AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

K

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİHRİST

Kâbe
Kâbenin Ağlaması
Kâbenin Emin Bölge Olması
Kâbe İle Konuşmak
Ka'be Kavseyn
Kâbiliyet
Kabir

Kabir Yaşamı
"Kabir Âlemi" Yaşamı
"Kabir Âleminde" Namaz Kılınır mı?
Kabir Suallerinin Cevapları Nasıl Verilebilir?
Kabir Azâbı
Sorgu melekleri Niçin Herkese Farklı Gelecek?
Kabirde Azâbı Kimler Yapacak?!
Kabirden Çıkma!
Kader
Kadere Nasıl İman Edeceğiz?
Kur'ân-ı Kerim Ve Hadislerde "Kader" Anlatımı
Mahlûkatın Kaderlerini Kim Yazıyor?
“Genetik”in, Kaderde Önemi Var mı?
“Kader Sırrı”na Vâkıf Olmak İçin Kader Konusunda Yaklaşımımız Ne Olacak?
İnsanın Kaderi, Allah’ın Takdiriyle Nasıl Oluşur?
Kaderle İlgili Sorular
İnsan Robot mudur?
Niçin Vahdete Değindik?
Kadir Gecesi
Kadir Ânı
Rab-Allah
"Kâfir"
Kâinat
Kalb

Kalb Gözü Açıklığı
Kalbler Neden "Allah Zikri" ile Tatmine Ulaşır?
Kalbin Kararması
Kalbin Mühürlenmesi
Kalb Sahipleri
"Kalem"
Karakter (Bkz."Huy" )
“Kaza”(Varetme Hükmü)
Kelime-i Şehâdet
Abd Ve Rasùl Oluşuna Şehadet Ne demektir?
Kendini Tanımak
Kendi Zâtını Bilmek (“Zâtî İletişim”)
Kerâmet
Kesret

Kesret Müşahedesi
"Keşfi Şak" (Bkz. "Ölüm")
Keşif
“Kevni Noksan”
Kıyâmet

Kıyamet Olayı
Kıyamet Süreci
Kıyamet Hâlleri
Kıyamet Sonrası Yaşam
İnsanlığın Kıyâmeti
Kıyamet Alâmetlerinin Bâtında Zuhùru
Kirâmen Kâtibeyn (Bkz.”Melek”)
Kişilik
“Bedensel Kişilik”
“Düşünsel Kişilik”("Kişilik Yüzü")
“Birimsel Kişilik” Kalkar mı?
"Kitab Ehli"(Ehli Kitap)
"Kolaylaştırılma"
Korunma
"Koza"

Kozalının Tanrısı
“Kozmik”
“Kozmik Din”!(Bkz.İslam Dini , “Kozmik Din” midir?!
Kozmik Işınlar
Kozmik Kitap
Kozmik Bilinç(Bkz.”İnsan-ı Kâmil”)
Kozmik Varlıklar
Kuantsal Boyut
Kudret
Kulluk

"Allah Hüviyetinin Kulu"
Kul Hakkı Nerede Ve Nasıl Ödenir?
Kurân-ı Kerim (Evrensel Sistem'i Açıklayan Kitap)
Kur'ân 'ın İnzâli
Kur'ân 'ı Kerim Nasıl Anlaşılır?
Bu Kitaba Arınmadan Dokunma
Kur'ân 'da Geçen "İLÂH" Nedir?
Kur'ân Ruhu
Kur'ân 'ı OKU'mak
"Muhkem" Ve "Müteşâbih" Âyetler
Kur'ân Sûreleri Hakkında:
Fâtiha
Hamd'ı Allah Yapar
Âlemler
Er'Rahman-ir Rahim
Maliki Yevmiddiyn
Din Günü
İyyake Na'büdü Ve İyyake Nestâin
İhdinasıratel Mustakim
İstenmesi Zorunlu Sırat
Özel İn'âm
Fâtiha Sonunda Niçin "Amin" Denir?
"Kevser"
"Alâk"
Yunus A.S.'ın Tesbihi
Nâs Sûresi
Zilzal(Zelzele) Sûresi
Kurban
Kurbiyyet
Kurtuluşa Eren

Külli İrade
Küfür
Kürsi


 

KÂ’BE

 Kâ'be yeryüzünde belli enerji merkezlerinden biridir... Ve kişinin özündekiyle iletişim kurmasını sağlayan iletişim konsantrasyon merkezidir!..

hf

 

“KÂ’BE ‘NİN AĞLAMASI”

 Kâbe’nin hakkının verilmemesi,değerlendirilmemesi!

hf

 

KÂ’BE ‘NİN “EMİN BÖLGE” OLMASI

 Kâbe, hakikatı temsil eder ve o hakikatı yaşayanların çevresi emin bölgedir insanlar için!

hf

 

“ KÂ’BE İLE KONUŞMAK!”

 Dünyanın veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş amaçlarına    hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle konuşmak, “onun varoluş hikmetiyle   görüşmek” anlamına da alınır...

hf

KÂ’BE  KAVSEYN

 Beşeriyetin tümüyle yok olma durumu!

Hazreti Rasûlullah, "Mi`râc"da "Kâ`be Kavseyn" denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta daha da ötesi, "Ev ednâ" tâbiriyle ifade edilen makamda, "Rabbi"yle karşılaştı..

"Kâ`be Kavseyn, ev ednâ" denen bu makamda, Hazreti Rasûlullah, tüm varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek Varlığın, Hakk`ın varlığı olduğunu müşahede etti...

Ve bu müşahedenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Talib`in kardeşinin evi olan Ümmü Hani`nin evinden sabahleyin çıkarken;

 -Beni gören Hakk`ı görmüştür!.

 sözleriyle bir gerçeği ifade etmek istedi..

hf

 

KÂBİLİYET

 Şiron’un yükselen burçtaki,doğduğu dakikadaki tesiri kişinin kâbiliyetini meydana getirir.

Elbette burada mâneviyata  dönük kâbiliyetten söz ediyoruz.

Doğduğu anda aldığı tesirler  kâbiliyeti meydana getirir.

hf

 

KABİR

 Ölümü tadmış bulunan birimin bedeninin içine defnedildiği toprak çukura kabir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir" denilir. Hatta ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.

Yani bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.

İnsan, bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak", hakikatı ve Hak’kı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.

hf

 

KABİR YAŞAMI

 Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle  bâ’s olmasından  sonra  başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde  yaşamı devam ettikçe sürer...

Gerek kabre konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi bu süre içinde algılamaya devam eder... 

Bu hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer ...

Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri fark eder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde  mezarın dışında ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş    KENDİ KABİR  ÂLEMİNE   girmeye hazırlanmaktadır...

hf

 “KABİR ÂLEMİ” YAŞAMI

 Âhiret iki devredir.

Âhiretin birinci devresi, "Berzah" (geçiş) âlemi veya "Kabir" âlemi diye târif edilen devredir. İkinci devresi kıyamet ve sonrası diye belirtilen devredir.

Bunlardan "Berzah" âlemi veya "Kâbir" âlemi diye târif edilen devre, geçiş devresidir sırf ruhanî bir yaşantıdır.

ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan  itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna  “BERZAH  âlemi”  denilir... Nebiler,şehidler ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve  zaman zaman biraraya gelerek görüştükleri âlemdir.

FİYSEBİLİLLAH”  ALLAH yolunda ŞEHİD  olmuş kimseler ile, “ölmeden  evvel ölmüş” diye târif edilen evliyaullah ve  nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE”   serbest  dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir.. 

BERZAH  YAŞAMINDA...  ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER  Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar...

Ayrıca, berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde  oradakilerin idaresi söz  konusudur...  

BERZAH  âlemindeki   velilerden dünyada iken  “FETİH”  sahibi olmuş olanlar,  dünyadakilerle iletişim kurabilirler..  Buna karşın, dünyada  “KEŞİF”  sahibi  olmuş fakat “FETİH” elde edememiş evliyaullah ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler ile direkt iletişim kuramazlar..

Vefat eden kişi, daha mezarda toprağa verildiği anda “ Münker – Nekir “ adında iki melek gelir, üç şey sorar. Bazıları bu sorgulamanın hemen akabinde kabirden-mezardan çıkar. Mezar ve kabir şartlar biter. Ruh, kendi âlemine veya Berzah’a geçer.

Ama, diğer büyük çoğunluk, uzun süre mezar içinde kalır. Dolayısıyla, mezar azâbı onda uzun süreli olur. Toprağa konulan, ölümü tadan her nefs, üzerine toprak atıldığını görecek.

Ama, olayı çok kısa sürede, daha mezar toprakla dolmadan dahi atlatan var. Çok uzun süre, toprak altında mezar azabında kalan da var.

Mezar âlemi başka, kabir âlemi başka,  berzâh âlemi başka!.

Mezarda; mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu “mezar âlemi”. Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur.

Ondan sonra, cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları görüyorsun. Ve, dünyada ürettiğin bir takım melekler veya kötü mahlûklar sana zarar vermeye başlıyor. Bu, senin “kabir âlemin” oluyor.

Gördüğün rüyayı düşün! Bir rüyâda devamlı kâbus görüyorsun. Bu senin o anda kabir âlemin oluyor. Bir de, kabir âlemine  girmeden, mezardan geçtikten sonra direkt,  Berzah âlemine geçip, orada yaşayan ruhlarla birlikte olanlar var!.

İşte orası, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan bir yer.

Ama, çok büyük bir çoğunluk, kabir âlemindedir. Hani, ya kâbus türü rüyalar gören, ya da güzel rüyalar gören kişi durumundadır.

Bu durum kıyamete kadar böylece devam eder.

Kabir âlemi,  aynen aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün  farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına değerlendirir.. 

Nasıl dünya yaşamını gerçek yaşamıs gibi algılarsa kişi  dünyada yaşarken;  ayni şekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder... Bu ya “Kabir Cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “Kabir Cehennnemi” denilen biçimde  kâbus türünden son derece korkunç, ızdırap verici görüntüler içinde  sürer..    Bu devre kıyamete kadar böylece devam eder...

Kabir âlemi(Ruhlar Âlemi), “nâri boyut”tur!

Burada, kabir cenneti veya kabir cehennemi tarif ediliyor. Hakiki cennet ve cehennem değil!..

Bir de burada belli ruhâni güçler elde etmiş olanlar var,kabir âleminde.

Meselâ, veliler!

Bu yüksek dereceli veliler; yani hakikate ermiş, hakikatı yaşama durumuna girmiş; terkib değişiklikleri oluşmuş ve bu terkib değişiklikleri sonunda, kendindeki bazı ilâhî kuvvetleri keşfetmiş ve o kuvvetlerle tahakkuk etmiş olanlar var!

Bunlar, o âlemde kendi aralarında görüşürler. Bir araya gelirler, çeşitli konularda fikir alışverişi yaparlar, birbirlerine kendilerindeki değişik tecellileri anlatırlar; değişik müşahedeler üzerinde taştışmalar yaparlar.

O âlemin kendine has bazı işlemleri vardır.işlemler üzerinde de belli bir vazife taksimi vardır, bunların ileri gelenleri arasında.

O âlemde belli düzeye gelmiş, belli konular açılmış, belli noktalarda takılmış gibi kişiler vardır.

Bunların orada eğitimi yapılır. Yani onlar orada eğitilir, belli şeyler idrak ettirilmeye çalışılır. Anlayamadığı noktalar atlatılır vs. Onlarda böylece bir durumda devam eder. Yani oranın da kendine göre belli bir idare kadrosu vardır. Nasıl dünyada, 4’ler, 7’ler, 3’ler, 40’lar diyoruz! Bunun mukabili olan, oranın da kendine has bir kadrosu vardır.

hf

 

“KABİR ÂLEMİNDE” NAMAZ KILINIR MI? !

 İnsan şuur boyutu için yaratılmıştır,esas  itibariyle !

Beden boyutu bu dünyada kalacaktır,bedensel ibadetlerde bu dünyada kalacaktır.

Ölüm sonrasında bedensel boyuttaki ibadetlerin hiçbiri yoktur.Ne namaz-ne oruç-ne vs..Ama Berzah  Âleminde de Evliyaullah’ın namaz kıldığından  söz edilir ve bu bize çelişki gibi gelir.Hani kabir âleminde namaz yoktu,oradakiler şuur boyutunun namazının secdesidir.OKUma yollu oluşan bilgilerin getirdiği rùkù ve secdedir,kâbir âlemindeki!

“Valla bizim köydeki evin bahçesinde bir yatır var,bazen geliyor abdest alıyor,havluda ıslanıyor,hatta namaz kılıyor”!..

Cinlerin oyununa geliyorsun!

Kabir âlemindeki evliyaullahın kıldığı namaz “şuur boyutunun namazı”dır.

hf

 

KABİR SUALLERİNİN

CEVAPLARI NASIL VERİLİR?

 Kâbirde bana, mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca "Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın ne" şeklinde sigaya tutulacağıma göre...

"Rabbim Allah" diyebilmem için, öncelikle "Kur'ân-ı Kerim’in açıkladığı Allah" kavramını çok iyi idrak edip bunun sonuçlarını hissedebilmem!. "Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa" diyebilmem için, "Allah Rasûllüğünün" nasıl bir şey olduğunu, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek istediğini iyi anlamam ve O'nu tasdik etmem!. "Kitabım Kitabullah'tır" diyebilmem için, "Kitabullah'ı OKU'yabilmem"; ya da "Kitabım Kur'ân-ı Kerîm" diyebilmem için Kur'ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.

Dünyada bırakıp gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!. Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları "İslam Dini" sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan yorumları, "İslam Dini" ve bizi bağlamaz!.

 hf

KABİR AZÂBI

 Belki de milyarlarca sene sürecek olan kabir âlemi yaşamında, kişi “RUH” olarak diri ve şuurlu kaldığına göre azab duymaz deniyor, öyle ise, kâbir azabı nedir ve nasıl oluyor?...

Çokça sorulan sorulardan biri de budur... Cevabını verelim...

Kişi kabirde ve kabir âleminde şuurlu, aynen dünyada olduğu gibi aklı başında bir haldedir... Kendi bedenini, çevresini de görmektedir. Mezar içindeki çeşitli haşerat, fare, yılan, çıyan vs gelip kendi yüzünü, yanağını yemeye  başladığı zaman, o bunu tamamıyle kendinin yendiği şeklinde algılayacaktır!... Zira, bütün yaşamı boyunca, o bedeni, o yüzü kendisi olarak kabullenmiş ve bu kabulleniş de olduğu gibi dalga bedenine, bilincine yüklenmiştir!..

Bu nedenle otomatik olarak olaya bu bilinçle  bakacak; ve bunun sonucu olarak da, ister istemez büyük bir azab duyacaktır!..

Bunun misâlini şöyle verebiliriz... Gün boyu bir takım şeylerden korkuyorsunuz ve derken uyuyorsunuz... Uykunuzda o sizi korkutan şeyler rüyanıza giriyor!.. Evet, fizikman bedeninize yapılan bir şey yok, ama gündüz bilincinize yerleşmiş olan o korkutucu şeyler, sizin o anki  yaşantınızı kâbusa çevirmiştir!..Rüyada duyduğun acı, beynin ruha yüklediğini gösterir... Kabir azabı dahi bu yüklenmeden dolayıdır...

Dünyada yaşarken, Allah Rasûlü’nün uyardığı tarzda çalışmalarla kendini o şartlara hazırlamamışsa; artık o ortamda kesinlikle yapabileceği hiç bir şey yoktur; içinde bulunduğu şartlara ve sonuçlarına katlanmaktan başka!.

“Kabir azabı” denilen şey burada oluşan yaşam biçimidir..

Vel bâ`sü ba`del mevt”in anlamı “öldükten sonra kıyamette dirilmek” değil; “ölümle birlikte yeni bir bedenle yaşama devam etmek”tir!.

“ Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.

Kişi kesintisiz olarak ruh boyutuyla yaşamına şuurlu olarak devam eder.

Kişi rüya görürken,  rüyanın içinde iken; “Ben bu rüyayı beğenmedim, biraz da başka tarz bir rüya göreyim.” diyerek gördüğü rüyayı arzusuna uygun olarak değiştirebilir mi?.. Hayır!..

Aynı şekilde, tüm dünya yaşamında beynine “Ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği için, ölümü tatma anından itibaren  bu bedenle ilgin tamamen kesildiği  halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen,  bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.

 Ruhuna  yüklenmiş olan  kayıtlar; “Ben bu bedenim!.” şeklinde olduğundan, sen de cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada kalıyorsun!..

Bu dünyada yaşadığın süreç içinde “ ben bu beden değilim! “ bilincini oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.

Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden, korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.

Bir rüyada boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman ne hâle geliyorsun?.

Rüyada gerçekten bedene verilen bir eza cefa var mı? Hayır!.

Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun bir düşün!

Oysa olay, ruh boyutunda oluyor.

İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen “ruh boyutu”nda cereyan ediyor.

 

İşte mezar yaşamı da, eğer dünyada iken bu ortama karşı tedbir alınmamış ise, otomatik olarak kâbusa dönüşecektir... Uyanması mümkün olmayan bir kâbûs!..

Bu durum da dini terminolojide “kabir azabı” diye anlatılmıştır...

Gündüzleriniz ve bilinç düzeyiniz nasıl rüyalarınıza yansıyorsa ve o rüyaları değiştirmek elinizde olmuyorsa; kabir yaşantısı da onun benzeri bir şekilde, artık değiştirmeniz mümkün olmayan bir tarzda kıyamete kadar sürüp gidecektir...Ve kabirdeki bu bitmez tükenmez kabusa, azaba karşı,  şu anda yaşarken tedbir almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da  mümkündür ki bu yüzden “Din” gelmiştir...

hf

 SORGU MELEKLERİ NİÇİN HERKESE FARKLI GELİR?!

 Nur yapılı birimler , bir beden veya şekille bağımlı olmayıp, dilediği beden şekline bürünebilir…

 Nur boyutundaki cennette yaşayanların tümü, gerçekte nur yapılı şekilden beri bilinç varlıklardır; algılayanın veri tabanına göre görüntü verirler.

 Kabir âlemindeki sorgu meleklerinin, herkese değişik gelmesinin de nedeni budur.

hf

 KABİRDE AZÂBI KİMLER YAPACAK?!

 Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon olarak iki tür varlık yaratır!..

Ya , insana ,tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek varlıklar! Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde, kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!..beyin dalgalarının meydana getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya hayâl âlemi dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk duyar...Âlemi berzahta; kabir âlemi dediğimiz âlemde.

hf

 KABİRLERDEN ÇIKMA EVRESİ

 Kâbir âlemi yaşamında, uykuda, yaşadığınız duyguları, çok daha fazlasıyla ve çok daha yoğunluklu olarak yaşayacaksınız.

Bu durum “Sistemin kıyâmeti” dediğimiz, Dünya’nın Güneş tarafından yutulması evresine kadar devam edecektir.

Güneş Dünya’yı yutmaya başladığında; Dünya’nın manyetik alanı ortadan kalktığında, bütün insan ruhları, otomatik olarak kendilerini bizim anlayışımıza ve yapımıza göre cehennem olarak tanımlanan, Güneşin, dalga boyutlu yapısı içinde bulacaklardır…

Bu evre insanların kâbirlerinden çıkması olarak tanımlanmıştır.

hf

KADER

 ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir..

Kader, “sır” olarak  ifade edilmiştir... “Sistemin işleyişi”  ve “Sistemin Bilinci” anlamında olarak!

Tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..

Ve bizim de «hayal» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..

Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.

“Kader”, senin anladığın gibi olmayıp ; genetik programının astrolojik (meleki) etkilerle yönlenerek açığa çıkmasının adıdır... Yukarıda biri oturup kader yazmaz!...

Astrolojik etkiler ise , Cennet yaşamında da devam eder...

İşte, «KADER» denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.

hf

KADERE NASIL İMAN EDECEĞİZ?

 Asırlar boyudur kolay kolay anlaşılamamış bir konu bu!..

Hemen herkes bu konuda aklına geleni konuşmuş. Ama genellikle kimse de, bu hususu konuşmadan evvel acaba Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûl-i Ekrem’in kader hakkında dedikleri nedir, diye araştırmamış.

Gerçekten acaiptir; çünki, öyle kader konusunda kitaplar görüyoruz ki baştan, aşağı çeşitli kişilerin "kaderle" alâkalı görüşlerini toplamasına rağmen; içinde bu konudaki nice Rasûlullah açıklamalarından, beş tanesi bile yer almamakta!.

İnsandaki "İrâdeî cüz"ü ispatlayabilmek uğruna, bu husustaki âyetler ve hasır altı edilmekte!..

Bize göre dini anlamış kişi, âyet ve hadîs hükümlerini izâhtan âciz kaldığı noktada, hasır altı etmez; sadece o husustaki âczini itiraf eder ki, bu da bir kemâlâttır.

-Kul kendi iradesiyle yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine katlanır" şeklinde özetleyebileceğimiz görüşü savunanlara "KADERİYE"ciler denmiştir. Ki bunlar hakkında

 "Ümmetimin mecûsileridir, kaderiyeciler"

 şeklinde bir hüküm gelmiştir.

"Kaderiyeciler", "kul kendi kaderini kendi yazar"; görüşünde olanlardır... "Allah" da ötelerden bir yerde; ya da başka bir boyutta oturup, bu boyutta yapılanları seyreden bir varlığın adı herhalde?!...

Esasen Kur'ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız hükümler serdeder.

Geriye kalan ve adlarına "ehli sünnet" ile "cebriye" denen iki görüşün fikirlerine ise; her fikir sahibine ve neticesi de kendisine aittir; diyerek değinmiyeceğiz.

Burada biz çeşitli görüşleri tartışmak ya da savunmak için konuları açıklıyoruz değiliz zirâ...

Ancak, insanın yapısını, hangi tesirlerin altında nasıl yaşadığını, varlığının ne olduğunu anlattıktan sonra, dinde “Kader” mefhumunun nasıl anlatıldığını açıklama noktasına geldik.

Bunu da farketmek MECBURİYETİNDEYİZ!..

Allah’ın azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve sahip olduğu şeyler nelerdir.

Kısaca, "Allah" ismiyle işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye sahiptir.

Evet, yüz milyarlarca ve yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın yeri ne?

Buyurun bu konuda bir hadîs-i Kudsî:

-Rasûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu’,

Allâh azze ve celle şöyle diyor:

 "EY kullarım. Hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim hariç. Benden isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim.Hapiniz fakirsiniz, ancak benim zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.

 Hepiniz günahkârsınız, ancak benim mağfiret verdiklerim müstesnâdır; içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse, aldırış etmeden (günahlarının büyüklüğüne) bağışlarım!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvâlısı kalbi gibi olsalar, bu durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi inkârda olsalar), bu durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar eksiltmez!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir sahada toplansa ve içlerinden her insan ümitleri yettiği kadar istese, her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa. Kesinlikle bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın sahibiyim, yüceyim.

 DİLEDİĞİMİ YAPARIM!..

 Bağışım bir sözdür. Azâbım bir sözdür.

 Bir şeyin olmasını istersem emrederim, "OL" derim; ve o şey olur!.."

 Nasıl ?.., bir şeyler anlatabiliyor mu, bizim yerimiz, haddimiz, gücümüz, irademiz, kudretimiz hakkında bu hadîsi kudsî?..

Az evvel anlatmaya çalıştığımız gibi. Kâinatta dünyadan 1 milyon küsür defa büyük güneşin yeri iğne ucuyla gösterilemezken, gururundan, kendine biçtiği pâyeden yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu bu satırlarda?

Evet, bizde, "ALLAH’A RAĞMEN", bir iş yapabilecek potansiyel mevcut mu?

Buyurun sıra geldi KADER BAHSİNE...

Astroloji bölümünde insan beyninin aldığı tesirler ile tüm yaşamının programlanmış olduğunu normal şartlarda bunun değişmesinin de asla mümkün olamayacağını açıklamıştık. Yani bir diğer ifade şekliyle kişinin kaderinin, beynin ilk teşekkül devresinde kozmik kalemle yazılıp bu yazının kuruduğunu ve artık yeni tesirler ile değişmeyeceğini beyan etmiştik.

İnsanın kaderi...

Elinde olan bir şey var mı?..

Kaderi önceden yazılı mı?..

Her şey olup bitmiş mi?..

Bakalım bu konuda Kur'ân-ı Kerîm’in hükmü ne; ve gene Hz. Resûli Ekrem Muhammed Mustafâ aleyhi’s-selâm "Kader"i nasıl tarif etmiş. İman edilmesi zorunlu "Kader" mevzûunda neler açıklamış!..

hf

 KUR'ÂN-I KERİM VE HADİSLERDE

"KADER"  ANLATIMI

 

 1- ALLAH İSTEMEDİKÇE SİZ İSTEYEMEZSİNİZ!.. (İnsan-30)

 2-HALBUKİ SİZİ DE YAPAGELDİĞİNİZ ŞEYLERİ DE ALLAH YARATMIŞTIR!.. (Saffat-96)

 3- "YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE SİZE İSABET EDEN BİR MÜSİBET, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN EVVEL, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR.

 BUNU, ÖNCEDEN MUKADDER VE YAZILI OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GİREN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN (açıklıyoruz)!.. ALLAH DÜNYALIKLA BÖBÜRLENENİ SEVMEZ"   (Hadîd-22/23)

 4- YÜRÜR HİÇ BİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA  ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.. (Hud-56)

 5-DE Kİ: HEPSİ DE KENDİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA (Şakûllerinde) FİİLLER ORTAYA KOYARLAR. (İsra-84)

 6-"ALLAH DE, ÖTESİNİ BIRAK..." (En’âm-91)

 7DİLEDİĞİNİ YAPAR. (Bürûc-16)

 8-YAPTIKLARINDAN SUAL SORULMAZ!.. (Enbiya-23)

 9-BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE HALKETTİK!.. (Kamer-49)

 Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda bu meâllerde daha pek çok âyeti kerîmeler olmasına rağmen aklı olana bu kadarı yeter; ahmaklığın ise devâsı yoktur, diyerek; şimdi de SAHİH-İ MÜSLİM isimli hadîs kitabının "KADER" bahsinde bize nakletmiş olduğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in açıklamalarına idrâklarımızı yöneltelim.

Ebu’l-Esved ed-Dieliyy şöyle dedi:

İmran ibn Husayn radıya’llâhu anh bir gün bana şöyle sordu:

-İnsanların yapmakta oldukları ve emek çekip didindikleri şeye ne dersin?.. Kendilerine hüküm olunan ve sebkât etmiş bulunan kaderden, kendilerine gelip geçen bir şey midir?.. Yahudi Nebilerinin getirdiği şeylerden olup da kendilerini karşılayacak ve aleyhlerine delil sâbit oluveren şeylerden midir?..

-Hayır!.. (karşılacakları tesadüfî işler değil). Lâkin, geçmişte kendilerine yazılan ve kendilerine gelip çatan bir şeydir!.. dedim.

Bunun üzerine İmran bin Husayn sordu:

- Öyle ise bu insanlara ZULÜM olmuyor mu?..

Bu sözden şiddetle korktum ve şöyle dedim:

Her şey Allah'ın mahlûkudur ve elinin mülküdür!..

 -O YAPTIKLARINDAN MES'ÛL OLMAZ; FAKAT ONLAR MES'ÛL OLURLAR!.." (Enbiya-23)

 -Allah sana merhamet buyursun!.. Ben sana sorduğum şeylerle ancak senin aklını imtihan etmek istedim. Müzeyn kabilesinden iki kişi Rasûlullah’ın yanına geldiler ve şöyle sordular:

-Yâ Rasûlullah!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan bir kaderden olarak, kendilerine isabet eden bir şey midir?.. Yahud, peygamberlerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sâbit olan şeylerden olarak, kendilerinin karşılayacakları şeyler içinde midir?..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allâh’ın kitabında bunun tasdiki şu âyettir:

 -HER BİR NEFSE VE ONU DÜZENLEYENE, SONRA DA ONA HEM KÖTÜLÜĞÜ, HEM KORUNMASINI İLHAM EDENE. (Şems-7/8)

 -Câbir radıyallâhu anh şöyle dedi:

Surûkatubnu Mâlik ibn Cu'şûm geldi ve şöyle sordu:

- Yâ Rasûlullah!.. Bize DİNİMİZİN ASLINI BEYAN ET!.. Bugünkü amel neyin içindedir?.. Bunun bilgisine nisbetle, biz sanki, şimdi yaratılmış gibiyiz. Bugünün ameli, kalemlerin yazıp da kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde midir?.. Yoksa karşılaşacağımız işler içinde midir?

