AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
K
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
Kâbe
Kâbenin Ağlaması
Kâbenin Emin Bölge Olması
Kâbe İle Konuşmak
Ka'be Kavseyn
Kâbiliyet
Kabir
Kabir Yaşamı
"Kabir Âlemi" Yaşamı
"Kabir Âleminde" Namaz Kılınır mı?
Kabir Suallerinin Cevapları Nasıl Verilebilir?
Kabir Azâbı
Sorgu melekleri Niçin Herkese Farklı Gelecek?
Kabirde Azâbı Kimler Yapacak?!
Kabirden Çıkma!
Kader
Kadere Nasıl İman Edeceğiz?
Kur'ân-ı Kerim Ve Hadislerde "Kader" Anlatımı
Mahlûkatın Kaderlerini Kim Yazıyor?
“Genetik”in, Kaderde Önemi Var mı?
“Kader Sırrı”na Vâkıf Olmak İçin Kader Konusunda Yaklaşımımız Ne Olacak?
İnsanın Kaderi, Allah’ın Takdiriyle Nasıl Oluşur?
Kaderle İlgili Sorular
İnsan Robot mudur?
Niçin Vahdete Değindik?
Kadir Gecesi
Kadir Ânı
Rab-Allah
"Kâfir"
Kâinat
Kalb
Kalb Gözü Açıklığı
Kalbler Neden "Allah Zikri" ile Tatmine Ulaşır?
Kalbin Kararması
Kalbin Mühürlenmesi
Kalb Sahipleri
"Kalem"
Karakter (Bkz."Huy" )
“Kaza”(Varetme Hükmü)
Kelime-i Şehâdet
Abd Ve Rasùl Oluşuna Şehadet Ne demektir?
Kendini Tanımak
Kendi Zâtını Bilmek (“Zâtî İletişim”)
Kerâmet
Kesret
Kesret Müşahedesi
"Keşfi Şak" (Bkz. "Ölüm")
Keşif
“Kevni Noksan”
Kıyâmet
Kıyamet Olayı
Kıyamet Süreci
Kıyamet Hâlleri
Kıyamet Sonrası Yaşam
İnsanlığın Kıyâmeti
Kıyamet Alâmetlerinin Bâtında Zuhùru
Kirâmen Kâtibeyn (Bkz.”Melek”)
Kişilik
“Bedensel Kişilik”
“Düşünsel Kişilik”("Kişilik Yüzü")
“Birimsel Kişilik” Kalkar mı?
"Kitab Ehli"(Ehli Kitap)
"Kolaylaştırılma"
Korunma
"Koza"
Kozalının Tanrısı
“Kozmik”
“Kozmik Din”!(Bkz.İslam Dini , “Kozmik Din” midir?!
Kozmik Işınlar
Kozmik Kitap
Kozmik Bilinç(Bkz.”İnsan-ı Kâmil”)
Kozmik Varlıklar
Kuantsal Boyut
Kudret
Kulluk
"Allah Hüviyetinin Kulu"
Kul Hakkı Nerede Ve Nasıl Ödenir?
Kurân-ı Kerim (Evrensel Sistem'i
Açıklayan Kitap)
Kur'ân 'ın İnzâli
Kur'ân 'ı Kerim Nasıl Anlaşılır?
Bu Kitaba Arınmadan Dokunma
Kur'ân 'da Geçen "İLÂH" Nedir?
Kur'ân Ruhu
Kur'ân 'ı OKU'mak
"Muhkem" Ve "Müteşâbih" Âyetler
Kur'ân Sûreleri Hakkında:
Fâtiha
Hamd'ı Allah Yapar
Âlemler
Er'Rahman-ir Rahim
Maliki Yevmiddiyn
Din Günü
İyyake Na'büdü Ve İyyake Nestâin
İhdinasıratel Mustakim
İstenmesi Zorunlu Sırat
Özel İn'âm
Fâtiha Sonunda Niçin "Amin" Denir?
"Kevser"
"Alâk"
Yunus A.S.'ın Tesbihi
Nâs Sûresi
Zilzal(Zelzele) Sûresi
Kurban
Kurbiyyet
Kurtuluşa Eren
Külli İrade
Küfür
Kürsi
Kâ'be yeryüzünde belli enerji merkezlerinden biridir... Ve kişinin
özündekiyle iletişim kurmasını sağlayan iletişim konsantrasyon merkezidir!..
hf
Kâbe’nin hakkının verilmemesi,değerlendirilmemesi!
hf
KÂ’BE ‘NİN “EMİN
BÖLGE” OLMASI
Kâbe, hakikatı temsil eder ve o hakikatı yaşayanların çevresi emin
bölgedir insanlar için!
hf
Dünyanın veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş
amaçlarına hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle
konuşmak, “onun varoluş hikmetiyle görüşmek” anlamına da
alınır...
KÂ’BE KAVSEYN
Beşeriyetin tümüyle yok olma durumu!
Hazreti
Rasûlullah, "Mi`râc"da "Kâ`be Kavseyn"
denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta
daha da ötesi, "Ev ednâ" tâbiriyle ifade edilen makamda, "Rabbi"yle
karşılaştı..
"Kâ`be
Kavseyn, ev ednâ" denen bu makamda, Hazreti Rasûlullah, tüm
varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek Varlığın, Hakk`ın
varlığı olduğunu müşahede etti...
Ve
bu müşahedenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Talib`in
kardeşinin evi olan Ümmü Hani`nin evinden sabahleyin çıkarken;
-
sözleriyle bir gerçeği ifade etmek istedi..
hf
Şiron’un yükselen burçtaki,doğduğu dakikadaki tesiri kişinin
kâbiliyetini meydana getirir.
Elbette
burada mâneviyata dönük kâbiliyetten söz ediyoruz.
Doğduğu
anda aldığı tesirler kâbiliyeti meydana getirir.
hf
Ölümü tadmış bulunan birimin bedeninin içine defnedildiği toprak çukura
kabir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir"
denilir. Hatta ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini
sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.
Yani
bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle yaşanırken
gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.
İnsan,
bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar
yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak", hakikatı
ve Hak’kı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında
taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.
hf
Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle
bâ’s olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar
biçimde yaşamı devam ettikçe sürer...
Gerek
kabre konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi
bu süre içinde algılamaya devam eder...
Bu
hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize
benzer ...
Yatağa
girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup
bitenleri fark eder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki
kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışında ve içinde olanları
algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR
ÂLEMİNE girmeye hazırlanmaktadır...
hf
Âhiret iki devredir.
Âhiretin
birinci devresi, "Berzah" (geçiş) âlemi veya "Kabir"
âlemi diye târif edilen devredir. İkinci devresi kıyamet ve sonrası diye
belirtilen devredir.
Bunlardan
"Berzah" âlemi veya "Kâbir" âlemi diye târif
edilen devre, geçiş devresidir sırf ruhanî bir yaşantıdır.
ÖLÜMÜN
TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam
boyutuna “BERZAH âlemi” denilir... Nebiler,şehidler
ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve zaman zaman biraraya
gelerek görüştükleri âlemdir.
“FİYSEBİLİLLAH”
ALLAH yolunda ŞEHİD olmuş kimseler ile, “ölmeden evvel
ölmüş” diye târif edilen evliyaullah ve nebilerin, kabir âlemi
kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE”
serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir..
BERZAH YAŞAMINDA... ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER
Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de
birbirleriyle iletişim kurarlar...
Ayrıca,
berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin
idaresi söz konusudur...
BERZAH
âlemindeki velilerden dünyada iken “FETİH”
sahibi olmuş olanlar, dünyadakilerle iletişim kurabilirler.. Buna
karşın, dünyada “KEŞİF” sahibi olmuş fakat “FETİH” elde
edememiş evliyaullah ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler
ile direkt iletişim kuramazlar..
Vefat
eden kişi, daha mezarda toprağa verildiği anda “ Münker – Nekir “ adında
iki melek gelir, üç şey sorar. Bazıları bu sorgulamanın hemen akabinde
kabirden-mezardan çıkar. Mezar ve kabir şartlar biter. Ruh, kendi âlemine veya
Berzah’a geçer.
Ama,
diğer büyük çoğunluk, uzun süre mezar içinde kalır. Dolayısıyla, mezar azâbı
onda uzun süreli olur. Toprağa konulan, ölümü tadan her nefs, üzerine toprak
atıldığını görecek.
Ama,
olayı çok kısa sürede, daha mezar toprakla dolmadan dahi atlatan var. Çok uzun
süre, toprak altında mezar azabında kalan da var.
Mezar
âlemi başka, kabir âlemi başka, berzâh âlemi başka!.
Mezarda;
mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu “mezar âlemi”.
Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur.
Ondan
sonra, cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları
görüyorsun. Ve, dünyada ürettiğin bir takım melekler veya kötü mahlûklar
Gördüğün
rüyayı düşün! Bir rüyâda devamlı kâbus görüyorsun. Bu senin o anda kabir âlemin
oluyor. Bir de, kabir âlemine girmeden, mezardan geçtikten sonra
direkt, Berzah âlemine geçip, orada yaşayan ruhlarla birlikte olanlar
var!.
İşte
orası, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan bir yer.
Ama, çok büyük bir çoğunluk, kabir âlemindedir. Hani, ya kâbus türü
rüyalar gören, ya da güzel rüyalar gören kişi durumundadır.
Bu durum kıyamete kadar böylece devam eder.
Kabir
âlemi, aynen aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya
gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına
değerlendirir..
Nasıl
dünya yaşamını gerçek yaşamıs gibi algılarsa kişi dünyada yaşarken;
ayni şekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi
hisseder... Bu ya “Kabir Cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve
zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “Kabir Cehennnemi”
denilen biçimde kâbus türünden son derece korkunç, ızdırap verici
görüntüler içinde sürer.. Bu devre kıyamete kadar
böylece devam eder...
Kabir
âlemi(Ruhlar Âlemi), “nâri boyut”tur!
Burada,
kabir cenneti veya kabir cehennemi tarif ediliyor. Hakiki cennet
ve cehennem değil!..
Bir
de burada belli ruhâni güçler elde etmiş olanlar var,kabir âleminde.
Meselâ,
veliler!
Bu
yüksek dereceli veliler; yani hakikate ermiş, hakikatı yaşama durumuna girmiş;
terkib değişiklikleri oluşmuş ve bu terkib değişiklikleri sonunda, kendindeki
bazı ilâhî kuvvetleri keşfetmiş ve o kuvvetlerle tahakkuk etmiş olanlar var!
Bunlar,
o âlemde kendi aralarında görüşürler. Bir araya gelirler, çeşitli konularda
fikir alışverişi yaparlar, birbirlerine kendilerindeki değişik tecellileri
anlatırlar; değişik müşahedeler üzerinde taştışmalar yaparlar.
O
âlemin kendine has bazı işlemleri vardır.işlemler üzerinde de belli bir vazife
taksimi vardır, bunların ileri gelenleri arasında.
O
âlemde belli düzeye gelmiş, belli konular açılmış, belli noktalarda takılmış
gibi kişiler vardır.
Bunların
orada eğitimi yapılır. Yani onlar orada eğitilir, belli şeyler idrak
ettirilmeye çalışılır. Anlayamadığı noktalar atlatılır vs. Onlarda böylece bir
durumda devam eder. Yani oranın da kendine göre belli bir idare kadrosu vardır.
Nasıl dünyada, 4’ler, 7’ler, 3’ler, 40’lar diyoruz! Bunun mukabili olan, oranın
da kendine has bir kadrosu vardır.
hf
“KABİR ÂLEMİNDE” NAMAZ
KILINIR MI? !
İnsan şuur boyutu için yaratılmıştır,esas itibariyle !
Beden
boyutu bu dünyada kalacaktır,bedensel ibadetlerde bu dünyada kalacaktır.
Ölüm
sonrasında bedensel boyuttaki ibadetlerin hiçbiri yoktur.Ne namaz-ne oruç-ne
vs..Ama Berzah Âleminde de Evliyaullah’ın namaz kıldığından söz
edilir ve bu bize çelişki gibi gelir.Hani kabir âleminde namaz yoktu,oradakiler
şuur boyutunun namazının secdesidir.OKUma yollu oluşan bilgilerin getirdiği
rùkù ve secdedir,kâbir âlemindeki!
“Valla
bizim köydeki evin bahçesinde bir yatır var,bazen geliyor abdest alıyor,havluda
ıslanıyor,hatta namaz kılıyor”!..
Cinlerin
oyununa geliyorsun!
Kabir
âlemindeki evliyaullahın kıldığı namaz “şuur boyutunun namazı”dır.
hf
CEVAPLARI NASIL VERİLİR?
Kâbirde bana,
mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah
Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca "Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın
ne" şeklinde sigaya tutulacağıma göre...
"Rabbim
Allah" diyebilmem için, öncelikle "Kur'ân-ı
Kerim’in açıkladığı Allah" kavramını çok iyi idrak edip bunun
sonuçlarını hissedebilmem!. "Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa"
diyebilmem için, "Allah Rasûllüğünün" nasıl bir şey olduğunu,
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek
istediğini iyi anlamam ve O'nu tasdik etmem!. "Kitabım
Kitabullah'tır" diyebilmem için, "Kitabullah'ı
OKU'yabilmem"; ya da "Kitabım Kur'ân-ı Kerîm"
diyebilmem için Kur'ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap
olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.
Dünyada bırakıp
gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan
insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak
böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!.
Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları "İslam
Dini" sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan
bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız
farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir
hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları
açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan
yorumları, "İslam Dini" ve bizi bağlamaz!.
hf
Belki de milyarlarca sene sürecek olan kabir âlemi yaşamında, kişi “RUH”
olarak diri ve şuurlu kaldığına göre azab duymaz deniyor, öyle ise, kâbir azabı
nedir ve nasıl oluyor?...
Çokça
sorulan sorulardan biri de budur... Cevabını verelim...
Bu
nedenle otomatik olarak olaya bu bilinçle bakacak; ve bunun sonucu olarak
da, ister istemez büyük bir azab duyacaktır!..
Bunun
misâlini şöyle verebiliriz... Gün boyu bir takım şeylerden korkuyorsunuz ve
derken uyuyorsunuz... Uykunuzda o sizi korkutan şeyler rüyanıza giriyor!..
Evet, fizikman bedeninize yapılan bir şey yok, ama gündüz bilincinize yerleşmiş
olan o korkutucu şeyler, sizin o anki yaşantınızı kâbusa
çevirmiştir!..Rüyada duyduğun acı, beynin ruha yüklediğini gösterir... Kabir
azabı dahi bu yüklenmeden dolayıdır...
Dünyada
yaşarken, Allah Rasûlü’nün uyardığı tarzda çalışmalarla kendini o şartlara
hazırlamamışsa; artık o ortamda kesinlikle yapabileceği hiç bir şey yoktur;
içinde bulunduğu şartlara ve sonuçlarına katlanmaktan başka!.
“Kabir
azabı” denilen şey burada oluşan yaşam biçimidir..
“Vel
bâ`sü ba`
“
Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki
tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.
Aynı
şekilde, tüm dünya yaşamında beynine “Ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği
için, ölümü tatma anından itibaren bu bedenle ilgin tamamen
kesildiği halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen,
bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.
Ruhuna
yüklenmiş olan kayıtlar; “Ben bu bedenim!.” şeklinde olduğundan, sen de
cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada
kalıyorsun!..
Bu
dünyada yaşadığın süreç içinde “ ben bu beden değilim! “ bilincini
oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.
Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden,
korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.
Bir rüyada boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman
ne hâle geliyorsun?.
Rüyada gerçekten bedene verilen bir eza cefa var mı? Hayır!.
Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun bir düşün!
Oysa olay, ruh boyutunda oluyor.
İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen “ruh boyutu”nda cereyan
ediyor.
İşte
mezar yaşamı da,
Bu
durum da dini terminolojide “kabir azabı” diye anlatılmıştır...
Gündüzleriniz
ve bilinç düzeyiniz nasıl rüyalarınıza yansıyorsa ve o rüyaları değiştirmek
elinizde olmuyorsa; kabir yaşantısı da onun benzeri bir şekilde, artık
değiştirmeniz mümkün olmayan bir tarzda kıyamete kadar sürüp gidecektir...Ve
kabirdeki bu bitmez tükenmez kabusa, azaba karşı, şu anda yaşarken tedbir
almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da mümkündür ki bu yüzden “Din”
gelmiştir...
hf
SORGU MELEKLERİ
NİÇİN HERKESE FARKLI GELİR?!
Nur yapılı birimler , bir beden veya şekille bağımlı olmayıp, dilediği
beden şekline bürünebilir…
Nur boyutundaki cennette yaşayanların tümü, gerçekte nur yapılı şekilden
beri bilinç varlıklardır; algılayanın veri tabanına göre görüntü verirler.
Kabir âlemindeki sorgu meleklerinin, herkese değişik gelmesinin de
nedeni budur.
hf
KABİRDE AZÂBI
KİMLER YAPACAK?!
Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon
olarak iki tür varlık yaratır!..
Ya
, insana ,tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek
varlıklar! Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği
varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde,
kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana
gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!..beyin dalgalarının meydana
getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya
hayâl âlemi dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş
olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk
duyar...Âlemi berzahta; kabir âlemi dediğimiz âlemde.
hf
Kâbir âlemi yaşamında, uykuda, yaşadığınız duyguları, çok daha
fazlasıyla ve çok daha yoğunluklu olarak yaşayacaksınız.
Bu durum “Sistemin kıyâmeti” dediğimiz, Dünya’nın Güneş tarafından
yutulması evresine kadar devam edecektir.
Güneş
Dünya’yı yutmaya başladığında; Dünya’nın manyetik alanı ortadan kalktığında, bütün
insan ruhları, otomatik olarak kendilerini bizim anlayışımıza ve yapımıza göre
cehennem olarak tanımlanan, Güneşin, dalga boyutlu yapısı içinde bulacaklardır…
Bu evre insanların kâbirlerinden çıkması olarak tanımlanmıştır.
hf
ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi
"Kaza"dır...
Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda
"Kader"dir..
Kader, “sır” olarak ifade edilmiştir... “Sistemin işleyişi”
ve “Sistemin Bilinci” anlamında olarak!
Tamamiyle
sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren
içre evrenler,
Ve
bizim de «hayal» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de
gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama
sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi
mahrum etmekte!..
Evet,
evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle
ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç
düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete
geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve
onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.
“Kader”, senin anladığın gibi olmayıp ; genetik
programının astrolojik (meleki) etkilerle yönlenerek açığa çıkmasının
adıdır... Yukarıda biri oturup kader yazmaz!...
Astrolojik
etkiler ise , Cennet yaşamında da devam eder...
İşte,
«KADER» denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.
hf
Asırlar boyudur kolay kolay anlaşılamamış bir konu bu!..
Hemen
herkes bu konuda aklına geleni konuşmuş. Ama genellikle kimse de, bu hususu
konuşmadan evvel acaba Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûl-i Ekrem’in kader hakkında
dedikleri nedir, diye araştırmamış.
Gerçekten
acaiptir; çünki, öyle kader konusunda kitaplar görüyoruz ki baştan, aşağı
çeşitli kişilerin "kaderle" alâkalı görüşlerini toplamasına
rağmen; içinde bu konudaki nice Rasûlullah açıklamalarından, beş tanesi bile
yer almamakta!.
İnsandaki
"İrâdeî cüz"ü ispatlayabilmek uğruna, bu husustaki âyetler ve
hasır altı edilmekte!..
Bize
göre dini anlamış kişi, âyet ve hadîs hükümlerini izâhtan âciz kaldığı noktada,
hasır altı etmez; sadece o husustaki âczini itiraf eder ki, bu da bir
kemâlâttır.
-Kul
kendi iradesiyle yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine katlanır"
şeklinde özetleyebileceğimiz görüşü savunanlara "KADERİYE"ciler
denmiştir. Ki bunlar hakkında
"Ümmetimin mecûsileridir, kaderiyeciler"
şeklinde bir hüküm gelmiştir.
"Kaderiyeciler",
"kul kendi kaderini kendi yazar"; görüşünde olanlardır...
"Allah" da ötelerden bir yerde; ya da başka bir boyutta
oturup, bu boyutta yapılanları seyreden bir varlığın adı herhalde?!...
Esasen
Kur'ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız hükümler serdeder.
Geriye
kalan ve adlarına "ehli sünnet" ile "cebriye"
denen iki görüşün fikirlerine ise; her fikir sahibine ve neticesi de kendisine
aittir; diyerek değinmiyeceğiz.
Burada
biz çeşitli görüşleri tartışmak ya da savunmak için konuları açıklıyoruz
değiliz zirâ...
Ancak,
insanın yapısını, hangi tesirlerin altında nasıl yaşadığını, varlığının ne
olduğunu anlattıktan sonra, dinde “Kader” mefhumunun nasıl anlatıldığını
açıklama noktasına geldik.
Bunu
da farketmek MECBURİYETİNDEYİZ!..
Allah’ın
azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve
sahip olduğu şeyler nelerdir.
Kısaca,
"Allah" ismiyle işaret edilen indinde insan neleri yapacak
güce ve iradeye sahiptir.
Evet,
yüz milyarlarca ve yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük
uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın
yeri ne?
Buyurun
bu konuda bir hadîs-i Kudsî:
-Rasûlullah
salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu’,
Allâh
azze ve
"EY kullarım. Hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim
hariç. Benden isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim.Hapiniz fakirsiniz, ancak
benim zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.
Hepiniz günahkârsınız, ancak benim mağfiret verdiklerim müstesnâdır;
içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse,
aldırış etmeden (günahlarının büyüklüğüne) bağışlarım!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz
kullarımdan en takvâlısı kalbi gibi olsalar, bu durum benim mülkümde bir
sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en
şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi
inkârda olsalar), bu durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar
eksiltmez!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir
sahada toplansa ve içlerinden her insan ümitleri yettiği kadar istese, her
isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.
Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa. Kesinlikle
bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın sahibiyim, yüceyim.
DİLEDİĞİMİ YAPARIM!..
Bağışım bir sözdür. Azâbım bir sözdür.
Bir şeyin olmasını istersem emrederim, "OL" derim; ve o şey
olur!.."
Nasıl ?.., bir şeyler anlatabiliyor mu, bizim yerimiz, haddimiz,
gücümüz, irademiz, kudretimiz hakkında bu hadîsi kudsî?..
Az
evvel anlatmaya çalıştığımız gibi. Kâinatta dünyadan 1 milyon küsür defa büyük
güneşin yeri iğne ucuyla gösterilemezken, gururundan, kendine biçtiği pâyeden
yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu bu
satırlarda?
Evet,
bizde, "ALLAH’A RAĞMEN", bir iş yapabilecek potansiyel mevcut
mu?
Buyurun
sıra geldi KADER BAHSİNE...
Astroloji
bölümünde insan beyninin aldığı tesirler ile tüm yaşamının programlanmış
olduğunu normal şartlarda bunun değişmesinin de asla mümkün olamayacağını
açıklamıştık. Yani bir diğer ifade şekliyle kişinin kaderinin, beynin ilk
teşekkül devresinde kozmik kalemle yazılıp bu yazının kuruduğunu ve artık yeni
tesirler ile değişmeyeceğini beyan etmiştik.
İnsanın
kaderi...
Elinde
olan bir şey var mı?..
Kaderi
önceden yazılı mı?..
Her
şey olup bitmiş mi?..
Bakalım
bu konuda Kur'ân-ı Kerîm’in hükmü ne; ve gene Hz. Resûli Ekrem Muhammed Mustafâ
aleyhi’s-selâm "Kader"i nasıl tarif etmiş. İman edilmesi
zorunlu "Kader" mevzûunda neler açıklamış!..
hf
"KADER" ANLATIMI
1- ALLAH
İSTEMEDİKÇE SİZ İSTEYEMEZSİNİZ!.. (İnsan-30)
2-HALBUKİ SİZİ DE YAPAGELDİĞİNİZ ŞEYLERİ DE ALLAH YARATMIŞTIR!.. (Saffat-96)
3- "YERYÜZÜNDE
VEYA NEFİSLERİNİZDE SİZE İSABET
BUNU, ÖNCEDEN MUKADDER VE YAZILI OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN
ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GİREN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ
İÇİN (açıklıyoruz)!.. ALLAH DÜNYALIKLA BÖBÜRLENENİ SEVMEZ" (Hadîd-22/23)
4- YÜRÜR HİÇ BİR
MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.. (Hud-56)
5-DE Kİ: HEPSİ DE KENDİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA (Şakûllerinde) FİİLLER
ORTAYA KOYARLAR. (İsra-84)
6-"ALLAH DE, ÖTESİNİ BIRAK..."
(En’âm-91)
7DİLEDİĞİNİ YAPAR. (Bürûc-16)
8-YAPTIKLARINDAN SUAL SORULMAZ!..
(Enbiya-23)
9-BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE HALKETTİK!..
(Kamer-49)
Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda bu
meâllerde daha pek çok âyeti kerîmeler olmasına rağmen aklı olana bu kadarı
yeter; ahmaklığın ise devâsı yoktur, diyerek; şimdi de SAHİH-İ MÜSLİM
isimli hadîs kitabının "KADER" bahsinde bize nakletmiş olduğu Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in açıklamalarına idrâklarımızı yöneltelim.
Ebu’l-Esved
ed-Dieliyy şöyle dedi:
İmran
ibn Husayn radıya’llâhu anh bir gün bana şöyle sordu:
-İnsanların
yapmakta oldukları ve emek çekip didindikleri şeye ne dersin?.. Kendilerine
hüküm olunan ve sebkât etmiş bulunan kaderden, kendilerine gelip geçen bir şey
midir?.. Yahudi Nebilerinin getirdiği şeylerden olup da kendilerini
karşılayacak ve aleyhlerine delil sâbit oluveren şeylerden midir?..
-Hayır!..
(karşılacakları tesadüfî işler değil). Lâkin, geçmişte kendilerine yazılan
ve kendilerine gelip çatan bir şeydir!.. dedim.
Bunun
üzerine İmran bin Husayn sordu:
- Öyle ise bu insanlara ZULÜM olmuyor mu?..
Bu
sözden şiddetle korktum ve şöyle dedim:
- Her şey Allah'ın mahlûkudur ve elinin mülküdür!..
-O YAPTIKLARINDAN MES'ÛL OLMAZ; FAKAT ONLAR MES'ÛL OLURLAR!.."
(Enbiya-23)
-Allah sana merhamet buyursun!.. Ben
-Yâ Rasûlullah!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip
didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan
bir kaderden olarak, kendilerine isabet
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE
KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allâh’ın
kitabında bunun tasdiki şu âyettir:
-HER BİR NEFSE VE ONU DÜZENLEYENE, SONRA DA ONA HEM
KÖTÜLÜĞÜ, HEM KORUNMASINI İLHAM EDENE.
(Şems-7/8)
-Câbir radıyallâhu anh şöyle dedi:
Surûkatubnu
Mâlik ibn Cu'şûm geldi ve şöyle sordu:
- Yâ Rasûlullah!.. Bize DİNİMİZİN ASLINI BEYAN ET!.. Bugünkü amel neyin
içindedir?.. Bunun bilgisine nisbetle, biz sanki, şimdi yaratılmış gibiyiz. Bugünün
ameli, kalemlerin yazıp da kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde
midir?.. Yoksa karşılaşacağımız işler içinde midir?
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem:
-Hayır!.. Bugün ki iş, yeniden oluşacak işler içinde değildir!..
Fakat kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan etmiş olduğu işler
içindedir!.. Buyurdu.
Surâka bu defa sordu:
- Öyle ise amel ne için?..
Züheyr
dedi ki: Bundan sonra Ebu Zübeyr anlamadığım bir şey konuştu; ben ne dedi, diye
sordum:
-Amel ediniz, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır!." buyurdu.
