bir irade, kudret, kuvvet, yaratıcılık tevehhüm etmesidir.

Bazı okuyucularımız soracaktır, “tevehhüm etmek” ne demektir diye; hemen onu da açıklayalım...

Gerçekte öyle bir şey olmadığı halde, çeşitli sebeplerden dolayı o şeyi varmış gibi kabul etmek...

İşte kişinin, Alim, Mürid, Kadir, Muktedir, Mütekellim isimlerinin mânâlarını, birimlerin kendi aslî vasıfları şekilde kabul etmeleri, "cüzi ilim", "cüzi irade", "cüzi kudret", "cüzi kuvvet" var sanmaları "gizli şirk"tir!.

Çünkü sonsuz-sınırsız AHAD olan ALLAH "cüziyet" kavramını kabul etmez... "Cüziyet" müşahedesi ise "gizli şirk" hâline yol açar.

Avamın, cüziyet görüşü "gizli şirk"tir.

Havâsın ise "gizli şirki" görüşü veya kabulü şirktir. Yani, "şirk" görmek "şirk"tir!.

hf

“HASS’ÜL HAVAS”IN ORUCU

Hass’ül Havasın Orucu, beşerî değerlendirmelerden “oruc”tur.

Mahlûku görmeden “oruc”dur.

Samediyyet” sıfatının “oruc”luda açığa çıkışıdır!.

Fail olarak Allah'ı görmediğin anda bu, "gizli şirk" denilen hâldir. Çünkü gerçekte, Fail TEK'tir o da Allah'tır!

Öte yandan Havas, ârifler, veliler, Hakk'ı müşahededen perdelendikleri zaman "şirk" görmüş olurlar. Ve bu görüşleri ile de şirke girmiş olurlar.

"Gizli şirk" kalktığı zaman, o faziletli fiiller meydana gelir ki, fiilin faili içinde olmayıp, fail Allah olur.

hf

“HAYÂL”

“BÜYÜK HAYÂL”

 “HAYÂLİN HAYÂLİ”

“HAYÂLİN HAYÂLİNİN HAYÂLİ”

 

VARSAYIMLAR ORTAMI

VE VARSAYILAN VARLIKLAR…

“HAYÂL”!

Acaba bu ilâhî isimleri ortaya çıkarabilecek kâbiliyette oluşturulan ve “insan” adı takılan varlık; ve onun içinde yaşadığı evren veya evrenler nasıl ortaya çıktı?

“ALLAH” tecellî etmediğine, tecellîsi olmadığına, O'ndan herhangi bir şey meydana gelmediğine göre; bu beş duyu ile algıladığımız varlıklar veya Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan melekler, cinnîler, cehennem, cennet, berzah âlemi ve daha bilemediğimiz sayısız şeyler nasıl ve nereden meydana geldi?..

Evet, “Allah” adıyla işaret edilen ve yanı sıra başkası olmayan, TEK olduğuna göre, algılamakta olduğumuz sayısız çokluktaki varlıklar nasıl meydana geldi?..

Varlık orijini itibariyle o sonsuz-sınırsız Tek’te, ilminde mevcut!

Öyleyse çokluk nasıl meydana geldi?

Bu “hayâl” adını verdiğimiz “varsayımlar ortamı ve varsayılan varlıklar” nasıl meydana geldi?

Bunu son derece basite ve herkesin anlayabileceği bir hâle getirebilmek için misâl vereyim…

Bu misâl “Allah” adıyla işaret edilene uygulanmaz elbette; ama, konuya yaklaşım sağlayabilmek için böyle bir misâl veriyorum...

Kafanızda düşünün; ister şimdi, ister gece yatağa girdiğinizde düşünün...

Bir dünya düşünün, o dünyanın üzerinde bir tane zengin, bir tane fakir; bir tane güzel, bir tane çirkin; bir tane yakışıklı, bir tane yakışıksız sanal insanlar yaratın kafanızda; onlara, kendi kapasitenize göre belli özellikler bahşedin… Sonra, bunları birbiriyle kapıştırın...

Peki o kafanızda yarattığınız dünya ve üzerindeki insanlar, kendi başlarına müstakil bir varlığa sahip midirler?..

Hayır!

Varlıklarını nereden alıyorlar?.. 

Sizden alıyorlar; siz kendiniz onları kafanızda yarattınız!

Peki, onlardaki bu özellikler, görülen-algılanan bu özellikler kime aittir?..

Size aittir!.. Siz onları da, onlardaki bu özellikleri meydana getirdiniz…

Peki, onlardaki bu özelliklere bakarak, ben, “Onları meydana getiren sen bu özelliklerden ibaretsin” diyebilir miyim?..

Hayır!

Sen, onlarda bu özellikleri meydana getirdiğin gibi; bir başkalarında da bunlarla hiç alâkası olmayan başka özellikler meydana getirirsin...

Hem düşün ki, onların varlığı sana aittir; senin varlığın dışında onların hiç bir varlığı yoktur; onlardaki bütün özelikler sana aittir! O özellikleri de sen meydana getirmişindir! Onların kendi başlarına varlıkları olmadığı gibi, senden bağımsız özellikleri de yoktur!

Buna karşın, onlara ve onların bu özelliklerine bakarak, seni de kayıtlayamam; “Sen bu özelliklerle varsın”da diyemem. “Sen bu özelliklerden ibaretsin” de diyemem.

İşte, âlemin varoluşunu, kâinatın ve içindeki “çok”ların özelliklerini bu şekilde anlamağa çalışalım...

“Allah” adıyla işaret edilip, “sonsuz-sınırsız ilim ve kudret sahibi” olarak tanıtılan mutlak varlık, kendi ilminde - nasıl ben sana diyorum ki kendi şuurunda yarat - yaratmış olduğu sayısız özelliklerle bu çokluk âleminin sayısız varlıklarını meydana getirmiştir.

Bizler, “Allah” adıyla işaret edilenin ilminde yaratılmış tek tek’leriz!

Bizim bütün varlığımız, bütün özelliklerimiz, her şeyimiz “Allah”a aittir; ama buna karşın, “Allah” adıyla işaret edilen, bizim varlığımızdaki bu özelliklerle kayıtlanmaktan, târif ve tasnif edilmekten münezzehtir, berîdir, ötedir!

Eğer bu misâl ile size istediklerimi anlatabildiysem şunu kavrayacak, şuraya geleceksiniz;

Biz Allah indinde bir HİÇ’iz”!

Resim, ressamı ne kadar ihâtâ eder?

Ressam bir an düşünür, ”şöyle bir resim yapacağım” der… Oturup birkaç saat çalışır veya bir kaç gün çalışır bir resim ortaya çıkarır. Ortaya çıkan resim, aslında ressamın bir anlık düşüncesinin eseridir. Ressamın çok kısa süreli bir tasavvurunun, şekillendirmesinin bir eseridir o resim!

O resim ressamı ne kadar anlatır, yansıtır?

hf

BÜYÜK HAYÂL

(“HAYÂLİ MUTLAK”)

(“HAYÂL-i HAS”)

(“HAYÂLİ KEBİR”)

Hakikatte efal mertebesi mevcud değildir!

 Efal mertebesinin varlığı, tümüyle hayâldedir hayâldir!

 Hakikatte Zât, sıfat ve esmâ âlemi mevcuddur! Hakikatte bu üç mertebe mevcuddur.

 Bu üç mertebenin ötesindeki efal mertebesi ise, hayâldir; “hayâli mutlak”tır!.

hf

“İLK HAYÂL”İ DÜZENLEYİP

 SİSTEMATİZE EDEN

Fâtır ise ilk "hayâl"i düzenleyip sistematize edendir... Ve tüm esmâsının işaret ettiği özelliklerle her boyutta mevcut olarak işlevini sürdürmektedir.

Her boyutta her an işlevine o boyutun gerektirdiği şekilde devam etmektedir.

Ve tüm isimlerle işaret edilen özellikler dahi böyledir..

hf

“NOKTA”, BİR “HAYÂL”DİR,         

İSMİ “ALLAH” OLAN İNDİNDE...

O NOKTANIN AÇILIMI OLAN AÇI İÇİNDEKİ KÜL

VE O KÜL’ÜN YANSIDIĞI HER BİR ZERRE DAHİ…

Hazreti Muhammed aleyhisselâm kendisinde açığa çıkan sıfatlara, isim özelliklerine, “Sünnetullahmarifetine rağmen asla “ALLAH” değil, “KUL”dur!.

Evrende var olan tüm yaratılmışlar yani “zerre”ler de böyledir!.

Zerre küllün aynasıdır; ama asla zerre kül değildir, kül kendisinde var olmuş olsa dahi!...

Buradan bir başka noktaya kayılır... Zerre her an kendisindeki hakikat ve O hakikat noktasıyla ilişkiler içinde yaşamını nasıl sürdürür; sorusunun cevabına... Ne var ki bu yazıda buna girmeyeceğim; çünkü bugün  anlatmak istediğim husus o değil... Zaten onun işaretini bundan önceki yazılarda vermiştim.

Gelelim ana noktaya…

Zerre zerredir!. Kül değil!

Kül, yani hologramik gerçekliğe esas olan ana yapıya, “İşte “Allah” adıyla işaret edilendir!” diyenler burada büyük bir yanılgıya düşerler ve gerçekten saparlar!.

Burada onları uyaracak olan levhada şu gerçek yazılıdır:

“İsmi “ALLAH” olan, ZÂT tecezzî (cüzlere ayrılma) kabul etmez!”

Burada “İhlâs” Sûresinin anlamını iyi düşünmek gerekir. Ahadiyyet ve Samediyyet sonucu olarak kendisinin varlığından başka bir şey düşünülemez; ve dahi bu mertebede tekillikten dahi bahis açılamaz!.

“ K “ olayı diyerek, “ALLAH” isimli kitabımızda anlattığım konuyu iyi incelerseniz görürsünüz ki, İlmi ilâhîde bir noktadan açığa çıkan açı içindeki, 11 boyutlu evren, paralel evrenler veya bizim deyişimizle “evren içre evrenler” hologramın konusu olan “KÜL”dür!. Ve zerre de bu küllün aynasıdır!.

Hayâl içinde hayâl içinde hayâl” diye eski hakikat ehlinin tarif ettiği konu budur işte!... Nokta, bir hayâldir ismi “Allah” olan indinde!. O noktanın açılımı olan, açı içindeki kül bir hayâldir... Küllün yansıdığı her zerre diye tanımlanan, her bir ayna dahi ayrı bir hayâldir!.

İşte bu yüzdendir ki, zerrede varlığı hologramik gerçeklik dolayısıyla var olan “kül” dahi, “ALLAH” adıyla işaret edilen olmayıp; yalnızca, bir “nokta” olarak, O’nun ilminde var olan “ilmî sûret”tir!.

Yani, 11 boyutlu evren, ya da paralel evrenler topluluğu, her zerrede tıpkı incirin, sayısız çekirdeğinin her birinde varoluşu gibi, her birimde varolsa dahi bundan öte bir şey değildir!. O da gerçekte “ALLAH”a “kul”luk etmededir!.

hf

BÜTÜN ÂLEMLERİN VARLIĞI

(ASLI-HAKİKATİ)

HAYÂLDİR!

Galaksinin büyüklüğünü hiç bir yeryüzüne gelmiş insan aklı-hafsalası alamaz...

Dört yüz milyar yıldız!.

Aralarındaki mesafe, her birinin arasındaki mesafe ışık yılları ile ölçülüyor. İnsan ömrü birinden diğerine gitmeğe müsait değil.

Hele ki bu galaksi gibi milyarla galaksi var, Evrende bilebildiğimiz...

Peki... Bu sonsuz, bize göre sonsuz olan bu büyüklüğü aklımız-hafsalanız almazken, mekânsal manâdaki bu büyüklüğü hafsalamız almazken, insan vücuduna gelelim..

“Hücrelerden oluşmuş bir biyolojik beden” diyoruz...

Halbuki bu hücrelerden oluşmuş biyolojik beden tamamen bir atomik kitle, biyolojik beden aynı zamanda da bir atomik bedendir.. Bütün hücreler, bedenimizin tamamı atomlardan meydana gelmiş bir kitledir!

Eğer insan vücudunu imkân olsa da bir elektron mikroskobuna koyup 60 milyar defa büyütülmüş olarak o vücudu görsek, “vücut” dediğimiz şey ortadan kaybolur, sadece atomik bir kitle kalır! Hidrojen, oksijen, helyum, azot vs...atomlardan ibaret, 110 çeşit atomdan ibaret bir kitle kalır. Mikroskobun üstünden baktığımızda... Bugün, “biyolojik bedendir“ de dediğimiz Ahmed, Mehmet, elektron mikroskobunun altında 110 atomdan ibaret bir kitledir!.

Ahmed, Mehmed atomdan ibaret de Hulùsi farklı bir şey mi?...

Hayır!

Bu da atomlardan ibaret bir kitle, bu da atomlardan ibaret bir kitle, bu da atomlardan ibaret bir kitle…

Bunlar atomlardan ibaret birer kitle de şu “hava” dediğimiz, ”boşluk” dediğimiz şey atomlardan ibaret bir kitle değil mi?..

O da atomlardan ibaret bir kitle!.

O zaman bu bedeni değil de bütün burayı o mikroskobun lâmına yatırdığımız zaman ortada ne sen-ne ben-ne başkası var sadece 110 çeşit atomlardan ibaret bir kitle var.

Benim gözüme göre bu insanlar varken elektron mikroskobunun gözüne göre insanlar kavramı kalktı, atomlar dan ibaret bir kitle kaldı. Bu “göz bebeği” dediğim nesne, geçirdiği ışık dalgaları dolayısıyla beyine nesnelerin var olduğu zannını-vehmini veriyor ve beyinde oluşan hayâlde böyle ayrı ayrı varlıkların varlığını var sandırıyor insana!

Elektron mikroskobunda ben-sen-o-biz-siz-onlar yok oldu; atomlardan ibaret bir dünya kaldı!. Elektron kere elektron mikroskobunun lâmına dünyayı koyarsak-güneşi koyarsak-galaksiyi koyarsak bunların tümü; sadece ışınlardan ibaret tekil bir yapı olarak kalır.

Tekil yapı daha da üst alıcı düzeyiyle değerlendirilirse, sonsuz-sınırsız bir kudret hâlini alır. Bir başka bakış açısı ile; sonsuz-sınırsız kudret, kendinden gayrının olmadığını dile getirmektedir.

Nerede?...

Kitap’ta!.

“Limenil mülkül yevm?” (Bu anda mülk kimindir?)

“Lillâhil Vâhidil Kahhar”... (Tek ve Kahhar olan Allah’ındır!)

 Biz sanıyoruz ki Kıyâmetin belli bir aşamasında yukarıdaki megafonla seslenilecek de o megafon kendi kendisine duyurulacak.. !!!

 Bu dediğim boyutlar itibariyle, HER AN kıyâmet kopmakta ve o kıyâmetin hakikatin de Allah tarafından kendi varlığı dışında başka bir varlığın olmadığı dile getirilmekte!

“Şehidallahù ennehù lâ ilâhe illâ hù”

Şehâdet etmektedir ki Allah kendisinden gayrı varlık mevcut değildir amma bizdeki tecelli gereği var sanmaktayız ki; bir O var, bir de bizler var! Ne zamanki bu gerçeği anlayıp-idrâk edip-hissedip-fark edip-hissederiz, işte o zaman “tahkiki iman”a varırız ve itiraf ederiz ki; “Allah var, gayrı yok”.. . Gayrı, bir hayâlden ibarettir...

İşte onun içindir ki Evliyaullahtan geçmiş pek çok zevat ”Bütün âlemlerin varlığı-aslı-hakikati hayâldir” demişlerdir.

hf

“HAYÂL”,

EVRENİN IŞINSAL KÖKENLİ YAPISIDIR

Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.

Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın, sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı-anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!.

Ve eğer anlatabildiysek...

Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık hâlinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!.

İşte, tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!.

Ve bizim de “hayâl” dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte.

Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.

hf

KOZMİK BİLİNCE (“HİÇ”E) NİSBETLE EVREN

SALT ENERJİDEN İBARET BİR “HAYÂL”DİR

(SANAL VARLIKTIR)

Sonradan var olan Âdem’e nisbetle, Âdem’e göre, bu âlem gerçektir, ortada mevcuttur... Buna karşın, Âdem’i ve Âdem’den evvel âlemi meydana getiren, "kozmik bilince" nisbetle, her şey bir hayâldir;  yâni sanal varlıktır.

Yani, bütün bunların kendi başına tam bir varlıkları yoktur.

hf

- “Evren” dediğin yapının aslı da bir enerji denizi değil mi?. Salt enerjinin, “elektromanyetik dalgalar” adıyla varlığa bürünüp, daha da yoğunlaşmasıyla kat kat maddeye yaklaşması ve nihâyet maddeleşmesiyle, tıpkı denizin dalgaları gibi çeşitli görünümler alması gibi…

- Evet haklısın... Aslında, ayrı birer varlıkmışçasına isimlendirdiğimiz dalgaların denizden, yâni sudan ayrı bir şey olmamasına rağmen, bizim ona bir müstakil varlığı varmışçasına isim vermemiz ile bunun arasında hiç fark yok... Su, salt enerji yerine ele alınırsa; madde ve maddî varlıklar dahi salt enerjinin dalgaları mesâbesinde kalır... Peki, bu salt enerji, dalgalanmadan evvel ne haldeydi?..

- Bu salt enerji, dalgalanmadan evvel, bir enerji varlığı hâlinde kendisine yön veren “Kozmik Bilinç”in imajında idi... Ve gerçekte, el ân öyle!

- Anlayamadım?.

- Bu enerji, yâni salt enerji, aynı zamanda bir bilince de sahip değil mi?. Ki bu akılla, düzenli bir dalgalanma (!) hâlinde “evren” adı altında açığa çıkmış…?

- Evet…?

-Aslında, işte bu salt enerji dahi, “Kozmik bilinç” ya da “Tümel akıl” adını verdiğimiz aklın imajında idi! Ve bu bilincin imajında, deniz ve dalgalar husûle geldikten sonra; gene enerji bu aklın imajından ortaya çıktı ve bundan sonra da safha safha evren meydana geldi.

Bu sebeple, orijini yönüyle, “salt enerji” denilen evrenin hayâtiyet sıfatının dahi, bilincin imajından ortaya çıktığı anlaşılır ki; bu Kozmik bilince nisbetle, bütün mevcûdat, salt enerjiden ibaret, bir hayâl hükmüne girer.

O bilinç ise, bir noktadan, bir mutlak karanlıktan, bir bilinmezlik veya bir anlaşılmazlıktan ibarettir. Hiçtir! “Hiçlik”tir!

Ve "el ân" da öyledir!

- Hâlen de öyle midir?.

- Elbette! Nitekim sizden birinin... Neyse, geçelim onların sözünü şimdilik!

- Peki, yani, bütün bu evren bir hayâl mi oluyor gerçekte?.

-Sana - bana nisbetle değil! Dalgaların, varlığını borçlu olduğu salt enerjiye; o enerji sebebiyle var edilen evreni imajında düşünen veya seyreden Kozmik bilince veya bir diğer deyişle, "Hiç"e nisbetle hayâldir evren!.

hf

KOZMİK BİLİNÇ

HAYÂLİNDE BİRŞEYİ VAR ETTİĞİ ANDA,

HAYÂL ÂLEMİNDE O ŞEY ENERJİ OLARAK

AÇIĞA ÇIKAR

Kozmik bilinç, yâni tümel akıl, hayâlinde bir şeyi var ettiği anda, hayâl âleminde o şey enerji olarak açığa çıkar... Bu enerji, dalga boyları dediğimiz kendine has bilinçli birimler ışınsal yapı hâlinde, çeşitli yoğunlaşma merhalelerinden geçerek nihâyet atomlaşır... O dahi, kitleleşerek, çeşitli gayesine uygun maddeleri meydana getirir ve nihayet ölümü yâni dönüşümü hasıl olur...

Ölümü hâsıl olduğu anda; gerçekte, o tekrar ışınsal yapıya dönüşmüştür, ama bunu siz tespit edemezsiniz... Ve bu yoldan sonunda tekrar enerji hâline gelir ve böylece aslına dönmüş olur... Ve bir sonraki imajın temel elemanı olarak yeni bir oluşum hâline gelmeği bekler...

- Valla hiç anlayamadım ben bu işi...

diye Gönül söze karıştı...

Kafası bir acayip olmuştu... Hattâ durmuş gibiydi...

Elf devam etti:

-Anlayamamanız son derece doğaldır!.. Bütün bunları anlayabilmeniz için, Gönül'lüğünüzden tamamıyla sıyrılıp; öz yapınızda, evreni kapsayabilecek bilinç düzeyine ulaşmanız gerekir ki, ondan sonra bütün bu sırları müşahede edebilesiniz...

hf

ZÂTIYLA-SIFATIYLA-ESMÂSIYLA

BÂKİ OLAN “ALLAH”TIR…

GERİSİ İSE “HAYÂL-İ HAS”TIR!

(“HAYÂL”İN İÇİNE GİRER)

 Zât- sıfat- esmâ, aslında üç ayrı şey değildir.

Sizin BEN dediğiniz bir varlığınız var.. Bu “BEN kelimesini bana târif et, sen nasıl bir varlıksın?” dediğim zaman, sen dersin ki;

”Canlı bir varlığım… şuuurum var. Birtakım şeylerin olmasını istiyorum, diliyorum, düşünüyorum.”

“Canlı bir varlığım” dediğin zaman HAYAT sıfatı;

“Şuurum var , bilincim var” dediğin zaman İLİM sıfatı,

“İlmimin gereği olarak oluşturuyorum” dediğin zaman İRADE sıfatı, gibi sıfatlar..

Bu sıfatlar, senin BEN kelimesiyle işaret ettiğin varlığın özellikleri…

Bu özelliklerle birlikte bu defa sende çeşitli mânâları düşünme olayı başlıyor, sayısız mânâları...

Bu mânâlar, senin ESMA BOYUTUNDUR!

Sen şimdi beyninde benim hayâlimi görüyorsun. Beni gördüğünü sanıyorsun ama senin beyninde ben yokum. Bunun hayâli var senin beyninde.. Benim beynimde de senin hayâlin var.

Herbirimiz bir diğerimize göre hayâlden ibaretiz…

Dünya hayatı, dünyanın bir başka türlü yansımasıdır.

 “Rüya mı bir dünyadır... Dünya mı bir rüyadır?” .. karmakarışık bir iş!.

Gerçek olan bir şey var:

Zâtıyla- sıfatıyla- esmâsıyla Bâki olan Allah’tır; gerisi “hayâli has”tır!

Ama dikkat edin; ”gerisi” dediğim zaman ef’al âlemi’nin içine bakın neler giriyor?.. Bunların tümünü hayâle attık!

İşte, ARŞ-I RAHMAN, “Rahman Arş’ın üzerine ıstıva etti“ dendiği zaman... ARŞ’ın üstü, esmâ mertebesidir; Rahmâni vasıflardır; Esmâdır!

 ARŞ’IN ALTI da, efal âlemidir. Sidre-i Münteha’dan başlayıp alabildiğine giden ef’al âlemidir; “Hayâli Kebir”dir!

 Onun içine meleği de girer, insanı da girer, cinni de girer, İnsan-ı Kâmil’i de girer. Tüm âsar, hep bu hayâl içindedir.

hf

YA “HAYÂL”İN DIŞI?...

 Hayâlin dışı dersen, arşın fevki…

 Lillahil Vahidil Kahhar!”

hf

Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro - mikro sayısız âlemler mevcuttur.... Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir.

Oysa...

Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, olduğu gibi, 60 milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar...

Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız...

Acaba ne görüyor olacaksınız?.

Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz... Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında... Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamiyle kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir... Ve..

Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir... “Aaa, burada hiç bir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlardan, onların çevresinde dönen elektronlardan başkaca birşey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!?..”

Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir!.. Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!

Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli ve insanların varlığına dair hüküm verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya varmaktadır!...

Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elektron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsa idik... Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız dünyanın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..

Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, 10 trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak durumunda olsa idi; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından sözedebilecek miydik?..

Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK mi olacaktı?..

Şayet anlatmak istediğimiz bu hususu size ulaştırabildik ise...

Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:

GERÇEKTE, mevcud olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK'tir!.. AHAD'dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro plânda kendisinin dışında hiç birşey olmayan "ALLAH AHAD" dır!.

Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz. Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte..

Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse...

Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa... Ve nihayet kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "öz" içinde “yok” oluşunu farkedebilse..

İşte bu işin çok önemli bir yanı..

Konunun ikinci önemli yanı da şurası..

Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, “AHAD” yani sınırsız - sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde O'nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O'nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.

"AHAD ALLAH" dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI'nın yeri neresidir?..

“ALLAH”ın içinde mi, yoksa dışında mı!?

hf

ALLAH AHLÂKIYLA AHLÂKLANMIŞ OLANLAR

ÂLEMLERİN “HAYÂL” ÇEKİRDEĞİNDEN OLUŞMUŞ

BİR DEV “HAYÂL” OLDUĞUNUN SEYRİ İÇİNDEDİR

Herkes, kendi cehenneminde, ya da kendi cennetinde yaşar.

Tanrısından kurtulanın yaşamı ise, “ALLAH” adıyla işaret edilenin “HİÇ”lik mertebesidir!.

“ALLAH” adıyla işaret edilen, “Bâkî”dir; gerçeğindeki uyarıyı değerlendirenler, fâni kavramını kabullenemeyecekleri gibi; “Allah” ahlâkıyla ahlâklanmış olanlar da, âlemlerin, “hayâl” çekirdeğinden oluşmuş bir dev ağaç olduğunun seyri içindedir.

Her an, her zerrede, yeni bir “şe`n”de olandır, “HÛ”; ve dahi, bundan münezzehtir; ise, bunun sonuçları ne olabilir; getirisi dahi neler olabilir?

Ya birilerinin dedikodusuyla ömür tüketenlerin yeri?

hf

HAYÂLİ MUTLAK,

SONRADAN HÂSIL OLAN İNSANA GÖRE

“GERÇEK” HÜKMÜNDEDİR

İnsanın âlemde zuhûru dahi iki merhalededir;

Kozmik bilinç, kendi özelliklerini seyretmeyi düşlediği anda, bunu yeryüzünde "insan" adı altında yapmağa karar verdiği için; ki bu safhada evren mevcuttur. Ve bu mevcut oluşu dahi, kozmik bilincin, ilminde, kendi kendine bakışı dolayısıyladır.

Bundan sonra, “Akl-ı Evvel”, yâni “Kozmik Bilinç”, hayâlinde âlemi meydana getirmiştir ki, buna “büyük hayâl” de diyebiliriz; ki bu, sonradan hâsıl olan insana göre, hayâl olmayıp, gerçek hükmündedir...

Ve nihâyet, bu âlemde enerjiden atoma, atomdan tek hücreye, çok hücreye ve nihâyet bedene kadar gelişme olmuş ve bu defa çoğulcu mânâda insan meydana gelmiştir.

İnsanda âşikâr olan, kozmik bilincin yâni bizim deyişimizle tümel aklın imajları olduğuna göre, insanlıktaki müsbet-menfi, şartlanmalı-şartlanmasız oluşumlar, nasıl, neden meydana geliyor?..

hf

" HAYÂLİ MUTLAK"  İÇİNDE OLUŞAN

" HAYÂLİ BİRİMLER" İN KENDİ HAYÂLİ ARZ

VE SEMÂLARI VARDIR

    Hakikatte Zât, sıfat ve esmâ âlemi mevcuttur…

Hakikatte bu üç mertebe mevcuttur.

Bu üç mertebenin ötesindeki Ef’al mertebesi ise, hayâldir; “hayâli mutlak”tır!. Bu hayâli mutlak içinde oluşan hayâli birimlerin kendi hayâli arz ve semâları vardır.

hf

"HAYÂLİN HAYÂLİ"

Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”; oluşumların aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin hayâlinin hayâli”dir”!.

hf

 “HAYÂLİN HAYÂLİNİN HAYÂLİ”

Bu sistem ve düzen içindeki bir boyutu anlatan kelimedir “hayâl” kelimesi...

Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”; oluşumların aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin hayâlinin hayâli”dir!.

hf

BİLİNCİMİZİ ÖRTEN ,

KELİMELERİN HAYÂLİMİZDE MEYDANA GETİRDİĞİ

 İMAJLARDIR …

Bilincin sınırları, kayıtları, blokajı kendisine yüklenen yanlış bilgilerle meydana gelir.

Dünyayı, Evreni, her şeyi, sadece bu gördüğümüz, algıladığımız, var kabul ettiğimiz maddeden ibaret kabul etmek son derece büyük bir gaflettir!.

Beş duyu verilerinin oluşturduğu, kesitsel değerlerden bilincimizi arındırıp, gerçek boyutlarıyla âlemi, âlemleri ve âlemlerdeki varlıkları tesbit etmek zorundayız.

Kelimede; kelimenin şeklinde, isimlerde kalmayalım!.