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

 -Hayır!.. Bugün ki iş, yeniden oluşacak işler içinde değildir!.. Fakat kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan etmiş olduğu işler içindedir!.. Buyurdu.

 Surâka bu defa sordu:

- Öyle ise amel ne için?..

Züheyr dedi ki: Bundan sonra Ebu Zübeyr anlamadığım bir şey konuştu; ben ne dedi, diye sordum:

 -Amel ediniz, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır!." buyurdu.

 -Abdullahibn Mes’ud radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Bize dâima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 - Sizin birinizin ana-baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman içinde katı bir kan pihtisi halini alır. Sonra yine o kadar zaman içerisinde bir çiğnem ete tahavvül eder. (120. günde) ona bir melek gönderilir de bu melek ona ruhu nefheder. Ve melek dört kelime ile yani rızkını, ecelini, amelini, said ve şakî olduğunu yazmakla emrolunur.

Kendisinden başka Hak ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki: sizden biriniz cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder. Nihayet kendisi ile Cennet arasında bir zirâ’dan başka mesafe kalmaz!.. Bu sırada yazı o kişinin önüne geçer!.. Bu defa o kişi cehennem ehlinin ameliyle âmel etmeye devam eder.

Ve yine sizden biriniz Cehennem ehlinin ameliyle âmel eder, nihayet kendisiyle cehennem arasında ancak bir zirâ' mesafe kalır. Bu sırada yazı önüne geçer!.. Bu defa da o kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve cennete girer!.’

Enes İbn Mâlik radıya’llâhu anh şu hadîs- Rasûlullah'a bağladı:

Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

 -Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah rahime bir melek tevkil etmiştir.

-Melek, "Ey rabbım bir nutfedir; ey rabbım bir kan pıhtısıdır; ey rabbım bir çiğnem ettir" der. Allah bir mahlûk hükmedip yaratmak istediğinde Melek,

"ey rabbım erkek midir yahud dişi midir; şakî midir yahud saîd midir; rızkı nedir; ecelî nedir," sorularını sorar. BUNLAR ANASININ KARNINDA İKEN BÖYLECE YAZILIR!."

 -Hazreti Ali Radıyallâhu anh şöyle anlattı:

Biz bir defasında Bâki-ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Rasûlullah’ın beraberinde bir âsâ vardı. Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı. Sonra:

 -Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna olmamak üzere, muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerine Allah yazmıştır!.. Ve herkesin şakî veya saîd olduğu muhakkak yazılmıştır!..

 Buyurdu. Bunun üzerine sahabîlerden bir kimse şöyle sordu:

-Ya Rasûlullah, öyle ise bizler âmeli terkedip, bu yazımız üzerine kalalım mı?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

 -Saîd olan kimse, saâdet ehlinin ameline ulaşacaktır. Şakî olan kimse de, şekâvet ehlinin âmeline ulaşacaktır. Sizler âmel edip çalışın!.. Çünki herkese kolaylaştırılmıştır!.. Sâid olan Saâdet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR, şakî olan da şekâvet ehlinin AMELİNE KOLAYLAŞTIRILIR.

 Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu:

 -BUNDAN SONRA KİM VERİR VE SAKINIRSA, O en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür en güzeli olan sayarsa, biz de onu en güç olan için hazırlayacağız" (Leyl- 5/10)

 İmran İbn Husayn radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Bir kimse tarafından şöyle soruldu:

-Ya Rasûlullah, cennet ehli ateş ehlinden (ayırdedilip) bilindi mi?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

 -Evet!..

 Yine o zât tarafından:

- Öyle ise âmel edenler niye böyle çalışıp duruyorlar?.. denildi.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

 -Herkes niçin yaratıldı ise, onun yolları kendisine kolaylaştırılmıştır!..

 Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, dedi:

 -Hakikaten öyle adam vardır ki; uzun zaman cennet ehlinin amelini işler; sonra onun bu yaptıkları, ateş ehlinin ameli ile son bulup, mühürlenir. Kezâ kişi uzun   zamanateş ehlinin amelini işler; sonra da onun bu âmeli cennet   ehlinin ameliyle son  bulup, mühürlenir!..

 Sehl İbn Sâ’d es Saidiyy radıya’llâhu anh der ki; Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Hakikaten öyle adam vardır ki, insanlara zâhir olan halleri ile muhakkak cennet ehli ameli yapar!.. Halbuki kendisi ateş ehlindendir!.. Ve yine öyle adam vardır ki insanlara görünüşte mutlak ateş ehlinin amelini işler, halbuki kendisi cennet ehlindendir!..

 Tâvûs şöyle dedi:

Ben Rasûlullah’ın sahabîlerinden birçok insanlara eriştim. Onlar "HER ŞEY KADER İLEDİR" diyorlardı. Ben Abdullah ibn Ömer radıyallâhu anhdan şöyle işittim:

"Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

 -HER ŞEY KADER İLEDİR!.. HATTÂ ÂCİZLİK İLE ZEKÂ VE BECERİKLİLİK BİLE!.. Yahud BECERİKLİLİK ve ZEKÂ İLE ÂCİZLİK BİLE.

 İbn Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatıyor:

Ebû Hureyre'nin, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, diyerek, rivayet ettiği şu hadîstekinden daha küçük, günaha benzer hiçbir şey görmedim!..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Allah âdemoğluna zinâdan nasibini takdir etmiştir!.. Hiç şüphesiz âdemoğlu takdir edilmiş olan bu âkıbete erişecektir!..

İmdî göz zinâsı bakmak, dil zinâsı konuşmaktır. Nefis temennî eder ve iştahlanır.

Tenâsül uzvu ise bu organların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir, yahud yalanlar. (Buharî-Tecrid-2132)

 Ubeyy ibn Kâ’b radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

 -Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp bürüyecekti!..

 Aişe r.a. şöyle demiştir:

"Bir küçük çocuk öldü. Ben de:

- Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim.  

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 - Bilmiyor musun ki, ALLAH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için bir takım insanlar yarattığı gibi,  ikincisi için de bir takım insanlar yarattı.

Bir  diğer nakilde;

- ALLAH cennet için bir takım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de bir takım insanlar yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı...          (Müslim- Ebu Davud)

Aişe r.a. şöyle demiştir:

-Ya Rasûlullah müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının (âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.

-Onlar babalarındandır ,buyurdu.

-Hiç bir amel yapmadan nasıl olur? dedim.

-Onların ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.

-Ya Rasûlullah, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum

 -Onlar da babalarına bağlıdır, buyurdu.

 -Hiçbir amel işlemeden mi? diye sordum.

-ALLAH onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi

bilir, buyurdu. (Ebu Davud)

ALLAHû Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 "Bir resul göndermeden hiçbir kavmi helâk eder olmadık!" (İsra sûresi, 15)

 Yezîd ibn Hürmüz ile Abdurrahman el A’râc dediler ki:

-Biz Ebû Hureyre'den işittik şöyle dedi, Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- Adem ile Musa Aleyhisselâm RABLARI KATINDA birbirlerine karşı delil getirecek tartıştılar. Neticede Adem, Musa'ya HÜCCETLE galebe etti.

Musa:

- Sen Allah'ın kendi eliyle yarattığı; kendi Rûh'undan ruh üflediği; meleklerini secde ettirdiği; cennetinde iskân edip oturttuğu; sonra da yapmış olduğun hatadan dolayı insanları arza indirten Adem misin, diye sordu...

Adem:

- Sen Allah’ın Rasûllükle ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her şeyin beyânı bulunan levhaları verdiği; ve yavaşça konuşucu olarak seni kendisine yaklaştırdığı Musa'sın!.. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Allah'ın Tevrat’ı yazdığını biliyorsun!.. dedi.

Musa:

- 40 yıl önce!..

dedi. Adem:

- Peki, Tevratın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU da ŞAŞIP KALDI". (Ta-ha:121) âyetini buldun mu?.. diye sordu. Musa dedi:

- Evet buldum..

Adem:

-Öyle ise, Allah’ın beni yaratmasından 40 sene önce, benim yapmamı üzerime takdir ettiği işi yapmamdan dolayı beni azarlayıp, kınıyorsun!.. dedi.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

- "Böylece Adem, Musa'yı hüccet ile mağlub etmiştir."

Abdullah ibn Amr ibn As radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden duydum, şöyle buyurdu:

 -Allah mahlûkâtın KADERLERİNİ semâları ve arzı yaratmasından 50 BİN sene EVVEL YAZMIŞTIR!..

 Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, dedi:

 - Her birinde hayır olmakla beraber, Allah’a göre kuvvetli mü’min zâif mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir. Sana yararlı şeyler üzerinde hırs ile çalış, Allah’dan yardım iste acze düşme.

EĞER SANA BİR ŞEY, BİR MÜSİBET GELİP İSABET EDERSE, "KEŞKE ben böyle yapmasaydım, böyle olurdu" deme!.. Fakat,

-Allâh BÖYLE TAKDİR ETMİŞ, O DİLEDİĞİNİ YAPAR!.." de. Zirâ bu "KEŞKE"(...seydim) kelimesi şeytanın amelini açar!..

 Bu bölümde de SÜNEN-İ TİRMÎZİ isimli Hadîs kitabından gene "Kader" konusundaki bir kısım Hadîs-i şerîfleri naklediyoruz:

Abdullah bin Ömer radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Ömer radıya’llâhu anh:

-Yâ Rasûlullah. Yapmakta olduğumuz işin, yeni oluşan bir iş, veya bir başlangıç mı olduğu; yoksa önceden tamamlanan bir işde mi çalıştığımız kanâatindesin?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Ey Hattaboğlu, önceden tamamlanan bir işte!.. Herkes kolaylıkla başaracaktır!.. Ne var ki saadet ehlinden olan saadet için çalışacak; şekâvet ehlinden olan da şekâvet için çalışacaktır!

Selman radıyallâhu anhdan rivayet olunmuştur:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Kazayı ancak duâ önler; ve ömrü yalnız iyilik artırır!..

 Ebû Hizâme radıya’llâhu anh rivayet edilmiştir:

Bir adam Rasûlullah’a gelerek sordu:

 -Yaptırdığımız afsun (okunma)ların, tedavide kullandığımız ilaçların ve tuttuğumuz perhizlerin, Allah’ın kaderinden herhangi bir şeyi önleyeceği görüşünde misin?..

 -Onlar da Allah’ın kaderindendir!

 -Ademoğlu, yanıbaşında 99 ölüm olduğu halde sûretlenmiştir!.. Şayet bu ölüm tehlikelerini atlatır ise, ihtiyarlığa düşer ve neticede ölür!..

 Hazreti Ali radıya’llâhu anh’dan rivayet olmuştur:

 Kul 4 esas iman etmedikçe mü’min olamaz!.. Allah’dan başka ilâh olmadığına, Benim Rasûlü olup Hak ile gönderdiğine, ölüme ve öldükten sonra yaşamaya ve kadere iman edecek.

 Câbir bin Abdullah radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Bir kul, hayrı ve şerri ile kadere imân etmedikçe; kendisine isabet edenin ondan şaşmasına; kendisine isabet etmeyenin de ona isabet etmesine kesinlik ile imkân olmadığını bilmedikçe; mü’min olmaz!..

 Abdullah bin Amr radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem elinde iki kitap (tutuyormuşcasına) üzerimize çıka geldi. ve:

 -Bu kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?.. Buyurdu.

 -Hayır yâ Rasûlullah, ancak bize bildirirsen... dedik.

Bunun üzerine sağ elindeki kitab için.

 -Bu âlemlerin Rabbından bir kitaptır!.. Cennete gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri, bu kitabda mevcuttur!.. Orada son kişilerine kadar icmâlen yazılmıştır ki, artık onlar kesinlikle artırılmayacak ve eksiltilmeyecektir!..

 Sonra sol elindeki kitab için de. 

- Bu da âlemlerin Rabbından bir kitapdır. Cehenneme gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri bu kitabda mevcuttur. Orada son kişilerine kadar icmalen yazılmıştır. Artık onlar asla arttırılmıyacak ve eksiltilmeyecektir!..

 - Yâ Rasûlullah, durum önceden tamamlanmış ise; o halde amel neye yarar?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Doğru olun ve mutedil davranın. Çünki cennete girecek kişi, her ne amel işlemiş olursa olsun, onun ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır!.. Cehenneme girecek kişi de, ne amel işlemiş olursa olsun cehennem ehlinin ameli ile ameline son verecektir!.. Rabbimiz KULLARIN KADERİNİ TAYİN ETMİŞTİR!.. Bir bölük cehennemdedir!..

İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anhden:

-Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem bize hutbe irâd ederek:

 -Hiç bir şey, hiç bir şeye hastalığını bulaştıramaz!..

Bunun üzerine bir a’rabî sordu:

 - Ya Rasûlullah, haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra bütün develeri uyuz yapıyor!?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

 - O halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir?.. Advâ ve sefer yoktur!.. ALLAH HER NEFSİ YARATMIŞ ONUN HAYATINI, RIZKINI, KARŞILAŞACAKLARINI TAKDİR ETMİŞTİR!

 Buharî’den. Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’dan.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti cennete koyamaz!..

 Bunun üzerine ashabı sordu:

- Seni de mi koymaz Yâ Rasûlullah?..

Resûl-i Ekrem şöyle cevab verdi:

 -Evet, beni de!.. Allah’ın fazlı ve rahmeti beni kuşattığı için cennete girerim. Bu sebeble ashabım iş ve ibâdetinizde ifrat ve tefritten sakının. Doğru yoldan gidip Allah’a yaklaşınız. Sakın hiç biriniz ölümü temenni etmesin!..

Çünki o, hayır sahibi ise, hayrını arttırması umulur; günâhkâr ise tevbe ederek ölmesi beklenebilir.(Tecrid-1918)

Abdullah bir Amr radıya’llâhu anh’den rivayet olunmuştur:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Muhakkak yüce Allah yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara nurundan saçtı!.. Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi!.. Nasibini alamayan da delâlete saptı!.. Bunun için ALLAH'IN İLMİNE GÖRE KALEM KURUDU!.. (Tırmizi-2780)

 Zeyd bin Sâbit radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Ben Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den duydum şöyle buyurdu:

 - Eğer Allah sahibi olduğu göklerin halkını ve yerin halkını azâblandırsa idi, onlara zulmetmeden azâb vermiş olurdu!..

Eğer, onlara merhamet etse idi, Allâh’ın rahmeti onlar için, kendileri için işledikleri âmellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu.

Ve eğer senin, Uhud Dağı kadar altının olup, hepsini Allah yolunda harcamış olsaydın; Sen, kaderin hepsine inanmadıkça ve SENİN BAŞINA GELMİŞ OLAN ŞEYLERİN GELMEMESİNİN MÜMKÜN OLMADIĞINI; ve başına gelmemiş olan şeylerin de gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe (kabul olmazdı). Kezâ anlatılan bu inançtan başka bir akîde üzerine ölürsen şüphesiz cehenneme gireceğini kesin olarak bilmedikçe, senden kabul edilmezdi. (İbn-i Mâceh-Mukaddime)

 Süraka bin Cü’şum radıya’llâhu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi şöyle demiştir:

Ben Rasûli Ekrem sallallâhu aleyhi ve selleme dedim ki:

 -Yâ Rasûlullah!.. AMEL, kaderleri çizen kalemin yazdığı mukadderâtın cümlesinde mi ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?.. Yoksa AMEL, (için geçmişte bir kader sözkonusu olmayıp) istikbalde takınacağı tavra göre mi?..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

 -FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan mukadderâttan olup, kâlemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.. Herkes ne için yaratıldı ise ona müyesser kılınır!.. (İbn-i Mâce Mukaddime)

 «Tâvûs şöyle anlattı:

Ben Rasûlullahın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sahabîlerinden bir çok insanlara eriştim... Onlar, «HER ŞEY KADER İLEDİR» diyorlardı..

Ben, Abdullah İbni ÖMER'den şöyle işittim: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu;

 «HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hattâ, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik bile!..»

 Abdullah b. Amr r.a. söylemiştir:

Rasûlulah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i işittim, şöyle diyordu:

 -Muhakkak yüce ALLAH yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı; sonra onlara nurundan saçtı!

Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi !..  Nasibini alamayan da dalâlete saptı!.

Bunun için, "ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!..  yani işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır." derim.  Tırmizî (İmam b. Hasan senetle) 

Ebu Hüreyre r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı. Ve:

 -Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size! buyurdu.   (Tırmizî)

Cabir r.a. den:

Rasûlullah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 -Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini bilmedikçe, hiç bir kul iman etmiş sayılmayacaktır.  (Tırmizi)

Aişe r.a.'den:

Rasûlullah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 -Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLAH ve gelmiş geçmiş her Nebi ve Rasûl  lânet etmiştir. Bunlar:

ALLAH'ın kitabına ilâve yapan, kaderi tasdik etmeyen, ALLAH'ın zelil kıldığı (günahkârları) yükseltmek, aziz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için ceberut ile insanların başına musallat olan, Mekke hareminde yasak olanı işleyen, Ehl-i beytime zulm eden, bir de sünnetimi terk eden kişidir. (Tirmizi)

 Ümmü Habibe r.a.:

-Ey ALLAH'ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullah'tan babam Ebu Süfyan'dan ve kardeşim Muaviye'den faydalandır!.dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine:

 -Sen ALLAH'tan kesinleşmiş eceller ve zarûri olan bir takım şeyler ve taksim edilmiş rızıklar hakkında bir takım talepte bulundun ki; ALLAH onlardan hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!.. Eğer, ALLAH'tan seni Cehennem'deki azabtan ve kabirdeki azabtan kurtarmasının isteseydin senin için daha hayırlı olurdu... buyurdu.

 Bunun üzerine bir adam:

-Ya Rasûlullah, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. Diye sordu.

Rasûlulah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:

-Muhakkak ki, yüce ALLAH hiç bir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki, sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden mevcuttular.                                         (Müslim)

Enes r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sık, sık:

- Ey kalbleri çeviren ALLAH, kalbimi dinin üzerine sabit kıl! diye dua ederdi.      

Biz de kendisine:

-Ya Rasûlullah, sana ve getirdiklerine iman ettik, bizim için (hâlâ) korkuyor musun? diye sorduk.

 -Evet, çünkü kalbler, ALLAH'ın parmaklarından ikisinin arasındadır; dilediği gibi onları çevirir, buyurdu.               (Tırmizî)

 Müslim'in lafzı şöyledir:

-İnsan oğullarının kalblerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahman olan ALLAH'dan iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir

Ebu Hüreyre r.a. den:

 Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 "Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası onu yahudi ve hırıstiyan ve mecusi yaparlar.

Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!

 Sonra Ebu Hüreyre (r.a.):

 İsterseniz "Yüzünü ALLAH'ın o fıtratına çevir ki insanları, o fıtrat üzerine yaratmıştır. "(Rum, 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi.   (Buhari, Müslim, Ebu Davud- Tırmizî)

Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.'dır. Etrafındaki çocuklara gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur.

Müslümanlardan biri:

- Ya Rasûlullah, müşriklerin de küçük çocukları buna da dahil mi? diye sordu.

 Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 - Evet müşriklerin de çocukları, buyurdu.     (Buhari)

 Ebu Hüreyre r.a. den:

" Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’a  müşriklerin küçük yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir? diye) sordular. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.      (Buhari, Müslim Tırmizî)

 Enes r.a.'den:

Adamın biri:

-Ya Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Baban cehennemdedir,

 diye cevap verdi. Soruyu soran adam gidince, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Benim babam ile senin baban ateştedirler, buyurdu       (Ebu Davud)

Zeyd b. Sabit r.a. şöyle demiştir:

"Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı.. Nerdeyse Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i üzerinden atacaktı. Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bu kâbir sahiplerini bilen var mı? diye sordu. Bir adam:

-Ben bilirim, dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:

 -Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap verdi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tabiî tutulur (fitne ve azaba duçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu kabirlerden işittiğim azabı, ALLAH'ın size de işittirmesini dua ederdim,  buyurdu.     (Müslim, Nesei)

 Sehl r.a.'den:

"Müslümanların büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine baktı ve:

 -Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!.. dedi.

 Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü. Bu, o hâli ile müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi. Nihayet yaralandı. Daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı ve vucüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılınç (sırtından) iki omuzu arasından çıktı (bu suretle intihar etti.)

Bunu gören o adam, koşarak Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve:

-Senin gerçekten ALLAH'ın Rasûlu olduğuna şehadet ederim. (Yani bu adam hakkında verdiğin haber doğru çıktı) dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Ne oldu? dedi. Adam:

-Filan kişi için; Kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın, buyurdun. Halbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi. (Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine) ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Muhakkak ki kul, (ALLAH'ın ilminde) Cennet ehlinden olduğu halde cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu halde de cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün sonlarında yaptığı amelleredir, buyurdu. (Buhari)

İmran bin Husayn radıyALLAHu anhten rivayete göre, şöyle demiştir:

Bir kere Resûlü Ekrem'e bir kimse (İmranın kendisi) şöyle sordu:

-Ya Rasûlullah, Ehli Cennet, cehennemliklerden (ALLAH'ın kaza ve kaderiyle) bilinir, (ayırd edilir) mi?

Rasûlullah:

- Evet, ayırdedilir!..

-Öyle ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işliyenler ibadet edenler niçin işlemeli?

Rasûlullah buyurdu ki;

-Herkes niçin yaradıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar... Buyurdu.    (BUHARİ-Tecrid 2062.)

 Ebu Hüreyre radıyALLAHu anhten rivayete göre Rasûlullah

(salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Ademoğluna nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin ALLAH'ın takdiridir ki; Ademoğlunu sürükler. Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o şeyi (o malı) cimriden çıkarmak isterim.  (BUHARİ-Tecrid 2066)

 "Biliniz ki muhakkak ALLAH kişi ile kalbinin arasına hail olur ve her halde siz onun divanında haşrolacaksınız"   (Enfal sûresi: 24)

 Görüldüğü üzere, evren daha varolduğu anda, sonsuza dek olacak her şey bellidir!..

Kimse ve hiç bir şey kendi yazgısını değiştiremez!..

Herkes kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Ki konumuz olan "ALLAH'ın AHAD" oluşu dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.

«ALLAH» ismiyle işaret edilenin  TEK oluşu ve "O"nun dışında hiç bir şeyin varolmayışının anlaşılamaması, «KADER» konusunda sayısız tartışmalara yolaçmıştır...

Oysa, «KADER» konusundaki bu gerçeği, Hazreti MUHAMMED aleyhisselâm tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyanlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes vurgulamıştır...

İnsanın başına gelen her şeyin istisnasız «KADER» hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslâm âleminden biri de İmam Gazalî'dir ki; "İhyau Ulûm'id Din" isimli kitabının 2. kitap 2. bâbında, "hakikat ve şeriât" başlığı altında şöyle der:

«Çünkü  biz, bütün fenalıklar, isyan, zinâ ve hatta küfür ALLAHÛ Teâlâ'nın kazası, iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır, deriz.»  

KADER konusunda nakletmiş olduğumuz sayısız Hadîs-i şerîflerden sonra, yarım akılları ve çalışmayan beyinleri ile bu hadîslere karşı çıkmak cür’etini gösterecek sözde âlimlere yine şu buyruğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ikazda bulunmak isterim:

Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’den.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Okunmakta olan hadîsimi koltuğuma yaslanmış olarak herhangi birinizin dinlemesini ve sonra da okuyana, <Sen hadîsi bırak, onun doğru veya yalan olduğunun anlaşılması için Kur'ân'dan bir şeyler oku> dediği kat’iyyen bilmeyeyim!.. Söylenen o  sözü ben söyledim.’

-Herhangi bir Hadîs-i şerîf nakline karşı, ama falanca âlim ya da filanca velîde böyle söylemiştir gibi verilen cevablar son derece yanlıştır. Bu, Rasûlullah öyle demiş ama, onun kadar değerli filanca da böyle demiş diyerek ikisini karşılıklı kefeye koymak olur ki, son derece anlayışsız, basîretsiz bir harekettir. Bırakın, ümmetten falanca ya da filanca âlimi veya ârifi; yukardaki Hadîs-i şerîfte olduğu gibi, bir hadîs-i nakletmek gayesiyle âyetten sözedilmesi bile son derece çirkin bir davranış olur.

Bu sebebledir ki; Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, İbn-i Abbas radıyallâhu anha;

- Ey yeğenim, ben sana Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden hadîs rivayet ettiğim zaman, ona karşılık olarak darbı meselleri anlatmaya kalkma!.. demiştir.

Bize düşen iş, öncelikle itirazsız Rasûlullah’dan geleni olduğu gibi kabul etmektir. İkinci aşamada ise, bu kabûl ettiğimiz şeyin şayet ille anlamak istiyorsak neden, nasıl olduğunu, araştırmaktır. Bulabilirsek, ne âlâ!.. Bulamaz isek, bu defa o konuyu olduğu haliyle kabul etmiş olarak araştırma konumuzu zamana bırakmaktır. Şayet reddedersek, o konuda kendimizi ebedî olarak o ilimden mahrum bırakmış oluruz’.

Şurası kesin bir gerçektir ki. Rasûlullah, Allâhü Teâlâ’nın bahsetmiş olduğu olağanüstü yanıyla, yani "Kendi hevâsından konuşmaz" özelliği dolayısıyla varlığın tüm gerçeklerini çeşitli şekillerde insanlara bildirmiştir. Ancak bu bildirim, yaşadığı günün şartları, o devrin insanlarının anlayış sınırlıkları ve nihayet o devrin ilminin son derece kısıtlı olması sebebiyle; pek çok konuda gerçeklerin, benzetmeler, mecâzler, misâller yoluyla açıklanmasına sebeb olmuştur. Öyle ise biz ilmimizi geliştirebildiğimiz nisbette bu gerçeklere yaklaşabilip, bu sırları deşifre edebileceğiz.

Muhakkak ki, günümüzde yaşayan bir kısım dargörüşlü, taklidçi tabiâtlı, sabit fikirli insanlar; meselenin gerçeğini araştırmayı hedeflemiş, gerçeklere ulaşmak için çaba sarfetmek üzere yaradılmış olanları tenkid edecekler, kınayacaklar hatta çok ilkel bir kafa yapısı dolayısıyla -kâfirlik’ ile bile itham edeceklerdir.

Neyleyelim ki, din, günümüz insanlığında lâyık olduğu değeri bulamıyor ise bunun vesilesi de, bu dargörüşlü kafası çalışmayan mukallitlerdir.

 "İDRAK EDEMİYORSANIZ, BÂRİ İNKÂR ETMEYİNİZ."

 Unutmayalım ki; şeytan, idrak edemediğini reddettiği için "İBLİS" oldu!..

hf

MAHLÛKATIN KADERLERİNİ KİM YAZIYOR?

 

 Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...

"Rabbülâlemin"... Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün "ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde mevcuttur, dedik.

"Rahmaniyet" mertebesinden, "ilmi ilahideki ilahi esmanın toplu halde bulunduğu mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.

"RAHMANİYET", ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecâzi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.

İşte bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, "O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile mülküdür.

Bir yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.

Ancak, "melîk" ismi, "mâlik" isminden daha kapsamlıdır.

"Mâlik" ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.

"Melîk" ise o şeyin hem sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar" olandır.

Yani, "ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.

 "DİLEDİĞİNİ YAPAR." ( )

 "YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)

 Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin eseridir.

"Melikiyet" mertebesinin tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.

"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd" meydana gelir...

"Rabb" yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.

 Kul, Rabbına tâbidir!.

"YÜRÜR HİÇBİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP GÖTÜREN O'DUR!." (11- 56)

Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esma terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esma terkibinin tabii sonucudur...

Yani, "birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.

Kendisini meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.

Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan esma terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!.

Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki varlık bir esma terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını aşikare çıkartmasıdır.

Bu yüzdendir ki...

Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak kuludur!...

Abd, rabbine kulluk etmededir!. Her hâlûkârda!.

Abd'ın rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...

Çünkü Abd'ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle, rabbından ayrı düşmüştür abd!..

Bunu târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.

Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması halini düşünün!...

Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!.

Ne varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..

Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;

"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık, belli ilahi isimlerin manalarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre;

Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..

İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...

Varlığın aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!..

Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!.

Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !

 "VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)

 "Siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece "ALLAH"a aittir"..

 Evet, dikkat buyurun...

"Siz isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.

Bu âyetin gerçek manası...

"Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLAH'tır"dır!..

Ve bu manayı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.