-Abdullahibn Mes’ud radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Bize
dâima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Sizin birinizin ana-baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır.
Sonra o maddeler o kadar zaman içinde katı bir
Kendisinden başka Hak ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki: sizden
biriniz cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder. Nihayet kendisi ile
Cennet arasında bir zirâ’dan başka mesafe kalmaz!.. Bu sırada yazı o kişinin
önüne geçer!.. Bu defa o kişi cehennem ehlinin ameliyle âmel etmeye devam eder.
Ve yine sizden biriniz Cehennem ehlinin ameliyle âmel eder, nihayet
kendisiyle cehennem arasında ancak bir zirâ' mesafe kalır. Bu sırada yazı önüne
geçer!.. Bu defa da o kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve cennete
girer!.’
Enes
İbn Mâlik radıya’llâhu anh şu hadîs- Rasûlullah'a bağladı:
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
-Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah rahime bir melek tevkil etmiştir.
-Melek, "Ey rabbım bir nutfedir; ey rabbım bir
"ey rabbım erkek midir yahud dişi midir; şakî midir yahud saîd
midir; rızkı nedir; ecelî nedir," sorularını sorar. BUNLAR ANASININ
KARNINDA İKEN BÖYLECE YAZILIR!."
-Hazreti Ali Radıyallâhu anh şöyle anlattı:
Biz
bir defasında Bâki-ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk. Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Rasûlullah’ın
beraberinde bir âsâ vardı. Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde
elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye
başladı. Sonra:
-Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna olmamak üzere,
muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerine Allah yazmıştır!.. Ve herkesin şakî
veya saîd olduğu muhakkak yazılmıştır!..
Buyurdu. Bunun üzerine sahabîlerden bir kimse şöyle sordu:
-Ya Rasûlullah, öyle ise bizler âmeli terkedip, bu yazımız üzerine
kalalım mı?..
Rasûlullah şöyle buyurdu:
-Saîd olan kimse, saâdet ehlinin ameline ulaşacaktır. Şakî olan kimse
de, şekâvet ehlinin âmeline ulaşacaktır. Sizler âmel edip çalışın!.. Çünki
herkese kolaylaştırılmıştır!.. Sâid olan Saâdet ehlinin ameline
KOLAYLAŞTIRILIR, şakî olan da şekâvet ehlinin AMELİNE KOLAYLAŞTIRILIR.
Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu:
-BUNDAN SONRA KİM VERİR VE SAKINIRSA, O en güzeli de tasdik ederse,
biz de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni
görür en güzeli olan sayarsa, biz de onu en güç olan için hazırlayacağız"
(Leyl- 5/10)
İmran İbn Husayn radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Bir
kimse tarafından şöyle soruldu:
-Ya Rasûlullah, cennet ehli ateş ehlinden (ayırdedilip) bilindi mi?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem:
-Evet!..
Yine o zât tarafından:
- Öyle ise âmel edenler niye böyle çalışıp duruyorlar?.. denildi.
Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem:
-Herkes niçin yaratıldı ise, onun yolları kendisine
kolaylaştırılmıştır!..
Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu, dedi:
-Hakikaten öyle adam vardır ki; uzun zaman cennet ehlinin amelini işler;
sonra onun bu yaptıkları, ateş ehlinin ameli ile son bulup, mühürlenir. Kezâ
kişi uzun zamanateş ehlinin amelini işler; sonra da onun bu âmeli
cennet ehlinin ameliyle son bulup, mühürlenir!..
Sehl İbn Sâ’d es Saidiyy radıya’llâhu anh der ki; Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Hakikaten öyle adam vardır ki, insanlara zâhir olan halleri ile
muhakkak cennet ehli ameli yapar!.. Halbuki kendisi ateş ehlindendir!.. Ve yine
öyle adam vardır ki insanlara görünüşte mutlak ateş ehlinin amelini işler,
halbuki kendisi cennet ehlindendir!..
Tâvûs şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah’ın sahabîlerinden birçok insanlara eriştim. Onlar "HER ŞEY
KADER İLEDİR" diyorlardı. Ben Abdullah ibn Ömer radıyallâhu anhdan
şöyle işittim:
"Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
-HER ŞEY KADER İLEDİR!.. HATTÂ ÂCİZLİK İLE ZEKÂ VE BECERİKLİLİK BİLE!..
Yahud BECERİKLİLİK ve ZEKÂ İLE ÂCİZLİK BİLE.
İbn Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatıyor:
Ebû
Hureyre'nin, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu,
diyerek, rivayet ettiği şu hadîstekinden daha küçük, günaha benzer hiçbir şey
görmedim!..
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Allah âdemoğluna zinâdan nasibini takdir etmiştir!.. Hiç şüphesiz
âdemoğlu takdir edilmiş olan bu âkıbete erişecektir!..
İmdî göz zinâsı bakmak, dil zinâsı konuşmaktır. Nefis temennî eder ve
iştahlanır.
Tenâsül uzvu ise bu organların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir,
yahud yalanlar. (Buharî-Tecrid-2132)
Ubeyy ibn Kâ’b radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem buyurdu:
-Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer
yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp
bürüyecekti!..
Aişe r.a. şöyle demiştir:
"Bir
küçük çocuk öldü. Ben de:
-
Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem):
- Bilmiyor musun ki, ALLAH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için
bir takım insanlar yarattığı gibi, ikincisi için de bir takım insanlar
yarattı.
Bir
diğer nakilde;
-
ALLAH cennet için bir takım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga
kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de bir takım insanlar
yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı...
(Müslim- Ebu Davud)
Aişe
r.a. şöyle demiştir:
-Ya Rasûlullah müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının
(âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.
-Onlar babalarındandır ,buyurdu.
-Hiç bir amel yapmadan nasıl olur?
dedim.
-Onların
ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.
-Ya
Rasûlullah, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum
-Onlar da babalarına bağlıdır,
buyurdu.
-Hiçbir amel işlemeden mi?
diye sordum.
-ALLAH onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi
bilir, buyurdu. (Ebu Davud)
ALLAHû
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Bir resul göndermeden hiçbir kavmi helâk eder olmadık!" (İsra sûresi, 15)
Yezîd ibn Hürmüz ile Abdurrahman el A’râc dediler ki:
-Biz
Ebû Hureyre'den işittik şöyle dedi, Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
- Adem ile Musa Aleyhisselâm RABLARI KATINDA birbirlerine karşı delil
getirecek tartıştılar. Neticede Adem, Musa'ya HÜCCETLE galebe etti.
Musa:
- Sen Allah'ın kendi eliyle yarattığı; kendi Rûh'undan ruh üflediği;
meleklerini secde ettirdiği; cennetinde iskân edip oturttuğu; sonra da yapmış
olduğun hatadan dolayı insanları arza indirten Adem misin, diye sordu...
Adem:
- Sen Allah’ın Rasûllükle ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her
şeyin beyânı bulunan levhaları verdiği; ve yavaşça konuşucu olarak seni
kendisine yaklaştırdığı Musa'sın!.. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Allah'ın
Tevrat’ı yazdığını biliyorsun!.. dedi.
Musa:
- 40 yıl önce!..
dedi. Adem:
- Peki, Tevratın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU da ŞAŞIP
KALDI". (Ta-ha:121) âyetini buldun
mu?.. diye sordu. Musa dedi:
- Evet buldum..
Adem:
-Öyle ise, Allah’ın beni yaratmasından 40 sene önce, benim yapmamı
üzerime takdir ettiği işi yapmamdan dolayı beni azarlayıp, kınıyorsun!.. dedi.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem:
- "Böylece Adem, Musa'yı hüccet ile mağlub etmiştir."
Abdullah
ibn Amr ibn As radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden duydum, şöyle buyurdu:
-Allah mahlûkâtın KADERLERİNİ semâları ve arzı yaratmasından 50 BİN sene
EVVEL YAZMIŞTIR!..
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu, dedi:
- Her birinde hayır olmakla beraber, Allah’a göre kuvvetli mü’min zâif
mü’
EĞER SANA BİR ŞEY, BİR MÜSİBET GELİP İSABET EDERSE, "KEŞKE ben
böyle yapmasaydım, böyle olurdu" deme!.. Fakat,
-Allâh BÖYLE TAKDİR ETMİŞ, O DİLEDİĞİNİ YAPAR!.." de. Zirâ bu "KEŞKE"(...seydim) kelimesi şeytanın amelini açar!..
Bu bölümde de SÜNEN-İ TİRMÎZİ isimli Hadîs kitabından gene "Kader"
konusundaki bir kısım Hadîs-i şerîfleri naklediyoruz:
Abdullah
bin Ömer radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Ömer
radıya’llâhu anh:
-Yâ Rasûlullah. Yapmakta olduğumuz işin, yeni oluşan bir iş, veya bir
başlangıç mı olduğu; yoksa önceden tamamlanan bir işde mi çalıştığımız
kanâatindesin?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Ey Hattaboğlu, önceden tamamlanan bir işte!.. Herkes kolaylıkla
başaracaktır!.. Ne var ki saadet ehlinden olan saadet için çalışacak; şekâvet
ehlinden olan da şekâvet için çalışacaktır!
Selman
radıyallâhu anhdan rivayet olunmuştur:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Kazayı ancak duâ önler; ve ömrü yalnız iyilik artırır!..
Ebû Hizâme radıya’llâhu anh rivayet edilmiştir:
Bir
adam Rasûlullah’a gelerek sordu:
-Yaptırdığımız afsun (okunma)ların, tedavide kullandığımız ilaçların
ve tuttuğumuz perhizlerin, Allah’ın kaderinden herhangi bir şeyi önleyeceği
görüşünde misin?..
-Onlar da Allah’ın kaderindendir!
-Ademoğlu, yanıbaşında 99 ölüm olduğu halde sûretlenmiştir!.. Şayet bu
ölüm tehlikelerini atlatır ise, ihtiyarlığa düşer ve neticede ölür!..
Hazreti Ali radıya’llâhu anh’dan rivayet olmuştur:
Kul 4 esas iman etmedikçe mü’min olamaz!.. Allah’dan başka ilâh
olmadığına, Benim Rasûlü olup Hak ile gönderdiğine, ölüme ve öldükten sonra
yaşamaya ve kadere iman edecek.
Câbir bin Abdullah radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Bir kul, hayrı ve şerri ile kadere imân etmedikçe; kendisine isabet
edenin ondan şaşmasına; kendisine isabet etmeyenin de ona isabet etmesine
kesinlik ile imkân olmadığını bilmedikçe; mü’min olmaz!..
Abdullah bin Amr radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem elinde iki kitap (tutuyormuşcasına) üzerimize çıka geldi. ve:
-Bu kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?.. Buyurdu.
-Hayır yâ Rasûlullah, ancak bize bildirirsen... dedik.
Bunun
üzerine sağ elindeki kitab için.
-Bu âlemlerin Rabbından bir kitaptır!.. Cennete gireceklerin adları,
baba ve kabilelerinin isimleri, bu kitabda mevcuttur!.. Orada son kişilerine
kadar icmâlen yazılmıştır ki, artık onlar kesinlikle artırılmayacak ve
eksiltilmeyecektir!..
Sonra sol elindeki kitab için de.
- Bu da âlemlerin Rabbından bir kitapdır. Cehenneme gireceklerin adları,
baba ve kabilelerinin isimleri bu kitabda mevcuttur. Orada son kişilerine kadar
icmalen yazılmıştır. Artık onlar asla arttırılmıyacak ve eksiltilmeyecektir!..
- Yâ Rasûlullah, durum önceden tamamlanmış ise; o halde amel neye
yarar?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Doğru olun ve mutedil davranın. Çünki cennete girecek kişi, her ne amel
işlemiş olursa olsun, onun ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır!..
Cehenneme girecek kişi de, ne amel işlemiş olursa olsun cehennem ehlinin ameli
ile ameline son verecektir!.. Rabbimiz KULLARIN KADERİNİ TAYİN ETMİŞTİR!.. Bir
bölük cehennemdedir!..
- İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anhden:
-Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem bize hutbe irâd ederek:
-Hiç bir şey, hiç bir şeye hastalığını bulaştıramaz!..
Bunun
üzerine bir a’rabî sordu:
- Ya Rasûlullah, haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra
bütün develeri uyuz yapıyor!?..
Rasûlullah
şöyle buyurdu:
- O halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir?.. Advâ ve sefer yoktur!..
ALLAH HER NEFSİ YARATMIŞ ONUN HAYATINI, RIZKINI, KARŞILAŞACAKLARINI TAKDİR
ETMİŞTİR!
Buharî’den. Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’dan.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti cennete koyamaz!..
Bunun üzerine ashabı sordu:
-
Seni de mi koymaz Yâ Rasûlullah?..
Resûl-i
Ekrem şöyle cevab verdi:
-Evet, beni de!.. Allah’ın fazlı ve rahmeti beni kuşattığı için
cennete girerim. Bu sebeble ashabım iş ve ibâdetinizde ifrat ve tefritten
sakının. Doğru yoldan gidip Allah’a yaklaşınız. Sakın hiç biriniz ölümü temenni
etmesin!..
Çünki o, hayır sahibi ise, hayrını arttırması umulur; günâhkâr ise tevbe
ederek ölmesi beklenebilir.(Tecrid-1918)
- Abdullah bir Amr radıya’llâhu anh’den rivayet olunmuştur:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Muhakkak yüce Allah yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra
onlara nurundan saçtı!.. Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi!..
Nasibini alamayan da delâlete saptı!.. Bunun için ALLAH'IN İLMİNE GÖRE KALEM
KURUDU!.. (Tırmizi-2780)
Zeyd bin Sâbit radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den duydum şöyle buyurdu:
-
Eğer, onlara merhamet etse idi, Allâh’ın rahmeti onlar için, kendileri
için işledikleri âmellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu.
Ve eğer senin, Uhud Dağı kadar altının olup, hepsini Allah yolunda
harcamış olsaydın; Sen, kaderin hepsine inanmadıkça ve SENİN BAŞINA GELMİŞ OLAN
ŞEYLERİN GELMEMESİNİN MÜMKÜN OLMADIĞINI; ve başına gelmemiş olan şeylerin de
gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe (kabul olmazdı). Kezâ anlatılan bu
inançtan başka bir akîde üzerine ölürsen şüphesiz cehenneme gireceğini kesin
olarak bilmedikçe, senden
Süraka bin Cü’şum radıya’llâhu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi
şöyle demiştir:
Ben
Rasûli Ekrem sallallâhu aleyhi ve selleme dedim ki:
-Yâ Rasûlullah!.. AMEL, kaderleri çizen kalemin yazdığı mukadderâtın cümlesinde
mi ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?.. Yoksa AMEL, (için geçmişte bir kader sözkonusu olmayıp) istikbalde takınacağı
tavra göre mi?..
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem buyurdu:
-FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan mukadderâttan olup, kâlemin
yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.. Herkes ne için yaratıldı ise ona müyesser
kılınır!.. (İbn-i Mâce Mukaddime)
«Tâvûs şöyle anlattı:
Ben
Rasûlullahın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sahabîlerinden bir çok insanlara
eriştim... Onlar, «HER ŞEY KADER İLEDİR» diyorlardı..
Ben,
Abdullah İbni ÖMER'den şöyle işittim: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve
sellem) buyurdu;
«HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hattâ, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik
bile!..»
Abdullah b. Amr r.a. söylemiştir:
Rasûlulah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i
işittim, şöyle diyordu:
-Muhakkak yüce ALLAH yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı;
sonra onlara nurundan saçtı!
Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi !.. Nasibini alamayan
da dalâlete saptı!.
Bunun için, "ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!.. yani
işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır." derim. Tırmizî (İmam b. Hasan senetle)
Ebu
Hüreyre r.a. şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar
kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı. Ve:
-Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden
önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk
oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size! buyurdu. (Tırmizî)
Cabir
r.a. den:
Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla
şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini
bilmedikçe, hiç bir kul iman etmiş sayılmayacaktır.
(Tırmizi)
Aişe
r.a.'den:
Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLAH ve gelmiş geçmiş her
Nebi ve Rasûl lânet etmiştir. Bunlar:
ALLAH'ın kitabına ilâve yapan, kaderi tasdik etmeyen, ALLAH'ın zelil
kıldığı (günahkârları) yükseltmek, aziz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için
ceberut ile insanların başına musallat olan, Mekke hareminde yasak olanı
işleyen, Ehl-i beytime zulm
Ümmü Habibe r.a.:
-Ey
ALLAH'ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullah'tan babam Ebu
Süfyan'dan ve kardeşim Muaviye'den faydalandır!.dedi.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) kendisine:
-Sen ALLAH'tan kesinleşmiş eceller ve zarûri olan bir takım şeyler ve
taksim edilmiş rızıklar hakkında bir takım talepte bulundun ki; ALLAH onlardan
hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!..
Bunun üzerine bir adam:
-Ya Rasûlullah, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla
insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. Diye sordu.
Rasûlulah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:
-Muhakkak ki, yüce ALLAH hiç bir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki,
sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden
mevcuttular.
(Müslim)
Enes
r.a. şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) sık, sık:
- Ey kalbleri çeviren ALLAH, kalbimi dinin üzerine sabit kıl! diye dua ederdi.
Biz
de kendisine:
-Ya
Rasûlullah,
-Evet, çünkü kalbler, ALLAH'ın parmaklarından ikisinin arasındadır;
dilediği gibi onları çevirir,
buyurdu.
(Tırmizî)
Müslim'in lafzı şöyledir:
-İnsan
oğullarının kalblerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahman olan ALLAH'dan iki
parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir
Ebu
Hüreyre r.a. den:
Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası
onu yahudi ve hırıstiyan ve mecusi yaparlar.
Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği
gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!
Sonra Ebu Hüreyre (r.a.):
İsterseniz "Yüzünü ALLAH'ın o fıtratına çevir ki insanları, o
fıtrat üzerine yaratmıştır. "(Rum, 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi. (Buhari, Müslim, Ebu Davud- Tırmizî)
Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.'dır. Etrafındaki çocuklara
gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur.
Müslümanlardan
biri:
- Ya Rasûlullah, müşriklerin de küçük çocukları buna da dahil mi? diye sordu.
Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
- Evet müşriklerin de çocukları,
buyurdu. (Buhari)
Ebu Hüreyre r.a. den:
"
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’a müşriklerin küçük
yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir? diye) sordular. Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi
bilir, buyurdu.
(Buhari, Müslim Tırmizî)
Enes r.a.'den:
Adamın
biri:
-Ya
Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem):
-Baban
cehennemdedir,
diye cevap verdi. Soruyu soran adam gidince, Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Benim babam ile senin baban ateştedirler, buyurdu
(Ebu Davud)
Zeyd
b. Sabit r.a. şöyle demiştir:
"Rasûlullah
(sallallâhu aleyhi ve sellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi
üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı..
Nerdeyse Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i üzerinden atacaktı.
Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı. Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Bu kâbir sahiplerini bilen var mı?
diye sordu. Bir adam:
-Ben
bilirim, dedi.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem):
-Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:
-Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap
verdi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tabiî tutulur (fitne ve azaba
duçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu
kabirlerden işittiğim azabı, ALLAH'ın size de işittirmesini dua ederdim, buyurdu. (Müslim, Nesei)
Sehl r.a.'den:
"Müslümanların
büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, peygamber (salla'llâhu aleyhi ve
sellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) kendisine baktı ve:
-Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!..
dedi.
Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü. Bu, o hâli ile
müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi. Nihayet yaralandı.
Daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı
ve vucüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılınç (sırtından) iki omuzu
arasından çıktı (bu suretle intihar etti.)
Bunu
gören o adam, koşarak Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'in
yanına geldi ve:
-Senin
gerçekten ALLAH'ın Rasûlu olduğuna şehadet ederim. (Yani bu adam hakkında
verdiğin haber doğru çıktı) dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve
sellem):
-Ne
oldu? dedi. Adam:
-Filan
kişi için; Kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın,
buyurdun. Halbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi.
(Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine)
ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini
öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Muhakkak ki kul, (ALLAH'ın ilminde) Cennet ehlinden olduğu halde
cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu halde de
cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün
sonlarında yaptığı amelleredir, buyurdu.
(Buhari)
İmran
bin Husayn radıyALLAHu anhten rivayete göre, şöyle demiştir:
Bir
kere Resûlü Ekrem'e bir kimse (İmranın kendisi) şöyle sordu:
-Ya
Rasûlullah, Ehli Cennet, cehennemliklerden (ALLAH'ın kaza ve kaderiyle)
bilinir, (ayırd edilir) mi?
Rasûlullah:
-
Evet, ayırdedilir!..
-Öyle
ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işliyenler ibadet
edenler niçin işlemeli?
Rasûlullah buyurdu ki;
-Herkes niçin yaradıldıysa onu
işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar...
Buyurdu. (BUHARİ-Tecrid 2062.)
Ebu Hüreyre radıyALLAHu anhten rivayete göre Rasûlullah
(salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Ademoğluna
nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin ALLAH'ın takdiridir ki;
Ademoğlunu sürükler. Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o
şeyi (o
"Biliniz ki muhakkak ALLAH kişi ile kalbinin arasına hail olur ve
her halde siz onun divanında haşrolacaksınız"
(Enfal sûresi: 24)
Görüldüğü üzere, evren daha varolduğu anda, sonsuza dek olacak her şey
bellidir!..
Kimse
ve hiç bir şey kendi yazgısını değiştiremez!..
Herkes
kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Ki konumuz olan "ALLAH'ın AHAD"
oluşu dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.
«ALLAH»
ismiyle işaret edilenin TEK oluşu ve "O"nun dışında hiç bir
şeyin varolmayışının anlaşılamaması, «KADER» konusunda sayısız tartışmalara
yolaçmıştır...
Oysa,
«KADER» konusundaki bu gerçeği,
Hazreti MUHAMMED aleyhisselâm
tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyanlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes
vurgulamıştır...
İnsanın
başına gelen her şeyin istisnasız «KADER»
hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslâm âleminden biri de İmam Gazalî'dir ki; "İhyau Ulûm'id
Din" isimli kitabının 2. kitap 2. bâbında, "hakikat ve şeriât"
başlığı altında şöyle der:
«Çünkü
biz, bütün fenalıklar, isyan, zinâ ve hatta küfür ALLAHÛ Teâlâ'nın kazası,
iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır,
deriz.»
KADER
konusunda nakletmiş olduğumuz sayısız Hadîs-i şerîflerden sonra, yarım akılları
ve çalışmayan beyinleri ile bu hadîslere karşı çıkmak cür’etini gösterecek
sözde âlimlere yine şu buyruğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem
ile ikazda bulunmak isterim:
Ebû
Hureyre radıya’llâhu anh’den.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Okunmakta olan hadîsimi koltuğuma yaslanmış olarak herhangi birinizin
dinlemesini ve sonra da okuyana, <Sen hadîsi bırak, onun doğru veya yalan
olduğunun anlaşılması için Kur'ân'dan bir şeyler oku> dediği kat’iyyen
bilmeyeyim!.. Söylenen o sözü ben söyledim.’
-Herhangi bir Hadîs-i şerîf nakline karşı, ama falanca âlim ya da filanca
velîde böyle söylemiştir gibi verilen cevablar son derece yanlıştır. Bu, Rasûlullah
öyle demiş ama, onun kadar değerli filanca da böyle demiş diyerek ikisini
karşılıklı kefeye koymak olur ki, son derece anlayışsız, basîretsiz bir
harekettir. Bırakın, ümmetten falanca ya da filanca âlimi veya ârifi; yukardaki
Hadîs-i şerîfte olduğu gibi, bir hadîs-i nakletmek gayesiyle âyetten
sözedilmesi bile son derece çirkin bir davranış olur.
Bu
sebebledir ki; Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, İbn-i Abbas radıyallâhu
anha;
-
Ey yeğenim, ben
Bize
düşen iş, öncelikle itirazsız Rasûlullah’dan geleni olduğu gibi
Şurası
kesin bir gerçektir ki. Rasûlullah, Allâhü Teâlâ’nın bahsetmiş olduğu
olağanüstü yanıyla, yani "Kendi hevâsından konuşmaz" özelliği
dolayısıyla varlığın tüm gerçeklerini çeşitli şekillerde insanlara
bildirmiştir. Ancak bu bildirim, yaşadığı günün şartları, o devrin insanlarının
anlayış sınırlıkları ve nihayet o devrin ilminin son derece kısıtlı olması
sebebiyle; pek çok konuda gerçeklerin, benzetmeler, mecâzler, misâller yoluyla
açıklanmasına sebeb olmuştur. Öyle ise biz ilmimizi geliştirebildiğimiz
nisbette bu gerçeklere yaklaşabilip, bu sırları deşifre edebileceğiz.
Muhakkak
ki, günümüzde yaşayan bir kısım dargörüşlü, taklidçi tabiâtlı, sabit fikirli
insanlar; meselenin gerçeğini araştırmayı hedeflemiş, gerçeklere ulaşmak için
çaba sarfetmek üzere yaradılmış olanları tenkid edecekler, kınayacaklar hatta
çok ilkel bir kafa yapısı dolayısıyla -kâfirlik’ ile bile itham edeceklerdir.
Neyleyelim
ki, din, günümüz insanlığında lâyık olduğu değeri bulamıyor ise bunun vesilesi
de, bu dargörüşlü kafası çalışmayan mukallitlerdir.
"İDRAK EDEMİYORSANIZ, BÂRİ İNKÂR ETMEYİNİZ."
Unutmayalım ki; şeytan, idrak edemediğini reddettiği için "İBLİS"
oldu!..
MAHLÛKATIN KADERLERİNİ KİM YAZIYOR?
Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...
"Rabbülâlemin"...
Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız
varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.
Bütün
"ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde
mevcuttur, dedik.
"Rahmaniyet"
mertebesinden, "ilmi ilahideki ilahi esmanın toplu halde bulunduğu
mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya
ayrılıktan söz edilemez.
"RAHMANİYET",
ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecâzi bir ifadedir...
Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.
İşte
bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi,
"O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile
mülküdür.
Bir
yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.
Ancak,
"melîk" ismi, "mâlik" isminden daha
kapsamlıdır.
"Mâlik"
ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.
"Melîk" ise o şeyin hem
sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar"
olandır.
Yani,
"ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği
gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.
"DİLEDİĞİNİ YAPAR." (
)
"YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)
Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin
eseridir.
"Melikiyet" mertebesinin
tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.
"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli
esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar.
Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd"
meydana gelir...
"Rabb"
yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir
birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu
ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.
Kul, Rabbına tâbidir!.
"YÜRÜR HİÇBİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP
GÖTÜREN O'DUR!." (11- 56)
Âyeti
işte bu gerçeğe işaret eder.
Yani,
o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının
arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esma terkibinin oluşturduğu program onun
Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esma terkibinin
tabii sonucudur...
Yani,
"birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin
adıdır.
Kendisini
meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir
varlığı mevcut değildir.
Hangi
isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki
varlık bir esma terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi
varlığını aşikare çıkartmasıdır.
Bu
yüzdendir ki...
Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre
varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak
kuludur!...
Abd, rabbine kulluk etmededir!.
Her hâlûkârda!.
Abd'ın
rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur
bile edilemez...
Çünkü
Abd'ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle,
rabbından ayrı düşmüştür abd!..
Bunu
târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde
kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.
Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller
meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız
değişik varlıklar varmış sanılması halini düşünün!...
Birinin
adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da
dağ, deniz v.s. demişsin!.
Ne
varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan
heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..
Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;
"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık,
belli ilahi isimlerin manalarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir
anlam oluşturması olduğuna göre;
Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir
varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba
söz edilebilir mi?..
İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...
