AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
K
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
Kâbe
Kâbenin Ağlaması
Kâbenin Emin Bölge Olması
Kâbe İle Konuşmak
Ka'be Kavseyn
Kâbiliyet
Kabir
Kabir Yaşamı
"Kabir Âlemi" Yaşamı
"Kabir Âleminde" Namaz Kılınır mı?
Kabir Suallerinin Cevapları Nasıl Verilebilir?
Kabir Azâbı
Sorgu melekleri Niçin Herkese Farklı Gelecek?
Kabirde Azâbı Kimler Yapacak?!
Kabirden Çıkma!
Kader
Kadere Nasıl İman Edeceğiz?
Kur'ân-ı Kerim Ve Hadislerde "Kader" Anlatımı
Mahlûkatın Kaderlerini Kim Yazıyor?
“Genetik”in, Kaderde Önemi Var mı?
“Kader Sırrı”na Vâkıf Olmak İçin Kader Konusunda Yaklaşımımız Ne Olacak?
İnsanın Kaderi, Allah’ın Takdiriyle Nasıl Oluşur?
Kaderle İlgili Sorular
İnsan Robot mudur?
Niçin Vahdete Değindik?
Kadir Gecesi
Kadir Ânı
Rab-Allah
"Kâfir"
Kâinat
Kalb
Kalb Gözü Açıklığı
Kalbler Neden "Allah Zikri" ile Tatmine Ulaşır?
Kalbin Kararması
Kalbin Mühürlenmesi
Kalb Sahipleri
"Kalem"
Karakter (Bkz."Huy" )
“Kaza”(Varetme Hükmü)
Kelime-i Şehâdet
Abd Ve Rasùl Oluşuna Şehadet Ne demektir?
Kendini Tanımak
Kendi Zâtını Bilmek (“Zâtî İletişim”)
Kerâmet
Kesret
Kesret Müşahedesi
"Keşfi Şak" (Bkz. "Ölüm")
Keşif
“Kevni Noksan”
Kıyâmet
Kıyamet Olayı
Kıyamet Süreci
Kıyamet Hâlleri
Kıyamet Sonrası Yaşam
İnsanlığın Kıyâmeti
Kıyamet Alâmetlerinin Bâtında Zuhùru
Kirâmen Kâtibeyn (Bkz.”Melek”)
Kişilik
“Bedensel Kişilik”
“Düşünsel Kişilik”("Kişilik Yüzü")
“Birimsel Kişilik” Kalkar mı?
"Kitab Ehli"(Ehli Kitap)
"Kolaylaştırılma"
Korunma
"Koza"
Kozalının Tanrısı
“Kozmik”
“Kozmik Din”!(Bkz.İslam Dini , “Kozmik Din” midir?!
Kozmik Işınlar
Kozmik Kitap
Kozmik Bilinç(Bkz.”İnsan-ı Kâmil”)
Kozmik Varlıklar
Kuantsal Boyut
Kudret
Kulluk
"Allah Hüviyetinin Kulu"
Kul Hakkı Nerede Ve Nasıl Ödenir?
Kurân-ı Kerim (Evrensel Sistem'i
Açıklayan Kitap)
Kur'ân 'ın İnzâli
Kur'ân 'ı Kerim Nasıl Anlaşılır?
Bu Kitaba Arınmadan Dokunma
Kur'ân 'da Geçen "İLÂH" Nedir?
Kur'ân Ruhu
Kur'ân 'ı OKU'mak
"Muhkem" Ve "Müteşâbih" Âyetler
Kur'ân Sûreleri Hakkında:
Fâtiha
Hamd'ı Allah Yapar
Âlemler
Er'Rahman-ir Rahim
Maliki Yevmiddiyn
Din Günü
İyyake Na'büdü Ve İyyake Nestâin
İhdinasıratel Mustakim
İstenmesi Zorunlu Sırat
Özel İn'âm
Fâtiha Sonunda Niçin "Amin" Denir?
"Kevser"
"Alâk"
Yunus A.S.'ın Tesbihi
Nâs Sûresi
Zilzal(Zelzele) Sûresi
Kurban
Kurbiyyet
Kurtuluşa Eren
Külli İrade
Küfür
Kürsi
Kâ'be yeryüzünde belli enerji merkezlerinden biridir... Ve kişinin
özündekiyle iletişim kurmasını sağlayan iletişim konsantrasyon merkezidir!..
hf
Kâbe’nin hakkının verilmemesi,değerlendirilmemesi!
hf
KÂ’BE ‘NİN “EMİN
BÖLGE” OLMASI
Kâbe, hakikatı temsil eder ve o hakikatı yaşayanların çevresi emin
bölgedir insanlar için!
hf
Dünyanın veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş
amaçlarına hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle
konuşmak, “onun varoluş hikmetiyle görüşmek” anlamına da
alınır...
KÂ’BE KAVSEYN
Beşeriyetin tümüyle yok olma durumu!
Hazreti
Rasûlullah, "Mi`râc"da "Kâ`be Kavseyn"
denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta
daha da ötesi, "Ev ednâ" tâbiriyle ifade edilen makamda, "Rabbi"yle
karşılaştı..
"Kâ`be
Kavseyn, ev ednâ" denen bu makamda, Hazreti Rasûlullah, tüm
varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek Varlığın, Hakk`ın
varlığı olduğunu müşahede etti...
Ve
bu müşahedenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Talib`in
kardeşinin evi olan Ümmü Hani`nin evinden sabahleyin çıkarken;
-
sözleriyle bir gerçeği ifade etmek istedi..
hf
Şiron’un yükselen burçtaki,doğduğu dakikadaki tesiri kişinin
kâbiliyetini meydana getirir.
Elbette
burada mâneviyata dönük kâbiliyetten söz ediyoruz.
Doğduğu
anda aldığı tesirler kâbiliyeti meydana getirir.
hf
Ölümü tadmış bulunan birimin bedeninin içine defnedildiği toprak çukura
kabir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir"
denilir. Hatta ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini
sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.
Yani
bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle yaşanırken
gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.
İnsan,
bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar
yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak", hakikatı
ve Hak’kı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında
taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.
hf
Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle
bâ’s olmasından sonra başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar
biçimde yaşamı devam ettikçe sürer...
Gerek
kabre konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi
bu süre içinde algılamaya devam eder...
Bu
hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize
benzer ...
Yatağa
girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup
bitenleri fark eder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki
kişi de aynı şekilde hem madde mezarın dışında ve içinde olanları
algılamaktadır; hem de yavaş yavaş KENDİ KABİR
ÂLEMİNE girmeye hazırlanmaktadır...
hf
Âhiret iki devredir.
Âhiretin
birinci devresi, "Berzah" (geçiş) âlemi veya "Kabir"
âlemi diye târif edilen devredir. İkinci devresi kıyamet ve sonrası diye
belirtilen devredir.
Bunlardan
"Berzah" âlemi veya "Kâbir" âlemi diye târif
edilen devre, geçiş devresidir sırf ruhanî bir yaşantıdır.
ÖLÜMÜN
TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam
boyutuna “BERZAH âlemi” denilir... Nebiler,şehidler
ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve zaman zaman biraraya
gelerek görüştükleri âlemdir.
“FİYSEBİLİLLAH”
ALLAH yolunda ŞEHİD olmuş kimseler ile, “ölmeden evvel
ölmüş” diye târif edilen evliyaullah ve nebilerin, kabir âlemi
kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE”
serbest dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir..
BERZAH YAŞAMINDA... ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER
Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de
birbirleriyle iletişim kurarlar...
Ayrıca,
berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde oradakilerin
idaresi söz konusudur...
BERZAH
âlemindeki velilerden dünyada iken “FETİH”
sahibi olmuş olanlar, dünyadakilerle iletişim kurabilirler.. Buna
karşın, dünyada “KEŞİF” sahibi olmuş fakat “FETİH” elde
edememiş evliyaullah ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler
ile direkt iletişim kuramazlar..
Vefat
eden kişi, daha mezarda toprağa verildiği anda “ Münker – Nekir “ adında
iki melek gelir, üç şey sorar. Bazıları bu sorgulamanın hemen akabinde
kabirden-mezardan çıkar. Mezar ve kabir şartlar biter. Ruh, kendi âlemine veya
Berzah’a geçer.
Ama,
diğer büyük çoğunluk, uzun süre mezar içinde kalır. Dolayısıyla, mezar azâbı
onda uzun süreli olur. Toprağa konulan, ölümü tadan her nefs, üzerine toprak
atıldığını görecek.
Ama,
olayı çok kısa sürede, daha mezar toprakla dolmadan dahi atlatan var. Çok uzun
süre, toprak altında mezar azabında kalan da var.
Mezar
âlemi başka, kabir âlemi başka, berzâh âlemi başka!.
Mezarda;
mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu “mezar âlemi”.
Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur.
Ondan
sonra, cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları
görüyorsun. Ve, dünyada ürettiğin bir takım melekler veya kötü mahlûklar
Gördüğün
rüyayı düşün! Bir rüyâda devamlı kâbus görüyorsun. Bu senin o anda kabir âlemin
oluyor. Bir de, kabir âlemine girmeden, mezardan geçtikten sonra
direkt, Berzah âlemine geçip, orada yaşayan ruhlarla birlikte olanlar
var!.
İşte
orası, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan bir yer.
Ama, çok büyük bir çoğunluk, kabir âlemindedir. Hani, ya kâbus türü
rüyalar gören, ya da güzel rüyalar gören kişi durumundadır.
Bu durum kıyamete kadar böylece devam eder.
Kabir
âlemi, aynen aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya
gördüğünün farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına
değerlendirir..
Nasıl
dünya yaşamını gerçek yaşamıs gibi algılarsa kişi dünyada yaşarken;
ayni şekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi
hisseder... Bu ya “Kabir Cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve
zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “Kabir Cehennnemi”
denilen biçimde kâbus türünden son derece korkunç, ızdırap verici
görüntüler içinde sürer.. Bu devre kıyamete kadar
böylece devam eder...
Kabir
âlemi(Ruhlar Âlemi), “nâri boyut”tur!
Burada,
kabir cenneti veya kabir cehennemi tarif ediliyor. Hakiki cennet
ve cehennem değil!..
Bir
de burada belli ruhâni güçler elde etmiş olanlar var,kabir âleminde.
Meselâ,
veliler!
Bu
yüksek dereceli veliler; yani hakikate ermiş, hakikatı yaşama durumuna girmiş;
terkib değişiklikleri oluşmuş ve bu terkib değişiklikleri sonunda, kendindeki
bazı ilâhî kuvvetleri keşfetmiş ve o kuvvetlerle tahakkuk etmiş olanlar var!
Bunlar,
o âlemde kendi aralarında görüşürler. Bir araya gelirler, çeşitli konularda
fikir alışverişi yaparlar, birbirlerine kendilerindeki değişik tecellileri
anlatırlar; değişik müşahedeler üzerinde taştışmalar yaparlar.
O
âlemin kendine has bazı işlemleri vardır.işlemler üzerinde de belli bir vazife
taksimi vardır, bunların ileri gelenleri arasında.
O
âlemde belli düzeye gelmiş, belli konular açılmış, belli noktalarda takılmış
gibi kişiler vardır.
Bunların
orada eğitimi yapılır. Yani onlar orada eğitilir, belli şeyler idrak
ettirilmeye çalışılır. Anlayamadığı noktalar atlatılır vs. Onlarda böylece bir
durumda devam eder. Yani oranın da kendine göre belli bir idare kadrosu vardır.
Nasıl dünyada, 4’ler, 7’ler, 3’ler, 40’lar diyoruz! Bunun mukabili olan, oranın
da kendine has bir kadrosu vardır.
hf
“KABİR ÂLEMİNDE” NAMAZ
KILINIR MI? !
İnsan şuur boyutu için yaratılmıştır,esas itibariyle !
Beden
boyutu bu dünyada kalacaktır,bedensel ibadetlerde bu dünyada kalacaktır.
Ölüm
sonrasında bedensel boyuttaki ibadetlerin hiçbiri yoktur.Ne namaz-ne oruç-ne
vs..Ama Berzah Âleminde de Evliyaullah’ın namaz kıldığından söz
edilir ve bu bize çelişki gibi gelir.Hani kabir âleminde namaz yoktu,oradakiler
şuur boyutunun namazının secdesidir.OKUma yollu oluşan bilgilerin getirdiği
rùkù ve secdedir,kâbir âlemindeki!
“Valla
bizim köydeki evin bahçesinde bir yatır var,bazen geliyor abdest alıyor,havluda
ıslanıyor,hatta namaz kılıyor”!..
Cinlerin
oyununa geliyorsun!
Kabir
âlemindeki evliyaullahın kıldığı namaz “şuur boyutunun namazı”dır.
hf
CEVAPLARI NASIL VERİLİR?
Kâbirde bana,
mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah
Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca "Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın
ne" şeklinde sigaya tutulacağıma göre...
"Rabbim
Allah" diyebilmem için, öncelikle "Kur'ân-ı
Kerim’in açıkladığı Allah" kavramını çok iyi idrak edip bunun
sonuçlarını hissedebilmem!. "Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa"
diyebilmem için, "Allah Rasûllüğünün" nasıl bir şey olduğunu,
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek
istediğini iyi anlamam ve O'nu tasdik etmem!. "Kitabım
Kitabullah'tır" diyebilmem için, "Kitabullah'ı
OKU'yabilmem"; ya da "Kitabım Kur'ân-ı Kerîm"
diyebilmem için Kur'ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap
olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.
Dünyada bırakıp
gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan
insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak
böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!.
Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları "İslam
Dini" sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan
bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız
farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir
hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları
açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan
yorumları, "İslam Dini" ve bizi bağlamaz!.
hf
Belki de milyarlarca sene sürecek olan kabir âlemi yaşamında, kişi “RUH”
olarak diri ve şuurlu kaldığına göre azab duymaz deniyor, öyle ise, kâbir azabı
nedir ve nasıl oluyor?...
Çokça
sorulan sorulardan biri de budur... Cevabını verelim...
Bu
nedenle otomatik olarak olaya bu bilinçle bakacak; ve bunun sonucu olarak
da, ister istemez büyük bir azab duyacaktır!..
Bunun
misâlini şöyle verebiliriz... Gün boyu bir takım şeylerden korkuyorsunuz ve
derken uyuyorsunuz... Uykunuzda o sizi korkutan şeyler rüyanıza giriyor!..
Evet, fizikman bedeninize yapılan bir şey yok, ama gündüz bilincinize yerleşmiş
olan o korkutucu şeyler, sizin o anki yaşantınızı kâbusa
çevirmiştir!..Rüyada duyduğun acı, beynin ruha yüklediğini gösterir... Kabir
azabı dahi bu yüklenmeden dolayıdır...