"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor" gibi bir kavram kesinlikle sözkonusu değil!.

İşte, "ve ma teşâune illa en yeşâallah" ayetinde de bu husus vurgulanır...

Gerçekte isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH'tır!. İRADE sadece ALLAH'ındır. Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir!

İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın yaradan".

Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLAH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik farkedersin.

 "SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI." (37- 96)

 ALLAH "yaratmıştır" kelimesiyle işaret edilen manayı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esma manalarınn takdiri, hükmüdür!.

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mananın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, manadır!...

Dikkat ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.

O "manâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil" şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan manadır!...

Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle "ALLAH vardır ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktur" cümlesinin manasını da anlayamayız!... Lâfını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama manasını kavramamız asla mümkün olmaz!.

Ef'al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi" için, bu sebeple denmiştir ki;

"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."

 Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!...

Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur!. Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!... Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşeri değerler, kavramlar geçerlidir.

Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır !...

Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,

"ALLAH, ADEM'İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"

anlamındaki Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zat boyutu, sıfat ve esma boyutu ve ef'al boyutu mevcuttur.

Bu yüzdendir ki; Zat boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esma boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef'al boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda mevcuttur!.

Şu ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah aleyhisselamın açıklamaları ve Kur`an-ı Kerimde işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.

Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.

Ancak, bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin manasını şayet kavrayamadıysak; bu mana bize açılmadıysa; muhakkakki herkesin anladığı manada "bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve, "ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.

Sahih-i Müslim isimli kitapta, Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullah aleyhisselam şöyle anlatmıştır:

"Adem ile Musa aleyhisselam rableri katında birbirlerine karşı deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Adem delil gücüyle Musa'ya galebe çaldı.

Musa dedi ki;

- Sen ALLAH'ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği; meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı hatadan dolayı bütün insanları indirten Adem değil misin?

Diye hitap etti. Bunun üzerine Adem aleyhisselam da Musa'ya cevap veriyor.

-Sen ALLAH'ın Rasûllüğü ve kelamıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde herşeyin açıklaması bulunan levhâlârı verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine seçtiği Musa'sın!. Benim yaratılmamdan kaç sene evvel ALLAH'ın Tevrat'ı yazdığını biliyorsun...?

Musa aleyhisselam cevap verdi.

-Kırk sene evvel !...

Adem dedi ki;

-Peki Tevrat'ın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU DA ŞAŞIP KALDI." (TaHa-120) âyetini buldun mu?... Tevrat'ta böyle bir ayet yazılı mıydı?

- Evet ! dedi Musa a.s.

Adem;

-ALLAH'ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun.

Rasûlullah aleyhisselam devam ediyor;

 -Böylece, Adem, Musa'ya delil gücüyle galebe çaldı."

 Şimdi burada kırk sene diyor

Biraz evvel de bir Rasûl açıklamasını okuduk.

 "MAHLÛKATIN KADERİNİ ONLARI YARATMADAN ELLİ BİN SENE EVVEL TAKDİR BUYURMUŞTUR."

 buyuruyordu.

Şimdi buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!...

 "Ruh ve melâike, bir günü elli bin sene olan bir zaman ölçüsünde ALLAH'ın huzuruna yükselirler"

 âyetinde işaret edilen bir biçimde, "meleklerin" günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre değil!.

Ayrıca burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor...

Hz. Rasûlullah burada önemli bir açıklama yapıyor...

Şöyle ki...

Adem, Musa'ya diyor ki; "benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın" .

Eğer Adem, bizim beşeri değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Adem, kendi dileğiyle, ALLAH'a rağmen, ALLAH istemediği halde, kendi özgür iradesiyle o fiili yaptı der, Adem'i suçlayabilirdik!.

Ama burada Hz. Rasûlullah aleyhisselam diyor ki;

"Adem rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu bilmiyorsun.." diyerek, bu sözüyle Adem`in haklılığına işaret ediyor.

Bununla bağlantılı bir Hadisi Şerif var.

"ALLAH MAHLUKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİBİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR."

Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir eden "ALLAH"tır.

Yeryüzünde yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de içdünyalarında karşılaştıkları her olayın "ALLAH TAKDİRİ" ile meydana geldiği İslâm Dini’nin kutsal Kitabı KUR`AN-ı KERİM’DE apaçık bir biçimde ve kesin bir dille açıklanır..

İşte Hadid Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı:

 "SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE iSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!.

BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ....."

 KUR`AN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin "TAKDİR" olduğunu vurgularken...

Rasûlullah aleyhisselam şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği gibi, net bir biçimde "kader"in "TAKDİR" olduğunu beyan ederken; basiret sahibi bir insan nasıl "KADER" olayını inkar eder, oldukça hayret verici bir husustur!

Bu konuda bilgilenmek isteyen, Hz. Ömer radıyallahuanh bir gün Rasûlullah efendimizle otururken soruyor.

-Ya Rasûlullah, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani bir işin başlangıç hali mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi olduğu, hususunda ne buyuruyorsun?...

Burada Hz. Ömer'in sormak istediği husus şu...

Yani biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı bir şeyler meydana getiriyoruz?...

Rasûlullah aleyhisselam cevap veriyor.

"-Ey, Hattapoğlu önceden tamamlanmış olan bir işin üzerinesin!...

Herkes kolaylıkla başaracaktır!... Ne var ki, saadet ehli olan saadet işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana getirecektir!."

Şimdi bakın burada vurgulanan husus apaçık!.

Şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır bu beyan ile..

Kim açıklıyor?...

Dini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullah aleyhisselam...

Öyle ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ eden Rasûlullah'a karşı çıkmış olacaktır!.

Hz. Rasûlullah aleyhisselamın "kader"le ilgili açıklamalarını "İNSAN VE SIRLARI" isimli şu anda 10. baskısı hazırlanan kitabımızın "kader" bölümünde geniş bir biçimde sizlere naklettik.

Ayrıca, "Kader" konusunun "DUA" ile bağlantısı, "duanın kaderi değiştirip değiştirmeyeceği" hususlarına da "DUA VE ZİKİR" isimli kitabımızda yer verdik.

Bu iki kitaptaki iki bölüm; yani "insan ve sırları" kitabındaki "kadere iman" bölümüyle, "Dua ve zikir" kitabındaki "kader ve dua" bölümü, birbirini bütünleyen iki önemli bölümdür.<O:P</O:P

Şimdi konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim.

Ebu Hureyre'nin nakline göre Hz. Rasûlullah şöyle buyurmuştur;

"HER BİRİNDE HAYIR OLMAKLA BİRLİKTE ALLAH'A GÖRE KUVVETLİ MÜMİN, ZAYIF MÜMİNDEN DAHA SEVİMLİ VE HAYIRLIDIR.

SANA YARARLI OLAN ŞEYLER ÜZERİNDE HIRSLA ÇALIŞ. ALLAH'TAN YARDIMiSTE VE ACZE DÜŞME.<O:P</O:P

EĞER SANA BİR OLAYiSABET EDERSE; BU HOŞUNA GİTMEYEN OLAY DOLAYISIYLA,

-KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU !..

DEME...

-ALLAH BÖYLE TAKDİR ETMİŞ O DİLEDİĞİNİ YAPAR; DE... ZİRA KEŞKE KAVRAMI ŞEYTAN AMELİNE YOL AÇAR."

Şimdi dikkat ediniz, bu Rasûlullah uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir.

Pek çok olayda hemen şunu söyleriz...

Keşke bunu yapmasaydım!... Veya; keşke şunu yapsaydım da böyle olmasaydı!.

İşte Hz. Rasûlullah aleyhisselam bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!...

Diyor ki;

 -"keşke" kavramı şeytan ameline yolaçar. Yani, şeytani düşünceye yol açar!.

Çünkü ALLAH takdir ettiği içindir ki, senden veya ondan o fiil meydana gelmiştir!... Ve o fiilin meydana gelmemesi de asla mümkün değildir!.

O takdir edilmiş ve öyle olacaktı; ve oldu!.

O işin öyle olmaması kesinlikle düşünülemez!.

İşte bu sebepledir ki, "keşke" kelimesini ve kavramını yasaklıyor , Hz. Rasûlullah aleyhisselam.

"Ben keşke demiyorum ki, yapmasaydım diyorum"...?

"dım" takısı "keşke" kavramının bir başka ifadesidir... Kendimizi aldatmayalım!.

Yani, bu idraka göre, içinde yaşadığın anın gerisinde cereyan etmiş olan, hangi olay olursa olsun; senin, "keşke bunu yapmasaydım" demeğe hakkın yoktur.

Kime göre?...islâm dinini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullah aleyhisselama göre!. O`na inanıyorsan, senin böyle bir şey demeye hakkın yoktur.

Senin kendi namına, "keşke böyle yapmasaydım", demeye hakkın olmadığı gibi; karşındaki için de "böyle yapmasaydı bu olmazdı" demeğe hakkın yoktur!..

Ya, Rasûlullah'a iman et, karşındakine "böyle yapmasaydın bu iş böyle olmazdı" demeyi terket !.

Ya da, "ben Peygambere inanmıyorum, benim aklım yatmıyor öğretisine", de; herkesi geçmişinden dolayı suçlamaya devam et!.

 Bu ikisinin dışında başka bir görüş yok..

hf

“KADER  SIRRI”NA VÂKIF OLMAK  İÇİN

"KADER" KONUSUNDA  YAKLAŞIMIMIZ NE OLACAK..?

 Esasen basîret sahibi için Tevhid sırrı ile kader sırrı aynı şeydir!.. Bu sır aslında gerçeği görmek isteyenler için hiç de sır değildir!.. Daha doğrusu, bu gerçeği görmek kolaylaştırılmış olanlar için, hiç de güç değildir!..

Evet, mesele o gerçeğe ehil olarak yaradılmışlar için son derece basittir!..

Şöyle ki...

Allâh, kendisinde mevcut olan sayısız ve sonsuz mânâları âşikâre çıkartmayı irade etmiştir.

İlim vasfı dolayısıyla hangi mânâların âşikâre çıkmasını murad etmiş ise, ilminin gereğini kudret sıfatıyla gerçekleştirmiştir.

Esasen her şey ilim mertebesinde olup bitmiştir!..

Daha sonra ise ilim mertebesinde olup bitenler, kuvveden fiîle dönüşmeye başlamıştır. Varlıkda asıl olanlar ilâhî sıfatların ve isimlerin mânâlarıdır.

Bu mânâların sayısız bileşimlerinden ise, gene sayısız isimlerle anılan oluşumlar meydana gelmiştir. Ancak bu meydana gelen oluşumlar dahi gene kendi varlığı ile kâim olan şeylerdir.

Şu hususu çok iyi kavrayalım.

Bir deri parçasını başına şapka yapmakla, ayağına ayakkabı yapmanın senin yönünden nasıl bir farkı yoksa; ayağın tabanı nasıl, beni niye göz yapmadın diyemiyor ise; var edilen varlıkların da, gerçekte, beni niye şöyle yapmadın demeye hakları yoktur!.. Velev ki deseler..? Vücudunuzdaki bir hücrenin içindeki virüsün tümüyle isyan, ya da sizi tasdik içinde olması, sizde ne uyandırır ki?..

Evet, -kaderin’ orijini itibariyle; her şeyin, TEK varlık sahibinin ilim, irade ve kudreti ile oluştuğunu anlattığını belki bu yolla anlayabiliriz.

Zaten İslâm’ın tasavvuf adı altında yaşatılan “vahdet” anlayışı dahi her şeyin, aslında “bir çok varlık” olmayıp; tek varlıktaki sayısız mânâların âşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını anlatmaktadır ki, bu da aynı şeye işarettir!

Eğer gerçek anlamda "kader sırrına" vakıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, "özde birliği" kavramak zorundayız!.

"Özde biriz" derken, "sen ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun mânâsı!.

"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve "O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir" şeklindedir bunu mânâsı..

Şayet biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur`ân-ı Kerim`deki, beşere göre "ALLAH"ı târif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.

Sonra da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.

Eğer, gerçekten "ALLAH"ı istiyorsanız, beşeri değer yargılarından beşeri kavramlardan arınıp, saflaşıp; "ALLAH"ın bizâtihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitâba yönelmek mecburiyetindeyiz!.

Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla "kader" olayını ve "kader sırrını" da anlamamız mümkün olmayacaktır.

Bu takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi kurtaramayız!.

hf

 “GENETİK”İN KADER KONUSUNDA ÖNEMİ VAR MIDIR?

 Şaşkın ördek misali, doğa mı, kader mi, Allah mı deyip; labirentte yolculuğa devam ediyoruz…

Genetik ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba hayâl ediyorlar!.

Ezelde takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah indinde yalnızca bir hiç ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?

Her birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında yaş da yanar!.

hf

KADERLE İLGİLİ SORULAR

 Sual:

 -Madem ki benim kaderim önceden yazılmış, olacak olan olacak, olmayacak olan da olmayacak, öyle ise ben de hiçbir şeyle uğraşmam, boş otururum!?..

 Cevap:

 -Şayet boş oturmak için varedilmiş isen, ancak o takdirde bu dediğini gerçekleştirebilirsin. Aksi takdirde, ne iş için yaratılmış isen, o iş sana kolay gelecek ve mutlaka o işi yapmaya devam edeceksin!..

Başka bir sual:

 -Allah benim Cehenneme gitmemi takdir etmiş ve cehennemliklerin işini bana kolaylaştırmış ise, bunda benim suçum ne?..

 Cevap:

 -Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!.. Sen nasıl mülkün saydığın şeyde dilediğini yapmak istiyor ve bundan engellenirsen, benim hürriyetim nerede diye isyâna başlıyorsan; Allah da kâinatın mutlak meydana getiricisi olarak mülkünde dilediği gibi tasarruf etmektedir. Hiç bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın!..

Sual:

 -Peki Allah bana cebren bu işi yaptırmıyor mu?!..

Cevap 1:

 - Cebbar olan Allah dilediğini yapar ve bundan dolayı da kendisine sual sorulmaz!

 Cevap 2:

 -Esasen Allâh sana yaptırıyor diye bir şey sözkonusu değildir. Çünki gerçekte -sen’ diye bir varlık yok ki!.. -Sen’ ancak bir isimden ibaretsin!.. -sen’ ancak 5 duyunun hayal âleminde oluşturduğu bir varlıksın!.. -sen’ var kabul edilen bir izafî birimsin!..

Şayet sana hücre boyutunda baksak, sayısız hücrelerden ibaret bir kütlesin!..

Işık boyutunda baksak, renk renk ışıksın!..

Beyin yapın ve programın itibariyle seyretsek, belli bir görevi ortaya koymak için çeşitli özelliklerle programlanmış bir kozmik robotsun!.. Ama ne var ki bütün bunlarla beraber, özün itibariyle kâinatın herhangi bir yerinde mevcut olan tüm özelliklere de sahipsin!..

 Sual:

 - Benim kendi varlığım olmadığına, varlığımın O’ndan başka, ayrı bir varlık olmadığına göre, cehennem niye olsun ve ben niye yanayım?..

 Cevap:

- Şu anda da aynısın ve gerek maddî ve gerekse manevî sayısız yanışlar içerisindesin. Öyle ise şu anda nasıl maddî ya da mânevî yanışlar sözkonusu ise, ölümötesi yaşamda da aynı şekilde yanışlar sözkonusudur!..

 Sual:

 - Ben de, madem ki kaderim yazılmış, ibâdet etmiyorum!.. Nasıl olsa, cennetlik isem cennete gideceğim, cehennemlik isem cehenneme gideceğim.

 Cevap:

 -Allah cennet için yarattığına cennetliğin amelini nasib eder, cehennem için yarattığına da cehennemliklerin amelini. Sen hangisi için isen onun ameli sana kolay gelir!.. Zaten senden ne tür amel çıkıyorsa, sen, o senden çıkan amelin neticesine ulaşacaksın!..

 Sual:

 - Dua kazayı defeder!.. Bu kaderin değişmesi değil midir?..

 Cevap:

 - Kazayı defedecek dua  dahi takdirdendir!..

 Sual:

 - Peki irade-i cüzüm yok mu benim?...

 Cevap 1:

 - Ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de bildiğimiz kadarıyla hadîs-i şerîflerde -iradei cüz’ diye bir tâbir geçmez!

 Cevap 2:

 -Varlığın tümüyle O’ndan oluşu itibariyle, her zerrede kendi boyutlarında O’nun iradesi mevcuttur ve o mutlak irade sahibidir.

Senin basiretini örten perdeyi kaldırmayı dilerse, görürsün ki sana ait olduğunu sandığın her şey O’na aittir!.. Mutlak irade’nin senden çıkışı halinde aldığı isimden başka bir şey değildir Cüzi irade.

Gerçekte, "cüz-i varlık" yoktur ki; "cüz-i irade olsun!... Evren tek bir varlıktır...

 Sual:

 -Öyle ise bendeki tüm eksiklik, kusur ve yanlışlar da O’na aittir!..

 Cevap:

 - Saydığın tavsifler, var sandığın varlığa nisbetle kabul edilmiş "izafî" tavsiflerdir. Gerçekte ne senin var sandığın varlıkların O'ndan ayrı birer varlıkları vardır; ne de eksik, noksan, kusurlu olan bir şey!..

 Sual:

 - Varlıktaki bir takım süflî şeylere de o mu diyeceğiz?

 Cevap:

 - Süflî şeyleri gören göz sahibi için, süflî şeyler o değildir!.. Basîret sahibine göre ise zaten böyle şeyler sözkonusu değildir. Zirâ onların beyni gözlerine tabi değil; gözleri beyinlerine tabidir. Gördükleri kadar düşünmek derekesinden düşünebildikleri kadar görmek mertebesine yükselmiş ve sonunda da varlıkların olmayışını idrak derecesine ulaşmışlardır.

 Sual:

 -Dediklerinin büyük bir kısmını anlayamıyorum. İçimden reddetmek de gelmiyor, öyle ise ne yapayım?..

 Cevap:

 -İlim öğren!..ilmin yaşı yoktur!..ilmi araştır ve nerede kimden olursa olsun gerçeğin ilminin talibi ol!.. Kıyâmet gelmedikçe ilim yeryüzünden kalkmış olmayacaktır.ilmi daima kaynağından araştır.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını bir yandan yap, diğer yandan da ilim gözüyle hikmetlerini araştır. Zirâ Allah bir kimsenin hayrını dilemiş ise, onu dinde anlayışlı kılar!.. Daima hikmet peşinde ol. Dedikodu ile saatlerini harcama.

 Sual:

 - Bu dediklerine kafam çalışmıyor..?

 Cevap:

 -Öyle ise sadece Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in dediklerini tatbik etmeye çalış; başkalarına da ayakbağı olmamaya gayret et!..

 Sual:

 -Kaderimde varsa ilme çalışmak çalışırım. Ama, kaderimde varsa o ilme ermek, zaten çalışmasam da bana gelir!?..

 Cevap:

 -Her şey bir sebeble halk olmuştur. O şeye erişeceksen, önce sana onun sebebine tutunmayı nasib eder ve sonra da o şeyi nasibeder!.. Yok zaten kaderinde o şeye ulaşmanı yazmamış ise, bu takdirde o şeyin sebeblerine yapışmak sana güç gelir, çalışmazsın ve neticede de o şeyden mahrum kalırsın.

 Sual:

 - Peki bir kısım âyet ve hadîslerde kişinin yaptıklarının karşılığını alacağını anlatıyor. Yapmazsan alamazsın diyor, bu kişinin elinde bir şeyler olduğunu göstermez mi?..

 Cevap:

 -Kişi kendisinden çıkan fiillerin neticesine erecektir. Müsbet ya da menfi!.. Ama kendisinden çıkanlar da Tek ve Mutlak varlığın takdir ettikleridir, bu da başka bir gerçek!..

 Sual:

 - Ben ne yaparsam, onun neticesine erecek miyim?..

 Cevap: 

- Hakkında ne takdir edilmiş ise, o neticeye ulaşacak fiilleri ortaya koyacak ve ona ulaşacaksın!..

Evet, burada bazı suallerin cevablarını vermeye çalıştık. Şayet daha başka sualleriniz olursa; onları da, çevrenizde bildiğiniz ya da araştırıp bulacağınız dîni bilen değerli bir kişiden öğrenebilirsiniz.

hf

İNSANIN KADERİ ALLAH’IN TAKDİRİYLE  NASIL OLUŞUR?

 Muhakkak ki, insanın kaderi Allah’ın takdiriyledir!..

İnsan ismiyle işaret olunan varlık, daha evvel de geçtiği üzere, ilâhî isimlerin değişik terkiblerinin âşikâre çıkışından, zâhire çıkışından başka bir şey değildir!

Bu isimlerin mânâlarının ortaya bu şekilde çıkışı gene o mânâlara hâvi olan, o varlık tarafından meydana getirilmektedir. Bir birim, birim adını verdiğimiz bir mahâl, şu isimlerin şu oranlarda âşikâre çıkmasıyla oluşacaktır, denmişse bu onun kaderidir!

Kaderi, biz iki mânâda inceleyeceğiz!.. Bir, istidadın oluşması; bir, kabiliyetin oluşması istidat da kaderdir, kabiliyette kaderdir. Fakat o istidat ve kabiliyetin, kader olmasına karşılık; hakkında takdir biçilen varlık da, ilahî isimlerden meydana gelmesi hasebiyle ve o ilâhî isimlerin kuvvetlerinin kendisinde varolması sebebiyle; orada belli bir iş yapabilme, belli bir gücü ortaya çıkarabilme gücü de söz konusudur!..

İstidadın ve kâbiliyetin, ilâhi güç tarafından tesbiti kader; buna mukabil, o mahalde, o birim adını verdiğimiz nesnede varlık, ilâhî isimlerin terkibi olması hasebiyle mevcut olan irade de "iradei cüz" diye adlandırılmıştır!.. Yani "irâdei cüz" kelimesiyle kastedilen manâ, o mahalde mevcut olan ilahi isimlerin varlığıdır!..

İlâhi isimlerin mânâlarını sen ortaya koyarsın, bu ortaya koyuşun "irade-i cüz"ünü kullanışın diye târif edilir!..

Sen bu "irade-i cüz"ünü ne ölçüde kullanabilirsin?..

Sen bu "irade-i cüz"ünü, kendindeki mevcût olan o isimlerin gücü kadar kullanabilirsin!..

Fakat sen, eğer senliğinin hakikatına ulaşır; Hakikat mertebesi itibariyle, Allâh’ın Zâtı ve Sıfatıyla, senin Zâtında ve Sıfatında mevcut olduğunu müşahede edersen; bu müşahedenin neticesinde, bu defa kendindeki Zâti kuvvetlerle; mevcut isimlerini, daha geniş ölçülerle kullanmak sûretiyle; iraden, küllî iradeye dönüşmüş olur!

hf

İNSAN ROBOT MUDUR?!

 Sayısız ve sonsuz özelliklere sahip olan beyin, sayısız yıldızlar tarafından kozmik ışınlarla programlanıyor. Ve bu programlanış istikâmetinde bir yaşama giriyor!.. Ya da bir diğer ifade ile.

Allah’ın takdiri üzere, Melekler o kişinin kaderini yazıyor!.. Eceli, âmeli, rızkı, said veya şakî olduğu yazılıyor. Ve o insan yazıldığı üzere yaşama giriyor.

Peki olay bu mu?..iş bu kadar basit mi?..

Hayır!..

Bu konunun, ya da insanın sadece bir yönü!.. Bir de insanın ikinci yönü mevcut!..İnsanın aslı, orijini itibariyle sahip oldukları, yönü yani!..

Evet, insan, kendilerini oluşturan maddeleri "ışınlar", ya da "kozmik enerji" ya da "nur" yapılı denilen "melek"ler tarafından, ilâhî ilim ve irade istikâmetinde programlanan bir beyin ile yaşama başlayan bir varlık.

Ancak bu varlık gene beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış!.. Yeryüzünde "HALİFE" olarak meydana getirilmesi hasebiyle.

Bir diğer ifade ile, "Allâh adıyla işaret edilenin esmâsına ayna" olup, O'ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.

İşte beyin, eğer çok üst düzeyde çalışma kapasitesine erişir; kendisinde ortaya çıkan tüm özelliklerin, Allah'tan, eğer tâbiri câiz ise, yansıma ya da tecellî olduğunu; esasen kendisinin var olmayıp, ilâhî özelliklerin bir bileşim haliyle oluşturduğu bir varlık olduğunu idrâk ederse; işte o zaman ikinci yön ortaya çıkar!.. Bu defa, hükmolunan robotta, gören, işiten, söyleyen, tutan, yürüyen O olur!.. Ya da bir başka ifade ile, robot yok olur; O ezelî ve ebedî "MEVCÛD" varlığında kendinden gayrını görmez olur!..

Kısacası sonradan, "yok"tan var edilmiş varlık, tekrar "yok" olur; ve BÂKÎ, "ALLAH"tır hükmü ortaya çıkar.

Bununla beraber, sûretlerde bir değişiklik olacağını da sakın sanma!.. Çünki dün-bugün-yarın; ezel-ebed, Allâh katında tek bir şeydir ve hep aynı şeydir!..

Kısacası, nasipte var ise, takdir edilmiş ise, sen, senin "var" olmadığını; var olanın hep "O" olduğunu müşahede eder ve yaşarsın ki; bir süre sonra yaşayanın dahi kendi olduğu; hatta bunların çok çok daha öteleri ortaya çıkar!..

hf

NİÇİN VAHDETE DEĞİNDİK? 

Çünki esas olarak, olay iki cephelidir.

Birinci yan, Allah’ın âleme bakışı!

İkinci yan, insan’ın Allah’a bakışı!..

Allah’ın insana bakışı yukarıdaki birçok âyet ve hadîs-i şerîfte olduğu üzeredir.insan'ın Allah'a bakışı ise ne türlü olmalıdır ve bu nasıl gerçekleşir.

Burada hemen "kader" babından sonra özellikle "vahdet" konusundan kısaca sözetmemiz, kişinin -robotsal’ yanı ile birlikte; -en şerefli’ yani "ahseni takvim" olarak "HALİFE" yanının da bulunmasına işaret etmek istemekliğimizdir. Zirâ konu asla tek yanlı olarak mütalâa edilmemelidir.

Kim bu konuyu tek yanlı olarak mütalâa ederse, mutlak yanılgı halindedir ve mahrumlardandır!..

Ya işin zâhir yönünden mahrumdur; ya da işin bâtın yönünden mahrûmdur!

Oysa Zâhir-Bâtın O’dur!..

Öyle olunca, hangisinden mahrûm olursa olsun, birinden mahrûm olan, O'ndan mahrûm olmuş olur!..

Öyle ise bize düşen, Varlığa hem "zâhîr"i yönünden hem de "bâtın"ı yönünden; yani, hem şuur boyutu itibariyle, hem de ışın-madde silsilesi boyutu itibariyle âgâh olmaktır.

Eğer, işin bu yönünün farkında olmazsak, kendimizi sadece hüküm altında ezilen bir "robot" gibi düşünürsek; öylesine büyük nimetleri tepmiş oluruz ki; bunun vereceği pişmanlık, en azıyla fizik cehennem kadar bize azâb verir gelecekte!..

Esasen...

Bu kitapta, "KADER" bahsinde bugün için, her eserde bulamayacağınız kadar ağırlıklı olarak durduk. Zirâ, bu konu, bugün hiç bilinmemekte ve netice olarak da farkında olunmadan TEVHİD akîdesinden sapılmaktadır.

Buharîde, Râbiâtu’bnu Ebî Abdurrahman radıya’llâhu anh’ın şu sözleri yer almaktadır:

- Kendisinde herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendini zâyi etmesi (yani ilmini açıklamaması) lâyık değildir!..

Bu arada sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zerr’i Gıfarî radıya’llâhu anh’ın ensesini göstererek şöyle buyurduğu nakledilir:

-(Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Rasûllulah'dan işitmiş olacağım bir sözü, siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi yani ilân edebileceğimi bilmem, yine infaz ederim.

Esasen imanın şartlarından birisi olan KADERE İMAN için, evvela onun ne olduğunu bilmek gerekir. İnsanın bilmediği bir şeye zaten iman etmesi düşünülemez.

Şayet Rasûlullah, size deseydi "TANGU"ya iman edin; diyecektiniz ki;

-İyi ama ‘Tangu’ nedir onu bize anlat ki; bilelim ve ona iman edelim. Bilmediğimiz bir şeye iman etmemiz mümkün değildir ki!..