Varlığın
aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi
beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar;
elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız
irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç
olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını
yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!..
Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından
sual sorulması söz konusu olmaz!.
Sual
sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !
"VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)
"Siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece
"ALLAH"a aittir"..
Evet, dikkat buyurun...
"Siz
isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.
Bu
âyetin gerçek manası...
"Siz
isteyemezsiniz, isteyen ALLAH'tır"dır!..
Ve
bu manayı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.
"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana
geliyor" gibi bir kavram
kesinlikle sözkonusu değil!.
İşte,
"ve ma teşâune illa en yeşâallah" ayetinde de bu husus
vurgulanır...
Gerçekte
isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH'tır!. İRADE sadece ALLAH'ındır.
Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir!
İşte
bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;
"Kaldır kendini aradan,
ortaya çıksın yaradan".
Kendini
aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık
olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD
yani İRADE
"SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI."
(37- 96)
ALLAH "yaratmıştır"
kelimesiyle işaret edilen manayı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların
yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esma manalarınn takdiri,
hükmüdür!.
Varlıkların
meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak
onların fiilleri meydana gelir...
Daha
açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...
Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.
Belli
bir mananın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her
fiil, gerçeğiyle, manadır!...
Dikkat
ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama
şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben
bunu demiyorum!.
Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.
O
"manâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil"
şeklinde değerlendirilir!.
İşte
burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır
bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de
burasıdır!.
Esas varolan manadır!...
Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.
Ef'al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen;
var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi"
için, bu sebeple denmiştir ki;
"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."
Çünkü
kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin
anlamlarından başka bir şey değildir!...
Ayrıca
sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan
âlem ortadan kalkar; hayır !...
Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,
"ALLAH, ADEM'İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"
anlamındaki
Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zat boyutu,
sıfat ve esma boyutu ve ef'al boyutu mevcuttur.
Bu
yüzdendir ki; Zat boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esma
boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef'al boyutunun da ayrıca
hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda
mevcuttur!.
Şu
ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah aleyhisselamın açıklamaları
ve Kur`an-ı Kerimde işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz
kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın
varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.
Şayet
buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da
son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.
Ancak,
bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin manasını şayet
kavrayamadıysak; bu mana bize açılmadıysa; muhakkakki herkesin anladığı manada
"bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve,
"ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.
Sahih-i Müslim isimli kitapta, Ebu
Hureyre'nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullah aleyhisselam şöyle
anlatmıştır:
"Adem ile Musa aleyhisselam rableri katında birbirlerine karşı
deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Adem delil gücüyle Musa'ya
galebe çaldı.
Musa dedi ki;
- Sen ALLAH'ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği;
meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı
hatadan dolayı bütün insanları indirten Adem değil misin?
Diye hitap etti. Bunun üzerine Adem aleyhisselam
da Musa'ya cevap veriyor.
-Sen ALLAH'ın Rasûllüğü ve kelamıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde
herşeyin açıklaması bulunan levhâlârı verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine
seçtiği Musa'sın!. Benim yaratılmamdan kaç sene evvel ALLAH'ın Tevrat'ı
yazdığını biliyorsun...?
Musa aleyhisselam cevap verdi.
-Kırk sene evvel !...
Adem dedi ki;
-Peki Tevrat'ın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU DA ŞAŞIP
KALDI." (TaHa-120) âyetini buldun mu?...
Tevrat'ta böyle bir ayet yazılı mıydı?
- Evet ! dedi Musa a.s.
Adem;
-ALLAH'ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı
üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni
nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun.
Rasûlullah aleyhisselam devam ediyor;
-Böylece, Adem, Musa'ya delil gücüyle galebe çaldı."
Şimdi burada kırk sene diyor
Biraz
evvel de bir Rasûl açıklamasını okuduk.
"MAHLÛKATIN KADERİNİ ONLARI YARATMADAN ELLİ BİN SENE EVVEL TAKDİR
BUYURMUŞTUR."
buyuruyordu.
Şimdi
buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!...
"Ruh ve melâike, bir günü elli bin sene olan bir zaman ölçüsünde
ALLAH'ın huzuruna yükselirler"
âyetinde işaret edilen bir biçimde, "meleklerin"
günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre
değil!.
Ayrıca
burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor...
Hz.
Rasûlullah burada önemli bir açıklama yapıyor...
Şöyle
ki...
Adem,
Musa'ya diyor ki; "benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime
takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın"
.
Eğer
Adem, bizim beşeri değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz
bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Adem, kendi
dileğiyle, ALLAH'a rağmen, ALLAH istemediği halde, kendi özgür iradesiyle o
fiili yaptı der, Adem'i suçlayabilirdik!.
Ama
burada Hz. Rasûlullah aleyhisselam diyor ki;
"Adem
rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu
bilmiyorsun.." diyerek, bu sözüyle Adem`in haklılığına
işaret ediyor.
Bununla
bağlantılı bir Hadisi Şerif var.
"ALLAH
MAHLUKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİBİN SENE EVVEL
YAZMIŞTIR."
Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir
Yeryüzünde
yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de içdünyalarında
karşılaştıkları her olayın "ALLAH TAKDİRİ" ile meydana geldiği
İslâm Dini’nin kutsal Kitabı KUR`AN-ı KERİM’DE apaçık bir biçimde ve
kesin bir dille açıklanır..
İşte
Hadid Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı:
"SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE iSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM
ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!.
BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN
ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN
AÇIKLIYORUZ....."
KUR`AN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin "TAKDİR"
olduğunu vurgularken...
Rasûlullah aleyhisselam şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği
gibi, net bir biçimde "kader"in "TAKDİR" olduğunu beyan
ederken; basiret sahibi bir insan nasıl "KADER" olayını inkar eder,
oldukça hayret verici bir husustur!
Bu
konuda bilgilenmek isteyen, Hz. Ömer radıyallahuanh bir gün Rasûlullah
efendimizle otururken soruyor.
-Ya Rasûlullah, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani
bir işin başlangıç hali mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi
olduğu, hususunda ne buyuruyorsun?...
Burada
Hz. Ömer'in sormak istediği husus şu...
Yani
biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi
yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir
takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı
bir şeyler meydana getiriyoruz?...
Rasûlullah aleyhisselam cevap
veriyor.
"-Ey, Hattapoğlu önceden tamamlanmış olan bir işin
üzerinesin!...
Herkes kolaylıkla başaracaktır!... Ne var ki, saadet ehli olan saadet
işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana
getirecektir!."
Şimdi
bakın burada vurgulanan husus apaçık!.
Şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir
edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır
bu beyan ile..
Kim
açıklıyor?...
Dini bize tebliğ
Öyle
ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ
Hz.
Rasûlullah aleyhisselamın "kader"le ilgili
açıklamalarını "İNSAN VE SIRLARI" isimli şu anda 10.
baskısı hazırlanan kitabımızın "kader" bölümünde geniş bir
biçimde sizlere naklettik.
Ayrıca,
"Kader" konusunun "DUA" ile bağlantısı, "duanın
kaderi değiştirip değiştirmeyeceği" hususlarına da "DUA VE
ZİKİR" isimli kitabımızda yer verdik.
Bu
iki kitaptaki iki bölüm; yani "insan ve sırları" kitabındaki
"kadere iman" bölümüyle, "Dua ve zikir"
kitabındaki "kader ve dua" bölümü, birbirini bütünleyen iki
önemli bölümdür.<O:P</O:P
Şimdi
konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim.
Ebu
Hureyre'nin nakline göre Hz. Rasûlullah şöyle buyurmuştur;
"HER BİRİNDE HAYIR OLMAKLA BİRLİKTE ALLAH'A GÖRE KUVVETLİ MÜMİN,
ZAYIF MÜMİNDEN DAHA SEVİMLİ VE HAYIRLIDIR.
-KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU !..
DEME...
-ALLAH BÖYLE TAKDİR ETMİŞ O DİLEDİĞİNİ YAPAR; DE... ZİRA KEŞKE
KAVRAMI ŞEYTAN AMELİNE YOL AÇAR."
Şimdi
dikkat ediniz, bu Rasûlullah uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her
anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir.
Pek
çok olayda hemen şunu söyleriz...
Keşke bunu yapmasaydım!... Veya; keşke
şunu yapsaydım da böyle olmasaydı!.
İşte
Hz. Rasûlullah aleyhisselam bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!...
Diyor
ki;
-"keşke"
kavramı şeytan ameline yolaçar. Yani, şeytani düşünceye yol açar!.
Çünkü ALLAH takdir ettiği içindir ki, senden veya ondan o fiil meydana
gelmiştir!... Ve o fiilin meydana gelmemesi de asla mümkün değildir!.
O takdir edilmiş ve öyle olacaktı; ve oldu!.
O işin öyle olmaması kesinlikle düşünülemez!.
İşte
bu sebepledir ki, "keşke" kelimesini ve kavramını
yasaklıyor , Hz. Rasûlullah aleyhisselam.
"Ben
keşke demiyorum ki, yapmasaydım
diyorum"...?
"dım" takısı "keşke"
kavramının bir başka ifadesidir... Kendimizi aldatmayalım!.
Yani,
bu idraka göre, içinde yaşadığın anın gerisinde cereyan etmiş olan, hangi olay
olursa olsun; senin, "keşke bunu yapmasaydım"
demeğe hakkın yoktur.
Kime
göre?...islâm dinini bize tebliğ
Senin
kendi namına, "keşke böyle yapmasaydım",
demeye hakkın olmadığı gibi; karşındaki için de "böyle yapmasaydı
bu olmazdı" demeğe hakkın yoktur!..
Ya,
Rasûlullah'a iman et, karşındakine "böyle yapmasaydın bu iş
böyle olmazdı" demeyi terket !.
Ya
da, "ben Peygambere inanmıyorum, benim aklım yatmıyor öğretisine",
de; herkesi geçmişinden dolayı suçlamaya devam et!.
Bu
ikisinin dışında başka bir görüş yok..
hf
“KADER
SIRRI”NA VÂKIF OLMAK İÇİN
"KADER" KONUSUNDA YAKLAŞIMIMIZ NE OLACAK..?
Esasen basîret sahibi için Tevhid sırrı ile kader sırrı aynı şeydir!..
Bu sır aslında gerçeği görmek isteyenler için hiç de sır değildir!.. Daha
doğrusu, bu gerçeği görmek kolaylaştırılmış olanlar için, hiç de güç
değildir!..
Evet,
mesele o gerçeğe ehil olarak yaradılmışlar için son derece basittir!..
Şöyle
ki...
Allâh,
kendisinde mevcut olan sayısız ve sonsuz mânâları âşikâre çıkartmayı irade
etmiştir.
İlim
vasfı dolayısıyla hangi mânâların âşikâre çıkmasını murad etmiş ise, ilminin
gereğini kudret sıfatıyla gerçekleştirmiştir.
Esasen her şey ilim mertebesinde olup bitmiştir!..
Daha
sonra ise ilim mertebesinde olup bitenler, kuvveden fiîle dönüşmeye
başlamıştır. Varlıkda asıl olanlar ilâhî sıfatların ve isimlerin mânâlarıdır.
Bu
mânâların sayısız bileşimlerinden ise, gene sayısız isimlerle anılan oluşumlar
meydana gelmiştir. Ancak bu meydana gelen oluşumlar dahi gene kendi varlığı ile
kâim olan şeylerdir.
Şu
hususu çok iyi kavrayalım.
Bir
deri parçasını başına şapka yapmakla, ayağına ayakkabı yapmanın senin yönünden
nasıl bir farkı yoksa; ayağın tabanı nasıl, beni niye göz yapmadın diyemiyor
ise; var edilen varlıkların da, gerçekte, beni niye şöyle yapmadın demeye
hakları yoktur!.. Velev ki deseler..? Vücudunuzdaki bir hücrenin içindeki
virüsün tümüyle isyan, ya da sizi tasdik içinde olması, sizde ne uyandırır
ki?..
Evet,
-kaderin’ orijini itibariyle; her şeyin, TEK varlık sahibinin ilim, irade ve
kudreti ile oluştuğunu anlattığını belki bu yolla anlayabiliriz.
Zaten
İslâm’ın tasavvuf adı altında yaşatılan “vahdet” anlayışı dahi her şeyin,
aslında “bir çok varlık” olmayıp; tek varlıktaki sayısız mânâların âşikâre
çıkışından başka bir şey olmadığını anlatmaktadır ki, bu da aynı şeye
işarettir!
"Özde biriz" derken, "sen
ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun mânâsı!.
"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve
"O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud
sahibi değildir" şeklindedir bunu
mânâsı..
Şayet
biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak
istiyorsak, Kur`ân-ı Kerim`deki, beşere göre
"ALLAH"ı târif
Sonra
da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı
anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.
Bu
takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir
biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce
yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya
tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi
kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi
kurtaramayız!.
hf
“GENETİK”İN KADER KONUSUNDA ÖNEMİ VAR MIDIR?
Şaşkın ördek misali, doğa mı, kader mi, Allah mı deyip; labirentte
yolculuğa devam ediyoruz…
Genetik
ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda
oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba
hayâl ediyorlar!.
Ezelde
takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah
indinde yalnızca bir hiç ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?
Her
birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında
yaş da yanar!.
hf
Sual:
-Madem ki benim kaderim önceden yazılmış, olacak olan olacak, olmayacak
olan da olmayacak, öyle ise ben de hiçbir şeyle uğraşmam, boş otururum!?..
Cevap:
-Şayet boş oturmak için varedilmiş isen, ancak o takdirde bu dediğini
gerçekleştirebilirsin. Aksi takdirde, ne iş için yaratılmış isen, o iş
- Başka bir sual:
-Allah benim Cehenneme gitmemi takdir etmiş ve cehennemliklerin işini
bana kolaylaştırmış ise, bunda benim suçum ne?..
Cevap:
-Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!.. Sen nasıl mülkün
saydığın şeyde dilediğini yapmak istiyor ve bundan engellenirsen, benim
hürriyetim nerede diye isyâna başlıyorsan; Allah da kâinatın mutlak meydana
getiricisi olarak mülkünde dilediği gibi tasarruf etmektedir. Hiç bir kayıt ve
şarta bağlı olmaksızın!..
- Sual:
-Peki Allah bana cebren bu işi yaptırmıyor mu?!..
- Cevap 1:
- Cebbar olan Allah dilediğini yapar ve bundan dolayı da kendisine sual
sorulmaz!
Cevap 2:
-Esasen Allâh
Şayet sana hücre boyutunda baksak, sayısız hücrelerden ibaret bir
kütlesin!..
Işık boyutunda baksak, renk renk ışıksın!..
Beyin yapın ve programın itibariyle seyretsek, belli bir görevi ortaya
koymak için çeşitli özelliklerle programlanmış bir kozmik robotsun!.. Ama ne
var ki bütün bunlarla beraber, özün itibariyle kâinatın herhangi bir yerinde
mevcut olan tüm özelliklere de sahipsin!..
Sual:
- Benim kendi varlığım olmadığına, varlığımın O’ndan başka, ayrı bir
varlık olmadığına göre, cehennem niye olsun ve ben niye yanayım?..
Cevap:
- Şu anda da aynısın ve gerek maddî ve gerekse manevî sayısız yanışlar
içerisindesin. Öyle ise şu anda nasıl maddî ya da mânevî yanışlar sözkonusu
ise, ölümötesi yaşamda da aynı şekilde yanışlar sözkonusudur!..
Sual:
- Ben de, madem ki kaderim yazılmış, ibâdet etmiyorum!.. Nasıl olsa,
cennetlik isem cennete gideceğim, cehennemlik isem cehenneme gideceğim.
Cevap:
-Allah cennet için yarattığına cennetliğin amelini nasib eder, cehennem
için yarattığına da cehennemliklerin amelini. Sen hangisi için isen onun ameli
Sual:
- Dua kazayı defeder!.. Bu kaderin değişmesi değil midir?..
Cevap:
- Kazayı defedecek dua dahi takdirdendir!..
Sual:
- Peki irade-i cüzüm yok mu benim?...
Cevap 1:
- Ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de bildiğimiz kadarıyla hadîs-i şerîflerde
-iradei cüz’ diye bir tâbir geçmez!
Cevap 2:
-Varlığın tümüyle O’ndan oluşu itibariyle, her zerrede kendi
boyutlarında O’nun iradesi mevcuttur ve o mutlak irade sahibidir.
Senin basiretini örten perdeyi kaldırmayı dilerse, görürsün ki
Gerçekte, "cüz-i varlık" yoktur ki; "cüz-i irade
olsun!... Evren tek bir varlıktır...
Sual:
-Öyle ise bendeki tüm eksiklik, kusur ve yanlışlar da O’na aittir!..
Cevap:
- Saydığın tavsifler, var sandığın varlığa nisbetle
Sual:
- Varlıktaki bir takım süflî şeylere de o mu diyeceğiz?
Cevap:
- Süflî şeyleri gören göz sahibi için, süflî şeyler o değildir!..
Basîret sahibine göre ise zaten böyle şeyler sözkonusu değildir. Zirâ onların
beyni gözlerine tabi değil; gözleri beyinlerine tabidir. Gördükleri kadar
düşünmek derekesinden düşünebildikleri kadar görmek mertebesine yükselmiş ve
sonunda da varlıkların olmayışını idrak derecesine ulaşmışlardır.
Sual:
-Dediklerinin büyük bir kısmını anlayamıyorum. İçimden reddetmek de
gelmiyor, öyle ise ne yapayım?..
Cevap:
-İlim öğren!..ilmin yaşı yoktur!..ilmi araştır ve nerede kimden olursa
olsun gerçeğin ilminin talibi ol!.. Kıyâmet gelmedikçe ilim yeryüzünden kalkmış
olmayacaktır.ilmi daima kaynağından araştır.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını bir yandan yap,
diğer yandan da ilim gözüyle hikmetlerini araştır. Zirâ Allah bir kimsenin
hayrını dilemiş ise, onu dinde anlayışlı kılar!.. Daima hikmet peşinde ol.
Dedikodu ile saatlerini harcama.
Sual:
- Bu dediklerine kafam çalışmıyor..?
Cevap:
-Öyle ise sadece Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in dediklerini tatbik
etmeye çalış; başkalarına da ayakbağı olmamaya gayret et!..
Sual:
-Kaderimde varsa ilme çalışmak çalışırım. Ama, kaderimde varsa o ilme
ermek, zaten çalışmasam da bana gelir!?..
Cevap:
-Her şey bir sebeble halk olmuştur. O şeye erişeceksen, önce
Sual:
- Peki bir kısım âyet ve hadîslerde kişinin yaptıklarının karşılığını
alacağını anlatıyor. Yapmazsan alamazsın diyor, bu kişinin elinde bir şeyler
olduğunu göstermez mi?..
Cevap:
-
Sual:
- Ben ne yaparsam, onun neticesine erecek miyim?..
Cevap:
- Hakkında ne takdir edilmiş ise, o neticeye ulaşacak fiilleri ortaya
koyacak ve ona ulaşacaksın!..
Evet,
burada bazı suallerin cevablarını vermeye çalıştık. Şayet daha başka
sualleriniz olursa; onları da, çevrenizde bildiğiniz ya da araştırıp
bulacağınız dîni bilen değerli bir kişiden öğrenebilirsiniz.
hf
İNSANIN
KADERİ ALLAH’IN TAKDİRİYLE NASIL OLUŞUR?
Muhakkak ki, insanın kaderi Allah’ın takdiriyledir!..
İnsan
ismiyle işaret olunan varlık, daha evvel de geçtiği üzere, ilâhî isimlerin
değişik terkiblerinin âşikâre çıkışından, zâhire çıkışından başka bir şey
değildir!
Bu
isimlerin mânâlarının ortaya bu şekilde çıkışı gene o mânâlara hâvi olan, o
varlık tarafından meydana getirilmektedir. Bir birim, birim adını verdiğimiz
bir mahâl, şu isimlerin şu oranlarda âşikâre çıkmasıyla oluşacaktır, denmişse
bu onun kaderidir!
Kaderi,
biz iki mânâda inceleyeceğiz!.. Bir, istidadın oluşması; bir, kabiliyetin
oluşması istidat da kaderdir, kabiliyette kaderdir. Fakat o istidat ve
kabiliyetin, kader olmasına karşılık; hakkında takdir biçilen varlık da, ilahî
isimlerden meydana gelmesi hasebiyle ve o ilâhî isimlerin kuvvetlerinin
kendisinde varolması sebebiyle; orada belli bir iş yapabilme, belli bir gücü
ortaya çıkarabilme gücü de söz konusudur!..
İstidadın
ve kâbiliyetin, ilâhi güç tarafından tesbiti kader; buna mukabil, o
mahalde, o birim adını verdiğimiz nesnede varlık, ilâhî isimlerin terkibi
olması hasebiyle mevcut olan irade de "iradei cüz" diye
adlandırılmıştır!.. Yani "irâdei cüz" kelimesiyle kastedilen
manâ, o mahalde mevcut olan ilahi isimlerin varlığıdır!..
İlâhi
isimlerin mânâlarını sen ortaya koyarsın, bu ortaya koyuşun "irade-i
cüz"ünü kullanışın diye târif edilir!..
Sen
bu "irade-i cüz"ünü ne ölçüde kullanabilirsin?..
Sen
bu "irade-i cüz"ünü, kendindeki mevcût olan o isimlerin
gücü kadar kullanabilirsin!..
Fakat
sen, eğer senliğinin hakikatına ulaşır; Hakikat mertebesi itibariyle, Allâh’ın
Zâtı ve Sıfatıyla, senin Zâtında ve Sıfatında mevcut olduğunu müşahede edersen;
bu müşahedenin neticesinde, bu defa kendindeki Zâti kuvvetlerle; mevcut
isimlerini, daha geniş ölçülerle kullanmak sûretiyle; iraden, küllî iradeye
dönüşmüş olur!
İNSAN ROBOT MUDUR?!
Sayısız ve sonsuz özelliklere sahip olan beyin, sayısız yıldızlar
tarafından kozmik ışınlarla programlanıyor. Ve bu programlanış istikâmetinde
bir yaşama giriyor!.. Ya da bir diğer ifade ile.
Allah’ın
takdiri üzere, Melekler o kişinin kaderini yazıyor!.. Eceli, âmeli, rızkı, said
veya şakî olduğu yazılıyor. Ve o insan yazıldığı üzere yaşama giriyor.
Peki
olay bu mu?..iş bu kadar basit mi?..
Hayır!..
Bu
konunun, ya da insanın sadece bir yönü!.. Bir de insanın ikinci yönü
mevcut!..İnsanın aslı, orijini itibariyle sahip oldukları, yönü yani!..
Evet,
insan, kendilerini oluşturan maddeleri "ışınlar", ya da "kozmik
enerji" ya da "nur" yapılı denilen "melek"ler
tarafından, ilâhî ilim ve irade istikâmetinde programlanan bir beyin ile yaşama
başlayan bir varlık.
Ancak
bu varlık gene beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve
özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış!.. Yeryüzünde
"HALİFE" olarak meydana getirilmesi hasebiyle.
Bir
diğer ifade ile, "Allâh adıyla işaret edilenin esmâsına ayna"
olup, O'ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.
İşte
beyin,
Kısacası
sonradan, "yok"tan var edilmiş varlık, tekrar "yok"
olur; ve BÂKÎ, "ALLAH"tır hükmü ortaya çıkar.
Bununla
beraber, sûretlerde bir değişiklik olacağını da sakın sanma!.. Çünki
dün-bugün-yarın; ezel-ebed, Allâh katında tek bir şeydir ve hep aynı şeydir!..
Kısacası,
nasipte var ise, takdir edilmiş ise, sen, senin "var"
olmadığını; var olanın hep "O" olduğunu müşahede eder ve
yaşarsın ki; bir süre sonra yaşayanın dahi kendi olduğu; hatta bunların çok çok
daha öteleri ortaya çıkar!..
hf
Çünki
esas olarak, olay iki cephelidir.
Birinci
yan, Allah’ın âleme bakışı!
İkinci
yan, insan’ın Allah’a bakışı!..
Allah’ın
insana bakışı yukarıdaki birçok âyet ve hadîs-i şerîfte olduğu
üzeredir.insan'ın Allah'a bakışı ise ne türlü olmalıdır ve bu nasıl
gerçekleşir.
Burada
hemen "kader"
babından sonra özellikle "vahdet"
konusundan kısaca sözetmemiz, kişinin -robotsal’ yanı ile birlikte; -en
şerefli’ yani "ahseni takvim" olarak "HALİFE"
yanının da bulunmasına işaret etmek istemekliğimizdir. Zirâ konu asla tek yanlı
olarak mütalâa edilmemelidir.
Kim
bu konuyu tek yanlı olarak mütalâa ederse, mutlak yanılgı halindedir ve
mahrumlardandır!..
Ya
işin zâhir yönünden mahrumdur; ya da işin bâtın yönünden mahrûmdur!
Oysa
Zâhir-Bâtın O’dur!..
Öyle
olunca, hangisinden mahrûm olursa olsun, birinden mahrûm olan, O'ndan mahrûm
olmuş olur!..
Öyle
ise bize düşen, Varlığa hem "zâhîr"i yönünden hem de
"bâtın"ı yönünden; yani, hem şuur boyutu itibariyle, hem de
ışın-madde silsilesi boyutu itibariyle âgâh olmaktır.
Esasen...
Bu
kitapta, "KADER" bahsinde bugün için, her eserde
bulamayacağınız kadar ağırlıklı olarak durduk. Zirâ, bu konu, bugün hiç
bilinmemekte ve netice olarak da farkında olunmadan TEVHİD akîdesinden
sapılmaktadır.
Buharîde,
Râbiâtu’bnu Ebî Abdurrahman radıya’llâhu anh’ın şu sözleri yer almaktadır:
- Kendisinde herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendini zâyi etmesi (yani ilmini açıklamaması) lâyık değildir!..
Bu
arada sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zerr’i Gıfarî radıya’llâhu anh’ın
ensesini göstererek şöyle buyurduğu nakledilir:
-(
Esasen
imanın şartlarından birisi olan KADERE İMAN için, evvela onun ne
olduğunu bilmek gerekir. İnsanın bilmediği bir şeye zaten iman etmesi
düşünülemez.
Şayet
Rasûlullah, size deseydi "TANGU"ya iman edin;
diyecektiniz ki;
-İyi ama ‘Tangu’ nedir onu bize anlat ki; bilelim ve ona iman edelim.
Bilmediğimiz bir şeye iman etmemiz mümkün değildir ki!..
İşte
KADER'in ne olduğunu da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en
muteber hadis kitaplarında, yukarıda okuduğunuz gibi anlatıyor.
Siz şimdi Hazreti Rasûlullah'ın bu anlattıklarını ya
Zirâ,
kader konusuyla ilgili hadîsleri nakletmek zaruridir; çünki insanlar
neye iman etmek durumunda olduklarını bilmelidirler.
Bu
hadîsler, kendi doğrultuları istikametinde, izah da edilebilirler.
Yorumlanabilirler.
Ama
asla tartışılmamalıdırlar!..
-Ebû
Hureyre radıya’llâhu anh’ten nakledilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk!.. O kadar kızdı
ki, yüzü kıpkırmızı oldu!.. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı!.. Ve şöyle
buyurdu:
-Bununla mı emroldunuz. Bununla mı ben size gönderildim..? Sizden önceki
ümmetler ancak bu mesele hakkında çekiştikleri için helâk oldular!.. Kesin
kararlıyım!.. Bu hususta sizi münazaâdan (münakaşadan)
uzak tutmaya, kesin kararlıyım!.. (Tırmizi)
Arapça orijinalinde özellikle "Münakaşa" anlamına olan
"nizâ" kökünden bir kelime ile geçmesine ve yukarıda
tercemesini verdiğimiz şekilde ifade edilmesine rağmen; maâlesef bazı
kitaplarda bu cümle şöyle terceme edilmiştir:
-Yemin
ediyorum, bu hususta konuşmamak için, yemin ediyorum.’