Dünyada
yaşarken, Allah Rasûlü’nün uyardığı tarzda çalışmalarla kendini o şartlara
hazırlamamışsa; artık o ortamda kesinlikle yapabileceği hiç bir şey yoktur;
içinde bulunduğu şartlara ve sonuçlarına katlanmaktan başka!.
“Kabir
azabı” denilen şey burada oluşan yaşam biçimidir..
“Vel
bâ`sü ba`
“
Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki
tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.
Aynı
şekilde, tüm dünya yaşamında beynine “Ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği
için, ölümü tatma anından itibaren bu bedenle ilgin tamamen
kesildiği halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen,
bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.
Ruhuna
yüklenmiş olan kayıtlar; “Ben bu bedenim!.” şeklinde olduğundan, sen de
cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada
kalıyorsun!..
Bu
dünyada yaşadığın süreç içinde “ ben bu beden değilim! “ bilincini
oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.
Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden,
korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.
Bir rüyada boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman
ne hâle geliyorsun?.
Rüyada gerçekten bedene verilen bir eza cefa var mı? Hayır!.
Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun bir düşün!
Oysa olay, ruh boyutunda oluyor.
İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen “ruh boyutu”nda cereyan
ediyor.
İşte
mezar yaşamı da,
Bu
durum da dini terminolojide “kabir azabı” diye anlatılmıştır...
Gündüzleriniz
ve bilinç düzeyiniz nasıl rüyalarınıza yansıyorsa ve o rüyaları değiştirmek
elinizde olmuyorsa; kabir yaşantısı da onun benzeri bir şekilde, artık
değiştirmeniz mümkün olmayan bir tarzda kıyamete kadar sürüp gidecektir...Ve
kabirdeki bu bitmez tükenmez kabusa, azaba karşı, şu anda yaşarken tedbir
almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da mümkündür ki bu yüzden “Din”
gelmiştir...
hf
SORGU MELEKLERİ
NİÇİN HERKESE FARKLI GELİR?!
Nur yapılı birimler , bir beden veya şekille bağımlı olmayıp, dilediği
beden şekline bürünebilir…
Nur boyutundaki cennette yaşayanların tümü, gerçekte nur yapılı şekilden
beri bilinç varlıklardır; algılayanın veri tabanına göre görüntü verirler.
Kabir âlemindeki sorgu meleklerinin, herkese değişik gelmesinin de
nedeni budur.
hf
KABİRDE AZÂBI
KİMLER YAPACAK?!
Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon
olarak iki tür varlık yaratır!..
Ya
, insana ,tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek
varlıklar! Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği
varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde,
kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana
gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!..beyin dalgalarının meydana
getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya
hayâl âlemi dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş
olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk
duyar...Âlemi berzahta; kabir âlemi dediğimiz âlemde.
hf
Kâbir âlemi yaşamında, uykuda, yaşadığınız duyguları, çok daha
fazlasıyla ve çok daha yoğunluklu olarak yaşayacaksınız.
Bu durum “Sistemin kıyâmeti” dediğimiz, Dünya’nın Güneş tarafından
yutulması evresine kadar devam edecektir.
Güneş
Dünya’yı yutmaya başladığında; Dünya’nın manyetik alanı ortadan kalktığında, bütün
insan ruhları, otomatik olarak kendilerini bizim anlayışımıza ve yapımıza göre
cehennem olarak tanımlanan, Güneşin, dalga boyutlu yapısı içinde bulacaklardır…
Bu evre insanların kâbirlerinden çıkması olarak tanımlanmıştır.
hf
ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi
"Kaza"dır...
Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda
"Kader"dir..
Kader, “sır” olarak ifade edilmiştir... “Sistemin işleyişi”
ve “Sistemin Bilinci” anlamında olarak!
Tamamiyle
sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren
içre evrenler,
Ve
bizim de «hayal» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de
gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama
sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi
mahrum etmekte!..
Evet,
evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle
ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç
düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete
geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve
onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.
“Kader”, senin anladığın gibi olmayıp ; genetik
programının astrolojik (meleki) etkilerle yönlenerek açığa çıkmasının
adıdır... Yukarıda biri oturup kader yazmaz!...
Astrolojik
etkiler ise , Cennet yaşamında da devam eder...
İşte,
«KADER» denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.
hf
Asırlar boyudur kolay kolay anlaşılamamış bir konu bu!..
Hemen
herkes bu konuda aklına geleni konuşmuş. Ama genellikle kimse de, bu hususu
konuşmadan evvel acaba Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûl-i Ekrem’in kader hakkında
dedikleri nedir, diye araştırmamış.
Gerçekten
acaiptir; çünki, öyle kader konusunda kitaplar görüyoruz ki baştan, aşağı
çeşitli kişilerin "kaderle" alâkalı görüşlerini toplamasına
rağmen; içinde bu konudaki nice Rasûlullah açıklamalarından, beş tanesi bile
yer almamakta!.
İnsandaki
"İrâdeî cüz"ü ispatlayabilmek uğruna, bu husustaki âyetler ve
hasır altı edilmekte!..
Bize
göre dini anlamış kişi, âyet ve hadîs hükümlerini izâhtan âciz kaldığı noktada,
hasır altı etmez; sadece o husustaki âczini itiraf eder ki, bu da bir
kemâlâttır.
-Kul
kendi iradesiyle yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine katlanır"
şeklinde özetleyebileceğimiz görüşü savunanlara "KADERİYE"ciler
denmiştir. Ki bunlar hakkında
"Ümmetimin mecûsileridir, kaderiyeciler"
şeklinde bir hüküm gelmiştir.
"Kaderiyeciler",
"kul kendi kaderini kendi yazar"; görüşünde olanlardır...
"Allah" da ötelerden bir yerde; ya da başka bir boyutta
oturup, bu boyutta yapılanları seyreden bir varlığın adı herhalde?!...
Esasen
Kur'ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız hükümler serdeder.
Geriye
kalan ve adlarına "ehli sünnet" ile "cebriye"
denen iki görüşün fikirlerine ise; her fikir sahibine ve neticesi de kendisine
aittir; diyerek değinmiyeceğiz.
Burada
biz çeşitli görüşleri tartışmak ya da savunmak için konuları açıklıyoruz
değiliz zirâ...
Ancak,
insanın yapısını, hangi tesirlerin altında nasıl yaşadığını, varlığının ne
olduğunu anlattıktan sonra, dinde “Kader” mefhumunun nasıl anlatıldığını
açıklama noktasına geldik.
Bunu
da farketmek MECBURİYETİNDEYİZ!..
Allah’ın
azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve
sahip olduğu şeyler nelerdir.
Kısaca,
"Allah" ismiyle işaret edilen indinde insan neleri yapacak
güce ve iradeye sahiptir.
Evet,
yüz milyarlarca ve yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük
uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın
yeri ne?
Buyurun
bu konuda bir hadîs-i Kudsî:
-Rasûlullah
salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu’,
Allâh
azze ve
"EY kullarım. Hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim
hariç. Benden isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim.Hapiniz fakirsiniz, ancak
benim zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.
Hepiniz günahkârsınız, ancak benim mağfiret verdiklerim müstesnâdır;
içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse,
aldırış etmeden (günahlarının büyüklüğüne) bağışlarım!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz
kullarımdan en takvâlısı kalbi gibi olsalar, bu durum benim mülkümde bir
sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en
şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi
inkârda olsalar), bu durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar
eksiltmez!..
Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir
sahada toplansa ve içlerinden her insan ümitleri yettiği kadar istese, her
isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.
Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa. Kesinlikle
bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın sahibiyim, yüceyim.
DİLEDİĞİMİ YAPARIM!..
Bağışım bir sözdür. Azâbım bir sözdür.
Bir şeyin olmasını istersem emrederim, "OL" derim; ve o şey
olur!.."
Nasıl ?.., bir şeyler anlatabiliyor mu, bizim yerimiz, haddimiz,
gücümüz, irademiz, kudretimiz hakkında bu hadîsi kudsî?..
Az
evvel anlatmaya çalıştığımız gibi. Kâinatta dünyadan 1 milyon küsür defa büyük
güneşin yeri iğne ucuyla gösterilemezken, gururundan, kendine biçtiği pâyeden
yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu bu
satırlarda?
Evet,
bizde, "ALLAH’A RAĞMEN", bir iş yapabilecek potansiyel mevcut
mu?
Buyurun
sıra geldi KADER BAHSİNE...
Astroloji
bölümünde insan beyninin aldığı tesirler ile tüm yaşamının programlanmış
olduğunu normal şartlarda bunun değişmesinin de asla mümkün olamayacağını
açıklamıştık. Yani bir diğer ifade şekliyle kişinin kaderinin, beynin ilk
teşekkül devresinde kozmik kalemle yazılıp bu yazının kuruduğunu ve artık yeni
tesirler ile değişmeyeceğini beyan etmiştik.
İnsanın
kaderi...
Elinde
olan bir şey var mı?..
Kaderi
önceden yazılı mı?..
Her
şey olup bitmiş mi?..
Bakalım
bu konuda Kur'ân-ı Kerîm’in hükmü ne; ve gene Hz. Resûli Ekrem Muhammed Mustafâ
aleyhi’s-selâm "Kader"i nasıl tarif etmiş. İman edilmesi
zorunlu "Kader" mevzûunda neler açıklamış!..
hf
"KADER" ANLATIMI
1- ALLAH
İSTEMEDİKÇE SİZ İSTEYEMEZSİNİZ!.. (İnsan-30)
2-HALBUKİ SİZİ DE YAPAGELDİĞİNİZ ŞEYLERİ DE ALLAH YARATMIŞTIR!.. (Saffat-96)
3- "YERYÜZÜNDE
VEYA NEFİSLERİNİZDE SİZE İSABET
BUNU, ÖNCEDEN MUKADDER VE YAZILI OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN
ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GİREN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ
İÇİN (açıklıyoruz)!.. ALLAH DÜNYALIKLA BÖBÜRLENENİ SEVMEZ" (Hadîd-22/23)
4- YÜRÜR HİÇ BİR
MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.. (Hud-56)
5-DE Kİ: HEPSİ DE KENDİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA (Şakûllerinde) FİİLLER
ORTAYA KOYARLAR. (İsra-84)
6-"ALLAH DE, ÖTESİNİ BIRAK..."
(En’âm-91)
7DİLEDİĞİNİ YAPAR. (Bürûc-16)
8-YAPTIKLARINDAN SUAL SORULMAZ!..
(Enbiya-23)
9-BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE HALKETTİK!..
(Kamer-49)
Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda bu
meâllerde daha pek çok âyeti kerîmeler olmasına rağmen aklı olana bu kadarı
yeter; ahmaklığın ise devâsı yoktur, diyerek; şimdi de SAHİH-İ MÜSLİM
isimli hadîs kitabının "KADER" bahsinde bize nakletmiş olduğu Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in açıklamalarına idrâklarımızı yöneltelim.
Ebu’l-Esved
ed-Dieliyy şöyle dedi:
İmran
ibn Husayn radıya’llâhu anh bir gün bana şöyle sordu:
-İnsanların
yapmakta oldukları ve emek çekip didindikleri şeye ne dersin?.. Kendilerine
hüküm olunan ve sebkât etmiş bulunan kaderden, kendilerine gelip geçen bir şey
midir?.. Yahudi Nebilerinin getirdiği şeylerden olup da kendilerini
karşılayacak ve aleyhlerine delil sâbit oluveren şeylerden midir?..
-Hayır!..
(karşılacakları tesadüfî işler değil). Lâkin, geçmişte kendilerine yazılan
ve kendilerine gelip çatan bir şeydir!.. dedim.
Bunun
üzerine İmran bin Husayn sordu:
- Öyle ise bu insanlara ZULÜM olmuyor mu?..
Bu
sözden şiddetle korktum ve şöyle dedim:
- Her şey Allah'ın mahlûkudur ve elinin mülküdür!..
-O YAPTIKLARINDAN MES'ÛL OLMAZ; FAKAT ONLAR MES'ÛL OLURLAR!.."
(Enbiya-23)
-Allah sana merhamet buyursun!.. Ben
-Yâ Rasûlullah!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip
didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan
bir kaderden olarak, kendilerine isabet
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE
KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allâh’ın
kitabında bunun tasdiki şu âyettir:
-HER BİR NEFSE VE ONU DÜZENLEYENE, SONRA DA ONA HEM
KÖTÜLÜĞÜ, HEM KORUNMASINI İLHAM EDENE.
(Şems-7/8)
-Câbir radıyallâhu anh şöyle dedi:
Surûkatubnu
Mâlik ibn Cu'şûm geldi ve şöyle sordu:
- Yâ Rasûlullah!.. Bize DİNİMİZİN ASLINI BEYAN ET!.. Bugünkü amel neyin
içindedir?.. Bunun bilgisine nisbetle, biz sanki, şimdi yaratılmış gibiyiz. Bugünün
ameli, kalemlerin yazıp da kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde
midir?.. Yoksa karşılaşacağımız işler içinde midir?
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem:
-Hayır!.. Bugün ki iş, yeniden oluşacak işler içinde değildir!..
Fakat kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan etmiş olduğu işler
içindedir!.. Buyurdu.
Surâka bu defa sordu:
- Öyle ise amel ne için?..
Züheyr
dedi ki: Bundan sonra Ebu Zübeyr anlamadığım bir şey konuştu; ben ne dedi, diye
sordum:
-Amel ediniz, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır!." buyurdu.
-Abdullahibn Mes’ud radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Bize
dâima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
- Sizin birinizin ana-baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır.
Sonra o maddeler o kadar zaman içinde katı bir
Kendisinden başka Hak ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki: sizden
biriniz cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder. Nihayet kendisi ile
Cennet arasında bir zirâ’dan başka mesafe kalmaz!.. Bu sırada yazı o kişinin
önüne geçer!.. Bu defa o kişi cehennem ehlinin ameliyle âmel etmeye devam eder.
Ve yine sizden biriniz Cehennem ehlinin ameliyle âmel eder, nihayet
kendisiyle cehennem arasında ancak bir zirâ' mesafe kalır. Bu sırada yazı önüne
geçer!.. Bu defa da o kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve cennete
girer!.’
Enes
İbn Mâlik radıya’llâhu anh şu hadîs- Rasûlullah'a bağladı:
Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
-Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah rahime bir melek tevkil etmiştir.