İşte KADER'in ne olduğunu da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en muteber hadis kitaplarında, yukarıda okuduğunuz gibi anlatıyor.

Siz şimdi Hazreti Rasûlullah'ın bu anlattıklarını ya kabul edersiniz, ya etmezsiniz. Artık bundan sonrası sizin bileceğiniz iştir!..

Zirâ, kader konusuyla ilgili hadîsleri nakletmek zaruridir; çünki insanlar neye iman etmek durumunda olduklarını bilmelidirler.

Bu hadîsler, kendi doğrultuları istikametinde, izah da edilebilirler. Yorumlanabilirler.

Ama asla tartışılmamalıdırlar!..

-Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’ten nakledilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk!.. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu!.. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı!.. Ve şöyle buyurdu:

 -Bununla mı emroldunuz. Bununla mı ben size gönderildim..? Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında çekiştikleri için helâk oldular!.. Kesin kararlıyım!.. Bu hususta sizi münazaâdan (münakaşadan) uzak tutmaya, kesin kararlıyım!.. (Tırmizi)

 Arapça orijinalinde özellikle "Münakaşa" anlamına olan "nizâ" kökünden bir kelime ile geçmesine ve yukarıda tercemesini verdiğimiz şekilde ifade edilmesine rağmen; maâlesef bazı kitaplarda bu cümle şöyle terceme edilmiştir:

-Yemin ediyorum, bu hususta konuşmamak için, yemin ediyorum.’

Evet. Bize düşen aklımızı başımıza toplayıp, Hazreti Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını aynen kabûl etmek ve artık bu imân etmemiz gereken konularda münakaşaya girmemektir!..

Kim ki bu hadîs-i şerîfler konusunda münakaşaya, niza’ya girer; muhakkak ki kendisine helâka yol açılır!..

Evet aklımızı başımıza toplayalım dedik.

Ne yazık ki; bugün bazı şeyhler aklı küçük görüp, terkettirmekte; ilmi küçümsemekte, hatta -bugün yeryüzünden ilim kaldırılmıştır’ diyerek kendi cahilliklerini itiraf etmektedirler!..

Oysa, gerçekten son derece değerli bir çalışma yapmış olanislâm âlimlerinden İmamı Gazalî, "ihya" isimli dört ciltlik eserinin birinci cildinde -Aklın hakikatı ve kısımları’ bahsinde -AKIL’ için şu hadîs-i şerîfi, Tırmızî’den şöyle nakletmektedir.

Rasûlullah Efendimiz:

 -Allahü Teâlâ AKILDAN daha değerli bir şey yaratmamıştır!.. buyurmuştur.

 Yine Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye hitaben şöyle buyurmuştur:

 -İnsanlar güzel ameller ve iyilikleriyle yaklaşıyorsa Allâhü Teâlâ’ya, sen de AKLIN ile yaklaş!..

 Gene Hazreti Rasûlullah Ebudderdâ radıya’llâhu anh’a şöyle demiştir:

 -AKLINI ARTTIR Kİ ALLAH'A YAKLAŞASIN!..

 Anam babam sana feda olsun yâ Rasûlullah, aklımı nasıl arttırabilirim ki?..

 -Allahü Teâlâ’nın yasaklarından kaçın, emirlerini tut!.. Ki böylece akıllı olasın.

 Gene Hazreti Ömer, Ebû Hureyre ve Ubeyy b. Kâb radıyallâhu anhüm hazretleri huzuru Rasûlullah'a gelerek Sâid b. Müseyyeb'den rivayet edildiği üzere şöyle sordular:

 - Yâ Rasûlullah!..insanların en âlimi kimdir?..

- Akıllı olandır!..

- En çok ibâdette olanı kimdir?..

- En çok akıllı olan!..

-insanların en faziletlisi kimdir?..

- En akıllı olan!

-Yâ Rasûlullah, akıllı kimse, mürevvet sahibi, cömerd, konuştuğunu bilen ve hatırı sayılan kişi değil midir?.

Bütün bu saydıklarımız dünyalık ve dünyaya ait şeylerdir. Âhiret ise korunanlarındır."

 Başka bir hadîs-i şerîfte de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 - AKILLI, Allâhü Teâlâya imân edip, Rasûlüne inanan ve emirlerini yerine getirendir."

 Evet, yukarıdaki hadîste ashabın sordukları özellikler, kişide dünya yaşamı ile alâkalı özelliklerdir.

AKIL ise, esas yapısı itibariyle geniş boyutlarda düşünebilmeyi, düşündüklerin değerlendirebilmeyi, ölümötesi yaşamı idrâk etmeyi ve bu idrakın gerektiği şekilde ölümötesine hazırlanabilmeyi sağlar.

İşte bu sebeple insan "akıl" ile "iman" şerefine ulaşır.

Akıl ile Allah’a ulaşılır!..

Kim "aklı" ve "ilmi" inkâr ederse, o ancak cahildir ki; "Allahû Teâlâ onu cehil batağından kurtarıp, ilim ile şereflendirsin, akıl ihsan eylesin" demekten başka bir şey elimizden gelmez!..

Demek ki,

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en değerli şey olan aklımızı değerlendirecek, idrâk edemesek bile Hazreti Rasûlullah aleyhi’s-selâm’ın dediklerini aynen kabul edecek ve bu konuda nizaya  girmekten, münakaşaya girmekten kesinlikle kaçınacağız.

Evet, KADER mevzûunda açıklamaya çalıştığımız bu bilgileri gene Hazreti Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden nakledilen şu Hadîs-i KUDSî'ler ile noktalayalım;

 -KİM RAZI OLMAZSA BENİM KAZAMA VE KADERİME, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!... (Beyhakî veibn-i Neccar Enes radıyallâhu anhdan nakletmiştir).

 Ebû Hind ed-Dârî radıyallâhu anhın Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden rivayetine göre Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 -KİM HÜKMÜNE (kazama) RAZI OLMAZSA VE BELÂMA SABRETMEZSE, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!.. (Taberânî)

hf

 

"K A D İ R" G E C E Si

 "Kadir" Gecesinde ne oldu?...

"Kadir" Gecesi nedir?...

Bir arkadaşımız bir sual sordu.

"Üstadım, yeryüzündeki bir takım olaylar, bir takım üst planlar tarafından mı idere ediliyor?..

insanların genel idaresi, dünya üzerinde olan olayların yönlendirilmesinde görevli olan bir takım görevliler söz konusu mu?. Böyle bir şey var mı? Varsa, nasıl oluyor bu iş?..."

Bu sual "Kadir" konusu ile de bağlantılı, dolaylı olarak... Dolayısiyle bu gece ki konumuzun bir detayı olarak buna da değinelim...

"Kadir" gecesi hakkında, Kur`ân-ı Kerimde bir sure var; "Kadir sûresi"...

 "İnna enzelnehu fiy leyletil kadir"

 "Gerçek ki biz inzâl ettik onu KADİR gecesinde"

 "Kadir" gecesinde, gecenin kadrinde, biz onu inzal eyledik.

 Burada, hemen herkesin ilk aklına takılan olay şudur...

Niçin "Biz, onu" diyor?.. "Ben, inzal ettim onu" demiyor da, "Biz inzal ettik onu" diyor?...

Buradaki "Biz" hükmü, ef`al=fiiller âlemindeki kesret hâliyle alâkalı bir olaydır. Yani, çokluk ile ilgili bir olaydır...

Çokluk âleminde, yani sayısız birimlerden oluşmuş, sayısız varlıklardan oluşmuş âlemde olan her şey, bir vesile ile oluşur. Her şey bir şeye vesile ile olur!. Ama o, her bir şey, varlığını Hak`dan alır; O`nun varlığıyla kâimdir... Orijini, aslı itibariyle o şeyler varlığını Hak`dan alır!. Ancak kendi yapısal özelliğine uygun olarak, o şeyi meydana getirir, ortaya çıkarır.

İşte bu tür oluşlar için Kur`an-ı Kerîmde "Biz" tabiri kullanılır...

"Fiy leylet-il kadr..."

"Kadir" süresi, gecenin içinde, gecenin kadrinde biz onu inzâl eyledik...

İnzâl olunan şey, Kur`ân!...

Kur`ân`ın inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde "indirmek" diye tercüme edilir ise de "inzâl", esası itibariyle "nüzül" denen şey, boyutsal bir olaydır!.

Mekânsal yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.

Bu gecede, "Kadir anı” denilen öyle bir an vardır ki, o anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.

"Kadir" kelimesi "güc yetirmek" anlamında olup, "hükmü kaza, takdir, tazyik, azametli şeref" mânâlarını da taşır..

Biz, özellikle "Tazyik" yani "SIKMA" anlamı üzerinde duracağız.. Bu anlamdan Rahmetli Hamdi Yazır da tefsirinin 5971. sayfasında bahsetmiştir..

Bakın ne diyor Hadis-i Kudsî`de ?.

"Bir kulum, yararlı ibadetlerle bana yaklaşır; öyle ki, ben o kulumu severim. O`nun görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli, yürür ayağı olurum"..

Yani, onun gözünde gören, dilinde söyleyen, Ben`im!...

"KADİR" kelimesinin mânâsını ve bu kelimenin işaretini anlamaya çalışırken, Hazreti Rasûl aleyhisselâma "OKU" hükmünün de melekî "SIKMA" ile birlikte geldiğini hatırlıyalım...

İşte, o genel "SIKMA" hâli olan zaman, kişinin o anı, "Kadir" hâlidir!.

Bu "SIKMA" sürecinden herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre yararlanır..

Kimi de "SIKMA"nın sonucunda, kendisiyle Hakk`ın aynı TEK olduğu; kendi izafi, birimsel varlığının var olmadığını idrak etmesi neticesinde, varlığındaki varlığın, Hakk olduğunu hisseder, yaşar!. O`nu yaşayan Hakk`ın kendisidir!..

Hakk`ın isteğine, iradesine, EMRİNE de hiç bir varlık karşı koyamaz!.

Bu, "Kadir" haline en yakın hâl, "Mi`râc" halidir...

"Mi`râc, kişinin Rabbine vasıl olduğu andır."

"Namaz, mü`minin Mi`râcıdır" deniyor...

Namaz, niçin mü`minin Mi`râcıdır?...

Namaz, ayakta dururken okunan sûreyle, âyetle başlar, secde ile tamamlanır.

Secde için Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:

"Secde, kulun Allah`a en yakîn olduğu hâl`dir."

O anda Allah ile kulu arasındaki perde kalkar!. Ve secdede edilen duayı Cenab-ı Hak geri çevirmez!.

Secde nedir?...

Secde, kişinin, kendi varlığının, benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek varlığın Allah olduğunu idrak etmesi, hissetmesi hali`dir...

Secde`nin mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta dururken tüm varlığı ile varsa... Buna karşın Secdede de tam bir "yok olmak" hâli var!. Vücudu ortadan kalkıyor, kapanıyor...işte fizikman yok olma gibi... Secdenin "sırrî" mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak etmesidir.

Ne anlıyorsun o anda?...

Secdedesin ve secde halinde iken bu halinle sen diyorsun ki;

"Ey Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer ben yokmuşum!..."

Tabii bunu diyebilmek için, Allah`ın "Ahadiyet"ini, "vahidiyet"ini, "vahdet" ve "vahdaniyet"ini anlamış olmak lazım...

Yani kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...

Bahsettiğim konular, "ALLAH" kitabında açıklamaya çalıştığımız "İhlas" Sûresi`nin mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir olay!...

İşte, secdeye vardığın anda, "varlığımda var olan mutlak gerçek varlık Sensin" idrakı içinde, kendi varlığın yok oluyor!. Ve o anda Sen`den meydana gelen dua, Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği de olur elbette!..

İşte, bu "secde hâli"ne en yakın bir hâl "Kadir" hâlidir!.

Secde hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay kolay oluşmaz!... Çok uzun çalışmalara bağlı... Yani, kişinin varlığındaki bir takım şeylerden, hatta tüm varlığından arınmasına bağlı, secdenin tam tahakkuk edebilmesi!..

Her namaz kılan "secde" edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve çalışmasına bağlıdır.

Fakat, "Kadir" süreci, öyle bir an ki, herkese ortak olarak sunulan bir an!...

Nasıl, normal bir zamanda ve mekânda belli bir güce sahipken; Hacc`a gittiğimizde, Kâbe`nin altında ki o yüksek Nur kaynağından, enerji kaynağından gelen radyasyon beynimizi çok güçlü çalıştırıyor...

Aynen bunun gibi, "Kadir" anında da gelen o çok yüksek ışınım, "meleki güç", beyinlerde oluşturduğu "TAZYİK" ile takdirinde olanlarda Hakikatın ortaya çıkması özelliğini sağlıyor. Ve "Kadir" anında edilen dua da "müstecaptır!.." deniliyor...

"O anda, Allah`la kulu arasında perde yoktur!." deniliyor.

 "Ve ma edrake ma leyletül Kadir"

-Nedir o, "leyletü-l Kadir" bilir misin?...

"Leyletül Kadr hayrun min elfi şehr"

"Kadir" gecesi, "Kadir" süreci, bin aydan daha hayırlıdır!.

 Bin ay...?

12 ay, bir sene... 120 ay, 10 sene... Bir insan ömrü ne kadardır?... Ortalama, uzun ömür olarak diyelim, 70-80 yıl... Bizim Ümmeti Muhammed`in ömrü ortalama 63 sene ki... Oysa bu bin ay 83 sene!.

Yani, 83 yıllık ömür... Bu ömrün, doğduğun andan ölüm anına kadar tamamı hiç kesintisiz ibadetle geçse, gene de daha hayırlıdır, o "Kadir" ânı!....

O "Kadir" gecesinde ne olur bilir misin?...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"

-O gecede, o anda melekler ve Ruh tenezzül eder!.

"Fiyha biizni rabbihim"

Rablerinin izni ile Ruh  ve melekler tenezzül eder.

"Min külli emrin selâm"

-Her "emr"den, hükmullah gereği varolmuştan selâm getirir.

 "Selâm" derken, burada senin anladığın mânâda; "Selâmün aleyküm!." demek, mânâsında değil!... "Selâmet getirir" anlamında!...

"Selâm" isminin mânâsının kişide açığa çıkmasını temennîdir.. "Selâmün aleyküm" demekte karşındakine bu dilekte bulunmaktır.. Yani, âyetteki işaret;

"özündeki hakikatı idrak edip, o hakikatla tahakkuk edebilmesini temennîdir..

 "Hiye hatta matlâ`il fecr"

-Fecr`e kadar bu devam eder.

hf

KADİR  ÂNI

 Fiziksel bir oluşum değildir... Meleki boyuttan bir tenezzülâttır!..

Kadir gecesi içinde bilemedin 15 dakikalık bir zamandır KADİR SÜRECİ...

"Kadir" anının değeri şu sebepledir ki;

Meleklerin oluşturduğu yüksek ışınımın meydana getirdiği "SIKMA" sonucunda uyanıkların beyin çalışma hızında bir artış oluyor; artan beyin gücünün neticesinde de, kişinin Hakk`ı kendi özünde bulması sözkonusu olabiliyor.. ve hatta o anda, kendisinde o talebi ortaya koyanın, Hak olduğunun farkına bile varabiliyor!.

O anda uyanık olup, o anı değerlendirebilen bir kişi, uzun uzun arınmalardan geçmese bile, o anın getirdiği yüksek potansiyelle, beyninde çok yüksek bir güce erişebilir!...

O anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.

hf

RAB - ALLAH

 Şimdi burada önemli bir noktayı farketmemiz gerekiyor:

"Tenezzelül melâiketi ver ruh, fiyha biizni rabbihim"... buyruluyor...

Burada birinci önemli nokta;

"Ruh ve melâike, Rablerinin izni ile..." diyor.

"Allah`ın izni ile" demiyor...

Dikkat edin!...

Kur`ân ‘da mevcut olan bir çok incelikten biri de şudur...

Bazı yerde "Rab" denmiştir. Bazı yerde "Allah" demiştir.. Bazı yerde "İlâh" demiştir...

Bunların hepsi, ayrı ayrı mânâlar ifade eder!.

Hiç bir zaman, biz, kullanılan bir kelimenin yerine ötekini kullanamayız.

Çünkü o kelimenin anlamıdır orada önemli olan, öbür kelime orada istenilen anlamı vermez ve dolayısıyla gereken açıklık da oluşmaz!..

"Rabb" demişse, "İlah" veya "Rahman", olmaz, kullanılmaz!...

"Rabb" nedir?..

Kişinin Rabbı, bir birimi oluşturan "Esmâ terkibi"="Allah isimlerinin manâ bileşimidir"dir... Yani, "kişinin yapısını meydana getiren Allah`ın güzel isimleri" diye bahsediyoruz ya!.. Allah`ın Esmâsının, bir terkip=bileşim şeklinde, o kişinin yapısında yer almasıdır...

Birimin rabbı; bakın, dikkat edin!... Birim kelimesini kullanıyorum... Birim deyince bunun içine nebat girer, hayvan girer, insan girer, cin girer, melek girer...

Zaten varlıkta bu ana sınıflandırma söz konusudur. Bunun dışında başka sınıf yok!...

Bir şey ya madendir, ya nebattır, ya hayvandır, ya insandır, ya cindir veya melektir. Bütün birimler, bu sınıflandırmanın birindedir...

Her birimin "Rabbı", onu meydana getiren "Esmâ terkibidir"...

99 Esmanın sayısız kombinezonuyla oluşan isimler bileşiminin varkıldığı yapıinsandır. Ancak bu 99 ismin de mânâsını dilediği anda dilediği düzeyde, bir kısmının kaydında kalmaksızın ortaya koyabilen, "İnsân-ı Kâmil"dir...

İnsân-ı Kâmil`in hayatiyeti itibariyle aldığı isim, "Ruh-u Azâm"`dır.

İlmi, şuuru itibariyle aldığı isim, "Akl-ı Evvel"`dir. Ki bu vasfa işaret için günümüzde "Kozmik bilinç" tâbiri kullanılmaktadır..

Varlığı, "BENliği" itibariyle aldığı isim, "nefs-i Küll"dür.

"O gecede Ruh tenezzül eder." diyor.

"Tenezzül", yukarıdan aşağı inen mekânsal bir olay değildir!...

"Tenezzül", boyutsal bir geçiştir!.

Boyutsal bir geçiştir, derken neyi anlatmak istiyoruz?...

Madde, moleküler yapı, atom, atom altı boyut, kuantsal boyut, enerji ve özündeki hiç`lik... Ehadiyet noktası, sınırsız sonsuzluk noktası...

Öz`deki ana cevhere ait özelliğin, mânânın bu boyutsal tenezzülle kişinin varlığında açılması anlamında...

 Meleklerin tenezzülü iki yönlüdür:

Birincisi; varlığındaki, özündeki kuvvetlerin senin şuurunda ortaya çıkması, açılması anlamındadır...

Hakk`ın, kişinin özünden gelen meleki yoldan zuhuru; yani, tenezzülüyle varlıkta tasarrufudur...

İşte birçoklarının kafasını karıştıran bir nokta burası...

Sanıyoruz ki ötende bir tanrı var; o gökten birilerine tâlimat yağdırıyor; sonra da birileri onun istediklerini yerine getiriyor...

Oysa...

Hakkın kişinin özünden gelen melekî yoldan zuhuru; yani tenezzül yollu varlıkta zuhurunun en açık misali Nebi ve Rasûller ve "Ricali Gayb"tır!.

İkinci tenezzül yolu ise...

Meleklerde öyle sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a secde" emrini almamıştır!.

Buna karşın, "Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine tabi olan yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde etmişlerdir.

Fakat, "Adem`e secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün olmayan melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani, "Makam-ı illiyin" diye bildirilen, o yüce makama has meleklerdir, varlıklardır.

Bu melekler öylesine büyük, yüce ve azametli varlıklardır ki, basite indirgeyerek bir misalle anlatmak gerekirse..

Senin şu varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lazım!

-Sohbetin yapıldığı 17.4.989 tarihinde-, Milliyet Gazetesinde bir yazı çıktı... Bir batılı bilim adamı:

"Dünya`nın tümüyle, canlı bir organizma olduğunu ve bir canlı olarak; nasıl insan bedeni canlı olarak düzenli, sistemli bir yaşam içindeyse, dünyanın da canlı bir organizma olarak tümüyle sistemli, düzenli bir yaşam içinde olduğunu" söylüyor...

Her canlı organizmanın, kendine has, kendi boyutuna göre bir ruhu yani dalgasal ikiz vardır.

Yani, onun madde yapısına karşılık, bir de, bir manâda "maddeötesi" diyebileceğimiz bir dalgasal yapısı, bedeni vardır. Bu da onun ruhudur!.

Nitekim geçmişteki keşif-fetih sahibi tasavvuf ehlinin eserlerini okursanız,

"Ben dünyanın ruhu ile buluştum, görüştüm. Bana şöyle bir sûrette göründü, şöyle şöyle muamele etti" diye anlatır. Tasavvuf kitaplarında böyle yazar...

Bu hususu biz daha evvel söyleseydik, "hadi canım hurafe!..." denirdi... Ama, bugün bir batılı bilim adamı, dünyanın tümüyle organik yapıya sahip bir canlı olduğunu ortaya koyuyor.

Her canlının, bir ruhu vardır... Her ruhun, şuuru vardır!.

Niye?...

Çünkü, bu kâinatı meydana getiren ana güç, cevher, enerji dediğimiz şeyin, bilinçli-şuurlu bir kudret olduğunu artık biliyoruz!...

Gene biliyoruz ki, evrenin her boyutunda, her kesitinde bir düzen, sistem var!. Bu da aynı TEK özden oluşmanın getirdiği bir şuurun, bir bilincin eseri!.

Her şey, TEK bilincin yani ALLAH ilminin eseri olduğuna göre; O`ndan meydana gelmiş her yapının da, kendi yapısına, boyutuna, kapasitesine göre bir bilinci var, demektir...

Dolayısıyla, her organik veya inorganik yapının kendine göre bir ruhu ve o ruhun da kendine göre bir şuuru vardır!.

Öyleyse, burada dikkat edeceğimiz nokta,

Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar mevcuttur!...insanın dışında, cinlerin ve meleklerin sınıfları olarak!

Esasında, cinler de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri itibariyle!.

Yani, nasıl insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan varlıklarsa...

Güneş sisteminin dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu galakside, Samanyolundaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız varlıklar var...

Bunları "görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.

Yani insanlar tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.

Kim, "ben cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..

Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.

Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.işte senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir...

Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekânizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.

Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri değerlendiren veri tabanın gelişmemiş ya da yetersizse,; arızalıysa, gördüğün hayâl de ona göre arızalıdır, gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl gördüğünün isbatıdır.

Birisi bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle görüyor?.. Çünkü, görme cihazı arızalı!... Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...

Meleği veya cini görüyorum diyenlerin, görme olayı da şu:

O varlığı, karşısında olarak gözüyle görmüyor!.

Beynin sadece beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.. Yani, görme, işitme, koklama, tad alma, dokunma... Sonra bir de 6. duyu diye bir şey kabul etmişiz; ama onun da ne olduğundan habersiziz..

Oysa beynin, bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu çözemedi... Çünkü tıb, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.

2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan beynidir!.

Eğer batı dünyası, trilyonlarca doları, uzaya gitme yerine, beyini çözme yolunda kullanabilseydi, bugün insanlık hayâl edemeyeceğiniz güçlere ve özelliklere kavuşmuştu. Fakat, ne yazık ki, beyin araştırmalarına, beyinin dalgasal faaliyetlerine yeterli önem ve harcama yapılmadığı için; dışa dönük olarak, bu para değerlendirildiği için, insan beynindeki o fevkâlâde muazzam güçler henüz keşfedilemedi..

Zira bunu keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..

Sonra da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.

Ki, bu dalga boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği dalgalar ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.

Bu arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.

Bir açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:

 "Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara görünecek!..."

 Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile gerçekleşecek. Veya beli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla... Meselâ, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları bütün insanlar tarafından görülebilecek...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"

Melekler, yani çeşitli varlıklar tenezzül eder. Ve de, Ruh!..

 İfadedeki özellik şu noktada önem taşıyor...

"Ruhlar" demiyor...Veya "ruhlar" anlamında "ervah" demiyor!.

"Tenezzelül melâiketi ver ruh..."... demede...

Şimdi...

Bütün varlık sisteminden sorumlu olan bir ana "Ruh" var!...

Ehlince bilinir ki...

Bu yaşadığımız tüm sistemi yöneten bir ana "Ruh" vardır!...

"Ruh-ül Kuds" ismiyle kastedilen bir ana varlık var... Kısaca "RUH" da denilir O`na... Bu sistem içindeki bütün melekler onun emrindedir!.

Bu bahsedilen "Ruh", "Ruh-u Âzam" diye bahsedilen, "kâinatın ruhu" değil; "Sistem`in ruhu"dur!.

Biraz daha ileri gideyim...

Bu, kıyamet günü; Bütün insanlara "rabbınızı göreceksiniz!.." anlamında bahsedilen; "rabbınız!..." diye işaret edilen bu sistemin ana "Ruh"udur...

Burada, bir anda bocalayacaksınız, ister istemez...

"Yani biz, rabbımızı göreceğiz derken, ana "Ruh"u mu göreceğiz?..."

Gayet basit!... Size;

"Her ne yana bakarsan, O`nun vechini görürsün!.." diyor.

Bütün bu varlık, her zerre dahi, O`ndan meydana gelmemiş mi?... Evet!...

Dolayısiyle, esasında sen, zaten kime baksan, baktığın kişinin özünde Allah`ın vechi mevcut olduğuna göre suretin ardındaki mutlak varlığı görme durumunda mısın?.. Evet, gerçekte türlü isimler altında hep O'nu görüyorsun!.

Peki, baktığın her birimde, Cenab-ı Hakk`ın esmâsının varlığını görebiliyorsun da; bu sistemin özü olan o ana "Ruh"un görünme olayında, niye Rabbını görmüş olmayasın?. Bunun mantığa ters olan tarafı ne?..

Ayrıca, "kıyâmette Cenâb-ı Hakk'ın ayın 14'ündeki görüntüsü gibi görüneceğini" de bildirmiyor mu Rasûlullah aleyhisselâm?

Evet...

Allah`ın esmâsıyla, Allah`a ait kudret ve manâlarla oluşmuş bir varlık, bu ana "Ruh"!..

Ancak "tenezzül" ise âfâkî yani mekân olarak değil; enfüsî yani boyutsal olarak gerçekleşir... Yani, kişi, özünden-içinden gelen bir şekilde bu "tenezzül"ü algılar!..

Keza, "Gecenin son üçte birinde Rabbim dünya semâsına iner de dua edenlerin dualarını kabul eder" anlamındaki Rasûlullah açıklamasında da bu tarz bir boyutsal-enfüsî, yani özden açığa çıkan anlamı kastedilmiştir.

Burada yapıları çok iyi anlamak gerek!..

Yapıların kademeleri yok mu?.işte, bu boyut içinde, bizim sistemin bir üst katman varlığı oluyor, bir üst planı oluşturuyor bu "RUH"!.. Ama sakın bu "üst" kelimesini dış-âfak anlamında anlamayalım!.. Aksine öze-içe dönük olarak değerlendirelim...

Adem`e tâbi olmakla görevli olmayan melekler vardır... Bunlar, Galaktik boyuttaki meleklerdir!...

Tüm galaktik sistemin ruhu ayrı, bizim sistemin ruhu ayrı...

Bizim sistemin ötesinde belli bir kümesel kademe var. Sistemlerin ruhları olarak...

Kademe kademe olan bir olay söz konusu...

Bu sistemin ana "Ruh"u dediğimiz varlık, nasıl insan Alah`ın güzel isimlerinden oluşmuş ise; O da aynı şekilde, Allah isimlerinin bileşiminden oluşmuş!..

Meselâ bir kısım melekler var. Subbûh, Kuddûs isimlerinden müteşekkil. Bir kısım melek var; Allah`ın Kahhâr, Cebbâr, Kavi isimlerinden meydana gelmiş!.

Azrâil dediğimiz melek, Allah`ın Kahhar isminin kuvvet ve kudretiyle var olan bir melek... Bunlar kuantsal kökenli yapılar!.

Cinlerin yaşadığı mikrodalga boyut; yani, bizim ruhumuz gibi bir tür dalgadan oluşmuş dalgasal boyut!

Meleklerden daha üst boyutta, yani şöyle anlatıyorum!...

Madde boyutu var, atom boyutu var, atomaltı elektromanyetik dalgalar, kozmik ışınlar boyutu var! Bir de onun altında bir boyut var. "Nâr=ışın boyutu" tâbir edilen..