Evet.
Bize düşen aklımızı başımıza toplayıp, Hazreti Rasûlullah salla’llâhu
aleyhi ve sellem’in buyurduklarını aynen kabûl etmek ve artık bu imân etmemiz
gereken konularda münakaşaya girmemektir!..
Kim
ki bu hadîs-i şerîfler konusunda münakaşaya, niza’ya girer; muhakkak ki
kendisine helâka yol açılır!..
Evet
aklımızı başımıza toplayalım dedik.
Ne
yazık ki; bugün bazı şeyhler aklı küçük görüp, terkettirmekte; ilmi
küçümsemekte, hatta -bugün yeryüzünden ilim kaldırılmıştır’ diyerek kendi
cahilliklerini itiraf etmektedirler!..
Oysa,
gerçekten son derece değerli bir çalışma yapmış olanislâm âlimlerinden İmamı
Gazalî, "ihya" isimli dört ciltlik eserinin birinci
cildinde -Aklın hakikatı ve kısımları’ bahsinde -AKIL’ için şu hadîs-i şerîfi,
Tırmızî’den şöyle nakletmektedir.
Rasûlullah
Efendimiz:
-Allahü Teâlâ AKILDAN daha değerli bir şey yaratmamıştır!.. buyurmuştur.
Yine Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye
hitaben şöyle buyurmuştur:
-İnsanlar güzel ameller ve iyilikleriyle yaklaşıyorsa Allâhü Teâlâ’ya,
sen de AKLIN ile yaklaş!..
Gene Hazreti Rasûlullah Ebudderdâ radıya’llâhu anh’a şöyle
demiştir:
-AKLINI ARTTIR Kİ ALLAH'A YAKLAŞASIN!..
Anam babam
-Allahü Teâlâ’nın yasaklarından kaçın, emirlerini tut!.. Ki böylece
akıllı olasın.
Gene Hazreti Ömer, Ebû Hureyre ve Ubeyy b. Kâb radıyallâhu anhüm
hazretleri huzuru Rasûlullah'a gelerek Sâid b. Müseyyeb'den rivayet
edildiği üzere şöyle sordular:
- Yâ Rasûlullah!..insanların en âlimi kimdir?..
- Akıllı olandır!..
- En çok ibâdette olanı kimdir?..
- En çok akıllı olan!..
-insanların en faziletlisi kimdir?..
- En akıllı olan!
-Yâ Rasûlullah, akıllı kimse, mürevvet sahibi, cömerd, konuştuğunu bilen
ve hatırı sayılan kişi değil midir?.
Bütün bu saydıklarımız dünyalık ve dünyaya ait şeylerdir. Âhiret ise
korunanlarındır."
Başka bir hadîs-i şerîfte de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
- AKILLI, Allâhü Teâlâya imân edip, Rasûlüne inanan ve emirlerini yerine
getirendir."
Evet, yukarıdaki hadîste ashabın sordukları özellikler, kişide dünya
yaşamı ile alâkalı özelliklerdir.
AKIL
ise, esas yapısı itibariyle geniş boyutlarda düşünebilmeyi, düşündüklerin
değerlendirebilmeyi, ölümötesi yaşamı idrâk etmeyi ve bu idrakın gerektiği
şekilde ölümötesine hazırlanabilmeyi sağlar.
İşte
bu sebeple insan "akıl" ile "iman" şerefine
ulaşır.
Akıl ile Allah’a ulaşılır!..
Kim "aklı" ve "ilmi" inkâr ederse, o ancak cahildir
ki; "Allahû Teâlâ onu cehil batağından kurtarıp, ilim ile şereflendirsin,
akıl ihsan eylesin" demekten başka bir şey elimizden gelmez!..
Demek
ki,
Cenâb-ı
Hakk’ın yarattığı en değerli şey olan aklımızı değerlendirecek, idrâk edemesek
bile Hazreti Rasûlullah aleyhi’s-selâm’ın dediklerini aynen
Evet,
KADER mevzûunda açıklamaya çalıştığımız bu bilgileri gene Hazreti
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden nakledilen şu Hadîs-i KUDSî'ler
ile noktalayalım;
-KİM RAZI OLMAZSA BENİM KAZAMA VE KADERİME, BENDEN BAŞKA RAB
ARASIN!... (Beyhakî veibn-i Neccar Enes radıyallâhu anhdan nakletmiştir).
Ebû Hind ed-Dârî radıyallâhu anhın Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellemden rivayetine göre Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur:
-KİM HÜKMÜNE (kazama) RAZI
OLMAZSA VE BELÂMA SABRETMEZSE, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!.. (Taberânî)
hf
"Kadir" Gecesinde ne oldu?...
"Kadir"
Gecesi nedir?...
Bir
arkadaşımız bir sual sordu.
"Üstadım,
yeryüzündeki bir takım olaylar, bir takım üst planlar tarafından mı idere
ediliyor?..
insanların
genel idaresi, dünya üzerinde olan olayların yönlendirilmesinde görevli olan
bir takım görevliler söz konusu mu?. Böyle bir şey var mı? Varsa, nasıl oluyor
bu iş?..."
Bu
sual "Kadir" konusu ile de bağlantılı, dolaylı olarak... Dolayısiyle
bu gece ki konumuzun bir detayı olarak buna da değinelim...
"Kadir"
gecesi hakkında, Kur`ân-ı Kerimde bir sure var; "Kadir sûresi"...
"İnna enzelnehu fiy leyletil kadir"
"Gerçek ki biz inzâl ettik onu KADİR gecesinde"
"Kadir" gecesinde, gecenin kadrinde, biz onu inzal eyledik.
Burada, hemen herkesin ilk aklına takılan olay şudur...
Niçin
"Biz, onu" diyor?.. "Ben, inzal ettim onu" demiyor da,
"Biz inzal ettik onu" diyor?...
Buradaki
"Biz" hükmü, ef`al=fiiller âlemindeki kesret hâliyle alâkalı
bir olaydır. Yani, çokluk ile ilgili bir olaydır...
Çokluk
âleminde, yani sayısız birimlerden oluşmuş, sayısız varlıklardan oluşmuş âlemde
olan her şey, bir vesile ile oluşur. Her şey bir şeye vesile ile olur!. Ama o,
her bir şey, varlığını Hak`dan alır; O`nun varlığıyla kâimdir... Orijini, aslı
itibariyle o şeyler varlığını Hak`dan alır!. Ancak kendi yapısal özelliğine
uygun olarak, o şeyi meydana getirir, ortaya çıkarır.
İşte
bu tür oluşlar için Kur`an-ı Kerîmde "Biz" tabiri
kullanılır...
"Fiy leylet-il kadr..."
"Kadir"
süresi, gecenin içinde, gecenin kadrinde biz onu inzâl eyledik...
İnzâl
olunan şey, Kur`ân!...
Kur`ân`ın
inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde "indirmek" diye tercüme
edilir ise de "inzâl", esası itibariyle "nüzül" denen şey,
boyutsal bir olaydır!.
Mekânsal
yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.
Bu
gecede, "Kadir anı” denilen öyle bir an vardır ki, o anda mevcut ışınımı
kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî
boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü
olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.
"Kadir" kelimesi
"güc yetirmek" anlamında olup, "hükmü kaza, takdir, tazyik,
azametli şeref" mânâlarını da taşır..
Biz,
özellikle "Tazyik" yani "SIKMA" anlamı
üzerinde duracağız.. Bu anlamdan Rahmetli Hamdi Yazır da tefsirinin 5971.
sayfasında bahsetmiştir..
Bakın
ne diyor Hadis-i Kudsî`de ?.
"Bir
kulum, yararlı ibadetlerle bana yaklaşır; öyle ki, ben o kulumu severim. O`nun
görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli, yürür ayağı olurum"..
Yani,
onun gözünde gören, dilinde söyleyen, Ben`im!...
"KADİR" kelimesinin
mânâsını ve bu kelimenin işaretini anlamaya çalışırken, Hazreti Rasûl
aleyhisselâma "OKU" hükmünün de melekî "SIKMA"
ile birlikte geldiğini hatırlıyalım...
İşte, o genel "SIKMA" hâli olan zaman, kişinin o anı, "Kadir"
hâlidir!.
Bu
"SIKMA" sürecinden herkes kendi istidat ve
kabiliyetine göre yararlanır..
Kimi
de "SIKMA"nın sonucunda, kendisiyle Hakk`ın aynı TEK olduğu;
kendi izafi, birimsel varlığının var olmadığını idrak etmesi neticesinde,
varlığındaki varlığın, Hakk olduğunu hisseder, yaşar!. O`nu yaşayan Hakk`ın
kendisidir!..
Hakk`ın
isteğine, iradesine, EMRİNE de hiç bir varlık karşı koyamaz!.
Bu,
"Kadir" haline en yakın hâl, "Mi`râc" halidir...
"Mi`râc, kişinin Rabbine vasıl olduğu andır."
"Namaz,
mü`minin Mi`râcıdır" deniyor...
Namaz,
niçin mü`minin Mi`râcıdır?...
Namaz,
ayakta dururken okunan sûreyle, âyetle başlar, secde ile tamamlanır.
Secde
için Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Secde,
kulun Allah`a en yakîn olduğu hâl`dir."
O
anda Allah ile kulu arasındaki perde kalkar!. Ve secdede edilen duayı Cenab-ı
Hak geri çevirmez!.
Secde
nedir?...
Secde, kişinin, kendi varlığının,
benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek varlığın Allah olduğunu idrak
etmesi, hissetmesi hali`dir...
Secde`nin
mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta dururken tüm varlığı ile varsa... Buna
karşın Secdede de tam bir "yok olmak" hâli var!. Vücudu ortadan
kalkıyor, kapanıyor...işte fizikman yok olma gibi... Secdenin "sırrî"
mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak etmesidir.
Ne
anlıyorsun o anda?...
Secdedesin
ve secde halinde iken bu halinle sen diyorsun ki;
"Ey
Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer ben yokmuşum!..."
Tabii
bunu diyebilmek için, Allah`ın "Ahadiyet"ini,
"vahidiyet"ini, "vahdet" ve "vahdaniyet"ini
anlamış olmak lazım...
Yani
kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...
Bahsettiğim
konular, "ALLAH" kitabında açıklamaya çalıştığımız "İhlas"
Sûresi`nin mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir
olay!...
İşte,
secdeye vardığın anda, "varlığımda var olan mutlak gerçek varlık
Sensin" idrakı içinde, kendi varlığın yok oluyor!. Ve o anda Sen`den
meydana gelen dua, Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği
de olur elbette!..
İşte,
bu "secde hâli"ne en yakın bir hâl "Kadir" hâlidir!.
Secde
hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay kolay oluşmaz!... Çok uzun çalışmalara
bağlı... Yani, kişinin varlığındaki bir takım şeylerden, hatta tüm varlığından
arınmasına bağlı, secdenin tam tahakkuk edebilmesi!..
Her
namaz kılan "secde" edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve
çalışmasına bağlıdır.
Fakat,
"Kadir" süreci, öyle bir an ki, herkese ortak olarak sunulan bir
an!...
Nasıl,
normal bir zamanda ve mekânda belli bir güce sahipken; Hacc`a gittiğimizde,
Kâbe`nin altında ki o yüksek Nur kaynağından, enerji kaynağından gelen
radyasyon beynimizi çok güçlü çalıştırıyor...
Aynen
bunun gibi, "Kadir" anında da gelen o çok yüksek ışınım, "meleki
güç", beyinlerde oluşturduğu "TAZYİK" ile
takdirinde olanlarda Hakikatın ortaya çıkması özelliğini sağlıyor. Ve
"Kadir" anında edilen dua da "müstecaptır!.." deniliyor...
"O
anda, Allah`la kulu arasında perde yoktur!." deniliyor.
"Ve ma edrake ma leyletül Kadir"
-Nedir o, "leyletü-l Kadir" bilir misin?...
"Leyletül Kadr hayrun min elfi şehr"
"Kadir" gecesi, "Kadir" süreci, bin aydan daha
hayırlıdır!.
Bin ay...?
12
ay, bir sene... 120 ay, 10 sene... Bir insan ömrü ne kadardır?... Ortalama,
uzun ömür olarak diyelim, 70-80 yıl... Bizim Ümmeti Muhammed`in ömrü ortalama
63 sene ki... Oysa bu bin ay 83 sene!.
Yani,
83 yıllık ömür... Bu ömrün, doğduğun andan ölüm anına kadar tamamı hiç
kesintisiz ibadetle geçse, gene de daha hayırlıdır, o "Kadir"
ânı!....
O
"Kadir" gecesinde ne olur bilir misin?...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"
-O gecede, o anda melekler ve Ruh tenezzül eder!.
"Fiyha biizni rabbihim"
Rablerinin izni ile Ruh ve melekler tenezzül eder.
"Min külli emrin selâm"
-Her "emr"den, hükmullah gereği varolmuştan selâm getirir.
"Selâm" derken, burada senin anladığın mânâda;
"Selâmün aleyküm!." demek, mânâsında değil!... "Selâmet
getirir" anlamında!...
"Selâm" isminin mânâsının
kişide açığa çıkmasını temennîdir.. "Selâmün aleyküm" demekte
karşındakine bu dilekte bulunmaktır.. Yani, âyetteki işaret;
"özündeki hakikatı idrak edip, o hakikatla tahakkuk edebilmesini
temennîdir..
"Hiye hatta matlâ`il fecr"
-Fecr`e kadar bu devam eder.
KADİR ÂNI
Fiziksel bir oluşum değildir... Meleki boyuttan bir tenezzülâttır!..
Kadir
gecesi içinde bilemedin 15 dakikalık bir zamandır KADİR SÜRECİ...
"Kadir"
anının değeri şu sebepledir ki;
Meleklerin
oluşturduğu yüksek ışınımın meydana getirdiği "SIKMA"
sonucunda uyanıkların beyin çalışma hızında bir artış oluyor; artan beyin
gücünün neticesinde de, kişinin Hakk`ı kendi özünde bulması sözkonusu
olabiliyor.. ve hatta o anda, kendisinde o talebi ortaya koyanın, Hak olduğunun
farkına bile varabiliyor!.
O anda uyanık olup, o anı değerlendirebilen bir kişi, uzun uzun
arınmalardan geçmese bile, o anın getirdiği yüksek potansiyelle, beyninde çok
yüksek bir güce erişebilir!...
O
anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla
iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi
öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.
RAB - ALLAH
Şimdi burada önemli bir noktayı farketmemiz gerekiyor:
"Tenezzelül melâiketi ver ruh, fiyha biizni rabbihim"... buyruluyor...
Burada
birinci önemli nokta;
"Ruh
ve melâike, Rablerinin izni ile..." diyor.
"Allah`ın izni ile"
demiyor...
Dikkat
edin!...
Kur`ân ‘da mevcut olan bir çok
incelikten biri de şudur...
Bazı
yerde "Rab" denmiştir. Bazı yerde "Allah"
demiştir.. Bazı yerde "İlâh" demiştir...
Bunların
hepsi, ayrı ayrı mânâlar ifade eder!.
Hiç
bir zaman, biz, kullanılan bir kelimenin yerine ötekini kullanamayız.
Çünkü
o kelimenin anlamıdır orada önemli olan, öbür kelime orada istenilen anlamı
vermez ve dolayısıyla gereken açıklık da oluşmaz!..
"Rabb" demişse, "İlah"
veya "Rahman", olmaz, kullanılmaz!...
"Rabb" nedir?..
Kişinin
Rabbı, bir birimi oluşturan "Esmâ terkibi"="Allah
isimlerinin manâ bileşimidir"dir... Yani, "kişinin yapısını
meydana getiren Allah`ın güzel isimleri" diye bahsediyoruz ya!..
Allah`ın Esmâsının, bir terkip=bileşim şeklinde, o kişinin yapısında yer
almasıdır...
Birimin
rabbı; bakın, dikkat edin!... Birim kelimesini kullanıyorum... Birim
deyince bunun içine nebat girer, hayvan girer, insan girer, cin girer, melek
girer...
Zaten
varlıkta bu ana sınıflandırma söz konusudur. Bunun dışında başka sınıf yok!...
Bir
şey ya madendir, ya nebattır, ya hayvandır, ya insandır, ya cindir veya
melektir. Bütün birimler, bu sınıflandırmanın birindedir...
Her birimin "Rabbı", onu meydana getiren "Esmâ
terkibidir"...
99
Esmanın sayısız kombinezonuyla oluşan isimler bileşiminin varkıldığı
yapıinsandır. Ancak bu 99 ismin de mânâsını dilediği anda dilediği düzeyde, bir
kısmının kaydında kalmaksızın ortaya koyabilen, "İnsân-ı Kâmil"dir...
İnsân-ı
Kâmil`in hayatiyeti itibariyle aldığı isim, "Ruh-u Azâm"`dır.
İlmi, şuuru itibariyle aldığı isim,
"Akl-ı Evvel"`dir. Ki bu vasfa işaret için günümüzde "Kozmik
bilinç" tâbiri kullanılmaktadır..
Varlığı,
"BENliği" itibariyle aldığı isim, "nefs-i Küll"dür.
"O
gecede Ruh tenezzül eder." diyor.
"Tenezzül", yukarıdan aşağı inen mekânsal bir olay
değildir!...
"Tenezzül", boyutsal bir geçiştir!.
Boyutsal bir geçiştir, derken neyi anlatmak
istiyoruz?...
Madde,
moleküler yapı, atom, atom altı boyut, kuantsal boyut, enerji ve özündeki
hiç`lik... Ehadiyet noktası, sınırsız sonsuzluk noktası...
Öz`deki ana cevhere ait özelliğin, mânânın
bu boyutsal tenezzülle kişinin varlığında açılması anlamında...
Meleklerin tenezzülü iki yönlüdür:
Birincisi; varlığındaki, özündeki
kuvvetlerin senin şuurunda ortaya çıkması, açılması anlamındadır...
Hakk`ın, kişinin
özünden gelen meleki yoldan zuhuru; yani, tenezzülüyle varlıkta
tasarrufudur...
İşte
birçoklarının kafasını karıştıran bir nokta burası...
Sanıyoruz ki ötende bir tanrı var;
o gökten birilerine tâlimat yağdırıyor; sonra da birileri onun istediklerini
yerine getiriyor...
Oysa...
Hakkın kişinin özünden gelen melekî yoldan zuhuru; yani tenezzül
yollu varlıkta zuhurunun en açık misali Nebi ve Rasûller ve "Ricali
Gayb"tır!.
İkinci tenezzül yolu ise...
Meleklerde
öyle sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a
secde" emrini almamıştır!.
Buna
karşın, "Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine
tabi olan yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde
etmişlerdir.
Fakat,
"Adem`e secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün
olmayan melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani,
"Makam-ı illiyin" diye bildirilen, o yüce makama has
meleklerdir, varlıklardır.
Bu
melekler öylesine büyük, yüce ve azametli varlıklardır ki, basite indirgeyerek
bir misalle anlatmak gerekirse..
Senin
şu varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de
onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin
Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lazım!
-Sohbetin
yapıldığı 17.4.989 tarihinde-, Milliyet Gazetesinde bir yazı çıktı... Bir
batılı bilim adamı:
"Dünya`nın
tümüyle, canlı bir organizma olduğunu ve bir canlı olarak; nasıl insan bedeni
canlı olarak düzenli, sistemli bir yaşam içindeyse, dünyanın da canlı bir
organizma olarak tümüyle sistemli, düzenli bir yaşam içinde olduğunu"
söylüyor...
Her canlı organizmanın, kendine has, kendi boyutuna göre bir ruhu yani
dalgasal ikiz vardır.
Yani,
onun madde yapısına karşılık, bir de, bir manâda "maddeötesi"
diyebileceğimiz bir dalgasal yapısı, bedeni vardır. Bu da onun ruhudur!.
Nitekim
geçmişteki keşif-fetih sahibi tasavvuf ehlinin eserlerini okursanız,
"Ben dünyanın ruhu ile buluştum, görüştüm. Bana şöyle bir sûrette
göründü, şöyle şöyle muamele etti"
diye anlatır. Tasavvuf kitaplarında böyle yazar...
Bu
hususu biz daha evvel söyleseydik, "hadi canım hurafe!..." denirdi...
Ama, bugün bir batılı bilim adamı, dünyanın tümüyle organik yapıya sahip bir
canlı olduğunu ortaya koyuyor.
Her
canlının, bir ruhu vardır... Her ruhun, şuuru vardır!.
Niye?...
Çünkü,
bu kâinatı meydana getiren ana güç, cevher, enerji dediğimiz şeyin,
bilinçli-şuurlu bir kudret olduğunu artık biliyoruz!...
Gene
biliyoruz ki, evrenin her boyutunda, her kesitinde bir düzen, sistem var!. Bu
da aynı TEK özden oluşmanın getirdiği bir şuurun, bir bilincin eseri!.
Her
şey, TEK bilincin yani ALLAH ilminin eseri olduğuna göre; O`ndan
meydana gelmiş her yapının da, kendi yapısına, boyutuna, kapasitesine göre bir
bilinci var, demektir...
Dolayısıyla,
her organik veya inorganik yapının kendine göre bir ruhu ve o ruhun da kendine
göre bir şuuru vardır!.
Öyleyse,
burada dikkat edeceğimiz nokta,
Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar
mevcuttur!...insanın dışında, cinlerin ve
meleklerin sınıfları olarak!
Esasında,
cinler de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri
itibariyle!.
Yani,
nasıl insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan
varlıklarsa...
Güneş
sisteminin dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu
galakside, Samanyolundaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız
varlıklar var...
Bunları
"görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.
Yani
insanlar tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.
Kim,
"ben cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali
değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..
Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman
karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.
Sen,
karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime
vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime
bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik
mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.işte
senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan
hayâldir...
Nasıl
ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir
şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekânizman sonucunda bir hayâl
görüntü şekline dönüşüyor.
Aynı
şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller
şeklindedir.
Birisi
bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var,
görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle
görüyor?.. Çünkü, görme cihazı arızalı!... Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi
gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme
yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...
Meleği veya cini görüyorum diyenlerin,
görme olayı da şu:
O
varlığı, karşısında olarak gözüyle görmüyor!.
Beynin
sadece beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz..
Yani, görme, işitme, koklama, tad
Oysa
beynin, bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu
çözemedi... Çünkü tıb, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.
2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan
beynidir!.
Zira
bunu keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını
çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..
Sonra
da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.
Ki,
bu dalga boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği
dalgalar ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.
Bu
arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.
Bir
açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara
görünecek!..."
Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile
gerçekleşecek. Veya beli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla...
Meselâ, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları
bütün insanlar tarafından görülebilecek...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"
Melekler, yani çeşitli varlıklar
tenezzül eder. Ve de, Ruh!..
İfadedeki özellik şu noktada önem taşıyor...
"Ruhlar"
demiyor...Veya "ruhlar" anlamında "ervah"
demiyor!.
"Tenezzelül melâiketi ver ruh..."...
demede...
Şimdi...
Bütün
varlık sisteminden sorumlu olan bir ana "Ruh" var!...
Ehlince
bilinir ki...
Bu
yaşadığımız tüm sistemi yöneten bir ana "Ruh" vardır!...
"Ruh-ül Kuds" ismiyle
kastedilen bir ana varlık var... Kısaca "RUH" da
denilir O`na... Bu sistem içindeki bütün melekler onun emrindedir!.
Bu
bahsedilen "Ruh", "Ruh-u Âzam" diye
bahsedilen, "kâinatın ruhu" değil; "Sistem`in
ruhu"dur!.
Biraz
daha ileri gideyim...
Bu,
kıyamet günü; Bütün insanlara "rabbınızı göreceksiniz!.."
anlamında bahsedilen; "rabbınız!..." diye işaret edilen bu
sistemin ana "Ruh"udur...
Burada,
bir anda bocalayacaksınız, ister istemez...
"Yani biz, rabbımızı göreceğiz derken, ana "Ruh"u mu
göreceğiz?..."
Gayet
basit!... Size;
"Her
ne yana bakarsan, O`nun vechini görürsün!.." diyor.
Bütün
bu varlık, her zerre dahi, O`ndan meydana gelmemiş mi?... Evet!...
Dolayısiyle,
esasında sen, zaten kime baksan, baktığın kişinin özünde Allah`ın vechi
mevcut olduğuna göre suretin ardındaki mutlak varlığı görme durumunda mısın?..
Evet, gerçekte türlü isimler altında hep O'nu görüyorsun!.
Peki,
baktığın her birimde, Cenab-ı Hakk`ın esmâsının varlığını görebiliyorsun
da; bu sistemin özü olan o ana "Ruh"un görünme olayında, niye Rabbını
görmüş olmayasın?. Bunun mantığa ters olan tarafı ne?..
Ayrıca,
"kıyâmette Cenâb-ı Hakk'ın ayın 14'ündeki görüntüsü gibi görüneceğini"
de bildirmiyor mu Rasûlullah aleyhisselâm?
Evet...
Allah`ın esmâsıyla, Allah`a ait
kudret ve manâlarla oluşmuş bir varlık, bu ana "Ruh"!..
Ancak
"tenezzül" ise âfâkî yani mekân olarak değil; enfüsî yani
boyutsal olarak gerçekleşir... Yani, kişi, özünden-içinden gelen bir şekilde bu
"tenezzül"ü algılar!..
Keza,
"Gecenin son üçte birinde Rabbim dünya semâsına iner de dua edenlerin
dualarını
Burada
yapıları çok iyi anlamak gerek!..
Yapıların
kademeleri yok mu?.işte, bu boyut içinde, bizim sistemin bir üst katman varlığı
oluyor, bir üst planı oluşturuyor bu "RUH"!.. Ama sakın
bu "üst" kelimesini dış-âfak anlamında anlamayalım!..
Aksine öze-içe dönük olarak değerlendirelim...
Adem`e
tâbi olmakla görevli olmayan melekler vardır... Bunlar, Galaktik
boyuttaki meleklerdir!...
Tüm
galaktik sistemin ruhu ayrı, bizim sistemin ruhu ayrı...
Bizim
sistemin ötesinde belli bir kümesel kademe var. Sistemlerin ruhları
olarak...
Kademe
kademe olan bir olay söz konusu...
Bu
sistemin ana "Ruh"u dediğimiz varlık, nasıl insan Alah`ın
güzel isimlerinden oluşmuş ise; O da aynı şekilde, Allah isimlerinin
bileşiminden oluşmuş!..
Meselâ
bir kısım melekler var. Subbûh, Kuddûs isimlerinden müteşekkil. Bir
kısım melek var; Allah`ın Kahhâr, Cebbâr, Kavi isimlerinden meydana
gelmiş!.
Azrâil dediğimiz melek, Allah`ın
Kahhar isminin kuvvet ve kudretiyle var olan bir melek... Bunlar kuantsal
kökenli yapılar!.
Cinlerin
yaşadığı mikrodalga boyut; yani, bizim ruhumuz gibi bir tür dalgadan oluşmuş dalgasal
boyut!
Meleklerden
daha üst boyutta, yani şöyle anlatıyorum!...
Madde
boyutu var, atom boyutu var, atomaltı elektromanyetik dalgalar, kozmik ışınlar
boyutu var! Bir de onun altında bir boyut var. "Nâr=ışın boyutu"
tâbir edilen..
Bizim
"ruhumuz" itibariyle boyutumuz, "nâr boyutu"dur.
Cinler de, "nâr" diye tarif edilen dalgasal yapılar boyutudur.