-Melek, "Ey rabbım bir nutfedir; ey rabbım bir
"ey rabbım erkek midir yahud dişi midir; şakî midir yahud saîd
midir; rızkı nedir; ecelî nedir," sorularını sorar. BUNLAR ANASININ
KARNINDA İKEN BÖYLECE YAZILIR!."
-Hazreti Ali Radıyallâhu anh şöyle anlattı:
Biz
bir defasında Bâki-ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk. Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Rasûlullah’ın
beraberinde bir âsâ vardı. Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde
elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye
başladı. Sonra:
-Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna olmamak üzere,
muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerine Allah yazmıştır!.. Ve herkesin şakî
veya saîd olduğu muhakkak yazılmıştır!..
Buyurdu. Bunun üzerine sahabîlerden bir kimse şöyle sordu:
-Ya Rasûlullah, öyle ise bizler âmeli terkedip, bu yazımız üzerine
kalalım mı?..
Rasûlullah şöyle buyurdu:
-Saîd olan kimse, saâdet ehlinin ameline ulaşacaktır. Şakî olan kimse
de, şekâvet ehlinin âmeline ulaşacaktır. Sizler âmel edip çalışın!.. Çünki
herkese kolaylaştırılmıştır!.. Sâid olan Saâdet ehlinin ameline
KOLAYLAŞTIRILIR, şakî olan da şekâvet ehlinin AMELİNE KOLAYLAŞTIRILIR.
Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu:
-BUNDAN SONRA KİM VERİR VE SAKINIRSA, O en güzeli de tasdik ederse,
biz de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni
görür en güzeli olan sayarsa, biz de onu en güç olan için hazırlayacağız"
(Leyl- 5/10)
İmran İbn Husayn radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Bir
kimse tarafından şöyle soruldu:
-Ya Rasûlullah, cennet ehli ateş ehlinden (ayırdedilip) bilindi mi?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem:
-Evet!..
Yine o zât tarafından:
- Öyle ise âmel edenler niye böyle çalışıp duruyorlar?.. denildi.
Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem:
-Herkes niçin yaratıldı ise, onun yolları kendisine
kolaylaştırılmıştır!..
Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu, dedi:
-Hakikaten öyle adam vardır ki; uzun zaman cennet ehlinin amelini işler;
sonra onun bu yaptıkları, ateş ehlinin ameli ile son bulup, mühürlenir. Kezâ
kişi uzun zamanateş ehlinin amelini işler; sonra da onun bu âmeli
cennet ehlinin ameliyle son bulup, mühürlenir!..
Sehl İbn Sâ’d es Saidiyy radıya’llâhu anh der ki; Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Hakikaten öyle adam vardır ki, insanlara zâhir olan halleri ile
muhakkak cennet ehli ameli yapar!.. Halbuki kendisi ateş ehlindendir!.. Ve yine
öyle adam vardır ki insanlara görünüşte mutlak ateş ehlinin amelini işler,
halbuki kendisi cennet ehlindendir!..
Tâvûs şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah’ın sahabîlerinden birçok insanlara eriştim. Onlar "HER ŞEY
KADER İLEDİR" diyorlardı. Ben Abdullah ibn Ömer radıyallâhu anhdan
şöyle işittim:
"Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
-HER ŞEY KADER İLEDİR!.. HATTÂ ÂCİZLİK İLE ZEKÂ VE BECERİKLİLİK BİLE!..
Yahud BECERİKLİLİK ve ZEKÂ İLE ÂCİZLİK BİLE.
İbn Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatıyor:
Ebû
Hureyre'nin, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu,
diyerek, rivayet ettiği şu hadîstekinden daha küçük, günaha benzer hiçbir şey
görmedim!..
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Allah âdemoğluna zinâdan nasibini takdir etmiştir!.. Hiç şüphesiz
âdemoğlu takdir edilmiş olan bu âkıbete erişecektir!..
İmdî göz zinâsı bakmak, dil zinâsı konuşmaktır. Nefis temennî eder ve
iştahlanır.
Tenâsül uzvu ise bu organların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir,
yahud yalanlar. (Buharî-Tecrid-2132)
Ubeyy ibn Kâ’b radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem buyurdu:
-Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer
yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp
bürüyecekti!..
Aişe r.a. şöyle demiştir:
"Bir
küçük çocuk öldü. Ben de:
-
Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem):
- Bilmiyor musun ki, ALLAH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için
bir takım insanlar yarattığı gibi, ikincisi için de bir takım insanlar
yarattı.
Bir
diğer nakilde;
-
ALLAH cennet için bir takım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga
kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de bir takım insanlar
yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı...
(Müslim- Ebu Davud)
Aişe
r.a. şöyle demiştir:
-Ya Rasûlullah müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının
(âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.
-Onlar babalarındandır ,buyurdu.
-Hiç bir amel yapmadan nasıl olur?
dedim.
-Onların
ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.
-Ya
Rasûlullah, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum
-Onlar da babalarına bağlıdır,
buyurdu.
-Hiçbir amel işlemeden mi?
diye sordum.
-ALLAH onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi
bilir, buyurdu. (Ebu Davud)
ALLAHû
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Bir resul göndermeden hiçbir kavmi helâk eder olmadık!" (İsra sûresi, 15)
Yezîd ibn Hürmüz ile Abdurrahman el A’râc dediler ki:
-Biz
Ebû Hureyre'den işittik şöyle dedi, Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
- Adem ile Musa Aleyhisselâm RABLARI KATINDA birbirlerine karşı delil
getirecek tartıştılar. Neticede Adem, Musa'ya HÜCCETLE galebe etti.
Musa:
- Sen Allah'ın kendi eliyle yarattığı; kendi Rûh'undan ruh üflediği;
meleklerini secde ettirdiği; cennetinde iskân edip oturttuğu; sonra da yapmış
olduğun hatadan dolayı insanları arza indirten Adem misin, diye sordu...
Adem:
- Sen Allah’ın Rasûllükle ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her
şeyin beyânı bulunan levhaları verdiği; ve yavaşça konuşucu olarak seni
kendisine yaklaştırdığı Musa'sın!.. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Allah'ın
Tevrat’ı yazdığını biliyorsun!.. dedi.
Musa:
- 40 yıl önce!..
dedi. Adem:
- Peki, Tevratın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU da ŞAŞIP
KALDI". (Ta-ha:121) âyetini buldun
mu?.. diye sordu. Musa dedi:
- Evet buldum..
Adem:
-Öyle ise, Allah’ın beni yaratmasından 40 sene önce, benim yapmamı
üzerime takdir ettiği işi yapmamdan dolayı beni azarlayıp, kınıyorsun!.. dedi.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem:
- "Böylece Adem, Musa'yı hüccet ile mağlub etmiştir."
Abdullah
ibn Amr ibn As radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden duydum, şöyle buyurdu:
-Allah mahlûkâtın KADERLERİNİ semâları ve arzı yaratmasından 50 BİN sene
EVVEL YAZMIŞTIR!..
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu, dedi:
- Her birinde hayır olmakla beraber, Allah’a göre kuvvetli mü’min zâif
mü’
EĞER SANA BİR ŞEY, BİR MÜSİBET GELİP İSABET EDERSE, "KEŞKE ben
böyle yapmasaydım, böyle olurdu" deme!.. Fakat,
-Allâh BÖYLE TAKDİR ETMİŞ, O DİLEDİĞİNİ YAPAR!.." de. Zirâ bu "KEŞKE"(...seydim) kelimesi şeytanın amelini açar!..
Bu bölümde de SÜNEN-İ TİRMÎZİ isimli Hadîs kitabından gene "Kader"
konusundaki bir kısım Hadîs-i şerîfleri naklediyoruz:
Abdullah
bin Ömer radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Ömer
radıya’llâhu anh:
-Yâ Rasûlullah. Yapmakta olduğumuz işin, yeni oluşan bir iş, veya bir
başlangıç mı olduğu; yoksa önceden tamamlanan bir işde mi çalıştığımız
kanâatindesin?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Ey Hattaboğlu, önceden tamamlanan bir işte!.. Herkes kolaylıkla
başaracaktır!.. Ne var ki saadet ehlinden olan saadet için çalışacak; şekâvet
ehlinden olan da şekâvet için çalışacaktır!
Selman
radıyallâhu anhdan rivayet olunmuştur:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Kazayı ancak duâ önler; ve ömrü yalnız iyilik artırır!..
Ebû Hizâme radıya’llâhu anh rivayet edilmiştir:
Bir
adam Rasûlullah’a gelerek sordu:
-Yaptırdığımız afsun (okunma)ların, tedavide kullandığımız ilaçların
ve tuttuğumuz perhizlerin, Allah’ın kaderinden herhangi bir şeyi önleyeceği
görüşünde misin?..
-Onlar da Allah’ın kaderindendir!
-Ademoğlu, yanıbaşında 99 ölüm olduğu halde sûretlenmiştir!.. Şayet bu
ölüm tehlikelerini atlatır ise, ihtiyarlığa düşer ve neticede ölür!..
Hazreti Ali radıya’llâhu anh’dan rivayet olmuştur:
Kul 4 esas iman etmedikçe mü’min olamaz!.. Allah’dan başka ilâh
olmadığına, Benim Rasûlü olup Hak ile gönderdiğine, ölüme ve öldükten sonra
yaşamaya ve kadere iman edecek.
Câbir bin Abdullah radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Bir kul, hayrı ve şerri ile kadere imân etmedikçe; kendisine isabet
edenin ondan şaşmasına; kendisine isabet etmeyenin de ona isabet etmesine
kesinlik ile imkân olmadığını bilmedikçe; mü’min olmaz!..
Abdullah bin Amr radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem elinde iki kitap (tutuyormuşcasına) üzerimize çıka geldi. ve:
-Bu kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?.. Buyurdu.
-Hayır yâ Rasûlullah, ancak bize bildirirsen... dedik.
Bunun
üzerine sağ elindeki kitab için.
-Bu âlemlerin Rabbından bir kitaptır!.. Cennete gireceklerin adları,
baba ve kabilelerinin isimleri, bu kitabda mevcuttur!.. Orada son kişilerine
kadar icmâlen yazılmıştır ki, artık onlar kesinlikle artırılmayacak ve
eksiltilmeyecektir!..
Sonra sol elindeki kitab için de.
- Bu da âlemlerin Rabbından bir kitapdır. Cehenneme gireceklerin adları,
baba ve kabilelerinin isimleri bu kitabda mevcuttur. Orada son kişilerine kadar
icmalen yazılmıştır. Artık onlar asla arttırılmıyacak ve eksiltilmeyecektir!..
- Yâ Rasûlullah, durum önceden tamamlanmış ise; o halde amel neye
yarar?..
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Doğru olun ve mutedil davranın. Çünki cennete girecek kişi, her ne amel
işlemiş olursa olsun, onun ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır!..
Cehenneme girecek kişi de, ne amel işlemiş olursa olsun cehennem ehlinin ameli
ile ameline son verecektir!.. Rabbimiz KULLARIN KADERİNİ TAYİN ETMİŞTİR!.. Bir
bölük cehennemdedir!..
- İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anhden:
-Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem bize hutbe irâd ederek:
-Hiç bir şey, hiç bir şeye hastalığını bulaştıramaz!..
Bunun
üzerine bir a’rabî sordu:
- Ya Rasûlullah, haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra
bütün develeri uyuz yapıyor!?..
Rasûlullah
şöyle buyurdu:
- O halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir?.. Advâ ve sefer yoktur!..
ALLAH HER NEFSİ YARATMIŞ ONUN HAYATINI, RIZKINI, KARŞILAŞACAKLARINI TAKDİR
ETMİŞTİR!
Buharî’den. Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’dan.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti cennete koyamaz!..
Bunun üzerine ashabı sordu:
-
Seni de mi koymaz Yâ Rasûlullah?..
Resûl-i
Ekrem şöyle cevab verdi:
-Evet, beni de!.. Allah’ın fazlı ve rahmeti beni kuşattığı için
cennete girerim. Bu sebeble ashabım iş ve ibâdetinizde ifrat ve tefritten
sakının. Doğru yoldan gidip Allah’a yaklaşınız. Sakın hiç biriniz ölümü temenni
etmesin!..
Çünki o, hayır sahibi ise, hayrını arttırması umulur; günâhkâr ise tevbe
ederek ölmesi beklenebilir.(Tecrid-1918)
- Abdullah bir Amr radıya’llâhu anh’den rivayet olunmuştur:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
-Muhakkak yüce Allah yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra
onlara nurundan saçtı!.. Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi!..
Nasibini alamayan da delâlete saptı!.. Bunun için ALLAH'IN İLMİNE GÖRE KALEM
KURUDU!.. (Tırmizi-2780)
Zeyd bin Sâbit radıya’llâhu anh şöyle dedi:
Ben
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den duydum şöyle buyurdu:
-
Eğer, onlara merhamet etse idi, Allâh’ın rahmeti onlar için, kendileri
için işledikleri âmellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu.
Ve eğer senin, Uhud Dağı kadar altının olup, hepsini Allah yolunda
harcamış olsaydın; Sen, kaderin hepsine inanmadıkça ve SENİN BAŞINA GELMİŞ OLAN
ŞEYLERİN GELMEMESİNİN MÜMKÜN OLMADIĞINI; ve başına gelmemiş olan şeylerin de
gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe (kabul olmazdı). Kezâ anlatılan bu
inançtan başka bir akîde üzerine ölürsen şüphesiz cehenneme gireceğini kesin
olarak bilmedikçe, senden
Süraka bin Cü’şum radıya’llâhu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi
şöyle demiştir:
Ben
Rasûli Ekrem sallallâhu aleyhi ve selleme dedim ki:
-Yâ Rasûlullah!.. AMEL, kaderleri çizen kalemin yazdığı mukadderâtın cümlesinde
mi ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?.. Yoksa AMEL, (için geçmişte bir kader sözkonusu olmayıp) istikbalde takınacağı
tavra göre mi?..
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem buyurdu:
-FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan mukadderâttan olup, kâlemin
yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.. Herkes ne için yaratıldı ise ona müyesser
kılınır!.. (İbn-i Mâce Mukaddime)
«Tâvûs şöyle anlattı:
Ben
Rasûlullahın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sahabîlerinden bir çok insanlara
eriştim... Onlar, «HER ŞEY KADER İLEDİR» diyorlardı..
Ben,
Abdullah İbni ÖMER'den şöyle işittim: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve
sellem) buyurdu;
«HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hattâ, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik
bile!..»
Abdullah b. Amr r.a. söylemiştir:
Rasûlulah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i
işittim, şöyle diyordu:
-Muhakkak yüce ALLAH yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı;
sonra onlara nurundan saçtı!
Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi !.. Nasibini alamayan
da dalâlete saptı!.