Bizim "ruhumuz" itibariyle boyutumuz, "nâr boyutu"dur. Cinler de, "nâr" diye tarif edilen dalgasal yapılar boyutudur.

Bu bahsettiğim, "Ruh" dediğim varlık ise, melekî boyut olan, "Nur" ismiyle tarif edilen kuantsal enerjiye çok yakın plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu oluyor.. Bildiğimiz meleklerden çok daha güçlü bir ana melek diyelim...

Melekler de cinler gibi, bir takım işler yapan, çok değişik türleri, yapıları, sûretleri olan bir sınıf...

Bu "RUH" isimli varlık da bize göre çok çok özel bir melek zaten!.. Melek dediğimiz sınıfa giriyor!.

Melek kelimesini biz, klasik şartlanmayla çok basit manâda tanıyoruz. Halbuki bu melek kelimesi ile kastedilen sınıf, muazzam bir sınıf...

Şu anda bizim hafsalamız bunu almıyor. Ama takdirde varsa, zaman içinde, olayı derinlemesine etüd ettikçe, elden geldiğince çözebileceğiz!.. Çünkü biz, daha cin sınıfını tam anlayamadık, idrak edemedik!. Cinlerin varlığını kabul ediyoruz, ruhlar gibi bir şey diyoruz ama ne olduğunu hala çözebilmiş değiliz..

Bu arada çok önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum..

Meleklerin "tenezzülü" çok büyük bir nisbetle özden-içten dışa doğrudur, demiştim...

Cinlerin de insanları etkilemesi aynı yoldandır!..

Yani, içinizde cinnî-şeytanî ilhamı bulursunuz!.. Ama elbette o ilhamın cinnî bir ilham olduğunu farkedemezsiniz!..

Dışarıdan karşınızdan beş duyuya hitabeder şekilde size hitabetmez cinler!..

Onların mesajlarını beyninizin içinde hissedersiniz!.. Adeta içinize girmiş hissedersiniz!.

Bu sebeple de "cinnî-şeytanî ilhamlar" konuya yabancı olanlar tarafından rahatlıkla karıştırılıp, "melekî ilham" sanılır!..

Oysa, bu melek dediğimiz sınıf, cinlerle hiç kıyasa gelmeyecek kadar çok farklı bir sınıf!..

Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hazreti Muhammed aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olmaz; ve öğreti kesinlikle Kur`an-ı Kerim’e ters düşmez!.. Helali haram; haramı helâl olarak değiştirmez!.. Zaman değişti bahanesiyle Kur`ân hükümlerini yürürlükten kaldırmayı önermez!.. Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir.

Evet, Melek sınıfının içinde, bu "Ruh" dediğimiz varlık da!... Fakat melek sınıfının içindeki sayısız daha düşük kapasiteli güçlü meleklerden ayırma gayesi ile onu, hasseten "RUH" ismi ile anıyor. Zira O, sistemdeki "Halifetullah"tır!

Ancak bütün bu açıkladıklarımızı, her şeyden önce boyutsal olarak düşünüp idrak etmek zorundayız!.

"Dünyanın ruhu" da, tek bir "Ruh"dur!. Tek bir yapının, tek bir Ruhu...

"Onlar kıyamet günü, huzurumuza BİR FERD olarak gelirler.." diyor, Ayeti Kerimede...

Burada önemli bir olaya işaret var!...

Zira bir "insan ruhu" vardır, bir de "insanlık ruhu" vardır!. Bir de "sistem`in "RUHU" vardır!...

Konu derine girdikçe karışıyor ve detaylanıyor. En iyisi biz bu konuyu şimdilik daha fazla deşmeyelim...

Evet, "Ruh-u Azam"ın fevkinde hiç bir şey yoktur!.

O, son noktadır!... O, tüm varlığın Özü aslı, hakikatı olan boyut!... O`nun ötesi diye bir şey yok!.

Gerisi, "ALLAH`ın İLMİDİR"!...

O`nun iç dünyası, bâtını var, Ahadiyet!...

Dış dünyası var; Vahîdîyet ve de Rahmanîyet, Melîkiyet, Rubûbîyet gibi dediğimiz ef`âl âlemine kadar uzanan bir sıralama söz konusudur...

İnsân-ı Kâmil, Hakikat-ı Muhammediye isimleriyle işaret edilen; varlığın özü olan; ve kemâlâtı Hz. Muhammed aleyhisselâmdan açığa çıkan varlıktır.

Boyut farkı, otomatikman bileşim farkını meydana getiriyor.

"Ruh-u Azâm" dediğim, "İnsân-ı Kâmil" dediğim varlık, özü "Zât"a dayanan sıfat mertebesi; ve sıfat mertebesine sahip zât ile alakalı...

Diğer taraftan bizim burada bahsettiklerimiz ise, bunların hep ef`âldeki, yani fiiller âlemindeki ortaya çıkış şekli ile alâkalı!.

Bunları biribirine karıştırmayalım. Bunlar tamamen apayrı olaylar...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"...

"Melâike ve ruh o gecede tenezzül eder"...

"Min külli emrin selâm"!.

"Bütün emr`lerden selâm getirir"

 Her "Emr", kişinin varlığını oluşturan melekî "nurî" katmandır!.. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki, esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...

Bu hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, "kendi özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme" de diyebiliriz..

Esasen bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar, ne var ki şartlar uygun olmaz!..

Ama "Kadir" sürecinde uyanıksan, farkındaysan, belli bir idrak noktasındaysan, o takdirde bu hakikat sana açılır!... Bunu kavrayabilirsen!...

Yoksa, o anda sen uykudaysan, gaflettesin!.. Böyle bir olaydan haberin yok!.. Senin için de böyle bir olay cereyan eder, geçer gider ve hiç farkında bile olmazsın!...

Çok güzel bir yayın vardır televizyon`da, ama cihazın kapalıdır, alamazsın!...

İşte, "Kadir" Gecesi denen şey, o gece içinde olan bir süreçdir... Bütün gece boyu, "Kadir" değildir!.. O gecenin içinde, bilemedin 15-20 dakikalık bir andır, süredir... Bunun sonuçları ise sabaha kadar sürer!.

Bu süreç içinde tenezzül eden bu varlıkların oluşturduğu tesir, fecre, güneş doğumuna kadar hükmünü icra ettirir. Ama, esas oluşu 10-15 dakikalık bir süre!..

Genellikle, gece yarısından sonra ile güneşin ışıklarının çıkmağa başladığı an arasında... Eğer, 24`ten sonra başlamışsa ortalama 5.5 saat. Ama, 24`ten sonra başlamaz da, 02`de olur, 03`de olur... O anı yakalamak çok önemli!...

"Kadir" Gecesinin, hakikaten 27. gece olduğuna dair bir şey var mı?...

Bu konuda bir kaç açıklaması var Rasûlullah Aleyhisselâm’ın :

 "Senenin bütün gecelerinde "Kadir"`i arayın!.."

"Ramazan`ın bütün gecelerinde arayın!..."

"Ramazan`ın tek gecelerinde arayın!..."

"Ramazan`ın 20`sinden sonra ki tek gecelerde arayın!..."

"Ramazan`ın 25`inden sonra arayın!..."

"Ramazan`ın 27 ini gecesinde arayın!..."

 Bunların içinde,

"Ramazan`ın 27`inci gecesinde arayın"!...

dediği için, 27`inci geceyi esas alıyoruz biz!...

Dolayısıyla 27 inci gece`de olma ihtimali büyük!... Ama, hiç kimse çıkıp da kesin olarak bilgi yollu "Bu gece Kadir"dir.... Şu an "Kadir"dir" diyemez..

Elbette, ehlullahtan olan kişiler hariç!. Onların perdeleri kalkmış olduğu için, o anı keşfen bilir, bulur, yakalar!.

Onların dışında hiç kimse kalkıp da, böyle bir özelliği yoksa, bu gece "Kadir"`dir, şu an "Kadir"`dir diyemez!...

Eğer o anı görüyorsa, biliyorsa "Arkadaş!. Ben görüyorum, biliyorum" diyorsa, mesele yok, kabul ederiz, çünkü biliriz ki perdesi kalkmış keşif sahibi bir veli bunu diyebilir!.. Ama böyle bir özelliği yoksa, kimse diyemez... Ancak, Rasûli Ekrem aleyhisselâm’ın açıklamasına istinaden, "27. gecede olması büyük ihtimaldir", denir...

Peki bu tesirler herkese farklı mı geliyor?..

Hayır!.. Gelen tesirler herkese ortak bir şekilde geliyor!.

Ne var ki beynin o andaki kapasitesine ve özelliğine göre gelen tesirler farklı değerlendiriliyor!.

Dünya üzerine gelen kozmik dalgalar, herkese eşit pozisyonda geliyor. Sana çok geliyor da bana az geliyor değil!... Fakat herkes, kendi beyin kapasitesine, beyin açılımına göre, o gelen dalgaları farklı kapasitelerle değerlendirip çözüyor.

Yani, sana o anda gelmedi de dalga, bana geldi, değil!...ikimize de aynı anda, aynı dalgalar geliyor. Fakat ben onu beyin kapasitem kadar değerlendiriyorum, sen, beyin kapasiten kadar....

Senin radyo alıcın, sırf orta dalgalı... Sırf orta dalgaya tekabül eden dalgaları değerlendiriyorsun. Benim ki sırf, FM`e dönük, FM`i değerlendiriyor. Ötekininki kısa dalgada 5 bandı var, o kadar çok dalga değerlendiriyor...

Kadir süreci  ,kişinin yönelimine bağlıdır!..

hf

“KÂFİR”(MÜŞRİK)

 Sen, kendin veya karşındakinin ötesinde yönelecek bir varlık düşündüğün anda,tanrıya tapanlardansındemektir! Bunun anlamı da dinde KÂFİR’dir!Yani Allah gerçeğini örten !

Sahihi Buhari’deki Allah Rasûlü açıklamasına göre, aklı başında insanın “Lâ ilahe illallah” düşüncesi onun imanlı olduğunun ifadesidir.. Ve ona kim “kâfir” yani “gerçeği örten” derse, diyen kişi kendisi “kâfir” olur.

hf

“KÂİNAT”

 "ARŞ"ın boyutsal altı için, bir diğer tanımlama ile "kâinat" ya da "evren" diyebiliriz...

Allah’ın bir AN ’lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir!

Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil, tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz - algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat , esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı Evvel”  diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını  verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan kâinat, Allah  indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!

Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve içindekilerin hepsi varolmuştur!

Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!

Bir misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu çizginin düşünün ki  üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir açısı var... Bu açı, bu çizgi  üzerinde bir noktadan çıkar. Allah’ın  sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun  bir an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen”  demiyorum dikkat edin,açı !)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar,k âinatın sonu yoktur  !)Allah’ın bir AN ’lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir AN’dır..

Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!

Bu sayısız  kâinatların her birisi, Allah’ın sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir!

"ALLAH", İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..

"ALLAH"ın "AHAD" olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-; bir ALLAH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!

Yani bir "ALLAH" var, bir de âlemler mevcut, değil!..

Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle batıldır!..

hf

KÂİNAT NASIL VAROLDU?

 Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil,tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat  esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını  verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan kâinat,Allah  indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!

Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve içindekilerin hepsi varolmuştur!

Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat gibi sayısız kâinatlar   dahi Allah indinde mevcuttur!

Bir misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu çizginin düşünün ki  üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir açısı var... Bu açı ,bu çizgi  üzerinde bir noktadan çıkar .Allah’ın  sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun  bir an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen”  demiyorum dikkat edin,açı !)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kainatın sonu vardır anlamı çıkar,kainatın sonu yoktur  !-)Allah’ın bir AN ’ lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir an’dır..

Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!

Bu sayısız  kâinatların her birisi , Allah’ın sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir

Haydi şimdi  farz edelim ki  , Allah’ı  anlatıp konuşmaya  başlayalım!..

 Bunun gibi Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil, tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat  esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

hf

KALB

 Tasavvufta ŞUUR anlamındadır.

hf

 

KALB GÖZÜ  AÇIKLIĞI

 Varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hali!.

Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri ilmi Bâtın`dır. Kalp gözü açıklığı  vardır..

hf

KALPLER  NEDEN 

“ALLAH ZİKRİ” İLE  TATMİNE  ULAŞIR?

 "Kalpler ancak ALLAH ZİKRİ İLE TATMİNE ULAŞIRLAR"

 buyuruluyor... Niye? ..

Çünkü insan, sonsuzu düşünmeye yönelik bir kapasiteyle yaratılmıştır ve sonsuzluk-sınırsızlık ise ALLAH'ın vasfıdır!..

 "Lâ uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik"

 diyen Rasûlullâh Aleyhi's-Selâm;

 "sana hakkıyla senâ (övgü) etmem mümkün değilidir; ancak sen kendini hakkıyla bildiğin için, kendi kendine senâ edersin"

  itirâfında bulunurken sonsuz-sınırsız yüce Zât'ın kesinlikle kavranamayacağına işarette bulunmaktadır...

Bu durumda bize düşen ne oluyor.. ?

Bize kendini tanıttığı nisbette O'nu tanımak!..

O'nun aynasında, kendimizi seyredip tanımak!..

Kendimizdekilerden, O'nun sonsuz sınırsız kemâlâtına, yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!..

 "Allah'ım, hayretimi arttır"

 diye DUÂ eden Rasûl Aleyhi's-Selâm bu husus hakkında bizi uyarıyordu herhalde...

Allah'ı tanımanın yolu da, zikirden geçer!..

Zikir, ya Zât, Sıfat ve Esmâyı içine alan toplu isim "ALLAH" ismi ile yapılır... Ya da, Allah'ı çeşitli özellikleriyle tanımaya yönelik diğer isimleri ile yapılır...

hf

KALBİN KARARMASI

 Kişi, yaptığı yanlıştaki niyetine göre, 40 günden kırk yıla, ya da ömrünün sonuna kadar karşılığını alır ki, buna kalbin kararması denir…

İnsanların, günahları yüzünden, kalpleri kararır, Kur’ân ‘ın da işaret ettiği gibi!..

Hiç bir iyilik “ceza”sız kalmaz!.

Hiç bir yanlış da karşılıksız kalmaz!.

hf

KALBİN MÜHÜRLENMESİ

 Dünyadayken, yaptığının cezasını çekmeye başlama sisteminin adı Kur’ân dilinde “MEKR”dir!.

Eğer o kişiye iman üzere gitmeme durumuna yol açarsa fiîli, bu defa da kalbi mühürlenmiştir, (anlayışı körelmiştir) denir!.

Anlayışın körelmesi”, genel olarak, basiretin gerçekleri değerlendirememesinin adıdır!.

Unutulmamalıdır ki, düşünce de beynin bir fiilidir!. Ve kişi, fiîlinden mesuldür, bunun sonucunu kaçınılmaz bir biçimde yaşayacaktır!.

Kötü düşünce” ilk aklına geldiği anda, kişi mes’ûl olmaz; ama onu devam ettirmeye başladığı andan itibaren sistem gereği, özünden gelen bir biçimde beyin kendisini o konuda körleştirmeye, kilitlemeye başlar!..

Birisini suçlamanın karşılığı, Allah takdir ve iradesini inkâr yolundan ilerliyerek, imansızlığa kadar uzanır; ve o kişi bu hâl üzere ölürse, âhırete imansız gider!. “Yuhasibküm BİHİLLAH” hükmünü icrâ etmiştir!.

Kalp kararmasının veya körelmesinin işareti odur ki; kişi bilgi ezberciliği ve taklitle yaşamını sürdürüp; “Allah” adıyla işaret edilenin ahlâkıyla ahlâklanmaktan geri kalır!… Gününü, maddi zevklerle tüketip, taklit fiîllerle kendini tatmin eder!..

Düşüncenin yanlışlığı, o konuda iman esaslarına ters düşülmesi dolayısıyladır!.

İman esaslarına ters düşen her düşünceyi devam ettirmenin sonucu, kalbin biraz daha kararması demek olarak, hakikatın gereğini yaşayamamayı getirir!. Bu da, kişinin kendisini cezalandırması demektir!.

Kim, ne zaman, ilminin gereğini yaşayamıyorsa, o kendi kendini perdelemeye başlamıştır… Çünkü, asla bulunulan noktada durmak mümkün değildir!.

İnsan daima bulunduğu yerden ilerler bir başka noktaya doğru, düşüncesi istikametinde… Eğer düşüncesi isabetli ise, o yolda ilerler ve açılımları artarEğer düşüncesi yanlış ise, o takdirde de hakikattan uzaklaşarak, taklitte kendine karargah kurar!… Taklitte kalmak ise, en büyük cezalanmadır İslâmı kabul eden için…

hf

 KALB SAHİPLERİ

 Yüksek bilinç sahibi kişiler!

hf

 “KALEM”

 Evrende olmuş ve olacak   herşeyi meydana getiren!.

Akl-ı Evvel!.

hf

 KAZA  (VARETME  HÜKMÜ)

 "ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesiHüküm”dür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Ayânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir.

hf

KELİME-İ ŞEHÂDET

 Kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu kişi, “İslam”ı tasdik etmesi için,  anlattığımız sistemi kavradıktan sonra,  diyebilmesi gerekir ki;

-Yeryüzünde veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren; istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan sadece “Allah” vardır-.

İşte bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı kabul ve tasdikin ilk şartı olan “kelime-i şehâdet”e gelir...

Dersin ki:

“Eşhedü en lâ ilahe illallah “

“Eşhedü” yani, “şehadet ederim”...

Nasıl “şehâdet” edersin?...

Gözle, değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim” ki; ve... etmekteyim,  müşahede ve tesbit etmekteyim, idrak etmekteyim, tasdik etmekteyim ki; varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla söz konusu olmayan tek mevcut sadece “Allah”tır!. Ki gayrı asla mevcut değildir!.

“Ve eşhedü enne Muhammed’en abduhu ve rasûluh “

Ve gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu ve rasûlü`dür.

“Kulu”dur, Allah’ın kendisinde izhar etmek istediği mânâları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” îfa etmekte...

Burada ayrıca Hz. Rasûlullah  Aleyhisselâm’ın;

“FAKR”ımla iftihar ederim”!. diyerek işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret de mevcuttur!...

Bahsi geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın,  işaret edilen husus ile!..

Mutlak bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.

Ve “Rasûlü”dür; “ALLAH” hükümlerini-Sistemi’ni; “Allah”ın dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ eden elçisidir!.İşte buna da şehâdet ederim!.

“İslam”ın ilk ana şartı budur.

Kelime-i şehâdeti avam, yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler... “Allah’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allah`tır”!.

Böylece ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek anlamıyla “ALLAH”ı farketmezler!. Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allah’ı kabul eder!.

Hz. Muhammed’i O`nun elçisi olarak kabul eder. Bu kelime-i şehâdetin avam yönüdür.

Bir de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havasa dönük mânâsı vardır... Bu anlam, “Allah’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.

Bu anlayışta, “Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığını anlaşılmalıdır!… İşte bu, işin “havas”a hitabeden yönüdür. “Havas” düzeyindeki anlayışıdır.

Eğer sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin, şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun, “yok”tan varolmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir zerrede var olan “TEK” varlığın “Allah” olduğunu idrak edersin

 YÜZÜNÜ NE YANA DÖNDÜRÜRSEN, ALLAH VECHİNİ GÖRÜRSÜN”

  âyetinin sırrı açılır...

O zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş güzel ve mükemmeller kalır... Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül, karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!...

İşte “kelime-i şehâdet”in bu havas mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikâmesine yol açar...

İslâm dininin temelini, «LÂ İLÂHE İLLALLAH»  sözünün  mânâsı  oluşturur.

«Lâ  ilâhe  illâllah»   ne   demektir?

Bu söz basit olarak ele alınırsa;

"TANRI yoktur  sadece  ALLAH  vardır"   anlamında   değerlendirilir...

Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...

«Lâ ilâhe»de; "Lâ", yoktur; "ilâhe", TANRI demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir. 

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim...

Kelime-i Tevhid, «Lâ ilâhe» ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»;   "lâ ilahe"!.. .

Akabinde, bir açıklama geliyor...  «İllâ» = "sadece",   «ALLAH»  vardır!...  

"İLL  ALLAH"   yani     "sadece    ALLAH"!...

Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..

Dine, tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun, bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..  

"Lâ ilâhe iLLALLAH"  uyarısını, halkın anladığı arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük bir hataya düşmektedirler...

Şöyle ki...

"Lâ recülün illâ Âli"  dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli'den başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur"  veya  "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında çevrilebilir..

Oysa "İllÂ" kelimesi   "ALLAH"  kelimesiyle yanyana kullanıldığı zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz... Yani,  "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi değildir"   şeklinde yorumlanamaz...

Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir...

"KÂNE" yani "İDİ", eki nasıl  "ALLAH"  isminin işaret ettiği anlam yanında,  genel kullanım manasını yitirir; ve geniş zaman kavramına dönüşür ise;  aynı şekilde  "İLLÂ"  kelimesi de  "ALLAH" ismiyla yanyana gelince,  genel kullanım alanı dışına taşıp,  "SADECE"   kavramıyla anlaşılır...

Önce "KÂNE"  sözcüğüne bir misâl verelim... 

"KÂnALLAHu gafurur  rahİma" dendiği zaman,  bunu nasıl   "ALLAH  GAFUR   ve RAHİM  İDİ" diye çeviremezsek;   "ALLAH" isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri ise...  

Aynı şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi" anlamlarına   anlaşılmayıp,   "sadece"    mânâsıyla    idrak edilmesi zorunludur!  

Zira "ALLAH"  isminin bize işaret ettiği varlığın  özellikleri, kendi dışında bir mevcud kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi hiç kabul etmez!... 

İşte bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ",   gerek  "KÂNE" ve gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel kullanımda anladığımız manada değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.... 

Buna yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin ötesinde bir  TANRI yani İLÂH  kavramı olacaktır..

İşte bu gerçeği gözönüne almış olarak,  bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak  farkederiz ki...

«Tapılacak tanrı yoktur,  sadece   ALLAH  vardır»!..

Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur...

«Tapılacak tanrI yoktur»...  Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı  olmadığını   vurguladıktan  sonra,  «İLLA ALLAH»   diyor... 

"İLLÂ", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü  üzere   "SADECE" anlamında dahi kullanılır..

Evet,  "İLLÂ",  "ALLAH"  kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman  kesinlikle "SADECE" anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLAH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle târif edilsin!...

İşte bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ" kelimesi  "ALLAH"  ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız...

Nitekim bu mânâ  İngilizceye tercüme edilirken:   

" There is no god   BUT   ALLAH

şeklinde değil;

"There is no god   ONLY ALLAH"

şeklinde tercüme edilmelidir...

Ki böylece, İslam Dininin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi   farkedilebilsin.

Evet, sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada...    Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE» yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü  veriliyor!..

Öyle ise «ALLAH»  ismi ile işaret edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde   tapınılacak bir TANRI  değildir!..

Bu takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..

«Tapınma» ve «kulluk»...

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve bu kelimelerin  anlamı nedir?..

«TAPINMA» kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur...

«Sen» varsındır... «Sen»in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!... Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür... Tanrı'ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»... "Sen"in ona yönelik  yaptığın fiiller!... (1)

(1)- Nitekim Kelime-i şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi,  «Abdiyet-kulluk»un  «Hüviyete»  yani «Hû»ya   zorunlu olarak   yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

«KULLUK»  kelimesinin anlamına gelince...

Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk»  ... Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır: 

 "BEN CİNLERİ DE  İNSANLARI DA YALNIZCA   BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN     YARATTIM"...

 Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..

Ayrıca burada  hemen şu ayetle işaret edilen manayı dahi hatırlamalıyız:

  "YÜRÜR  HİÇ BİR  MAHLÛK  HARİÇ  OLMAMAK  ÜZERE  HEPSİNİ  ALNINDA  ÇEKİP  YÜRÜTEN O'DUR!.."    (HUD/56)

 Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı, «Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir  bu anlamda..

Ayrıca,

 «KUL, KÜLLÜN   YA'MELU  AL  ŞÂKILETİH»

 deniyor âyeti kerîmede.   Yani;  

«DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR»     (17-84)

  FÂTIR'ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.

Özde, taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...

"Kulluğun" türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...

 «GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH ETMEYEN  HİÇ BİR ŞEY YOKTUR;      FAKAT SİZ, ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.»    (17-44)     

    âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını"  yerine  getirdiklerini  ifade  etmektedir...

Bir diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet» olan kulluk!..

.Netice...

«Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan birşeyler ummasıdır.

Sonuç... "TANRI"YA TAPINILIR;   "ALLAH"A  KULLUK EDİLİR!..

Öyle ise..."ALLAH"a  "kulluk" neden ve nasıl   yapılmaktadır?..

Bunu anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.

"ALLAH"ın "AHAD" oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de, yanısıra kâinat gibi  iki ayrı yapı mevcut değildir!.. 

Yani bir    “ALLAH” var,  bir de    âlemler mevcut ,  değil!..

Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle bâtıldır!.

Hazreti  MUHAMMED'in  açıkladığı  “ALLAH”  bir  TANRI  değildir!

Hazreti  MUHAMMED'in  açıkladığı   “ALLAH”,    AHAD'dır!...

Hazreti MUHAMMED'in   açıkladığı  “ALLAH”, sonsuz manâlara sahip olup, her an bunları  seyir  hâlindedir!..

Bu  «SEYR»in   mahalli de   «esmâ» âlemidir!..

ZÂT'ı   itibariyle   Vahid-ül AHAD...

Sıfatları itibariyle HAYY,  ALİM, MÜRÎD, KADİR,  SEMİ,   BASÎR,   KELÎM'dir;

Kendisinde bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..

"Ef'âl âlemi" denen fiiller âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de denebilir...

Ef'âl âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yeraldığı  kâinat ise bu  varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup;   ALLAH'ın "İLMİNE"de ise, ALLAH'ın  "İNDİNDE"  mevcut   "İLMΠ SURETLER"dir..

Ya da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar aslâ vücut kokusu almamışlardır»...

Kısacası, yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH'ın İLMİNDE" mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..

İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI   asla   hissedemez!..

Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gidersiniz!.

Tanrı ve tanrısallık yoktur, Allah vardırdemektir,“Kelime-i  Tevhid”in manâsı!

hf

 “ABD VE RESUL “ OLUŞUNA ŞEHÂDET NE DEMEKTİR?

 Evet böylece “Eşhedü an lâ ilâhe illâllah” diyebilirsek; “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah”dan sonra bizim üzerimize bir görev daha düşer...

“Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhù ve RasùluHÛ”diyebilmek.

Ve eşhedü” şehadet ederim ki “enne”  kesinlikle bu böyledir. Yani , bu şehâdeti öyle bir  ederimki , kesinlikle bu şehâdetim geçerlidir,şaşmaz!..Muhammeden Abduhù ve Rasùluhu.

“Muhammed” O’nun kulu ve Rasùludur!

Muhammed” isminden kasıt  müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..

Burada “kul” luk , “rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...

Düşün ki, Rasùlluk!..

 “Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”

 diyor...

Rasûllükten daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..

Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul” luğu ne demektir?

Muhammed “abduhu” deniyor...

Bir kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti gösterir...

ABD” iyeti   “”viyetidir mânâsı burada gizlidir   yani,”Allah’ın hüviyetinekul” dur” demektir bu!..Allah’ın hüviyetininkulu”dur,demek; “efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle ,sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...

Neticede bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdeti söyleyen herkes , Hz.Muhammed’in efal,esmâ,sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama bilinçli olarak ama bilinçsiz olarak!...

“Hù”viyetin “abd”ı olması hali,bütün gelmiş geçmiş Nebi ve Rasûllerin arasında , bir tek “Muhammed” isminin müsemması olan mânâda müşahede edilir!..

Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!.Bir şeyin hüviyeti,o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!...İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı,zâtında müşahede etmiş olmasından dolayıdır!..

İlâhi Zât’ı zâtında müşahede eden ilk beşer Hz.Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâmdır!..

Bu yönden de O’nun mertebesi , târifi mümkün olmayan,eşsiz bir mertebedir!

Hiçbir Nebi ve Rasûl, onun yanında ismini geçiremez!

Hz.Muhammed’in vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle,diğer nebi ve Rasûllerin arasında geçer adları,mânâ âleminde!

O’nun vârisleri kimlerdir?

O’nun vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!..

İnsan-ı Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşıılan “kâmil insanlar” değildir!..