Bu
bahsettiğim, "Ruh" dediğim varlık ise, melekî boyut
olan, "Nur" ismiyle tarif edilen kuantsal enerjiye çok yakın
plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu oluyor.. Bildiğimiz meleklerden
çok daha güçlü bir ana melek diyelim...
Melekler
de cinler gibi, bir takım işler yapan, çok değişik türleri, yapıları, sûretleri
olan bir sınıf...
Bu
"RUH" isimli varlık da bize göre çok çok özel bir melek
zaten!.. Melek dediğimiz sınıfa giriyor!.
Melek kelimesini biz, klasik
şartlanmayla çok basit manâda tanıyoruz. Halbuki bu melek kelimesi ile
kastedilen sınıf, muazzam bir sınıf...
Şu
anda bizim hafsalamız bunu almıyor. Ama takdirde varsa, zaman içinde, olayı
derinlemesine etüd ettikçe, elden geldiğince çözebileceğiz!.. Çünkü biz, daha
cin sınıfını tam anlayamadık, idrak edemedik!. Cinlerin varlığını
Bu
arada çok önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum..
Meleklerin "tenezzülü" çok büyük bir nisbetle özden-içten dışa doğrudur, demiştim...
Cinlerin
de insanları etkilemesi aynı yoldandır!..
Yani,
içinizde cinnî-şeytanî ilhamı bulursunuz!.. Ama elbette o ilhamın
cinnî bir ilham olduğunu farkedemezsiniz!..
Dışarıdan
karşınızdan beş duyuya hitabeder şekilde size hitabetmez cinler!..
Onların
mesajlarını beyninizin içinde hissedersiniz!.. Adeta içinize girmiş
hissedersiniz!.
Bu
sebeple de "cinnî-şeytanî ilhamlar" konuya yabancı olanlar
tarafından rahatlıkla karıştırılıp, "melekî ilham" sanılır!..
Oysa,
bu melek dediğimiz sınıf, cinlerle hiç kıyasa gelmeyecek kadar çok farklı bir
sınıf!..
Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hazreti Muhammed aleyhisselâmın
tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olmaz; ve öğreti kesinlikle
Kur`an-ı Kerim’e ters düşmez!.. Helali haram; haramı helâl olarak
değiştirmez!.. Zaman değişti bahanesiyle Kur`ân hükümlerini yürürlükten
kaldırmayı önermez!.. Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir.
Evet,
Melek sınıfının içinde, bu "Ruh" dediğimiz varlık
da!... Fakat melek sınıfının içindeki sayısız daha düşük kapasiteli
güçlü meleklerden ayırma gayesi ile onu, hasseten "RUH"
ismi ile anıyor. Zira O, sistemdeki "Halifetullah"tır!
Ancak
bütün bu açıkladıklarımızı, her şeyden önce boyutsal olarak düşünüp
idrak etmek zorundayız!.
"Dünyanın ruhu" da, tek bir "Ruh"dur!.
Tek bir yapının, tek bir Ruhu...
"Onlar kıyamet günü, huzurumuza BİR FERD olarak gelirler.." diyor, Ayeti Kerimede...
Burada
önemli bir olaya işaret var!...
Zira bir "insan ruhu" vardır, bir de "insanlık ruhu"
vardır!. Bir de "sistem`in "RUHU" vardır!...
Konu
derine girdikçe karışıyor ve detaylanıyor. En iyisi biz bu konuyu şimdilik daha
fazla deşmeyelim...
Evet,
"Ruh-u Azam"ın fevkinde hiç bir şey yoktur!.
O, son noktadır!... O, tüm varlığın Özü
aslı, hakikatı olan boyut!... O`nun ötesi diye bir şey yok!.
Gerisi,
"ALLAH`ın İLMİDİR"!...
O`nun iç dünyası, bâtını var, Ahadiyet!...
Dış
dünyası var; Vahîdîyet ve de Rahmanîyet, Melîkiyet, Rubûbîyet
gibi dediğimiz ef`âl âlemine kadar uzanan bir sıralama söz konusudur...
İnsân-ı Kâmil, Hakikat-ı Muhammediye
isimleriyle işaret edilen; varlığın özü olan; ve kemâlâtı Hz. Muhammed
aleyhisselâmdan açığa çıkan varlıktır.
Boyut
farkı, otomatikman bileşim farkını meydana getiriyor.
"Ruh-u Azâm" dediğim, "İnsân-ı
Kâmil" dediğim varlık, özü "Zât"a dayanan sıfat
mertebesi; ve sıfat mertebesine sahip zât ile alakalı...
Diğer
taraftan bizim burada bahsettiklerimiz ise, bunların hep ef`âldeki, yani
fiiller âlemindeki ortaya çıkış şekli ile alâkalı!.
Bunları
biribirine karıştırmayalım. Bunlar tamamen apayrı olaylar...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"...
"Melâike ve ruh o gecede tenezzül eder"...
"Min külli emrin selâm"!.
"Bütün emr`lerden selâm getirir"
Her "Emr", kişinin varlığını oluşturan melekî
"nurî" katmandır!.. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki,
esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...
Bu
hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz
hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, "kendi özünü bulmak suretiyle
kurtuluşa erme" de diyebiliriz..
Esasen
bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar,
ne var ki şartlar uygun olmaz!..
Ama
"Kadir" sürecinde uyanıksan, farkındaysan, belli bir idrak
noktasındaysan, o takdirde bu hakikat
Yoksa,
o anda sen uykudaysan, gaflettesin!.. Böyle bir olaydan haberin yok!.. Senin
için de böyle bir olay cereyan eder, geçer gider ve hiç farkında bile
olmazsın!...
Çok
güzel bir yayın vardır televizyon`da, ama cihazın kapalıdır, alamazsın!...
İşte,
"Kadir" Gecesi denen şey, o gece içinde olan bir süreçdir...
Bütün gece boyu, "Kadir" değildir!.. O gecenin içinde,
bilemedin 15-20 dakikalık bir andır, süredir... Bunun sonuçları ise sabaha
kadar sürer!.
Bu
süreç içinde tenezzül
Genellikle,
gece yarısından sonra ile güneşin ışıklarının çıkmağa başladığı an arasında...
"Kadir" Gecesinin, hakikaten
27. gece olduğuna dair bir şey var mı?...
Bu
konuda bir kaç açıklaması var Rasûlullah Aleyhisselâm’ın :
"Senenin bütün gecelerinde "Kadir"`i arayın!.."
"Ramazan`ın bütün gecelerinde arayın!..."
"Ramazan`ın tek gecelerinde arayın!..."
"Ramazan`ın 20`sinden sonra ki tek gecelerde arayın!..."
"Ramazan`ın 25`inden sonra arayın!..."
"Ramazan`ın 27 ini gecesinde arayın!..."
Bunların içinde,
"Ramazan`ın
27`inci gecesinde arayın"!...
dediği
için, 27`inci geceyi esas alıyoruz biz!...
Dolayısıyla
27 inci gece`de olma ihtimali büyük!... Ama, hiç kimse çıkıp da kesin olarak
bilgi yollu "Bu gece Kadir"dir.... Şu an "Kadir"dir"
diyemez..
Elbette,
ehlullahtan olan kişiler hariç!. Onların perdeleri kalkmış olduğu için,
o anı keşfen bilir, bulur, yakalar!.
Onların
dışında hiç kimse kalkıp da, böyle bir özelliği yoksa, bu gece "Kadir"`dir,
şu an "Kadir"`dir diyemez!...
Peki
bu tesirler herkese farklı mı geliyor?..
Hayır!..
Gelen tesirler herkese ortak bir şekilde geliyor!.
Ne
var ki beynin o andaki kapasitesine ve özelliğine göre gelen tesirler farklı
değerlendiriliyor!.
Dünya
üzerine gelen kozmik dalgalar, herkese eşit pozisyonda geliyor.
Yani,
Senin
radyo alıcın, sırf orta dalgalı... Sırf orta dalgaya tekabül
Kadir süreci ,kişinin yönelimine bağlıdır!..
hf
Sen, kendin veya karşındakinin ötesinde yönelecek bir varlık düşündüğün
anda,tanrıya tapanlardansındemektir! Bunun anlamı da dinde KÂFİR’dir!Yani Allah
gerçeğini örten !
Sahihi
Buhari’deki Allah Rasûlü açıklamasına göre, aklı başında insanın “Lâ ilahe
illallah” düşüncesi onun imanlı olduğunun ifadesidir.. Ve ona kim “kâfir”
yani “gerçeği örten” derse, diyen kişi kendisi “kâfir” olur.
hf
"ARŞ"ın boyutsal altı için, bir
diğer tanımlama ile "kâinat" ya da "evren"
diyebiliriz...
Allah’ın
bir AN ’lık ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir!
Bütün
bu varolmuş olan kâinat, ilk insanlar değil, tüm insanların
üzerinde yaşamakta olduğu dünya ve dünyada varolmuş
canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde bir
zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden
varolduğunu hissettiğimiz - algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu
olmayan kâinat , esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık
bir düşüncesinin hâsılasıdır!
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı
Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT”
adını verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan
oluşan kâinat, Allah indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve
içindekilerin hepsi varolmuştur!
Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat
gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!
Bir
misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu
çizginin düşünün ki üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir
açısı var... Bu açı, bu çizgi üzerinde bir noktadan çıkar. Allah’ın
sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun bir
an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen” demiyorum dikkat edin,açı
!)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar,k
âinatın sonu yoktur !)Allah’ın bir AN ’lık ilminden varolmuş sonsuz
halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir AN’dır..
Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!
Bu sayısız kâinatların her birisi, Allah’ın sonsuz yaratıcılık
ilminin eseridir!
"ALLAH", İnsanın dışında,
ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde
tapınılacak bir TANRI değildir!..
"ALLAH"ın "AHAD"
olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-; bir ALLAH, bir
de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani
bir "ALLAH" var, bir de âlemler mevcut, değil!..
Başka
bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların
ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut"
anlayışı, tümüyle batıldır!..
KÂİNAT NASIL VAROLDU?
Bütün bu varolmuş olan kâinat, ilk insanlar değil,tüm
insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya ve dünyada
varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin
içinde bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil,
milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat,
ucu-bucağı-başı -sonu olmayan kâinat esas itibariyle
Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı
Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını
verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan
kâinat,Allah indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve
içindekilerin hepsi varolmuştur!
Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat
gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!
Bir
misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu
çizginin düşünün ki üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir
açısı var... Bu açı ,bu çizgi üzerinde bir noktadan çıkar .Allah’ın
sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun bir
an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen” demiyorum dikkat edin,açı
!)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kainatın sonu vardır anlamı
çıkar,kainatın sonu yoktur !-)Allah’ın bir AN ’ lık ilminden
varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir
an’dır..
Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!
Bu sayısız kâinatların her birisi , Allah’ın sonsuz yaratıcılık
ilminin eseridir!
Haydi
şimdi farz edelim ki , Allah’ı anlatıp konuşmaya
başlayalım!..
Bunun gibi Bütün bu varolmuş
olan kâinat, ilk insanlar değil, tüm insanların üzerinde yaşamakta
olduğu dünya ve dünyada varolmuş canlılar değil, bütün
güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde bir zerre olduğu 400 milyar
yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu
hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu olmayan
kâinat esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir
düşüncesinin hâsılasıdır!
hf
Tasavvufta ŞUUR anlamındadır.
hf
Varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hali!.
Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i
Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri ilmi Bâtın`dır. Kalp
gözü açıklığı vardır..
KALPLER NEDEN
“ALLAH ZİKRİ” İLE TATMİNE ULAŞIR?
"Kalpler ancak ALLAH ZİKRİ İLE TATMİNE ULAŞIRLAR"
buyuruluyor... Niye? ..
Çünkü
insan, sonsuzu düşünmeye yönelik bir kapasiteyle yaratılmıştır ve sonsuzluk-sınırsızlık ise ALLAH'ın
vasfıdır!..
"Lâ uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik"
diyen Rasûlullâh Aleyhi's-Selâm;
"
itirâfında bulunurken sonsuz-sınırsız yüce Zât'ın kesinlikle kavranamayacağına
işarette bulunmaktadır...
Bu
durumda bize düşen ne oluyor.. ?
Bize
kendini tanıttığı nisbette O'nu
tanımak!..
O'nun aynasında, kendimizi seyredip
tanımak!..
Kendimizdekilerden,
O'nun sonsuz sınırsız
kemâlâtına, yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!..
"Allah'ım, hayretimi arttır"
diye DUÂ
Allah'ı
tanımanın yolu da, zikirden geçer!..
Zikir,
ya Zât, Sıfat ve Esmâyı içine alan toplu isim "ALLAH" ismi ile yapılır... Ya da, Allah'ı
çeşitli özellikleriyle tanımaya yönelik diğer isimleri ile yapılır...
KALBİN KARARMASI
İnsanların,
günahları yüzünden, kalpleri kararır, Kur’ân ‘ın da işaret ettiği gibi!..
Hiç
bir iyilik “ceza”sız kalmaz!.
Hiç
bir yanlış da karşılıksız kalmaz!.
hf
Dünyadayken, yaptığının cezasını çekmeye başlama sisteminin adı Kur’ân
dilinde “MEKR”dir!.
“Anlayışın
körelmesi”, genel olarak, basiretin gerçekleri değerlendirememesinin
adıdır!.
Unutulmamalıdır
ki, düşünce de beynin bir fiilidir!. Ve kişi, fiîlinden mesuldür, bunun
sonucunu kaçınılmaz bir biçimde yaşayacaktır!.
“Kötü
düşünce” ilk aklına geldiği anda, kişi mes’ûl olmaz; ama onu devam
ettirmeye başladığı andan itibaren sistem gereği, özünden gelen bir biçimde
beyin kendisini o konuda körleştirmeye, kilitlemeye başlar!..
Birisini
suçlamanın karşılığı, Allah takdir ve iradesini inkâr yolundan ilerliyerek,
imansızlığa kadar uzanır; ve o kişi bu hâl üzere ölürse, âhırete imansız
gider!. “Yuhasibküm BİHİLLAH” hükmünü icrâ etmiştir!.
Kalp kararmasının veya körelmesinin işareti
odur ki; kişi bilgi ezberciliği ve taklitle yaşamını sürdürüp; “Allah”
adıyla işaret edilenin ahlâkıyla ahlâklanmaktan geri kalır!… Gününü, maddi
zevklerle tüketip, taklit fiîllerle kendini tatmin eder!..
Düşüncenin
yanlışlığı, o konuda iman esaslarına ters düşülmesi dolayısıyladır!.
İman
esaslarına ters düşen her düşünceyi devam ettirmenin sonucu, kalbin biraz
daha kararması demek olarak, hakikatın gereğini yaşayamamayı getirir!. Bu
da, kişinin kendisini cezalandırması demektir!.
Kim, ne zaman, ilminin gereğini yaşayamıyorsa, o kendi kendini
perdelemeye başlamıştır… Çünkü, asla bulunulan noktada durmak mümkün değildir!.
İnsan
daima bulunduğu yerden ilerler bir başka noktaya doğru, düşüncesi
istikametinde…
hf
Yüksek bilinç sahibi kişiler!
“KALEM”
Evrende olmuş ve olacak herşeyi meydana getiren!.
Akl-ı Evvel!.
hf
"ALLAH", "öncelik
ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut
olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD "
olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad
etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında
olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri
başlamıştır.
İşte
"ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD"
ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad
etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların
meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan
varolmasını murad etmesi “Hüküm”dür!.
Bütün
bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm
"ALLAH"ın "Kazası"dır!.
"Kaza",
işte bu "hüküm"dür!.
Esasen;
"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN
SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."
Şeklindeki
Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.
Bu
boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık
suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok
daha!. Bunların asli vücudu yok!...
Bu
yüzdendir ki, "Ayânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek,
bu takdir safhasına işaret edilir.
Yani,
ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi
"Kaza"dır...
Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda
"Kader"dir.
KELİME-İ ŞEHÂDET
Kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu
kişi, “İslam”ı tasdik etmesi için, anlattığımız sistemi
kavradıktan sonra, diyebilmesi gerekir ki;
-Yeryüzünde
veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o
yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren;
istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan
sadece “Allah” vardır-.
İşte
bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı
Dersin
ki:
“Eşhedü en lâ ilahe illallah “
“Eşhedü” yani, “şehadet ederim”...
Nasıl
“şehâdet” edersin?...
Gözle,
değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim”
ki; ve... etmekteyim, müşahede ve tesbit etmekteyim, idrak etmekteyim,
tasdik etmekteyim ki; varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra
“Ve
eşhedü enne Muhammed’en abduhu ve rasûluh “
Ve
gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu
ve rasûlü`dür.
“Kulu”dur, Allah’ın kendisinde
izhar etmek istediği mânâları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” îfa
etmekte...
Burada
ayrıca Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın;
“FAKR”ımla iftihar ederim”!. diyerek
işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret
de mevcuttur!...
Bahsi
geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye
anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın, işaret edilen husus
ile!..
Mutlak
bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.
Ve
“Rasûlü”dür; “ALLAH” hükümlerini-Sistemi’ni; “Allah”ın
dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ
“İslam”ın ilk ana şartı budur.
Kelime-i
şehâdeti avam, yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler...
“Allah’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allah`tır”!.
Böylece
ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek
anlamıyla “ALLAH”ı farketmezler!. Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allah’ı
Hz.
Muhammed’i O`nun elçisi olarak
Bir
de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havasa dönük mânâsı vardır... Bu anlam,
“Allah’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.
Bu
anlayışta, “Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz
mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak
zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığını anlaşılmalıdır!… İşte
bu, işin “havas”a hitabeden yönüdür. “Havas” düzeyindeki anlayışıdır.
Eğer
sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin,
şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun,
“yok”tan varolmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir
zerrede var olan “TEK” varlığın “Allah” olduğunu idrak edersin
“YÜZÜNÜ
âyetinin sırrı açılır...
O
zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş
güzel ve mükemmeller kalır... Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül,
karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!...
İşte
“kelime-i şehâdet”in bu havas mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikâmesine
yol açar...
İslâm
dininin temelini, «LÂ İLÂHE
İLLALLAH» sözünün mânâsı oluşturur.
«Lâ
ilâhe illâllah» ne demektir?
Bu
söz basit olarak ele alınırsa;
"TANRI
yoktur sadece ALLAH vardır"
anlamında değerlendirilir...
«Lâ
ilâhe»de; "Lâ", yoktur; "ilâhe", TANRI
demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
Şimdi
burada şu noktaya dikkat edelim...
Kelime-i
Tevhid, «Lâ ilâhe» ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm
vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»; "lâ ilahe"!..
.
Akabinde,
bir açıklama geliyor... «İllâ» = "sadece",
«ALLAH»
vardır!...
"İLLÂ
ALLAH" yani "sadece
ALLAH"!...
Burada
özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..
Dine,
tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun,
bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..
"Lâ ilâhe iLLALLAH"
uyarısını, halkın anladığı arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük
bir hataya düşmektedirler...
Şöyle
ki...
"Lâ
recülün illâ Âli" dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli'den
başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur"
veya "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında
çevrilebilir..
Oysa
"İllÂ"
kelimesi "ALLAH" kelimesiyle yanyana kullanıldığı
zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz...
Yani, "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi
değildir" şeklinde yorumlanamaz...
Ayrıca
bir de şu hususu iyi anlamak gerekir...
"KÂNE"
yani "İDİ", eki
nasıl "ALLAH" isminin
işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım manasını yitirir; ve geniş
zaman kavramına dönüşür ise; aynı şekilde "İLLÂ" kelimesi de "ALLAH" ismiyla yanyana
gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp, "SADECE" kavramıyla anlaşılır...
Önce
"KÂNE" sözcüğüne
bir misâl verelim...
"KÂnALLAHu gafurur rahİma" dendiği zaman, bunu nasıl "ALLAH GAFUR ve RAHİM İDİ" diye
çeviremezsek; "ALLAH"
isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri
ise...
Aynı
şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği
zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi"
anlamlarına anlaşılmayıp, "sadece" mânâsıyla
idrak edilmesi zorunludur!
Zira
"ALLAH" isminin
bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcud kabul
etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi
hiç kabul etmez!...
İşte
bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ",
gerek "KÂNE" ve
gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel
kullanımda anladığımız manada değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği
kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz....
Buna
yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin
ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı
olacaktır..
İşte
bu gerçeği gözönüne almış olarak, bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya
çalışırsak farkederiz ki...
«Tapılacak
tanrı yoktur, sadece ALLAH
vardır»!..
Birinci
mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur...
«Tapılacak
tanrI yoktur»... Evet,
burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını
vurguladıktan sonra, «İLLA
ALLAH» diyor...
"İLLÂ",
yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına
anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü
üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır..
Evet,
"İLLÂ", "ALLAH"
kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE"
anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi
yoktur ki, "ALLAH" ona
kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle târif edilsin!...
İşte
bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ"
kelimesi "ALLAH" ismiyle
yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle
tercüme etmek zorundayız...
Nitekim
bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken:
"
There is no god BUT ALLAH"
şeklinde
değil;
"There
is no god ONLY ALLAH"
şeklinde
tercüme edilmelidir...
Ki
böylece, İslam Dininin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK
inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin.
Evet,
sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH,
tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu
açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE»
yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!..
Öyle
ise «ALLAH» ismi ile işaret
edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların
dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..
Bu
takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..
«Tapınma»
ve «kulluk»...
Burada
öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve
bu kelimelerin anlamı nedir?..
«TAPINMA»
kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan
ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur...
«Sen»
varsındır... «Sen»in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!...
Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış
türüdür... Tanrı'ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin,
bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»...
"Sen"in ona yönelik yaptığın fiiller!... (1)
(1)-
Nitekim Kelime-i şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi, «Abdiyet-kulluk»un
«Hüviyete» yani «Hû»ya zorunlu olarak yapılmakta
olduğunu açık seçik göstermektedir.
«KULLUK»
kelimesinin anlamına gelince...
Birimin,
varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk»
... Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle
vurgulanmaktadır:
"BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA
YALNIZCA BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN
YARATTIM"...
Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların,
varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..
Ayrıca
burada hemen şu ayetle işaret edilen manayı dahi hatırlamalıyız:
"YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ
OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP
YÜRÜTEN O'DUR!.."
(HUD/56)
Nitekim Fâtiha sûresindeki,
«
Ayrıca,
«KUL, KÜLLÜN YA'MELU
ALÂ ŞÂKILETİH»
deniyor âyeti kerîmede. Yani;
«DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER
ORTAYA KOYARLAR»
(17-84)
FÂTIR'ın kendi
dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş
gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu
fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.
Özde,
taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları
«kullukları»dır...
"Kulluğun"
türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda
izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...
«GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH
ETMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ,
ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.»
(17-44)
âyeti
varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını"
yerine getirdiklerini ifade etmektedir...
Bir
diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının,
faaliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden
mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet»
olan kulluk!..
.Netice...
«Kulluk»,
varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise,
bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde
yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan birşeyler
ummasıdır.
Sonuç...
"TANRI"YA
TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..
Öyle
ise..."ALLAH"a
"kulluk" neden ve nasıl yapılmaktadır?..
Bunu
anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.
"ALLAH"ın "AHAD" oluşunu
şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de,
yanısıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!..
Yani
bir “ALLAH”
var, bir de âlemler mevcut , değil!..
Başka
bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların
ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut"
anlayışı, tümüyle bâtıldır!.
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH” bir
TANRI değildir!
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı
“ALLAH”, AHAD'dır!...
Hazreti
MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz manâlara sahip olup,
her an bunları seyir hâlindedir!..
Bu
«SEYR»in mahalli de «esmâ» âlemidir!..
ZÂT'ı
itibariyle Vahid-ül AHAD...
Sıfatları
itibariyle HAYY, ALİM, MÜRÎD, KADİR, SEMİ,
BASÎR, KELÎM'dir;
Kendisinde
bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir
kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..
"Ef'âl âlemi" denen fiiller
âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de
denebilir...
Ef'âl
âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde
yeraldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına,
duygularına göre mevcut
olup; ALLAH'ın "İLMİNE"de ise, ALLAH'ın "İNDİNDE"
mevcut "İLMÎ
SURETLER"dir..
Ya
da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ
SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar aslâ vücut kokusu almamışlardır»...
Kısacası,
yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi
olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH'ın İLMİNDE" mevcut, basit
anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..
İNSAN,
hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne
ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI
asla hissedemez!..
Beş
duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal
evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere,
karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu
CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar
gidersiniz!.
Tanrı ve tanrısallık yoktur, Allah vardır
“demektir,“Kelime-i Tevhid”in manâsı!
hf
“ABD VE RESUL “
OLUŞUNA ŞEHÂDET NE DEMEKTİR?
Evet böylece “Eşhedü an lâ ilâhe illâllah” diyebilirsek; “Eşhedü
en lâ ilâhe illâllah”dan sonra bizim üzerimize bir görev daha
düşer...
“Ve
eşhedü enne Muhammeden Abduhù ve RasùluHÛ”diyebilmek.
“Ve
eşhedü” şehadet ederim ki “enne” kesinlikle bu böyledir. Yani , bu
şehâdeti öyle bir ederimki , kesinlikle bu şehâdetim geçerlidir,şaşmaz!..Muhammeden
Abduhù ve Rasùluhu.
“Muhammed” O’nun kulu ve
Rasùludur!
“Muhammed”
isminden kasıt müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen
varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..
Burada
“kul” luk , “rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...
Düşün
ki, Rasùlluk!..
“Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”
diyor...
Rasûllükten
daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne
geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne
geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..
Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul”
luğu ne demektir?
Muhammed
“abduhu” deniyor...
Bir
kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti
gösterir...
“ABD”
iyeti “HÛ”viyetidir mânâsı burada gizlidir
yani,”Allah’ın hüviyetine “kul” dur” demektir bu!..Allah’ın
hüviyetinin “kulu”dur,demek; “efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle
,sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine
câmidir!” demektir...
Neticede
bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdeti söyleyen herkes , Hz.Muhammed’in
efal,esmâ,sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama
bilinçli olarak ama bilinçsiz olarak!...
“Hù”viyetin “abd”ı olması hali,bütün
gelmiş geçmiş Nebi ve Rasûllerin arasında , bir tek “Muhammed” isminin
müsemması olan mânâda müşahede edilir!..
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!.Bir
şeyin hüviyeti,o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!...İlâhi
hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı,zâtında müşahede etmiş olmasından
dolayıdır!..
İlâhi Zât’ı zâtında müşahede
Bu
yönden de O’nun mertebesi , târifi mümkün olmayan,eşsiz bir mertebedir!
Hiçbir
Nebi ve Rasûl, onun yanında ismini geçiremez!
Hz.Muhammed’in
vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle,diğer nebi ve
Rasûllerin arasında geçer adları,mânâ âleminde!
O’nun
vârisleri kimlerdir?
O’nun
vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!..
“İnsan-ı
Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşıılan “kâmil insanlar” değildir!..
“İNSAN-
KAMİL” ler,Gavsiyet mertebesini dahi ihraz
Ve
varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların hükmüyle yürümektedir!..
İşte
bu yüzdendir ki,bu “Abduhu” kelimesindeki “Hù” , her ne kadar
zâhirde , avam anlayışında “Hù” “ki O “ diye Allah’a
işaret gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi;
hakikat müşahedesinde , oradaki “Hù” , hüviyete işaret eder,İlâhi
Hüviyeti kasteder!..
İlâhi Hüviyetin kullluğunu;yani, âlemde
esmâ,sıfat,zât mertebelerini ihraz etmeğe dayanır!..
İşte
bundan sonra,”Risâlet” gelir...Risâleti ne demektir?..