Bunun için, "ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!.. yani
işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır." derim. Tırmizî (İmam b. Hasan senetle)
Ebu
Hüreyre r.a. şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar
kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı. Ve:
-Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden
önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk
oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size! buyurdu. (Tırmizî)
Cabir
r.a. den:
Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla
şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini
bilmedikçe, hiç bir kul iman etmiş sayılmayacaktır.
(Tırmizi)
Aişe
r.a.'den:
Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLAH ve gelmiş geçmiş her
Nebi ve Rasûl lânet etmiştir. Bunlar:
ALLAH'ın kitabına ilâve yapan, kaderi tasdik etmeyen, ALLAH'ın zelil
kıldığı (günahkârları) yükseltmek, aziz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için
ceberut ile insanların başına musallat olan, Mekke hareminde yasak olanı
işleyen, Ehl-i beytime zulm
Ümmü Habibe r.a.:
-Ey
ALLAH'ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullah'tan babam Ebu
Süfyan'dan ve kardeşim Muaviye'den faydalandır!.dedi.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) kendisine:
-Sen ALLAH'tan kesinleşmiş eceller ve zarûri olan bir takım şeyler ve
taksim edilmiş rızıklar hakkında bir takım talepte bulundun ki; ALLAH onlardan
hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!..
Bunun üzerine bir adam:
-Ya Rasûlullah, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla
insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. Diye sordu.
Rasûlulah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:
-Muhakkak ki, yüce ALLAH hiç bir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki,
sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden
mevcuttular.
(Müslim)
Enes
r.a. şöyle demiştir:
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem) sık, sık:
- Ey kalbleri çeviren ALLAH, kalbimi dinin üzerine sabit kıl! diye dua ederdi.
Biz
de kendisine:
-Ya
Rasûlullah,
-Evet, çünkü kalbler, ALLAH'ın parmaklarından ikisinin arasındadır;
dilediği gibi onları çevirir,
buyurdu.
(Tırmizî)
Müslim'in lafzı şöyledir:
-İnsan
oğullarının kalblerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahman olan ALLAH'dan iki
parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir
Ebu
Hüreyre r.a. den:
Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası
onu yahudi ve hırıstiyan ve mecusi yaparlar.
Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği
gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!
Sonra Ebu Hüreyre (r.a.):
İsterseniz "Yüzünü ALLAH'ın o fıtratına çevir ki insanları, o
fıtrat üzerine yaratmıştır. "(Rum, 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi. (Buhari, Müslim, Ebu Davud- Tırmizî)
Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.'dır. Etrafındaki çocuklara
gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur.
Müslümanlardan
biri:
- Ya Rasûlullah, müşriklerin de küçük çocukları buna da dahil mi? diye sordu.
Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
- Evet müşriklerin de çocukları,
buyurdu. (Buhari)
Ebu Hüreyre r.a. den:
"
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’a müşriklerin küçük
yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir? diye) sordular. Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi
bilir, buyurdu.
(Buhari, Müslim Tırmizî)
Enes r.a.'den:
Adamın
biri:
-Ya
Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem):
-Baban
cehennemdedir,
diye cevap verdi. Soruyu soran adam gidince, Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Benim babam ile senin baban ateştedirler, buyurdu
(Ebu Davud)
Zeyd
b. Sabit r.a. şöyle demiştir:
"Rasûlullah
(sallallâhu aleyhi ve sellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi
üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı..
Nerdeyse Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i üzerinden atacaktı.
Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı. Rasûlullah
(salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Bu kâbir sahiplerini bilen var mı?
diye sordu. Bir adam:
-Ben
bilirim, dedi.
Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi
ve sellem):
-Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:
-Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap
verdi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tabiî tutulur (fitne ve azaba
duçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu
kabirlerden işittiğim azabı, ALLAH'ın size de işittirmesini dua ederdim, buyurdu. (Müslim, Nesei)
Sehl r.a.'den:
"Müslümanların
büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, peygamber (salla'llâhu aleyhi ve
sellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullah (salla'llâhu
aleyhi ve sellem) kendisine baktı ve:
-Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!..
dedi.
Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü. Bu, o hâli ile
müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi. Nihayet yaralandı.
Daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı
ve vucüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılınç (sırtından) iki omuzu
arasından çıktı (bu suretle intihar etti.)
Bunu
gören o adam, koşarak Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'in
yanına geldi ve:
-Senin
gerçekten ALLAH'ın Rasûlu olduğuna şehadet ederim. (Yani bu adam hakkında
verdiğin haber doğru çıktı) dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve
sellem):
-Ne
oldu? dedi. Adam:
-Filan
kişi için; Kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın,
buyurdun. Halbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi.
(Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine)
ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini
öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):
-Muhakkak ki kul, (ALLAH'ın ilminde) Cennet ehlinden olduğu halde
cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu halde de
cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün
sonlarında yaptığı amelleredir, buyurdu.
(Buhari)
İmran
bin Husayn radıyALLAHu anhten rivayete göre, şöyle demiştir:
Bir
kere Resûlü Ekrem'e bir kimse (İmranın kendisi) şöyle sordu:
-Ya
Rasûlullah, Ehli Cennet, cehennemliklerden (ALLAH'ın kaza ve kaderiyle)
bilinir, (ayırd edilir) mi?
Rasûlullah:
-
Evet, ayırdedilir!..
-Öyle
ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işliyenler ibadet
edenler niçin işlemeli?
Rasûlullah buyurdu ki;
-Herkes niçin yaradıldıysa onu
işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar...
Buyurdu. (BUHARİ-Tecrid 2062.)
Ebu Hüreyre radıyALLAHu anhten rivayete göre Rasûlullah
(salla'llâhu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
-Ademoğluna
nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin ALLAH'ın takdiridir ki;
Ademoğlunu sürükler. Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o
şeyi (o
"Biliniz ki muhakkak ALLAH kişi ile kalbinin arasına hail olur ve
her halde siz onun divanında haşrolacaksınız"
(Enfal sûresi: 24)
Görüldüğü üzere, evren daha varolduğu anda, sonsuza dek olacak her şey
bellidir!..
Kimse
ve hiç bir şey kendi yazgısını değiştiremez!..
Herkes
kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Ki konumuz olan "ALLAH'ın AHAD"
oluşu dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.
«ALLAH»
ismiyle işaret edilenin TEK oluşu ve "O"nun dışında hiç bir
şeyin varolmayışının anlaşılamaması, «KADER» konusunda sayısız tartışmalara
yolaçmıştır...
Oysa,
«KADER» konusundaki bu gerçeği,
Hazreti MUHAMMED aleyhisselâm
tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyanlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes
vurgulamıştır...
İnsanın
başına gelen her şeyin istisnasız «KADER»
hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslâm âleminden biri de İmam Gazalî'dir ki; "İhyau Ulûm'id
Din" isimli kitabının 2. kitap 2. bâbında, "hakikat ve şeriât"
başlığı altında şöyle der:
«Çünkü
biz, bütün fenalıklar, isyan, zinâ ve hatta küfür ALLAHÛ Teâlâ'nın kazası,
iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır,
deriz.»
KADER
konusunda nakletmiş olduğumuz sayısız Hadîs-i şerîflerden sonra, yarım akılları
ve çalışmayan beyinleri ile bu hadîslere karşı çıkmak cür’etini gösterecek
sözde âlimlere yine şu buyruğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem
ile ikazda bulunmak isterim:
Ebû
Hureyre radıya’llâhu anh’den.
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
-Okunmakta olan hadîsimi koltuğuma yaslanmış olarak herhangi birinizin
dinlemesini ve sonra da okuyana, <Sen hadîsi bırak, onun doğru veya yalan
olduğunun anlaşılması için Kur'ân'dan bir şeyler oku> dediği kat’iyyen
bilmeyeyim!.. Söylenen o sözü ben söyledim.’
-Herhangi bir Hadîs-i şerîf nakline karşı, ama falanca âlim ya da filanca
velîde böyle söylemiştir gibi verilen cevablar son derece yanlıştır. Bu, Rasûlullah
öyle demiş ama, onun kadar değerli filanca da böyle demiş diyerek ikisini
karşılıklı kefeye koymak olur ki, son derece anlayışsız, basîretsiz bir
harekettir. Bırakın, ümmetten falanca ya da filanca âlimi veya ârifi; yukardaki
Hadîs-i şerîfte olduğu gibi, bir hadîs-i nakletmek gayesiyle âyetten
sözedilmesi bile son derece çirkin bir davranış olur.
Bu
sebebledir ki; Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, İbn-i Abbas radıyallâhu
anha;
-
Ey yeğenim, ben
Bize
düşen iş, öncelikle itirazsız Rasûlullah’dan geleni olduğu gibi
Şurası
kesin bir gerçektir ki. Rasûlullah, Allâhü Teâlâ’nın bahsetmiş olduğu
olağanüstü yanıyla, yani "Kendi hevâsından konuşmaz" özelliği
dolayısıyla varlığın tüm gerçeklerini çeşitli şekillerde insanlara
bildirmiştir. Ancak bu bildirim, yaşadığı günün şartları, o devrin insanlarının
anlayış sınırlıkları ve nihayet o devrin ilminin son derece kısıtlı olması
sebebiyle; pek çok konuda gerçeklerin, benzetmeler, mecâzler, misâller yoluyla
açıklanmasına sebeb olmuştur. Öyle ise biz ilmimizi geliştirebildiğimiz
nisbette bu gerçeklere yaklaşabilip, bu sırları deşifre edebileceğiz.
Muhakkak
ki, günümüzde yaşayan bir kısım dargörüşlü, taklidçi tabiâtlı, sabit fikirli
insanlar; meselenin gerçeğini araştırmayı hedeflemiş, gerçeklere ulaşmak için
çaba sarfetmek üzere yaradılmış olanları tenkid edecekler, kınayacaklar hatta
çok ilkel bir kafa yapısı dolayısıyla -kâfirlik’ ile bile itham edeceklerdir.
Neyleyelim
ki, din, günümüz insanlığında lâyık olduğu değeri bulamıyor ise bunun vesilesi
de, bu dargörüşlü kafası çalışmayan mukallitlerdir.
"İDRAK EDEMİYORSANIZ, BÂRİ İNKÂR ETMEYİNİZ."
Unutmayalım ki; şeytan, idrak edemediğini reddettiği için "İBLİS"
oldu!..
MAHLÛKATIN KADERLERİNİ KİM YAZIYOR?
Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...
"Rabbülâlemin"...
Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız
varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.
Bütün
"ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde
mevcuttur, dedik.
"Rahmaniyet"
mertebesinden, "ilmi ilahideki ilahi esmanın toplu halde bulunduğu
mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya
ayrılıktan söz edilemez.
"RAHMANİYET",
ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecâzi bir ifadedir...
Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.
İşte
bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi,
"O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile
mülküdür.
Bir
yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.
Ancak,
"melîk" ismi, "mâlik" isminden daha
kapsamlıdır.
"Mâlik"
ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.
"Melîk" ise o şeyin hem
sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar"
olandır.
Yani,
"ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği
gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.
"DİLEDİĞİNİ YAPAR." (
)
"YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)
Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin
eseridir.
"Melikiyet" mertebesinin
tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.
"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli
esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar.
Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd"
meydana gelir...
"Rabb"
yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir
birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu
ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.
Kul, Rabbına tâbidir!.
"YÜRÜR HİÇBİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP
GÖTÜREN O'DUR!." (11- 56)
Âyeti
işte bu gerçeğe işaret eder.
Yani,
o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının
arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esma terkibinin oluşturduğu program onun
Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esma terkibinin
tabii sonucudur...
Yani,
"birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin
adıdır.
Kendisini
meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir
varlığı mevcut değildir.
Hangi
isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki
varlık bir esma terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi
varlığını aşikare çıkartmasıdır.
Bu
yüzdendir ki...
Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre
varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak
kuludur!...
Abd, rabbine kulluk etmededir!.
Her hâlûkârda!.
Abd'ın
rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur
bile edilemez...
Çünkü
Abd'ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle,
rabbından ayrı düşmüştür abd!..
Bunu
târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde
kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.
Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller
meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız
değişik varlıklar varmış sanılması halini düşünün!...
Birinin
adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da
dağ, deniz v.s. demişsin!.
Ne
varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan
heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..
Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;
"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık,
belli ilahi isimlerin manalarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir
anlam oluşturması olduğuna göre;
Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir
varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba
söz edilebilir mi?..
İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...
Varlığın
aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi
beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar;
elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız
irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç
olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını
yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!..
Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından
sual sorulması söz konusu olmaz!.
Sual
sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !
"VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)
"Siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece
"ALLAH"a aittir"..
Evet, dikkat buyurun...
"Siz
isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.
Bu
âyetin gerçek manası...
"Siz
isteyemezsiniz, isteyen ALLAH'tır"dır!..
Ve
bu manayı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.
"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana
geliyor" gibi bir kavram
kesinlikle sözkonusu değil!.
İşte,
"ve ma teşâune illa en yeşâallah" ayetinde de bu husus
vurgulanır...
Gerçekte
isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH'tır!. İRADE sadece ALLAH'ındır.
Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir!
İşte
bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;
"Kaldır kendini aradan,
ortaya çıksın yaradan".
Kendini
aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık
olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD
yani İRADE
"SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI."
(37- 96)
ALLAH "yaratmıştır"
kelimesiyle işaret edilen manayı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların
yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esma manalarınn takdiri,
hükmüdür!.
Varlıkların
meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak
onların fiilleri meydana gelir...
Daha
açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...
Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.
Belli
bir mananın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her
fiil, gerçeğiyle, manadır!...
Dikkat
ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama
şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben
bunu demiyorum!.
Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.
O
"manâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil"
şeklinde değerlendirilir!.
İşte
burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır
bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de
burasıdır!.
Esas varolan manadır!...
Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.
Ef'al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen;
var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi"
için, bu sebeple denmiştir ki;
"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."
Çünkü
kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin
anlamlarından başka bir şey değildir!...
Ayrıca
sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan
âlem ortadan kalkar; hayır !...
Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,
"ALLAH, ADEM'İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"
anlamındaki
Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zat boyutu,
sıfat ve esma boyutu ve ef'al boyutu mevcuttur.
Bu
yüzdendir ki; Zat boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esma
boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef'al boyutunun da ayrıca
hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda
mevcuttur!.
Şu
ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah aleyhisselamın açıklamaları
ve Kur`an-ı Kerimde işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz
kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın
varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.
Şayet
buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da
son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.