İNSAN- KAMİL” ler,Gavsiyet mertebesini dahi ihraz eden , yüksek kemâlât sahibi, Devrinin “Zât” larıdır!..

Ve varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların  hükmüyle yürümektedir!..

İşte bu yüzdendir ki,bu “Abduhu” kelimesindeki “Hù” , her ne kadar zâhirde , avam anlayışında “Hù”ki O “ diye Allah’a işaret  gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi; hakikat müşahedesinde , oradaki “Hù”  , hüviyete işaret eder,İlâhi Hüviyeti kasteder!..

İlâhi Hüviyetin kullluğunu;yani, âlemde esmâ,sıfat,zât mertebelerini ihraz   etmeğe dayanır!..

İşte bundan sonra,”Risâlet” gelir...Risâleti ne demektir?..

“Risâlet”in mânâsı ,Ulùhiyetin hükümlerini; Ulùhiyetin beşeriyetin ebedi saadetine dönük emirlerini, efal mertebesinde ortaya koymaktadır!..

Efal mertebesinde Ulùhiyetin hükmü ve gereği olan yeni emirleri ortaya koymak Risâlettir!..Ve bu efal mertebesinde gerçekleşir!..

Ve böylece kişi, bu şehadeti getirdikten sonra yani Hz.muhammed’in abdiyet ve risâletine de şehâdet ettikten sonra İslâm olmuş olur!

Zâhirde, bu kelimeyi söylemesi , ona “müslüman” denmesine yol açar.

Hakikatte bu şehadeti yapmış olması da,

 Kim vechini İslâm’a teslim ederse o muhsinlerdendir”,

 âyetiyle işaret edilen mânanın kendisinde açığa çıkmasıyla mümkün olur.”Muhsin” Allah’ın isimlerinden bir isimdir.Esmâ-ül Hüsnâ ‘da yoktur...”vechini  İslâm’a teslim etmesi” yani,vechinde Allah’tan gayrının olmadığını itiraf etmesidir!..

Çünkü  zaten “ne yana başını döndürürsen Allah’ın vechini görürsün” diyor ya!..Ne yana bakarsan, “Onun vechini  “ gördüğün gibi ,başkası da ; senin “vech”in , Allah’ın “vech” i olması hasebiyle; “Sen” de AllahVech” ini görür...İşte böylece Kelimeyi Şehadeti getiren ; emaneti sahibine iade etmiş,”hain” damgası yemekten kurtulmuş  ve de “vech” ini Allah’a teslim etmiş olur!

hf

KENDİNİ TANIMAK

 Kendini tanımaktan murad, bedenini veya vücudundaki “nefs”im dediğin tabiatını, tanımak demek değildir!..

Aslın olan külli mânâdaki “nefs”i tanımaktır , ki ki gerçek benliğin ve hakikatın da O`dur.

Sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.

Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikatı tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve mânâlar şeklinde tanırsın.

Her BİRİMİN yaratılış amacından gayrı işlevi yerine getiremiyeceğini idrak; kendini tanımanın ilk basamağıdır!... Bunun evveli, ise dedikodu!..

Kendini tanımak,hakikatını bilmek  ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür.Yani, “nefs” dediğimiz şey, aslında külli bir varlıktır..

Tüm varlıkların “nefs”i, Tek bir “Nefs”dir. Bu noktaya ve görüşe gelebilmektir önemli olan.

Vücud”un varlığını yok etmeyi, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ileri sürenler olanaksızdan sözetmektedirler; meselenin aslını ifade edememekten dolayı!. Çünkü onların diliyle de gerçeği örtmeyi murad ediyor Kendisi!.

Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır... Zât ise tektir!..

Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize.

İşte burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!..

Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve."Nefs"ten çıkmak!.. "BENLİK"siz kalmaktır!."

Kendini TANI, ise amaç; kendini tanımaktan murad  kendindeki ilâhi sıfatları yaşamaktır!...

Kendini önce beden olarak tanırsın... Sonra idrak edersin veya takliden kabul edersin ki bir de ruhun varmış.... bu derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret” de denir...

Bunun da ötesine geçebilirse idrakın... Tüm varlığın (elbette ben dediğin de buna dahil) asıl kökeni meleki boyutmuş; bunu farkedersin... Bu boyutu farketmeden, anlamadan, idrak etmeden, hissetmeden kendi hakikatını kavraman, hissetmen de kesinlikle mümkün değildir!... hele ki ötesine geçmek!... Bu gerçekleşmeden, ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!... Yani, takliden yapılan konuşmalar!...

İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde Meleki yapı olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...

İnsan kendi hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya başlar...  

Tasavvuftan amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...

Kişi kendi özüne doğru olan bu yolculuğu yapmazsa, cennet ortamının meleki varlığı olmak yerine ruh boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır...

Allah, “İNSAN” olanı kendi “halife”si olduğunu idrak edip gereğini yaşaması  için; yani, kendi bakışıyla varlığa bakıp, kendi değerlendirmesiyle varlığı  değerlendirsin; kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşasınlar diye yarattı...

Ve bunun için de “İNSAN” olana kendini tanımayı kolaylaştırdı...

İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa  çıkar!

İnsan, aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir aynada seyrederek tanımak zorundadır!..

Kişide kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok çok ayrı şeydir!..

Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed Aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir...

Kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine erebilmek için;

Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır!.

Aksi takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına hiç bir zaman giremeyecektir.

İşte bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda değil, şuur boyutunda yaşanır.

Ve bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması zorunludur!.

Dileyelim ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.

Aksi takdirde bir ömür boyu, Vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir, neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..

Kendini arayanlara ayna olarak Din tebliğ edilmiştir!..

Kendini aramak ve tanımak gibi bir derdi olmayanları din enterese etmez!..

Onlar diledikleri gibi yaşarlar ve sonucuna da katlanırlar!..

İnsan aynada kendini seyredemiyorsa, ya kördür, ya da ayna adıyla ve sanarak duvara bakıyordur!..

Kendindeki hangi özelliği keşfederek onu kullanmak suretiyle bir cehenneminden kurtulup, karşılığı olarak o cenneti yaşayabildin?...

Varsa eğer böyle bir şey, o sana örnek olsun!... Daha geride hayalinden bile geçmeyen neler var!..

Ama bütün bunlar için gerçekten KENDİNİ TANIMAK değerli bir şey olmalı senin için!..

Yaşamının değil, günün kaç dakikasında, karşındakine, kendine davranılıyormuş gibi davranıyorsun?...

Karşındakinin, “sen” olduğunun; LAKIRTISINI etmek çok kolaydır!... İki nefes yeter!.. Ya onu idrak ile hissedip, yaşamak!?...

Başına ne gelirse, “ALLAH”tan bilip, asla karşındakini yaşadığın o olaydan dolayı suçlamamak?!...

Bir yandan bunlar uygulanıp yaşanacak; diğer yandan da “ümmülkitab”ı  başlıyacaksın “OKU”maya ki, ALLAH ahlâkının ne olduğunu öğrenesin!..

Kendi hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatı detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir... Bu da sadece dünya hayatında bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!..

hf

 KENDİ BOYUTLARIN

 Bunları böylece anladıktan sonra, geleceğimiz bir husus daha var...Bu âlem ve bu kâinat içinde varolan sen...Varlığın , tamamiyle ilâhi isimlerin mânâlarının terkibi diyoruz...Yani,varlığın,bütün ilâhi isimlerin değişik zamanlarda değişik terkiblerle sende ortaya çıkması ile oluşmuş,diyoruz!..Bu mânaları müşahede eden bir de “sen” varsın!..Bu mânaların “sen” den çıkmasına karşılık senden çıkan bu mânaları müşahede eden bir “sen” varsın!..

Ve sen “ben neyim”diye derinliğe gittiğin zaman,kendin için,ben şuyum veya şöyleyim diyemiyorsun...Şu özelliğim var,bu özelliğim var diyorsun ama; kendin için ben şuyum diyemiyorsun..

Ben şuyum diyememen,zâtın itibariyledir.. Zâtın itibariyle zâtını tâyin edebilmen , tesbit edebilmen,takdir edebilmen muhaldir.. Bana zâtın itibariyle kendini tarif edemezsin..

Bizim tüm boyutları ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..

 Vasıfların itibariyle, vasıfların olduğunu  , senin için,”yok olma” anlamında bir ölümün söz konusu olmadığını söyleyebilirsin...Yok olma,yok;sen ebedi olarak “hayat” sahibisin..

Hayat sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS" ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek devam edecektir.

Bunları idrak edebilen bir şuuurun, idrakın var..”İlim” vasfının sonucu olarak , bütün bunları idrak ve ihata edebilen,kavrayabilen bir şuurun var..

"ALÎM" ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.

"MÜRÎD" ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.

Bu seyrin,bu müşaheden dolayısıyla,neticede sende meydana gelen belli istek ve arzular var..”irade” var!..

Bu istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartmak için “kudret” var..Ve bu kudret kullanarak birtakım istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartıyorsun..Bin isteğinden bir tanesini bile kuvveden fiile çıkarmış olsan.demek ki sende belli bir “ kudret” var..

"SEMİ" sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE" yeteneği kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının bizden ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET" bizde görev yapar!..

Kendinde mevcut olan mânaları dile getirebiliyorsun! “mütekellim” isminin,”kelâm”  vasfının sendeki mevcudiyetine işaret olarak..

Çevreni,dışını “algılayabiliyorsun!..Ve çevrendeki çeşitli mânâları fiilleri “seyredebiliyorsun!..bütün bunların sonucu olarak yeni birtakım şeyler de meydana getiriyorsun...Bu vasıflar sende mevcut..

Ve hayatın boyunca, sen de mevcut çeşitli mânâları fiile dönüştürme hali sürüp gidiyor..Çeşitli sana gelen etkilere tepki şeklinde veyahut direkt , kendin aksiyon koymak suretiyle çeşitli mânaları fiile dönüştürmeye  devam edebiliyorsun..

Öyleyse , geniş mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar , işaret edilen vasıflar , boyutlar , sende mevcut!..

Demek ki , senin ilmin veya senin şuuurun , anlayışına göre,bu boyutların herbirine ulaşıp , her birinin hakkını ayrı ayrı vermediği sürece , sen “ nefsine zulmedenlerden” olursun!..

Sende  mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da   “nefsinin hakkını edâ” edenlerden olursun.

Zâtının, sıfatının.esmâsının ve efalinin hakkını ayrı ayrı verdiğin zaman,hakkını eda edersin; varlığın, efalin hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin zaman veya sıfatın hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin zaman veya zâtının hakkını vermediği zaman “nefsine zulmedenlerden” olursun...

İnkâr ettiğin,kabul etmediğin herbir boyutunla,neticede “nefsine zulmetmekten” başka bir iş yapmıyorsun!..

Öyle ise nefsinin , varlığının hakkını verebilmen ancak, Allah’ı tanıyabilmen ve Allah’a “yakin” kazanmakla mümkündür!..

Allah’a “yakin” kazandığın ölçüde, kendini tanırsın; kendini tanıdığın ölçüde de Allah’ı tanımış olursun!..

Hatırlayalım Rasùlullah (Salla’llâhu Aleyhi  ve Sellem)in işaretini;

 -Allah nerededir,yerde mi gökte mi?..

 -Mü’min kullarının kalbindedir!..(Gazali-İhyâ)

 Allah’a “vâsıl” olabilirsin;ama Allah’ı idrak edebilir misin?..Hayır!..

 ONUN MİSLİ OLAN ŞEY YOKTUR”(Şùra-11)

 “İDRAKLAR O’NU KAVRAYAMAZ”(En’âm-103)

 “..VE ONA LEDÜNNÜMÜZDEN İLİM İHSAN ETTİK”

 Evet,burada şu gerçeği kesinlikle tesbit edelim...Şayet bizden bu ilmi dinliyorsanız,bu Allah’u Teâlâ’nın bize ihsân ettiği “ilmin” den dolayıdır..Bu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; O’nun bizden zâhire çıkarmayı murad ettiği bir ilimdir...O’nun ilmidir!..

 O dilerse ,”ilmini” bir mahalde izhar eder...Yani,ilmin sende varoluşu, Allah’ın sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!..İhatan yoluyla değil.

İhata yoluyla olmayışı demek; Allah’ın mânalarını sonuna kadar ihatanın,idrakın mümkün olmadığına işarettir.çünkü sonlu,kısıtlı,kayıtlı bir varlık değildir!..Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.

  Esas itibariyle Allah’ı seyir,ilimden ibarettir.

 Yani , rü’yet,ilimdir!..

İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayale girer!..Tahayyül sùretiyledir!..

Çünkü görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz konusu olur!Yaratılmış ilâh olmaz!..

Yaratılmış ilâh olmazsa,yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!..İnsan yaratılmıştır,bunu daha evvel konuştuk...Yani,belli isimlerin mânasının aşikâre çıkışıyla varolan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!..Yaratılanın yaratanı ihata etmesi ,görebilmesi zaten muhaldir!..

Ancak Allah kendisi,kendisini görür!..Ne anda,hangi anda sen Allah’ı gördüm,Allah’ı duydum dersin, o senin kendi hayalinde sana açılan Rabbındır!..

Öyle ise,”Allah’a vâsıl olmaktan” mâna,Allah’ın ilmini,”sen” adı altında izharından başka bir şey değıildir!..

hf

KERÂMET

Allah ikramı!

Belli riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur. Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!. Bunlara "ârif" denilir!. Bunlar daha "velî" değildirler!.

İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet mertebesi olan "Mârifetullah" sahibi "mardiye nefs" bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir... Bununla karıştırılmaya!

Eğer şartlanmalar perdesini kaldırmakla birlikte kişi,tabiat perdesini iman nuru ile kaldırmışsa o zaman ondan gözüken olağanüstü hallere” kerâmet “ adı verilir .Yani kişi  bu halde iman nûru ile hareket ediyor.Akıl,iman nuru ile hareket ediyor!

Sirius yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ'lerine    ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde keramet?

Destekleyen bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet   karşılığı olarak?

 Ben de sizin misliniz olan bir beşerim

  diyen en muhteşem insan,   Allah Rasûlü ve Hatemen Nebiyyin Muhammed Mustafa Aleyhisselâm...  Bizler   gibi bir bedene sahip!.

Kerâmetleri hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni,    Ahmed Rufai ve niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.

El-kol, bacak beyin aynı da....

Tıpkı kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...

Farklı olan tek bir yanları var bugünkü bilimsel verilere göre; BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...

TANRI DEĞİL ALLAH ise...

Kaynak aynı kaynak...

Beşer aynı bedene sahip aynı beşer...

Ama birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...

Diğerinden çıkana Veli ise, diyoruz, “kerâmet”...

Kâfirden çıkana ise diyoruz “istidrac”!.

Aynı kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden    değişik isimle tanımlanıyor!.

 Musluk olayı Allah'a bağlıyor; mucize, “kerâmet” diyoruz!...

 Musluk olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, “istidrac” diyoruz!...

Oysa açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.

Hatta bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize ve    kerâmet ise Allah'a ait!...

Mucize veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin?

Kerâmet ve mucize ise Allah'tan kaynaklanır kuvvetini Uluhiyetten    alır ilmince...

Onun içindir ki, Allah'a iman etmiş olanın arzı geniştir... Ulûhiyet    arzında ve semâsında seyreder!...

hf

KESRET

 “Çokluk” Âlemi.

hf

 

KESRET  MÜŞAHEDESİ

 Hak'kın varlığı olarak bir çok varlıklar mevcut değildir!. Kalpler ve ruhlar mevcut değildir!..

Bunların hepsi de vehim yollu görülen hayâllerdir!. Gaflet ve uykuda olmanın sonucu olarak meydana gelmektedir!..

Çünki bunların hepsi de, "ilmî sûretler" olmaktan öte bir şey değillerdir!. "İlmî sûretler" ise ancak ve ancak, sadece ve sadece Allâh'ın ilminde mevcutturlar!..

Emir ve hüküm hep kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.

Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allâh'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme basîretsizliğinden arınıp; “Emir –âmir – memur”; “hâkim- mahkûm – hüküm” üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.

hf

KEŞİF

 Genetik istidadın oluşturduğu veri tabanının, sistemi okumaya yönelik bir şekilde çalıştırılması sonucu olarak; kişinin, yaşamında edindiği veri tabanıyla da birleştirilmek suretiyle, sistemi “OKU”yabildiği oranda değerlendirebilmesi “Keşif”tir.

KEŞİF, fizik bedene bağımlılık devam ederken mânevî âleme vukuf ve onlarla irtibat hâlidir.

Keşifler... İki türlüdür... Görüntülü veya görüntüsüz...

Eğer bu değerlendirmeler, kişinin beyninde, veri tabanına, kültürüne GÖRE ve dayalı olarak, hayâl merkezine transfer edilirse, bu tesbitler sembollerle, hayâl suretleri şeklinde görülür; ki bu, yorumlanması gerekli olan keşif türüdür...

Hayâl merkezine girmeden değerlendirme olursa, o zaman yoruma gerek kalmayan değerlendirmeler olarak, direkt, keşif diye algılanır... Buna, “hissi müşahede” de denilir. Bu keşfin sonucunda, kişide, “Allah” adıyla işaret edilenin yaratmış olduğu sistem ve düzenin işleyişine dair bilgiler elde edilir ve yaşanır.

Keşfin halusinasyondan ayrılan yanı; Halusinasyon, asılsız; sistemle bütünleşmeyen VEHİM kökenli görüntüler-hayallerdir....

Keşif ise, sistemin deşifresidir!.

hf

KEVN

KEVNİ NOKSAN

 Varoluş, terkibiyet hükmünün meydana getirdiği kısıtlamalar!.

hf

KIYÂMET

 "Kıyâmet" kelimesi Kur`ân-ı Kerim’de, bazen bireysel anlamda "ölüm", yani bir yapının, diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de "ruh boyutu yaşamının, nurânî yaşam boyutuna" dönüşmesi süreci olarak kullanılmıştır.

hf

 

“KIYÂMET” OLAYI

 Kıyâmet dediğimiz devre, yani âhiretin ikinci devresi!

Bu ikinci devre kıyâmetle birlikte oluşur.

Kıyâmet ne zaman?

Bunun hakkında dinî kaynakların hiçbirinde herhangi bir zaman, verilmemiştir. Verilmediği için, şu anda bizim de burada bir şey söylememiz câiz olmaz!..

Belli hadîslerden faydalanarak; kıyâmet koptuğu anda, dünyada yaşamış olan bütün insan ruhlarının o ortama özel bir beden ile dünya üzerinde olacağını; dünya üstünde hepsinin bir araya geleceğini; cehennemin melekler tarafından çekilerek getirilip, bütün dünyayı kuşatacağını, dünyanın üzerinden, cehennemi aşıp cennete ulaşacak biçimde bir köprü oluşacağını; bu geçitten insanların geçebilenlerinin cennete ulaşacağını; geri kalanların da cehenneme düşeceğini söyliyebiliriz.

Şimdi köprü denince aklımıza hemen bir boğaz köprüsü geliyor!.. Ya da başka türlü bir köprü mü kurulacak?

Hadiste de Hz. Rasûlullah insana o meseleyi anlatabilmek sadedinde misâl veriyor,

-Köprünün üzerinde çengeller vardır. Meselâ bir kişi dünyada namazını kılmamışsa namazla ilgili çengel uzanır, o kişiyi yakalar cehenneme atar veya oruç eksiği varsa, orucunun eksiği dolayısıyla o kişiyi kapar oruç çengeli, cehennemde cezasını çeker ve sonra cehennemden çıkar’ diyor. Buradaki tâbir bir mecâzi anlatım!

Meselâ şöyle, ben bunu size anlatmaya çalışayım .ikinci dünya savaşı sonrasında Amerika’lılar Berlin’e hava köprüsü kurdular ve hava köprüsü ile pek çok yiyecek giyecek ve insan taşıdılar. Şimdi -hava köprüsü’ deyince, aklınıza boğaz için köprüsü gibi bir köprü geliyor ve Amerika’dan Berlin’e kadar böyle bir köprü kurulmuş!.. Hayır!.. Amerika’dan Berlin’e uçaklar sürekli çalışarak, oraya gerekli ikmali yaptılar!..

Bunun gibi, dünyanın üzerinden de insanlar kendi çalışmalarına göre elde ettikleri kuvvetleri kadar bir güçle kaçmaya başlarlar. Çünkü dünya, o anda cehenneme gidiyor, Güneşin içine girecek; Cehenneme düşecek insanlar dünyadan kaçacaklar; herkes kendi gücüne göre kaçacak.

 "Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer, kimisi deve hızıyla geçer, kimisi koyun hızıyla geçer, kimisi at hızıyla geçer, kimisi de sürüne sürüne geçer"

 diye târif ediyor Hz. Rasûlullah (Bunların hadislerini de göreceğiz daha sonra).

Başka türlü nasıl anlatılır, o devrin insanına bir düşünün. Peki buradaki hâdise ne?..

Herkesin belli bir rûhânîyeti var; o ruhundaki enerji dolayısıyla, yani belli kaçış gücü dolayısıyla; kimisi yerçekiminden kendini kolaylıkla soyutlayıp hızla fırlayabilecek, kimisi de çok büyük güçlüklerle yükselebilecek.

Şimdi şu da bilimsel bir gerçek!

Daha önce izah ettiğimiz üzere güneş belli bir süre sonra, bugünkü hacmının 400 katı büyüyerek dünya, Merkür, Venüs ve Mars’ı içine alacak, güneşin yüzeyindeki hararet 6000-6500 derece eriyor, su gibi oluyor! Dünya Güneşin içine girerse ne olur?.. Su gibi erir akar mı?

Zaten Hz. Rasulullah da hadîste,

 -"Cehennemin içine düşünce, dünya eriyip su damlası gibi buharlaşır"

 şeklinde târif etmiyor mu?

Bir su damlası gibi kalmayacak mı dünya?

Güneşin bugünkü, hâli dünyanın 1.303 bin katı büyüklüğünde!.. O gün en az 400 milyon kere daha büyük olacak dünyadan!..

Dünyanın manyetik çekim alanından kendini kurtaramayıp da cehennem sınırları içinde sürünenler eğer bu çekim alanının ilk anlarındaysalar; yanlarından geçenler tarafından çekilip götürülmeye çalışılacak. Fakat o kurtulma halini, gücünü hiç elde etmemiş olanlarda ebedî olarak güneş çekimininin içinde kalacaklar.

Peki böyle bir şey var mı? Yani söz konusu olabilir mi?

Bugün uzayda -kara delikler’ adı verilen ölmüş güçlü yıldızlar var. Bunlar, hacim olarak, bir ay kadar olmalarına rağmen, civarlarından geçen bir Jüpiter kadar veyahut ta ondan daha büyük. Güneş gibi koskoca bir kütleyi alıyor yutuyor, hazmediyor içinde yok ediyor!.. Ve bana mısın da demiyor!..

Bunun gibi, insan ruhlarının da karşılaşacağı, "cehennem" adı verilen bu korkunç durumdan kendilerini ebedî olarak kurtarabilmeleri mümkün değil!..

Eğer şu anda dünyada belli çalışmalar yapıp da belli bir ruhâniyet, belli güç elde edemezse insan, bunun neticesi olarak, kendilerini oradan kurtarabilmeleri ebedî olarak mümkün değil!..

Ondan sonra cehennem böylece geçilebilirse eğer;

Tabiî biz burada haşir sahasında olacak olaylara değinmiyoruz!.. O da ayrı bir konu! Geçebilirlerse eğer; cennete gidiyorlar.

Cennete girecek en düşük mertebeli bir insana, bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir dünya verileceği söyleniyor hadîste.

Uzaydaki, galaksideki yıldızların en küçüğü o, bundan daha küçük yıldız yok!.. Hatta daha da büyük belki de; Hz. Rasûlullah "mübalağa zan olunur" diye, o kadarla yetindi.

Cehennemin gerçek şiddetini, Hz. Rasûlullah anlatmamıştır!.. Zira bu anlattığı kadarıyla bile, "cehennemin korkunçluğunu" insanlar kavrayamamakta ve "olamaz böyle şey" demektedirler!

Eğer hakiki boyutlarıyla anlatmaya kalksaydı, zaten kimse kabul etmezdi!

Gerçekte çok daha korkunç bir şey!..

Cehennemde, ölüm diye bir şey yok!..

Cehennemde değil; ölüm tadıldıktan sonra, herkes için ebediyen ölüm, diye bir şey yok!.. Yok olmak, "yok olup gitmek" diye bir olay söz konusu değil!..

Zira, esas olarak, senin ana yapın ruh dediğimiz dalga yapı. Manyetik yapının yok olması, söz konusu değil artık!.. Ve bu manyetik yapının, bulunduğu ortama göre yoğunluk kazanarak oluşturduğu terkib, çeşitli şekillerde zedelenebilir, bozulabilir, değişebilir, fakat ortadan kalkmaz!..

Çünki o terkibin aslı, dalga bedendir!.. Hologramik dalga yapı olduğu için, bozulmaz!

Bu neye benzer?.

Bunun misâlini de rüya âleminden verelim. Rüyada ölüyorsun. Sonra, rüya içinde gene yaşamaya başlıyorsun! Yani, Ruhâni yapıda ölmek diye bir şey yok!.. Manyetik yapı için, ölmek diye bir şey yok!..

Dolayısıyla cehennemdekiler binlerce defa ölürler sanırlar ve binlerce defa ölmeden yaşarlar!

-Onlar için acıklı sonsuz birer ıstırap vardır’ diye târif edilmesinin sebebi budur.

Buna mukabil “Cennetler” dediğimiz diğer âlemlere gidenlere, yani diğer yıldızların boyutsal derinliklerine gidenlerse kendilerinde mevcut ruhânî kuvvetlerle; ki bu ruhanî kuvvetlerde ilâhî isimlerin mânâlarına dayanıyor.ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koyup gerçekleştirme kabiliyetini kendilerinde bulacaklar!.. Çünkü bu ilâhî mânâların gereğini, ortaya koyabilmede, dünyada bir güçlük var!

Bir madde beden oluşması var! Şu madde beden, senin her düşündüğünü bilfiil ortaya koymanı çok güçleştiriyor.

Ama cennette lâtif bir yapı!. Lâtif bir yapı olması nedeniyle de her düşündüğün, tahayyül ettiğin şey anında gerçekleşiyor!.. Ve böylece, cennet hayatı onlar içinde ölümsüz olarak, ebedî olarak sonsuza dek devam eder!

İşte "bâ’su bâdel mevt"in, yani “ölüm denen madde bedenin terkinden sonra hayatın devamı” ile ilgili olarak kısaca söyleyebileceklerimiz bunlar!..

Ölüm ötesi yaşama dair izaha çalıştığımız hususlardan sonra; bu hayata dair Hazreti Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem neler anlatmış. Biraz da onları dinleyelim kendi ağzından. Bu bölümde naklettiğimiz hadîsler çeşitli hadîs kitaplarından derlenmiştir:

Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh’tan şöyle demiştir: Öteki beriki,

- Yâ Rasûlullah, kıyâmet gününde biz rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz Hazretleri de mukabeleten;

- Ayın 14. gecesi rüyete mâni hiçbir bulut yokken ayı görmek hususunda şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.

- Hayır ya Rasûlullah, denince tekrar,

- Rüyete mâni hiçbir bulut yokken güneşi görebileceğinizde şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.

- Hayır ya Rasûlullah!.. dendi.Bu arada Ebû Saidi Hudrî’nin rivâyetinde de;

- Güneşi öğle üzeri ve önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip kakışmaya, birbirinize zahmet vermeye hâcet görür müsünüz. şeklinde açıklama yapmıştı. Sonra buyurdu ki;

-İşte O’nu siz böylece apaçık göreceksiniz. Kıyâmet gününde insanlar haşrolacak, (yani bir araya toplanacak.)

Kıyâmet gününde Nâs’ın Seyyidi benim bu da bilirmisiniz neden?.. Çünkü o gün Allâhü Teâlâ ve tekaddes hazretleri evvelin ve âhirin hepsini dümdüz bir toprak üzerninde öyle bir surette cem edecek ki kendilerini çağıran çağırıcı, ayrı ayrı her birine sesini duyurabilir.

Onlara bakan basar, ayrı ayrı herbirine nüfuz edebilir.