“Risâlet”in
mânâsı ,Ulùhiyetin hükümlerini; Ulùhiyetin beşeriyetin ebedi saadetine dönük
emirlerini, efal mertebesinde ortaya koymaktadır!..
Efal
mertebesinde Ulùhiyetin hükmü ve gereği olan yeni emirleri ortaya koymak
Risâlettir!..Ve bu efal mertebesinde gerçekleşir!..
Ve
böylece kişi, bu şehadeti getirdikten sonra yani Hz.muhammed’in abdiyet ve
risâletine de şehâdet ettikten sonra İslâm olmuş olur!
Zâhirde,
bu kelimeyi söylemesi , ona “müslüman” denmesine yol açar.
Hakikatte
bu şehadeti yapmış olması da,
”Kim vechini İslâm’a teslim ederse o muhsinlerdendir”,
âyetiyle işaret edilen mânanın kendisinde açığa çıkmasıyla mümkün olur.”Muhsin”
Allah’ın isimlerinden bir isimdir.Esmâ-ül Hüsnâ ‘da yoktur...”vechini
İslâm’a teslim etmesi” yani,vechinde Allah’tan gayrının olmadığını
itiraf etmesidir!..
Çünkü
zaten “ne yana başını döndürürsen Allah’ın vechini görürsün” diyor
ya!..Ne yana bakarsan, “Onun vechini “ gördüğün gibi ,başkası da ;
senin “vech”in , Allah’ın “vech” i olması hasebiyle; “Sen”
de Allah “Vech” ini görür...İşte böylece Kelimeyi Şehadeti
getiren ; emaneti sahibine iade etmiş,”hain” damgası yemekten
kurtulmuş ve de “vech” ini Allah’a teslim etmiş olur!
hf
Kendini tanımaktan murad, bedenini veya
vücudundaki “nefs”im dediğin tabiatını, tanımak demek değildir!..
Aslın
olan külli mânâdaki “nefs”i tanımaktır , ki ki gerçek benliğin ve
hakikatın da O`dur.
Sen,
terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları
itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de
Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını
ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur
Her BİRİMİN yaratılış amacından gayrı işlevi yerine getiremiyeceğini
idrak; kendini tanımanın ilk basamağıdır!... Bunun evveli, ise dedikodu!..
Kendini
tanımak,hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla
mümkündür.Yani, “nefs” dediğimiz şey, aslında külli bir varlıktır..
Tüm
varlıkların “nefs”i, Tek bir “Nefs”dir. Bu noktaya ve
görüşe gelebilmektir önemli olan.
“Vücud”un
varlığını yok etmeyi, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ileri sürenler olanaksızdan
sözetmektedirler; meselenin aslını ifade edememekten dolayı!. Çünkü onların
diliyle de gerçeği örtmeyi murad ediyor Kendisi!.
Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır... Zât ise tektir!..
Ya
özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize.
İşte
burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması
gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!..
Evet,
yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı
kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve."Nefs"ten
çıkmak!.. "BENLİK"siz kalmaktır!."
Kendini
TANI, ise amaç; kendini tanımaktan murad kendindeki ilâhi sıfatları
yaşamaktır!...
Kendini
önce beden olarak tanırsın... Sonra idrak edersin veya takliden
Bunun
da ötesine geçebilirse idrakın... Tüm varlığın (elbette ben dediğin de buna
dahil) asıl kökeni meleki boyutmuş; bunu farkedersin... Bu boyutu farketmeden,
anlamadan, idrak etmeden, hissetmeden kendi hakikatını kavraman, hissetmen de
kesinlikle mümkün değildir!... hele ki ötesine geçmek!... Bu gerçekleşmeden,
ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!... Yani, takliden yapılan
konuşmalar!...
İnsanın
veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde
Meleki yapı olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte
bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...
İnsan kendi hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya
başlar...
Tasavvuftan
amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Allah,
“İNSAN” olanı kendi “halife”si olduğunu idrak edip gereğini
yaşaması için; yani, kendi bakışıyla varlığa bakıp, kendi
değerlendirmesiyle varlığı değerlendirsin; kendi ahlâkıyla ahlâklanmış
olarak yaşasınlar diye yarattı...
Ve
bunun için de “İNSAN” olana kendini tanımayı kolaylaştırdı...
İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar!
İnsan,
aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.
İnsan,
Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir
aynada seyrederek tanımak zorundadır!..
Kişide
kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok
çok ayrı şeydir!..
Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla
mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da
topluma dönük olarak; Muhammed Aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir...
Kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine
erebilmek için;
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer
yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak;
ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek
zorundadır!.
Aksi
takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi
sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği
sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına
hiç bir zaman giremeyecektir.
İşte
bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda
değil, şuur boyutunda yaşanır.
Ve
bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması
zorunludur!.
Dileyelim
ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu
olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar,
mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.
Aksi
takdirde bir ömür boyu, Vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir,
neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..
Kendini
arayanlara ayna olarak Din tebliğ edilmiştir!..
Kendini
aramak ve tanımak gibi bir derdi olmayanları din enterese etmez!..
Onlar
diledikleri gibi yaşarlar ve sonucuna da katlanırlar!..
İnsan
aynada kendini seyredemiyorsa, ya kördür, ya da ayna adıyla ve sanarak duvara
bakıyordur!..
Kendindeki
hangi özelliği keşfederek onu kullanmak suretiyle bir cehenneminden kurtulup,
karşılığı olarak o cenneti yaşayabildin?...
Varsa
Ama
bütün bunlar için gerçekten KENDİNİ TANIMAK değerli bir şey olmalı senin
için!..
Yaşamının
değil, günün kaç dakikasında, karşındakine, kendine davranılıyormuş gibi
davranıyorsun?...
Karşındakinin,
“sen” olduğunun; LAKIRTISINI etmek çok kolaydır!... İki nefes yeter!.. Ya onu
idrak ile hissedip, yaşamak!?...
Başına
ne gelirse, “ALLAH”tan bilip, asla karşındakini yaşadığın o olaydan dolayı
suçlamamak?!...
Bir
yandan bunlar uygulanıp yaşanacak; diğer yandan da “ümmülkitab”ı
başlıyacaksın “OKU”maya ki, ALLAH ahlâkının ne olduğunu
öğrenesin!..
Kendi
hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatı detayları ile tanımak ve
kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir... Bu da sadece dünya hayatında
bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!..
hf
Bunları böylece anladıktan sonra, geleceğimiz bir husus daha var...Bu
âlem ve bu kâinat içinde varolan sen...Varlığın , tamamiyle ilâhi isimlerin
mânâlarının terkibi diyoruz...Yani,varlığın,bütün ilâhi isimlerin değişik
zamanlarda değişik terkiblerle sende ortaya çıkması ile oluşmuş,diyoruz!..Bu
mânaları müşahede
Ve
sen “ben neyim”diye derinliğe gittiğin zaman,kendin için,ben şuyum veya
şöyleyim diyemiyorsun...Şu özelliğim var,bu özelliğim var diyorsun ama; kendin
için ben şuyum diyemiyorsun..
Ben
şuyum diyememen,zâtın itibariyledir.. Zâtın itibariyle zâtını tâyin edebilmen ,
tesbit edebilmen,takdir edebilmen muhaldir.. Bana zâtın itibariyle kendini
tarif edemezsin..
Bizim
tüm boyutları ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..
Vasıfların
itibariyle, vasıfların olduğunu , senin için,”yok olma” anlamında
bir ölümün söz konusu olmadığını söyleyebilirsin...Yok olma,yok;sen ebedi
olarak “hayat” sahibisin..
Hayat
sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS"
ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek
devam edecektir.
Bunları
idrak edebilen bir şuuurun, idrakın var..”İlim” vasfının sonucu olarak , bütün
bunları idrak ve ihata edebilen,kavrayabilen bir şuurun var..
"ALÎM"
ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.
"MÜRÎD"
ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar
ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.
Bu
seyrin,bu müşaheden dolayısıyla,neticede sende meydana gelen belli istek ve
arzular var..”irade” var!..
Bu
istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartmak için “kudret” var..Ve bu
kudret kullanarak birtakım istek ve arzularını kuvveden fiile
çıkartıyorsun..Bin isteğinden bir tanesini bile kuvveden fiile çıkarmış
olsan.demek ki sende belli bir “ kudret” var..
"SEMİ"
sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk
ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE" yeteneği
kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının bizden
ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET"
bizde görev yapar!..
Kendinde
mevcut olan mânaları dile getirebiliyorsun! “mütekellim” isminin,”kelâm”
vasfının sendeki mevcudiyetine işaret olarak..
Çevreni,dışını
“algılayabiliyorsun!..Ve çevrendeki çeşitli mânâları fiilleri “seyredebiliyorsun!..bütün
bunların sonucu olarak yeni birtakım şeyler de meydana getiriyorsun...Bu
vasıflar sende mevcut..
Ve
hayatın boyunca, sen de mevcut çeşitli mânâları fiile dönüştürme hali sürüp
gidiyor..Çeşitli
Öyleyse
, geniş mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar , işaret edilen vasıflar ,
boyutlar , sende mevcut!..
Demek
ki , senin ilmin veya senin şuuurun , anlayışına göre,bu boyutların herbirine
ulaşıp , her birinin hakkını ayrı ayrı vermediği sürece , sen “ nefsine
zulmedenlerden” olursun!..
Sende
mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da “nefsinin
hakkını edâ” edenlerden olursun.
Zâtının,
sıfatının.esmâsının ve efalinin hakkını ayrı ayrı verdiğin zaman,hakkını eda
edersin; varlığın, efalin hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin
zaman veya sıfatın hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin
zaman veya zâtının hakkını vermediği zaman “nefsine zulmedenlerden”
olursun...
İnkâr
ettiğin,
Öyle
ise nefsinin , varlığının hakkını verebilmen ancak, Allah’ı tanıyabilmen
ve Allah’a “yakin” kazanmakla mümkündür!..
Allah’a “yakin” kazandığın
ölçüde, kendini tanırsın; kendini tanıdığın ölçüde de Allah’ı tanımış
olursun!..
Hatırlayalım
Rasùlullah (Salla’llâhu Aleyhi ve Sellem)in işaretini;
-Allah nerededir,yerde mi gökte mi?..
-Mü’min kullarının kalbindedir!..(Gazali-İhyâ)
Allah’a “vâsıl” olabilirsin;ama Allah’ı idrak edebilir misin?..Hayır!..
“ONUN MİSLİ OLAN ŞEY YOKTUR”(Şùra-11)
“İDRAKLAR O’NU KAVRAYAMAZ”(En’âm-103)
“..VE ONA LEDÜNNÜMÜZDEN İLİM İHSAN ETTİK”
Evet,burada şu gerçeği kesinlikle tesbit edelim...Şayet bizden bu ilmi
dinliyorsanız,bu Allah’u Teâlâ’nın bize ihsân ettiği “ilmin” den
dolayıdır..Bu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; O’nun
bizden zâhire çıkarmayı murad ettiği bir ilimdir...O’nun ilmidir!..
O
dilerse ,”ilmini” bir mahalde izhar eder...Yani,ilmin sende varoluşu, Allah’ın
sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!..İhatan yoluyla değil.
İhata
yoluyla olmayışı demek; Allah’ın mânalarını sonuna kadar ihatanın,idrakın
mümkün olmadığına işarettir.çünkü sonlu,kısıtlı,kayıtlı bir varlık
değildir!..Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.
Esas itibariyle Allah’ı seyir,ilimden ibarettir.
Yani
, rü’yet,ilimdir!..
İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayale girer!..Tahayyül sùretiyledir!..
Çünkü
görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz
konusu olur!Yaratılmış ilâh olmaz!..
Yaratılmış
ilâh olmazsa,yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!..İnsan
yaratılmıştır,bunu daha evvel konuştuk...Yani,belli isimlerin mânasının aşikâre
çıkışıyla varolan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!..Yaratılanın yaratanı ihata
etmesi ,görebilmesi zaten muhaldir!..
Ancak
Allah kendisi,kendisini görür!..Ne anda,hangi anda sen Allah’ı gördüm,Allah’ı
duydum dersin, o senin kendi hayalinde
Öyle
ise,”Allah’a vâsıl olmaktan” mâna,Allah’ın ilmini,”sen”
adı altında izharından başka bir şey değıildir!..
KERÂMET
Allah
ikramı!
Belli
riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur.
Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!.
Bunlara "ârif" denilir!. Bunlar daha "velî"
değildirler!.
İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet
mertebesi olan "Mârifetullah" sahibi "mardiye nefs"
bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir... Bununla karıştırılmaya!
Eğer
şartlanmalar perdesini kaldırmakla birlikte kişi,tabiat perdesini iman nuru
ile kaldırmışsa o zaman ondan gözüken olağanüstü hallere” kerâmet “ adı
verilir .Yani kişi bu halde iman nûru ile hareket ediyor.Akıl,iman nuru
ile hareket ediyor!
Sirius
yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ'lerine
ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde keramet?
Destekleyen
bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan
insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet karşılığı
olarak?
“Ben de sizin misliniz olan bir beşerim”
diyen en muhteşem insan, Allah Rasûlü ve Hatemen
Nebiyyin Muhammed Mustafa Aleyhisselâm... Bizler gibi bir
bedene sahip!.
Kerâmetleri
hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni, Ahmed Rufai ve
niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.
El-kol,
bacak beyin aynı da....
Tıpkı
kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...
Farklı olan tek bir yanları var
bugünkü bilimsel verilere göre; BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...
TANRI
DEĞİL ALLAH ise...
Kaynak
aynı kaynak...
Beşer
aynı bedene sahip aynı beşer...
Ama
birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...
Diğerinden
çıkana Veli ise, diyoruz, “kerâmet”...
Kâfirden
çıkana ise diyoruz “istidrac”!.
Aynı
kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden
değişik isimle tanımlanıyor!.
Musluk
olayı Allah'a bağlıyor; mucize, “kerâmet” diyoruz!...
Musluk
olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, “istidrac” diyoruz!...
Oysa
açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.
Hatta
bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize
ve kerâmet ise Allah'a ait!...
Mucize
veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin?
Kerâmet ve mucize ise Allah'tan kaynaklanır kuvvetini
Uluhiyetten alır ilmince...
Onun
içindir ki, Allah'a iman etmiş olanın arzı geniştir...
Ulûhiyet arzında ve semâsında seyreder!...
KESRET
“Çokluk” Âlemi.
hf
Hak'kın varlığı olarak bir çok varlıklar mevcut değildir!. Kalpler ve
ruhlar mevcut değildir!..
Bunların
hepsi de vehim yollu görülen hayâllerdir!. Gaflet ve uykuda olmanın sonucu
olarak meydana gelmektedir!..
Çünki
bunların hepsi de, "ilmî sûretler" olmaktan öte bir şey
değillerdir!. "İlmî sûretler" ise ancak ve ancak, sadece ve
sadece Allâh'ın ilminde mevcutturlar!..
Emir ve hüküm hep kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi içinde,
varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.
Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin
son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allâh'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme
basîretsizliğinden arınıp; “Emir –âmir – memur”; “hâkim- mahkûm – hüküm”
üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.
KEŞİF
Genetik istidadın oluşturduğu veri tabanının, sistemi okumaya yönelik
bir şekilde çalıştırılması sonucu olarak; kişinin, yaşamında edindiği veri
tabanıyla da birleştirilmek suretiyle, sistemi “OKU”yabildiği oranda
değerlendirebilmesi “Keşif”tir.
KEŞİF,
fizik bedene bağımlılık devam ederken mânevî âleme vukuf ve onlarla irtibat
hâlidir.
Keşifler...
İki türlüdür... Görüntülü veya görüntüsüz...
Eğer
bu değerlendirmeler, kişinin beyninde, veri tabanına, kültürüne GÖRE ve dayalı
olarak, hayâl merkezine transfer edilirse, bu tesbitler sembollerle, hayâl
suretleri şeklinde görülür; ki bu, yorumlanması gerekli olan keşif türüdür...
Hayâl
merkezine girmeden değerlendirme olursa, o zaman yoruma gerek kalmayan
değerlendirmeler olarak, direkt, keşif diye algılanır... Buna, “hissi
müşahede” de denilir. Bu keşfin sonucunda, kişide, “Allah” adıyla işaret
edilenin yaratmış olduğu sistem ve düzenin işleyişine dair bilgiler elde edilir
ve yaşanır.
Keşfin
halusinasyondan ayrılan yanı; Halusinasyon, asılsız; sistemle bütünleşmeyen
VEHİM kökenli görüntüler-hayallerdir....
Keşif ise, sistemin deşifresidir!.
hf
Varoluş, terkibiyet hükmünün meydana getirdiği kısıtlamalar!.
KIYÂMET
"Kıyâmet" kelimesi Kur`ân-ı
Kerim’de, bazen bireysel anlamda "ölüm", yani bir yapının,
diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de
"ruh boyutu yaşamının, nurânî yaşam boyutuna" dönüşmesi
süreci olarak kullanılmıştır.
hf
Kıyâmet dediğimiz devre, yani âhiretin ikinci devresi!
Bu
ikinci devre kıyâmetle birlikte oluşur.
Kıyâmet
ne zaman?
Bunun
hakkında dinî kaynakların hiçbirinde herhangi bir zaman, verilmemiştir.
Verilmediği için, şu anda bizim de burada bir şey söylememiz câiz olmaz!..
Belli
hadîslerden faydalanarak; kıyâmet koptuğu anda, dünyada yaşamış olan bütün
insan ruhlarının o ortama özel bir beden ile dünya üzerinde olacağını; dünya
üstünde hepsinin bir araya geleceğini; cehennemin melekler tarafından çekilerek
getirilip, bütün dünyayı kuşatacağını, dünyanın üzerinden, cehennemi aşıp
cennete ulaşacak biçimde bir köprü oluşacağını; bu geçitten insanların
geçebilenlerinin cennete ulaşacağını; geri kalanların da cehenneme düşeceğini
söyliyebiliriz.
Şimdi
köprü denince aklımıza hemen bir boğaz köprüsü geliyor!.. Ya da başka türlü bir
köprü mü kurulacak?
Hadiste
de Hz. Rasûlullah insana o meseleyi anlatabilmek sadedinde misâl veriyor,
-Köprünün
üzerinde çengeller vardır. Meselâ bir kişi dünyada namazını kılmamışsa namazla
ilgili çengel uzanır, o kişiyi yakalar cehenneme atar veya oruç eksiği varsa,
orucunun eksiği dolayısıyla o kişiyi kapar oruç çengeli, cehennemde cezasını
çeker ve sonra cehennemden çıkar’ diyor. Buradaki tâbir bir mecâzi anlatım!
Meselâ
şöyle, ben bunu size anlatmaya çalışayım .ikinci dünya savaşı sonrasında
Amerika’lılar Berlin’e hava köprüsü kurdular ve hava köprüsü ile pek çok
yiyecek giyecek ve insan taşıdılar. Şimdi -hava köprüsü’ deyince, aklınıza
boğaz için köprüsü gibi bir köprü geliyor ve Amerika’dan Berlin’e kadar böyle
bir köprü kurulmuş!.. Hayır!.. Amerika’dan Berlin’e uçaklar sürekli çalışarak,
oraya gerekli ikmali yaptılar!..
Bunun
gibi, dünyanın üzerinden de insanlar kendi çalışmalarına göre elde ettikleri
kuvvetleri kadar bir güçle kaçmaya başlarlar. Çünkü dünya, o anda cehenneme
gidiyor, Güneşin içine girecek; Cehenneme düşecek insanlar dünyadan kaçacaklar;
herkes kendi gücüne göre kaçacak.
"Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer, kimisi deve hızıyla
geçer, kimisi koyun hızıyla geçer, kimisi at hızıyla geçer, kimisi de sürüne
sürüne geçer"
diye târif ediyor Hz. Rasûlullah (Bunların hadislerini de göreceğiz daha
sonra).
Başka
türlü nasıl anlatılır, o devrin insanına bir düşünün. Peki buradaki hâdise
ne?..
Herkesin
belli bir rûhânîyeti var; o ruhundaki enerji dolayısıyla, yani belli kaçış gücü
dolayısıyla; kimisi yerçekiminden kendini kolaylıkla soyutlayıp hızla
fırlayabilecek, kimisi de çok büyük güçlüklerle yükselebilecek.
Şimdi
şu da bilimsel bir gerçek!
Daha
önce izah ettiğimiz üzere güneş belli bir süre sonra, bugünkü hacmının 400 katı
büyüyerek dünya, Merkür, Venüs ve Mars’ı içine alacak, güneşin yüzeyindeki
hararet 6000-6500 derece eriyor, su gibi oluyor! Dünya Güneşin içine girerse ne
olur?.. Su gibi erir akar mı?
Zaten
Hz. Rasulullah da hadîste,
-"Cehennemin içine düşünce, dünya eriyip su damlası gibi
buharlaşır"
şeklinde târif etmiyor mu?
Bir
su damlası gibi kalmayacak mı dünya?
Güneşin
bugünkü, hâli dünyanın 1.303 bin katı büyüklüğünde!.. O gün en az 400 milyon
kere daha büyük olacak dünyadan!..
Dünyanın
manyetik çekim alanından kendini kurtaramayıp da cehennem sınırları içinde
sürünenler
Peki
böyle bir şey var mı? Yani söz konusu olabilir mi?
Bugün
uzayda -kara delikler’ adı verilen ölmüş güçlü yıldızlar var. Bunlar, hacim
olarak, bir ay kadar olmalarına rağmen, civarlarından geçen bir Jüpiter kadar
veyahut ta ondan daha büyük. Güneş gibi koskoca bir kütleyi alıyor yutuyor,
hazmediyor içinde yok ediyor!.. Ve bana mısın da demiyor!..
Bunun
gibi, insan ruhlarının da karşılaşacağı, "cehennem" adı
verilen bu korkunç durumdan kendilerini ebedî olarak kurtarabilmeleri mümkün
değil!..
Ondan
sonra cehennem böylece geçilebilirse
Tabiî
biz burada haşir sahasında olacak olaylara değinmiyoruz!.. O da ayrı bir konu!
Geçebilirlerse
Cennete
girecek en düşük mertebeli bir insana, bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir
dünya verileceği söyleniyor hadîste.
Uzaydaki,
galaksideki yıldızların en küçüğü o, bundan daha küçük yıldız yok!.. Hatta daha
da büyük belki de; Hz. Rasûlullah "mübalağa zan olunur" diye,
o kadarla yetindi.
Cehennemin
gerçek şiddetini, Hz. Rasûlullah anlatmamıştır!.. Zira bu anlattığı kadarıyla
bile, "cehennemin korkunçluğunu" insanlar kavrayamamakta ve
"olamaz böyle şey" demektedirler!
Gerçekte
çok daha korkunç bir şey!..
Cehennemde,
ölüm diye bir şey yok!..
Cehennemde
değil; ölüm tadıldıktan sonra, herkes için ebediyen ölüm, diye bir şey yok!..
Yok olmak, "yok olup gitmek" diye bir olay söz konusu değil!..
Zira,
esas olarak, senin ana yapın ruh dediğimiz dalga yapı. Manyetik yapının yok
olması, söz konusu değil artık!.. Ve bu manyetik yapının, bulunduğu ortama göre
yoğunluk kazanarak oluşturduğu terkib, çeşitli şekillerde zedelenebilir,
bozulabilir, değişebilir, fakat ortadan kalkmaz!..
Çünki
o terkibin aslı, dalga bedendir!.. Hologramik dalga yapı olduğu için, bozulmaz!
Bu
neye benzer?.
Bunun
misâlini de rüya âleminden verelim. Rüyada ölüyorsun. Sonra, rüya içinde gene
yaşamaya başlıyorsun! Yani, Ruhâni yapıda ölmek diye bir şey yok!.. Manyetik
yapı için, ölmek diye bir şey yok!..
Dolayısıyla
cehennemdekiler binlerce defa ölürler sanırlar ve binlerce defa ölmeden
yaşarlar!
-Onlar
için acıklı sonsuz birer ıstırap vardır’ diye târif edilmesinin sebebi budur.
Buna
mukabil “Cennetler” dediğimiz diğer âlemlere gidenlere, yani diğer
yıldızların boyutsal derinliklerine gidenlerse kendilerinde mevcut ruhânî
kuvvetlerle; ki bu ruhanî kuvvetlerde ilâhî isimlerin mânâlarına
dayanıyor.ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koyup gerçekleştirme kabiliyetini
kendilerinde bulacaklar!.. Çünkü bu ilâhî mânâların gereğini, ortaya koyabilmede,
dünyada bir güçlük var!
Bir
madde beden oluşması var! Şu madde beden, senin her düşündüğünü bilfiil ortaya
koymanı çok güçleştiriyor.
Ama
cennette lâtif bir yapı!. Lâtif bir yapı olması nedeniyle de her düşündüğün,
tahayyül ettiğin şey anında gerçekleşiyor!.. Ve böylece, cennet hayatı onlar
içinde ölümsüz olarak, ebedî olarak sonsuza dek devam eder!
İşte
"bâ’su bâdel mevt"in, yani “ölüm denen madde bedenin
terkinden sonra hayatın devamı” ile ilgili olarak kısaca
söyleyebileceklerimiz bunlar!..
Ölüm
ötesi yaşama dair izaha çalıştığımız hususlardan sonra; bu hayata dair Hazreti
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem neler anlatmış. Biraz da onları
dinleyelim kendi ağzından. Bu bölümde naklettiğimiz hadîsler çeşitli hadîs
kitaplarından derlenmiştir:
Ebû
Hüreyre radıya’llâhu anh’tan şöyle demiştir: Öteki beriki,
- Yâ Rasûlullah, kıyâmet gününde biz rabbimizi görecek miyiz? diye
sordular. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz Hazretleri de mukabeleten;
- Ayın 14. gecesi rüyete mâni hiçbir bulut yokken ayı görmek hususunda
şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.
- Hayır ya Rasûlullah, denince tekrar,
- Rüyete mâni hiçbir bulut yokken güneşi görebileceğinizde şek ve
ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.
- Hayır ya Rasûlullah!.. dendi.Bu arada Ebû Saidi Hudrî’nin rivâyetinde
de;
- Güneşi öğle üzeri ve önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip
kakışmaya, birbirinize zahmet vermeye hâcet görür müsünüz. şeklinde açıklama
yapmıştı. Sonra buyurdu ki;
-İşte O’nu siz böylece apaçık göreceksiniz. Kıyâmet gününde insanlar
haşrolacak, (yani bir araya toplanacak.)
Kıyâmet gününde Nâs’ın Seyyidi benim bu da bilirmisiniz neden?.. Çünkü o
gün Allâhü Teâlâ ve tekaddes hazretleri evvelin ve âhirin hepsini dümdüz bir
toprak üzerninde öyle bir surette cem edecek ki kendilerini çağıran çağırıcı,
ayrı ayrı her birine sesini duyurabilir.
Onlara bakan basar, ayrı ayrı herbirine nüfuz edebilir.
- Bu arada ibn-i Mes’ûd radıya’llâhu anh Beyhakî’deki rivâyetinde;
-Nâs haşrolduklarında, 40 yıl gözleri semâya dikilmiş olarak dururlar.
Kendilerine hiçbir kimse tek bir kelime söylemez. Bu esnada -GÜNEŞ’ başlarının
ucunda kendilerini yakar ve berru fâcir herkes ter deryası ta boğazına
çıkıncaya kadar hep bu halde kalırlar.
Ve nihayet Taberânî rivayetinde;
-Kıyâmet gününde adam vardır ki ter kendisini boğacak dereceye çıkar. Ya
rab cehenneme atmakla olsun
-Bu arada Müslim’de şu izahat vardır.
-Halk o gün amellerinin miktarına göre tere batmış bulunacaklardır.