Ancak,
bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin manasını şayet
kavrayamadıysak; bu mana bize açılmadıysa; muhakkakki herkesin anladığı manada
"bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve,
"ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.
Sahih-i Müslim isimli kitapta, Ebu
Hureyre'nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullah aleyhisselam şöyle
anlatmıştır:
"Adem ile Musa aleyhisselam rableri katında birbirlerine karşı
deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Adem delil gücüyle Musa'ya
galebe çaldı.
Musa dedi ki;
- Sen ALLAH'ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği;
meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı
hatadan dolayı bütün insanları indirten Adem değil misin?
Diye hitap etti. Bunun üzerine Adem aleyhisselam
da Musa'ya cevap veriyor.
-Sen ALLAH'ın Rasûllüğü ve kelamıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde
herşeyin açıklaması bulunan levhâlârı verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine
seçtiği Musa'sın!. Benim yaratılmamdan kaç sene evvel ALLAH'ın Tevrat'ı
yazdığını biliyorsun...?
Musa aleyhisselam cevap verdi.
-Kırk sene evvel !...
Adem dedi ki;
-Peki Tevrat'ın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU DA ŞAŞIP
KALDI." (TaHa-120) âyetini buldun mu?...
Tevrat'ta böyle bir ayet yazılı mıydı?
- Evet ! dedi Musa a.s.
Adem;
-ALLAH'ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı
üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni
nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun.
Rasûlullah aleyhisselam devam ediyor;
-Böylece, Adem, Musa'ya delil gücüyle galebe çaldı."
Şimdi burada kırk sene diyor
Biraz
evvel de bir Rasûl açıklamasını okuduk.
"MAHLÛKATIN KADERİNİ ONLARI YARATMADAN ELLİ BİN SENE EVVEL TAKDİR
BUYURMUŞTUR."
buyuruyordu.
Şimdi
buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!...
"Ruh ve melâike, bir günü elli bin sene olan bir zaman ölçüsünde
ALLAH'ın huzuruna yükselirler"
âyetinde işaret edilen bir biçimde, "meleklerin"
günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre
değil!.
Ayrıca
burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor...
Hz.
Rasûlullah burada önemli bir açıklama yapıyor...
Şöyle
ki...
Adem,
Musa'ya diyor ki; "benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime
takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın"
.
Eğer
Adem, bizim beşeri değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz
bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Adem, kendi
dileğiyle, ALLAH'a rağmen, ALLAH istemediği halde, kendi özgür iradesiyle o
fiili yaptı der, Adem'i suçlayabilirdik!.
Ama
burada Hz. Rasûlullah aleyhisselam diyor ki;
"Adem
rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu
bilmiyorsun.." diyerek, bu sözüyle Adem`in haklılığına
işaret ediyor.
Bununla
bağlantılı bir Hadisi Şerif var.
"ALLAH
MAHLUKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİBİN SENE EVVEL
YAZMIŞTIR."
Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir
Yeryüzünde
yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de içdünyalarında
karşılaştıkları her olayın "ALLAH TAKDİRİ" ile meydana geldiği
İslâm Dini’nin kutsal Kitabı KUR`AN-ı KERİM’DE apaçık bir biçimde ve
kesin bir dille açıklanır..
İşte
Hadid Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı:
"SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE iSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM
ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!.
BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN
ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN
AÇIKLIYORUZ....."
KUR`AN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin "TAKDİR"
olduğunu vurgularken...
Rasûlullah aleyhisselam şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği
gibi, net bir biçimde "kader"in "TAKDİR" olduğunu beyan
ederken; basiret sahibi bir insan nasıl "KADER" olayını inkar eder,
oldukça hayret verici bir husustur!
Bu
konuda bilgilenmek isteyen, Hz. Ömer radıyallahuanh bir gün Rasûlullah
efendimizle otururken soruyor.
-Ya Rasûlullah, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani
bir işin başlangıç hali mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi
olduğu, hususunda ne buyuruyorsun?...
Burada
Hz. Ömer'in sormak istediği husus şu...
Yani
biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi
yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir
takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı
bir şeyler meydana getiriyoruz?...
Rasûlullah aleyhisselam cevap
veriyor.
"-Ey, Hattapoğlu önceden tamamlanmış olan bir işin
üzerinesin!...
Herkes kolaylıkla başaracaktır!... Ne var ki, saadet ehli olan saadet
işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana
getirecektir!."
Şimdi
bakın burada vurgulanan husus apaçık!.
Şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir
edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır
bu beyan ile..
Kim
açıklıyor?...
Dini bize tebliğ
Öyle
ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ
Hz.
Rasûlullah aleyhisselamın "kader"le ilgili
açıklamalarını "İNSAN VE SIRLARI" isimli şu anda 10.
baskısı hazırlanan kitabımızın "kader" bölümünde geniş bir
biçimde sizlere naklettik.
Ayrıca,
"Kader" konusunun "DUA" ile bağlantısı, "duanın
kaderi değiştirip değiştirmeyeceği" hususlarına da "DUA VE
ZİKİR" isimli kitabımızda yer verdik.
Bu
iki kitaptaki iki bölüm; yani "insan ve sırları" kitabındaki
"kadere iman" bölümüyle, "Dua ve zikir"
kitabındaki "kader ve dua" bölümü, birbirini bütünleyen iki
önemli bölümdür.<O:P</O:P
Şimdi
konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim.
Ebu
Hureyre'nin nakline göre Hz. Rasûlullah şöyle buyurmuştur;
"HER BİRİNDE HAYIR OLMAKLA BİRLİKTE ALLAH'A GÖRE KUVVETLİ MÜMİN,
ZAYIF MÜMİNDEN DAHA SEVİMLİ VE HAYIRLIDIR.
-KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU !..
DEME...
-ALLAH BÖYLE TAKDİR ETMİŞ O DİLEDİĞİNİ YAPAR; DE... ZİRA KEŞKE
KAVRAMI ŞEYTAN AMELİNE YOL AÇAR."
Şimdi
dikkat ediniz, bu Rasûlullah uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her
anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir.
Pek
çok olayda hemen şunu söyleriz...
Keşke bunu yapmasaydım!... Veya; keşke
şunu yapsaydım da böyle olmasaydı!.
İşte
Hz. Rasûlullah aleyhisselam bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!...
Diyor
ki;
-"keşke"
kavramı şeytan ameline yolaçar. Yani, şeytani düşünceye yol açar!.
Çünkü ALLAH takdir ettiği içindir ki, senden veya ondan o fiil meydana
gelmiştir!... Ve o fiilin meydana gelmemesi de asla mümkün değildir!.
O takdir edilmiş ve öyle olacaktı; ve oldu!.
O işin öyle olmaması kesinlikle düşünülemez!.
İşte
bu sebepledir ki, "keşke" kelimesini ve kavramını
yasaklıyor , Hz. Rasûlullah aleyhisselam.
"Ben
keşke demiyorum ki, yapmasaydım
diyorum"...?
"dım" takısı "keşke"
kavramının bir başka ifadesidir... Kendimizi aldatmayalım!.
Yani,
bu idraka göre, içinde yaşadığın anın gerisinde cereyan etmiş olan, hangi olay
olursa olsun; senin, "keşke bunu yapmasaydım"
demeğe hakkın yoktur.
Kime
göre?...islâm dinini bize tebliğ
Senin
kendi namına, "keşke böyle yapmasaydım",
demeye hakkın olmadığı gibi; karşındaki için de "böyle yapmasaydı
bu olmazdı" demeğe hakkın yoktur!..
Ya,
Rasûlullah'a iman et, karşındakine "böyle yapmasaydın bu iş
böyle olmazdı" demeyi terket !.
Ya
da, "ben Peygambere inanmıyorum, benim aklım yatmıyor öğretisine",
de; herkesi geçmişinden dolayı suçlamaya devam et!.
Bu
ikisinin dışında başka bir görüş yok..
hf
“KADER
SIRRI”NA VÂKIF OLMAK İÇİN
"KADER" KONUSUNDA YAKLAŞIMIMIZ NE OLACAK..?
Esasen basîret sahibi için Tevhid sırrı ile kader sırrı aynı şeydir!..
Bu sır aslında gerçeği görmek isteyenler için hiç de sır değildir!.. Daha
doğrusu, bu gerçeği görmek kolaylaştırılmış olanlar için, hiç de güç
değildir!..
Evet,
mesele o gerçeğe ehil olarak yaradılmışlar için son derece basittir!..
Şöyle
ki...
Allâh,
kendisinde mevcut olan sayısız ve sonsuz mânâları âşikâre çıkartmayı irade
etmiştir.
İlim
vasfı dolayısıyla hangi mânâların âşikâre çıkmasını murad etmiş ise, ilminin
gereğini kudret sıfatıyla gerçekleştirmiştir.
Esasen her şey ilim mertebesinde olup bitmiştir!..
Daha
sonra ise ilim mertebesinde olup bitenler, kuvveden fiîle dönüşmeye
başlamıştır. Varlıkda asıl olanlar ilâhî sıfatların ve isimlerin mânâlarıdır.
Bu
mânâların sayısız bileşimlerinden ise, gene sayısız isimlerle anılan oluşumlar
meydana gelmiştir. Ancak bu meydana gelen oluşumlar dahi gene kendi varlığı ile
kâim olan şeylerdir.
Şu
hususu çok iyi kavrayalım.
Bir
deri parçasını başına şapka yapmakla, ayağına ayakkabı yapmanın senin yönünden
nasıl bir farkı yoksa; ayağın tabanı nasıl, beni niye göz yapmadın diyemiyor
ise; var edilen varlıkların da, gerçekte, beni niye şöyle yapmadın demeye
hakları yoktur!.. Velev ki deseler..? Vücudunuzdaki bir hücrenin içindeki
virüsün tümüyle isyan, ya da sizi tasdik içinde olması, sizde ne uyandırır
ki?..
Evet,
-kaderin’ orijini itibariyle; her şeyin, TEK varlık sahibinin ilim, irade ve
kudreti ile oluştuğunu anlattığını belki bu yolla anlayabiliriz.
Zaten
İslâm’ın tasavvuf adı altında yaşatılan “vahdet” anlayışı dahi her şeyin,
aslında “bir çok varlık” olmayıp; tek varlıktaki sayısız mânâların âşikâre
çıkışından başka bir şey olmadığını anlatmaktadır ki, bu da aynı şeye
işarettir!
"Özde biriz" derken, "sen
ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun mânâsı!.
"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve
"O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud
sahibi değildir" şeklindedir bunu
mânâsı..
Şayet
biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak
istiyorsak, Kur`ân-ı Kerim`deki, beşere göre
"ALLAH"ı târif
Sonra
da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı
anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.
Bu
takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir
biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce
yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya
tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi
kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi
kurtaramayız!.
hf
“GENETİK”İN KADER KONUSUNDA ÖNEMİ VAR MIDIR?
Şaşkın ördek misali, doğa mı, kader mi, Allah mı deyip; labirentte
yolculuğa devam ediyoruz…
Genetik
ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda
oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba
hayâl ediyorlar!.
Ezelde
takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah
indinde yalnızca bir hiç ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?
Her
birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında
yaş da yanar!.
hf
Sual:
-Madem ki benim kaderim önceden yazılmış, olacak olan olacak, olmayacak
olan da olmayacak, öyle ise ben de hiçbir şeyle uğraşmam, boş otururum!?..
Cevap:
-Şayet boş oturmak için varedilmiş isen, ancak o takdirde bu dediğini
gerçekleştirebilirsin. Aksi takdirde, ne iş için yaratılmış isen, o iş
- Başka bir sual:
-Allah benim Cehenneme gitmemi takdir etmiş ve cehennemliklerin işini
bana kolaylaştırmış ise, bunda benim suçum ne?..
Cevap:
-Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!.. Sen nasıl mülkün
saydığın şeyde dilediğini yapmak istiyor ve bundan engellenirsen, benim
hürriyetim nerede diye isyâna başlıyorsan; Allah da kâinatın mutlak meydana
getiricisi olarak mülkünde dilediği gibi tasarruf etmektedir. Hiç bir kayıt ve
şarta bağlı olmaksızın!..
- Sual:
-Peki Allah bana cebren bu işi yaptırmıyor mu?!..
- Cevap 1:
- Cebbar olan Allah dilediğini yapar ve bundan dolayı da kendisine sual
sorulmaz!
Cevap 2:
-Esasen Allâh
Şayet sana hücre boyutunda baksak, sayısız hücrelerden ibaret bir
kütlesin!..
Işık boyutunda baksak, renk renk ışıksın!..
Beyin yapın ve programın itibariyle seyretsek, belli bir görevi ortaya
koymak için çeşitli özelliklerle programlanmış bir kozmik robotsun!.. Ama ne
var ki bütün bunlarla beraber, özün itibariyle kâinatın herhangi bir yerinde
mevcut olan tüm özelliklere de sahipsin!..
Sual:
- Benim kendi varlığım olmadığına, varlığımın O’ndan başka, ayrı bir
varlık olmadığına göre, cehennem niye olsun ve ben niye yanayım?..
Cevap:
- Şu anda da aynısın ve gerek maddî ve gerekse manevî sayısız yanışlar
içerisindesin. Öyle ise şu anda nasıl maddî ya da mânevî yanışlar sözkonusu
ise, ölümötesi yaşamda da aynı şekilde yanışlar sözkonusudur!..
Sual:
- Ben de, madem ki kaderim yazılmış, ibâdet etmiyorum!.. Nasıl olsa,
cennetlik isem cennete gideceğim, cehennemlik isem cehenneme gideceğim.
Cevap:
-Allah cennet için yarattığına cennetliğin amelini nasib eder, cehennem
için yarattığına da cehennemliklerin amelini. Sen hangisi için isen onun ameli
Sual:
- Dua kazayı defeder!.. Bu kaderin değişmesi değil midir?..
Cevap:
- Kazayı defedecek dua dahi takdirdendir!..
Sual:
- Peki irade-i cüzüm yok mu benim?...
Cevap 1:
- Ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de bildiğimiz kadarıyla hadîs-i şerîflerde
-iradei cüz’ diye bir tâbir geçmez!
Cevap 2:
-Varlığın tümüyle O’ndan oluşu itibariyle, her zerrede kendi
boyutlarında O’nun iradesi mevcuttur ve o mutlak irade sahibidir.
Senin basiretini örten perdeyi kaldırmayı dilerse, görürsün ki
Gerçekte, "cüz-i varlık" yoktur ki; "cüz-i irade
olsun!... Evren tek bir varlıktır...
Sual:
-Öyle ise bendeki tüm eksiklik, kusur ve yanlışlar da O’na aittir!..