Bu arada ibn-i Mes’ûd radıya’llâhu anh Beyhakî’deki rivâyetinde;

 -Nâs haşrolduklarında, 40 yıl gözleri semâya dikilmiş olarak dururlar. Kendilerine hiçbir kimse tek bir kelime söylemez. Bu esnada -GÜNEŞ’ başlarının ucunda kendilerini yakar ve berru fâcir herkes ter deryası ta boğazına çıkıncaya kadar hep bu halde kalırlar.

 Ve nihayet Taberânî rivayetinde;

 -Kıyâmet gününde adam vardır ki ter kendisini boğacak dereceye çıkar. Ya rab cehenneme atmakla olsun bari beni rahatlandır der. Haliyle mahşer yeri tasvir edilir.

-Bu arada Müslim’de şu izahat vardır.

 -Halk o gün amellerinin miktarına göre tere batmış bulunacaklardır. Kiminin ter aşıklarına; kiminin dizlerine kiminin böğürlerine kadar çıkacak. Kimini de ter (Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek elleri ile ağızlarını göstererek), gemliyecek!. (yani boğacaktır.)

 Diyerek daha da açık ve tafsilâtlı anlatmıştır.

Bu arada Ebu Said Hudrî’den gelen rivayetle bu bekleyiş şöyle açıklığa kavuşturulur:

 -Bu vukûfun duruşun azabı mü’min hakkında o kadar hafifletilecek ki ancak farz namazlardan biri kadar sürecek.

 Veya bir diğer rivayette,

 -Güneş gurub için ufuktan sarkıp gurub edinceye kadar o gün mü’min hakkında gündüzün bir saatinden daha kısa da olacak!’ müjdeleri de var.

-İşte bundan sonra rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her kim neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün buyuracak.’

 Bu arada ibn-i Mes’ûd rivayetinde Hz. Rasûlullah şöyle buyuruyor:

 -Sonra gökten bir münâd-i şöyle nidâ eder; Sizi yaratan, size suret veren size rızkını veren Rabbiniz iken dönüp başkasına ibâdet ve muhabbet etmenize mukabil,ilâhî Adaleti gereği içinizden her kulu taptığının ardına düşürmek değil midir?

-Evet öyledir!.. Cevabını aldıktan sonra,

-Her ümmet dünyada iken taptığının yanına gitsin! diye ilân edilir.

 Bu arada Ebû Hüreyre’nin rivayetinde de şöyle ilâve var.

 "Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarından birini karşısına alıp,

-Ben seni tekrim etmedim mi? Evermedim mi? Mahlûkatımı sana teshir etmedim mi?’ diye soracak. O da;

-Evet Ya Rab!’ diyecek. Bunun üzerine O da;

-Sen beni vaktiyle unuttuğun gibi, ben de şimdi sana aldırmıyacağım! buyuracak.

Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir üçüncüsünü de karşısına alacak, bu kimse,

-Ya Rab ben sana, kitabına, Resûlüne imân ettim, namaz kılmış, oruç tutmuştum’ diyecek. Hak Celle ve âlâ Hazretleri de,

-Haydi senin bu dâvana şahit ikâme edelim.. buyuracak.

Derken, o kulun ağzı mühürlenip azayı bedeni aleyhine konuşmaya başlayacak... işte bu münâfıktır!.. Ondan sonra da biri şöyle nidâ eder,

-Herkes dünyada iken kime, neye inanıyor tapıyorsa onun peşine gitsin.’ Artık kimisi güneşin, kimisi ayın, kimisi de diğer putların peşine düşüp gidecek.

Bu arada ashabı salip yani salibe tapanlar, salibleriyle; putperestler putlarıyla; her mâbudun abideleri de kendi mabûdlarıyla beraber gider!"

 Nitekim ibn-i Mes’ûd rivayetinde;

 -Onlara ibâdet etmiş oldukları şeylerin timsâli görünür, beraberce onlarla giderler. Nitekim:

-Siz de Allah’tan başkasına ibâdet ettikleriniz de cehennemi tutarsınız!.. buyurulur.

Ve böylece yalnız bu ümmet içlerinde münâfıklar olduğu halde oldukları yerde kalırlar. Bu arada Allahü Teâlâ Süphanehü Hazretlerinin gayrına ibâdet etmiş olanlardan, cehenneme atılmadık hiçbir kimse kalmaz!..

Nihayet fâcir olsun, hak üzere kalan ehli kitabın geri kalanı olsun, Allahü Azze ve Cellehu hazretlerine ibâdet etmiş olanlardan başkası kalmayınca, Yahûdilerin bir takımı çağrılıp; kendilerine,

-Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.

-Biz Allâh’ın oğlu Üzeyri’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara denilecek ki,

-Siz yalan söylüyorsunuz. Allahü Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?’ Onlar da,

-Ya Rab pek susadık bize su ver’ niyâzında bulunacaklar. Bu talep üzerine

-Haydi su başına gelmez misiniz? diye kendilerine işâret vaki olacak. Onlar da bir araya getirilip Nâricahim’e doğru sevkedilecekler.

O Cehennem ateşi ki; onların nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip bir diğeri ardınca ateşe dökülecekler.

Sonra Hıristiyanların taifesi çağrılıp kendilerine -Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.

-Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara da denilecek ki,

-Siz yalan söylüyorsunuz!.. Allahû Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?..’

Onlar da;

-Ya Rab pek susadık bize su ver!..’ niyazında bulunacaklar.

Bu talep üzerine:

-haydi su başına gelmez misiniz"... diye kendilerin işaret vâki olacak.

Onlar da bir araya getirilip, nârıcahime doğru sevk edilecekler. O nârıcahim ki onları nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip yekdiğeri ardınca ateşin için dökülecekler.

Allahu tebâreke ve Teâlâ bundan sonra kalan mü’minlere evvela onları inandıklarından bir başka suretle gelip;

-Ben sizin Rabbinizim’ buyuracak. Onlar da o tecelli ile tanımayacakları için,

-Senden Allah’a sığınırız!.. Rabbimiz gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır, bir yere ayrılmayız!... Rabbimiz geldiğinde biz onu tanırız!" diyecekler.

Allahu Azze ve Celle Hazretleri onlara bu defa tanıdıkları bir surette gelip;

-Ben Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da:

-Sen bizim Rabbimizsin’ diyecekler. Ve Allâhü Teâlâ’nın onları davet buyurması üzerine ona tabi olacaklar.

Bu arada başka bir açıklama:

-Ya siz ne bekliyorsunuz?’ dendiğinde;

-Her ümmet ibâdet ettiğinin ardına düşsün! buyuracak. Onlar da;

-Ey Rabbimiz biz dünyada iken, seni tanımayan, ibadet etmeyen insanlardan, kendilerine en ziyade muhtaçken dahi, ayrılıp semtlerine uğramazdık, onlarla görüşmezdik!’ diyecekler.

-Biz şimdikinden ziyade kendilerine muhtaç iken dahi, dünyada onlardan ayrılmıştık; onlarla hareket etmedik; şimdi nasıl olur!? Biz münâdinin, her kavim vaktiyle ibâdet ettiği neyse ona kavuşsun!.. diye seslendiğini işittik. Onun için rabbımıza intizâr edip, O’nu bekliyoruz.

Cenâb-ı Rabbül Âlemin onlara, iki veya üç kere:

-Ene rabbiküm! (ben sizin rabbınızım).’ buyuracak.

Fakat onlar hepsinde de,

-Senden Allah’a sığınırız!.. Allah’a bir şeyi şirk koşmayız!..’ diyecekler.

O derecedeki, bazıları imtihanın şiddetinden rücû eder gibi olacak. Nihayet;

-Rabbınızı tanıyabilmeniz için aranızda bir alâmet var mıdır diye sual buyrulacak ve

-Evet’ diyecekler. Evet cevabı üzerine  -keşfi şak’ olacak ve kendiliğinden, Allâh’a secde etmiş her kim varsa secde etmeye tarafı ilahiden kendisine izin verilecek. Riyâ olarak secde etmiş olan münâfıklarınsa sırtlarını Allahü Teâlâ tahta gibi kaskatı kılacak, bunlar secdeye davrandıkça sırt üstü düşecekler. Mü’minler sonra secdeden başlarını kaldırdıklarında Rabbı müteâlilerini ilk defa gördükleri sûrete dönmüş bulacaklar. o zaman:

-Ene Rabbiküm’ buyurduğunda

-Ente Rabbena’ (evet sen bizim rabbimizsin) diyecekler.

 Ebû Hureyre radıya’llâhu anh şöyle nakletti:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den şöyle işittim:

 -Kıyamet gününde kulun fiîllerinden hesap vereceği ilk şey namazdır!.. Eğer tam ve sahih olursa kurtulur ve gayesine ulaşır. Eğer bozuksa mahrum olur, hüsrana düşer!.. Şayed farzlardan eksikleri var ise. Rabbi tebâreke ve teâlâ

-Bakın, kulumun nafileleri var mı?..’ der.

Farzlardan eksik kalanı böylece tamamlanır.

Ve sonra sâir ameli bu minvâl üzere olur.’ (Tırmizî)

hf

KIYÂMET  SÜRECİ

 "VEL YEVMİL ÂHİR"...

KIYÂMET SÜRECİ...

Bu ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:

"Vel yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav" harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR" şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...

"VEL YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki "an"a şeklinde çıkar anlam..

"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyamet" anlaşılır!...

Buna karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra gelen diğer anlar" anlamınadır.

"YEVM" Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...

Bizim bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde dünyasına, beş duyuya bağlı, izafi-göreceli bir ifade olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.

Bu sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar" deyince; bu "daha sonraki "an"lar" ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.

Yani içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu birinci manası..

"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen "sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah âlemi, kıyamet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam mevcut..

Bir de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani, "bilinen o meşhur "AN"!...

Nedir o meşhur "AN" ?...

"Büyük kıyamet" diye bilinen, bahsedilen zaman süreci!..

Böyle bir sürecin de yaşanacağı..

Berzah âlemindeki, kabir âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını, sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...

"Küçük kıyamet", diye bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi" anından sonraki bireysel yaşama anları...

Demek ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ anlayacağız:

 1-sonsuza dek sürüp gidecek olan bir yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam edecek olan yaşam "an"ları.

 2-bütün insanların ve cinnin -yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.

 "Vel yevmil ahir" anlayışı, ele aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile islamiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.

Geçmiş bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm'de, Konfiçyus dininde v.s. de "âhiret günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.

Ayrıca, reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde burası!..

Bütün ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu  İslâm dininde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.

hf

KIYÂMET  HALLERİ

 İşte bundan sonra cehennemin tam ortasına sırat köprüsü kurulacak.

 -Ümmetini en evvel oradan geçirecek olan benim!"

 Müslim’deki rivayette;

 - Sonra cehennemin üstüne köprü kurulur ve şefâata izin verilir ve "ilâhî bizi selâmette bırak, selâmette bırak" diye duâ edilir. Sırattan en evvel geçmek ümmeti Muhammediye aittir. Sonra bu münâdi "Muhammed nerede" diye nidâ edecek. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ayağa kalkıp, iyisi, fâciri hep birlikte olmak üzere bütün ümmeti de arkasına düşecek ve köprünün yolunu tutacaklar.

Allahü Teâlâ o zaman düşmanlarının nûru basarlarını ellerinden alacak ve bunlar sağlı sollu cehennemin içine sapır sapır dökülecekler. Ve yalnız Nebi Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ile Sâlihler necat bulacaklar. Nitekim Rasûlullah buyurduktan sonra:

- Ümmetler bize yol açacaklar. Biz de azâmızdaki abdest eserlerinden dolayı, yüzlerimiz nurlu, ellerimiz ve ayaklarımız sekili olarak geçeceğiz. Ümmetlerde bize baktıkça bu ümmetin hep enbiya olmasına az bir şey kalmış diyeceklerdir. O gün Rasûllerden başka hiçbir kimse konuşamaz ve kelâm edemez. Rasûllerin de o günkü kelâmı "İlâhi selâmet ver"den ibaret olacak.

Sıratın yanına gelince Allahu Azze ve Celle Hazretleri her birine de bir nûr verir. Sıratın yokuş yerini aşıp da tam düzlük yerine geldiklerinde, münâfıkların nurlarını Allah alır. Münâfıklar mü'minlere,

-Aman bizi bekleyin nurunuzdan biraz iktibas edelim" derler. Mü’minler de:

-“Ey Rabbımız, nurumuzu daha ziyade tamamlayıp, parlat" niyâzında bulunurlar.

O sırada hiçbir kimse hiçbir şeyi aklına getiremez. Sırat üzerinden geçilirken; mü’minlerin kimi göz kırpacak zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi kimi kuş gibi, kimi alayörük cinsi at ve deve gibi süratle geçerler. Onlara,

-Nûrunuzun miktarınca kurtuluşa koşun!" denir.

 İbn-i Mes’ûd, sürati aşağıda sıraya koyar:

 -Göz açıp kapaması kadar; bir şimşek hızı; bir meteor, yıldız süzülüşü, rüzgâr, at hızı, deve hızı süratleri; sonra, nuru yalnız ayaklarının başparmağında olarak verilen kimsenin yüzükoyun yürüyerek elleri ve ayakları ile emeklediğini ve bir kolunu çekse öteki kolunu, bir ayağını çekse öteki ayağının takıldığını ve kurtuluncaya kadar da ateşin yanlarına çarptığını anlatır.

-Cehennemde sadan dikenlerine benzer çengeller vardır. Sadân dikenlerini hiç gördünüz mü? Evet, işte bu çengeller sadan dikenlerine benzerler. Ancak şu var ki ne kadar büyük olduklarını ancak Allahü Teâlâ bilir. İşte bunlar insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar.’

Bu arada kimi koşarak, kimi yürüyerek geçer; derken sonuncuları karın üstü sürünerek gider de,

- Yarab beni neden bu kadar geç bıraktın? der. Cenâb-ı Rabbül Âlemin de,

-Seni geç bırakan senin, kendi amelindir’ buyurur. Nitekim Sûre-i Tahrim’de,

-Mü’minlerin nurları önlerinden ve sağ taraflarından yürür’, mü’minler

-Yarabbi şu nurumuzu daha ziyade tamamlayıp parlat bize mağfiret et’ derler.

Nitekim Sûre-i Hadid’de de şöyle anlatılır:"O günde münâfık erkekler ve kadınlar iman edenlere

-Aman bizi bekleyin de nurunuzdan biraz iktibas edelim’ derler. Lâkin kendilerine

-Geri dönün nuru orada arayın’ denilir. Bunun üzerine mü’minlerle münâfıklar arasında kapısı olan bir sur kurulacak ki kapının içi rahmet, dışı da azabtır"!.

-Münâfık ve mü’min bunların her birilerine birer nur verilir sonra yine ardına düşerler. Cehenem köprüsü üzerinde birtakım çengeller ve dikenler vardır ki; Allâh’ın dilediği kimseleri yakalarlar. Derken münâfıkların nurları söner. Sonunda mü’minler kurtulur.

70 bin kişi olan ilk zümre dolunay gibi nurlu geçip kurtulurlar. Hiç hesap da görmezler. Onlardan sonra gelenler gökyüzündeki en parlak yıldız gibidirler! Sonra diğerleri de böylece geçerler.

Sıratın her iki yanlarında asılı duran çengeller vardır ki, kimi yakala denirse onu yakalamaya memurdurlar.

Bu çengeller:

-Cehennemin etrafı şehvetlerle arzularla sarılmıştır’ diye işâret buyurulan şehvetlerdir. İstek ve arzulardır. Bu istek ve arzular sıratın yan taraflarına konmuştur. Her kim onlara aldanırsa cehenneme düşer zira onlar cehennemin çengelleridir denir. İşte kötü amelleri dolayısıyla helâk olurlar. Kimisi hardal gibi ezim ezim edildikten sonra ancak necat bulurlar.

- Yâ Rasûlullah köprü nedir? diye sorulduğunda buyurdu ki,

- Üstünde çengeller bulunan kaypak bir şeydir! Kulağıma çalındı kı sırat kılıçtan keskin, kıldan incedir. Bunların kimi sapasağlam ve olduğu gibi kurtulurlar, kimi tırmıklar içinde perişan olarak salıverilirler, kimi de cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler. Nihayet sonuncuları sürüklene sürüklene geçer ve kurtulur. En nihayet Allâhu Teâlâ ve Tebâreke hazretleri kulları hakkında hüküm ve kazayı abdin icra ve ikmal edip rahmeti ilâhisiyle ehli ateşten dilediklerini cehennemden çıkarmaya meşiyeti rahmanisi taallük ettiğinde, melâkiye kirâma, rahmeti ilâhiyeye nailiyetleri murad olanlardan;

-Allah’a şirk koşmamışlardan, Lâ ilâhe illallâh diye şehâdet etmişleri cehenemden çıkarın!’ diye ferman buyrulur.

Onları varlıklarındaki, bedenlerindeki secde eserlerinden tanırlar ve öylece çıkartırlar. Allahü Teâlâ secde eseri yerlerini mahvetmeyi cehennem ateşine haram kılmıştır.

Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, bugünkü günde apâşikâr olmuş, hakkını kurtarmak için hiçbirinizin yalvarıp yakarması, o dehşetli günde asi mü’min kardeşleri arasından çıkıp kurtulan mü’minlerin, kalanlar için Cebbar-ı Zül Celâl Hazretlerine yalvarıp yakarmasına benzemez. Kurtulanlar o zaman diyecekler ki;

-Ey Rabbimiz bu kalanlar bizim kardeşlerimizdir. Bizimle beraber namaz kılar, oruç tutar, hac eder ve hertürlü âmeli sâlihada bulunurlardı.’ Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de,

-Haydi gidin, kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkartın.

Hak Teâlâ onların sûretlerini yakmayı ateşe harâm edecek. Artık bu şefaat ediciler, kimi ayağının üstüne, kimi yarı inciğine kadar ateşe gömülerek içeriye dalmış bulacaklar. Tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ,

-Haydi bir daha gidin, kalbinde yarım dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkarın.’

Buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ:

-Haydi bir daha gidin kalbinde zerre ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkarın buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkaracaklar.

Nitekim eğer bu dediğime inanmıyorsanız dedi Said-i Hudri; ilâve etti âyeti.

Hâsılı Nebi ve Rasûller , melekler, mü’minler şefâat etmiş olacaklar derken Cebbar-ı Müteal artık sıra benim şefâatime geldi buyuracak. Nas’ın hesabını görmekten fariğ olur ve ümmetimden geriye kalanları ehli-nâr ile beraber cehenneme sokar, Cenâb-ı Hak. O zaman ateş ehli,

-Siz dünyada iken Allah’a ibâdet edip ona hiçbir şeyi şirk koşmadığınızın sanki size ne faydası oldu?.. derler. Cehenneme girmiş olan diğerleri, bu namaz kılıp oruç tutan mü’minleri görünce:

-Siz şirk koşmuyordunuz ama bunun ne faydası oldu!.. Gene girdiniz işte cehenneme!.. diyecekler. Bunun üzerine Cebbar-ı Müteal:

-İzzet ve Celâlim hakkı için onları ben cehennemden azad edeceğim!" buyurup, göndereceklerini onlara gönderecek ve o zavallılar oradan çıkarılacaklar.

Bundan sonra Allahu Azze ve Celle:

-Melekler şefâat ettiler, Nebi ve Rasûller şefâat ettiler, mü'minler de şefâat ettiler!.. Şefâat etmeyen bir Erhamür Rahimiyn kaldı!.. buyuracak.

Ve bundan sonra, dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde kömüre dönmüş birtakım kimseleri çıkaracak.

Cennetin yolları üzerinde olup, Hayat Nehri diye tanımlanan bir nehrin içine kendileri daldırılacak. Artık Nehri Hayattan, inci gibi güzel olarak çıkıp, boyunlarında mühür halkalar gibi altınlar asılı duracak; ki ehli cennet onları, o alâmet ile tanıyıp,

"İşlemiş amelleri hayırları olmadığı halde imanlarından dolayı Allah’ın cennete ithal ettiği azadlıları bunlardır" diyecekler. Hak:

-Cennete girin gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir’ buyuracak.

- Ey Rabbimiz sen âleminden hiç kimseye vermediğin bir ihsanda bulundun bize!.. diyecekler.

En nihayet cennet ile cehennem arasında, yüzü ateşe dönük bir kimse kalır ki, o cennete girecek cehennem ehlinin sonuncusu olur.

- Ne olur Yâ Rab, yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor, beni yakıyor!.. diyecek. Böylece adam yalvarıp duracak. Cenâb-ı Hak ona buyuracak ki:

-Peki bu senin dediğin yapılırsa, acaba başka bir şey daha istemeyecek misin? O ise

-izzetine yemin olsun ki hayır! diyecek. Allahü Teâlâ meşiyeti ilâhiyesi taallûk eden ahdü misakı verecek ve onun yüzünü cehennem tarafından cennet tarafına döndürecek. Yüzünü cennete doğru döndürünce cennetin güzelliğini görecek, önce bir süre istemekten haya ettikten sonra, Allah’ın dilediği bir süre sükût ettikten sonra,

-Ya Rab ne olur beni cennetin kapısına yanaştır. demeye başlayacak. Allahü Teâlâ da;

-Evvelce istediğinden başka bir istekte bulunayacağına dair bana yemin etmemiş, söz vermemiş miydin? diyecek. O da;

-Ya Rab mahlûkatının en badbahtı ben olmıyayım, n’olur? diye yalvarmaya devam edecek. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

- Bunu verirsem başka bir şey istemiyeceksin, söz mü?’ diyecek. O da,

-İzzetine yemin olsun ki başka bir şey isteyecek değilim’ cevabını verecek. Ve Rabbının dilediği ahdi misâki verdikten sonra Rabbı onu cennetin kapısına yanaştıracak. Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti içindeki nedred ve sürûru görünce gene Allah’ın dilediği kadar bir süre utancından sustuktan sonra:

-Ya Rab n’olur beni içeri sok! diye başlayacak. Allâh da;

-Allâh layığını versin behey ademoğlu sen ne sözünde durmaz kimsesin. Sen verdiğimden başka bir şey istemiyeceğine dair daha evvel söz vermemiş miydin?’ diyecek. O da,

-Ya Rab mahlûkatının en bedbahtı ben olacağım’ diyecek ve tekrar duâya, niyaza devam edecek. Allahu Teâlâ da ona gülecek ve cennete girmesine izin verecek. Bunu söylerken Rasûlullah,

-Benim niçin güldüğümü sorsanıza..?" dedi. Dedi ki: Rasûlullah Aleyhi ve Sellem de böyle güldü,

-Sen Rabbülâlemin iken benimle istihza mı ediyorsun dediğinde Rabbülâleminin haline güldüm. Çünki Cenâb-ı Rabbülâlemin,

-Benim seninle istihza ettiğim yoktur. Lâkin ben dilediğime kadirim! buyurdu. Ve Cennete girince, "temenni et" denecek; o da uzun uzun temennîlerde bulunacak; nihayet dilekleri kesilince Cenâb-ı Hak; şunu da iste, bunu da iste, şunu da iste buyuracak; ki bu şeyleri Allah aklına getirecek. Nihayet dileklerinin tamamı kesilince, Allahü Teâlâ da,

-Bunların hepsi, bir o kadarı daha senin olsun! buyuracak.

Bu arada izah ediyor;

-Ben ehli nârın, ehli ateşin cehennemden en son çıkacak ve ehli cennetin cennete en son girecek olanını biliyorum. Bu o kimsedir ki cehenemden emekliye emekliye çıkar. Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri ona cennete gir buyurur. O kimse cennete varacak ve görecek ki cennet dopdolu kendisine yer kalmamış. Dönüp,

-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum’ diyecek. Cenâb-ı Hak ona:

-Git cennete gir" buyuracak. O kimse gene cennete varacak, cenneti yine dopdolu bulacak. Dönüp,

-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum" diyecek. Cenâb-ı Hak ona:

-Git cennete gir. Dünya kadar ve dünyanın on misli kadar yer sana aittir" buyuracak.

Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem gerideki dişleri görününceye kadar tebessüm etti, sonra,

-Ehli cennetin en aşağı menzil ve mertebe sahibi işte bu kişidir, buyurdu.

Rasûlullah Aleyhisselâtı vesselâmdan:

- Ehli cennetin en aşağı makam ve menzileti nedir?

diye sual oldu. Rabbı cevaben buyurdu ki;

- Bu öyle bir kimsenin makamıdır ki; o kimse ehli cennet, cennete ithal olduktan sonra gelir. Ona cennete gir denilir. O ise,

- Ey Rabbim herkes kendi menziline yerleştikten alacağını aldıktan sonra, bu nasıl mümkün olur? der. Cenâb-ı Rabbül âlemin ile onun arasında şöyle bir muhavere olur:

- Dünya padişahlarından bir padişahın mülküne benzer bir mülke nail olsan razı mısın?

- Razıyım Yarab!

-İşte öyle bir mülk senin. Bir o kadar daha bir o kadar daha, bir o kadar daha, bir o kadar daha. Beşincisinde cevabı keserek,

- Razı oldum Yarabbi. der.

-İşte bir o kadar şey hep senin. Onun on misli de senin. Bir de nefsin her neyi arzu ediyorsa; gözün her neden hoşlanıyorsa hepsi de senin.

-Razı oldum yarab. der. Ya ehli cennetin en yüksek makam ve menziline sahipleri nasıl olur? diye sordu. Cevaben;

Kendim için seçtiğim kullarım var ya işte onlar. Keramet fidanlarını kendi kudret elimle dikip mühür altına aldım. Onların halini ne bir göz görür, ne bir kulak işitir, ne de beşerden herhangi bir kimsenin kalbine bu konu girmiştir.

hf

 

KIYÂMET SONRASI YAŞAM 

 Kıyâmet sonrası dediğimiz hayat ise, o boyutun şartlarına göre ruhun kesâfet kazanarak, yeni bir “bedenleşme” olan devredir!..

Kıyâmetten sonra ruhun yaşantısı, ruhun kesâfet kazanarak, bedenleşerek bu hali ile yaşayacağı bir devredir.

hf

 İNSANLIĞIN  KIYÂMETİ

 Yapılan hata ve günâhlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin, günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam, sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak, terbiye olarak ulaşması içindir!.

Diyelim ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222222. basamağı oluşturmak için takdir olundun!. Bir milyar basamaklı merdivenin 222222. basamağısın. O basamak olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allah, sana öyle bir olaylar dizini takdir etmiştir ki; sen o olaylar dizini içindeki yontulman sonunda gelip 222222. basamak olarak oraya oturabilirsin. 300000. veya 222221. basamak oraya uymaz!.

Allah, ezelde ilminde, öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!.

Kıyâmet, bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyâmeti, insanlık merdiveninin tamamlanmasıdır.

 Soru

 “-Deminki anlatımda, "insanın, merdivenin hangi basamağında olacağı bellidir.." diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;

 "Külle yevmin huve fi şe`n" (O, her an yeni bir şandadır.)

 Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdîr ile belirlenmiş olması, hususunu çakıştıramıyorum?..”

 Cevap

 Şu cümlenin mânâsı çok önemli:

 "Allah, her bir âlemde, o âlem suretleri olarak tasarruf eder."…

 işte bu,

 "Allah her an yeni bir şandadır"

 işaretiyle anlatılan olaydır.

Şimdi dikkat ediniz…

"İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!" cümlesi ne kadar doğru ise…

"Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!" cümlesi de o kadar doğrudur!...

Biri bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı şey diyorum!...

Küll var, ayrıca bir de cüz var, diye kabul ediyoruz; halbuki, böyle ayrı iki yapı yok bir kere!..

Beş duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var… İlim boyutunda, bilinç boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, Varlık TEK; ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!.

Bilinç boyutundan “eşyanın hakikatine” baktığın zaman "Küll`e ait irade, Küllî irade" diyorsun...

Beş duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz sûretlerinden göründüğü için, "cüz`i irade" diyorsun.

Oysa, gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!.

Dolayısıyle, "Külli irade vardır, gerçektir" dersen, doğrudur... Ama, “yanında bir de cüz`i irade vardır" dersen, yanlış!. Çünkü, Külli iradenin yanında bir de cüz`i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur..

Ya da, sadece "cüz`i irade vardır" diyebilirsin. Yani, ayrıca bir de “Külli irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!.. Göze görecüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!.

İşte bu yüzdendir ki, ya, yalnızca "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca külli irade diye bir şey yoktur" dersin. Doğrudur.. Veya, "Külli irade vardır, cüz`i irade diye bir şey yoktur" dersin. Bu da doğrudur!..

Ancak, "külli irade yanısıra cüz`i irade de vardır!" dersen, işte bu bâtıldır, geçersizdir; şirktir!.