Bilelim ki, şuurumuzu örten, bilincimizi örten, en büyük perdeler; kelimeler, kelimelerin sûretleri, o kelimelerin hayâlimizde meydana getirdiği imajlardır!. Biz o imajları gerçek sanarak, onların ardındaki mutlak gerçeklerden perdeli yaşıyoruz.

hf

İKİ DENİZDİR “HAYÂL” İLE “GERÇEK…

ARALARINDA BİR BERZAH VARDIR Kİ;

 ASLA BİRLEŞMEZLER!

Hayâlî tohumdan meydana gelmiş ulu ağaç!

Yaprakları, evrenin dalgaları! Ancak en üst dalının en ucuna giden, ağacın bir hayâl olduğunu müşahede edebilir...

Gerçek şu ki, müşahede eden de hayâldir, edilen de!

Oysa, imajında hayâli yaratıp, hayâlin gözüyle kendine nazar eden ve nazar ettiğinin de ötesinde olan, bir mutlaktan başka bir şey yoktur!

- Elf, şu ana kadar, düşünce sistemimi âdeta felç ettiren böylesine karışık bir fikir düzeyiyle karşılaşmamıştım.

Hayâl ile hakikatın nerede ayrılıp, nerede birbirine karıştığını tesbit edebilmenin bundan daha zor bir çözümü yapılamazdı herhalde...

- Evet... İki denizdir hayâl ile gerçek! Birarada olan iki deniz! Ama aralarında bir berzah vardır ki, asla birbirleriyle birleşemezler!

hf

HER AN, YALNIZCA

HAYÂLİNDEKİLERLE BERABERSİN,

ASLA KARŞINDAKİYLE DEĞİL!

BU, DÜNYA YAŞAMINDA DA BÖYLE,

ÖTESİNDE DE!

Bilincimdeki ben, ASLA değilim bir başkasının bilincindeki ben!.

Bilincindeki sen, asla değilsin benim ya da bir başkasının bilincindeki sen!.

Ben, veri tabanına göre oluşmuş bir hayâlden başka bir şey değilim senin bilincinde!… Ve sen, veri tabanına göre oluşturduğun kendi tasavvur ve hayâline demedesin, Ahmed Hulûsi!.

Oysa, ebeden beni tanıman mümkün değil!

Sen de, benim için öyle!.

Eğer anlarsan bu anlatmak istediğimi, fark edersin ki, her an daima yalnızca hayâlindeki kişilerle berabersin; asla karşındakiyle değil! Bu dünya yaşamında da böyle, ötesinde de

Herkes, veri tabanına göre kendi hayâl dünyasında yaşamada!. Başkalarını da, tanıdığını sanarak, onlar hakkında budalaca yorumlarla yorulup, ömür tüketmede!.

Oysa, o yorumlarının tümü, karşısındakine değil; kendi hayâlinde yarattığı ve karşısındakinin adını taktığı kendi hayâlindeki yarattığına; yani kendine dönük!… Asla karşısındakine ulaşmıyor!.

Her birim, karşısındaki sûrete göre veri tabanının oluşturduğu hayâl dünyasındaki kişileri yorumlayıp; veri tabanına GÖRE onları değerlendirerek, cehennem ya da cennetinde yaşamada!.

Akıllı insan, şimdiden cenneti yaşar, “ALLAH”a teslim olarak…

Ahmak da, her şeyin ille de kendi arzuladığı gibi olmasını istemede devam ederek cehennem eder yaşamını!.

hf

HAYÂL GÜCÜ

(MUSAVVİRE GÜCÜ)

Hayâl gücü Venüs’ün rûhaniyetinden hâsıl olur. Buna “Musavvire”, “şekillendirme gücü” de denebilir.

Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir. Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir. Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...

Sonrasında hayâl gelir. Yani, o fikirleri kafamızda hayâl ederiz. Anlayıp kavramak için bir sûret haline sokarız. Bu hayâl edişe aynı zamanda "musavvire gücü" denilir. Yani, tasvir etme şekillendirme.

Beyinde şekillendirme olayı vardır. O fikirler otomatikman şekillenerek anlaşılır. O da nasıl anlaşılır? Müdrike yani idrâk gücü ile, idrâk edilir.

hf

BEYİN,

ALGILADIĞI MÂNÂYA YARDIMCI OLMASI YÖNÜNDEN

HAYÂL GÜCÜYLE BELLİ BİR GÖRÜNTÜ

TAHAYYÜL EDER

“Seyir” dediğimiz veyahut da ”Allah’ın nazarı” dediğimiz, Allah’ın bakışı dediğimiz olay nedir?

Bunu kendinizden anlayabilirsiniz. Sizdeki bakış nedir?... Baktığın zaman karşında bir cisim görüyorsun, bir nesne görüyorsun, bir varlık görüyorsun... Peki Allah’ın bakışında böyle ayrı ayrı birimsel varlıklar var mı?..

Aynı suali senin açından soralım… Senin yönünden, ayrı ayrı görülen birtakım varlıklar var mı acaba... Göz, beynine birtakım veriler ulaştırıyor; beyne belli bir bioelektrik mesaj ulaşıyor ve beyin tahayyül yoluyla bu nesneyi değerlendiriyor.. Bu mânâyı algılıyor. Algıladığı mânâyı, algılamasına yardımcı olması yönünden de hayâl gücüyle belli bir görüntü tahayyül ediyor...

Gerçekte beyin için görüntü sözkonusu mu?..

Beyin için, algılama, idrâk sözkonusu… Görüntü, algılamaya yardımcı bir faktör.

Gerçekte sen görmüyor musun?.  Senin bakışından kasıt, basirettir, yani o şeyi idrâktır!. O şeyin ne olduğunu anlayabilmektir. Ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu anlayabilmektir. Bakmaktan gaye, basiretin mânâsı itibariyle bir şeyin ne olduğunu anlamaktır. Yani o şeyin varlığının ne olduğunu, nasıl olduğunu, niçin meydana geldiğini bilebilmektir.

hf

"HAYÂL" VE "SİSTEM"(DİN)

SİSTEM VE DÜZEN İÇİNDEKİ BİR BOYUTU ANLATIR,

“HAYÂL”!

Hayâl gücü Venüsün ruhaniyetinden hasıl olur. Buna Musavvire, şekillendirme gücü de denebilir.

Gerçekte var olan mevcut sistem ve düzen Allah sistem ve düzenidir ki; bu sistem ve düzen Allah Rasûlü tarafından okunarak; İslam Dini adı altında bize bildirilmiştir çeşitli semboller ve benzetmeler ile...

Bu sistem ve düzen içindeki bir boyutu anlatan kelimedir “hayâl” kelimesi...

Oluşun orijinali “hayâl”; içindeki oluşumlar “hayâlin hayâli”; oluşumların aracılığıyla oluşanlar ise “hayâlin hayâlinin hayâli”dir”!.

hf

“SİSTEM”İN İŞLEYİŞİNE DAİR

HAYÂL YOLLU MÜŞAHEDE VE KEŞİFLER

Halusinasyon ile velilerin, Rasûllerin- Nebilerin görüşleri arasında çok önemli bir fark vardır.

Çeşitli uyuşturucu kullananlar ile cinni etki altında olanların halusinasyonlarının arkasında, gerçekte sistemde var olmayan veya sistemin işleme düzeninde yer almayan; temeli olmayan fikirlerin, vehim tesiriyle oluşturduğu temelsiz, asılsız görüntüler vardır. Bu görüntülerin dayandığı fikirlerin içinde yaşadığımız sistemin işleyiş ve düzeniyle hiç bir ilgisi yoktur.

Buna karşın Velilerin, Rasûllerin-Nebilerin hayâl yollu değerlendirdikleri müşahede ve keşifler ise, sistemin işleyişine temel oluşturan boyuttaki prensiplere, realitelere ve bunları ihtiva eden dalgalara dayanır.

hf

HEKES KENDİ BENLİĞİNİN GETİRİSİ OLAN

HAYÂLERİNİN SONUÇLARINI YAŞAMAKTADIR

VE YAŞAYACAKTIR

Ölümötesi yaşamda, hayâllerini, oranın gerçekleri gibi yaşayacağın içindir ki, Bakara Sûresi sonunda,

 “Benliğinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de onların sonuçlarını yaşayacaksınız varlığınızdaki Allah’ın getirisi olarak”

denmektedir.

Herkes kendi benliğinin getirisi olan hayâllerinin sonuçlarını yaşamaktadır ve yaşayacaktır.

Veri tabanını dünyadayken arındırmamış olanlar hayâllerinden yakınacakları bir merci bulamayacaklardır yarın!

hf

 

İNSAN, VERİ TABANINDAKİ VERİLERE

DAYANARAK HAYÂL KURAR…

HAYÂLİNDEKİ DÜNYASINI YARATIR!

Her insan hayâllerinin sonuçlarını yaşar... Bazen müsbet bazen de menfi şekilde!.

İnsanoğlu, çevresindeki insanları da, hiç bir zaman olduğu gibi görmez; kendi hayâlinde tasavvur ettiği şekilde görür; düşünür. “Olduğun gibi görün” sözü yetersizdir. Çünkü temelde mümkün değildir. Görünen değil, ALGILAYAN esastır!

Düşüncenin bir mekaniği vardır.

Genetik ve astrolojik veriler birimin veri tabanının neleri kabullenebileceğini düzenlerken; içinde yaşadığı çevresinden kendisine ulaşan veriler de onun düşünce sistemine yön verir değer yargılarını oluşturarak!.

Birim, veri tabanındaki bu sistemin çalışmasıyla, hayâlinde dünyasını yaratır!.

Karşılaştığı olayları veya kişileri, veri tabanında bulunan –doğru ya da yanlış bilgilere göre oluşmuş- o konuya ait yerlere oturtarak, o olayı ya da kişiyi değerlendirir.

Esasen daha önce de açıkladığım üzere, herkes karşısındakileri değil, kendisine yansıyandan algılayabildiği kadarıyla, hayâlindekini görür ve değerlendirir.

Meselâ…

Kişi tasavvufla ilgilendi ve “veli” kavramını edindi veri tabanına… “Veli”lik kavramıyla ilgili bazı özellikler öğrendi… Bu özelliklerden bazılarını benzettiği birine hemen o montajı yapar ve artık kafasında onu “veli” olarak hayâl ederek; yaşamını buna göre yönlendirir!.

Oysa o kişinin “veli”lik kavramıyla uzaktan - yakından ilgisi yoktur… O özelliklere sahip değildir!.

Bunun gibi, kimini şeyh, kimini mehdi, kimini gavs, kimini kahraman, kimini büyük adam, kimini âlim, kimini başka bir şey hayâl eder, öylece hayâller içinde ömrü tüketir!.

“Veliler”, “tanrılar” yaratır kurabiyeden, sonra da onları yeriz!.

Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları gerçekleşmesi mümkün olmayan ham hayâller kurarlar; sonucunda da sükûtu hayâller yaşarlar.

Kim ne zaman sükutu hayâle uğramışsa, bu onun kurduğu yanlış veya geçersiz hayâllerinin sonucudur!.

İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar… Bu kurduğu hayâllerin de gerçek olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini harekete geçirir... Sonuçta da hayâlleri gerçek olabilir!.

Ne var ki, o isteklerinin hayâlleri doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu zaman da mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya da oluşmasını beklediği konuda yanlış veriler edinmiştir. Bu yüzden de sükûtu hayâl mukadder olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının sonucu olarak!.

“Herkes elleriyle yaptıklarının sonucunu yaşamaktadır” hükmünü aklımızdan hiç çıkartmayalım, eğer tanrının varlığına inanmayanlardansak!.”

hf

MELEKLER, KİŞİNİN VERİ TABANINA GÖRE

HER AN HAYÂLLER YAŞATIR

Okunmayan kitabın önünde açık durması, kitaba eziyettir!

Tüm yaşamının bir rüya olduğunu farketmeyip; yalnızca uyuduğunda gördüğünün rüya olduğu, sanısıyla yaşayan… Mutluluğun ve azâbın, hep rüyalarla oluştuğunu; yani hayâlden başka bir yerde olmadığını fark edemeyen…

Doğal işlevini yapan meleklerin, bu işlevlerinin, veri tabanına göre kişiye her an çeşitli hayâller yaşattığını kavrayamayan, neylesin senin yazdığın yaşamın gerçeğini!

hf

HAYÂLİ DEĞERLER VE KAVRAMLARLA

YARATTIĞIMIZ HAYÂLİ DÜNYAMIZA KENDİMİZİ

HAPSEDER VE ORADA YAŞARIZ

Yaşanılan olaylar, “insan”ı gerçeğin dünyasına yönlendirir. İnsanı, hayâl dünyasından çıkartır.

En önemli nokta burasıdır!.

Hepimiz kendi kafamızda bir hayâli dünya yaratırız. Hayâli değerler oturturuz. Hayâli kavramlar meydana getiririz. Ve, öyle bir dünyada yaşar, orada kendimizi hapsederiz…

Halbuki, yaşanılan gerçekler öyle değildir.

İnsanın hayâl dünyasındaki değerleri ne kadar çoksa, yaşamın gerçekleri ile karşılaştığı zaman duyacağı azap da o kadar fazla olur.

Ne kadar gerçekçi yaşarsan, Allah’ın yarattığı bu Sistem ve Düzeni, ne kadar gerçekçi bir biçimde anlayıp değerlendirebilirsen, olaylar karşısında o kadar az etkilenirsin. Olaylar seni o kadar az sarsar.

Ve, kendini o kadar sağlam bir geleceğe hazırlarsın!.

Dolayısıyla, gerek dünyada yaşarken, gerek daha sonrasında; çeşitli azap ve sıkıntılardan, yanmalardan kurtulmak; dünyada yaşarken huzura ermek, ancak ve ancak Allah’ı bilmek, O'nun var ettiği Sistem ve Düzeni idrâk etmekle mümkün olur.

Kim, Allah’ı ötede bir tanrı gibi düşünüyorsa, o anda veya o düşüncesi devam ettiği sürece, dünyada da, âhirette de azâp çekmeye mahkûmdur. Kendi azâbını kendisi oluşturuyordur.

Nitekim, Hadis-i Şerifte ;

Cehennemde ateş, odun yoktur!. Herkes kendi ateşini, odununu dünyadan kendi götürür,

buyuruluyor..

Dünyada edindiğin yanlış değerler, yanlış şartlanmalar, yanlış kabuller, senin bu dünyada da yanmana, azap çekmene sebep olur, öbür dünyada da!.

hf

HERKES HERŞEYİ HAYÂLİNDE GÖRÜR VE

DEĞERLENDİRMESİNİ DE

KENDİ VERİ TABANINA GÖRE YAPAR!

     Herkes, birbirine ve her şeye bakar; fakat, kimse, bir diğeriyle aynı şeyi görmez!.

Herkes, aynı şeye bakar; fakat, aynı şeyi, mutlaka farklı görüp değerlendirir.

Herkes, her şeyi, dışarıda değil, hayâlinde görür ve değerlendirmesini de, kendi veri tabanına GÖRE yapar.

Herkes, farklı şeyleri olduğu gibi, aynı şeyi dahi, ayrı zamanlarda, aynı şekilde değil, farklı şekilde algılayıp değerlendirir.

Hiç kimse, aynı şeyi, iki defa görmez ve iki defa aynı şekilde algılayamaz.

Herkes, her şeyi, kendi veri tabanına GÖRE değerlendirdiği için de, her şey, değerini değerlendireninden alır.

hf

HAYÂLİMİZDE SEVER,

HAYÂLİMİZDE KORKAR,

HAYÂLİMİZDE DEĞER VE PÂYE VERİR

 YA DA DEĞERSİZ KILAR; YAŞAYAMADIKLARIMIZI HEP

HAYÂLİMİZİN DERİNLİKLERİNDE YAŞARIZ!

Gençliğimde okuduğum ve bana misâlleriyle uyarılarda bulunduğu için sevdiğim bir kitaptı Filibeli Ahmed Hilmi’nin yazdığı “A’mâk-ı Hayâl” isimli kitap. Hayâlin Derinliklerinde

Gündüz ve gecemizin pek çok saatlerinin içinde geçtiği âlem, hayâl!.

Hayâlimizde sever, hayâlimizde korkar, hayâlimizde değer ve pâye verir ya da değersiz kılar; korktuklarımızı, umduklarımızı; yapma özlemi duyup da yapamadıklarımızı veya yaşamak isteyip de etraf yüzünden yaşayamadıklarımızı bizler hep hayâlimizde yaşarız!.

Hayâlinizdekilerin tümünü paylaşabildiğiniz acaba kaç yakınınız var?

Ne güzel bu kadar geniş çevresi olmak!!!…

Hayâlindekilerin tümünü paylaşacak kimsesi olmayan insan, yeryüzünde yalnız yaşayan insandır!.

Herkes hayâlindekini apaçık dillendirip ortaya koysa, acaba yakınında kaç kişi kalır?.

Hayâllerimizdekini açmıyor, açamıyorsak, karşımızdakine başka bir yüzle mi, maskeyle mi çıkıyoruz acaba hep?

Kim kimi, niye, ne kadar, nasıl aldatıyor; neden?

Kafam dağınık bugün toparlayamıyorum ve böyle bir yazı çıkıyor işte…

Halkın evlâdına 2000 yılında 30 yıl önceki verilere göre düzenlenmiş bilgiler öğretilirken okullarda; “derin” yönetim okullarında en son verilere göre eğitim veriliyor!.

Adam o kadar zeki ki; torunlarına yatırım olsun diye, çeyiz sandığı büyüklüğündeki bilgisayarlardan almış saklamış 40 yıl önce…

Ne miras!

Şimdi bunu bazıları da adamın kafasındaki, beynindeki PC diye anlayacak tabii…

Tanrısı ile “ALLAH” adı arasında sıkışmış kalmış; birinden kopamayan, ötekine eremeyen; bırak ermeyi, kavrayacak yeterli aklı olmayan mukallitin avuntu dünyası!

En iyisi okumayın bu yazıları, kafanız karışmasın; düşünmeyin!. Düşünmek tehlikelidir!. Sonra belki GERÇEKLERİ görürsünüz basîretinizle!.

hf

İNSAN EBEDİYYEN

HAYÂL İÇİNDE YAŞAYACAK

Alt bilinç tarafından üretilen fikirlerin, beyinde belirli hayâl sûretleri oluşturularak üst bilinç tarafından değerlendirildiğini; bu yüzden insanın, varoluşundan ebede kadar, hep hayâl içinde yaşayacağı gerçeğini ise pek az insan fark etti!.

hf

ÖLÜMÖTESİ YAŞAMDA HAYÂLLERİNİ

ORANIN GERÇEKLERİ GİBİ YAŞAYACAKSIN

Dünyada cehennemi de cenneti de kendi içimizden kaynaklanan bir biçimde yaşadığımız kesin!.

Biz daima veri tabanımıza GÖRE içinde bulunduğumuz şartları değerlendirir; sonucunda da içinde bulunduğumuz şartlardan ya mutlu oluruz ya da yanarız.

Mutluluğumuz, mutsuzluğumuz hep hayâlimizde(N)dir!.

Rüya misâlindeki gibi, dünya sonrası kabir âlemini de, daha sonraki boyut ve yaşam şartlarını da hep gene dünyayı algıladığımız gibi; madde olarak algılayacağız; ancak o boyut şartlarının getirdiği yaşam biçimlerine göre.

hf

 “SUKÛTU HAYÂL”

(YAŞAMIN GERÇEĞİ İLE YÜZYÜZE GELMEK)

“Yaşamın gerçeği ile yüzyüze gelmek” demektir, çünkü yaşamın pekçok gerçeği bizim hayâl ettiğimiz gibi değildir.

Biz yaşamın düzen ve sistemini idrâk edemiyoruz, kavrayamıyoruz. Çünkü daha kozamızdan dışarı başımızı çıkarıp şöyle bir gerçek âleme bakamamışız, işin püf noktası burasıdır!

Kozamızın içindeki hayâl gerçekler, yaşamın gerçekleri ile pekçok zaman bağdaşmaz. Doğduğunuz -büyüdüğünüz köyün, kasabanın ya da şehrin gerçekleri o ülkenin sınırları dışında çoğu zaman bir değer ifade etmez.

Sizin doğup büyüdüğünüz Türkiye sınırları içinde kalan değer yargıları ile Tayland’daki, Malezya’daki, Afrika’ın tanrıkulu kabilesindeki değer yargıları ve oranın gerçekleri birbirinden çok farklıdır, ama bunların hepsi de ALLAH KULU’dur!

Bütün bu ALLAH KULLARI’nda değer yargıları varsa siz bu farklı farklı değer yargılarından yalnızca birini kabullenip benimseyip onun üzerine hayâller kurduysanız başka gerçeklerle karşı karşıya geldiğiniz zamanda mutlak sukûtu hayâle uğrayacaksınız!

İşte bu sukûtu hayâle uğramanızın sebebi, bilemediğiniz bir gerçekle karşı karşıya kalmış olmanızdandır!

Onun içindir ki ; “Hayâl hayatın desteği, sukûtu hayâl işin gerçeğidir!” diyoruz.

İnsanın ne kadar çok sukûtu hayâli olmuşsa yaşamında, o kadar çok gerçeklerle yüzyüze gelmiş demektir.

“Ben hiç hayâli sukûta uğramadım” diyen insanda kendi hayâl dünyasından dışarı başını çıkartmamış, yaşamı kozası içinde geçmiş demektir.

Onun içindir ki, gezmenin faydası çoktur. Çok gezerseniz gezdiğiniz yerlerdeki başka başka değerleri -bakış açılarını görür, farkeder, o zaman Allah’ı biraz daha tanırsınız. Zira sizin kozanızın tanrısından çok farklıdır” demek dahi abes gelir, Allah’ın varlığa bakış açısını kıyasa sokmak!

Ne yapacağız?..

Yapacağımız çok basit!

Hayatta ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, o karşılaştığımız olayı şu an için “Allah bu olayın böyle cereyan etmesini istemiştir!” diyerek olduğu gibi kabullenmek ve de “görelim MEVLÂ neyler, neylerse güzel eyler” diyerek teslim olmak.

Yapacağınız bana göre en akıllı iş budur!

hf

HAYÂL HAYATIN DESTEĞİ,

SUKÛTU HAYÂL İSE GERÇEĞİDİR…

İNSAN HAYÂL İLE KOZASINI ÖRER,

SUKÛTU HAYÂL İLE

GERÇEĞİ GÖRME ŞANSINI ELDE EDER

İnsanlar hayâl ettikleri sürece yaşarlar...

Hayâl, yaşamın en büyük desteğidir.

Umutları olmasa hiçbir insan yaşamaz.

İnsanı yarına baktırtan umutlar, hayâllerdir...

Kesin bir gerçek bu!.

Hepimizde var…

Ama bunun ötesinde bir gerçek daha vardır;

Sukûtu hayâl, yaşamın gerçeğidir!.

“Sükût-u hayâle uğramak” demek, yaşamın gerçeği ile karşı karşıya, yüz yüze gelmek demektir!. Çünkü, yaşamın pek çok gerçeği, bizim hayâl ettiğimiz gibi değildir.

Biz, yaşamın düzen ve sistemini idrâk edemiyoruz henüz, fark edemiyoruz, kavrayamıyoruz. Çünkü daha kozamızdan başımızı dışarı çıkarıp şöyle bir gerçek âleme bakamamışız!.

İşin püf noktası burasıdır!.

Kozamızın içindeki hayâl gerçekler, yaşamın gerçekleri ile pek çok zaman bağdaşmaz!.

Doğduğunuz büyüdüğünüz köyün, kasabanın ya da şehrin gerçekleri, o ülkenin sınırları dışında çoğu zaman bir değer ifade etmez!.

Sizin doğup büyüdüğünüz Türkiye sınırları içinde kalan şehirlerdeki değer yargıları ile Tayland’daki, Malezya’daki, Afrika’daki Tanrıku kabilesindeki değer yargıları ve oranın gerçekleri birbirinden çok farklıdır.

Ama, bunların hepsi de Allah kuludur!.

Bütün bu Allah kullarında farklı farklı değer yargıları varsa; siz bu farklı farklı değer yargılarından yalnızca birini kabullenip, benimseyip, onun üzerine hayâller kurduysanız; başka gerçeklerle karşı karşıya geldiğiniz zaman da mutlaka ve mutlaka sükût-u hayâle uğrayacaksınız.

İşte bu sükût-u hayâle uğramanızın sebebi, bilemediğiniz bir gerçekle karşı karşıya kalmış olmanızdandır!.

Onun içindir ki, “hayâl, hayatın desteği; sükût-u hayâl ise, gerçeğidir” diyoruz.

İnsanın ne kadar çok sükût-u hayâli olmuşsa yaşamında, o kadar çok gerçeklerle yüz yüze gelmiş, demektir.

“Ben hiç sükût-u hayâle uğramadım” diyen insan da, kendi hayâl dünyasından başını dışarı hiç çıkarmamış, yaşamı kozası içinde geçmiş demektir.

hf

İnsanlığın yolu, gerçekleri görebilmek, kabullenebilmek ve hazmedebilmekten geçer!.

hf

İnsan, hayâlleriyle kozasını örer; sükûtu hayâl ile gerçeği görme şansını elde eder; bunu değerlendirirse de kozası biraz daha delinmiş olur!

hf

Hayatın, hayâl desteği; sükûtu hayâl ise gerçeğidir!.

hf

Kendini aldatmak mı, gerçeği yaşamak mı daha iyidir sence?

hf

VERİ TABANIN YETERSİZSE

GÖRDÜĞÜN HAYÂL DE

GERÇEĞE UYGUN DEĞİLDİR

Gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz.

Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor. İşte senin, "görüyorum!." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir.

Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok... Ama, beynindeki bilgiler, senin hayâl mekanizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.

Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri değerlendiren veri tabanın gelişmemiş ya da yetersizse, arızalıysa, gördüğün hayâl de ona göre arızalıdır; gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl gördüğünün isbatıdır.

Birisi bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle görüyor? Çünkü, görme cihazı arızalı!. Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor.

hf

İNSAN NİÇİN YAŞAMIN ACI GERÇEKLERİYLE

KARŞI KARŞIYA KALACAK?

Kendinizde olduğu gibi başkalarında da ortaya çıkan özellikler, yine Allah’ın isimlerinin özellikleridir. Ama biz etrafa dönük değil, önce kendimizi geliştirmek yönünden olaya bakarsak, nasıl zikir beyinde belli bir kapasite genişlemesini ve bu kapasitenin gelişmesine bağlı olarak kişilikte gelişmeleri ve kişiliğin tekâmülünü getiriyorsa ve bu özellikler de otomatik olarak beyin tarafından ruha yüklendiği için, ruhunuzun da çok daha yüksek kapasitede özelliklerle kemâlâtla üretilmesini sağlamış oluruz.

Yani yaptığımız bu zikir çalışmaları veya bu zikir yanısıra yaptığımız diğer “ibadet” adı verilen bireysel menfaate dönük çalışmalar, yani namaz-oruç-hac vs. gibi çalışmalar hep bizim kendi geleceğimizi en güzel şekilde inşâ etmek, ölüm ötesi boyutta yaşam şartlarımızı güzelleştirmek amacına yöneliktir.

Dolayısıyladır ki biz, ya bu çalışmalarla kendi ölümötesi yaşam bedenimiz olan astral bedenimizi-ruhumuzu geliştireceğiz, kuvvetlendireceğiz ve bunun ötesinde Allah’ı ve Allah’a ait özellikleri daha iyi anlayıp kavrayacağız, ve onları anladığımız-bildiğimiz ölçüde kendi yaşamımıza ona göre yön vereceğiz...

Ya da bunları ihmal edeceğiz, bütün bunlardan bîhaber olarak; sanki yukarıda ötede bir tanrı varmış gibi, sanki onun bizim yaptığımız şeylere ihtiyacı varmış gibi olayı değerlendirip; “Aman canım.., O’nun benim yaptığıma ihtiyacı yok!“ deyip, her şeye boşverip, ondan sonra da yaşamın son derece acı gerçekleriyle karşı karşıya kalacağız!.

İşte bu sohbetimde size bilebildiğim, muttalî olabildiğim kadarıyla yaşamın gerçeklerinden ve bu gerçeklere dayalı olarak gelmiş olan Din’in tekliflerinden ve Din’in geliş gerekçelerinden söz etmeye çalıştım...

Bilemiyorum faydalı olabildim mi, olamadım mı?...

Ama şurası kesin gerçek ki, bu anlattıklarım doğru veya yanlış da olsa siz gene de bu konuları ana kaynaklardan araştırın, düşünün, inceleyin, etüd edin.

hf

SUKÛTU HAYÂLLER

SİSTEMİ ÖĞRENMEYİŞİN FATURASIDIR

Sükûtu hayâller daima gerçeklerle karşılaşmaktan doğar... Ne kadar çok sükûtu hayâlin varsa, o kadar gerçekle karşılaşırsın!.

hf

Karşılaştığın sükûtu hayâller, Allah sistem ve düzeninin gerçekleridir. “Sistem”i öğrenmeyişinin faturasıdır!.

hf

Büyük sükûtu hayâller, gerçekçi olmayan hayâllerle gelir.

hf

Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları, gerçekleşmesi mümkün olmayan ham hayâller kurarlar; sonucunda da sükûtu hayâller yaşarlar.