Cevap:
- Saydığın tavsifler, var sandığın varlığa nisbetle
Sual:
- Varlıktaki bir takım süflî şeylere de o mu diyeceğiz?
Cevap:
- Süflî şeyleri gören göz sahibi için, süflî şeyler o değildir!..
Basîret sahibine göre ise zaten böyle şeyler sözkonusu değildir. Zirâ onların
beyni gözlerine tabi değil; gözleri beyinlerine tabidir. Gördükleri kadar
düşünmek derekesinden düşünebildikleri kadar görmek mertebesine yükselmiş ve
sonunda da varlıkların olmayışını idrak derecesine ulaşmışlardır.
Sual:
-Dediklerinin büyük bir kısmını anlayamıyorum. İçimden reddetmek de
gelmiyor, öyle ise ne yapayım?..
Cevap:
-İlim öğren!..ilmin yaşı yoktur!..ilmi araştır ve nerede kimden olursa
olsun gerçeğin ilminin talibi ol!.. Kıyâmet gelmedikçe ilim yeryüzünden kalkmış
olmayacaktır.ilmi daima kaynağından araştır.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını bir yandan yap,
diğer yandan da ilim gözüyle hikmetlerini araştır. Zirâ Allah bir kimsenin
hayrını dilemiş ise, onu dinde anlayışlı kılar!.. Daima hikmet peşinde ol.
Dedikodu ile saatlerini harcama.
Sual:
- Bu dediklerine kafam çalışmıyor..?
Cevap:
-Öyle ise sadece Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in dediklerini tatbik
etmeye çalış; başkalarına da ayakbağı olmamaya gayret et!..
Sual:
-Kaderimde varsa ilme çalışmak çalışırım. Ama, kaderimde varsa o ilme
ermek, zaten çalışmasam da bana gelir!?..
Cevap:
-Her şey bir sebeble halk olmuştur. O şeye erişeceksen, önce
Sual:
- Peki bir kısım âyet ve hadîslerde kişinin yaptıklarının karşılığını
alacağını anlatıyor. Yapmazsan alamazsın diyor, bu kişinin elinde bir şeyler
olduğunu göstermez mi?..
Cevap:
-
Sual:
- Ben ne yaparsam, onun neticesine erecek miyim?..
Cevap:
- Hakkında ne takdir edilmiş ise, o neticeye ulaşacak fiilleri ortaya
koyacak ve ona ulaşacaksın!..
Evet,
burada bazı suallerin cevablarını vermeye çalıştık. Şayet daha başka
sualleriniz olursa; onları da, çevrenizde bildiğiniz ya da araştırıp
bulacağınız dîni bilen değerli bir kişiden öğrenebilirsiniz.
hf
İNSANIN
KADERİ ALLAH’IN TAKDİRİYLE NASIL OLUŞUR?
Muhakkak ki, insanın kaderi Allah’ın takdiriyledir!..
İnsan
ismiyle işaret olunan varlık, daha evvel de geçtiği üzere, ilâhî isimlerin
değişik terkiblerinin âşikâre çıkışından, zâhire çıkışından başka bir şey
değildir!
Bu
isimlerin mânâlarının ortaya bu şekilde çıkışı gene o mânâlara hâvi olan, o
varlık tarafından meydana getirilmektedir. Bir birim, birim adını verdiğimiz
bir mahâl, şu isimlerin şu oranlarda âşikâre çıkmasıyla oluşacaktır, denmişse
bu onun kaderidir!
Kaderi,
biz iki mânâda inceleyeceğiz!.. Bir, istidadın oluşması; bir, kabiliyetin
oluşması istidat da kaderdir, kabiliyette kaderdir. Fakat o istidat ve
kabiliyetin, kader olmasına karşılık; hakkında takdir biçilen varlık da, ilahî
isimlerden meydana gelmesi hasebiyle ve o ilâhî isimlerin kuvvetlerinin
kendisinde varolması sebebiyle; orada belli bir iş yapabilme, belli bir gücü
ortaya çıkarabilme gücü de söz konusudur!..
İstidadın
ve kâbiliyetin, ilâhi güç tarafından tesbiti kader; buna mukabil, o
mahalde, o birim adını verdiğimiz nesnede varlık, ilâhî isimlerin terkibi
olması hasebiyle mevcut olan irade de "iradei cüz" diye
adlandırılmıştır!.. Yani "irâdei cüz" kelimesiyle kastedilen
manâ, o mahalde mevcut olan ilahi isimlerin varlığıdır!..
İlâhi
isimlerin mânâlarını sen ortaya koyarsın, bu ortaya koyuşun "irade-i
cüz"ünü kullanışın diye târif edilir!..
Sen
bu "irade-i cüz"ünü ne ölçüde kullanabilirsin?..
Sen
bu "irade-i cüz"ünü, kendindeki mevcût olan o isimlerin
gücü kadar kullanabilirsin!..
Fakat
sen, eğer senliğinin hakikatına ulaşır; Hakikat mertebesi itibariyle, Allâh’ın
Zâtı ve Sıfatıyla, senin Zâtında ve Sıfatında mevcut olduğunu müşahede edersen;
bu müşahedenin neticesinde, bu defa kendindeki Zâti kuvvetlerle; mevcut
isimlerini, daha geniş ölçülerle kullanmak sûretiyle; iraden, küllî iradeye
dönüşmüş olur!
İNSAN ROBOT MUDUR?!
Sayısız ve sonsuz özelliklere sahip olan beyin, sayısız yıldızlar
tarafından kozmik ışınlarla programlanıyor. Ve bu programlanış istikâmetinde
bir yaşama giriyor!.. Ya da bir diğer ifade ile.
Allah’ın
takdiri üzere, Melekler o kişinin kaderini yazıyor!.. Eceli, âmeli, rızkı, said
veya şakî olduğu yazılıyor. Ve o insan yazıldığı üzere yaşama giriyor.
Peki
olay bu mu?..iş bu kadar basit mi?..
Hayır!..
Bu
konunun, ya da insanın sadece bir yönü!.. Bir de insanın ikinci yönü
mevcut!..İnsanın aslı, orijini itibariyle sahip oldukları, yönü yani!..
Evet,
insan, kendilerini oluşturan maddeleri "ışınlar", ya da "kozmik
enerji" ya da "nur" yapılı denilen "melek"ler
tarafından, ilâhî ilim ve irade istikâmetinde programlanan bir beyin ile yaşama
başlayan bir varlık.
Ancak
bu varlık gene beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve
özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış!.. Yeryüzünde
"HALİFE" olarak meydana getirilmesi hasebiyle.
Bir
diğer ifade ile, "Allâh adıyla işaret edilenin esmâsına ayna"
olup, O'ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.
İşte
beyin,
Kısacası
sonradan, "yok"tan var edilmiş varlık, tekrar "yok"
olur; ve BÂKÎ, "ALLAH"tır hükmü ortaya çıkar.
Bununla
beraber, sûretlerde bir değişiklik olacağını da sakın sanma!.. Çünki
dün-bugün-yarın; ezel-ebed, Allâh katında tek bir şeydir ve hep aynı şeydir!..
Kısacası,
nasipte var ise, takdir edilmiş ise, sen, senin "var"
olmadığını; var olanın hep "O" olduğunu müşahede eder ve
yaşarsın ki; bir süre sonra yaşayanın dahi kendi olduğu; hatta bunların çok çok
daha öteleri ortaya çıkar!..
hf
Çünki
esas olarak, olay iki cephelidir.
Birinci
yan, Allah’ın âleme bakışı!
İkinci
yan, insan’ın Allah’a bakışı!..
Allah’ın
insana bakışı yukarıdaki birçok âyet ve hadîs-i şerîfte olduğu
üzeredir.insan'ın Allah'a bakışı ise ne türlü olmalıdır ve bu nasıl
gerçekleşir.
Burada
hemen "kader"
babından sonra özellikle "vahdet"
konusundan kısaca sözetmemiz, kişinin -robotsal’ yanı ile birlikte; -en
şerefli’ yani "ahseni takvim" olarak "HALİFE"
yanının da bulunmasına işaret etmek istemekliğimizdir. Zirâ konu asla tek yanlı
olarak mütalâa edilmemelidir.
Kim
bu konuyu tek yanlı olarak mütalâa ederse, mutlak yanılgı halindedir ve
mahrumlardandır!..
Ya
işin zâhir yönünden mahrumdur; ya da işin bâtın yönünden mahrûmdur!
Oysa
Zâhir-Bâtın O’dur!..
Öyle
olunca, hangisinden mahrûm olursa olsun, birinden mahrûm olan, O'ndan mahrûm
olmuş olur!..
Öyle
ise bize düşen, Varlığa hem "zâhîr"i yönünden hem de
"bâtın"ı yönünden; yani, hem şuur boyutu itibariyle, hem de
ışın-madde silsilesi boyutu itibariyle âgâh olmaktır.
Esasen...
Bu
kitapta, "KADER" bahsinde bugün için, her eserde
bulamayacağınız kadar ağırlıklı olarak durduk. Zirâ, bu konu, bugün hiç
bilinmemekte ve netice olarak da farkında olunmadan TEVHİD akîdesinden
sapılmaktadır.
Buharîde,
Râbiâtu’bnu Ebî Abdurrahman radıya’llâhu anh’ın şu sözleri yer almaktadır:
- Kendisinde herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendini zâyi etmesi (yani ilmini açıklamaması) lâyık değildir!..
Bu
arada sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zerr’i Gıfarî radıya’llâhu anh’ın
ensesini göstererek şöyle buyurduğu nakledilir:
-(
Esasen
imanın şartlarından birisi olan KADERE İMAN için, evvela onun ne
olduğunu bilmek gerekir. İnsanın bilmediği bir şeye zaten iman etmesi
düşünülemez.
Şayet
Rasûlullah, size deseydi "TANGU"ya iman edin;
diyecektiniz ki;
-İyi ama ‘Tangu’ nedir onu bize anlat ki; bilelim ve ona iman edelim.
Bilmediğimiz bir şeye iman etmemiz mümkün değildir ki!..
İşte
KADER'in ne olduğunu da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en
muteber hadis kitaplarında, yukarıda okuduğunuz gibi anlatıyor.
Siz şimdi Hazreti Rasûlullah'ın bu anlattıklarını ya
Zirâ,
kader konusuyla ilgili hadîsleri nakletmek zaruridir; çünki insanlar
neye iman etmek durumunda olduklarını bilmelidirler.
Bu
hadîsler, kendi doğrultuları istikametinde, izah da edilebilirler.
Yorumlanabilirler.
Ama
asla tartışılmamalıdırlar!..
-Ebû
Hureyre radıya’llâhu anh’ten nakledilmiştir:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve
sellem bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk!.. O kadar kızdı
ki, yüzü kıpkırmızı oldu!.. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı!.. Ve şöyle
buyurdu:
-Bununla mı emroldunuz. Bununla mı ben size gönderildim..? Sizden önceki
ümmetler ancak bu mesele hakkında çekiştikleri için helâk oldular!.. Kesin
kararlıyım!.. Bu hususta sizi münazaâdan (münakaşadan)
uzak tutmaya, kesin kararlıyım!.. (Tırmizi)
Arapça orijinalinde özellikle "Münakaşa" anlamına olan
"nizâ" kökünden bir kelime ile geçmesine ve yukarıda
tercemesini verdiğimiz şekilde ifade edilmesine rağmen; maâlesef bazı
kitaplarda bu cümle şöyle terceme edilmiştir:
-Yemin
ediyorum, bu hususta konuşmamak için, yemin ediyorum.’
Evet.
Bize düşen aklımızı başımıza toplayıp, Hazreti Rasûlullah salla’llâhu
aleyhi ve sellem’in buyurduklarını aynen kabûl etmek ve artık bu imân etmemiz
gereken konularda münakaşaya girmemektir!..
Kim
ki bu hadîs-i şerîfler konusunda münakaşaya, niza’ya girer; muhakkak ki
kendisine helâka yol açılır!..
Evet
aklımızı başımıza toplayalım dedik.
Ne
yazık ki; bugün bazı şeyhler aklı küçük görüp, terkettirmekte; ilmi
küçümsemekte, hatta -bugün yeryüzünden ilim kaldırılmıştır’ diyerek kendi
cahilliklerini itiraf etmektedirler!..
Oysa,
gerçekten son derece değerli bir çalışma yapmış olanislâm âlimlerinden İmamı
Gazalî, "ihya" isimli dört ciltlik eserinin birinci
cildinde -Aklın hakikatı ve kısımları’ bahsinde -AKIL’ için şu hadîs-i şerîfi,
Tırmızî’den şöyle nakletmektedir.
Rasûlullah
Efendimiz:
-Allahü Teâlâ AKILDAN daha değerli bir şey yaratmamıştır!.. buyurmuştur.
Yine Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye
hitaben şöyle buyurmuştur:
-İnsanlar güzel ameller ve iyilikleriyle yaklaşıyorsa Allâhü Teâlâ’ya,
sen de AKLIN ile yaklaş!..
Gene Hazreti Rasûlullah Ebudderdâ radıya’llâhu anh’a şöyle
demiştir:
-AKLINI ARTTIR Kİ ALLAH'A YAKLAŞASIN!..
Anam babam
-Allahü Teâlâ’nın yasaklarından kaçın, emirlerini tut!.. Ki böylece
akıllı olasın.
Gene Hazreti Ömer, Ebû Hureyre ve Ubeyy b. Kâb radıyallâhu anhüm
hazretleri huzuru Rasûlullah'a gelerek Sâid b. Müseyyeb'den rivayet
edildiği üzere şöyle sordular:
- Yâ Rasûlullah!..insanların en âlimi kimdir?..
- Akıllı olandır!..
- En çok ibâdette olanı kimdir?..
- En çok akıllı olan!..
-insanların en faziletlisi kimdir?..
- En akıllı olan!
-Yâ Rasûlullah, akıllı kimse, mürevvet sahibi, cömerd, konuştuğunu bilen
ve hatırı sayılan kişi değil midir?.
Bütün bu saydıklarımız dünyalık ve dünyaya ait şeylerdir. Âhiret ise
korunanlarındır."
Başka bir hadîs-i şerîfte de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
- AKILLI, Allâhü Teâlâya imân edip, Rasûlüne inanan ve emirlerini yerine
getirendir."
Evet, yukarıdaki hadîste ashabın sordukları özellikler, kişide dünya
yaşamı ile alâkalı özelliklerdir.
AKIL
ise, esas yapısı itibariyle geniş boyutlarda düşünebilmeyi, düşündüklerin
değerlendirebilmeyi, ölümötesi yaşamı idrâk etmeyi ve bu idrakın gerektiği
şekilde ölümötesine hazırlanabilmeyi sağlar.