Kiminin ter aşıklarına; kiminin dizlerine kiminin böğürlerine kadar çıkacak.
Kimini de ter (Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek
elleri ile ağızlarını göstererek), gemliyecek!. (yani boğacaktır.)
Diyerek daha da açık ve tafsilâtlı anlatmıştır.
Bu
arada Ebu Said Hudrî’den gelen rivayetle bu bekleyiş şöyle açıklığa
kavuşturulur:
-Bu vukûfun duruşun azabı mü’min hakkında o kadar hafifletilecek ki
ancak farz namazlardan biri kadar sürecek.
Veya bir diğer rivayette,
-Güneş gurub için ufuktan sarkıp gurub edinceye kadar o gün mü’min
hakkında gündüzün bir saatinden daha kısa da olacak!’ müjdeleri de var.
-İşte bundan sonra rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her kim neye
tapıyor idiyse onun ardına düşsün buyuracak.’
Bu arada ibn-i Mes’ûd rivayetinde Hz. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
-Sonra gökten bir münâd-i şöyle nidâ eder; Sizi yaratan, size suret
veren size rızkını veren Rabbiniz iken dönüp başkasına ibâdet ve muhabbet
etmenize mukabil,ilâhî Adaleti gereği içinizden her kulu taptığının ardına düşürmek
değil midir?
-Evet öyledir!.. Cevabını aldıktan sonra,
-Her ümmet dünyada iken taptığının yanına gitsin! diye ilân edilir.
Bu arada Ebû Hüreyre’nin rivayetinde de şöyle ilâve var.
"Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarından birini karşısına alıp,
-Ben seni tekrim etmedim mi? Evermedim mi? Mahlûkatımı
-Evet Ya Rab!’ diyecek. Bunun üzerine O da;
-Sen beni vaktiyle unuttuğun gibi, ben de şimdi
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir üçüncüsünü de karşısına alacak, bu
kimse,
-Ya Rab ben
-Haydi senin bu dâvana şahit ikâme edelim.. buyuracak.
Derken, o kulun ağzı mühürlenip azayı bedeni aleyhine konuşmaya
başlayacak... işte bu münâfıktır!.. Ondan sonra da biri şöyle nidâ eder,
-Herkes dünyada iken kime, neye inanıyor tapıyorsa onun peşine gitsin.’
Artık kimisi güneşin, kimisi ayın, kimisi de diğer putların peşine düşüp gidecek.
Bu arada ashabı salip yani salibe tapanlar, salibleriyle; putperestler
putlarıyla; her mâbudun abideleri de kendi mabûdlarıyla beraber gider!"
Nitekim ibn-i Mes’ûd rivayetinde;
-Onlara ibâdet etmiş oldukları şeylerin timsâli görünür, beraberce onlarla
giderler. Nitekim:
-Siz de Allah’tan başkasına ibâdet ettikleriniz de cehennemi
tutarsınız!.. buyurulur.
Ve böylece yalnız bu ümmet içlerinde münâfıklar olduğu halde oldukları
yerde kalırlar. Bu arada Allahü Teâlâ Süphanehü Hazretlerinin gayrına ibâdet etmiş
olanlardan, cehenneme atılmadık hiçbir kimse kalmaz!..
Nihayet fâcir olsun, hak üzere kalan ehli kitabın geri kalanı olsun,
Allahü Azze ve Cellehu hazretlerine ibâdet etmiş olanlardan başkası kalmayınca,
Yahûdilerin bir takımı çağrılıp; kendilerine,
-Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.
-Biz Allâh’ın oğlu Üzeyri’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara
denilecek ki,
-Siz yalan söylüyorsunuz. Allahü Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş
değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?’
Onlar da,
-Ya Rab pek susadık bize su ver’ niyâzında bulunacaklar. Bu talep
üzerine
-Haydi su başına gelmez misiniz? diye kendilerine işâret vaki olacak.
Onlar da bir araya getirilip Nâricahim’e doğru sevkedilecekler.
O Cehennem ateşi ki; onların nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren
serap gibi görünecek ve onu su zannedip bir diğeri ardınca ateşe dökülecekler.
Sonra Hıristiyanların taifesi çağrılıp kendilerine -Siz kime
tapardınız?’ diye sorulacak.
-Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara da
denilecek ki,
-Siz yalan söylüyorsunuz!.. Allahû Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş
değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?..’
Onlar da;
-Ya Rab pek susadık bize su ver!..’ niyazında bulunacaklar.
Bu talep üzerine:
-haydi su başına gelmez misiniz"... diye kendilerin işaret vâki
olacak.
Onlar da bir araya getirilip, nârıcahime doğru sevk edilecekler. O
nârıcahim ki onları nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi
görünecek ve onu su zannedip yekdiğeri ardınca ateşin için dökülecekler.
Allahu tebâreke ve Teâlâ bundan sonra kalan mü’minlere evvela onları
inandıklarından bir başka suretle gelip;
-Ben sizin Rabbinizim’ buyuracak. Onlar da o tecelli ile tanımayacakları
için,
-Senden Allah’a sığınırız!.. Rabbimiz gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır,
bir yere ayrılmayız!... Rabbimiz geldiğinde biz onu tanırız!" diyecekler.
Allahu Azze ve
-Ben Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da:
-Sen bizim Rabbimizsin’ diyecekler. Ve Allâhü Teâlâ’nın onları davet
buyurması üzerine ona tabi olacaklar.
Bu arada başka bir açıklama:
-Ya siz ne bekliyorsunuz?’ dendiğinde;
-Her ümmet ibâdet ettiğinin ardına düşsün! buyuracak. Onlar da;
-Ey Rabbimiz biz dünyada iken, seni tanımayan, ibadet etmeyen insanlardan,
kendilerine en ziyade muhtaçken dahi, ayrılıp semtlerine uğramazdık, onlarla
görüşmezdik!’ diyecekler.
-Biz şimdikinden ziyade kendilerine muhtaç iken dahi, dünyada onlardan
ayrılmıştık; onlarla hareket etmedik; şimdi nasıl olur!? Biz münâdinin, her kavim
vaktiyle ibâdet ettiği neyse ona kavuşsun!.. diye seslendiğini işittik. Onun
için rabbımıza intizâr edip, O’nu bekliyoruz.
Cenâb-ı Rabbül Âlemin onlara, iki veya üç kere:
-Ene rabbiküm! (ben sizin rabbınızım).’ buyuracak.
Fakat onlar hepsinde de,
-Senden Allah’a sığınırız!.. Allah’a bir şeyi şirk koşmayız!..’
diyecekler.
O derecedeki, bazıları imtihanın şiddetinden rücû eder gibi olacak.
Nihayet;
-Rabbınızı tanıyabilmeniz için aranızda bir alâmet var mıdır diye sual
buyrulacak ve
-Evet’ diyecekler. Evet cevabı üzerine -keşfi şak’ olacak ve
kendiliğinden, Allâh’a secde etmiş her kim varsa secde etmeye tarafı ilahiden
kendisine izin verilecek. Riyâ olarak secde etmiş olan münâfıklarınsa
sırtlarını Allahü Teâlâ tahta gibi kaskatı kılacak, bunlar secdeye davrandıkça
sırt üstü düşecekler. Mü’minler sonra secdeden başlarını kaldırdıklarında Rabbı
müteâlilerini ilk defa gördükleri sûrete dönmüş bulacaklar. o zaman:
-Ene Rabbiküm’ buyurduğunda
-Ente Rabbena’ (evet sen bizim
rabbimizsin) diyecekler.
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh şöyle nakletti:
Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem’den şöyle işittim:
-Kıyamet gününde kulun fiîllerinden hesap vereceği ilk şey namazdır!..
-Bakın, kulumun nafileleri var mı?..’ der.
Farzlardan eksik kalanı böylece tamamlanır.
Ve sonra sâir ameli bu minvâl üzere olur.’
(Tırmizî)
hf
"VEL YEVMİL ÂHİR"...
KIYÂMET SÜRECİ...
Bu
ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:
"Vel
yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav"
harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR"
şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de
diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...
"VEL
YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki
"an"a şeklinde çıkar anlam..
"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye
anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyamet"
anlaşılır!...
Buna
karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra
gelen diğer anlar" anlamınadır.
"YEVM"
Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de
anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...
Bizim
bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde
dünyasına, beş duyuya bağlı, izafi-göreceli bir ifade
olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.
Bu
sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar"
deyince; bu "daha sonraki "an"lar"
ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.
Yani
içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da
var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu
birinci manası..
"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum
andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen
"sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar
hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah
âlemi, kıyamet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı
şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam
mevcut..
Bir
de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani,
"bilinen o meşhur "AN"!...
Nedir
o meşhur "AN" ?...
"Büyük kıyamet" diye bilinen,
bahsedilen zaman süreci!..
Böyle
bir sürecin de yaşanacağı..
Berzah âlemindeki, kabir
âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve
cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını,
sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...
"Küçük kıyamet", diye
bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi"
anından sonraki bireysel yaşama anları...
Demek
ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ
anlayacağız:
1-sonsuza dek sürüp gidecek olan bir
yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam
edecek olan yaşam "an"ları.
2-bütün insanların ve cinnin
-yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda
gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.
"Vel yevmil ahir" anlayışı, ele
aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile
islamiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.
Geçmiş
bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm'de, Konfiçyus dininde v.s. de "âhiret
günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve
bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme
süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.
Ayrıca,
reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde
burası!..
Bütün
ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi
dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan
denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye
dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada
yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu İslâm
dininde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.
KIYÂMET HALLERİ
İşte bundan sonra cehennemin tam ortasına sırat köprüsü kurulacak.
-Ümmetini en evvel oradan geçirecek olan benim!"
Müslim’deki rivayette;
- Sonra cehennemin üstüne köprü kurulur ve şefâata izin verilir ve
"ilâhî bizi selâmette bırak, selâmette bırak" diye duâ edilir.
Sırattan en evvel geçmek ümmeti Muhammediye aittir. Sonra bu münâdi
"Muhammed nerede" diye nidâ edecek. Bunun üzerine Rasûlullah
Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ayağa kalkıp, iyisi, fâciri hep birlikte olmak
üzere bütün ümmeti de arkasına düşecek ve köprünün yolunu tutacaklar.
Allahü Teâlâ o zaman düşmanlarının nûru basarlarını ellerinden alacak ve
bunlar sağlı sollu cehennemin içine sapır sapır dökülecekler. Ve yalnız Nebi
Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ile Sâlihler necat bulacaklar. Nitekim Rasûlullah
buyurduktan sonra:
- Ümmetler bize yol açacaklar. Biz de azâmızdaki abdest eserlerinden
dolayı, yüzlerimiz nurlu, ellerimiz ve ayaklarımız sekili olarak geçeceğiz.
Ümmetlerde bize baktıkça bu ümmetin hep enbiya olmasına az bir şey kalmış
diyeceklerdir. O gün Rasûllerden başka hiçbir kimse konuşamaz ve kelâm edemez.
Rasûllerin de o günkü kelâmı "İlâhi selâmet ver"den ibaret olacak.
Sıratın yanına gelince Allahu Azze ve
-Aman bizi bekleyin nurunuzdan biraz iktibas edelim" derler.
Mü’minler de:
-“Ey Rabbımız, nurumuzu daha ziyade tamamlayıp, parlat" niyâzında
bulunurlar.
O sırada hiçbir kimse hiçbir şeyi aklına getiremez. Sırat üzerinden
geçilirken; mü’minlerin kimi göz kırpacak zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi
rüzgâr gibi kimi kuş gibi, kimi alayörük cinsi at ve deve gibi süratle
geçerler. Onlara,
-Nûrunuzun miktarınca kurtuluşa koşun!" denir.
İbn-i Mes’ûd, sürati aşağıda sıraya koyar:
-Göz açıp kapaması kadar; bir şimşek hızı; bir meteor, yıldız süzülüşü,
rüzgâr, at hızı, deve hızı süratleri; sonra, nuru yalnız ayaklarının
başparmağında olarak verilen kimsenin yüzükoyun yürüyerek elleri ve ayakları
ile emeklediğini ve bir kolunu çekse öteki kolunu, bir ayağını çekse öteki
ayağının takıldığını ve kurtuluncaya kadar da ateşin yanlarına çarptığını
anlatır.
-Cehennemde sadan dikenlerine benzer çengeller vardır. Sadân dikenlerini
hiç gördünüz mü? Evet, işte bu çengeller sadan dikenlerine benzerler. Ancak şu
var ki ne kadar büyük olduklarını ancak Allahü Teâlâ bilir. İşte bunlar
insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar.’
Bu arada kimi koşarak, kimi yürüyerek geçer; derken sonuncuları karın
üstü sürünerek gider de,
- Yarab beni neden bu kadar geç bıraktın? der. Cenâb-ı Rabbül Âlemin de,
-Seni geç bırakan senin, kendi amelindir’ buyurur. Nitekim Sûre-i
Tahrim’de,
-Mü’minlerin nurları önlerinden ve sağ taraflarından yürür’, mü’minler
-Yarabbi şu nurumuzu daha ziyade tamamlayıp parlat bize mağfiret et’
derler.
Nitekim Sûre-i Hadid’de de şöyle anlatılır:"O günde münâfık
erkekler ve kadınlar iman edenlere
-Aman bizi bekleyin de nurunuzdan biraz iktibas edelim’ derler. Lâkin
kendilerine
-Geri dönün nuru orada arayın’ denilir. Bunun üzerine mü’minlerle
münâfıklar arasında kapısı olan bir sur kurulacak ki kapının içi rahmet, dışı
da azabtır"!.
-Münâfık ve mü’min bunların her birilerine birer nur verilir sonra yine
ardına düşerler. Cehenem köprüsü üzerinde birtakım çengeller ve dikenler vardır
ki; Allâh’ın dilediği kimseleri yakalarlar. Derken münâfıkların nurları söner.
Sonunda mü’minler kurtulur.
70 bin kişi olan ilk zümre dolunay gibi nurlu geçip kurtulurlar. Hiç
hesap da görmezler. Onlardan sonra gelenler gökyüzündeki en parlak yıldız
gibidirler! Sonra diğerleri de böylece geçerler.
Sıratın her iki yanlarında asılı duran çengeller vardır ki, kimi yakala
denirse onu yakalamaya memurdurlar.
Bu çengeller:
-Cehennemin etrafı şehvetlerle arzularla sarılmıştır’ diye işâret
buyurulan şehvetlerdir. İstek ve arzulardır. Bu istek ve arzular sıratın yan
taraflarına konmuştur. Her kim onlara aldanırsa cehenneme düşer zira onlar
cehennemin çengelleridir denir. İşte kötü amelleri dolayısıyla helâk olurlar. Kimisi
hardal gibi ezim ezim edildikten sonra ancak necat bulurlar.
- Yâ Rasûlullah köprü nedir? diye sorulduğunda buyurdu ki,
- Üstünde çengeller bulunan kaypak bir şeydir! Kulağıma çalındı kı sırat
kılıçtan keskin, kıldan incedir. Bunların kimi sapasağlam ve olduğu gibi
kurtulurlar, kimi tırmıklar içinde perişan olarak salıverilirler, kimi de
cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler. Nihayet sonuncuları sürüklene
sürüklene geçer ve kurtulur. En nihayet Allâhu Teâlâ ve Tebâreke hazretleri
kulları hakkında hüküm ve kazayı abdin icra ve ikmal edip rahmeti ilâhisiyle
ehli ateşten dilediklerini cehennemden çıkarmaya meşiyeti rahmanisi taallük
ettiğinde, melâkiye kirâma, rahmeti ilâhiyeye nailiyetleri murad olanlardan;
-Allah’a şirk koşmamışlardan, Lâ ilâhe illallâh diye şehâdet etmişleri
cehenemden çıkarın!’ diye ferman buyrulur.
Onları varlıklarındaki, bedenlerindeki secde eserlerinden tanırlar ve
öylece çıkartırlar. Allahü Teâlâ secde eseri yerlerini mahvetmeyi cehennem
ateşine haram kılmıştır.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, bugünkü günde
apâşikâr olmuş, hakkını kurtarmak için hiçbirinizin yalvarıp yakarması, o
dehşetli günde asi mü’min kardeşleri arasından çıkıp kurtulan mü’minlerin,
kalanlar için Cebbar-ı Zül Celâl Hazretlerine yalvarıp yakarmasına benzemez.
Kurtulanlar o zaman diyecekler ki;
-Ey Rabbimiz bu kalanlar bizim kardeşlerimizdir. Bizimle beraber namaz
kılar, oruç tutar, hac eder ve hertürlü âmeli sâlihada bulunurlardı.’ Cenâb-ı
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de,
-Haydi gidin, kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi
bulursanız çıkartın.
Hak Teâlâ onların sûretlerini yakmayı ateşe harâm edecek. Artık bu
şefaat ediciler, kimi ayağının üstüne, kimi yarı inciğine kadar ateşe gömülerek
içeriye dalmış bulacaklar. Tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ,
-Haydi bir daha gidin, kalbinde yarım dinar ağırlığında iman ve yakîn
olan her kimi bulursanız çıkarın.’
Buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra
Hak Teâlâ:
-Haydi bir daha gidin kalbinde zerre ağırlığında iman ve yakîn olan her
kimi bulursanız çıkarın buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını
çıkaracaklar.
Nitekim
Hâsılı Nebi ve Rasûller , melekler, mü’minler şefâat etmiş olacaklar
derken Cebbar-ı Müteal artık sıra benim şefâatime geldi buyuracak. Nas’ın
hesabını görmekten fariğ olur ve ümmetimden geriye kalanları ehli-nâr ile
beraber cehenneme sokar, Cenâb-ı Hak. O zaman ateş ehli,
-Siz dünyada iken Allah’a ibâdet edip ona hiçbir şeyi şirk
koşmadığınızın sanki size ne faydası oldu?.. derler. Cehenneme girmiş olan
diğerleri, bu namaz kılıp oruç tutan mü’minleri görünce:
-Siz şirk koşmuyordunuz ama bunun ne faydası oldu!.. Gene girdiniz işte
cehenneme!.. diyecekler. Bunun üzerine Cebbar-ı Müteal:
-İzzet ve Celâlim hakkı için onları ben cehennemden azad edeceğim!"
buyurup, göndereceklerini onlara gönderecek ve o zavallılar oradan
çıkarılacaklar.
Bundan sonra Allahu Azze ve Celle:
-Melekler şefâat ettiler, Nebi ve Rasûller şefâat ettiler, mü'minler de
şefâat ettiler!.. Şefâat etmeyen bir Erhamür Rahimiyn kaldı!.. buyuracak.
Ve bundan sonra, dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde
kömüre dönmüş birtakım kimseleri çıkaracak.
Cennetin yolları üzerinde olup, Hayat Nehri diye tanımlanan bir nehrin
içine kendileri daldırılacak. Artık Nehri Hayattan, inci gibi güzel olarak
çıkıp, boyunlarında mühür halkalar gibi altınlar asılı duracak; ki ehli cennet
onları, o alâmet ile tanıyıp,
"İşlemiş amelleri hayırları olmadığı halde imanlarından dolayı
Allah’ın cennete ithal ettiği azadlıları bunlardır" diyecekler. Hak:
-Cennete girin gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir’ buyuracak.
- Ey Rabbimiz sen âleminden hiç kimseye vermediğin bir ihsanda bulundun
bize!.. diyecekler.
En nihayet cennet ile cehennem arasında, yüzü ateşe dönük bir kimse
kalır ki, o cennete girecek cehennem ehlinin sonuncusu olur.
- Ne olur Yâ Rab, yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip
duruyor, beni yakıyor!.. diyecek. Böylece adam yalvarıp duracak. Cenâb-ı Hak
ona buyuracak ki:
-Peki bu senin dediğin yapılırsa, acaba başka bir şey daha istemeyecek
misin? O ise
-izzetine yemin olsun ki hayır! diyecek. Allahü Teâlâ meşiyeti ilâhiyesi
taallûk
-Ya Rab ne olur beni cennetin kapısına yanaştır. demeye başlayacak.
Allahü Teâlâ da;
-Evvelce istediğinden başka bir istekte bulunayacağına dair bana yemin
etmemiş, söz vermemiş miydin? diyecek. O da;
-Ya Rab mahlûkatının en badbahtı ben olmıyayım, n’olur? diye yalvarmaya
devam edecek. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
- Bunu verirsem başka bir şey istemiyeceksin, söz mü?’ diyecek. O da,
-İzzetine yemin olsun ki başka bir şey isteyecek değilim’ cevabını
verecek. Ve Rabbının dilediği ahdi misâki verdikten sonra Rabbı onu cennetin
kapısına yanaştıracak. Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti
içindeki nedred ve sürûru görünce gene Allah’ın dilediği kadar bir süre
utancından sustuktan sonra:
-Ya Rab n’olur beni içeri sok! diye başlayacak. Allâh da;
-Allâh layığını versin behey ademoğlu sen ne sözünde durmaz kimsesin.
Sen verdiğimden başka bir şey istemiyeceğine dair daha evvel söz vermemiş
miydin?’ diyecek. O da,
-Ya Rab mahlûkatının en bedbahtı ben olacağım’ diyecek ve tekrar duâya,
niyaza devam edecek. Allahu Teâlâ da ona gülecek ve cennete girmesine izin verecek.
Bunu söylerken Rasûlullah,
-Benim niçin güldüğümü sorsanıza..?" dedi. Dedi ki: Rasûlullah
Aleyhi ve Sellem de böyle güldü,
-Sen Rabbülâlemin iken benimle istihza mı ediyorsun dediğinde
Rabbülâleminin haline güldüm. Çünki Cenâb-ı Rabbülâlemin,
-Benim seninle istihza ettiğim yoktur. Lâkin ben dilediğime kadirim!
buyurdu. Ve Cennete girince, "temenni et" denecek; o da uzun uzun
temennîlerde bulunacak; nihayet dilekleri kesilince Cenâb-ı Hak; şunu da iste,
bunu da iste, şunu da iste buyuracak; ki bu şeyleri Allah aklına getirecek.
Nihayet dileklerinin tamamı kesilince, Allahü Teâlâ da,
-Bunların hepsi, bir o kadarı daha senin olsun! buyuracak.
Bu arada izah ediyor;
-Ben ehli nârın, ehli ateşin cehennemden en son çıkacak ve ehli cennetin
cennete en son girecek olanını biliyorum. Bu o kimsedir ki cehenemden emekliye
emekliye çıkar. Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri ona cennete gir buyurur. O kimse
cennete varacak ve görecek ki cennet dopdolu kendisine yer kalmamış. Dönüp,
-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum’ diyecek. Cenâb-ı Hak ona:
-Git cennete gir" buyuracak. O kimse gene cennete varacak, cenneti
yine dopdolu bulacak. Dönüp,
-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum" diyecek. Cenâb-ı Hak ona:
-Git cennete gir. Dünya kadar ve dünyanın on misli kadar yer sana
aittir" buyuracak.
Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem gerideki dişleri görününceye
kadar tebessüm etti, sonra,
-Ehli cennetin en aşağı menzil ve mertebe sahibi işte bu kişidir,
buyurdu.
Rasûlullah Aleyhisselâtı vesselâmdan:
- Ehli cennetin en aşağı makam ve menzileti nedir?
diye sual oldu. Rabbı cevaben buyurdu ki;
- Bu öyle bir kimsenin makamıdır ki; o kimse ehli cennet, cennete ithal
olduktan sonra gelir. Ona cennete gir denilir. O ise,
- Ey Rabbim herkes kendi menziline yerleştikten alacağını aldıktan
sonra, bu nasıl mümkün olur? der. Cenâb-ı Rabbül âlemin ile onun arasında şöyle
bir muhavere olur:
- Dünya padişahlarından bir padişahın mülküne benzer bir mülke nail
olsan razı mısın?
- Razıyım Yarab!
-İşte öyle bir mülk senin. Bir o kadar daha bir o kadar daha, bir o
kadar daha, bir o kadar daha. Beşincisinde cevabı keserek,
- Razı oldum Yarabbi. der.
-İşte bir o kadar şey hep senin. Onun on misli de senin. Bir de nefsin
her neyi arzu ediyorsa; gözün her neden hoşlanıyorsa hepsi de senin.
-Razı oldum yarab. der. Ya ehli cennetin en yüksek makam ve menziline
sahipleri nasıl olur? diye sordu. Cevaben;
Kendim için seçtiğim kullarım var ya işte onlar. Keramet fidanlarını
kendi kudret elimle dikip mühür altına aldım. Onların halini ne bir göz görür,
ne bir kulak işitir, ne de beşerden herhangi bir kimsenin kalbine bu konu
girmiştir.
hf
Kıyâmet sonrası dediğimiz hayat ise, o boyutun şartlarına göre ruhun
kesâfet kazanarak, yeni bir “bedenleşme” olan devredir!..
Kıyâmetten
sonra ruhun yaşantısı, ruhun kesâfet kazanarak, bedenleşerek bu hali ile
yaşayacağı bir devredir.
hf
Yapılan hata ve günâhlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin,
günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam,
sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak,
terbiye olarak ulaşması içindir!.
Diyelim
ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222222. basamağı oluşturmak için
takdir olundun!. Bir milyar basamaklı merdivenin 222222. basamağısın. O basamak
olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allah,
Allah, ezelde ilminde, öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o
merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi
basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür
boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!.
Kıyâmet,
bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyâmeti, insanlık
merdiveninin tamamlanmasıdır.
Soru
“-Deminki anlatımda, "insanın, merdivenin hangi basamağında
olacağı bellidir.." diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;
"Külle yevmin huve fi şe`n"
(O, her an yeni bir şandadır.)
Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdîr ile
belirlenmiş olması, hususunu çakıştıramıyorum?..”
Cevap
Şu cümlenin mânâsı çok önemli:
"Allah, her bir âlemde, o âlem suretleri olarak tasarruf
eder."…
işte bu,
"Allah her an yeni bir şandadır"
işaretiyle anlatılan olaydır.
Şimdi
dikkat ediniz…
"İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!" cümlesi ne kadar doğru ise…
"Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!" cümlesi de o kadar doğrudur!...
Biri
bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı
şey diyorum!...
Küll
var, ayrıca bir de cüz var, diye
Beş
duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var… İlim boyutunda, bilinç
boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, Varlık TEK;
ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!.
Bilinç
boyutundan “eşyanın hakikatine” baktığın zaman "Küll`e ait irade,
Küllî irade" diyorsun...
Beş
duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz sûretlerinden göründüğü için, "cüz`i
irade" diyorsun.
Oysa,
gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!.
Dolayısıyle,
"Külli irade vardır, gerçektir" dersen, doğrudur... Ama, “yanında
bir de cüz`i irade vardır" dersen, yanlış!. Çünkü, Külli iradenin
yanında bir de cüz`i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur..
Ya
da, sadece "cüz`i irade vardır" diyebilirsin. Yani, ayrıca bir
de “Külli irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!..
Göze göre “cüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini
idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!.
İşte
bu yüzdendir ki, ya, yalnızca "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca
külli irade diye bir şey yoktur" dersin. Doğrudur.. Veya, "Külli
irade vardır, cüz`i irade diye bir şey yoktur" dersin. Bu da
doğrudur!..
Ancak,
"külli irade yanısıra cüz`i irade de vardır!" dersen, işte bu
bâtıldır, geçersizdir; şirktir!.
Şimdi,
"her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur"
ifadesinin manâsını anlamaya çalışalım… Burası anlaşılması bir hayli zor bir
husus.. "Küllî irade vardır, cüz`i irade yoktur" diyerek olayı
anlamak kolay!.Buna karşılık " her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca
küllî irade diye bir şey yoktur " ifadesini hazmetmek zor!... Nasıl
olacakşimdi?.
Hem
de üstelik "Tek`in takdirinden, Tek`in merdiven takdirinden"
söz ediyoruz yukarıda..