Kim ne zaman sükûtu hayâle uğramışsa, bu onun kurduğu yanlış veya geçersiz hayâllerinin sonucudur!.

İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar… Bu kurduğu hayâllerin de gerçek olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini harekete geçirir... Sonuçta da hayâlleri gerçek olabilir!.

Ne var ki, o isteklerinin hayâlleri doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu zaman da mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya da oluşmasını beklediği konuda yanlış veriler edinmiştir. Bu yüzden de sükûtu hayâl mukadder olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının sonucu olarak!.

hf

Hayâllerle ördüğün kozanın dışındaki gerçekleri araştırmazsan, bil ki yarın seni pek çok sükûtu hayâl beklemekte!.

hf

YAŞANILAN OLAYLAR, İNSANI

HAYÂL DÜNYASINDAN ÇIKARTIR;

GERÇEĞİN DÜNYASINA YÖNLENDİRİR

Dünyada yaşarken cehennem azâbını yaşamanın, yanmanın sebebi, şirki hafî denilen, gizli şirktir.

Ancak, gizli şirki atmış olabilenin ateşi, azâbı, cehennemi biter.

“Ey mümin, üzerimden çabuk geç!. Nûrun ateşimi söndürüyor” şeklindeki cehennemin hitâbı; iman ehli kişinin inancının, azâp ortamını ortadan kaldırdığını, anlatmaktadır.

Aynı sıkıntılı ortamı paylaşan iki kişiden biri imanlıdır; “Allah böyle takdîr etti, böyle oluyor, bunda da bir hikmet var.” der, azâbı, sıkıntıyı duymaz...

Diğeri ise, Allah’ı görmez. Gizli şirk ehlidir. Cehenneminde yaşar.

O, başına gelen işin Allah’tan olduğunu bilmez… “falanca yaptı da onun için bu iş başıma geldi“ der. Ve bu sefer kendini, kendi eli ile ateşe atar.

Bilmez ki, başına gelenlerin tümü, falanca veya filânca kişinin yapmasından değil; Allah’ın ona, o olayı yaşamasını takdîr etmesinden, o hâli yaşamasını dilemesindendir.

O yaşadığı kötü olay, tecrübedir.

İnsan, bu dünyaya belli tecrübeleri yaşayarak, belli bir kemâle ulaşmak için gelir.

Yaşanılan her kötü olayda da bir ibret vardır.

Bu ibreti, ya o olayı yaşarken alırsın. Ya da, aradan üç ay, beş ay, bir sene, beş sene geçtikten sonra alırsın. Ama neticede, yaşanılan her olayda bir ibret vardır.

Yaşanılan her azâp ve sıkıntı bir takım yanlış, eksik bilgilerin giderilmesine vesile olur.

Yaşanılan olaylar, “insan”ı, gerçeğin dünyasına yönlendirir. İnsanı, hayâl dünyasından çıkartır.

En önemli nokta burasıdır!.

hf

YAŞAMINIZLA KUMAR OYNAMAYIN!

“Yaşamınız” derken, EBEDİ YAŞAMINIZdan sözediyorum.

Şu dünyada kaç saniye yaşadık ve daha kaç saniye yaşayacağız, gerçek boyuta, gerçek zaman değerlerine göre?... Bunu hatırlayın…

Yaşamınızın kaç saniyesi gitti veya kaç saniyesi veya salisesisi kaldı?

Timer” hızla işliyor!

Geri sayım başladı... 59 58 57 56....

Hızla azalıyor zaman!

Öyleyse bu kalan zamanı çok iyi değerlendirin! Bu dediklerimi araştırın! “Doğru mu, değil mi?” bunları tasbit edin, kalan son süreyi iyi değerlendirmeye bakın!

Bir daha geri geliş, Kurân’a göre yok!

Hz. Muhammed’e göre insanın bir daha dünyaya gelerek yapmadıklarını yapması, hatalarını, yanlışlarını telâfi etmesi mümkün değil!.

Yarın öbür tarafa gittiğiniz zaman, burdaki bu değerlerin hiçbirisi geçerli olmayacak.

Öyleyse lütfen, bu gerçekleri olabildiğince gerçekçi bir biçimde düşünerek pişman olmayacağınız bir biçimde yaşamınıza yön vermeye çalışın. Zira son pişmanlık noktasında, size bir daha kesinlikle geri dönüş hakkı olmayacak!.

Allah hepimize pişman olmayacağımız bir şekilde yaşamı değerlendirmeyi, yaşamın gerçeklerini değerlendirmeyi kolaylaştırmış nasip etmiş olsun!

hf

 “HAVL”

Havl” kelimesi,”kuvvet” anlamınadır. Türkçeye “kuvvet” olarak çevirebiliriz. Yani herhangi bir kuvvetin kendisinde izhârıyla, kendisinden açığa çıkan ahval.

hf

“HAYVAN”

Hayvanlar, bilindiği gibi kaba güç kullanarak yaşarlar… Gözlerine kestirirler, saldırırlar!… Ele geçirecek güçleri varsa, ele geçirirler… Onu yiyerek rızıklanırlar!.

Avın gözyaşları ve haykırışları hiç umurunda değildir hayvanların!.

Onlar için önemli olan, kendilerinden güçsüzü açıktan ya da hile ile yakalayıp yemektir!. Canlı canlı parçalamaya başlarlar hayvanlar avlarını… Çocukları varmış, eşi varmış; onun ki de canmış; hiç böyle düşünce ve duygular bulunmaz hayvanlarda!. Düşünce ve duygudan mahrum varoldukları için de “hayvan” denmiştir onlara!.

Hayvanlar anlatılmakla bitmez... Kimi iki ayaklıdır, kimi dört ayaklı, kimileri de çok ayaklı!.

hf

“HAYIR” VE “ŞER”

“HAYIR” VE “ŞER” DİYE

 TANIMLADIĞIN BÜTÜN OLAYLAR,

“ALLAH” İSİMLERİ İLE İŞARET EDİLEN MÂNÂLARIN

FİİLLER ÂLEMİNDE ORTAYA ÇIKMASIDIR!

HOŞUNUZA GİTMEYEN NİCE ŞEYLER VARDIR Kİ, SİZİN İÇİN HAYIRLIDIR VE SİZE HOŞ GELEN NİCE ŞEYLER VARDIR Kİ, SİZİN İÇİN ŞERDİR. ALLAH BİLİR, SİZİ BİLMEZSİNİZ.” (2-216)

Âyetiyle de işte bu gerçeğe işaret ediliyor.

Şimdi, fenâlık denen şey kişilerin terkibine, tabiatına uygun olmayan şeydir. Ve, “bu sendendir” derler. Hz. Muhammed’i kastediyor. Hz. Muhammed aleyhisselâmda ilâhi hakikat zâhire çıkmakta olduğu için.

Şimdi burada, önce “fenâlık” kelimesiyle kastedilen mânâ nedir bunu anlayalım.

De ki: o sizin gördüğünüz, fenâlık dediğiniz şey, Allah’tandır “Muhammed”den değildir!. “Allah’tandır!” diyerek gerçeği göstermek istiyor!

Yani, terkibin itibariyle baktığın zaman, hayır ve şer söz konusudur!. Terkibine ters düşen şeye “şer” adını verirsin. Tabiatına ters düşen şeye, “şer” adını verirsin. Tabiatına uygun düşen şeye de “hayır” adını verirsin.

Fakat hakîki mânâda hayrın ve şer’in ne olduğu, Allah’ca malûmdur!.

Dolayısıyla, her halûkârda da, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini kabullenmek gerekir.

Esasen nefsin hakîkatı, Hakk’ın esmâlarının terkibidir. Öyleyse nefsindedir, derken, o terkib dolayısıyla, ortaya çıkıyor o şer!.

Peki o terkib, ilâhî isimlerden meydana geldiğine göre, şerrin, yani şer dediğimiz bu olayın kaynağı Allah değil mi?..

Allah değil, Rab!.

Çünkü Allah’ta karşıtlılık yok ki!. Terkibde kayıtlılık sınırlılık var!

Her ne kadar terkibin mâhiyeti, Allah’a dayanırsa da terkib oluşu yönünden, “nefs” kelimesiyle kastedilir!

Rubûbiyet mertebesindeki, senin varoluş tarzın-şeklin-biçimindir. Bundan dolayı da şer nefse bağlanır, Allah’a bağlanmaz! Ve zaten onun şer oluşu, nefsine göredir; Allah’a göre değil!.Yani terkibine ters düştüğü için, ona sen “şer” hükmünü veriyorsun!

Şuurun terkib kaydından kurtulmuş olsa, o takdirde o iş sana “şer” olarak gelmeyecek; sadece, Allah’tan! deyip geçeceksin... Ne hayır, ne şer hükmü kalacak!.

Hayrın ve şerrin ne olduğunu; şerrin neye nisbetle “şer” olduğunu tam açıklıkla anlatmış olduk!.

Tekrar ediyorum, “şer” terkibe nisbetle, “terkibe ters düşen” olayın adına verilir! Veyahut ta senin “terkib kayıtları içinde kalmana yol açacak” fiîle verilir!.

İlahî mânâda, seni ikaz mânâsında, kullanılan, “şer” kelimesi; senin terkîbini muhafaza etme mânâsında gelen olaydır.

Buna mukabil, senin şer, kabul ettiğin terkîbine ters düşen olaydır!

İlâhi mânâda, sana “şer” diye bahsedilen olay, sana “hayır” diye gelir. Çünkü terkibine uygunluk, terkibini muhafaza yolunda oluş getirmektedir. Buna mukabil, ilâhî mânâda ise bu şerdir!. Çünkü seni terkibine hapseder!.Dolayısıyla, sana -hayır- gibi gözükse de o şey “şer”dir!

Ama netice itibariyle, hepsi de ilâhî isimlerin etkisiyle oluştuğu için;

DE Kİ: HEPSİ DE ALLAHTANDIR!.”

Hayr” ya da “şer” diye nitelendirdiğin olaylar, ALLAH’ın türlü isimlerinin mânâsı olarak senin karşına gelmektedir!.

Yani, senin karşılaştığın “hayır ve şer” diye tanımladığın bütün olaylar, ”ALLAH” isimleri ile işaret edilen mânâların, fiiller âleminde-ef’âl âleminde ortaya çıkmasıdır.

hf

 HAYIR,

ALLAH'IN KUDRETİYLE AÇIĞA ÇIKMAKTADIR!

(Soru: "Hayır senin yeddinde"dir. Meâlini lütfen açıklar mısınız? -Mâlikel mülk'ten)

 “Hayır”, senin kudretinle açığa çıkmaktadır, bunu idrâk ettim demektir...... Eden için tabiî... Yoksa sadece lafını söylemiş olur.

hf

 ALLAH’TAN GAYRI YOK İSE

HAYIR VE ŞER OLUR MU?..

“Hayır” nedir? “Şer” nedir?..

Herşey, Allah!..

Herşey Allah’sa hayır ve şer olur mu?..

Şu çalışan klima, şu lâmbalar, buzdolabı, elektrik süpürgesi, ütü..

Bunların hepsi ayrı ayrı şeyler değil mi?..

Ama hepsi de elektrikle mevcut…

Ütüyü ben bıraktığım zaman yere, düşüp kırılır mı?..

Ampüle sopayla vursam ne olur?..

Aslının elektrik olması, ampülün kırılmaması mı demektir?..

Ütünün düştüğünde bozulmaması mı demektir?..

Buzdolabının çalışamaz hâle gelmesi mi demektir? ..

Burada anlayamadığımız önemli bir nokta burası..

Şu tahta yanar mı?..

Yanar!

İçindeki atomlar yanar mı?..

Atomlara birşey olmaz, atomlar yanmaz!

Dolayısıyla hepimizin hakikatinin Allah olması, Özümüzdeki varlığın Allah olması, bizim düşünce boyutundaki birimsel varlığımız itibariyle yanmamamız diye olayı getirmez, yanarız!

Yanmamak için de gereken şeyleri de Hz.Rasûlullah bildirmiş.

En başta ne demiş?..

NAMAZ!

İslâm’ın en önde gelen umdesi, Namaz!                                

hf

 HAYRIN VE ŞERRİN KAYNAĞINI

İDRÂK ETMEYE ÇALIŞINIZ…

 Ne gecenin şerri vardır, ne de sabahın hayrı!.. Hayrın ve şerrin kaynağını ve gerçeğini idrâk etmeye çalışınız.

hf

Gerçek katında, ne hayır vardır, ne de şer!.

hf

Beşer gözüyle bakan, hayrı ve şerri; Hak gözüyle bakan, sonsuz kemâli seyreder!.

hf

 

 SABREDERSEK EĞER,

“ŞER” OLARAK NİTELEDİĞİMİZ OLAYIN

BİR SONRAKİ AŞAMADA NİMET OLDUĞUNU

FARKEDERİZ!

Esasen, Sabır, Gâfilin kendini koruma mekanizmasıdır!...

Biz genelde, nefsimize hoş gelmeyen şeyleri ŞER olarak görürüz.. Halbuki nefsimize hoş gelmeyen şeye sabredersek, o şer gördüğümüz şey bizim şuur boyutunda kendimizi daha iyi tanımamıza yol açmak için, âmiyâne tâbirle yontulmamız için başımıza gelmiş bir BELÂdır!.. Biz o andaki şartlarımıza GÖRE o olayı şer olarak, belâ olarak nitelendirirsek de daha sonraki bir aşamada onun nimet olduğunu farkedebiliriz..

hf

BEDENSEL ÇIKARLARINA UYGUN OLAN “HAYIR”,

TERS OLAN “ŞER”DİR!

Hayır ve şerrin gerçeği şudur:

Seni, yani şuurunu, isimler bileşiminin yapısından ve kayıtlarından kurtarmaya çalışan şey, hayırdır...

Seni terkipsel yapına, bedensel yapına çeken, kendini beden gibi, birim gibi kabullenmene yol açan şey de şerdir!.

Gerçek böyledir!.

Buna karşın bedensel çıkarlarına göre ise; senin bedenine, tabiatına uygun gelen şey, hayırdır... Seni bedeninden uzaklaştıran, bedenin istek ve arzularına cevap vermeyen şey de sana şerdir!.

Hemen burada, şunu anlamalıyız!.

Senin bedenine uygun gelen; bedenin istek ve arzularına cevap veren, seni bedenselliğe çeken istek ve arzular, demek ki gerçekte “şer”dir...

Eğer bunları anlayıp, idrâk edersen, artık kendini buna göre düzenlemek zorundasın!.

hf

 KİME NE ZAMAN VE NASIL

İYİLİK VE FENALIK YAPMIŞ OLURUZ?

Fenâlık nedir?.

Kime nasıl fenâlık yapmış oluruz, kime nasıl iyilik yapmış oluruz?..

İyilik ve fenâlık kelimelerinden anlaşılan mânâ nedir?

Senin tabiatına uygun olan şeyi, ben sana ulaştırdığım zaman, sana iyilik etmiş olurum. Senin anlayışına göre!.

Senin tabiatına ters düşen şeyi sana ulaştırdığım, sana ulaşmasına vesile olduğum zaman da sana fenâlık etmiş olurum!. Gene, senin anlayışına göre…

Fakat gerçekte, senin tabiatına ters düşen şeyi, sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olurum! Senin tabiatına uygun olan şeyi sana verdiğim zaman sana iyilik etmiş olmam!. Hakîkat açısından! 

hf

Tabii namaza gelmek için Kelime-i şehâdeti getirmek lâzım… Yani evvelâ o fikriyatı kabul ediyorum deyip evvelâ namaza gelmek lâzım; namazı yaşamak lâzım!

hf

ALLAHIM...

"KALDIRABİLECEĞİM KADARIYLA HAYIRLISINI

İHSAN EYLE!

Hayırlısı her zaman hayrınıza olmayabilir...

"Kaldırabileceğim kadarıyla hayırlısını ihsan et" diye isteyiniz.

Hayırlısı gelir başınıza ama kaldıramayabilirsiniz!.

hf

“HAYRET”

Hayret, sırrı görenin hâlidir.

hf

 

HAYRET MAKAMI

Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâmın şu duasını hatırlayalım:

"Allah’ım hayretimi arttır!."

Tasavvufta hayret makamı vardır. Bu makama gelen kişi, günbegün perdelerinin kalkmasıyla hayretten hayrete düşer. Çünkü, o güne kadar çeşitli şartlanmaların tesiri altında, yanlış bilgiler sonucu, olmayan şeyleri var sanarak yaşarken; işin hakikatına yönelme sonucu, eşyanın hakikatını görmeye başlayınca büyük hayretlere düşer. Hayretin sebebi her şeyin hakikatı olan Allah'ın esmâsını seyrin neticesidir.

hf

“HAYRETTE OLAN”

O güne kadar var sandığı varlıkların gerçekte bir varlıkları olmadığını görmek sûretiyle hayrette kalan!.

"Ağlayandır"!.

Öyle gerçekleri müşahede eder ki bu seyir sırasında elinde olmadan ağlama hâli zuhur eder kişiden.

İşin olabildiğince hakikatını, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin bu "Risâle-i Gavsiye" isimli eserine dayanarak açıklama yapmamıza rağmen, gene de bir yerde durmak mecburiyetinde olduğumuz öyle gerçekler vardır ki, bunları yazamıyoruz.

İşte bu gerçekleri gören-bilen velî ağlar!. Elde olmaksızın ağlar. o gerçekler ağlatır insanı.

"Eğer, siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!."

Bu hadîs-i Rasûlullah, işte yukarıda anlatamadığımız gerçeğe işaret etmektedir. Ki ehli bunu elbette bilir.

"Kabirde de bu böyledir". Ölümü tadmış bulunan birimin bedeninin içine defnedildiği toprak çukura kâbir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir" denilir. Hattâ ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.

Yani bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.insan, bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak", hakikatı ve Hakk’ı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.

"Sağır, dilsiz, kör, hayrette olan" tanımlamasını tasavvuf ıstılahıyla şöyle de anlatmak mümkündür.

"Allah'ı bilenin dili tutulur" hükmünce, gözündeki perdesi kalkarak, Zât-ı ilâhîyi müşahede eden sağır olur, izâfî varlıklardan yükselen sözleri ve hükümleri işitmez olur; hakikatı açıklayamıyacağı için, dili konuşmaz olur, bilir ki hakkında konuşacağı varlık O'dur!. Her an O'nun yeni yeni şanlarını seyretmekten hayrette olur. Ki dünyada da âhirette de böyledir.

hf

SONSUZ HAYRET

Sonsuz hayret, seyirdedir!.

 

hf

"HAYY" ESMÂSI

 

hf

“HAYY” ESMÂSI

 Sonsuz dirilik, canlılık sahibi.

hf

ALLAH,

SINIRSIZ-SONSUZ;

BÖLÜNMEZ-PARÇALANMAZ

“CAN”DIR

 ALLAH AHAD” dır, gibi;

ALLAH HAYY”dır; sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz “CAN” dır!

hf

HAYATIN BAŞLANGICI,

“ENERJİ”DİR

Hiçbir maddesel görünüm vermeyen salt ışınsal enerjiden; dünyanızın dağ, taşlarından, şu bedenlerinize kadar her şey canlıdır ve kendi bünyesinde devamlı bir hareketlilik içindedir...

-Yâni, siz atomik yapıdaki hareketlilikten bahsediyorsunuz?.

-Atomik yapı dediğiniz, salt ışınsal enerji ile salt madde arasında kalan bir geçiş tabakası sayılabilir... Gerçekte, eğer ifadeye getirmeğe çalışırsak, şöyle diyebiliriz:

"Canlılığın" başlangıcı, salt enerji; maddeye dönüşüm noktası atomik yapı; nihâyet bedene göre "canlılık" ise hareket hâlindeki madde birimleridir.

hf

ALLAH'IN HAYAT SIFATI,

(HAYAT ENERJİSİ)

GÜNEŞTEN GELEN IŞINLARLA

CANLILARA ULAŞIR

Aslında şu anda da biz, Güneş’in ışınsal platformu üzerinde yaşıyoruz; dünya üzerinde hayat bulmuş her canlının hayat kaynağı, güneşten gelen ışınlar!

Bu ışınlar, ATP denen bir ana yapıyı meydana getiriyor ve o yapı dünyadaki hayatın kaynağı. Yani ALLAH'IN HAYAT SIFATI, Güneşin üzerinden Dünyaya ulaşan ışınlarla bize hayat ve canlılığı ulaştırıyor. Yani,

Gözümüzü açıyoruz, Güneş platformunda...

Yaşıyoruz, Güneş platformunda...

Ölümle birlikte boyut değiştiriyoruz, yine Güneş platformunda!.

hf

BEYİN DE

GÜNEŞTEN YAYILAN HAYAT ENERJİSİ OLAN

“CAN”LA BESLENİR VE GELİŞİR!

Beyin de aldığı gıdalarla, glikoz ve oksijenlerle yaşam enerjisini temin ederken; Güneş’ten yayılan hayat enerjisi olan “CAN”la beslenir ve gelişir.

hf

ALLAH’IN “HAYAT” SIFATI

KÂİNATIN HER NOKTASINDA AYNIYLA MEVCUTTUR

Bu varlığı meydana getiren özellikler orijindeki Tekil yapıdan kaynaklanıyor.

Bu tekil yapının varlığında mevcud olan belli özellikler, ayrı ayrı lokalize olmuş özellikler değil.. Yani varlığın aslında orijininde bir yerde Allah’ın Rahman isminin özelliği, bir yerde Allah’ın Rahim isminin özelliği, bir yerde Cemil isminin özelliği, bir yerde Fettah isminin özelliği gibi düşünmeyeceğiz...

Senin bedeninde “Can” nerde?

Heryerde eşit olarak var!.

Nasıl senin bedeninde can her yerde eşit olarak varsa, Allah’ın HAYAT sıfatı da bu Kâinatın her noktasında aynıyla mevcud. Daha fazla veya daha az şeklinde değil.

Hayat sıfatı bu varlığın her noktasında parçalanmaz bölünmez bir biçimde varolduğu gibi İLİM sıfatının neticesi olan Bilinç de Evrenin her noktasında bölünmez parçalanmaz bir biçimde mevcud!.

hf

“HAYY” SIFATIYLA YERYÜZÜNE VE

EVRENİN HER NOKTASINA ULAŞAN CAN,

“BİLİNÇ” KELİMESİYLE

İŞARET EDİLEN MÂNÂDIR

İnsan bedeninden yola çıkalım...

Biliyoruz ki insan bedeni trilyonlarca hücreden oluşmuş bir bileşik yapıdır... Bu yapıda faaliyete hâkim olan güç ise bio-elektrik sistemdir.

Kezâ beynin tüm faaliyeti dahi hep bu bio-elektrik enerji ile oluşur ve devam eder..

Geçmiş yıllarda ve asırlarda, beyin faaliyetini oluşturan bu bio-elektrik güç bilinmediği için meselenin çözümünden uzak kalınmış ve benzetme yollu tanımlamalar ile konuya yaklaşılmaya çalışılmıştır.

Eski klâsik anlayışa göre bir “cansız et-kemik beden”; ve bir de buna “can” veren, dışarıdan bir yerden gelip bu bedenin içine giren “RUH” anlayışından sözedilirdi ki; insan bedeninde ortaya çıkan “şuur-bilinç” bu ruhta mevcut sanılırdı.

Oysa işin gerçeği, aslı bu değildir...

“CAN”, yeryüzünde ve evrenin her noktasında mevcuttur!.

“CAN” denen şey aynı zamanda “şuur-bilinç” kelimesiyle işaret edilen mânânın tâ kendisidir.

Dolayısıyla, yeryüzünde ve evrende “CANSIZ ve BİLİNÇSİZ” tek bir şey mevcut değildir!.

hf

EVRENDEKİ BÜTÜN CANLILAR

ALLAH’IN “HAYY” SIFATIYLA

SONSUZA DEK YAŞAMINA DEVAM EDER!

Şimdi dikkat edin, sâde insan değil, bütün canlılar; yani evrendeki her nesne canlıdır, dolayısıyle bütün varlıkların sonsuza dek yaşamları devam eder.

Çünkü; evrende var olan bütün varlıklar "ALLAH"ın varlığı ile kâim varlıklardır.

"ALLAH"ın varlığının sonu olmadığına göre; "O"nun varlığından oluşmuş bulunan bilinçli varlıklara son düşünülmesi de "hükmî"dir, "indÎ"dir, "lokalize"dir, "an"lıktır!.

O bilinçli varlık, daha sonra

"O HER AN YENİ BİR ŞAN'DA(oluşta)DIR!"

âyetinin işaret ettiği mânâda, yeni bir yapıya dönüşerek, bir üst ya da alt boyutta -ama asla geldiği boyuta geri dönmeksizin- yaşamına devam eder.

"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY ONU ZİKREDER, TESBİH EDER FAKAT SİZ ONLARIN TESBİHİNİ ANLAYAMAZSINIZ ."

diyor âyeti kerimede de ..

Niye?.

Çünkü hiç bir şey hariç olmamak üzere, her şey canlıdır, şuurludur, diridir; varoluş gayesine göre, canlı ve şuurlu olarak tesbihini, zikrini yapmaktadır.

hf

“HELÂL “ VE “HARAM”

Allah ile arana soktuğun her şey, haramdır… Ârifsen!

hf

“HARAMA BAKMA!”

(“HARAM OLANI ARZULAMA!”)

Kelimelerin, anlatılmak istenen anlamların kılıfları, giysileri olduğuna hiç dikkat etmiyorlar!.

Harama bakma!” komutunun, gözle bakmak değil; “haram olanı arzulamamak” anlamında olduğunu düşünemiyorlar!.

Nesne”nin değil, “kendi hakları olmayan nesneyi arzu etmenin” haram olduğunu fark edemiyorlar!.

İsimler, kelimeler yalnızca birer işaret levhalarıdır… Sen o işaret levhalarını yüklenip, kendini zengin sandın!.

Ahmak, bilgi ezberleyip, kendini âlim, ârif, veli sandı!.

İçerik?… Bomboş!… Tamtakır!…

Amaç, içeriğe ulaşıp onu elde etmektir!. İşaret levhası kolleksiyonu yapmak, değil!.

“Rıbâ, dedi; sen ise bunun hangi uygulamanın ismi olduğunu anlamadan, enflasyonun yüzde yüz olduğu ülkede, üç kuruşu olan ihtiyarı emekliyi, “FAİZ”ci diye değerlendirip, ateşle korkutup, ele muhtac ettin!… “Kâr payı” ismiyle, önce “faiz” dediğine bu kez helâl elbisesi giydirdin!.

Harama bakma” dedi; gözüne gözlük, kafana örtü koyup, eve tv sokmadın!. Oysa, “bakma”nın, “haram olanı arzulama!” içeriği taşıdığını anlamadın!.

Tüm yaşamın, denizin üstünde kelimeler teknesinde geçti, bir türlü kavram ve içerik denizine dalamadın!.

hf

 

HARAMLA BÜYÜMÜŞ NESLİN

BELKİ KENDİ GÜNAHI YOKTUR AMA...

Kötülüğün manyetizması kötülüğü çeker; onlardan ayrılmayanlar da aynı şeyleri paylaşır!. İyiliğin manyetizması da iyileri çeker; yanlarındaki de aynı şeyi paylaşır.

Haramla (rüşvet), büyümüş neslin belki kendi günahı yoktur; ama bu şu gerçeği değiştirmez; o kişiler farkında olmadan zehirle beslenenin âkıbetine uğrar!.

hf

“HELÂLLIK ALMA”

Helâllık”, o konudaki sistemin işleyişini durdurmadır!.

“Seri-ül hisâb olan Allah’ın hesabı anında görmesi” demek, yapılan işlemin karşılığının, anında yürürlüğe girmesi demektir...

Yürürlüğe giren işlemin yani o davranışın karşılığının oluşması kimi olayda bir gün, kimi olayda bir sene, kimi olayda da daha uzun bir sürede açığa çıkar...

Helâllık alma, kişinin dille helâl ettim demesi değildir; bağışlaması ve olayı gönülden kapatmasıdır...

Seri ül hisâb”ı bu boyutuyla anlarsak ve gelişmeleri sistem içinde değerlendirirsek, helâllık almanın, sistemin, o olayla ilgili menfi işleyişini durdurma olduğunu farkederiz...

Dolayısıyla “Seriul hisâb” olmasıyla, helâllık alma olayının bir çelişkisi yoktur...

(Soru: Tek’liği kavramış ama yaşama geçirememiş kişiler için helâllik istemek şirk midir?..)

Helâllık alma sistemin sonucudur, Tek’liği kavrayıp kavramamakla ilgisi yoktur!.

hf

"HESAP GÜNÜ”

SİZE “HESAP GÜNÜ”NÜN GELECEĞİNİ

HABER VEREN RASÛLLER GELMEDİ Mİ?!