İşte
bu sebeple insan "akıl" ile "iman" şerefine
ulaşır.
Akıl ile Allah’a ulaşılır!..
Kim "aklı" ve "ilmi" inkâr ederse, o ancak cahildir
ki; "Allahû Teâlâ onu cehil batağından kurtarıp, ilim ile şereflendirsin,
akıl ihsan eylesin" demekten başka bir şey elimizden gelmez!..
Demek
ki,
Cenâb-ı
Hakk’ın yarattığı en değerli şey olan aklımızı değerlendirecek, idrâk edemesek
bile Hazreti Rasûlullah aleyhi’s-selâm’ın dediklerini aynen
Evet,
KADER mevzûunda açıklamaya çalıştığımız bu bilgileri gene Hazreti
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden nakledilen şu Hadîs-i KUDSî'ler
ile noktalayalım;
-KİM RAZI OLMAZSA BENİM KAZAMA VE KADERİME, BENDEN BAŞKA RAB
ARASIN!... (Beyhakî veibn-i Neccar Enes radıyallâhu anhdan nakletmiştir).
Ebû Hind ed-Dârî radıyallâhu anhın Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellemden rivayetine göre Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur:
-KİM HÜKMÜNE (kazama) RAZI
OLMAZSA VE BELÂMA SABRETMEZSE, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!.. (Taberânî)
hf
"Kadir" Gecesinde ne oldu?...
"Kadir"
Gecesi nedir?...
Bir
arkadaşımız bir sual sordu.
"Üstadım,
yeryüzündeki bir takım olaylar, bir takım üst planlar tarafından mı idere
ediliyor?..
insanların
genel idaresi, dünya üzerinde olan olayların yönlendirilmesinde görevli olan
bir takım görevliler söz konusu mu?. Böyle bir şey var mı? Varsa, nasıl oluyor
bu iş?..."
Bu
sual "Kadir" konusu ile de bağlantılı, dolaylı olarak... Dolayısiyle
bu gece ki konumuzun bir detayı olarak buna da değinelim...
"Kadir"
gecesi hakkında, Kur`ân-ı Kerimde bir sure var; "Kadir sûresi"...
"İnna enzelnehu fiy leyletil kadir"
"Gerçek ki biz inzâl ettik onu KADİR gecesinde"
"Kadir" gecesinde, gecenin kadrinde, biz onu inzal eyledik.
Burada, hemen herkesin ilk aklına takılan olay şudur...
Niçin
"Biz, onu" diyor?.. "Ben, inzal ettim onu" demiyor da,
"Biz inzal ettik onu" diyor?...
Buradaki
"Biz" hükmü, ef`al=fiiller âlemindeki kesret hâliyle alâkalı
bir olaydır. Yani, çokluk ile ilgili bir olaydır...
Çokluk
âleminde, yani sayısız birimlerden oluşmuş, sayısız varlıklardan oluşmuş âlemde
olan her şey, bir vesile ile oluşur. Her şey bir şeye vesile ile olur!. Ama o,
her bir şey, varlığını Hak`dan alır; O`nun varlığıyla kâimdir... Orijini, aslı
itibariyle o şeyler varlığını Hak`dan alır!. Ancak kendi yapısal özelliğine
uygun olarak, o şeyi meydana getirir, ortaya çıkarır.
İşte
bu tür oluşlar için Kur`an-ı Kerîmde "Biz" tabiri
kullanılır...
"Fiy leylet-il kadr..."
"Kadir"
süresi, gecenin içinde, gecenin kadrinde biz onu inzâl eyledik...
İnzâl
olunan şey, Kur`ân!...
Kur`ân`ın
inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde "indirmek" diye tercüme
edilir ise de "inzâl", esası itibariyle "nüzül" denen şey,
boyutsal bir olaydır!.
Mekânsal
yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.
Bu
gecede, "Kadir anı” denilen öyle bir an vardır ki, o anda mevcut ışınımı
kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî
boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü
olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.
"Kadir" kelimesi
"güc yetirmek" anlamında olup, "hükmü kaza, takdir, tazyik,
azametli şeref" mânâlarını da taşır..
Biz,
özellikle "Tazyik" yani "SIKMA" anlamı
üzerinde duracağız.. Bu anlamdan Rahmetli Hamdi Yazır da tefsirinin 5971.
sayfasında bahsetmiştir..
Bakın
ne diyor Hadis-i Kudsî`de ?.
"Bir
kulum, yararlı ibadetlerle bana yaklaşır; öyle ki, ben o kulumu severim. O`nun
görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli, yürür ayağı olurum"..
Yani,
onun gözünde gören, dilinde söyleyen, Ben`im!...
"KADİR" kelimesinin
mânâsını ve bu kelimenin işaretini anlamaya çalışırken, Hazreti Rasûl
aleyhisselâma "OKU" hükmünün de melekî "SIKMA"
ile birlikte geldiğini hatırlıyalım...
İşte, o genel "SIKMA" hâli olan zaman, kişinin o anı, "Kadir"
hâlidir!.
Bu
"SIKMA" sürecinden herkes kendi istidat ve
kabiliyetine göre yararlanır..
Kimi
de "SIKMA"nın sonucunda, kendisiyle Hakk`ın aynı TEK olduğu;
kendi izafi, birimsel varlığının var olmadığını idrak etmesi neticesinde,
varlığındaki varlığın, Hakk olduğunu hisseder, yaşar!. O`nu yaşayan Hakk`ın
kendisidir!..
Hakk`ın
isteğine, iradesine, EMRİNE de hiç bir varlık karşı koyamaz!.
Bu,
"Kadir" haline en yakın hâl, "Mi`râc" halidir...
"Mi`râc, kişinin Rabbine vasıl olduğu andır."
"Namaz,
mü`minin Mi`râcıdır" deniyor...
Namaz,
niçin mü`minin Mi`râcıdır?...
Namaz,
ayakta dururken okunan sûreyle, âyetle başlar, secde ile tamamlanır.
Secde
için Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Secde,
kulun Allah`a en yakîn olduğu hâl`dir."
O
anda Allah ile kulu arasındaki perde kalkar!. Ve secdede edilen duayı Cenab-ı
Hak geri çevirmez!.
Secde
nedir?...
Secde, kişinin, kendi varlığının,
benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek varlığın Allah olduğunu idrak
etmesi, hissetmesi hali`dir...
Secde`nin
mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta dururken tüm varlığı ile varsa... Buna
karşın Secdede de tam bir "yok olmak" hâli var!. Vücudu ortadan
kalkıyor, kapanıyor...işte fizikman yok olma gibi... Secdenin "sırrî"
mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak etmesidir.
Ne
anlıyorsun o anda?...
Secdedesin
ve secde halinde iken bu halinle sen diyorsun ki;
"Ey
Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer ben yokmuşum!..."
Tabii
bunu diyebilmek için, Allah`ın "Ahadiyet"ini,
"vahidiyet"ini, "vahdet" ve "vahdaniyet"ini
anlamış olmak lazım...
Yani
kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...
Bahsettiğim
konular, "ALLAH" kitabında açıklamaya çalıştığımız "İhlas"
Sûresi`nin mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir
olay!...
İşte,
secdeye vardığın anda, "varlığımda var olan mutlak gerçek varlık
Sensin" idrakı içinde, kendi varlığın yok oluyor!. Ve o anda Sen`den
meydana gelen dua, Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği
de olur elbette!..
İşte,
bu "secde hâli"ne en yakın bir hâl "Kadir" hâlidir!.
Secde
hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay kolay oluşmaz!... Çok uzun çalışmalara
bağlı... Yani, kişinin varlığındaki bir takım şeylerden, hatta tüm varlığından
arınmasına bağlı, secdenin tam tahakkuk edebilmesi!..
Her
namaz kılan "secde" edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve
çalışmasına bağlıdır.
Fakat,
"Kadir" süreci, öyle bir an ki, herkese ortak olarak sunulan bir
an!...
Nasıl,
normal bir zamanda ve mekânda belli bir güce sahipken; Hacc`a gittiğimizde,
Kâbe`nin altında ki o yüksek Nur kaynağından, enerji kaynağından gelen
radyasyon beynimizi çok güçlü çalıştırıyor...
Aynen
bunun gibi, "Kadir" anında da gelen o çok yüksek ışınım, "meleki
güç", beyinlerde oluşturduğu "TAZYİK" ile
takdirinde olanlarda Hakikatın ortaya çıkması özelliğini sağlıyor. Ve
"Kadir" anında edilen dua da "müstecaptır!.." deniliyor...
"O
anda, Allah`la kulu arasında perde yoktur!." deniliyor.
"Ve ma edrake ma leyletül Kadir"
-Nedir o, "leyletü-l Kadir" bilir misin?...
"Leyletül Kadr hayrun min elfi şehr"
"Kadir" gecesi, "Kadir" süreci, bin aydan daha
hayırlıdır!.
Bin ay...?
12
ay, bir sene... 120 ay, 10 sene... Bir insan ömrü ne kadardır?... Ortalama,
uzun ömür olarak diyelim, 70-80 yıl... Bizim Ümmeti Muhammed`in ömrü ortalama
63 sene ki... Oysa bu bin ay 83 sene!.
Yani,
83 yıllık ömür... Bu ömrün, doğduğun andan ölüm anına kadar tamamı hiç
kesintisiz ibadetle geçse, gene de daha hayırlıdır, o "Kadir"
ânı!....
O
"Kadir" gecesinde ne olur bilir misin?...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"
-O gecede, o anda melekler ve Ruh tenezzül eder!.
"Fiyha biizni rabbihim"
Rablerinin izni ile Ruh ve melekler tenezzül eder.
"Min külli emrin selâm"
-Her "emr"den, hükmullah gereği varolmuştan selâm getirir.
"Selâm" derken, burada senin anladığın mânâda;
"Selâmün aleyküm!." demek, mânâsında değil!... "Selâmet
getirir" anlamında!...
"Selâm" isminin mânâsının
kişide açığa çıkmasını temennîdir.. "Selâmün aleyküm" demekte
karşındakine bu dilekte bulunmaktır.. Yani, âyetteki işaret;
"özündeki hakikatı idrak edip, o hakikatla tahakkuk edebilmesini
temennîdir..
"Hiye hatta matlâ`il fecr"
-Fecr`e kadar bu devam eder.
KADİR ÂNI
Fiziksel bir oluşum değildir... Meleki boyuttan bir tenezzülâttır!..
Kadir
gecesi içinde bilemedin 15 dakikalık bir zamandır KADİR SÜRECİ...
"Kadir"
anının değeri şu sebepledir ki;
Meleklerin
oluşturduğu yüksek ışınımın meydana getirdiği "SIKMA"
sonucunda uyanıkların beyin çalışma hızında bir artış oluyor; artan beyin
gücünün neticesinde de, kişinin Hakk`ı kendi özünde bulması sözkonusu
olabiliyor.. ve hatta o anda, kendisinde o talebi ortaya koyanın, Hak olduğunun
farkına bile varabiliyor!.
O anda uyanık olup, o anı değerlendirebilen bir kişi, uzun uzun
arınmalardan geçmese bile, o anın getirdiği yüksek potansiyelle, beyninde çok
yüksek bir güce erişebilir!...
O
anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla
iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi
öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.
RAB - ALLAH
Şimdi burada önemli bir noktayı farketmemiz gerekiyor:
"Tenezzelül melâiketi ver ruh, fiyha biizni rabbihim"... buyruluyor...
Burada
birinci önemli nokta;
"Ruh
ve melâike, Rablerinin izni ile..." diyor.
"Allah`ın izni ile"
demiyor...
Dikkat
edin!...
Kur`ân ‘da mevcut olan bir çok
incelikten biri de şudur...
Bazı
yerde "Rab" denmiştir. Bazı yerde "Allah"
demiştir.. Bazı yerde "İlâh" demiştir...
Bunların
hepsi, ayrı ayrı mânâlar ifade eder!.
Hiç
bir zaman, biz, kullanılan bir kelimenin yerine ötekini kullanamayız.
Çünkü
o kelimenin anlamıdır orada önemli olan, öbür kelime orada istenilen anlamı
vermez ve dolayısıyla gereken açıklık da oluşmaz!..
"Rabb" demişse, "İlah"
veya "Rahman", olmaz, kullanılmaz!...
"Rabb" nedir?..
Kişinin
Rabbı, bir birimi oluşturan "Esmâ terkibi"="Allah
isimlerinin manâ bileşimidir"dir... Yani, "kişinin yapısını
meydana getiren Allah`ın güzel isimleri" diye bahsediyoruz ya!..
Allah`ın Esmâsının, bir terkip=bileşim şeklinde, o kişinin yapısında yer
almasıdır...
Birimin
rabbı; bakın, dikkat edin!... Birim kelimesini kullanıyorum... Birim
deyince bunun içine nebat girer, hayvan girer, insan girer, cin girer, melek
girer...
Zaten
varlıkta bu ana sınıflandırma söz konusudur. Bunun dışında başka sınıf yok!...
Bir
şey ya madendir, ya nebattır, ya hayvandır, ya insandır, ya cindir veya
melektir. Bütün birimler, bu sınıflandırmanın birindedir...
Her birimin "Rabbı", onu meydana getiren "Esmâ
terkibidir"...
99
Esmanın sayısız kombinezonuyla oluşan isimler bileşiminin varkıldığı
yapıinsandır. Ancak bu 99 ismin de mânâsını dilediği anda dilediği düzeyde, bir
kısmının kaydında kalmaksızın ortaya koyabilen, "İnsân-ı Kâmil"dir...
İnsân-ı
Kâmil`in hayatiyeti itibariyle aldığı isim, "Ruh-u Azâm"`dır.
İlmi, şuuru itibariyle aldığı isim,
"Akl-ı Evvel"`dir. Ki bu vasfa işaret için günümüzde "Kozmik
bilinç" tâbiri kullanılmaktadır..
Varlığı,
"BENliği" itibariyle aldığı isim, "nefs-i Küll"dür.
"O
gecede Ruh tenezzül eder." diyor.
"Tenezzül", yukarıdan aşağı inen mekânsal bir olay
değildir!...
"Tenezzül", boyutsal bir geçiştir!.
Boyutsal bir geçiştir, derken neyi anlatmak
istiyoruz?...
Madde,
moleküler yapı, atom, atom altı boyut, kuantsal boyut, enerji ve özündeki
hiç`lik... Ehadiyet noktası, sınırsız sonsuzluk noktası...
Öz`deki ana cevhere ait özelliğin, mânânın
bu boyutsal tenezzülle kişinin varlığında açılması anlamında...