Şimdi, "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur" ifadesinin manâsını anlamaya çalışalım… Burası anlaşılması bir hayli zor bir husus.. "Küllî irade vardır, cüz`i irade yoktur" diyerek olayı anlamak kolay!.Buna karşılık " her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur " ifadesini hazmetmek zor!... Nasıl olacakşimdi?.

Hem de üstelik "Tek`in takdirinden, Tek`in merdiven takdirinden" söz ediyoruz yukarıda..

Tek`in merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın, kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?..

Oluşmaz!..

Basamakların her biri her an oluşmaktadır.. Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir. Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan özelliklerden ibaret olmaktan da beridir!.

Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!. "O her an yaratıştadır." ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!.

Allah`ın hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor, ve "hayattayım" diyoruz. Biz nasıl, ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kaim olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz, kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.

Eğer, bizdeki, "dışarıdan bakmanın" getirdiği isimleri kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O, olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere getirecektir.

"Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak durumundayım, öyleyse boş vereyim.." demek, muhâldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir!. Çünkü, hiç bir şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen yumurtadan oluşan tek hücrenin; "Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan olacağım, o halde çoğalmayayım." demesine benzer…

O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?.

Hayır!.

Kendi mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu olarak mecburdur çoğalmaya.

Aynı şekilde, olayı makro plâna, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, ”TEK”in takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak, diye bir tey düşünülemez!..

Takdir olunan nihâî nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!..

O hücre, benim karekteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye...

Kader dediğimiz olaya da gelince:

Biz belli, nihaî son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program da mevcut… Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz`ümüzdeki genel programın doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor.. Bizdeki bu program da, her an, boyutsal derinliğimizden gelen meleki tesirlerle karşılıklı alış veriş halinde… Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem bâtından boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!.

İşte “irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..

İrade-i cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!.

Bizim, irade-i küll yanısıra, bir de irade-i cüz yoktur dememizin sebebi, ikisinin aynı anda mütalâa edilmesi dolayısıyledir. Yoksa, esasında varlık, ”Tek”dir; dolayısıyla irade de tektir!.

Sen bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “vechullah” denilen “tek”lik boyutunu görürsün.. Tek’lik müşahadesindesindir; “ilm-el yakîn”desindir!.

Teklik müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek`tir!. Külli irade, cüzlere ayrılmaz Tek`tir..

Yok eğer, bireysel bazda bakarsan olaya; cüz`de açığa çıkan irade vardır; ve kendinde ortaya çıkan kendine ait kabul ettiği iradesi ile, o birim nereye varacaksa varır!..

işte Kur`ân-ı Kerîm, algılayabilma kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki projeksiyonu da açıklıyor..

Kur`ân, "sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin" ifadesi ile, sırf cüz`iyet açısından olayı değerlendirerek; -yanısıra külliyeti katmadan-, cüz`iyet açısından olayı anlatıyor.

Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, "Sadece Tek bir irade vardır. O da, Allah!"; "Allah dışında bir şey yoktur!." anlamı, bu noktayı anlatıyor.

"Sadece Allah vardır ve O`nun dışında bir şey yoktur!" ifadesi, cüzleri görme projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur!. Ama, bunların ikisi bir arada yani aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!.

Yani, ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri.. İkisini bir arada düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..

 "Külle yevmin Huve fi şe`n" (55/29)

 âyetinde, dikkat ederseniz "HÛ" ismi var.. "ALLAH" ismi geçmiyor!.

"HÛ" ismi, cüz`ün özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta.. Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaim!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.

Genelde yaptığımız bir hata var..

Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat etmiyoruz. "HU" diyor, biz onu "ALLAH" isminin işaret ettiği mana olarak anlıyoruz..

"HÛ" nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik boyutudur.. Âyette, "" diyor.. Öyle ise biz onu anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!.

Sorabiliriz burada: ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?. Bu kazanım insanın geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz, kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz. Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..

Yontulmalarla oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu davranışlarında ilmin rolü yok mu?. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.

Şimdi diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki, her insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!. Ben, bu bilgiyi özümsediysem eğer… Lokantaya gidiyor, oturuyorum. Garson geliyor ve tabağı önüme atıyor; ben kafamı kaldırıp bakmıyorum bile!. Aynı hareket bir başkası için oluştuğunda büyük bir infial duyuyor ve garsona çıkışıyor!..

Ben, o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.

Diğeri ise, bu ilimden mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona kızmakla...

İlim, bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık ben, onunla fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?" diye kızmıyorum..

İnsan, bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milonlarca hücre infilâk ediyor, yok oluyor!. Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre, beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon oluşuyor!. Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrib olup kullanılmaz hâle geliyor!.

"Keskin sirke küpüne zarar verir." sözü buna dayanıyor!. Bir infilâk anında kendi beynini harab ediyorsun!. Sen, karşımdakine kızdım diyorsun, halbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun!. Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer… Ama, beyinde infilâk eden hücrelerin yerine yenisi gelmez!.

İşte bak!. Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor; ve o ilimle sen yontulmuş oluyorsun. Yani, seni yontan, ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor, ilmin seni yontuyor!..

Elmas vardır, 16 kesimdir. bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri diyelim ki 100 milyon liradır. bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10 milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!.

Hepimiz birer “elmas”ız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar yukarıda olacaktır.

 Soru

 Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana bağlı. Yani, oynak bir şey.. Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması lâzım gelmez mi?.

 Cevap

 Hayır!.

Merdivendeki yerin sabit!..

Merdivendeki yerin, demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek… Senin o oynama anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontu hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son yontulma halin ise ölüm anındaki hâlindir senin!..

Cehennemdeki yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır!. Yani, diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde bazı pislikler var!. Pislikler ateşte yakılır!. Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem, altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!.

Cehennem, dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır. Oradaki arınmanın neticesi de, saidler için cennet dediğimiz ortamdır..

Kişi hangi sebepten olursa olsun, dünya yaşamında edinmiş olduğu, cennet ortamına uygun düşmeyen özelliklerinden arınmak için bir ara ortamdan geçer ki, bunun adına insanı yakan ortam anlamına gelen “cehennem” ismi takılmıştır!.

Sonsuz dek cehennemde kalacaklar ise, gene bu ortamda kendi hakikatlarına uymayan özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar… Böylece de artık azapları sona erer; yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp, cırcır otu biter”!.

Bilirsiniz dostlarım çok meşhur bir deyimdir bu… “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” denir… Hiç düşündünüz mü bunun üzerinde biraz derin olarak?

Buna yakın bir de başka bir deyiş vardır… “Dili belâsı!” denir… Bazen de o “dîli belâsı” olur!.

Elbette ki, “ağız” ve “dil” yalnızca bir araç… Alet!.. Ona hükmeden ise beyin!(?) (mi)…

Hani bir de başka bir deyiş vardır gene…

“Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!”

Sözün büyüklüğü metreküple ölçülmüyor herhalde!

Bunlara özetle işaret ettikten sonra, esas üzerinde durmak istediğimiz hususa gelelim.

Söylediğiniz söz, ağzınızdan çıkan nereden geliyor acaba?

Beyinden derseniz; elbette doğru!… Ama beyinde nasıl oluşuyor ve beyinden hangi etmenle açığa çıkıyor o fikir?

Neden ağzımızdan çıkanın sonuçlarını yaşamaktayız?..

Başımıza gelenlerin pek çoğu, geçmişte, hiç farkında olmadan bizden çıkanlardır… Belki bazılarını unutmuşuzdur bile… O an söyler geçeriz!..

Sonra o söylediklerimizin sonuçları ile karşılaşınca da başlarız feryâdı figâna!.

“Nereden geldi bu başıma!”

Talep senden çıktı!… Sen öyle olmasını istedin ve oldu!.

Sen unutursun ama Allah unutmaz!.

Ne ektiysen onu biçeceksin!.

Dön geriye ve bak… Yazdıklarını, söylediklerini, düşündüklerini hatırlamaya çalış…

Sen onu öylece düşündüğün anda, onun sonuçlarını da yaşamağa mahkûm ettin kendini… Ve lâkin bunun hiç farkında değilsin!.

Hatırlayın şu uyarıyı:

“Nefsinizde olanı (DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜ) açıklasanız da, açıklamasanız da, varlığınızdaki Allah size muhasebesini (sonuçlarını) yaşatır!”

Şimdi isyana kalkabilirsiniz, “iyi ama ben nasıl düşünceme hâkim olabilirim” diyerekten… Bu hüküm veya oluş, açıklandığı zaman, bazıları da bunu yapmışlardı… Ama bir şey değişmedi!…

 “Ve len tecide lisünnetillahi tebdila”

 “Allah’ın sünneti(SİSTEMİ) kesinlikle değişmez!”

 Unutmayın ki, Allah’ın ezelde yaratmış olduğu SİSTEMİ açıklayan Allah Rasulü, bu itirazlara karşı, bu sistemin işlemeyeceği yolunda bir açıklama getirmedi!.

Atılan bir okun, havada giderken kendi kendine bir anda istikamet değiştirip başka bir yöne gittiğini gördünüz mü hiç?

Fikir, beyinden atılan ok gibidir!. Düşünüldüğü anda işlevini yerine getirmeğe başlar!. Fikrin yaratıcısı Allah’tır!.

 “Attığın zaman sen atmadın Atan Allah’tı!.”

 “Seni de, fiîllerini de Allah yarattı!.”

 Allah” ismiyle işaret edileni gökte bir “TANRI” gibi anlarsan, elbette bu muammayı çözemez; sayısız açmazla karşı karşıya kalırsın!…

Bir de, “Allah” adıyla işaret edilenin, kendi varlığında gerçekte mevcut olan BÂKÎ olduğunu anlayabilsen… İşte o zaman muamma çözülmeye başlayacak!.

 “Sizde istek oluşmaz Allah istemedikçe!.”

 Biraz daha çözüldü değil mi olay şimdi; eğer isteyenin gerçek kimliğini farkedebildiysek..

Sen, “fâni”sin ezelden ebede… Allah, “Bâkî” ezelden ebede!.

Yok”tan ne var olur ki?… “Yok”!

Öyle ise var sanılan türlü görüntüntüdeki, “Bâki”, AHAD!.

Ben gâfil, sanırım ki ben diledim; oysa tüm melekler ve rasihun şahâdet eder ki dileyen yalnızca “Bâkî”!.

O zaman hemen bir ampul yanar ârifânın beyninde!…

“Hükmettiğimiz bir şeyin olmasını dilersek ol deriz; ve olur”!.

Yukarıdaki mi dileyen; yukarıda, gökte bir yerlerde mi?…

Yoksa, algıladığın veya algılayamadığın her şeyin hakikati olup; tümünden de “Ganî” olan; “Bâkî” mi?

Senden, senin takdirini açığa çıkaranı tenzih ederim!.

Hükmü veriyorsun; beyninle açığa çıkarıp, dilinle ortaya atıyorsun… Sonra da, verdiğin hükmün sonuçlarını yaşayınca şaşırıp kalıyorsun; “ben böyle olmasını istememiştim”, diye!.

hf

KIYÂMET ALÂMETLERİNİN  BÂTINDA  ZUHÛRU

 Gerçekte, hesaplamalara göre hicri 1400 ile 1410 yılları arasında vazife almış olması gereken devrin Müceddidi -eğer son müceddid ise- Mehdî`nin arkasından "Deccal" diye bildiğimiz bir varlık ortaya çıkacak; kendisinin, insanların Rabbı olduğunu ileri sürerek kendisine tapınılmasını isteyecek; sonrasında da İsa aleyhisselam dünyaya geri gelecek!.

Bu işin zâhir yönü... Buna aklı ermeyenler inkâr ederler, te'vil etmeye çalışırlar, ama bu bir realitedir; onlar bunu idrak edemese de!

Bir de olayın bâtın yönü var ki; işte burada biz, bu bâtın yönden sözetmeye çalışıyoruz.

"Nefs"in hakikatının ne olduğunu bildikten sonra kişi, belli şartlanmalardan da kendini arındırabildiği takdirde, en büyük tehlikeyle yani tabiat tehlikesi ile baş başa kalır... Tabiat tehlikesinin içine düşmesinin sebebi, Nefsin, hakikatını tam hakkıyla bilememesi ve ilmin neleri getirmesi konusunda yeterli bilgiye sahip olmamasıdır!.

İşte bu, "kıyâmet alâmetlerinin bâtınî tecellileri" diye anlatılanbir olayla alâkalıdır...

Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamalarına göre, önce Mehdî çıkar ve insanlara Hak ve Hakikatı açıklar!...

Onun akabinde Deccal çıktığı zaman, solunda Cennet vardır; sağında ise Cehennem!. Ve iki kaşı arasında da "Allah'a karşı kâfir" yazılıdır...

Deccal çıktığı zaman halk susuz kalır, aç kalır, yiyecek-içecek bir şey bulamaz. Oysa bütün yiyecek ve içecekler, zevkler Deccal'in yanındadır. Kendisine iman edip tâbi olan herkese her türlü zevki tattırır...

Ancak ne var ki, O'nun tattırdığı nimetlerden tadan kişi artık bir daha iflah olmaz!... Ve Deccal, kendisine inananlara dünyada Cennet hayatı yaşattırır... Oysa, o Cennet hayatını yaşayanların ölümötesindeki geleceği Cehennemdir!

Buna mukabil, kendine inanmayanlara da Cehennemi yaşattırır ki, onların Cehennemi ölümötesinde Cennet hayatına dönüşür.

Bu ne demektir?.

Kıyâmet alâmetleri, kişinin seyri sülûkta "MÜLHİME NEFS" bilinci devresinde bâtınen oluşur...

Önce Mehdî`si çıkar ve gerçeği farkettirir; sonra da aldığı ilmin imtihanı olarak "Deccali" yani "benim dışında ayrıca bir tanrı yoktur dolayısıyla ben dilediğimi yapar, her türlü bedensel zevklerle dilediğim gibi yaşarım bilinci" ortaya çıkar!. "Ben, Hak`kım" der!.

Yani, kişi Nefsi yönünden Rabbını bilir ve tanır. Daha doğrusu, Rubûbiyet mertebesinin "Nefs" adı altındaki zuhûrunu idrak eder. Bunu müşahede ettiği zamanda Nefs, "Mademki ben Rabbım, dilediğimi yaparım." düşüncesine kapılır!.

"Mademki Hak benim!.. Benim dışımda bir Tanrı yok, öyleyse Hak dilediğini yapar" der; bedensel istek ve arzular doğrultusunda yaşamaya başlayıp, sigaraya başlar, içkiye başlar; zinayı mubah görür; kumar oynar ve tüm mânevî değerlere boşverir!...

İşte bu, Deccal`a tâbi olup O`nun yalancı cennetine girmek, diye tanımlanır ehli kemâl tarafından tasavvufta!

Bu hâliyle Nefs, eğer tabiat ve şartlanmalarından tam hakkıyla arınamamışsa; kendini gerçek boyutlarıyla tanıyamamışsa; kendini bu beden olarak tanıma halindan arınamamışsa; diğer bir anlatım ile, Bilinç tam bir arınışa tabi olmamışsa; kişinin kendini bu beden olarak kabul etmesinin ve "Hak"lığı bedenine vermesinin neticesinde tamamen tabii-bedeni zevklere düşer!”

MÜLHİME" bilincinin zirvesinden "EMMARE" batağına saplanarak boğulur gider!.

Bu hususu İnsanı Kâmil mertebesindeki Abdülkerim Ceyli, "İnsan-ı Kâmil" isimli eserinde şöyle anlatır :

"Tabiatın icabı olan uygunsuz işleri bırakmak, onunla olan bağları yok edip kesmek sûretiyle Nefse muhalefet etmek, Deccal'in sağına aldığı Cehennem'dir..."

Yani bir kişi, Nefsi itibariyle tabiatının iktizası olan yeme içme seks gibi hallerden öte bir varlık olduğunu farkederse; bilinç boyutunun gereğini yaşarsa,onun bu hali, kendini Deccal'in Cehennemine atması olur. Gerçekte ise, ebedî olarak cennet yaşamına ermesi demektir kendini Deccalın cehennemine atması... Böylece, bilinç boyutunda kendini bulmaya başlar!.

Aksine, bilincin kendini beden olarak kabul etmesi sonucu, tabiatına uygun fiillere yönelmesi, onda Nefsani işlerin sonucu olarak zulmanî perdelerin yoğunluğunun artmasına yol açar; ki neticede o Nefs, Deccal durumuna girer. Yani, Allah'a karşı kâfir durumuna düşer.

"Ulûhiyet" kavramının gerçeğini örterek, kendini "Rab" olarak görme gafletine düşer!.

Ârif`in, yani mâ`rifete ermiş, Nefsinin hakikatını bilmiş kişinin, bedenin tabiatına esir düşmesi sonucu, doğruyu göremez hale gelmesi; tabiatın ağır basması ve bunun sonucunda kendisine yapılan yüce hitapları anlayamayacak hâle düşmesi; Deccal zamanındaki bazı kişilerin Onun cennetindeki nimetlerle yaşaması gibidir..

Ârif`in, Deccal`ın yanına katılmayıp Nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda kalışı, insanların Deccal zamanında yiyecek ve içeceği ancak onun yanında bulmaları yüzünden aç kalmayı tercih edişleri hükmüne girer...

 "Bir zaman gelecek, o zamanda dinini tutan, ateşten bir koru avuçlamış gibi olur."

 Buyurmuş Rasûlullah insanlara.

Bu, zâhirde kıyâmet zamanında olacak.

Buna karşılık, aynı olayın bâtın yorumu ise, Mârifet Ehlinde, işin hakikatını anlayıp idrâk ettikten sonra, hakikatın sonuçlarını bilincinde yaşayabilmesi için tabiatı ile mücadele etmesi zorunluluğunu anlatır.

O süre içinde, şayet bir kişi bilincinin gereğini yaşayabilmek için tabiatıyla mücadeleden geri kalırsa, mücahededen yaya kalırsa, Nefsani istek ve arzulara yönelirse, bedenin tabiatının gereği olan fiillere bağlı kalırsa işte bu, "Deccal`in verdiğini almak, tutmak" olur.

Yani kişi, varlığının Hak olduğunu müşahade ederek ipin ucunu salarsa...

Zevkini, bu bedenin zevklerinde bulursa ve bu şekilde de yeme içme seks vs. gibi hallerle kendini perdelerse, bunun neticesi, Deccal'in verdiğini almak olur...

Abdülkerim Ceyli, şu cümleyi kullanıyor :

"Mübah olan yolları tutup onlara dayanmak... (Dikkat edin!. haramı tutmak, demiyor)... Mübah olan şeyleri tutup onlara dayanmak, irfan sahibi katında haram olan şarap gibidir. Ve Deccal taâmı sayılır..." Mübah, bilindiği üzere yapılmasında günah ya da sevap olmayan olağan davranışlar, anlamında kullanılır.

Ârif, yani mârifet sahibi kişinin, mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram olan şeyleri kullanması gibidir!.

"Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında Deccalin şarabını içmektir" diyor ve gene ilave ediyor şu cümleyi...

"Makamın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayal olan tabları kendisine zevk edinmekse Deccalin Cennetine girmektir."

Ancak bir kişi, bu hakikatı idrâk ettikten sonra, bilinç boyutunda zâti hakikatının gereğini yaşayabilmek için zâhirde "şeriât nurları" ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmanî nimetleri tatmış olur; her ne kadar Deccal'in Cehennemine girmiş ise de, neticede Allah`ın Cennetine erer!...

Demek ki, burada önemli olan gerçek şu :

İnsan, hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından bilincini arıtmak zorundadır!...

Sadece bilincini şartlanmalardan arındırırsa, o kadarıyla da yetinirse; bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir...

Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine erebilmek için...

Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır!.

Aksi takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına hiç bir zaman giremeyecektir.

İşte bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda değil, şuur boyutunda yaşanır.

Ve bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması zorunludur!.

Dileyelim ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.

Aksi takdirde bir ömür boyu, vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir, neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..

İşin bilinç boyutu böyle de... Diğer yanı ne?..

Acaba gerçekten yaşadığımız boyutu tanıyor ve biliyor muyuz?..

Gelin Allah ilmi`yle varlık âlemine bakmanın ve O`nun "Ahlâkıyla ahlâklanma"nın ne demek olduğunu anlatmadan önce, içinde yaşamakta olduğumuz "madde(?)" boyutunun ne olduğunu anlamaya çalışalım..

Karşısındakinin hakikatını göremiyen ve hakkını veremeyen,   şartlanmalardan kurtularak ancak bir DECCAL olabilir!... Şartlanmalardan   kurtulmadan önce insanın karşısındaki varlıkların Hakikatını görmesi ve onlara   hakkını vermesi gerekir!. Yaşamda bu çok önemli bir öncelik taşır!.

Basîretinde Mehdî çıktığı zaman Hak`kın dışında bir varlık olmaması sebebiyle kendi varlığının Hak`kın varlığı olduğunu kabul edeceksin..

İlim yollu edindiğin bu bilginin akabinde ise yeterli arınma olmadığı için bu defa Deccal`in bilincinden gelen bir şekilde ortaya çıkacak...

Evet, Deccal geldiği zaman insana;

"Ben senin rabbınım!" diyecek. "Bana kulluk et!" diyecek. Deccal`in özelliği bu!..

Sen de, benliğinin Hakk`ın benliği olduğunu düşüneceksin... Ne var ki bu bedenden de soyutlayamamışsın kendini!.

Dolayısıyla;

"Ben madem Hakk`ın varlığıyım, ben bu bedende dilediğimi yaparım!.." deyip, yeme, içme, seks, rahata düşkünlük, güzel şeylere sahip olma gibi, arzu ve isteklerini tatmin ederek yaşayacaksın .

Ve dolayısıyle de, "Deccal`in cennetinde" yaşamağa başlarsın!. Yani, Mutlak Benliğe karşı vehmi benliğin senin Deccal`in olmuş olur; sen de bu durumda Deccalına, yani vehmi benliğine tâbi olarak tabiatının batağında boğulur gidersin...

İşte o zaman Rasûlullah  Aleyhisselâm :

 "Deccal ortaya çıktığı zaman, mü`minler, onun cehennemine atsınlar kendilerini, cennetinden kaçınsınlar!.."

 "Çünkü Deccal`ın cenneti, gerçekte cehennem; cehennemi ise gerçekte cennettir..."

  Diyor. Yani, bedenin istek ve arzuları dediğimiz şeyi "tabiat" kelimesi ile ifade ediyoruz..

Bazıları "tabiat"ın gereği olan hâlleri "NEFS"e atfederek, sanki bunlar "Nefs"e ait özelliklermiş gibi göstermişlerdir.

Oysa "Nefs"in özünde, yapısında bu özellikler yoktur; yalnızca "BEN" kavramıdır "NEFS"!..

Ancak "Nefs", bilincinin bürünmüş olduğu perdeler yüzünden orijinaliyle kendini tanıyamamış, hakikatını bilememiş olması nedeniyle, kendini beden kabullendiği için; bedenin tabiatı gereği olan halleri de kendi özellikleri sanma yanılgısına düşmüştür.

Burada konuyu daha iyi anlayabilmek için "Nefs" kelimesinin yerine geçici olarak "bilinç" kelimesini koyabiliriz!

Evet, bilinç bu düzeydeyken bedenin tabiatı gereği istediği şeyleri uygular; bu da "Nefs"i hakikatini yaşamaktan alakoyar!.

Vahdet ve vahdete dayalı olarak anlatılan tüm veriler kesin gerçek olmasına rağmen, nefis terbiyesinden geçmeyen kişiler için bu bilgiler deccallaşma(!) aşısı olabilir!. 18 veya 58’inde farketmez, nefs terbiyesi görmemiş kişiler, “ALLAH” ve SİSTEMİNİ kavrıyamadıkları için; tanrı kavramından kurtulma bilgisiyle birlikte bedenselliğin ve firavunluğun göbeğine düşüp, tasavvuf bilgileriyle kendilerini avutmalarına karşın, deccallaşmanın zirvesini yaşayabilirler.

Geçmişte ve günümüzde bu noktaya gelen pek çok kişi, tıpkı Firavun gibi kendi vehmi benliğini Hak olarak kabul etmiş; nefsin özüne ait "tenzih" hakikatından gaflete düşmüş; bu bilincinin hükmü altındaki bedeninin istek ve arzuları doğrultusunda kendini salıvermiş; kendini yemeye içmeye, sekse, sigaraya, içkiye koyuvermiş, böylece de tabiat bataklığında boğulacak hale gelmiştir!.

Deccal ile mücadeleyi önce Mehdî yapar...

"Mehdî" hidâyeti ulaştırandır! Yani, ilim, Deccal`in karşısına dikilir.

Vehmi benliğin karşısına, Hakikat ilmi dikilir... Der ki :

"Bu vehimden doğan, nefsinin Hakkın varlığı olduğu yolundaki ilmi bedeninle karıştırma!.. Bilincin, soyut bir kavramdır!. Beden ise somut varlık olarak kendi boyutunun şartlarına bağlıdır; bilinç ise soyut varlık olarak arınmalı!... Kendinin bu beden olduğu yolundaki yanlış anlamayı terkedip hakikatin bilinç boyutunda yaşanacak bir şey olduğunu farketmelisin!"

Fakat, bazılarında bu ilim de, Deccal`in temsil ettiği "Ben Hak`kım, dilediğimi yaparım" görüşünü öldürmeğe yetmez!.

Ancak, İsa semâdan inerek -bâtından zâhire çıkarak- Deccal`ı öldürebilir!...

İşte, "Hakikat ilmi" ile ortaya çıkan Mehdî, vehmi benlik Deccal`ını öldürüp imhâ edemez. Tâ ki, İsa semâdan nüzül edip,ilâhi kudretle tahakkuk etsin!...

İsa, semâdan inince, ilahi kudret, Deccal`in karşısına çıkmış olur!.

 "İsa`yı gören Deccal, olduğu yerde erir, yok olur, gider!."

 Diyor Rasûl  Aleyhisselâm açıklamasında...

İlâhi kudret ortaya çıktığı zaman "ölmeden evvel ölme" hâli "yakîn"e tekabül eden şekliyle oluşur; ki bunun sonucunda kişi bilinci itibariyle var olan bir varlık olduğu idrakına ererek, beden bağımlılığından kendini soyutlar; ki bunun sonucu da "mutmainne nefs" bilinci olarak velâyet hâlidir!.

Böylece vehmî benliğin kendini, bedenmiş gibi kabûlü ortadan kalkar. İşte o zaman, "Allah`a vuslat" denilen hâl yaşanır...

İşte böylece kıyâmet alâmetlerinden olan genele dönük bu olayın, kişinin kıyâmetinin kopmasından önceki bu oluşumunu anlayabilirsek, vehmi benliğin ne şekilde Deccal olduğu; Mehdi`nin Deccal`a karşı ne getireceği, ne ortaya koyacağı; ve İsa`nın semâdan, yani, Zâtî kudretle ortaya çıkışından sonra nasıl kalkabileceğini anlamış oluruz...

Burada yanlış anlamalara yol açmamak için şu hususu iyi anlamamız gerekmektedir:

Mehdî, "tenzih" ve "teşbih" esaslarının eşit oranda bileşimi olan İslâm Dini`nin "Tevhid" ilmini ortaya koyan görüşü temsil eder..

Deccal, "teşbih" esasının ağır basmasından ve yanlış değerlendirilmesinden dolayı bilincin kendini Allah olarak kabul edip, bedensel boyutta bunun sonuçlarını yaşamayı temsil eder.

İsa  Aleyhisselâm ise "teşbih" hakikatını insanlığa açmış Zât olarak, bu yüzden meydana gelen sapmaları düzeltmek üzere görev almıştır.. Tasavvufta ise "kudret" sıfatının bir tezâhürü olan "Allah`a yakîn" hâlinin sembolüdür ..

İşte bunları anlarsak, o zaman "vahdet" ilminin idrak ettirdiği şekilde "yok"luğumuzu farkederek başımızı "secde"ye koyar, dua ederiz;

"Allahım bize bu yaşamı ihsan eyle, bu nimeti kolaylaştır!..."

Ne buyuruyor Rasûlullah  Aleyhisselâm:

 "Secde`de yapılan dua makbuldur."

 Ve:

 "Kulun Allah`a en yakin olduğu hâl, secde halidir..."

 Öyle ise hep birlikte alnımızı toprağa koyalım(!). Şimdi "secde" mi etmiş olduk?..

Evet, "Secde" denir yaptığımıza, ama şeklîdir bu ve de taklittir!.