 (Hesap gününde) EY CİN VE İNS CEMAATİ (denecek), İÇİNİZDEN SİZE ÂYETLERİMİ NAKLEDER, BU GÜNÜN GELİP ÇATACAĞINI UYARIP HABER VERİR RASÛLLER GELMEDİ Mİ SİZE?.

"EY RABBİMİZ" DİYECEKLER, "NEFİSLERİMİZE KARŞI (kendi aleyhimizde) ŞÂHİDLİK EDERİZ"...

DÜNYA HAYATI ONLARI ALDATTI DA (bu duruma düştüler). GERÇEK KÂFİR (Hakikatı örtücü) KİŞİLER OLDUKLARINA KENDİLERİ DE, KENDİ ALEYHLERİNE ŞÂHİDLİK ETTİLER.(6/130)

 Bu âyet meâli de CİNlerin ve insanların hesap günündeki durumlarından bahsetmektedir...

CİNlere de Nebi ve Rasûllerin gelmiş olduğunu; onların da Yaratıcılarına karşı vazifeleri olduğunun bildirildiğini; "ALLAH"`a ve "ALLAH" Rasûlerinin önerilerine uymakla sorumlu olduklarının açıklandığını; ancak buna rağmen büyük bir kısmının bu ihtarlara kulak asmamakta olduğunu vurgulayan bir âyet bu da!.

Nitekim, hakikatla karşılaştıkları günde yaptıklarının kendi hüsranlarına sebep olduğunu anlayacakları ve suçlarını da itiraf edecekleri de gene bu âyette bildirilmektedir... İnsanlar gibi, CİNlerin de büyük bir kısmının "kâfir" yani "gerçeği örtücü" oldukları bu âyetle daha o zamanlardan açıklanmış; ve dahi bu sûretle onların gerçeği görmeleri istenmiş olmaktadır.

hf

“HESAP VERME”

(ÖLÜMÖTESİ BOYUTA

HANGİ EVRENSEL BİLGİLERLE  İŞARET EDİLDİĞİNİ

SORGULAMA SÜRECİ)

 

HER KİŞİ

ÖLÜMÜ TADARAK GEÇTİĞİ YENİ YAŞAM BOYUTUNDA

O YAŞAMIN GERÇEKLERİNE KARŞI

KENDİSİNİN NE KADAR HAZIR OLDUĞUNU

OTOMATİKMAN SORGULAR

 

Hemen her kişi ölümü tattığı anda bir şok yaşar adeta!.. Zira dünya yaşamında hiç düşünemediği kapsamda, değişik bir yaşam türü gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştır.

Bu evrede HER kişi tüm geçmişini sorgulamak durumundadır otomatikman... Yanlışları ve doğruları neydi acaba?

Evet, kâbir âlemine geçen HER kişi içine girdiği bu yeni ortam ve şartlar doğrultusunda MECBUREN bu defa inancını sorgulamaya; inanç ve ölüm ötesi yaşama hazırlık konularında nerede isabet edip nerede hata ettiğini tespit etmeye başlar. İşte bu süreç işte Münker–Nekir adlı meleklerin kendisinde açığa çıktığı evredir.

HER kişi, kendisine tümüyle değişik gelen bu ortamda, içinde bulunduğu yaşamın gerçeklerine karşı kendisinin ne kadar hazır olduğunu sorgulamak durumundadır.

Dünyada iken yaşanmış olan iki tarz yaşam vardır...

Ya, “ALLAH” ismiyle işaret edileni anlamak ve bu anlayışa dayalı olarak dünya yaşamı tarzını tercih etmiş olmak...

Ya da bu gerçeği fark edememiş olarak; bir dış objeye, ötede, öteNde bir tanrı–ilâh var zannı içinde, sistemin gerçeklerine uymayan yaşam tarzı ile dünya yaşamını noktalamış olmak!..

ŞUNU FARK EDELİM...

Çeşitli isim ve sıfatlarla anlatılan olayları, genelde yaptığımız gibi, bu isim ve sıfatların anlamından yola çıkarak deşifre etmeye kalkarsak bu çok çetrefilli bir yoldur ve olayın gerçeğine isabet etmemiz de hayli güçtür!.. Çünkü kelimeler yaşanılanı anlatmada hayli yetersizdir. Bu yetersizlik dolayısıyla da kelimelerden gerçeğe ermek hayli zor olur.

Bunun misâlini şöyle vereyim. Bir rüya görürsünüz ve o süreçte neler yaşarsınız hissedersiniz. Ancak uyanıp da bunu bir başkasına anlatmaya kalktığınızda rüyada görüp yaşadıklarınızı ne oranda karşınızdakine aktarabilirsiniz kelimelerle!?

İşte Rasûller ve Nebiler de bilinç boyutu algılamasında, zaman zaman vizyonlarla da desteklenen bir biçimde, pek çok şey algılar ve yaşarlar; ama ne çare ki bunları kelimelere dönüştürerek karşılarındakilere anlatmak durumunda kaldıklarında son derece yetersiz kalırlar anlatımda.

Bu sebepledir ki, bize böyle bir kelimesel bilgi ulaştığında, acaba yaşanılan neydi ki bu kelimelerle bize aktarılmaya çalışıldı diye düşünmek, konuya nüfuz edebilmek için son derece yararlı bir yoldur.

Buna karşılık, “yaşanılan neydi” deyip onu algılamaya çalışarak, “hâlden kâle gelmek” gerçekten çok kısa ve net bir yoldur.

Kelimeler ise insanın hissedip yaşadıklarını anlatmada çok yetersiz ve zayıftır.

Tekrar gelelim ana konumuza...

Kişi “ALLAH” adıyla işaret edilen gerçeğine uygun yaşamışsa; acaba, bunun yanı sıra, Nübüvvet kemalâtından gelen bilgileri de değerlendirip, yaşamına buna göre yön verebilmiş midir?

Burada niçin “men Rasûlüke” denmiyor da, “men Nebiyyüke” deniyor?

Oysa gerek kelime-i şehadette gerekse Kurân-ı Kerîm’de bir çok âyette hep “Rasûle iman”dan söz edilmektedir.

Bunun iki cevabı var...

Birinci cevap şu... Risalet kemâlatı varlığın hakikatinden haber verir... Bu da ilk sorunun cevabıyla alakalıdır.

İkinci cevap ise... İçinde bulunulan şartlarda kişiye yarar sağlayacak şartlar nübüvvet kemalâtından gelen bilgileri değerlendirmiş olup olmadığıdır.

Meselâ, ibadet adıyla işaret edilmiş çalışmalar hep nübüvvet kemalâtıyla tesbit edilmiş, insanın ölüm ötesi boyuttaki ihtiyaçlarına yönelik gerekli çalışmalardır.

Kişi bu ibadetleri yerine getirerek, belirli enerjiler, kuvveler kazanır ve bu kuvveler ile, içinde bulunduğu ortamın kendisine azap veya sıkıntı verecek olan şartlarına karşı koyar.

Eğer nübüvvet kemalâtından gelen bu bilgileri değerlendirmemişse, Bu yolda yapılması zorunlu ibadet ve çalışmalar yapılmamışsa, bu defa o çalışmaların getirisi olan nurdan, enerjiden, kuvvelerden mahrum kalacağı için kabir azabı çekmeye duçar olur!..

Kabir azabı, kişinin geçtiği boyuta dünya yaşamında hazırlanmaması, edinmesi gereken kuvveleri edinmemesi, ruh bedenini yeterli ölçüde kuvvetlendirmemesi dolayısıyladır fark edileceği üzere.

hf

YARGICINIZ,

VİCDANINIZDIR…

O GÜN’DE HÜKÜM VERMEK İÇİN

VİCDANINIZ(NEFSİNİZ) YETER!

Bak dostum, dünyadaki ömrün tümüyle cennet olsa bundan sonra, -ki mümkün değil-; daha ne kadar yaşayacaksın?

Ebedi huzur ve saadete yüz çevirmene değer mi, bir kısım davranışların?

Ya, Allah’tan yüz çevirmene; özündeki Allah’tan tard olmana sebep olacak davranışlarda ısrarının nedeni ne?

‘’Özündeki ALLAH”a mı imanın yok?

Yaptıklarının, seni ebedi huzur ortamına götürmesi konusunda mı şüphen var?

Yoksa, ‘’Sistem’’e, sadece yaptıklarının sonuçlarına ulaşabileceğine mi yeterince imanın yok?

Yoksa, sana tebliğ edilenlere mi inanmıyorsun?

Lütfen otur, al başını iki elinin arasına; eğlenmeyi biraz bir yana koyup, beynini çalıştır!

İnandığın ne, inanmadığın ne?... Bu inançla, ilmine göre nereye gidersin?

Yaptıkların sonucunda eline geçenler, değer mi gelecekte yitireceklerine?

“Yarın”, rüya olacak “dün” uğruna, ebedi yaşamının cehennem olmasını kabullenene ne denilir ki?

Hesaptan evvel hesap ver nefsine! Sana, hesap görücü olarak vicdanın umarım yeter!.

Duygularını sen terkedemezsen; bil ki, imanın seni terkedecek bu gidişle!

hf

Yargıcınız vicdanınızdır... O günde hüküm vermek için NEFSİNİZ (vicdanınız) yeter.

Şimdi düşünün bakalım, Vicdanınızla başbaşa olarak düşünün!...

Çevrenize çelik dev duvarlar örülmüş, içinde yalnız olarak düşünün...

Ölümle birlikte dünya yaşamından şuurlarınızı örtmüş tüm kabullenişlerden uzak bir ortama gireceğini bilerek düşünün...

Anne-baba, koca-karı-kardeş kavramlarının kaybolduğu; büyük, büyük anneanne ile küçük, torun farkının olmadığı bir günün mutlak; günümüz kabullerinin de izâfi-göresel olduğunu hissetmeye çalışarak düşünün...

hf

ALLAH SİSTEMİ GEREĞİ, KİTABINI OKUYOR,

KENDİ KENDİNİ YARGILIYOR

VE SONUÇLARINA KATLANIYORSUN…

Beynin ürettiği tüm zihinsel mânâlar, beyin tarafından beynin ürettiği mikrodalga bedene yükleniyor... Yani ruhumuza yükleniyor ve ÖLÜM denen olay bizim bilincimizde hiç birşey değiştirmiyor ve biz o ana kadar ruhumuza yüklenmiş olan herşeyi ölümün akabinde daha da rahat bir biçimde görüp hissedip yaşıyoruz. Buna Din dilinde “KİTABINI OKUMA” olarak işaret edilmiş. Nitekim âyeti kerimede “bugün hesap görücü olarak senin nefsin sana yeter.”

Niçin?..

Çünkü sen yaşamın boyunca tüm yaptıklarını kendi kitabında yani ruhunda okuyup değerlendirebiliyorsun... Neyi eksik bıraktığını neyi elde edemediğini niye elde edemediğini görüyorsun.  Yani KENDİ KENDİNİ YARGILIYORSUN.

Kendi kendini yargılama ve bunun sonuçlarına katlanma mekanizmasını ALLAH bizim yapımızda meydana getirmiş..

Allah’ın seriül hesap olmasından sözedilir Kurân’da. Şu anda biz dünyada ne yapıyorsak eğri veya doğru, yanlış veya isabetli bunun neticesi anında meydana geliyor.

Biz MAHŞERde bu yaptıklarımızın neticesini hesabını göreceğiz...

Hesap o anda görülmüyor. Hesap o günde verilmiyor... Hesap şu anda yapılıyor zaten.. Çünkü Alllah seriül hesap... yani yapılanın neticesini anında oluşturan varlık!.

Ve Sistem bunu otomatik olarak da oluşturuyor.

İşte beyinde her yapılan veya düşünülen faaliyetin neticesinin otomatik olarak bir sonrasına hazırlık teşkil etmesi, bizim yaptığımızın hesabını vermemiz demektir.

İnsan iyi veya kötü ne yaparsa onun neticesini anında burada alıyor. Ve daha sonraki yaşamında elde ettiği şeyler onun bu anda yaptığı doğruların ve yanlışların neticesidir.

 hf

HERKES ELLERİYLE YAPTIKLARININ

(BEYİN VERİ TABANININ)

KARŞILIĞINI ALIR

    Kül itibariyle sınırsız olan İLİM – İRADE – KUDRET, işte böylece her zerrede, onun açığa çıkma sınırları, kapasitesi, fıtratı ölçüleriyle (kaderiyle) gerçekleşir.

DUA veya BEDDUA da işte bu sistemle beyinden açığa çıkar... Veri tabanı verileri sınırları içinde!

Her birim kendindekini yaşar!.

Her birimin yaşadığı bir diğerinden farklıdır.

Gene her birim, kendindeki kadarıyla, karşısındakini değerlendirir; gerçeğiyle karşısındakini algılamak konusunda, kendi kapasitesiyle sınırlıdır.

Birisine beddua etmeyin o hakketmediyse döner sizi vurur!” anlamındaki Rasûlullah uyarısı işte bu gerçeğe dayanır.

Size göre yanlış bulduğunuz olaydan dolayı, yönlendirdiğiniz kahredici kuvve, eğer o kişi masumsa veya o elinde olmadan öyle bir duruma düşmüş ise, kısaca hakketmemişse, ona ulaşamaz ve koruyucu kalkanından size döner ve aynı şiddetle sizi vurur!

Sizin veri tabanınızla sınırlı yargılarınıza GÖRE doğru” veya GÖREhaklı” bulduğunuz şey, acaba sistem açısından da aynı mıdır?...

Karşılaştığım olaylarda benim bakış açım, “acaba ben nerede yanlış yaptım da bu başıma geldi” şeklindedir; karşımdakini suçlamak yerine!.

Zira âyet: “Herkes elleriyle yaptıklarının karşılığını alır” gerçeğini vurgular!. Ellerinle yaptığından kasıt, oluşmuş “beynin veri tabanı”dır.

Evet, hakkeden hakkettiğini bulur!... Hakketmemişse de bu defa eden bulur!

hf

 İSLÂM DİNİ'NDE

HESAP VERİLECEK BİR DİN ADAMI,

ŞEYH, ÂLİM, PROFESÖR, ÖĞRETİCİ VS. YOKTUR!

 Her ferde, bu sistem ve düzen bildirilirken insanların kendilerini kurtarabilmeleri, geleceğe güzel bir şekilde hazırlanabilmeleri için de bu teklifler getirilmiştir. Yani, “şunları yaparsanız, yararını görürsünüz, kârlı çıkarsınız. Yok, ihmal ederseniz, neticesinde de siz kendi kendinizi cehenneme atmış olursunuz” diye bildirilmiştir, Kurân’da.

Buradaki teklifler tek bir paket değildir.

 “Bunların hepsini yaparsan cennete gidersin, yapmazsan cehenneme gidersin.”

Böyle bir şey “DİN”de yok!. Rasûlullah’ın tebligatında yok!.

Nasıl ki; bir dönem ders çalışılır, imtihana girilir, ve imtihanda çıkan sorulardan bir kısmına doğru cevap verilebilir ve o kadarının karşılığı not alınarak, sınıf geçilirse; aynı sisteme benzer olarak İslâmiyette de, “İSLÂM DİNİ”ne göre insanlara çeşitli teklifler getirilmiştir.

Namaz, oruç, hac, zekât, yalan söylememek, iftira atmamak, gıybet etmemek, başkasının hakkına tecavüz etmemek, yetim hakkı almamak, hanımlar için başlarını örtmek gibi…

Bunların hepsi getirilmiş tekliflerdir. Bir kişi bunlardan yapabildiği kadarını yapar, yapamadığı, onun kendi eksiğidir.

“Bunların hepsini yapacaksın, yapmazsan hepsini birden, diğer yaptıkların geçersizdir” diye bir şart yoktur. Sen, yapabildiğin kadarını yaparsın ve bunun karşılığını da alırsın.

Kişi, yaptığının veya yapamadığının hesabını kimseye vermek zorunda değildir.

Çünkü, hesap verilecek din adamı sınıfı yoktur İslâm dininde!.

Din Profesörü, din âlimi, imam, müftü, şeyhülislâm... Böyle şeyler yoktur İslâm dininde!.

Her ferd direkt Rasûlullah’a muhataptır, Kurân’a muhataptır.

Kurân teklifleri Allah Rasûlü tarafından açıklanmıştır. İsteyen tatbik eder, istemeyen etmez!. Bunlardan sorumlu olan insanın başında, bir din adamı sınıfı yoktur. Olamaz!. Böyle bir şey, uydurmadır!.

Hiç kimse, hiçbir insan, hiçbir ferd;

“Efendim, ben falancadan fetva aldım, ben filânca şeyhten duydum, filânca müftüden duydum, onun için böyle yaptım” diyerek mesuliyetten kendini kurtaramaz!.

Bunu çok iyi anlayın!. Çevrenize de anlatın!.

Hiç kimse, hiç kimseyi bahane ederek, “bana yanlış bilgi verdi“ diyerek, kendini kurtaramaz!. Sistem’de mâzerete yer yoktur.

“At buradan kendini aşağı!.” diyen adama inanır da dokuzuncu kattan aşağı kendini atarsan, kemiklerinin kırılmamasını bekleme!. Aşağıdaki mermerden de, merhamet dilenme!.

“Atladığımda bir şey olmayacağını söyleyen adama ben inanmıştım!.” demenin de bir yararı yok artık!.

Yanlış adama sormanın pahasını bütün kemiklerin kırılarak ödersin!.

 hf

"HEYÛLA"

İsmi “ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “HU” yani sadece “O” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tabir edilir).

HU”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!

O “nokta”, “HU” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.

hf

“HİCRET”

İMAN EDENLER,

VARLIKLARINI OLUŞTURAN “ALLAH” İSMİNİN

İŞARET ETTİĞİ VARLIĞA HİCRET EDEREK

 GEREĞİNİ YAŞAMALIDIR

   (Soru: Tövbe sûresi 20. ayette “iman edip hicret edenlere” kurtuluş vaad ediliyor... buradakı “Hicret”in mânâsı nedir?)

Kişinin iki dünyası vardır!

Birinci dünyası, madde dünya...

İkinci dünyası da bâtın yâni iç dünyası…

“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte asıl kurtuluşa erenler bunlardır.”(Tevbe sùresi-20)

Âyet; kişinin zâhir ve bâtın dünyasında hâkim olan tek kudretin Allah olduğuna işaret ediyor..

Ey İMAN EDENLER, “ALLAH”a iman edin” deniyor; biliyorsunuz. Yâni, iman edenlerin, hayâl edip varsaydıkları tanrı kavramından arınıp, “ALLAH” isminin işaret ettiğine iman etmeleri isteniyor.

Bundan sonra da onlardan talep edilen şey; varlıklarını oluşturan “Allah isminin işaret ettiği varlığa hicret” ederek onun gereğini yaşamaları!

Bir kişiyi sevip onsuz yaşayamayacağını söyleyen kişi imanı reddetmektedir…

İnsanlar iman edip ‘’Allah’a hicret etmek’’ mecburiyetindedir; eğer iman ediyorlar ise gerçekten “Allah” ismiyle işaret edilene!

hf

HIRS

HIRS, kendisine verileni değerlendiremeyenin, “DAHAsını istemesidir!.

hf

“HIRS HÜKMÜ”

ZÂHİRDE  GELDİĞİ GİBİ BÂTINI DA KAPSAR

…….

Bu, Cenâb-ı Hak’kın bu devrin insanına bahşetmiş olduğu bir kolaylık bir kısalıktır!

Çünkü Allah’ın âdeti odur ki, herhangi bir konudaki hüküm Dünyadaki bütün insanların üzerine iner.. Falancalara filancalara değil, bütün insanlara gelir!.

Dünyaya HIRS hükmü gelmiştir!

“Hırs hükmü” insanı kağnı arabasından, otomobile uçağa helikoptere füzeye getirmiştir .

Bu hırs hükmü, zâhirde geldiği gibi batını da kapsar!

İşte bu bâtını kapsaması dolayısıyle de, bu bahsetmiş olduğum öğreti sistemi gelmiştir!

hf

HIRS,

 İNSANI TÜKETEN KUVVEDİR!

Hırs, şeytanın elindeki kementtir!.

hf

 

“İnsan”ı zirveye götüren kuvveye eskilerHimmetdemişler

İnsanı tüketen kuvveye ise “HIRS”!

Bunları, kısaca,daha….” ile tanımlayabiliriz…

“İnsan” için bedene dönük hedefler, olursa olur, olmazsa aldırma; türündendir.

İnsansıiçin bedene dönük hedefler, tek amaçtır!… Hatta bedenin arzuları için, parasını, adını, yuvasını ve değerli bildiği ne varsa hepsini feda edebilir. Dinini, inancını bile terkedebilir. Çünkü onlar zaten lâfta mevcuttu! Çevresindekiler hiç önemli değildir; “insansı” sırf bedeni, zevk organları için yaşar!… Lâyığını da bulur!.

“İnsan” ise bilinç için yaşar… “Allah” adıyla işaret edilene ermek en büyük ideâlidir!. Dünyevi ve maddî kayıplar onu hiç üzmez… Para, seks, nam-isim onda fazla bir değer taşımaz.

Yaşadığı her an kimlere ne kazandırabilirim ebedî yaşamı itibariyle; diye düşünür ve her anını bu yolda değerlendirir.

Bunlara “himmeti âli kişiler” derler… Onlarda “Daha…” ebedî yaşama dönük olarak geçerlidir.

İnsansıda ise “daha…” ya paraya dönüktür ya sekse, ya da isim yapmaya… “Hırslı adam” ya da “hırslı kadın” derler.

hf

HIRS,

CEHENNEM ATEŞİDİR

Cehennemin ateşinin bir adı da “HIRS”tır; ki, bazıları yanmaktan âdeta zevk duyar; yanmak için, adını, parasını, yuvasını feda eder bir değersiz uğruna!.

Bu uyarıları dikkate almayanlar, elbette ki sonuçlarına katlanacaklardır ebeden.

“Her kişi, ne için yaratılmışsa, ona o iş kolaylaştırılır!.”

hf

Bizim, cehennem azâbını şu dünyada iken çekmemizin sebebi, yanlış bilgilenmeler sonucu, bizde oluşan sahiplik duygusu ve hırstır.

İnsanın cehennemde yanmasına; dünyada veya âhırette, kabir âleminde veya mutlak cehennemde yanmasına yol açan şey; sahiplik duygusu, hırstır!.

Bir insanda kanaat varsa, cehennemin yarısından kurtulmuştur!.

Bir insan sahiplik duygusunu atıp da;

“Mülkün sahibi Allah’tır!. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!” diyebilirse, cehennemin tamamından kurtulmuştur, tamamından azâd olmuştur.

hf

YAŞLILARDA HIRSIN ARTMASININ SEBEBİ…

Hitap edeni algılayamazsan, hitâbı değerlendiremezsin!.

Hitap edeni algılayamıyorsan, tasavvufta birinci basamak olan “tevhid-i efâl”i hazmedememişin demektir.

Bilgi kitapları yüklü mahlûkattan değil, ilmi hazmetmiş ehli kemâlâttan olmak mârifettir!.

Bunun yolu da, aklını kullanabilmekten geçer!.

Ne var ki, gençlikte hormonlar ağır basıp içgüdüler ve dürtüler öne çıkar, aklı kullanılamaz hâle getirir

Yaşlılıkta ise, akıl yavaşlar, yaptığı işin sonucunu düşünemez olur kişi; bunun neticesinde konuşmalarında çelişkiler artar; ve bunları da kendisi fark edemez olur, kapasitesi dolayısıyla; tümüyle bedensel dürtülerine iteklenir!. “Yaptımsa ben yaptım, verdimse ben verdim” türünden hüküm cümleleriyle fikirlerinin tartışılmasından uzak durarak kendini korumaya alır. Yaşlandıkça çocuklaştı, derler bu yüzden!.

Yaşlılıkta alınan her türlü vitamin ve takviye hapları, aklın zayıflaması sebebiyle, yalnızca hormonal faaliyeti ve bedensel gücü arttırır. Bu da bazı kişilerin davranışlarının tümüyle maddeye ve bedene yönelik bir hâl almasına yol açar.

Yaşlılarda hırsın artmasının ana sebebi de budur.

hf

HIZIR ALEYHİSSELÂM

HIZIR A.S,

MUSA A.S’A LEDÜN İLMİNİ ÖĞRETEN

BİR RASÛL İDİ

Peki.. "Allah", kulun neresinde ki, “ O “nun indinde olan, kulunda nasıl açığa çıkıyor?...

Ledün İlmi” kitabını hangi kitabevinden ya da kişiden temin edebilirim?...

Hızır, Musa'ya Ledün İlmini mi öğretti?...

Hızır, Musa aleyhisselâma nasıl tâlim etti. Ledün İlmini?

Hızır aleyhisselâm bir Rasûl idi...

hf

HIZIR ALEYHİSSELÂMDA

“KUDRET” SIFATI ZÂHİR OLMAKTADIR

Musa aleyhisselâm, Nübüvvet göreviyle zâhir ilmi üzereyken ona bâtınındaki sırların fark edilmesi amacıyla Hızır aleyhisselâm. görevlendiriliyor...

Hızır aleyhisselâmda kudret sıfatı zâhir olmaktadır.

hf

HIZIR ALEYHİSSELÂM

DİLEDİĞİ ANDA BİYOLOJİK BEDENE GEÇİP GÖRÜNÜR

İster “uzaylı” deyin, ister “cin” deyin, ister başka bir adla anın, sonuçta, normal gözle bakanların göremediği, ancak bir kısım insanların gördüklerini iddia ettikleri, bazı varlıklar vardır, farklı bir boyutta yaşamakta olan!. Bunlar, gözden beyine giden mesajlarla değil, beynin direkt olarak algıladığı bir kısım dalgalar ile o kişiye “görülür”(?) olmaktadırlar.

Bir kısım beyinlerin algıladığı bu dalgalar, aynı zamanda bizim “ruh” adıyla bildiğimiz, ölüm sonrası bedenimizi de meydana getiren dalga türüdür.

İnsan beyninin ürettiği bu dalgalardan oluşan bazı “velî” “ruh”ları yani ölüm ötesi yaşam bedenleri de, diğer boyut canlıları gibi, ölüm ötesi yaşam boyutundan, bu dünyadaki bazı kişilere benzer türden dalgalar yollayarak, görünebilir.

Nitekim, ölümünden üç gün sonra inananlarına görünen Hz. İsa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm dahi bu yoldan görülmüşlerdir.

hf

İşte bu fetih gelmiş, yani ölmeden ölmüş, ruhuyla-mikrodalga âlemde yaşama yeteneğini elde etmiş kişiler; diledikleri takdirde bu bedeni yoğunlaştırmak suretiyle aramızda biyolojik bedenle görünebilirler ve çeşitli işler başarabilirler.

Nitekim bunun bir örneği de HIZIR aleyhisselâm’dır!. Dilediği anda biyolojik bedene geçip görünür, dilediği anda da dalga boyutta yaşamına devam eder.

hf

“HİÇLİK”

"Ahadiyyeti" târif eden en uygun kelime de "HİÇLİK"tir.

hf

Allah'ı Ahadiyeti yönüyle bilen kişi için ne mertebe vardır, ne de esmaları arasında fark...

Ahadiyyeti itibariyle bilmek HİÇ oldugunu bilmekten başka bir şey değildir!.

hf

"Hiç" olabilirsen, "hep"sin!. "HEP" olduğunda nesin?.

hf

Not: Geniş açıklama için A / Ahadiyet bölümüne bakınız

“HİÇLİK“ NOKTASI

·         “Ahadiyet Hüviyeti

·         Kalpteki Kara Nokta

·         Sevde-i A’zam

·         Zulmet-i A’zam

·         Cehl-i Azim

·         Zât-ı Baht

·         El İlmü Noktatün

Abdülkâdir Geylâni, “kalpteki kara nokta”dan bahseder.

Tabii, “kalpteki kara nokta” deyince, kalbin içinde kara nokta arıyoruz!!!.

Abdülkâdir Geylâni’nin bahsettiği “Sevde-i A’zâm” dediği kara nokta, “kalp”tedir. Yani, şuurda!.

Haşyet duygusu sonunda oluşan “HİÇLİK” noktasıdır.

Biz arıyoruz, kulakçıkta mı, karıncıkta mı, nerde, diye?.

İlmin ilmi, ilimden cehildir!. Yâni bütün ilimlerin ilmi, AHADİYYET HÜVİYETİDİR ki, Zât-ı Baht diye anılır.

Hiçlik” diye bilinen bu nokta tam bir karanlıktır ki, “Zulmet-i A’zâm” diye de bilinir!.

“El ilmü noktatün” beyânıyla işaret edilen nokta, HİÇLİK noktası”dır... Ve cehl-i azîmdir.

Zâtında bu nokta olan İnsan-ı Kâmil de bu yüzden “Câhil” diye tavsif olunmuştur.