Tek`in
merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın,
kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?..
Oluşmaz!..
Basamakların
her biri her an oluşmaktadır.. Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir.
Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan
özelliklerden ibaret olmaktan da beridir!.
Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!. "O her an
yaratıştadır." ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!.
Allah`ın
hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor, ve "hayattayım" diyoruz. Biz nasıl,
ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kaim olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından
meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz,
kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.
Eğer, bizdeki, "dışarıdan bakmanın" getirdiği isimleri
kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O, olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere
getirecektir.
"Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak
durumundayım, öyleyse boş vereyim.."
demek, muhâldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir!. Çünkü, hiç bir
şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen
yumurtadan oluşan tek hücrenin; "Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan
olacağım, o halde çoğalmayayım." demesine benzer…
O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?.
Hayır!.
Kendi
mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu
olarak mecburdur çoğalmaya.
Aynı
şekilde, olayı makro plâna, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, ”TEK”in
takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak
olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak, diye bir tey
düşünülemez!..
Takdir olunan nihâî nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!..
O
hücre, benim karekteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek
tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye...
Kader dediğimiz olaya da gelince:
Biz
belli, nihaî son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program
da mevcut… Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz`ümüzdeki genel programın
doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor.. Bizdeki bu program da, her an,
boyutsal derinliğimizden gelen meleki tesirlerle karşılıklı alış veriş halinde…
Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem
bâtından boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi
şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!.
İşte
“irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..
“İrade-i
cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!.
Bizim,
irade-i küll yanısıra, bir de irade-i cüz yoktur dememizin sebebi, ikisinin
aynı anda mütalâa edilmesi dolayısıyledir. Yoksa, esasında varlık, ”Tek”dir;
dolayısıyla irade de tektir!.
Sen
bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “vechullah” denilen
“tek”lik boyutunu görürsün.. Tek’lik müşahadesindesindir; “ilm-el
yakîn”desindir!.
Teklik
müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek`tir!.
Külli irade, cüzlere ayrılmaz Tek`tir..
Yok
işte
Kur`ân-ı Kerîm, algılayabilma kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki
projeksiyonu da açıklıyor..
Kur`ân, "sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin"
ifadesi ile, sırf cüz`iyet açısından olayı değerlendirerek; -yanısıra
külliyeti katmadan-, cüz`iyet açısından olayı anlatıyor.
Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, "Sadece Tek bir
irade vardır. O da, Allah!"; "Allah dışında bir şey yoktur!." anlamı, bu noktayı anlatıyor.
"Sadece
Allah vardır ve O`nun dışında bir şey yoktur!" ifadesi, cüzleri görme
projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur!. Ama, bunların ikisi bir arada yani
aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!.
Yani,
ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri.. İkisini bir arada
düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..
"Külle yevmin Huve fi şe`n" (55/29)
âyetinde, dikkat ederseniz "HÛ" ismi var.. "ALLAH"
ismi geçmiyor!.
"HÛ" ismi, cüz`ün
özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an
cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta.. Oluşumun kaynağı O!..
Yani,
şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği
enerji ve
Genelde
yaptığımız bir hata var..
Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat
etmiyoruz. "HU" diyor, biz onu "ALLAH" isminin işaret
ettiği mana olarak anlıyoruz..
"HÛ" nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik
boyutudur.. Âyette, "HÛ"
diyor.. Öyle ise biz onu anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!.
Sorabiliriz
burada: ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?. Bu kazanım insanın
geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz,
kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz.
Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..
Yontulmalarla
oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu
davranışlarında ilmin rolü yok mu?. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi
ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o
kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.
Şimdi
diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki, her
insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!.
Ben, bu bilgiyi özümsediysem
Ben,
o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu
olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak
veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.
Diğeri
ise, bu ilimden mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü
davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye
çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona
kızmakla...
İlim,
bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık
ben, onunla fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?"
diye kızmıyorum..
İnsan,
bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milonlarca hücre
infilâk ediyor, yok oluyor!. Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre,
beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon
oluşuyor!. Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrib olup
kullanılmaz hâle geliyor!.
"Keskin sirke küpüne zarar verir."
sözü buna dayanıyor!. Bir infilâk anında kendi beynini harab ediyorsun!. Sen,
karşımdakine kızdım diyorsun, halbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun!.
Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer… Ama,
beyinde infilâk
İşte
bak!. Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak
davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor; ve o ilimle sen yontulmuş
oluyorsun. Yani, seni yontan, ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor,
ilmin seni yontuyor!..
Elmas
vardır, 16 kesimdir. bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri
diyelim ki 100 milyon liradır. bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10
milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer
farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!.
Hepimiz
birer “elmas”ız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar
yukarıda olacaktır.
Soru
Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana
bağlı. Yani, oynak bir şey.. Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması
lâzım gelmez mi?.
Cevap
Hayır!.
Merdivendeki
yerin sabit!..
Merdivendeki
yerin, demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek… Senin o oynama
anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve
bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontu hâlin, senin o sabit
yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son
yontulma halin ise ölüm anındaki hâlindir senin!..
Cehennemdeki
yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır!. Yani,
diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde
bazı pislikler var!. Pislikler ateşte yakılır!. Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem,
altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!.
Cehennem,
dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır.
Oradaki arınmanın neticesi de, saidler için cennet dediğimiz ortamdır..
Sonsuz
dek cehennemde kalacaklar ise, gene bu ortamda kendi hakikatlarına uymayan
özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar… Böylece de artık
azapları sona erer; yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp,
cırcır otu biter”!.
Bilirsiniz
dostlarım çok meşhur bir deyimdir bu… “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” denir…
Hiç düşündünüz mü bunun üzerinde biraz derin olarak?
Buna
yakın bir de başka bir deyiş vardır… “Dili belâsı!” denir… Bazen de o “dîli
belâsı” olur!.
Elbette
ki, “ağız” ve “dil” yalnızca bir araç… Alet!.. Ona hükmeden ise
beyin!(?) (mi)…
Hani
bir de başka bir deyiş vardır gene…
“Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!”
Sözün
büyüklüğü metreküple ölçülmüyor herhalde!
Bunlara
özetle işaret ettikten sonra, esas üzerinde durmak istediğimiz hususa gelelim.
Söylediğiniz
söz, ağzınızdan çıkan nereden geliyor acaba?
Beyinden
derseniz; elbette doğru!… Ama beyinde nasıl oluşuyor ve beyinden hangi etmenle
açığa çıkıyor o fikir?
Neden
ağzımızdan çıkanın sonuçlarını yaşamaktayız?..
Başımıza
gelenlerin pek çoğu, geçmişte, hiç farkında olmadan bizden çıkanlardır… Belki
bazılarını unutmuşuzdur bile… O an söyler geçeriz!..
Sonra
o söylediklerimizin sonuçları ile karşılaşınca da başlarız feryâdı figâna!.
“Nereden geldi bu başıma!”
Talep
senden çıktı!… Sen öyle olmasını istedin ve oldu!.
Sen unutursun ama Allah unutmaz!.
Ne
ektiysen onu biçeceksin!.
Dön
geriye ve bak… Yazdıklarını, söylediklerini, düşündüklerini hatırlamaya çalış…
Sen
onu öylece düşündüğün anda, onun sonuçlarını da yaşamağa mahkûm ettin kendini…
Ve lâkin bunun hiç farkında değilsin!.
Hatırlayın
şu uyarıyı:
“Nefsinizde olanı (DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜ) açıklasanız da, açıklamasanız da,
varlığınızdaki Allah size muhasebesini (sonuçlarını) yaşatır!”
Şimdi
isyana kalkabilirsiniz, “iyi ama ben nasıl düşünceme hâkim olabilirim”
diyerekten… Bu hüküm veya oluş, açıklandığı zaman, bazıları da bunu
yapmışlardı… Ama bir şey değişmedi!…
“Ve len tecide lisünnetillahi tebdila”
“Allah’ın sünneti(SİSTEMİ) kesinlikle değişmez!”
Unutmayın ki, Allah’ın ezelde yaratmış olduğu SİSTEMİ açıklayan Allah
Rasulü, bu itirazlara karşı, bu sistemin işlemeyeceği yolunda bir açıklama
getirmedi!.
Atılan
bir okun, havada giderken kendi kendine bir anda istikamet değiştirip başka bir
yöne gittiğini gördünüz mü hiç?
Fikir,
beyinden atılan ok gibidir!. Düşünüldüğü anda işlevini yerine getirmeğe
başlar!. Fikrin yaratıcısı Allah’tır!.
“Attığın zaman sen atmadın Atan Allah’tı!.”
“Seni de, fiîllerini de Allah yarattı!.”
“Allah” ismiyle işaret edileni gökte bir “TANRI” gibi
anlarsan, elbette bu muammayı çözemez; sayısız açmazla karşı karşıya kalırsın!…
Bir
de, “Allah” adıyla işaret edilenin, kendi varlığında gerçekte mevcut
olan BÂKÎ olduğunu anlayabilsen… İşte o zaman muamma çözülmeye
başlayacak!.
“Sizde istek oluşmaz Allah istemedikçe!.”
Biraz daha çözüldü değil mi olay şimdi;
Sen,
“fâni”sin ezelden ebede… Allah, “Bâkî” ezelden ebede!.
“Yok”tan
ne var olur ki?… “Yok”!
Öyle
ise var sanılan türlü görüntüntüdeki, “Bâki”, AHAD!.
Ben
gâfil, sanırım ki ben diledim; oysa tüm melekler ve rasihun şahâdet eder ki
dileyen yalnızca “Bâkî”!.
O
zaman hemen bir ampul yanar ârifânın beyninde!…
“Hükmettiğimiz bir şeyin olmasını dilersek ol deriz; ve olur”!.
Yukarıdaki
mi dileyen; yukarıda, gökte bir yerlerde mi?…
Yoksa,
algıladığın veya algılayamadığın her şeyin hakikati olup; tümünden de “Ganî”
olan; “Bâkî” mi?
Senden,
senin takdirini açığa çıkaranı tenzih ederim!.
Hükmü
veriyorsun; beyninle açığa çıkarıp, dilinle ortaya atıyorsun… Sonra da,
verdiğin hükmün sonuçlarını yaşayınca şaşırıp kalıyorsun; “ben böyle olmasını
istememiştim”, diye!.
hf
KIYÂMET ALÂMETLERİNİN BÂTINDA ZUHÛRU
Gerçekte, hesaplamalara göre hicri 1400 ile 1410 yılları arasında
vazife almış olması gereken devrin Müceddidi -eğer son müceddid ise-
Mehdî`nin arkasından "Deccal" diye bildiğimiz bir
varlık ortaya çıkacak; kendisinin, insanların Rabbı olduğunu ileri sürerek
kendisine tapınılmasını isteyecek; sonrasında da İsa aleyhisselam
dünyaya geri gelecek!.
Bu
işin zâhir yönü... Buna aklı ermeyenler inkâr ederler, te'vil etmeye
çalışırlar, ama bu bir realitedir; onlar bunu idrak edemese de!
Bir
de olayın bâtın yönü var ki; işte burada biz, bu bâtın yönden sözetmeye
çalışıyoruz.
"Nefs"in hakikatının ne
olduğunu bildikten sonra kişi, belli şartlanmalardan da kendini arındırabildiği
takdirde, en büyük tehlikeyle yani tabiat tehlikesi ile baş başa
kalır... Tabiat tehlikesinin içine düşmesinin sebebi, Nefsin,
hakikatını tam hakkıyla bilememesi ve ilmin neleri getirmesi konusunda yeterli
bilgiye sahip olmamasıdır!.
İşte
bu, "kıyâmet alâmetlerinin bâtınî tecellileri" diye
anlatılanbir olayla alâkalıdır...
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
açıklamalarına göre, önce Mehdî çıkar ve insanlara Hak ve Hakikatı
açıklar!...
Onun
akabinde Deccal çıktığı zaman, solunda Cennet vardır; sağında ise
Cehennem!. Ve iki kaşı arasında da "Allah'a karşı kâfir"
yazılıdır...
Deccal çıktığı zaman halk susuz kalır, aç
kalır, yiyecek-içecek bir şey bulamaz. Oysa bütün yiyecek ve içecekler, zevkler
Deccal'in yanındadır. Kendisine iman edip tâbi olan herkese her türlü
zevki tattırır...
Ancak
ne var ki, O'nun tattırdığı nimetlerden tadan kişi artık bir daha iflah
olmaz!... Ve Deccal, kendisine inananlara dünyada Cennet hayatı
yaşattırır... Oysa, o Cennet hayatını yaşayanların ölümötesindeki geleceği
Cehennemdir!
Buna
mukabil, kendine inanmayanlara da Cehennemi yaşattırır ki, onların Cehennemi
ölümötesinde Cennet hayatına dönüşür.
Bu
ne demektir?.
Kıyâmet
alâmetleri, kişinin seyri sülûkta "MÜLHİME NEFS" bilinci devresinde
bâtınen oluşur...
Önce
Mehdî`si çıkar ve gerçeği farkettirir; sonra da aldığı ilmin imtihanı
olarak "Deccali" yani "benim dışında ayrıca bir
tanrı yoktur dolayısıyla ben dilediğimi yapar, her türlü bedensel zevklerle
dilediğim gibi yaşarım bilinci" ortaya çıkar!. "Ben, Hak`kım"
der!.
Yani,
kişi Nefsi yönünden Rabbını bilir ve tanır. Daha doğrusu, Rubûbiyet
mertebesinin "Nefs" adı altındaki zuhûrunu idrak eder. Bunu
müşahede ettiği zamanda Nefs, "Mademki ben Rabbım, dilediğimi
yaparım." düşüncesine kapılır!.
"Mademki Hak benim!.. Benim dışımda bir Tanrı yok, öyleyse Hak
dilediğini yapar" der; bedensel istek
ve arzular doğrultusunda yaşamaya başlayıp, sigaraya başlar, içkiye başlar;
zinayı mubah görür; kumar oynar ve tüm mânevî değerlere boşverir!...
İşte
bu, Deccal`a tâbi olup O`nun yalancı cennetine girmek, diye tanımlanır
ehli kemâl tarafından tasavvufta!
Bu
hâliyle Nefs, eğer tabiat ve şartlanmalarından tam hakkıyla
arınamamışsa; kendini gerçek boyutlarıyla tanıyamamışsa; kendini bu beden
olarak tanıma halindan arınamamışsa; diğer bir anlatım ile, Bilinç tam
bir arınışa tabi olmamışsa; kişinin kendini bu beden olarak kabul etmesinin
ve "Hak"lığı bedenine vermesinin neticesinde tamamen tabii-bedeni
zevklere düşer!”
MÜLHİME" bilincinin zirvesinden
"EMMARE" batağına saplanarak boğulur gider!.
Bu
hususu İnsanı Kâmil mertebesindeki Abdülkerim Ceyli, "İnsan-ı
Kâmil" isimli eserinde şöyle anlatır :
"Tabiatın icabı olan uygunsuz işleri bırakmak, onunla olan bağları
yok edip kesmek sûretiyle Nefse muhalefet etmek, Deccal'in sağına aldığı
Cehennem'dir..."
Yani
bir kişi, Nefsi itibariyle tabiatının iktizası olan yeme içme seks gibi
hallerden öte bir varlık olduğunu farkederse; bilinç boyutunun gereğini
yaşarsa,onun bu hali, kendini Deccal'in Cehennemine atması olur. Gerçekte ise,
ebedî olarak cennet yaşamına ermesi demektir kendini Deccalın cehennemine
atması... Böylece, bilinç boyutunda kendini bulmaya başlar!.
Aksine,
bilincin kendini beden olarak
"Ulûhiyet" kavramının gerçeğini
örterek, kendini "Rab" olarak görme gafletine düşer!.
Ârif`in, yani mâ`rifete ermiş, Nefsinin
hakikatını bilmiş kişinin, bedenin tabiatına esir düşmesi sonucu, doğruyu
göremez hale gelmesi; tabiatın ağır basması ve bunun sonucunda kendisine
yapılan yüce hitapları anlayamayacak hâle düşmesi; Deccal zamanındaki
bazı kişilerin Onun cennetindeki nimetlerle yaşaması gibidir..
Ârif`in, Deccal`ın yanına
katılmayıp Nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda kalışı, insanların Deccal
zamanında yiyecek ve içeceği ancak onun yanında bulmaları yüzünden aç kalmayı
tercih edişleri hükmüne girer...
"Bir zaman gelecek, o zamanda dinini tutan, ateşten bir koru
avuçlamış gibi olur."
Buyurmuş Rasûlullah insanlara.
Bu,
zâhirde kıyâmet zamanında olacak.
Buna
karşılık, aynı olayın bâtın yorumu ise, Mârifet Ehlinde, işin
hakikatını anlayıp idrâk ettikten sonra, hakikatın sonuçlarını
bilincinde yaşayabilmesi için tabiatı ile mücadele etmesi zorunluluğunu
anlatır.
O süre içinde, şayet bir kişi bilincinin gereğini yaşayabilmek için
tabiatıyla mücadeleden geri kalırsa, mücahededen yaya kalırsa, Nefsani istek ve
arzulara yönelirse, bedenin tabiatının gereği olan fiillere bağlı kalırsa işte
bu, "Deccal`in verdiğini almak, tutmak" olur.
Yani kişi, varlığının Hak olduğunu müşahade ederek ipin ucunu salarsa...
Zevkini, bu bedenin zevklerinde bulursa ve bu şekilde de yeme içme seks
vs. gibi hallerle kendini perdelerse, bunun neticesi, Deccal'in verdiğini almak
olur...
Abdülkerim Ceyli, şu cümleyi
kullanıyor :
"Mübah olan yolları tutup onlara dayanmak... (Dikkat edin!. haramı tutmak, demiyor)... Mübah olan şeyleri tutup
onlara dayanmak, irfan sahibi katında haram olan şarap gibidir. Ve
Deccal taâmı sayılır..." Mübah, bilindiği üzere yapılmasında günah ya
da sevap olmayan olağan davranışlar, anlamında kullanılır.
Ârif, yani mârifet sahibi kişinin,
mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram
olan şeyleri kullanması gibidir!.
"Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında
Deccalin şarabını içmektir" diyor ve gene
ilave ediyor şu cümleyi...
"Makamın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir
irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye
benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayal olan tabları
kendisine zevk edinmekse Deccalin Cennetine girmektir."
Ancak
bir kişi, bu hakikatı idrâk ettikten sonra, bilinç boyutunda zâti
hakikatının gereğini yaşayabilmek için zâhirde "şeriât nurları"
ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine
inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmanî nimetleri tatmış
olur; her ne kadar Deccal'in Cehennemine girmiş ise de, neticede
Allah`ın Cennetine erer!...
Demek
ki, burada önemli olan gerçek şu :
İnsan,
hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için
tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından
bilincini arıtmak zorundadır!...
Sadece bilincini şartlanmalardan arındırırsa, o kadarıyla da yetinirse;
bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler
içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda
kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir...
Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine
erebilmek için...
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer
yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak;
ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek
zorundadır!.
Aksi
takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi
sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği
sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına
hiç bir zaman giremeyecektir.
İşte
bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda
değil, şuur boyutunda yaşanır.
Ve
bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması
zorunludur!.
Dileyelim
ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu
olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken
çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.
Aksi
takdirde bir ömür boyu, vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir,
neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..
İşin
bilinç boyutu böyle de... Diğer yanı ne?..
Acaba
gerçekten yaşadığımız boyutu tanıyor ve biliyor muyuz?..
Gelin
Allah ilmi`yle varlık âlemine bakmanın ve O`nun "Ahlâkıyla
ahlâklanma"nın ne demek olduğunu anlatmadan önce, içinde yaşamakta
olduğumuz "madde(?)" boyutunun ne olduğunu anlamaya
çalışalım..
Karşısındakinin
hakikatını göremiyen ve hakkını veremeyen, şartlanmalardan
kurtularak ancak bir DECCAL olabilir!... Şartlanmalardan
kurtulmadan önce insanın karşısındaki varlıkların Hakikatını görmesi ve
onlara hakkını vermesi gerekir!. Yaşamda bu çok önemli bir öncelik
taşır!.
Basîretinde
Mehdî çıktığı zaman Hak`kın dışında bir varlık olmaması sebebiyle kendi
varlığının Hak`kın varlığı olduğunu
İlim
yollu edindiğin bu bilginin akabinde ise yeterli arınma olmadığı için bu defa Deccal`in
bilincinden gelen bir şekilde ortaya çıkacak...
Evet,
Deccal geldiği zaman insana;
"Ben senin rabbınım!"
diyecek. "Bana kulluk et!" diyecek. Deccal`in özelliği
bu!..
Sen
de, benliğinin Hakk`ın benliği olduğunu düşüneceksin... Ne var ki bu
bedenden de soyutlayamamışsın kendini!.
Dolayısıyla;
"Ben madem Hakk`ın varlığıyım, ben bu bedende dilediğimi
yaparım!.." deyip, yeme, içme, seks, rahata
düşkünlük, güzel şeylere sahip olma gibi, arzu ve isteklerini tatmin ederek
yaşayacaksın .
Ve
dolayısıyle de, "Deccal`in cennetinde" yaşamağa başlarsın!.
Yani, Mutlak Benliğe karşı vehmi benliğin senin Deccal`in olmuş olur;
sen de bu durumda Deccalına, yani vehmi benliğine tâbi olarak tabiatının
batağında boğulur gidersin...
İşte
o zaman Rasûlullah Aleyhisselâm :
"Deccal ortaya çıktığı zaman, mü`minler, onun cehennemine atsınlar
kendilerini, cennetinden kaçınsınlar!.."
"Çünkü Deccal`ın cenneti, gerçekte cehennem; cehennemi ise gerçekte
cennettir..."
Diyor. Yani, bedenin istek ve
arzuları dediğimiz şeyi "tabiat" kelimesi ile ifade ediyoruz..
Bazıları
"tabiat"ın gereği olan hâlleri "NEFS"e
atfederek, sanki bunlar "Nefs"e ait özelliklermiş gibi
göstermişlerdir.
Oysa
"Nefs"in özünde, yapısında bu özellikler yoktur; yalnızca
"BEN" kavramıdır "NEFS"!..
Ancak
"Nefs", bilincinin bürünmüş olduğu perdeler yüzünden orijinaliyle
kendini tanıyamamış, hakikatını bilememiş olması nedeniyle, kendini beden
kabullendiği için; bedenin tabiatı gereği olan halleri de kendi özellikleri
sanma yanılgısına düşmüştür.
Burada
konuyu daha iyi anlayabilmek için "Nefs" kelimesinin yerine
geçici olarak "bilinç" kelimesini koyabiliriz!
Evet,
bilinç bu düzeydeyken bedenin tabiatı gereği istediği şeyleri uygular;
bu da "Nefs"i hakikatini yaşamaktan alakoyar!.
Vahdet
ve vahdete dayalı olarak anlatılan tüm veriler kesin gerçek olmasına rağmen,
nefis terbiyesinden geçmeyen kişiler için bu bilgiler deccallaşma(!) aşısı
olabilir!. 18 veya 58’inde farketmez, nefs terbiyesi görmemiş kişiler, “ALLAH”
ve SİSTEMİNİ kavrıyamadıkları için; tanrı kavramından kurtulma bilgisiyle
birlikte bedenselliğin ve firavunluğun göbeğine düşüp, tasavvuf bilgileriyle
kendilerini avutmalarına karşın, deccallaşmanın zirvesini yaşayabilirler.
Geçmişte
ve günümüzde bu noktaya gelen pek çok kişi, tıpkı Firavun gibi kendi vehmi
benliğini Hak olarak kabul etmiş; nefsin özüne ait "tenzih" hakikatından
gaflete düşmüş; bu bilincinin hükmü altındaki bedeninin istek ve arzuları
doğrultusunda kendini salıvermiş; kendini yemeye içmeye, sekse, sigaraya,
içkiye koyuvermiş, böylece de tabiat bataklığında boğulacak hale gelmiştir!.
Deccal ile mücadeleyi önce Mehdî
yapar...
"Mehdî" hidâyeti
ulaştırandır! Yani, ilim, Deccal`in karşısına dikilir.
Vehmi benliğin karşısına, Hakikat
ilmi dikilir... Der ki :
"Bu vehimden doğan, nefsinin Hakkın varlığı olduğu yolundaki ilmi
bedeninle karıştırma!.. Bilincin, soyut bir kavramdır!. Beden ise somut varlık
olarak kendi boyutunun şartlarına bağlıdır; bilinç ise soyut varlık olarak
arınmalı!... Kendinin bu beden olduğu yolundaki yanlış anlamayı terkedip
hakikatin bilinç boyutunda yaşanacak bir şey olduğunu farketmelisin!"
Fakat,
bazılarında bu ilim de, Deccal`in temsil ettiği "Ben Hak`kım,
dilediğimi yaparım" görüşünü öldürmeğe yetmez!.
Ancak,
İsa semâdan inerek -bâtından zâhire çıkarak- Deccal`ı
öldürebilir!...
İşte,
"Hakikat ilmi" ile ortaya çıkan Mehdî, vehmi benlik Deccal`ını
öldürüp imhâ edemez. Tâ ki, İsa semâdan nüzül edip,ilâhi kudretle
tahakkuk etsin!...
İsa, semâdan inince, ilahi kudret, Deccal`in
karşısına çıkmış olur!.
"İsa`yı gören Deccal, olduğu yerde erir, yok olur, gider!."
Diyor Rasûl Aleyhisselâm açıklamasında...
İlâhi kudret ortaya çıktığı zaman "ölmeden
evvel ölme" hâli "yakîn"e tekabül
Böylece
vehmî benliğin kendini, bedenmiş gibi kabûlü ortadan kalkar. İşte o zaman, "Allah`a
vuslat" denilen hâl yaşanır...
İşte
böylece kıyâmet alâmetlerinden olan genele dönük bu olayın, kişinin kıyâmetinin
kopmasından önceki bu oluşumunu anlayabilirsek, vehmi benliğin ne
şekilde Deccal olduğu; Mehdi`nin Deccal`a karşı ne
getireceği, ne ortaya koyacağı; ve İsa`nın semâdan, yani, Zâtî kudretle
ortaya çıkışından sonra nasıl kalkabileceğini anlamış oluruz...
Burada
yanlış anlamalara yol açmamak için şu hususu iyi anlamamız gerekmektedir:
Mehdî, "tenzih" ve
"teşbih" esaslarının eşit oranda bileşimi olan İslâm Dini`nin
"Tevhid" ilmini ortaya koyan görüşü temsil eder..
Deccal, "teşbih"
esasının ağır basmasından ve yanlış değerlendirilmesinden dolayı bilincin
kendini Allah olarak
İsa Aleyhisselâm ise "teşbih"
hakikatını insanlığa açmış Zât olarak, bu yüzden meydana gelen sapmaları
düzeltmek üzere görev almıştır.. Tasavvufta ise "kudret"
sıfatının bir tezâhürü olan "Allah`a yakîn" hâlinin sembolüdür
..
İşte
bunları anlarsak, o zaman "vahdet" ilminin idrak ettirdiği
şekilde "yok"luğumuzu farkederek başımızı "secde"ye
koyar, dua ederiz;
"Allahım
bize bu yaşamı ihsan eyle, bu nimeti kolaylaştır!..."
Ne
buyuruyor Rasûlullah Aleyhisselâm:
"Secde`de yapılan dua makbuldur."
Ve:
"Kulun Allah`a en yakin olduğu hâl, secde halidir..."
Öyle ise hep birlikte alnımızı toprağa koyalım(!). Şimdi "secde"
mi etmiş olduk?..
Evet, "Secde" denir yaptığımıza, ama şeklîdir bu ve de taklittir!.