 

“HAZRET”

Ol hazrete girmek, ancak, varlığını "hiç" etmekle mümkündür.

hf

“HİDÂYET”

·         Allah’a ve “Öz”üne yönelme

·         Kolaylaştırılma

·         Öz’ündeki Hakikati yaşama özelliğinin açığa çıkması

·         Basiretle Gerçeği görme ve değerlendirme

·         Varediliş gayesine göre hedefine ve hayrına erme

·         Gerçek doğru ile göresel doğru arasındaki farkı görebilmek

Uranüs`ten gelen akıl, "aklı kül"den yansımadır. Çok geniş boyutlu, madde ötesine dönük düşünceleri meydana getirir. Madde ötesine dönük düşünceler Şiron`un uygun açıyla beslemesi hâlinde “hidâyet” dediğimiz "ALLAH"a ve özüne yönelme tesirlerini meydana getirir.

hf

O’NDAN GAYRI HİDÂYET EDEN

("HÂDÎ ")

ASLA MEVCUT DEĞİLDİR!

"ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN(YERYÜZÜ) DA BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR, ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR"

âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, "HAK DİNİ KUR'ÂN DİLİ" isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:

"Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zâhirde seyyarelerden her biri kendi semâsı dahilinde bir arz(yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH'IN BİR TAKIM MAHLÛKATI VARDIR; demek oluyor!." (c:7;s:5078)

"Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır.

Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin azçok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı hâvi birer cirm oldukları sezilebilir..." (c:7;5081)

Evet, artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhalde...

Lütfen gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından, gerçekçi ve objektif bir biçimde olduğu gibi görme noktasına oturtalım...

"ALLAH" ismiyle işaret edilen, “SINIRSIZ vücud” sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur.

Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O'nun varlığı, vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kâim ve dâim ve harekette ve bilinçte varlıklardır!

Her birinin diğer birinden farkını, yapısını-terkibini oluşturan Allah isimlerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır.

İşte bu yüzdendir ki; her birimde tasarruf eden ve o birimle diğerlerini etkileyen, yönlendiren, biçimlendiren, yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLAH'tır!

O'ndan gayrı “YARATAN”; O'ndan gayrı “RAB”; O'ndan gayrı ”HÂDİ”(hidâyet eden); O'ndan gayrı “MEHDİ”; O'ndan gayrı “MUHYİ”, O'ndan gayrı “MUMİT”(ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!.

Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü farkedemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkâr etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz.

Ya, O'nu yüceltme tahayyülü ile, O'nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine; ARŞ'ın ötesine; kısacası hayâlimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!.

Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi "O" yapıp; "O"nu orada ortaya konulan mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi "ALLAH" kabulleniyor; ve böylece geri planda "birimselliğimizi ALLAHLAŞTIRIYORUZ"!

Ve yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu isbat eder bir düşünce ile; “sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut, artı, bir de "O" var!” deyip; "O"na "SINIR" getiriyoruz!

Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, "O"nun bizlere, makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!.

Oysa, nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın kişiliğinden, "oluşturduğu" kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren "ALLAH" da, o yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan beri ve ötedir!

Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ, hep O'na aittir!

Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O'na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini etkilemektedir!.

Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiç bir "şey" için, "ALLAH"tır denemez!

Fakat, oradaki " vücudu" da inkâr edilemez!.

Bu yüzdendir ki Rasûlullah aleyhisselâm, şöyle buyurmuştur:

-"İnsanlara şükretmeyen, ALLAH'a şükretmiş olmaz!

-"ALLAH İHSAN EDENLE BERABERDİR!"

âyetinde işaret edilen bir biçimde, "ihsan edende veren Hak'tır!"

Tasavvuftaki "maiyyet sırrı"da budur işte!.

Ve sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayâlinde "tasavvurun olan tanrına" şükretmiş olursun; ki, bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş olman sonucunu doğurur.

İşte eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani "OKU"muş olacağız!

hf

“HİDÂYET“,

HER “ŞEY“İ, “HAYIR“ OLAN HEDEFE,

“LÂTİF“ İSMİNİN SIRRIYLA YÖNLENDİRİP

YÜRÜMEYİ VE ERMEYİ KOLAYLAŞTIRIR

-"İhdına's sırat'el mustakıym..."

-Hakkımızda hayr olana erdir...

"İhdâ"nın mânâsı "hidâyet et" demektir.

"Hidâyet" ise, "hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lûtfu letâfetle, varlığın yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek"; demektir..

"Hidâyet", en kapsamlı anlamıyla, yaratılmış her “şey”i, o şey hakkında “hayr” olan hedefine, "LÂTİF" isminin sırrıyla, yönlendirip, o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır.

Muhakkak ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim o hedefine kendisine gelen “hidâyet” üzere ulaşacaktir. Çünkü ona, o hedefe ulaşmak “hidâyet” edilmiş “kolaylaştırılmıştır”!.

hf

HERKES

ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE

HAZIRLANMIŞTIR!

Evet, "İHDÂ"nın getirdiği "kolaylaştırma", bilelim ki konunun anahtarıdır!.

Burada, hemen şu işareti Rasûlullah aleyhisselâma kulak verelim;

Hazreti Âli anlatıyor:

"Biz bir defasında Baki'ül Garkad mezarlığında bir cenâzede bulunduk...

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu... Biz de etrafını sardık...

Rasûlullah'ın beraberinde bir âsa vardı...

Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsa ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı... Sonra şöyle buyurdu:

-"Sizden hiç bir kişi ve yaratılmış hiç bir nefis istisna olmaksızın, hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLAH yazmıştır!. Ve herkesin said veya şakı olduğu kesinlikle yazılmıştır!."

Bunun üzerine oradakilerden biri sordu:

-Ya Rasûlullah öyle ise bizler ameli terkedip, bu yazımız üzere mi kalalım?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

-"Said olan kimse, saadet ehlinin ameline ulaşacaktır... Şaki olan kimse de, şekavet ehlinin ameline ulaşacaktır...

Sizler, amel edip çalışın... Çünkü, herkese KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!”.

Said olan saadet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR; şaki olan da şekâvet ehlinin AMELİNE KOLAYLAŞTIRILIR!."

Şu da aynı hususa işaret eden başka bir olay...

Hazreti Ömer'in oğlu Abdullah naklediyor babasından...

Soruyor Hazreti Ömer radıyallahu anh:

-"Ya Rasûlullah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?."

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

-"Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.

HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...

Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekavet için çalışır!."

hf

KENDİSİNE HİDÂYET VERİLEN,

DAR DÜŞÜNÜ SINIRLARINI AŞIP

YENİ UFUKLARA KANAT ÇIRPACAKTIR

Misâli kendimizden verelim...

Biz, takdiri Hüda, bu kitapları yazıyoruz... Ancak, bu kitapları okuyanların belki de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir...

Birazı da, kendisine bu yolda verilmiş olan "hidayet" sonucu olarak; "Demek olaya böyle de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış" deyip, Kur'ân-ı Kerim’i bu gözle değerlendirmeye başlıyacak.. Böylece, "Kur'ân’ın, evrensel SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve yapısını; ve dahi, insanın, yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl değerlendirmesi gerektiği yolundaki uyarılarını farklı bir gözle değerlendirip”, sürekli yeni ufuklara kanat çırpacaktır.

Bir kısım insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin görüşleriyle daha yetişme çağında sınırlanmışlar; ve daha sonra da şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir.

Hattâ daha sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki, "KOZA"yı kıramamış; "her şeyi çok dar bir perspektif içinden" görerek yaşamışlardır.

Uzakdoğuyu, Amerika'yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama, hâlâ, o yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı görüşlü kişiliğini aşamamışlardır...

Bu "KOZA"sını delip çıkamamış zevâtı kirâma göre...

"Kurân, yukarıdan Mekke'deki Hazreti Muhammed’e inmiş, önce arapları sonra da insanları “iyi ahlâklı yapmak için gelmiş, Allah’tan başkasına tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği kurallarının daha bir gelişmişidir”.

Kur'ân-ı Kerim’de SİSTEM yoktur!.

Kurân’da bilimsel gerçeklere işaretler aramak abestir!.

Kurân‘dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne kimya ne de başka dalda hiç bir şey öğrenilemez!.

Kur'ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden tapınılması gerektiğini, toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan bir kitaptır."

"Allah", "hidayet" etmedikçe, kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü "kozasını" ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalade zordur!.

Çağdaş veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak, hele hele geleceğe dönük ve de "KOZASIZ" yaşayabilmek bütün bunların üstündedir!.

Bizim kitaplar bir yana, Kur'ân-ı Kerim’i okuyanların içinde, "okur"ların sayısı sayılacak kadar azdır!. "Okuma ücretini cennette almak üzere anlaşmalı olduğu" için; ya da "ölmüşlerini rahatlatmak için sevap olsun diye okutanlar ve okuyanlar" ötesinde; gerçek "Kur'ân okur'larının" sayısı ne kadardır dersiniz?...

Kur'ân-ı Kerim’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi; ve o sistem içindekilerin yapısını; özelliklerini; Allah'ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek okuyanlar ne kadardır, dersiniz?...

Evet, o çok bildiğini sanan; ancak hiç bir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme birikimi de bulunmayan, "monolog"çular , “vâiz”ler , "koza"larının içinden seslenirler, diğer "kozalı"lara ..

"Zinhar, sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa, kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara kulak vermeyin, okumayın!. Allah'ın çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi dünyadır, her şey dünyanın çevresinde dönüyor diye düşünmekte devam edin!.

Kur'ân ilim kitabı değildir!. O'nun ilimle yorumlanması caiz değildir!. Bırakın yeni düşünceleri!. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız"(!)

Neden bu böyledir?...

Önde gelen gerçek ve kesin neden, onlara gelen "hidâyet"in bu yolda olmasıdır!. Muradı ilâhi,”meşiyyet-i ilâhi” böyledir!.

Öte yandan bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına karşın, düşünce sınırlarının "koza" ile sembolleştirdiğimiz "darçevre düşünü sınırlarını" aşamamalarıdır!.

Bunun dindeki izah şekli ise, o bireye "KOZA" dışı düşünce ve bakış açısının "KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ" olmasıdır!.

"Özgür düşünce" tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme zorunluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.

Bu sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hattâ hoşgörürüz; ve deriz ki, onlar da Allah'ın takdiri üzere "hidayette"dirler...

hf

İNSANLIĞIN BUGÜN ULAŞTIĞI NOKTA…

“ALLAH HİDÂYETİ”NİN

(GERÇEĞİ GÖRMENİN-DEĞERLENDİRMENİN)

BİR BAŞKA İFADESİDİR

İnsan, taklitten, ezber ve şartlanma yollu edindiği bilinçsiz bilgiden arınıp; hakikatini sorgulayıp, elde ettiklerini değerlendirebilirse, kendisine “Allah ahlâkıyla ahlâklanma” yolu açılır.

Sünnetullah”ı “OKU”r!..

Görür gözü, işitir kulağı, konuşur dili, O olur!.

Beşer ise asla O’nu göremez!.

Allah Rasûlüne bakıp, “sen de bizim gibi çarşı-pazar dolaşan birisin” dedikleri gibi...

Müşrikler ancak “yetim Muhammed’i” görebilir!... Allah Rasûlünü asla!!!

Bu öyle bir yaratılış nimetidir ki...

“Fe Bİ-eyyi alâi RABİKÜMÂ tükezzibân!”

(Ey görünmez varlıklar ve insanlar!) Varlığınızı meydana getiren Rubûbiyet boyutunuzun “siz” olarak açığa çıkardığı nimetleri nasıl yalan sayarsınız?. (Rahman Sûresi’nde 31 defa tekrarlanan bir uyarı!)

Buna ancak hakikat ehli tasdik ve şehâdet edebilir!.

Kur’ân OKU”mak işte bu boyutta olur hakikatiyle!.

Ateizmin getirisi ve bilimin başlangıcı kabul edilen Darwinci görüş "tanrı" anlayışını yıkarken; "peki öyle ise sistem ve düzeni oluşturan yaratıcı zekâ nedir?" sorusunu da beraberinde getirmiştir. Klasik "tanrı" anlayışı ise bunu cevaplayamamış; sonunda "akıllı tasarım" görüşüne ulaşılmıştır! Çünkü düşünen beyinler tanrı olmayan "evrensel yaratıcı akıl" aramaktaydılar son bilimsel gelişmeler ışığında.

Bilimsel gelişmeleri takip eden batılı aydınlar gökte bir tanrı ve gökten gönderilmiş-inmiş (semâvi) din olamayacağı gerçeğini gördükten sonra, Ateizmi kabullenmişlerdir. Ne var ki, bu da yaşanılan evrensel gerçekleri çözmeye yetmemiş, bu defa insanlar "Evrensel YARATICI ZEKÂ" bulunması zorunlu gerçeğinden hareketle bu görüşe ulaşmışlardır...

Bu görüş, Allah Rasûlü Muhammed aleyhisselâmın açıkladığı "ALLAH" ismiyle bildirip târif ettiği olayın kapısıdır!

İnsanlık, bugünkü müslümanlık anlayışının ötesinde, gerçek İSLÂM DİNİ'ni tanıma hareketini başlatmıştır!

Fâtır’ın farkına varılmasını sağlayan bu görüşün sonu, Zâtı ıtıbariyle mutlak gayb olan ismi "ALLAH" olanın keşfedilip kabul edilmesine kadar uzanacaktır.

Bu da görünmez, bilinmez "MÜCEDDİD-YENİLEYİCİ"nin dünya üzerindeki işlevini yıllardır yerine getirmesi dolayısıyladır kanaâtindeyim.

Zira bu gerçekleri fark eden aydınların artık ateist olarak kalması imkânsızdır!

Fark edilen gerçek kapısı tüm insanlığa hayırlı olsun!

Bu da, “Allah hidâyetinin”, yani gerçeği görmenin, değerlendirmenin bir başka ifadesidir!.

hf

“TANRI” KAVRAMINA İNANANLAR

 VE “HİDÂYET” ÜZERE İKEN,

HATAEN VEYA KASTEN BAŞKA BİR İSTİKAMETE YÖNELME

İçlerinde olunmaması uyarılan "mağdubın" ve "daalliyn" kimlerdir?...

"Mağdubin", "gazâba uğramışlar" anlamına kullanılmıştır.

"Zulmedenin fiilinin neticesini oluşturma düşüncesi", "gazab" olarak tanımlanır.

En büyük zulüm de, kişinin, "nefsine olan zulmüdür"; ki buna "şirk" denir!.

"ŞİRK", "özellikleri ve sıfatlarıyla SONSUZ-SINIRSIZ” ve “Vâhid-ül AHAD ALLAH" olup “ALLAH ismiyle işaret edilenin yanı sıra bir tanrı kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!.

Ki bu hâl netice itibariyle "gazâb"ı doğurur.

Bu durumda "mağdubin" diye işaret edilenlerin "şirk" ehli olan "müşrik"ler yani "TANRI kavramına inananlar" olduğu mânâsı anlaşılır.

"Daalliyn"e gelince…

"Dalâl ve dalâlet" doğru olan yoldan hataen veya kasten "sapmak"tır.

Yani, doğru yol üzere iken, hata yapmak suretiyle veya kastı mahsûsa ile, yürüdüğü istikametten başka bir yöne yönelmektir "dalâl"...

Şayet bir kişi gerçeği bulmuşken, o gerçek üzere iken, gerçekten ayrılmasına yol açan fikri kabullenir ve o görüşe yönelirse, buna "dalâlete sapma" denir..

Doğrusu Allah indindedir elbet; ancak, bizim anladığımız kadarıyla, âyette geçen "MAĞDUBİN" denilenler, “şirk” yollu, baştan beri "Tanrı kavramını kabul edenler"dir ki bunun da din terminolojisinde karşılığı "müşrikler"dir.

"DALLİYN" ise, "ehli kitap" denilen; kendilerine işin doğrusu bildirilmiş, ALLAH indindeki tek DİN'den yani İSLÂM'dan, yani Hazreti Musa veya Hazreti İsa öğretisinden "SAPANLAR"dır!..

hf

 “HİDÂYET”İN ÇEŞİTLERİ

(GENEL VE ÖZEL İN’AM)

Hidâyet” mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet” sözkonusu, bir de onu görelim:

Bu arada bilelim ki, Allah’ın hidâyet ölçüsünden bahsetmek, onu sınırlamak olur ki elbette bu mümkün değildir.

Öyle ise “hidâyet”i en geniş kapsamlı olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine göre yönlendirilmesi, yapacakları işlerin onlara kolaylaştırılması, onların işlere kolaylaştırılması olarak anlayabileceğimiz gibi...

Daha sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki farkı görebilme anlamına da değerlendirebileceğiz.

Ayrıca, varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek olan nebilere, rasûllere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan “hidâyet” dahi gene “ihdına” derken düşünülebiliyor.

hf

1-GENEL İN’AM

(EN GENİŞ KAPSAMI İTİBARİYLE HİDÂYET)

(RAHMAN’IN RAHMETİ SONUCU OLUŞAN İNÂM)

"SIRAT"a gelince...

“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına kullanılmasına karşın, “sırat-ı mustakim” deyimi Dinsel mânâda, “Allah yolu üzere olmak” şeklinde anlaşılır...

Mustakıym” ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne de iniş-çıkış, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!.

Esas itibariyle her yaradılmış kendi yolundan, “ALLAH yolu üzerindedir”.. ”ALLAH’a giden yolun sayısı nefslerin adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes kendi rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de... Ve bu duruma;

“HEPSİ DE PROGRAMLANDIKLARI DOĞRULTUDA FİİLLER YAPARLAR.”

(17-84)âyetiyle de işaret edilmişse de...

Ve bu mânâya olarak;

“İhdınas sıratel mustakıym”in mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak:

”Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da...

“Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan sıratı var” ise de…

Özel anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin “en’âm” yolundan ebedi huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir “sırat”ı istemesi gerektiğini; “Hazreti Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır” anlamında bunu değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler göstermektedir.

Öyle ise geldik şimdi, bir sonraki son âyete:

"Sırat'elleziyne en'amte aleyhim; gayrıl mağdubi aleyhim ve laddaalliyn"

"O yola ki senin in’âmını hâvidir, bağışladın onlara; gazaplandıklarının ve sapmışların yoluna değil!."

"İn'âm" yani nimetleri hâvi "sırat" neleri ihtiva eder:

Bunda dikkat çeken üç nokta mevcuttur:

Evvela, bizzat yol ve sırat en önemli nimet olan azâmetli bir nimettir.

Sâniyen, in'amı sırat, çok önemli bir yardım olarak anlaşılır.

Sâlisen, onlara izâfe kılınan bu sırat, kendi vazıları olmayıp; vazı ve in'amı ilâhi olduğu ve onların sıratı olması mazhariyet ve sülukları itibariyle bulunduğu, anlaşılır." (c:1;s:130)

Esasen, "Rahman"ın "rahmet"i sonucu oluşan bu "in'âm olan yol", elbette ki kişiyi Rabbine kulluğunun bilincine kavuşturacaktır; ki bundan da daha büyük mutluluk olamaz!

hf

2-ÖZEL İN’AM

(NEBİLERE-RASÛLLERE-VELİLERE-SÂLİHLERE-ŞEHİDLERE

YENİ YENİ AÇILIMLAR SAĞLAYAN HİDÂYET)

Allah'ın bu genel “in'âm”ı dışında bir de özel “İn'âm”ı vardır...

Buna erenler kimlerdir?...

Bunlar gene Kur'ân açıklamasına göre, derece derece “sâlihler, şehidler, veliler ve nebilerdir”...

Bu nimetler ile derece derece Allah'a yakın ve kurbet eylemişlerdir... ki, "İHDA" yı bu "yakîne ve kurbete götüren yola" anlamında da anlayabiliriz.

hf

HİDÂYET

(KOLAYLAŞTIRILMA) İŞLEMİNİN SİSTEMİ

Son olarak Rasûlullah aleyhisselâmın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:

Süraka bin Cü'şum şöyle soruyor Rasûlullah aleyhisselâma:

-Ya Rasûlullah... AMEL (fiillerimiz), kaderleri çizen “Kalem”in yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık Kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?

Buyurdu ki Rasûlullah:

-"FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.

Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!."

Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor?... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET EDİLİYOR?.

Yukarıda izah etmiştik ki, "hidâyet", "LÂTİF" ismi yönünden oluşur!.

Şimdi "LÂTİF" ismi sırrıyla, "hidâyetin" oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...

Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu açıklamasına kulak verelim:

-"Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara “nur”undan saçtı. Bu “nur”dan nasibini alan hidayete erdi... Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.

Bunun için, ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!."

Şimdi de şu âyetleri dikkate alalım:

-"ALLAH DİLEDİĞİNE HİDÂYET EDER!." (22-16)

-"YILDIZ İLE HİDÂYETE ERERLER!." (l6-l6)

-"BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTEDİRLER." (12-16)

-"EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER. " (32-5)

-"ALLAH YEDİ KAT GÖĞÜ VE YERDEN DE ONLARIN BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMRİ ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR. " ((65-12)

-"ALLAH SİZİ YARATTI VE DÜZENLEDİ, BİÇİMLENDİRDİ… DİLEDİĞİNCE TERKİP ETTİ!." (82-7/8)

İmam GAZALİ merhum, meşhur eseri "İHYA"da, ashabın âlimlerinden olan İbni Abbas radıyallahu anh.ın şöyle dediğini yazar:

-"O ALLAH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN emir inip duruyor!. (65-12) âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız... Bana kâfir derdiniz!."

Şimdi de

"EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER!"

âyetideki, "TEDBİR"in mânâsına gelelim..

Bakın Hamdi Yazır merhum "TEDBİR"i nasıl açıklıyor:

"TEDBİR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir.. Allah Teâlâ’nın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır..

Şu halde burada “EMİR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır.

Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVİ ESBAB VE KUVAİLE YUKARIDAN AŞAĞIYA İNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve İDARE EDER.." (C.6; s:3859)

Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı...

Bakın, "BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER"..

Peki ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..

Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu yıldızlar?...

..........

hf

HÂDİ OLAN ALLAH

"YILDIZ" ADLI NESNELERDEN YOLLADIĞI

TESİRLE(MELEKLE-IŞINLARLA)

BÜNYEMİZDE LÂTİF BİR BİÇİMDE HİDÂYETİNİ ULAŞTIRIR

Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli "ALLAH" isimlerinin mânâlarını hâvi "BURÇLAR"ın, yani günümüz deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir.

Semâdan, yıldızlardan gelen ve "ALLAH" isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve mutasyonlara yol açmaktadır.

İşte bu sebepledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin "OKU"muşlarından olan Muhyiddin A'rabi, "Fütuhat'ı Mekkiye" isimli eserinde;

"Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN İNEN TESIRLERLE meydana gelir." demiştir.

Ve işte bu sebepledir ki, "EMİR", yani "HÜKÜM", yani, o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir.

 Evet, hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar adı ardındaki, Mutlak iradeden her an evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!.

Ve bu etkileme "hidâyet" kelimesinin ihtiva ettiği "lütfu letâfetle", yani biz hiç farkında olmadan, bünyemizde en gizli "Lâtif" bir biçimde cereyan etmektedir...

İşte günümüzde “astroloji” diye tanımlanan “Burçlar ilminin” temelinde böyle bir sistem mevcuttur...

Evet, "ihdına"nın nasıl olduğunu, "hidâyet"in hangi sistemle meydana geldiğini izah sadedinde mecburen buralara kadar geldik...

Nitekim az önce görmüş olduğumuz şu âyette "hidâyetin oluşması" apaçık ve kesin bir şekilde vurgulanmıştır:

-"YILDIZ İLE HİDÂYETE ERERLER"

Bu âyet görüldüğü gibi, "hidâyet"in yıldız kanalıyla oluştuğunu vurgulamaktadır...

Özellikle "B" sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak, şu çok orijinal mânâ ile karşı karşıya kalırız...

-"HÂDİ olan ALLAH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı takılmış nesneden yolladığı tesirle-melekle- ışınlarla hidayetini onlara ulaştırır...

Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı itibariyle Allah'tandır!

Tıpkı, "yemek yedim, Allah kuvvet verdi"deki gibi... "İlaç aldım, Allah şifa verdi"deki gibi!.

Eğer bunu da anladıysak, konu iyice açıklık kazandı demektir..

Artık hidâyet "emr"inin yani “hükmü”nün semâdan arza nasıl "nâzil olduğunu" farkediyoruz, demektir.

hf

KİŞİ, YILDIZLARIN YAYDIĞI KOZMİK IŞINIMIN

BEYİN DEVRELERİNİ AÇMASI VE TAKDİRİ HUDÂ İLE

HİDÂYETE ULAŞIR

Galaksilere, takım yıldızlara, burçlara, Güneş sistemindeki planetlere bakıp da, onlar için “bunlar basit yıldızlardır. doğar, ölürler. canlılıkları yoktur, cansızdırlar!. lâf olsun diye oluşmuş ve oluşmaktadırlar!. Ne etki alırlar ne de etki verirler.” demek de o kadar ilkellik ve dargörüşlülüktür!.

“HİÇBİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, HER ŞEY ALLAH’I TESBİH VE HAMD ETMEKTEDİR ANCAK SİZ ONLARIN TESBİHİNİ ANLAYAMAZSINIZ” (İsrâ - 44)

Âyeti dahi onların canlılığına ve bir görev îfa etmekte olduğuna işaret etmektedir.

Böylece olayı izah şartlarından mahrum olan eski kemâl ehli de, bu yıldızlarda yaşayan meleklerden sözetmişlerdir ki esasen aynı şeydir. Bir kısmı da yıldızların ruhunu ifadeye çalışmıştır ki; bu da aynı şeydir.

Nahl sûresinin 16’ncı âyetinde;

“YILDIZLA ONLAR HİDÂYET BULURLAR”

denmektedir.

Bu apaçık bir gerçeğe işarettir… Ancak ne var ki, sürekli olarak tapınma duygusu ile gözünün gördüğü bir takım şeylere tapınma arzusu içinde olan insan, yıldızlarda takılıp kalmasın ve onlara tapınmasın diye bu gerçek örtülmüştür.

Onlar yıldızla yollarını bulurlar” şeklinde, bu âyet anlatılmak istenmiştir. Ve elbette ki âyetin sadece bu mânâsına şartlanmış olan kişiler bizim bahsettiğimiz yönünü şimdi inkâr etmeye çalışacaklardır.

Oysa yıldızların yaydığı kozmik ışınımlar, onların beyne ulaşması, ‘’hidâyet’’ dediğimiz olaya yol açan beyin devrelerini açması ve o kişinin takdîri Hüda ile böylece hidâyet bulması hiç de yadırganacak bir olay değildir!.

hf

“EY KULLARIM…

HEPİNİZ DALÂLETTESİNİZ

ANCAK BENİM HİDÂYET ETTİKLERİM MÜSTESNA!”

Allah’ın azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve sahip olduğu şeyler nelerdir?!.

Kısaca, "ALLAH” İsmiyle işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye sahiptir?!

Evet, yüz milyarlarca ve yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın yeri ne?..

Buyurun bu konuda bir Hadîs-i Kudsî:

-Rasûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu;

Allah azze ve celle şöyle diyor:

"Ey kullarım. Hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim hâriç. Benden isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim.

Hepiniz fakirsiniz, ancak benim zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.

Hepiniz günâhkârsınız, ancak benim mağfiret verdiklerim müstesnâdır; içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse, aldırış etmeden (günâhlarının büyüklüğüne) bağışlarım!.

Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvalısı kalbi gibi olsalar, bu durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!.

Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi inkârda olsalar), bu durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar eksiltmez!.

Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir sahada toplansa ve içlerinden her insan ümitleri yettiği kadar istese, her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa. Kesinlikle bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın sahibiyim, yüceyim.

DİLEDİĞİMİ YAPARIM!.

Bağışım bir sözdür. Azâb’ım bir sözdür.

hf

NAMAZDA OKUNAN “FÂTİHA” İLE

BÂTININDAN(ÖZÜNDEN)

HİDÂYET ULAŞMASI  TALEP EDİLİR

Rahman ve Rahim adlarıyla işaret edilen özelliklerin sonucu yaratılmış insan, günde belli aralıklarla en az beş vakitte yaşanılan namaz ile beş defa neyi hatırlamak ve hissetmek zorunda?.

“Allah” ismi ile işaret edilenin, isimlerinin anlattığı özelliklerle varolmuş olan, hakikati bu olan insan, hatırlamalıdır ki, kendisi dünyada yaşadıktan sonra toprak olup yok olup gidecek bir beden değil; hakikatinin gereği ve sonucu olarak varlığındaki kuvvelerle sonsuza kadar yaşayacak olan bir bilinç varlıktır!. Dünya sonrası bedeninin adı da “ruh”tur!.

RAHİM’iyetin gereğidir ki, insan hakikatini idrâk eder, kendi “Özündeki Allah isimleri”nden kaynaklanan kuvveleri keşfeder, bunları hissedip bunlara yakîn elde ederek “kurbiyet” mertebesine ulaşır!.

Yevm-id Din’de, Melîkiyet ve Mâlikiyet’in kendisinde açığa çıkışını yaşar!.

Bunun kişide yaşanması için kendisine hidayet ulaşmalıdır bâtınından (özünden)!.

Bunun için de “bize hidayet et” denerek bu talep edilir Fâtiha okunurken!.

Bu hidayet ile kendilerine en’âm’da bulunulan, yani özlerindeki hakikatleri yaşama özelliğinin açığa çıktığı kişilerin yolunda yürümenin kolaylaşması talep edilir. Bu hakikati inkâr edip, gazap ve lânete (uzak düşmeye) veya gerçekten uzak görüşlere kapılarak özlerinden mahrum kalanlardan olmamak talep edilir.

hf

 

HİDÂYET NURLARI ZAYIFLADIĞINDA

AKLA HÂKİM OLAN, DUYGULARDIR!

(Soru: Biliyorum ama uygulayamıyorum..)

Uygulayamıyorsan, biraz gayret edeceksin. Olabildiğince hızlı çekeceksin.. Harflerin hakkını vereyim diye boşa vakit harcamayacaksın.. Geçen zamanı telâfi şansın var mı?.. Yok! Öyleyse istediğin kadar vaktini boşa harca…O senin sorunun!

(Soru: O tembellik neden oluyor?)

Zaman zaman hidâyet nurları zayıflar. Hidayet nurları zayıflayınca kişi kendi aklıyla baş başa kalır. Akla da duygular hakim olur. Birtakım şeyler böyle yavaşlar geride kalır.

(Soru: onun yavaşlamaması için ne yapacağız?)

Ben şimdi “Akıl ve İman“ kitabının 1. kasetini okudum doldurdum… “Akıl ve İman“ kitabında öyle yazıyor!.

Aklın varlığına, bedenine galebe çalması...

Neleri kaybettiğini fark etmesi aklın!..

Boşa geçirdiğin zamanla neleri kaybettiğini!.

Arkadaşın güzel bir misali var:

Biz diyor… Geldik benzinciye, cebimizde var 3 milyon liralık benizn alıp depoyu doldurup yola devam edeceğim.. ya da 2-2,5 milyonluk benzin alıp bir milyonunu da orada leblebi çerez meşrubata vereceğim... neticede de depomdaki benzin kadar hedefime yaklaşacağım.

Şu anda dünya üzerindesin... Sana verilen ömür sınırlı...  ne kadar yaşayacağını da bilmiyorsun… Bu sürede ne kadar sermaye biriktirirsen, o taraftaki bütün sermayen ondan ibaret!.

Orda kimseden borç alma yok!

Kimse kredi açamıyor!

Herkesinki kendine!

Öyleyse bu dünyayı nasıl istiyorsan öyle değerlendir, senin sorunun!

hf

İMAN NURU OLMAYAN KİŞİ

NE KADAR AKILLI OLURSA OLSUN

HİDÂYETE EREMEZ!

 Aklın ölümötesi yaşam konusunda kendisine yön verebilmesi belki şu donelerden hareketle bir dereceye kadar mümkün olabilir.

"Var olan hiç bir şey yok olmaz; yoktan da hiç bir şey var olmaz!" prensibi bir gerçek olduğuna göre... Benim de bedenin tüm değişimlerine rağmen bunlardan etkilenmeyen bir "BİLİNCİM" olduğuna göre... Demek ki, bedenim ne tür değişimlere tâbi olursa olsun, "BİLİNCİM ASLA YOK OLMAYACAKTIR"!.  Bu da insanın ölümsüzlüğü, demek olur!."

İşte bu yoldan akıl, ilim sayesinde bir dereceye kadar ölüm ertesinde de yaşamaya devam edeceğini kavrayabilir...

Ya sonrası?..

Kişi ölümötesine dair Nebi ve Rasûllerin verdikleri sayısız bilgiler hakkında nasıl malûmat toplayacak beş duyu ile?...

İşte bu sebepten dolayı dinin esası "iman" nuruna dayanır!.

"İman" nuru olmayan kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidâyete eremez. Yani Şiron’un güçlü tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüs’ün üstün akıl özelliklerine sahiptir, fakat felsefeci kafası vardır.

Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi değerlerle meşguldür; ancak felsefede kalmıştır. Buna eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için felsefecidir derler... Söz doğrudur.

hf

İNSANLAR HİDÂYETE SADECE VESİLEDİR

Burada, ibret almamız gereken konu:

İnsanlara bir takım bilgileri aktarırken bizim sadece ilâhi hidâyete vesile durumunda olduğumuzu; “hidâyet”in yani, “sadece gerçek olanları görebilme” hâlinin, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ile mümkün olduğunu bilmemizdir.

Toparlarsak...

Biz insanlara gerçekleri gösteremeyiz!. Ancak, onların gerçekleri görmeleri için birer vesileyiz, bilgiyi aktarırız. Cenâb-ı Hak, dilediği kimsenin basiretini açmışsa, O da, bu basireti ile gerçekleri görür. İşte bu, “Hidâyet Allah’tandır” gerçeğinin idrâkidir.

Biz anlatacağız, görevimizi yapacağız. Ondan sonra kenara çekileceğiz. Gerisi bize ait değil!.

Anlattığımız kişilerin her birisi, bu ilmi isterse değerlendirir, veya değerlendirmez!. Kendinin bileceği bir şey... Biz burada, sadece isteyene, talep edene vereceğiz. İsteği veya talebi yoksa, onu bu konuda zorlayamayız.

Kişiye, böyle bir bilgiden haberi olmaması ihtimaline karşın, bu konuyu açacağız...

Bak, böyle bir gerçek var!. İslâmiyeti anlamak, insana, esas iki konuda fayda sağlar. Sen belli çalışmalar yaparak kendi geleceğini inşa edeceksin. İhmal edersen, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın!. Dışarıdan biri beni nasıl olsa bağışlar, diye düşünme!. Çünkü öyle bir şey yok“; diye ona bu bilgiyi verecek, uyarıda bulunacaksın.

Ondan sonra, o, senden bu bilgilerin devamını talep ederse, gerisini de aktarırsın!. İstemezse, ilgilenmezse, bir daha bu konuları hiç açmazsın!.

Ancak, birine bu konuyu açtıysan, o da bu konuları dinleyip anladıysa; daha sonra da, “bu konular beni hiç ilgilendirmiyor” deyip gittiyse; ikinci defa artık ona bu konuları açmana gerek yok!. Onun yanında bu konulardan hiç bahsetmeyeceksin!.

Senin vazifen, bilmeyene bildirmek!.

Eğer bundan sonra, o, bu ilmi, kendi heva ve heveslerine uyup terk etti ise, artık senin yapacağın bir şey yoktur!.

Çünkü ne ben, ne de sizler, bir hoca, bir şeyh, bir din adamı değiliz!. Hiç birimizin böyle bir vasfımız yok!. Bizim özelliğimiz, bilgileri, sadece, bilmeyenle paylaşmaktır. Bundan sonra görevimiz burada biter!.

Biz insanları zorlayıcı değiliz!. Eğer o insanlar öğrenmiş, denemiş, fayda görmeyip gitmişlerse, artık onlara bu konuda ikinci defa yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.

Çünkü, denemişler, yararını görmemişler ve çekip gitmişlerdir!.

Deneyip de yararını görmeyen bir insanın aynı şeye ikinci defa ilgi duyması da beklenemez!.

Buna karşın, yaptıkları çalışmalardan “yarar görüyorum” diyenler de elbette ki, yararını gördükleri sürece devam ederler. Onlar için de doğal olan budur.

hf

HİDÂYET İLE ŞEFÂAT ARASINDAKİ FARK

Hidâyet fıtrîdir... Şefâat âfâkidir!..

hf

 “HİKMET

Her şeyin nedenini, niçinini, nasılını bilme ilmi.

hf

TEK BİR HÂKİM-İ MUTLAK

HERŞEYİ AMACINA GÖRE OLUŞTURMAKTADIR Kİ

BU DA O “ŞEY”İN “VAROLUŞ HİKMETİ”DİR

Tanrı” kavramıyla şartlanmış bir beyin olarak olaya bakarsak, yukarıdan birinin, yeryüzünde yaşayan birisine yolladığı kurallarla, yaşanılan olaylara “hüküm verme” olarak, konuyu değerlendirebiliriz.

Ancak bunun ötesinde…

“"ALLAH” İsmiyle işaret edilenin, ne olduğunu fark edip, sonuçlarını tefekkür edebilecek bir kapasiteye sahip isek…

Bu defa görürüz ki…

Evrende TEK BİR Hâkimi Mutlak vardır ve her zerrede, her an, sadece O’nun “hükmü” geçerlidir.

Mutlak Hâkim, mutlaka bir amacına dönük olarak oluşturmaktadır her şeyi; ki bu da, o şeyin varoluş hikmetidir!

hf

ALLAH’IN TÜM FİİLERİ “HİKMET”TİR.

ANCAK,

 “HİKMET” İLE KAYITLANMAKTAN DA MÜNEZZEHTİR!

Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!

Mâdem ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını seyir için meydana getirmiştir. Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Öyle ise, O'nun bütün yaptıkları "Hakîm" isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!

"Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir ol öyle,

Bak sonuna, sabreyle,

Görelim mevlâ neyler,

Neylerse güzel eyler!

"Beyitlerinde Erzurumlu İbrahim Hakkı rahmetullahu aleyh bu hususa işaret ederek, yersiz bir şeyin olmadığını her şeyin yerli yerince meydana geldiğini anlamak ister.

Esasen, gerçekte ise olay, “mâsiyet” ve “tâat” kavramlarının çok ötesinde; Allah'ın, "lâ yus'âl" olarak dilediğince fiilini ortaya koymasıdır ki, biz buna "hikmet" deriz.

Gerçektir ki, Allah "hikmet" ile kayıt altına girmekten de münezzeh'tir!

Bu hususu da çok iyi idrâk etmek mecburiyetindeyiz.

hf

 

 “HİKMET SİSTEMİ”

HİKMET,

ÖZBENLİĞİNİZİN VASFIDIR!

Hikmet, yaradılışın sırrına erenin ağzından dökülen sözlerdir.

hf

’Hikmet’’, velinin sükûtunda; ‘’Ârifi billah’’ın seslenişindedir!.

 

Hikmeti nerede bulunsanız alınız; zira "özbenliğinizin" vasfıdır!.

hf

Câhil, suçlar!. Arif, hikmetini idrâk etmeye çalışır!.

hf

Değerlendirmek, hikmetini idrâk ve gereğini tatbik etmekle mümkündür.

hf

HİKMET,

EHLİ İÇİN PIRLANTADIR!

HİKMET, basitlik kavramını yok etmiştir!.

hf

’Hikmet’’, ehli için pırlanta; gayrı için taştır!.

Mârifet, pırlantayla - taşı ayırt etmek, değil; pırlantaları değerlendirebilmektir!.

hf

HİKMET

MÜMİNİN YİTİĞİDİR

Dünya, hikmet yurdudur ve Rasûlullah’ın her açıklaması bir hikmete dayanmaktadır!. Akıllı insan, Rasûlullah’ı daha iyi anlamak için, her beyanını sorgulayıp araştırıp, bildirilenin hikmetine ermeye çalışır.

Hikmet müminin yitiğidir” uyarısı buna işaret eder.

Düşünce sisteminde çelişki ya da kopukluk olan kişi “DİN”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni, mekanizmayı “OKU”yamamış taklitçidir!.

Oysa, “DİN” taklit kabul etmez!.

Fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur; ama anlayışın taklidi olmaz!.

Fâkih” yani anlayışlı olmak Allah lutfudur. Böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. Fıkıh kuralları ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.

Ezbercilik, teyp icat olalı değerini yitirmiştir!.

Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi KENDİNİ TANI”yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda İsmi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin...

Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...

Çok namaz kılan vardır yanına yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz” şeklindeki Rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.

Allah Rasûlü, Kurân’ı anlayalım ve üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. Ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “Sünnetullah”a uygun atalım! Saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip, insan yargılamalarıyla ömür harcayalım diye Rasûl gelmemiştir!.

İsmi “ALLAH” , olan yanı sıra tanrı ve tanrılık kavramı yoktur (LÂ İLAHE İLLA ALLAH); diye giriş yapılan “DİN” anlayışı nedir?..

Bunu sorgulayıp anlamaya çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını büyük hüsran ve sükûtu hayâlle ödeyeceklerdir!.

Ne çare ki sistemde geçmişi TELÂFİ kavramı da yoktur!.

hf

HİKMET SİSTEMİNDE AÇIĞA ÇIKAN

KUDRET SIRRI

Zâhir vardır, bâtın vardır, ledün vardır.

Ledün kelimesiyle işaret edilen her şey, o kişinin zâtından açığa çıkan Allah'ın kudretine işaret eder ki; buna şöyle de diyebiliriz.

Hikmet sisteminde açığa çıkan kudret sırrı!.

hf

“KUL”,

ALLAH’IN HİKMETİNİ YERİNE GETİRMEKTEDİR

"Yâ Gavs, hatalı kullarımı fazl ve keremim ile müjdele; icab edeni de adl ve öcalmamla müjdele."

Denilmek isteniyor ki anladığımız kadarıyla; hatalı kullarımı fazl ve keremimle müjdele; yani yaptıkları bir takım kusurları kendilerinden gören kulları fazlım ve keremim ile müjdele ki; onların varlıklarında, özlerinde mevcut olan benim!

Hem zâhirdir hem Bâtın!

Onlar, o fiilleri nefslerine bağlayıp, bundan dolayı çok büyük üzüntüler çekerler. Halbuki benim hikmetimi yerine getirmektedirler.

Bu üzüntü ve pişmanlıkları dolayısıyla, Allah da onlara fazlını ve keremini müjdeliyor. Yani, onlara, fâili hakiki olduğunu idrâk ettirmek suretiyle, öyle bir ikramda bulunmuş olacak ki, bu onlar tarafından son derece büyük bir nimet olarak değerlendirilecek.

Zirâ, onlar idrâk edecekler ki belki de, kendilerinin bağımsız birer varlıkları olmayıp, Hakk'ın esmâsının zuhur mahalleridir!. Ve elbette ki onlar için çok büyük bir sevinç kaynağı olacaktır.

hf

“SİZE İÇİNİZDEN BİR RASÛL İRSAL EYLEDİK Kİ

SİZE HİKMETİ ÖĞRETİYOR…”

“Kemâ erselnâ fiykum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtina ve yüzekkiykum ve yuallimukumul kitabe vel hikmete ve yuallimukum ma lem tekûnu tâ’lemun.”

Anlamı:

“Size İÇİNİZDEN bir RESÛL irsâl eyledik ki sizi arındırıyor (temizliyor), size Kitap ve hikmeti öğretiyor, bilemediklerinizi bildiriyor.”

 

Bakara sûresinin bu âyetini (151) yukarıda vermiş olduğum âyet-i kerîme ile birlikte bana öğreten, Abdülkerîm Ceylî hazretleridir. Bunlara devam ile sayısız faydalar hasıl oldu. "KİTAB’I OKUMADA", hikmete ermede, hiç aklıma gelmeyecek olan şeylerin sırlarına ermemde Takdiri Huda ile âyetlere devam etmenin çok büyük faydalarını gördüm!.

Biz fânîyiz, kısa bir süre sonra aranızdan ayrılır gideriz; ama isteriz ki biz de nîcelerinin hayra hikmete ermesine vesile olalım, ardımızdan üç İhlâs bir Fâtiha ile, "Allah râzı olsun" diyenlerimiz olsun!

Bu sebeple, çok istifade ettiğim bu âyetleri burada sizlere açıklıyorum. Arzu edenler bu âyetlere günde yüz defa devam ederler!. Veya daha alâsı, önce birini günde bin defa ve oruçlu olarak kırk veya seksen gün devam ederler; sonra onu günde yüz defaya düşürüp ikincisini gene günde bin defa olarak kırk veya seksen gün yaparlar; sonra da her ikisine günde yüzer defa olarak devam ederler.

Kesinlikle bilelim ki bu âyetler Kurân-ı Kerîm’deki en değerli mücevherlerden ikisidir!.

Allah kolaylaştıra!.

hf

HERŞEYİN “HİKMET”İNE ERDİKÇE,

“SİSTEM”İN ÖYLE GERÇEKLERİNİ FARK EDECEKSİNİZ Kİ

ARTIK EVRENSEL KİŞİLİĞE YAKLAŞACAKSINIZ!

Geçen sohbette bir kelime üzerinde durmuştum...

"NİYE?"...

Bu kelimenin önemini çok iyi anlamalıyız dostlar...

Bir arkadaş bir şeyler anlattığı zaman, hemen cevabını yapıştırıveririz; hattâ sözünü yarıda keserek!..

Oysa bu davranış gelişmemişliği gösterir...

Önce o arkadaşımızın ne demek istediğini çok iyi anlamak gerekir... Bu da "NİYE" kelimesiyle olur!.

Yani böylece, onun anlattığı olaydaki düşünce şeklinin gerekçelerini anlamış oluruz.

Birçok ifade bize ilk anda yanlış gibi gelebilir...

Oysa gerekçesini dinlediğimizde, karşımızdakine hak vermek zorunda kalırız.

İşte karşımızdakine ne kadar çok "niye?" kelimesini sorarsak, konuyu o kadar derinliğiyle anlar ve yanlış yapmaktan -yanlış yargıda bulunmaktan kendimizi korumuş oluruz.

Esasen insana yakışan en güzel davranış, düşünmektir!... Her konunun nedenini, oluş sistemini, gerekçelerini...

Hayatta hiç bir konuya kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf gerçeği algılayabilmek için!.

Objektif ve global bakış açısı gereklidir, iyi değerlendirebilme yapmak için…

Bir yöreye, bir ülkeye, bir topluma GÖRE olan gerçeklerden değil; evrensel sistem içindeki yeri itibariyle o konuyu değerlendirmek önemlidir!.

Kozanızdan kurtulmak istiyorsanız, her şeyin hikmetini, oluş sistemini; hangi oluşların o şeyin olmasına yol açtığını düşünmeye çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın!.

Hikmete erdikçe, “Sistem”in öyle gerçeklerine yaklaşacak ve onları fark edeceksiniz ki, artık sınırlı ülke vatandaşı kişiliğiniz yanı sıra sınırsız evrensel gerçekler vatandaşı kişiliğine de yaklaşacaksınız!.

hf

 

HİKMETİ GÖREMEDİĞİMİZ İÇİN

EKSİK-NOKSAN-KUSURLU GÖRME HÂLİNE DÜŞERİZ..

OYSA ALLAH HİKMETSİZ (SEBEPSİZ)

HİÇBİRŞEY YARATMAMIŞTIR!

Bkz. “H / “Halim” İsmi/ Şirkten arınmak, Allah’ı bilmek, önce kişide “Halim” İsminin mânâsının yaşanmasıyla mümkündür

hf

HİKMETLERİ TESBİT

Hikmetleri tesbit, seslenişe vasıta olabilmeniz nisbetindedir.

hf

DOĞAYI

HİKMETLE DEĞERLENDİREBİLİRSİN ANCAK…

Doğayı duygularında değil, hikmetle değerlendirebilirsin. Öyle ise, hikmet sahibi ol!.

hf

AÇIĞA ÇIKAN HİKMET,

ÇIKMAMIŞLAR YANINDA BİR DAMLADIR

Kendisinde açığa çıkan ilim ile yetinen, orada kalır ve ötesinden mahrum olur. Oysa açığa çıkan ilim ve hikmet, açığa çıkmamışlar yanında bir damla gibidir!.

hf

HİKMETİ SEZEMİYORSAN EĞER

HEMEN İTİRAZ ETMEKTEN KAÇIN

VE SONUNU BEKLE

Eğer, vukû bulan hâdiselerin hikmetini sezemiyorsan, hemen itiraz etmekten kaçın ve o işin sonunu beklemeye çalış!. Şüphesiz ki işin hikmetini sezinlemek o zaman daha kolaylaşır. Böylece, sen de câhilane isyanlardan korunmuş olursun.

İsyan etme; hikmetini görmeyi bekle!.

hf

 “NEFS”E BAĞLADIĞIN FİİLLER

HÜKÜMDE “HİKMET”TİR!

Nefsine bağladığı fiillerin, özünde’Kulluk’’tur; hükümde, ‘’şirk’’!.

"NEFS"e bağladığın fiiller, özünde ‘’Kulluk’’tur; hükümde, ‘’hikmet’’!.

hf

HİKMETİN ÖTESİNE ULAŞMAK İÇİN…

İlim ve hikmetin ötesine ulaşmak isteyen, hiç bir zaman eline geçenle yetinmemeli; daima ötesini "NİYE" kelimesiyle araştırmalıdır.

hf

Mânevi mânâda abdest ise, duyularından ve organlarından sâdır olan fiillerden; yani bunları kendi yarattığını sanıp kendine maletmekten arınmaktır.

Her şey bir hikmete dayalı olarak Hak tarafından yaratılmaktadır; diyebilmektir!...

Ve hattâ, idrâk edebiliyorsan eğer, Hakk’ı “hikmet”le kayıtlamaktan dahi kaçınmaktır!..

hf

“HİKMET ÂLEMİ”

(“SEBEPLER ÂLEMİ”)

 

DÜNYA,

HİKMET YURDUDUR!

Dünya hikmet yurdudur; ve bu dünyada oluşan her şey, kendinden evvelki sebepler etkisiyle yönünü bulur. Bu, yaratan Allah’ın ‘’Sistem ve düzeni’’dir.

hf

ÂHİRETTE

HİKMET KURALLARI GEÇERLİ DEĞİLDİR

Dünya hikmet yurdudur. Her şey bir sebeple, bir vesile ile oluşur. Âhiret denilen ölümötesi yaşam ise kudret yurdudur; orada hikmet kuralları dünya fizik kanunları geçerli olmaz.

hf

VARLIK,

TÜMÜYLE O'NUN VARLIĞINDAN İBARET OLMASINA RAĞMEN,

"HİKMET ÂLEMİ-SEBEPLER ÂLEMİ” BİÇİMİNDE

BİR OLUŞUM MEYDANA GETİRMİŞTİR

Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri ortaya koyma yoluna gitmiştir.

Varlık, orijininde, zâtı itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.

İş bu yüzdendir ki, "İlâhi kanunlar" denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:

"Velen tecide lisünnetallahi tebdilâ."

"Allah`ın varediş sisteminde, kanunlarında, asla değişiklik olmaz!" (48/23 )

âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!.

"Doğa kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0 mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.

Yani, bir diğer anlatım ile;

Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet âlemi veya sebepler âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.

Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.

İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:

"Biz her şeyi kaderiyle halkettik". (Kamer 49)

 âyetinde vurgulanmıştır.

Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullah tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Herkes ne için yaratıldıysa ona o kolaylaştırılır!."

Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!.

Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, "bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır." deyip; orada bir irade-i cüz`ün olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i cüz denen şey, gerçekte, İrade-i Küll`ün tâ kendisidir.

Külli programın, o birimden ortaya çıkması hâlinde aldığı isim "irade-i cüz"dür.

hf

 

 “HİLM”

Hilm, yaratanı gördüğü için yaratılmışı hoşgörmektir!.

hf

“HİMMET”

“İnsan”ı zirveye götüren kuvveye eskilerHimmetdemişler

İnsanı tüketen kuvveye ise “HIRS”!

Bunları, kısaca,daha….” ile tanımlayabiliriz.

hf

HİMMETİ ÂLİ KİŞİ

“İnsan” için bedene dönük hedefler, olursa olur, olmazsa aldırma; türündendir.

İnsansıiçin bedene dönük hedefler, tek amaçtır!… Hattâ bedenin arzuları için, parasını, adını, yuvasını ve değerli bildiği ne varsa hepsini feda edebilir. Dinini, inancını bile terkedebilir. Çünkü onlar zaten lâfta mevcuttu! Çevresindekiler hiç önemli değildir; “insansı” sırf bedeni, zevk organları için yaşar!… Lâyığını da bulur!.

“İnsan” ise bilinç için yaşar… “Allah” adıyla işaret edilene ermek en büyük ideâlidir!. Dünyevi ve maddî kayıplar onu hiç üzmez… Para, seks, nam-isim onda fazla bir değer taşımaz.

Yaşadığı her an kimlere ne kazandırabilirim ebedî yaşamı itibariyle; diye düşünür ve her anını bu yolda değerlendirir.

Bunlara “himmeti âli kişiler” derler… Onlarda “Daha…” ebedî yaşama dönük olarak geçerlidir.

İnsansıda ise “daha…” ya paraya dönüktür ya sekse, ya da isim yapmaya… “Hırslı adam” ya da “hırslı kadın” derler.

hf

HİMMET,

JÜPİTER VE ŞİRON’UN TESİRLERİYLEDİR

Kişinin himmeti (azmi) jüpiter`in ve Şiron`un tesirleri iledir.

Güçlü olarak Jüpiter`in ruhâniyetini almışsa o kişi, maddeye dönük bir şekilde şanslı hayat sürer. Maddi sıkıntıları az, refahı fazla olur.. Şiron`un tesirini güçlü almışsa kişi, mâneviyata yönelir ve mâneviyatta büyük derecelere ulaşma imkânını elde eder.

hf

HİMMETİNİ O KONU ÜZERİNDE TOPLUYORSUN

VE ÖYLECE TALEP EDİYORSUN..

VE DİLEĞİN OLUYOR!

Bâtın”ın, zâhirde gizli olduğunu… Sâfiye’nin, emmârede, kabın rengine göre açığa çıktığını… Tüm mertebelerin, aslında tek bir mertebe olup; “Ganî” orijinin, zâhirin şekil ve kalıbına büründüğünü…

Güneş ışığının tek renk olmasına rağmen, prizmayla çok renkliliğinin açığa çıkması gibi; Sâfiye’nin de, alt bilinç tezâhürlerinde renklenmesi olayını…

Elektriğin, ampulün camının renginde görünmesini… ve dahi ortaya koymak istediğini ortaya koyduğunu… anlatmıştık…

Bunları göz önünde tutarak eğilelim konuya…

Kişi, kurabiyesinden, toteminden, ya da bir türbeden bir şey istemeğe gittiği zaman…

Âhrete geçmiş olanların Gavs mertebesi düzeyindekileri bir yana koyarsak… Diğerlerinin de bu yaşama müdahale etme kuvveleri olmadığını hatırlarsak…

Oraya gidip dilekte bulunan kişinin dileğine kim icâbet etmektedir?.. Ki, böylece o kişinin arzusu yerine gelmekte?..

Bundan önceki iki yazıda, hükmün nereden ve nasıl geldiğinden söz etmiştik… Anlatmaya çalışmıştık ki…

Dışarıdan değil, senden!

Varlığından açığa çıkan her şey, “sen”den kaynaklanıyor!.

Allah, sana dışarıdan müdahale etmiyor!… Özünden geliyor zâhirine, Allah’ın takdiri…

Başaramıyorsan, nedenini kendinde ara!. Gerçekten, tüm kalbinle istesen, o şeyin oluşmamasına engel ancak takdir olabilir!.

Evet bunu da anladıysak…

Sanırım, “kurabiyedeki güç kaynağı” çıktı ortaya!.

“Sen”deki Allah’ın yaratıcılığı!.

Yöneliyorsun, vereceğine İNANÇLI olarak diliyorsun; oluşması için himmetini o konu üzerinde topluyorsun ve öylece talep ediyorsun… Dileğin oluyor!.

Kurabiyen sana icâbet etmiş oluyor!!!.

Putuna yaktığın mum; türbeye bağladığın çaput; adadığın horoz ya da kurban, senin dileğini yerine getirdi sanıyorsun!. Alnındaki gözlüğü sokakta arıyorsun!. Oysa o şey, senin konsantrasyon objen!

hf

KİŞİYİ HEDEFE ULAŞTIRAN,

DÜŞÜNDÜĞÜ ŞEYİ BAŞARMA KONUSUNDAKİ

ŞÜPHE GÖTÜRMEYEN AZMİDİR!

 (Soru: Ra’d/ 28; ”İşte onlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşanlardır.  Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur.”)

Buradaki “Allah'ı anma”dan ne anlamalıyız?..

"ALLAH” isminin işaret ettiği mânâyı anlamak için yapılan tefekkür, burada zikir olarak anlatılmakta ve bu tefekkürün sonunda erilen gerçek ile iman ehlinin huzur bulacağına işaret edilmektedir..

“İnsanların, idrâka dayanan ilimden mahrum kalıp ezbere dayanan bilgi birikimiyle mukallit olarak yaşamaması” demektir.

(Soru: Özür dileyerek; bunu sağken gerçekleştirme imkânı olabilir mi?.. Teşekkürler.)

Evet... Kişinin herhangi bir şeyi başarma konusundaki "şüphe" ihtiva etmeyen azmi bunu gerçekleştirir...

Nasıl ki, bir kişi suda boğulacakken bulduğu bir dala o anda başka hiç bir şey düşünmeden sadece yakalamayı düşünerek uzanırsa, isteğe böyle uzanmak gerekir!.

hf

HOŞGÖRÜ

HOŞGÖRÜ

MASKENİN GÜLMESİ DEĞİLDİR

Kişideki hoşgörü, kişinin Allah’a irfanının derecesiyle bağlantılı ve doğru orantılıdır.

Bir kişi ne kadar Allah’a karşı irfan sahibiyse o kişide o oranda hoşgörü vardır.

O kişi ne kadar Allah’tan gâfilse, o kadar sert, katı acımasız ve şekilcidir

Bunu geçmiş bütün tasavvuf ehlinde görebilirsiniz...

Bütün Tasavvuf ehli, Mevlâna’sı, Yunus’u, Hacı Bektaşi Veli’si, Ahmed Yesevi’si, Abdülkâdir Geylâni’si, Şah-ı Nakşibendi’si, Seyyid Ahmed Rufâi’si, Seyyid Ahmed Bedevi’si, Hasanı Şâzeli’si... bütün mâneviyat ehli Allah’a gönül vermiş insanlarda olabildiğince geniş bir hoşgörüyü görürsünüz.

Çünkü bunlar bilir ki, varolan herşey Allah’ın kuvvet kudret ve yaratmasıyla bir hikmete dayalı olarak oluşmaktadır.

Hz. Rasûlullah A.S ‘ın bir uyarısı var:

”Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanın!” diyor.

Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmak demek, Allah’ın varlıklarına bakış açısıyla bakmaya çalışmak demektir.

Hoşgörü; maskenin gülmesi değil, fâili hakikiyi her an müşahede etmenin sonucu olarak yaşanan bir hâldir..

(Soru: Üstadım, fâili hakiki’yi müşâhede etmeden gösterilen hoşgörü bir gün gelir amacına ulaşır mı?..)

Evet!.

hf

Hoşgörüsü olmayanın hoşgörüden sözetmeye hakkı yoktur.. Ederse, riya yapmış olur!.

hf

Hoş göremediğin kimdir, biliyor musun?.

hf

HOŞGÖRÜ VE OLGUNLUK

Hoşgörü ve olgunluk ayrılmaz ikilidir!. Birinin olmadığı yerde, diğeri de yoktur!.

hf

“HULLET” MERTEBESİ

İsm-i Âzam, hullet mertebesinde yaşayan kişinin hâlinin ismidir!.

hf

“HULLET” MAKAMI

Tavaftan sonra mutlak namaz: Anlatılan vazifeleri yapan için Ahadiyyet`in zuhuru ile, ona ait hükmün yaşamıdır.

Bu namazın ibrahim makamında kılınması: Hullet makamına işarettir.

hf

(Soru: Tasavvufta geçen Hullet makamı Hz İbrahim’e mi aittir?.)

O’nda sembolize olan fakat daha sonraki İnsan-ı Kâmil’lerde de açığa çıkan bir tecellidir... Asâleten O'na; verâseten de ondan sonra gelmiş olanlara aittir.

hf

“HÛ” ESMÂSI

Mutlak Zât’a işâret

hf

 

“HÛ

“O”

·         Zât’ın Hüviyeti

·         Öz’deki Teklik Boyutu

·         Evrensel Boyutlu “Tek”lik Noktası

·         Her An Cüzlerdeki Tasarrufu Oluşturan

·         Oluşumun Kaynağı

·         Varlığın Özündeki Boıyutsal Ötelik

ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir..Yâni, Allah’ın hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de sayısız özelliklerini içeren bir isimdir.

“Allah” ismiyle işaret edilen ZÂT’ın Hüviyetine ise “” ismi işâret eder.

hf

HÛ,

ALLAH İSMİYLE İŞARET EDİLEN MUTLAK ZÂT’IN

HÜVİYETİNE İŞARET EDER!

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey.....

Bunların, sana göre tümü, "O"dur!. Yani, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!.

Yani, ""!.

"" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât`ın hüviyetine" işaret eder ki, o mânânın tafsiline bu kitapta girmeyeceğiz...

hf

Vahdet konusunun zirvedeki isimlerinden biri olan “İNSÂN-I KÂMİL” yazarı Abdülkerim Geylânî (Ceylî) Kaddesallahu Sırrahu Azîzan, bu konuda özetle şöyle demektedir:

“ALLAH isminin sonundaki H harfi hüviyeti Zât’a işaret eder ki, bunu HÛ ismi olarak da bilir ve bu hususa HÛ ismiyle işaret ederiz”

Nitekim, Efendimiz, büyüğümüz Hazret-i Âli dahi, “HÛ” ismine çok riâyet eder, bu ismi çok zikreder, özellikle şu şekilde söyler ve yakınlarına tavsiye ederdi:

“Yâ HÛ ya men HÛ, lâ ilâhe illâ HÛ”

“İsm-i Â’zâm”ın gerçekten “HÛ” olduğuna inanabilmek veya bunu müşâhede edebilmek için tasavvufun çok derinliklerindeki bazı gerçekleri Allahu Teâlâ’nın müşâhede ettirmesi icap eder.

Rasûlullah aleyhisselâma bir gün şu sual sorulur:

-Yerleri ve gökleri yaratmazdan evvel Rabbimiz neredeydi?..

Cevaben buyururlar ki:

“Altında ve üstünde hava olmayan A’mâ da idi!.”

Bu hadîs-i şerîfte işâret edilen husus, Allahû Teâlâ’nın Zâtıdır.

hf

HER TÜRLÜ BEŞERİ ANLAYIŞ

VE KAPSAMSAL KAVRAMIN ÖTESİNDE…

İsmi “ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “” yani sadece “O” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tâbir edilir).

hf

SAYISIZ “NOKTA”LARIN HÂLIK’I OLUP,

“NOKTA”LAR İNDİNDE “NÜKTE” OLAN HÛ!

Gerek Kur'àn ve gerekse dini yayınların İngilizce ve Almanca çevirileri sırasında yapılmış olan çok önemli bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum.

Bilindiği üzere, Kur'ân-ı Kerim’de geçen "" kelimesi dilimize "O" olarak çevrilir.

"O" zamiri dilimizde, üçüncü bir varlığa, işaret eder; ve bu anlamda kadın-erkek veya cansız ayırımı yoktur.

Biz üçüncü bir birim için, ister kadın ister erkek; ister canlı, ister cansız; ne olursa olsun hep "O" kelimesini kullanırız..

Oysa, Türkçe’deki "O" kelimesinin İngilizce'de karşılığı üç ayrı kelimedir... Üçüncü şahıs erkek birim için "HE"; üçüncü şahıs dişi birim için "SHE"; üçüncü cansız birim için de "İT" kelimeleri kullanılır.

Dilimizde yanlış kullanılan bir terim vardır, “Tanrı-Baba”!. Bu bize İsevî’likten geçmiştir.. Onlar için “bir tanrı vardır göklerde-erkek”, ki O İsa aleyhisselâmın babası! Oysa diğer bölümlerde elimden geldiğince açıklamaya çalıştığım üzere “Allah” ismiyle işaret edilen varlık “ötedeki erkek-baba” değildir!.

Düşünmeye çalışalım… “Ben” dediğimiz özümüzü farketmeye çalışalım…

Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yapalım!. Molekül-atom-nötron-nötrino-kuark-kuanta boyutlarına inip, düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-dalga boyutunda hissetmeye zorlayalım kendimizi… İşte bu yaptığımız, bir boyutsal “zoom”lama veya “mi’râc”dır!.

İşte Arapça’daki “” kelimesi, varlığın özündeki bir boyutsal öteliğe işaret eder; niteliksiz ve niceliksiz bir yolla!.

Şimdi bir bu anlattığım mânâyı düşünün, bir de İngilizce’deki üçüncü erkek şahsa işaret eden “HE” kelimesinin anlamını… Ve üstüne üstlük, “” kelimesinin işaret ettiği mânânın, insanların “HE” kelimesinden anladığına dönüştürülmesiyle ortaya çıkan kavram kargaşasına!.

Evrensel boyutlu “TEK”lik noktası olarak algılanması istenene işaret eden “”nun, cinsiyetli bir tanrı olarak algılanması ne derece doğruya yakın olabilir?

Soyutluğun ardındaki somut olarak işaret edilen erkek-baba tanrı anlayışı ile, gerçekte, sonsuz-sınırsız diye tanımlanmaktan dahi beri olan ne kadar bağdaştırılabilir?

Hele şunu farkedelim ki…

Bize göre sonsuz olan evren, bir anda, “nokta”dan varolmuş bir açı, “<”!.

Sonsuzluk düzleminde, bir noktadan meydana gelmiş bir “<” -açı-!.

Evren” kelimesiyle ya da “evren içre evrenler” tanımlamasıyla anlattığımız her şey bu açıda -“<”- yer almakta!.

Bu “<” açı ve dayandığı “nokta” ise, anlarından bir andaki yaratışı “”nun!. Sayısız “an”lardaki, sayısız “nokta”lardan, yalnızca bir “an”daki bir “nokta”dan yaratılmış “evren içre evrenler”den birindeyiz!.

İnsân-ı Kâmil” ya da “Hakikat-ı Muhammedî” isimleriyle işaret edilen ise o “nokta”dan varolan varlık!

NOKTA” ise bir “nükte”!.

Sayısız “nokta”ların Hâlik”i olup; “nokta”lar indinde “nükte” olan “HÛ”!.

İlminde “nokta”dan yarattıklarını, hayâl hammaddesiyle var kılan “HÛ”!.

Ve bütün bunlardan “GANΔ olana işaret eden, “”!.

İşte “” ismiyle işaret edilip, müslümanların farketmesi istenen Hakikat!…

İşte, “HE” kelimesiyle işaret edilen Kur’ân tercümelerindeki erkek-baba tanrı kavramı!.

” kelimesinin anlamının “HE”ye dönüştürüldüğü Kur’ân tercümeleriyle…

Ötede bir tanrı’dan sözediyormuşçasına anlaşılan Kur’ân meâlleriyle, insanların İslâm Dini’ni anlaması fevkâlâde zordur!.

İslâm Dini’ni anlamak ve bilinçli olarak tasdik etmek istiyorsak, öncelikle bu gibi kelimelerin işaret ettiği anlamları iyi anlamalıyız!.

hf

“HÛ”NUN,

İLMİNDE AÇIĞA ÇIKARDIĞI ÖZELLİKLERİNİN

VARLIĞIYLA VAR KILINMIŞ ŞUURLU ÇEKİRDEK

(“HAKİKATI MUHAMMMEDİYE”)

”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!

O “nokta”, “” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.

hf

“HÛ”NUN VARLIĞIYLA VAR KILDIĞI

ŞUURLU ÇEKİRDEĞİN İLİM MERTEBESİNDEKİ

 İLMÎ AÇILIMI

Algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “NOKTA”nın varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.

Bu “nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt enerji okyanusu”dur. Burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.

Buraya kadar açıklanan durum, Hazreti ÂLİ’nin “bu AN o AN’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.

İşte bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki Allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği algılamaları, “GÖRESELLİĞİ” ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).

hf

HZ. MUHAMMED MUSTAFA BİZE,

“ALLAH” İSMİYLE,

“O=HÛ” VARLIĞI TANITMIŞTIR!

İsim, dikkati, düşünceyi bir varlığa yönlendiren kelimedir.. Biz bir ismi, üzerinde konuşmak ya da herhangi bir şekilde düşünmek istediğimiz varlık için kullanırız.

"ALLAH" kelimesi bilindiği üzere bir isimdir. Ve dahi, herhangi bir dile tercümesi, genel dil kurallarına göre mümkün olmayan "özel isim"dir!.

"Hulûsi" kelimesi nasıl bu fakîre işaret eden; tanımayan biri için de bu işaretin ötesinde hiç bir şey açıklamayan bir kelime ise; "Allah" ismi de yalnızca bir "özel isim"dir ki, işaret ettiği varlık hakkında hiç bir açıklama getirmez!.

İlk defa bu kelimeyi duyan kişi, sadece, bu isimle anılan bir varlık olduğunu anlar!. Peki bu ismin işaret ettiği varlık nasıl bir varlıktır?.. Bir tanrı mıdır ya da başka bir şey midir?..

İşte burası, işin en önemli tarafıdır!.

Bize, "Allah" ismiyle "O=HÛ" varlığı tanıtan Rasûl Muhammed Mustafa aleyhisselâm; O isimle işaret edilen varlığın, bir "tanrı", "mâbud", "ilâh" olmadığını vurgulamakta; getirdiği açıklamalarla da, "sizin ilâhınız Allah"tır, beyanıyla; bizim "ilâh" ya da "tanrı" diye var sandığımız şeyin gerçekte "Allah" ismiyle işaret edilen varlık olduğunu açıklamaya çalışmaktadır.

"Sizin ilâhınız Allah"tır demek; "Allah"ın bir tanrı olduğu yani ilâh olduğu" anlamına gelmeyip; aksine, şu mânâda olarak ifade edilmiştir:

"Siz tanrı-ilâh diye bir şey kabul ediyorsunuz ya… İşte öyle bir şey yoktur! Tanrı-ilâh yoktur, "Allah" ismiyle işaret edilen bir varlık vardır!. Bu isimle size anlatmaya çalıştığım "O", varlığı ve özellikleri itibariyle, sizin var sandığınız tanrı-ilâh kavramından tamamıyla ayrı bir şeydir!.

Öyle ise, bu güne kadar üzerinde düşündüğünüz ve var sandığınız tanrı-ilâh fikrini bir yana koyarak; "Allah" özel ismiyle işaret edilen varlığın ne olduğunu bir nebze de olsa farketmeye, tanımaya çalışın!."

hf

SONSUZDAKİ BİR “NOKTA” OLARAK YARATILMIŞ

MUTLAK EVRENE “HÛ” İSMİYLE İŞARET EDİYORUZ..

Kİ BU ZÂT,

“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLEN İNDİNDE

YALNIZCA BİR “İLMÎ SÛRET”TİR

İnsanoğlunun, algıladığı ya da algılayamadığını fark ettiği her şey, yani tüm göresel ya da mutlak evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen “O”nun, kendisine göre olan bir “an”ındaki eseridir! Yani, “”nun kendisine göre sayısız olan “an”larından yalnızca bir “an”ındaki eseri!

Tüm yaratılmışların algıladığı ya da algılayamadığı; fark ettiği ya da fark edemediği; tasavvur ya da tahayyül ettiği her şey hep bu “ALLAH” isminin işaret ettiği varlığın bir “an”ındaki eseridir!

Ki bu “an”, “”nun indinde bir “nokta”dır!.

Bize göreyse çıkış “nokta”sıdır!.

“Nokta”dan meydana gelmiştir, insan-cin-melek tanımlamalarıyla anlatılan her şey ve dahi, evren içre sayısız -algılayana göre- evrenler!.

Sonsuzda bir “nokta”nın yerini düşünün!.

Nokta” olarak yaratılmış; ilmi yönüyle “Akl-ı Evvel”, hayâtiyeti yönüyle “Ruh-u Â’zâm”, hüviyeti yönüyle “Hakikat-ı Muhammedî” ve nihâyet kişiliği itibariyle aldığı isim de “İnsan-ı Kâmil” olan evrensel varlığı düşünüyor; ve biz ona da “” ismiyle işaret ediyoruz.

Oysa...

Bu bahsettiğimiz Zât, “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ilminde yalnızca bir “ilmî sûret” olup; vücudu ise varlığını “”nun esmâsından alır!. Bu sebepledir ki, “nokta”nın, gayrı bir bağımsız varlığı ve vücudu sözkonusu olmaz!.

Nokta”dan meydana gelen bu varlığın -mutlak evrenin- algılanan sıfatları ve esmâsı ve müşâhede edilen ef’âli, “”nun her an yeni bir “şe’n”de oluşundan kaynaklanır!.

 ALLAH” İsmiyle işaret edilenin indindeki sayısız “an”dan ya da bir diğer ifadeyle “nokta”dan yalnızca biri olan “İnsan-ı Kâmil” adıyla işaret edilen “NOKTA” bilinci ise, “Mardiyye nefs” bilincine sahip kılınanın ilminden münezzehtir!. (muhalefet lil havâdis)

Sınırsız-sonsuz” kavramları dahi, “İnsan-ı Kâmil”de açığa çıkan “”nun esmâ ve sıfatı yönünden geçerli olup; “nokta” dışında geçerliliği kalmaz!.

hf

O’NUN YARATIŞININ SONU YOKTUR!

(Soru: Büyük patlama herşeyin başlangıcı olduğu gibi belki de "en mükemmel başka birşeyin de sonu olmuştu"... “En mükemmel başka bir şey”i nasıl anlamalıyız?...)

"En mükemmel" hiç bitmez, çünkü özünde "GÖRE" vardır!..

Özünde "GÖRE" olan şeyler ise hiç bitmez!.. "O"nun yaratışının sonu yoktur!.

hf

“HÛ”,

HER AN YENİ BİR ŞANDADIR!

(HER AN YENİ BİR ZÂHİR OLUŞTADIR)

“HÛ” her an yeni bir “şe’n”de iken…

Hâlâ, beynimizde kum saatiyle dolaşmak niye?

Beynindeki kum saatiyle, 2000’e girenler; ne zaman, iman ettiklerini hep tekrarladıkları “ALLAH”ın, her an yeni bir Zâhir oluşta olduğunu kavrayacaklar?

Ne zaman, dünde yaşamaktan ve dünde yaşayan ve yaşananların tekrarını beklemekten vazgeçip; an içre olanı fark edecekler?

HÛ her an yeni bir şe’ndedir”; biz, bunun ne demek olduğunu anlayamasak da!.

hf

“O”,

 ALGILAMA KAPASİTESİNE GÖRE ZÂHİR!

“ZÂHİR” ismiyle işaret edilen “HÛ”dur; derken, ötelerde aramak niye?

Mükemmeli fark ettirmek için, kâmil olmayanı en mükemmel hâliyle ortaya koyunca, “HÛ”yu inkâr niye?

Algılama kapasitesine göre zâhir iken; zâhirle kayıtlamak niye?

hf

KESRET ÂLEMİ

“O”NUN EFAL MERTEBESİNDEKİ GÖRÜNTÜSÜDÜR.

MEVCUDAT YOKTUR, “O” VARDIR

“Âlemler" isminin müsemmâsı da O`dur. Çünkü gayrısı yoktur!

"Lâ mevcûda illâ Hû" demek, "mevcûdat yoktur, O vardır", demektir.

Yoksa, mevcudat vardır da, işte o mevcut olan şeylerin toplamı O`dur, demek değil...

"O ve O`ndan meydana gelmiş bir âlemler" müşahedesi, perdesi kalkmamış olan kişideki, Nur perdelerinin meydana getirdiği düşüncelerdir.

Tek tek, her nesnenin, "Allah" dediğini duymak, kesrette olana ait bir hâldir. Ve bunu ifade eden kişi henüz Tek`liğe ulaşamadığının, perdeli olduğunun açıklamasını yapmaktadır.

Gerçekte, âlem Tek varlıktan ibarettir; yani, tek bir yapıdır! Tek`in teklerinin tek tek zikri olmaz!

Hz. Âli, “Görmediğim Allah`a ibadet etmem “ demiştir.

“Hiç bir şey görmem ki, evvelinde Allah`ı görmüş olmayayım.” demiştir Hz. Ebu Bekr.

“O”, her şeydir ve her şey “O”nun ef`al mertebesindeki görüntüsüdür.. Kesret âlemi de budur! Vahdeti anlamak üzere yola çıkmış kişilerce çıkılan ilk basamak budur!

Ama dikkat edin, ”ilk basamak” dedim...

hf

HER BİRİMİN VE ZERRENİN “HAKİKATİ”,

ÖZÜNDEKİ RABBİ,

MELİKİ,

İLÂHI,

“O”!

O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. Âlim’dir (tüm incelikleriyle ne olup bittiğini bilendir) algılanabilen ve algılanamayan her boyutta. Rahman ve Rahîym O’dur (hakikatinde).

O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. Melîk (hükmeden), Kuddûs (saf, arı, orijini değişmemiş), Selâm (varlık kendine teslim olmuş), Mü’min (gayba imanı açığa çıkarıp tereddüt ve şüpheyi yok eden), Müheymin (farkındalığı dışında hiçbir şey olmayan), Azîz (dilediğini yapan, misli olmayan), Cebbâr (yaratmış olduğu sistem sonucu dilediğini karşı konulmaz şekilde açığa çıkaran), Mütekebbir (kibriyâ, benlik sahibi)... ismi “ALLAH” olan şirk koşulmasından beridir (yalnızca şirk koştuğunu sanan olabilir!)...

O (ismi) ALLAH olan ki, tanrısallık yoktur hüviyet (benlik sahibi) O’dur!.. HUviyet sahibi, Allah ismiyle anılan Hâlik (esmâsıyla-isimlerinin özellikleriyle) “yok”u var kılarak her şeyi meydana getiren; Bârî (yarattığı her birimi kendine özgü formülle açığa çıkaran), (farklı esmâ terkiplerini oluşturan); Musavvir (her birimi bir sûretle algılamayı oluşturan); O’na aittir tüm kemâl vasıfların isimleri!.

Semâlarda ve arzda (bilinç veya madde olarak algılanan tüm boyutlarda) bulunan her ŞEY, (onun bir özelliğini ortaya çıkarmak suretiyle) tesbih hâlindedir (farkında olmasa da!)... Hû, Azîz’dir Hakîm’dir (hüviyet sahibi olan Zât, her ŞEYİ, bir hikmete dayalı olarak, bir sistem ve düzen içinde, oluşmasına karşı koyulmaz biçimde meydana getirendir)!. Bizim bâzı müşahedelerimize göre...

Aslında bir kitap yazılası anlamlar gizli bu âyetlerin derinliklerinde... Ne çare ki, burada sadece bir gerçeğe, O’nun TEK’liği açısına dikkatleri yönlendirmek amacıyla bu kadarıyla değindik. Selâm olsun bu yazılanların ötesini tefekkür edebilecek beyinlere...

Evet...

O!...

Her birimin ve zerrenin Hakikati; özündeki Rabbi, Melîki, İlâhı (Ulûhiyet mertebesinin özelliklerinin, yani sıfat ve esmâ mertebesinin olduğu boyut) olan, O!.

Gerçekte, vehmî (var sandığın) benliğinin ardındaki gerçek, O!.

Tanıyamaman yüzünden cehennem yangınlarını şimdiden yaşadığın; O!.

Bilgisizliğin yüzünden hayâlinde yarattığın tanrıya tapınarak şirke düştüğün; bundan dolayı da mahrum kalıp hüsrana uğrayacağın; oysa özündeki, O!.

Gökte ararken, sırrında, gizli derûnunda ve daha da içerinde erebileceğin, O!.

Algılamakta olduğun her ŞEYin hakikatinde olan, O!.

Fark ettiğinde, benlik dağını paramparça edip, “yok”luğunu, aslında hiç “var” olmamışlığını hissettirecek, O!.

İnsan “ismi anılan bir şey değilken, yok iken”, kendi özellikleriyle varlığa çıkartıp; sonra tekrar “yok”luğumu fark ettirip; sonra tekrar bu gerçeği bilmiş olarak yaşatırken; bunun hakkını verememenin cehennemini ebediyen yaşatacak olan, O!.

Sana, “ben” kelimesi ile işaret ettiğin varlık dağını paramparça edecek sırra işaret ettiği halde; farkındalığı da açığa çıkarmayan; bunun a’mâlığı ile dünyanı değiştirtecek olan, O!.

Gel dostum; yarın her şeyinle terk edeceğin bu dünyanın, ölümle uyandığında senin için hiçbir anlam taşımayacak işleriyle kafanı bu kadar yorma!. Sonsuzlukta süregidecek yaşamın için bir şeyler yap!..

Sana, Hakikatinin ne olduğunu ve özelliklerini bildirmek için inzâl olmuş (gökten inmiş(!) değil), SIRLAR Kitabı Yüce Kur'ân’ı anlamak için biraz zaman ayır kendine!.. Allah Rasûlü sana ne getirmiş, niye getirmiş bunu sorgula!.

Sonradan pişmanlık asla sana yarar sağlamayacak; elinden kaçırdığın devlet kuşunu bir daha kesinlikle yakalayamayacaksın!.

Sana, sensiz, “Sen”dekini anlatan bu Muhteşem Kitap’taki bilgileri ve onu sana ileten Allah Rasûlü ve son Nebî Muhammed Mustafa aleyhiselâmı değerlendiremezsen, bil ki sonun sükûtu hayâl ve hüsran olacaktır!.

Zirâ ölünce (boyut değiştirince) göreceksin ki, var sandığın “tanrı” meğer hiç var olmamış!.

hf

CÜZLERDE TASARRUFU OLUŞTURAN,

“HÛ” DUR!

"HÛ" nun mânâsı; çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik boyutudur.

"HÛ" ismi, cüz`ün özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta… Oluşumun kaynağı O!.

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kâim!. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.

"" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât`ın hüviyetine" işaret eder

hf

ASLI "HÛ"... NESLİ DE "HÛ"...

ANCAK, VARLIĞIN "ÖZ"ÜNDE İŞLEMEKTE OLAN

BİR "SİSTEM"İ FARK ETMEMİZ GEREK...

"DİN", BUNUN İÇİN BİLDİRİLİYOR

Aslı Hû, nesli Hû; derler bilirsiniz...

Aslı elbette ki önemlidir insanın... Aslı önemlidir mahlûkatın... Aslı önemlidir varlık âleminin... Buna Hakikati de denilir...

Denilir de..

Bir de işin faslı vardır!.

İşin Hakikati yani aslı önemlidir!. Niye?

Eğer işin aslını öğrenmemişsen, o takdirde dışarıda, dışında, ötende bir tanrı düşünür; Hz. Muhammed’in bildirdiği “Din”in özünden mahrum kalmış olursun.

Zira, “Din”in bildirilmesindeki iki ana amaçtan birincisi ötende bir tanrı olmadığını idrâk etmen suretiyle “Allah’a iman etmen”dir. Ki bu, işin aslı ile alâkalıdır...

Birde ikinci şıkkı vardır ki bu işin o da, tâbiri câizse faslı ile ilgilidir.

Din” olan İslâm, bir sistemi açıklamaktadır; bunu anlayamayan tek yönlü ilâhiyatçılar inkâr etseler bile...

Bir kısım ilâhiyatçılar ve “Din”i yüzeysel ele alan şekilci zekâ sahipleri, “Din” dendiğinde, sistemli düşünceden ve çağdaş bilimlerin getirdiği evrensel bilimlerden (Quantum fiziği, holografik gerçeklik gibi) mahrum oldukları için, konuyu, ezberci ve taklitçi bir biçimde ele alıp, gökte oturan tanrının, kendisinin alt katındaki melekler aracılığıyla yeryüzündeki postacı hükmünde peygamberine yolladığı fermanlar bütünü olarak anlamaktadırlar. Cinler de bilmem kaç kilometre yukarı fırlayıp(!) gökteki(!) meleklerden bilgi kapıp sonra yeryüzündeki medyumlarına haber taşımaktadır(!).

Bunlar gerçekte, çağlar gerisinden kopup gelen maddeci Müslümanlık ekolünün günümüzdeki sözcüleridir bilim adamı olmanın çok ötesinde!. Etiketleri ne olursa olsun, sistemli düşünme yeteneği olmayan dinciler olmaktadırlar.

Ötede gökte tanrı, alt katında buyrukları ileten melekler, yeryüzünde peygamber postacılar!. Buyrukları yerine getirenler mükâfaat olarak cennete sokulacak, buyruklara karşı gelen âsiler de kollarından tutulup ateşli kuyulara atılacaklar ceza olarak!.

Bunların ne “Allah” adıyla işaret edilenden haberleri vardır, ne “melek” ismiyle işaret edilen boyutun ne olduğundan, ne İslâm’da peygamberlik kavramının var olmayıp, bunun gerçeği olan “risâlet” ve “nübüvvet” kavramlarının düşündüklerinden çok farklı şeyler olduğundan, ne de “İslâm Din”inin insanlara niçin ve hangi amaçla tebliğ edilmiş olduğundan haberleri vardır.

Olayın bu yönünü kısaca belirttikten sonra gelelim işin faslına...

İslâmDin”inin açıkladığı vahdet gerçeğini taklit yollu kabullenip dayandığı "sistem”i fark edemeyenler, işin bu faslında hep şu yanılgıya düşmektedirler...

“Mâdem ki ötemde bir tanrı yok; Allah adıyla işaret edilen benim ve tüm varlığın özündeki “hakikat“ denilen ilim ve kudret sıfatlarıyla tanımlanan bir “ÖZ”dür, bu takdirde artık benim tapınacağım bir öte varlıktan söz edilemez!. Öyle ise, benim ne namaz ne oruç ne hac ne zikir ne de sair ibadetlerime gerek yoktur. Bu idrâka geldikten sonra bunlara ihtiyaç kalmaz!.”

Bu fikir tümüyle çok büyük bir yanılgıdır!. Öylesine pahalı faturasıyla karşılaşılacak bir yanılgı ki, sonuçlarını kimse tahmin edemez!.

Bu konuyu "KENDİNİ TANI" isimli kitabımızda yazmıştık kısmen, ama o kitabı okumamış olanlar için bir kere daha kısaca özetleyelim...

İnsanın hakikati ile evrenin hakikati aynı asıldan aynı özden meydana gelmiştir ama... “İnsan” ismiyle, varlıktaki herhangi bir mahlûktan ayrılması insanın bileşimi itibariyledir!

Yani, atom boyutu itibariyle insan, o boyuttaki tüm varlıklarla bileşik tekil bir varlık olarak yaşamasına rağmen; bedenselliği ve bilincinin varolduğu boyut itibariyle, tüm varlıklardan bağımsız olarak kendi dünyasının (beden ve bilincinin) şartları içinde yaşamaktadır... Yani insan, bir alt katmandaki atom boyutunun algılamalarıyla, atom boyutunun şartlarına göre değil; moleküler yapısının şartlarına göre değil; hücresel beden boyutunun şartlarına göre ve bu boyutun oluşturduğu bilince bağlı olarak oluşan bilinciyle yaşamını sürdürmektedir.

Demek ki, bir alt asla göre dahi gerçek olan tekillik, üst katmanın yaşamına yön vermemekte; her katmanın kendi oluşum şartlarına göre yaşam geçerli olmaktadır.

Bunun sonucu nedir?

Bunun sonucu şudur:

Kişi, vahdet itibariyle, aslının Tekil Hakikat olduğunu ne kadar idrâk etmiş, hissetmiş ve yaşar olursa olsun; sonuçta, yaşamı beden boyutunun şartlarına göre sürmektedir.

Biraz daha açık misal vereyim...

Bedeninin aslı moleküler katmandır… Moleküler katmanın için ise, ne açlık ve susuzluk söz konusudur ne de hastalık veya kuvvetsizlik!.. Sen şimdi, benim aslım hücresel beden boyutuma GÖRE moleküler boyutum veya katmanımdır, diyerek yemeden içmeden durabiliyor, hastalanınca ilaç veya serum, vitamin almadan ayakta kalabiliyor musun?

Hücresel katmanının aslı olan moleküler katmanının gerçeklerine rağmen, nasıl sen yaşamına beden yani hücresel katmanına göre yön vermek ve şartlar oluşturmak zorunda isen...

Aynı şekilde, “hakikat” dediğin evrensel özünün ne olduğunu ne ölçüde idrâk etmiş olursan ol, yine de beden boyutunun ve geleceğin olan ruh boyutunun şartlarına göre de yaşamına yön vermek zorundasın!.

İşte İslâmDin”i gereği olarak sana bildirilmiş olan ibadet kelimesiyle tanımlanan çalışmalar, ötende bir tanrıya tapınmak amacıyla değil; özündeki hakikate ermek; bu arada da kendi özündeki sayısız kuvveleri beyninden açığa çıkarıp ruh bedenine yüklemek üzere sana teklif edilmiştir.

Yapacağın korunma duaları beyninde üretilen bir tür dalgalarla çevrende korunma kalkanı oluşturmak amacına dönüktür!. Koruyucu meleklerin, özündeki melekî boyuttan bu çalışmalarla zâhirine çıkmakta ve seni korumaktadır. Evrende tek canlı türü insan değildir. Korunmaya muhtaçsın! Bunu anla artık!

Sen bu çalışmaları yapmazsan, bu çalışmaların oluşacağı beyninde gerekli açılım kombinasyonları oluşmaz; oluşmayan bu kombinasyonlardan üretilecek nur veya enerji ruhuna yüklenmez; böylece, bedenin terk edilerek ölümün tadılmasından sonra zorunlu olarak muhtaç olacağın kuvvelerden de kendini mahrum bırakmış olursun!. Artık o şartlarda, bu enerjiyi elde edebileceğin fizik beyni de bulamayacağın için, ebeden bu yoksunluğun azap ve ızdırabını çekersin! Kendi kendini cehenneme atmış olursun!

Allah asla kullarına azap etmez!. Herkes elleriyle ortaya koyduklarının sonuçlarını yaşar!.

Bu gerçeği iyi kavrayalım lütfen...

hf

 “HÛ” HÜVİYETİ HAKİKATİ

İNSANIN DERÛNUNDAN GELEN BİR ŞEKİLDE

“YOK”LUĞUNU FARKETTİĞİNDE AÇIĞA ÇIKAR

İnsanın bir ömür boyu yaşadıklarından çok daha hayırlı olan bir an (KADR anı) vardır ki; bu anlık şuursal sıçrama veya açılım süresi içinde hakikatine ait bilgi, kendisine bir tenezzül, yani “özünden bilincine” doğru açığa çıkar!. Bu “HÛ” hüviyeti hakikatidir!.

Bu hakikat, “İnsan, Kurân’ın sırrı; Kurân, insanın sırrıdır” prensibince, insanın derûnundan gelen bir şekilde açığa çıkar!.

Ne zaman?

Kişi, ben neyim, kimim sorgulamasıyla yola çıkıp, Allah Rasûlü Muhammed aleyhisselâma iman edip, O’nun getirdiklerini anlamaya ve tanrı kavramından arınıp, ismi “ALLAH” olanı en azıyla “İhlâs” Sûresinde bildirilen kadarıyla algıladıktan sonra...

ALLAH” özel ismiyle isimlenmiş indinde, kendi birimsel varlığından, yani gün aydınlığından, “yok”luğunu fark etme karanlığına düştüğünde; tüm varlık nazarında varlıklarını yitirdiklerinde...

hf

İSMİ Â’ZÂM’IN SIRRINA ERMİŞ OLANLAR

HER NEFESTE

“HÛ” DİYENİN  MUTLAK BİLİNCİYLE YAŞARLAR

“ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir…Yâni, Allah’ın hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de sayısız özelliklerini içeren bir isimdir…

Allah ismiyle işaret edilen ZÂT’ın Hüviyetine ise “HÛ” ismi işâret eder. AHADİYYET sıfatıyla idrâk edildikten sonra, gerçek mânâsıyla “Allah’a iman” meydana gelir ve “yakîn” hasıl olur; iş taklitten çıkar, tahkike varır… Aksi halde, hep Allah “İSMİNE” iman edilir ki, bu da ehli taklidin mertebesidir… Tahkike ermişlerin ismi ise “müferridûn” veya “mukarrebun”dur ki; Allah “İSMİNDE” değil; ALLAH’IN AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el ân öyledir” sırrına binâen, “Allah Bâkîdir” mânâsı yaşanır olmuştur.

İşte bu yaşantı içinde olanlar, “İsm-i Âzâm” sırrına ermiş olanlardır ki; her nefeste “HÛ” diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar.

Bu zevâtı kirâm, dua edip de “YÂ ALLAH”, “YÂ HÛ” dedikleri zaman;

“dillerinde söyleyen ben olurum” Hadîs-i Kudsî’si mânâsınca; dileyen kendi olur ve elbette kendi dileği de havada kalmaz, yerini bulur!.

hf

NEYİ SEVERSEN SEV,

GERÇEKTE YALNIZCA “HÛ”YU SEVMEKTESİN!

Yaşam sevgi üzerine kurulmuşken, bunu yaşayamayanlar, hayâllerindeki bir tanrıyla meşguldürler…

“Zâhir” olanı bırakıp, ötede sevecek aramak ancak gaflettir!

Neyi seversen sev, gerçekte yalnızca “HÛ”yu sevmektesin ve zaten yalnızca “O”nu sevmek için varsın!.

Sevgi yaşantısı Cennet’tir; sevgisizlik ise Cehennemin bir türü!

hf

HERŞEY

TEK BİR BEYNİN KONTROLÜNDEYKEN,

KINAMAK NİYE?

Kollarınızı iki yana açınız ve sağ ile solun iki ucunu düşününüz, ne kadar uzaklar birbirlerine…

Sonra hatırlayınız, aynı bedende olduklarını ve TEK BİR beyinden yönetildiklerini… Biri başınızı kaşırken diğeri topuğunuzla meşgul!

Öyle ise niye kınamak sol eli?.

Eller kendi başlarına mı hareket ediyorlar?. Yok mu kendilerine kumanda eden bir beyin?.

Değer yargılarımızı yeniden gözden geçirsek nasıl olur acaba?…

hf

 

 “HURAFE”


    Dinimize çok hurâfe girmiş, çok safsata girmiş... (HURÂFE; yanlış, geçersiz asılsız bilgi)

hf

“HULÛL”

(BAŞKA BİR VARLIĞIN İÇİNE GİRME)

FAKR ateşiyle yanan, yâni, "yok"luğunun idrâkı ve hissiyatı içinde olup, yakîne ermiş bir kişiyi görürsen, yaklaş ona!

Çünkü, orada beni bulursun!

Çünkü, o "yok"luğa ermiş kişinin varlığı benimle kâimdir. Benimle görür, benimle işitir, benimle yürür...

Elinde, dilinde beni bulursun!

Ve sakın sanma ki, orada o kişi var da içi yok olmuş, onun içinde ben varım!..

Bu muhaldir!

Hulûl yani başka bir varlığın içine girme diye bir şey asla sözkonusu değildir! Ayrıca iki ayrı varlığın birleşmesi yani ittihad da değildir bu!

Allah'ın varlığı dışında ikinci bir varlık mevcut değildir ki, O!nun içine girme veya onunla birleşmeden bahsedilsin.

hf

HUŞÛ

“Allah”ı bilenin hâlidir, “huşû”!.

hf

HUŞÛ,

ALLAH İNDİNDE HİÇLİĞİNİ FARKETMEKTİR

Sen kendi varlığının ve bütün bu varlığın HİÇ olduğunu anlayıp idrâk ettiğin zaman yaşadığın hâli adı: HUŞÛdur.

Allah’tan ancak Alim olanlar haşyet duyarlar” âyeti işte buna işaret eder.

Dolayısıyla Allah korkulacak ötedeki bir Tanrı değil , kendisinden haşyet duyacak Vahid’ül Ahaddır!

hf

“HUŞÛ” OLMAZSA,

Mİ’RÂC OLMAZ

Önce sizin de duymuş olabileceğiniz iki ayete işaret edelim;

“VAY HÂLİNE O NAMAZI EDÂ EDENLERİN Kİ, NAMAZIN ANLAMININ FARKINDA DEĞİLDİRLER “ (107-4/5)

ONLAR NAMAZDA HUŞÛ İÇİNDEDİRLER” (23-2)

“HUŞÛ” kesinlikle bilelim ki “KORKU” değildir!

“ALLAH” azâmetini farkeden insanın, bu sonsuz yücelik yanında kendi “hiç”liğini farketmesi; ve bunun sonucunda da hissettikleridir “HUŞÛ”!.

Bu âyetlerin anlamlarını yeterince anlayamayanlar, “sen namazda dünyadan yeteri kadar arınamıyorsun, Allah’a yönelmiyorsun, dolayısıyla namazın kabul değildir; gibi hükümler verirler...

Oysa bu yorum, bu anlayış tamamen yanlıştır. Çünkü namaz, birinci derecesinde söylediğim gibi, kılınma şekliyle, senin ölümötesi azaptan cehennemden korunman için gerekli olan enerjiyi sağlayacaktır.

Burada “huşû olmazsa, olmaz” denmesi, “Mi’râc olmaz” anlamınadır!. “Allah’a vusûl olmaz”, anlamınadır!.

hf

HUŞÛ,

ERİŞİLEN BİR İDRÂKIN SONUCUDUR

Huşû”; erişilen bir idrâk, edinilen bir müşahedenin sonucudur.

“Huşû “ namaza mahsus değildir, her an yaşanabilir; dolayısıyla da namazı kapsamına alır...

hf

HUŞÛ,

“DAİMÎ NAMAZ” İLE SONUÇLANIR

Bkz. H / “Hâşian” / Allah indinde herşeyin “HİÇ”ten gelip “HİÇ”e gittiğini bütün hücrelerinde yaşarsan, sen “Hâşian”dan olursun.

hf

 “HUY”

(KARAKTER)

(MİZAÇ)

Beyin, temel kabiliyeti itibariyle aslının, zâtının yani kendinin Hak’tan olması dolayısıyla 99 ismin mânâsına sahip. Bu 99 ismin mânâlarının ise değişik kuvvetlerde ortaya çıkışı söz konusu.

Esas mânâda, her beyinde genellikle bu 99 isim ortaya çıkıyor. Fakat değişik kuvvetlerle ve belli bir terkib hâlinde. Bu terkibi de, bahsettiğimiz doğum sırasındaki oluşum meydana getiriyor.

Bu terkibin hissedilişi, "duygu" adını alıyor.

Bedende belli fiîlleri oluşturması, "huylar" dediğimiz “karakter” dediğimiz yapıyı meydana getiriyor.

hf

HUY,

ÇEŞİTLİ İLÂHİ İSİMLERİN MÂNÂLARININ

DEĞİŞİK TERKİPLERLE ORTAYA ÇIKIŞIDIR

“Duygular” dediğimiz şey, İlâhi isimlerin mânâlarının duyuları ve duyguları meydana getirir bir biçimde âşikâre çıkış şeklidir.

Nihâyet “insan” ismiyle kastedilen varlıkta görülen huy ve tabiat, çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkiplerle ortaya çıkışıdır.

hf

HUY (KARAKTER) DEĞİŞEBİLİR Mİ?

Huy duvarlarının çevrelediği hapishaneni ne zaman farkedeceksin?

hf

Beyinlerimiz her an burçlardan gelen sayısız kozmik ışınların bombardımanı altında… Bu ışınım, beyinlerimizin ilk açılışı kadarki kapasitesiyle her an alınıp değerlendirilmede. Bu gelen ışınım, sürekli olarak değişen açılar ve değişen güçlerle beynimizde çeşitli planetlerin etkisiyle açılmış devreleri etkiliyorlar.

İnsanların bütün huyları, karakterleri, mizaçları tamamiyle beyinlerinin ilk açılımında aldıkları açılımlar, programlanma istikametinde oluşur. Ve bu ilk tesirlerde ne kapasitede bir açılım ve yönlenmeye nâil olmuşlarsa, artık yaşamlarında da o istikamette bir çalışma içine girerler. Ama bu gene de nasıl başladılarsa öyle bitecektir, demek değildir. Zîra, ilk açılımdan sonra, bir vesile ile o kişi şayet zikre başlar ise, bu defa beyninde yeni açılımlar oluşacağı için, huylarında, davranışlarında bazı değişiklikler olmaya başlar.

Ancak bu değişiklikler, daha ziyade kişinin “istidat” yönüyle alâkalı olan, doğum günleri ile ilgili olarak aldığı tesirlerde daha çabuk görülür. Kişinin “kâbiliyet”iyle alâkalı, doğum saatiyle ilgili devrelerde ise, değişim çok daha yavaş olarak meydana gelir.

Daha önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, 120. günde alınan tesirlerle ilgili hususlarda ise, yani kişideki “A’yân-ı sâbite”de ise asla değişiklik olmamaktadır.

Said ana karnında saiddir; şakî ana karnında şakîdir”.

Yâni Cennete gitmesine yol açacak ekstra antiçekim dalgalarını üretme ihsanına beyin daha 120. günde nâil olmuştur. Ya da maalesef hayır!.

hf

DEĞİŞMEYEN HUY

(Soru: Gerek astrolojik etkiler, gerekse Esmâ zikri sonucu insanda karakter değişmesi söz konusuyken; Allah Rasûlü’nün ''iki dağın yer değiştirdiğine inanın, insanın huy değiştirdiğine inanmayın'' sözünü nasıl değerlendirebiliriz?..)

Buradaki "huy" kelimesi, "fıtrat" anlamında kullanılmıştır.

hf

HUZUR

Huzur, yokluk hâlinin adıdır.

hf

EBEDİ HUZURU MÜJDELİYOR SANA ARINMIŞ KİŞİ…

MUSTAFA!

Ölen bütün insanlar gibi diri diri o mezara koyacaklar seni!

Ölmeyeceksin!

Bak ne diyor sana?..

Her kişi gibi sen de ölümü tadacaksın!

“Küllü nefsin zâlikatül mevt!”

“Her nefs ölümü tadacaktır!”

Sen de tadacaksın!

Ya kozanı del Ahadiyet âlemine kanat aç… De ki:

“Allah’tan gayrı hiçbir zaman mevcut değilmiş… Ben hiçbir zaman varolmamışım. Sadece varolan Allah imiş ve el ân da öyle!”

Veya bu gerçeğe eremeden, kendini bu et kemik beden sanarak ve bütün bu bilgiler beynin tarafından ruhuna yüklenerek bu bedenle ilişkin kesilsin ve sen de kendini bu beden sanmanın tabii cezası ve sonucu olarak diri diri o mezara gömül!

Bir kâbusun uyanışı vardır ama diri diri mezara girmenin uyanışı yoktur!

Kıyâmete kadar milyarlarla sene belki de o mezarda kalacaksın!

Nasıl uyanacaksın o mezardan?

Hiç gördün mü o mezardan kalkanı, o kâbustan kurtulabileni?

Nasıl gözün, için, idrâkın alabiliyor orada birinin kaldığını?

Oysa sana ebedi huzur ve saadeti müjdeliyor Allah Rasûlü!

Arınmış kişi!

MUSTAFA!

Adıyla bile sana bir mesaj ulaşıyor!

Mustafa’nın sesine kulak ver!

O, ıstıfa etmişi arınmış, orijin, saf, hakikat olan varlık sana sesleniyor.. Diyor ki:

ÖLMEDEN EVVEL ÖL!

Fiziki ölüm, cebri ölüm sana gelmeden, bu beyinle bu bedenle alâkan kesilmeden sen gerçeğe ermek benliğinden arınmak suretiyle Hakikatin âlemine geç.ki böylece kozadan kurtulasın!

hf

HUZURU BULDUĞUN YER,

 CENNET’TIR!

Bil ki, Cehennem, şuurun ve bedenin azap duyacağı; Cennet ise huzur bulacağı yerdir!.

Fakat orada ne odun vardır, ne de kömür!.

hf

HUZURA ERMEK

ALLAH’IN YARATTIĞI “SİSTEM VE DÜZEN”İ

İDRÂK ETMEKLE MÜMKÜNDÜR

Bkz. H / Hayâl / Hayâli değerler ve kavramlarla yarattığımız hayâli dünyamıza kendimizi hapseder ve orada yaşarız

hf

“HUZURA EREN BİLİNÇ”

(SONSUZLUĞUN VE SINIRSIZLIĞIN İLMİYLE

TATMİNE ERMİŞ BİLİNÇ)

Huzura eren, huzurdadır..

hf

Evrenin ve varlığın derinliğine bir bakış, makrokozmostan nazarımızı çekip mikrokozmosa yöneliş bizi varlığın aslı-orijini olan Tek’e yöneltecektir.

Ister ilim aracılığıyla olsun ister sezgi ilham yollu olsun varlığın tekliiğini ve dolayısıyla kendi benliğinin varolmayıp o Tek’in varlığıyla kaim ve daim bir varlık olduğunu idrak eden kişi çok önemli bir varta bir tehlike ile içiçedir yüzyüzedir ve pekçok insan bu tehlikeli bölgede kaymış ve neticede helâk olmuştur.

O tehlike de şudur; kendi benliğinin varlolmayıp ilâhi benlikle varolduğunu hisseden kişi elinde olmaksızın “ben Hakk’ım“ der. Elinde olmaksızın “cübbemin altında Allah’tan gayrı yoktur“ der…

Cüneydi Bağdadi!

“Subhani.. Subhan benim şânım ve azâmetim yücedir“ der.

Ama benliğinin gerçeğine bu yüce zevat gibi erememişse o hakkaniyet vasfını bedeninde yaşama gafletine düşer. “Şu beden şu birim Hakk’tır“ der bedeninn tabiatı istikametinde yaşama gafletine düşer. “Ben Hakkı’m“ diyerek sınır tanımaz, bedenin istek ve arzularını sınırsız bir biçimde yaşamak gafletine düşer. Âdeta firavun gibi olur, “ben sizin yüce rabbinizim, ben Hakk’ım“ der, herkesi de kendi kuluymuş gibi zanneder!. Hakk’ı kendi benliğinde görüp gayrını beşer olarak Hakk’tan gayrı varlıklarmış gibi görmek gaflet ve dalâletine dûçar olur.

İşte bu, onun helâka giden yolda adım atmaya başlamasıdır!

Oysa bu kişinin kendisini bilinç boyutunda nefsin hakikati boyutunda ilim boyutunda tanıyıp hissetmesi gerekir. “Ben Hakkı’m varlııkta Hakk’tan gayrı birşey yok, öyleyse ben dilediğimi yaparım!!!“ diyerek içkiye, sekse, kumara yönelen maalesef tasavvuf sırlarından bihaber pekçok kişi aramızda dolaşıyor .

Bunlar bilmelidir ki... Vahdet ilminin gereği, şuurda- ilim boyutunda  yaşanır!

Çünkü varlığın aslı da bu ilimden başka birşey değildir.

Bu ilmin kırıntılarını elde edip de beden boyutunda Hakk’ın sınırsızlığını yaşamak demek, gaflet ve dalâlate sapmak demektir.

 Ama kişi bu bilinç boyutunda yaşanacak hakikati hissedip idrâk ettikten sonra o sonsuzluğun ve sınırsızlığın ilmi şuıur boyutunda ortaya çıkarsa ve bu hâl ile itminana ulaşırsa ona;

Ey Mutmainne Nefs! İtminana ulaşmış, tatmin olmuş, huzura ermiş Nefs!“ diye hitap gelir Hakikatinden!

hf

Huzurda pişmanlık olmaz!.

hf

HÜDDAM İLMİ

Şeytan , esas olarak “İblis” lakabıyla bilinen “Azazil” isimli “Cin”dir.

Başlangıçta, cinlerin hocası durumunda iken, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından sonra, işlemiş olduğu hata dolayısıyla bu vazifeden tard edilmiş, daha sonra da Allah'a karşı gelmesi hesabiyle de lânetlenmiş, azâba dûçar olanlardan kılınmıştır.

Ancak, Allah'tan, insanlardan büyük bir kısmını kendisine uyduracağını iddia ederek kıyâmete kadar izin almış; ve Allah'ın kullarını imtihan etmesi için de insanları kandırmaya başlamıştır.

"Şeyâtin" kelimesiyle çoğul olarak kullanılmasının sebebi ise, ona tâbi olan Cin topluluğudur.

Cinler için zaman ve mekân kaydı yoktur. Her an her yerde bulunabilmekte, geçmişe dair her şeye detaylı bilgi sahibi olabilmektedirler.

Cinler, Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği gibi, müslüman olanlar veya olmayanlar diye ikiye ayrılmaktadır. Kezâ bunlara da ulvî ve sülfî diye bir ayırım da yapılmaktadır.

Bu mevzûyu inceleyen ilme "Hüddam İlmi" denilmektedir.

hf

“HÜKÜM”

Bkz. E / “Emr”

hf

HÜSRAN

Seni eğlendiren, hüsrana; düşündüren, saadete yönlendirmektedir.

hf

Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata oynamanın pahası, ebedî hüsrandır!.

hf

Nankörlerin de varacağı bir menzil vardır ki, adına ‘’hüsran’’ derler.

hf

Davranışlarınızda pusulanız halk ise, rotanız hüsran üzeredir!.

hf

Yönelişi, insanlığın özünden gayrına olanlar; hüsrandadırlar!.

hf

Kendini güçlü görüp güvenen, hüsrandadır.

hf

Gururuyla yaşadı, hüsranla öldü!.

hf

Yanlış yolda olduğun halde, umutla yoluna devam, hüsrandan başka bir şey getirmez.

hf

Suç, kapıldığının ne olduğunu bilmemekle başlar; bilmemekte ısrar ile devam eder; hüsran ile sona erer!.

hf

Ömrünü koyduğun oyunda yanlış ata oynamanın pahası, ebedî hüsrandır!.

hf

HÜSRANIN HAMMADESİ

Zekâ, aklın hizmetinde değilse, kişinin cehennem taşıtıdır!. Hızıyla, yakış kuvveti doğru orantılıdır!.

Akıl yeterli değilse, zekâ hüsranın hammaddesi olur!.

hf

HÜSRAN EHLİ

Hüsrana uğrayanlar, geldikleri yeri unutanlardır.

hf

Yürüyenler, yaklaştı, erişti!. Bilip de bekleyenler ise hüsran ehli oldular!

hf

ÖTEDE BİR TANRI OLMADIĞINI FARK EDENLER

HÜSRANA UĞRADI!

Bkz. H / “Hakikat” / “ALLAH” isminin işaretini kavrayanlar, bâtınlarındaki hakikatı hakkıyla yaşayamama korkusu içinde yaşadı.

hf

“HÜVİYET”

“ALLAH” İSMİYLE İŞARET EDİLEN “ZÂT”IN

HÜVİYETİ

Hû”, hüviyeti gösterir.

"" kelimesinin mânâsı bir anlamıyla "O" demektir!. Bir diğer anlamıyla da "Zât’ın hüviyetine" işaret eder.

hf

BİR ŞEYİN HÜVİYETİ,

O ŞEYİN ZÂTIDIR!

Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından dolayıdır!.

hf

 “ALLAH” ADIYLA İŞARET EDİLENİN

“HÜVİYETİ”NİN “ABD” I VE RASÛLÜ

Şehâdet ederim ki tanrı” yoktur…

Yalnızca “ALLAH” adıyla işaret edilen vardır!

Şehâhet ederim ki kesinlikle…

Ahmed MUHAMMED MUSTAFA aleyhisselâm,

“Abdullah”, “Rasûlullah” ve “Hatemennebiyyin”dir!

O'nu seven, Allah'ı sevmiş olur!.

O'na şükreden, Allah'a şükretmiş olur!.

O'ndan yüz çeviren, Allah'tan yüz çevirmiş olur!.

O, ALLAH adıyla işaret edilenin “Hüviyeti”nin “ABD”ı ve “RASÛLÜ”dür!... Fark edene, görene ve de bu gerçeği kavrayabilene!...

 Allah’ın “Ahadiyet”ine iman etmek ve Muhammed Mustafa’nın “ABDU-HÛ” ve “RASÛLU-HÛ” oluşunu kavrayıp hissetmek ve yaşamaktan daha şerefli bir idrâk olamaz...

Ben MUHAMMEDÎ’yim!

hf

"ALLAH'IN HÜVİYETİNİN KULU"

 

Bu gözümüzle gördüğümüz her şey, "zâhir" kelimesi kapsamına girer... “Bâtın” dediğimiz şey de, bu göz ve kulakla, beş duyuyla algılayamadığımız her şey!

Bunların sana göre tümü, "O"dur!. Yani, bunların hepsi de, -ki bu çokluk kavramı sana göredir-, "O" dediğin varlıktır!.

Yani, ""!.

ABD” iyeti “”viyetidir mânâsı burada gizlidir!.

Yâni, Allah’ın hüviyetinekul” dur, demektir bu!.

Allah’ın hüviyetinin kulu”dur, demek; “ef’âl mertebesiyle, esmâ mertebesiyle, sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...

Neticede bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdet’i söyleyen herkes, Hz.Muhammed’in ef’âl, esmâ, sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama bilinçli olarak, ama bilinçsiz olarak!.

“Hù”viyetin “abd”ı olması hâli, bütün gelmiş geçmiş Rasûller arasında, bir tek “Muhammed” isminin müsemması olan mânâda müşâhede edilir!.

Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!. Bir şeyin hüviyeti, o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!.İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı, zâtında müşâhede etmiş olmasından dolayıdır!.

İlâhi Zât’ı zâtında müşâhede eden ilk beşer Hz.Muhammed aleyhissalâtu vesselâmdır!.

Bu yönden de O’nun mertebesi, târifi mümkün olmayan, eşsiz bir mertebedir!

Hiçbir Rasûl , onun yanında ismini geçiremez!

Hz.Muhammed’in vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle, diğer Nebi ve Rasûllerin arasında geçer adları, mânâ âleminde!

O’nun vârisleri kimlerdir?

O’nun vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!.

İnsan-ı Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşılan “kâmil insanlar” değildir!.

İNSAN- KÂMİL” ler, Gavsiyet mertebesini dahi ihrâz eden, yüksek kemâlât sahibi, Devrinin “Zât” larıdır!.

Ve varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların hükmüyle yürümektedir!.

İşte bu yüzdendir ki, bu “Abduhû” kelimesindeki “Hù”, her ne kadar zâhirde, avam anlayışında “Hù”ki O “ diye Allah’a işaret gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi; hakikat müşâhedesinde, oradaki “Hù”, hüviyete işaret eder, İlâhi Hüviyeti kasteder!.

İlâhi Hüviyetin kullluğunu; yâni, âlemde esmâ, sıfat, zât mertebelerini ihrâz etmeğe dayanır!.

İşte bundan sonra, ”Risâlet” gelir.

hf

HIRİSTİYANLIK

Musa'dan sonra Hz. İsa yeni bir din getirmemiş; mevcut anlayışı revize etmişti... Musevîlerin yanlışlarını düzeltmişti...

Hıristiyanlar, Hz. İsa öğretisinden tamamıyla sapmışlar ve Göktanrı ile oğlu İsa diye bir din anlayışı getirmişlerdi ki buna “Hıristiyanlık” deniyordu.