Meleklerin tenezzülü iki yönlüdür:
Birincisi; varlığındaki, özündeki
kuvvetlerin senin şuurunda ortaya çıkması, açılması anlamındadır...
Hakk`ın, kişinin
özünden gelen meleki yoldan zuhuru; yani, tenezzülüyle varlıkta
tasarrufudur...
İşte
birçoklarının kafasını karıştıran bir nokta burası...
Sanıyoruz ki ötende bir tanrı var;
o gökten birilerine tâlimat yağdırıyor; sonra da birileri onun istediklerini
yerine getiriyor...
Oysa...
Hakkın kişinin özünden gelen melekî yoldan zuhuru; yani tenezzül
yollu varlıkta zuhurunun en açık misali Nebi ve Rasûller ve "Ricali
Gayb"tır!.
İkinci tenezzül yolu ise...
Meleklerde
öyle sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a
secde" emrini almamıştır!.
Buna
karşın, "Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine
tabi olan yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde
etmişlerdir.
Fakat,
"Adem`e secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün
olmayan melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani,
"Makam-ı illiyin" diye bildirilen, o yüce makama has
meleklerdir, varlıklardır.
Bu
melekler öylesine büyük, yüce ve azametli varlıklardır ki, basite indirgeyerek
bir misalle anlatmak gerekirse..
Senin
şu varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de
onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin
Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lazım!
-Sohbetin
yapıldığı 17.4.989 tarihinde-, Milliyet Gazetesinde bir yazı çıktı... Bir
batılı bilim adamı:
"Dünya`nın
tümüyle, canlı bir organizma olduğunu ve bir canlı olarak; nasıl insan bedeni
canlı olarak düzenli, sistemli bir yaşam içindeyse, dünyanın da canlı bir
organizma olarak tümüyle sistemli, düzenli bir yaşam içinde olduğunu"
söylüyor...
Her canlı organizmanın, kendine has, kendi boyutuna göre bir ruhu yani
dalgasal ikiz vardır.
Yani,
onun madde yapısına karşılık, bir de, bir manâda "maddeötesi"
diyebileceğimiz bir dalgasal yapısı, bedeni vardır. Bu da onun ruhudur!.
Nitekim
geçmişteki keşif-fetih sahibi tasavvuf ehlinin eserlerini okursanız,
"Ben dünyanın ruhu ile buluştum, görüştüm. Bana şöyle bir sûrette
göründü, şöyle şöyle muamele etti"
diye anlatır. Tasavvuf kitaplarında böyle yazar...
Bu
hususu biz daha evvel söyleseydik, "hadi canım hurafe!..." denirdi...
Ama, bugün bir batılı bilim adamı, dünyanın tümüyle organik yapıya sahip bir
canlı olduğunu ortaya koyuyor.
Her
canlının, bir ruhu vardır... Her ruhun, şuuru vardır!.
Niye?...
Çünkü,
bu kâinatı meydana getiren ana güç, cevher, enerji dediğimiz şeyin,
bilinçli-şuurlu bir kudret olduğunu artık biliyoruz!...
Gene
biliyoruz ki, evrenin her boyutunda, her kesitinde bir düzen, sistem var!. Bu
da aynı TEK özden oluşmanın getirdiği bir şuurun, bir bilincin eseri!.
Her
şey, TEK bilincin yani ALLAH ilminin eseri olduğuna göre; O`ndan
meydana gelmiş her yapının da, kendi yapısına, boyutuna, kapasitesine göre bir
bilinci var, demektir...
Dolayısıyla,
her organik veya inorganik yapının kendine göre bir ruhu ve o ruhun da kendine
göre bir şuuru vardır!.
Öyleyse,
burada dikkat edeceğimiz nokta,
Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar
mevcuttur!...insanın dışında, cinlerin ve
meleklerin sınıfları olarak!
Esasında,
cinler de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri
itibariyle!.
Yani,
nasıl insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan
varlıklarsa...
Güneş
sisteminin dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu
galakside, Samanyolundaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız
varlıklar var...
Bunları
"görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.
Yani
insanlar tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.
Kim,
"ben cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali
değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..
Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman
karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.
Sen,
karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime
vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime
bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik
mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.işte
senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan
hayâldir...
Nasıl
ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir
şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekânizman sonucunda bir hayâl
görüntü şekline dönüşüyor.
Aynı
şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller
şeklindedir.
Birisi
bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var,
görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle
görüyor?.. Çünkü, görme cihazı arızalı!... Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi
gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme
yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...
Meleği veya cini görüyorum diyenlerin,
görme olayı da şu:
O
varlığı, karşısında olarak gözüyle görmüyor!.
Beynin
sadece beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz..
Yani, görme, işitme, koklama, tad
Oysa
beynin, bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu
çözemedi... Çünkü tıb, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.
2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan
beynidir!.
Zira
bunu keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını
çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..
Sonra
da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.
Ki,
bu dalga boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği
dalgalar ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.
Bu
arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.
Bir
açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara
görünecek!..."
Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile
gerçekleşecek. Veya beli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla...
Meselâ, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları
bütün insanlar tarafından görülebilecek...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"
Melekler, yani çeşitli varlıklar
tenezzül eder. Ve de, Ruh!..
İfadedeki özellik şu noktada önem taşıyor...
"Ruhlar"
demiyor...Veya "ruhlar" anlamında "ervah"
demiyor!.
"Tenezzelül melâiketi ver ruh..."...
demede...
Şimdi...
Bütün
varlık sisteminden sorumlu olan bir ana "Ruh" var!...
Ehlince
bilinir ki...
Bu
yaşadığımız tüm sistemi yöneten bir ana "Ruh" vardır!...
"Ruh-ül Kuds" ismiyle
kastedilen bir ana varlık var... Kısaca "RUH" da
denilir O`na... Bu sistem içindeki bütün melekler onun emrindedir!.
Bu
bahsedilen "Ruh", "Ruh-u Âzam" diye
bahsedilen, "kâinatın ruhu" değil; "Sistem`in
ruhu"dur!.
Biraz
daha ileri gideyim...
Bu,
kıyamet günü; Bütün insanlara "rabbınızı göreceksiniz!.."
anlamında bahsedilen; "rabbınız!..." diye işaret edilen bu
sistemin ana "Ruh"udur...
Burada,
bir anda bocalayacaksınız, ister istemez...
"Yani biz, rabbımızı göreceğiz derken, ana "Ruh"u mu
göreceğiz?..."
Gayet
basit!... Size;
"Her
ne yana bakarsan, O`nun vechini görürsün!.." diyor.
Bütün
bu varlık, her zerre dahi, O`ndan meydana gelmemiş mi?... Evet!...
Dolayısiyle,
esasında sen, zaten kime baksan, baktığın kişinin özünde Allah`ın vechi
mevcut olduğuna göre suretin ardındaki mutlak varlığı görme durumunda mısın?..
Evet, gerçekte türlü isimler altında hep O'nu görüyorsun!.
Peki,
baktığın her birimde, Cenab-ı Hakk`ın esmâsının varlığını görebiliyorsun
da; bu sistemin özü olan o ana "Ruh"un görünme olayında, niye Rabbını
görmüş olmayasın?. Bunun mantığa ters olan tarafı ne?..
Ayrıca,
"kıyâmette Cenâb-ı Hakk'ın ayın 14'ündeki görüntüsü gibi görüneceğini"
de bildirmiyor mu Rasûlullah aleyhisselâm?
Evet...
Allah`ın esmâsıyla, Allah`a ait
kudret ve manâlarla oluşmuş bir varlık, bu ana "Ruh"!..
Ancak
"tenezzül" ise âfâkî yani mekân olarak değil; enfüsî yani
boyutsal olarak gerçekleşir... Yani, kişi, özünden-içinden gelen bir şekilde bu
"tenezzül"ü algılar!..
Keza,
"Gecenin son üçte birinde Rabbim dünya semâsına iner de dua edenlerin
dualarını
Burada
yapıları çok iyi anlamak gerek!..
Yapıların
kademeleri yok mu?.işte, bu boyut içinde, bizim sistemin bir üst katman varlığı
oluyor, bir üst planı oluşturuyor bu "RUH"!.. Ama sakın
bu "üst" kelimesini dış-âfak anlamında anlamayalım!..
Aksine öze-içe dönük olarak değerlendirelim...
Adem`e
tâbi olmakla görevli olmayan melekler vardır... Bunlar, Galaktik
boyuttaki meleklerdir!...
Tüm
galaktik sistemin ruhu ayrı, bizim sistemin ruhu ayrı...
Bizim
sistemin ötesinde belli bir kümesel kademe var. Sistemlerin ruhları
olarak...
Kademe
kademe olan bir olay söz konusu...
Bu
sistemin ana "Ruh"u dediğimiz varlık, nasıl insan Alah`ın
güzel isimlerinden oluşmuş ise; O da aynı şekilde, Allah isimlerinin
bileşiminden oluşmuş!..
Meselâ
bir kısım melekler var. Subbûh, Kuddûs isimlerinden müteşekkil. Bir
kısım melek var; Allah`ın Kahhâr, Cebbâr, Kavi isimlerinden meydana
gelmiş!.
Azrâil dediğimiz melek, Allah`ın
Kahhar isminin kuvvet ve kudretiyle var olan bir melek... Bunlar kuantsal
kökenli yapılar!.
Cinlerin
yaşadığı mikrodalga boyut; yani, bizim ruhumuz gibi bir tür dalgadan oluşmuş dalgasal
boyut!
Meleklerden
daha üst boyutta, yani şöyle anlatıyorum!...
Madde
boyutu var, atom boyutu var, atomaltı elektromanyetik dalgalar, kozmik ışınlar
boyutu var! Bir de onun altında bir boyut var. "Nâr=ışın boyutu"
tâbir edilen..
Bizim
"ruhumuz" itibariyle boyutumuz, "nâr boyutu"dur.
Cinler de, "nâr" diye tarif edilen dalgasal yapılar boyutudur.
Bu
bahsettiğim, "Ruh" dediğim varlık ise, melekî boyut
olan, "Nur" ismiyle tarif edilen kuantsal enerjiye çok yakın
plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu oluyor.. Bildiğimiz meleklerden
çok daha güçlü bir ana melek diyelim...
Melekler
de cinler gibi, bir takım işler yapan, çok değişik türleri, yapıları, sûretleri
olan bir sınıf...
Bu
"RUH" isimli varlık da bize göre çok çok özel bir melek
zaten!.. Melek dediğimiz sınıfa giriyor!.
Melek kelimesini biz, klasik
şartlanmayla çok basit manâda tanıyoruz. Halbuki bu melek kelimesi ile
kastedilen sınıf, muazzam bir sınıf...
Şu
anda bizim hafsalamız bunu almıyor. Ama takdirde varsa, zaman içinde, olayı
derinlemesine etüd ettikçe, elden geldiğince çözebileceğiz!.. Çünkü biz, daha
cin sınıfını tam anlayamadık, idrak edemedik!. Cinlerin varlığını
Bu
arada çok önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum..
Meleklerin "tenezzülü" çok büyük bir nisbetle özden-içten dışa doğrudur, demiştim...
Cinlerin
de insanları etkilemesi aynı yoldandır!..
Yani,
içinizde cinnî-şeytanî ilhamı bulursunuz!.. Ama elbette o ilhamın
cinnî bir ilham olduğunu farkedemezsiniz!..
Dışarıdan
karşınızdan beş duyuya hitabeder şekilde size hitabetmez cinler!..
Onların
mesajlarını beyninizin içinde hissedersiniz!.. Adeta içinize girmiş
hissedersiniz!.
Bu
sebeple de "cinnî-şeytanî ilhamlar" konuya yabancı olanlar
tarafından rahatlıkla karıştırılıp, "melekî ilham" sanılır!..
Oysa,
bu melek dediğimiz sınıf, cinlerle hiç kıyasa gelmeyecek kadar çok farklı bir
sınıf!..
Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hazreti Muhammed aleyhisselâmın
tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olmaz; ve öğreti kesinlikle
Kur`an-ı Kerim’e ters düşmez!.. Helali haram; haramı helâl olarak
değiştirmez!.. Zaman değişti bahanesiyle Kur`ân hükümlerini yürürlükten
kaldırmayı önermez!.. Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir.
Evet,
Melek sınıfının içinde, bu "Ruh" dediğimiz varlık
da!... Fakat melek sınıfının içindeki sayısız daha düşük kapasiteli
güçlü meleklerden ayırma gayesi ile onu, hasseten "RUH"
ismi ile anıyor. Zira O, sistemdeki "Halifetullah"tır!
Ancak
bütün bu açıkladıklarımızı, her şeyden önce boyutsal olarak düşünüp
idrak etmek zorundayız!.
"Dünyanın ruhu" da, tek bir "Ruh"dur!.
Tek bir yapının, tek bir Ruhu...
"Onlar kıyamet günü, huzurumuza BİR FERD olarak gelirler.." diyor, Ayeti Kerimede...
Burada
önemli bir olaya işaret var!...
Zira bir "insan ruhu" vardır, bir de "insanlık ruhu"
vardır!. Bir de "sistem`in "RUHU" vardır!...
Konu
derine girdikçe karışıyor ve detaylanıyor. En iyisi biz bu konuyu şimdilik daha
fazla deşmeyelim...
Evet,
"Ruh-u Azam"ın fevkinde hiç bir şey yoktur!.
O, son noktadır!... O, tüm varlığın Özü
aslı, hakikatı olan boyut!... O`nun ötesi diye bir şey yok!.
Gerisi,
"ALLAH`ın İLMİDİR"!...
O`nun iç dünyası, bâtını var, Ahadiyet!...
Dış
dünyası var; Vahîdîyet ve de Rahmanîyet, Melîkiyet, Rubûbîyet
gibi dediğimiz ef`âl âlemine kadar uzanan bir sıralama söz konusudur...
İnsân-ı Kâmil, Hakikat-ı Muhammediye
isimleriyle işaret edilen; varlığın özü olan; ve kemâlâtı Hz. Muhammed
aleyhisselâmdan açığa çıkan varlıktır.
Boyut
farkı, otomatikman bileşim farkını meydana getiriyor.
"Ruh-u Azâm" dediğim, "İnsân-ı
Kâmil" dediğim varlık, özü "Zât"a dayanan sıfat
mertebesi; ve sıfat mertebesine sahip zât ile alakalı...
Diğer
taraftan bizim burada bahsettiklerimiz ise, bunların hep ef`âldeki, yani
fiiller âlemindeki ortaya çıkış şekli ile alâkalı!.
Bunları
biribirine karıştırmayalım. Bunlar tamamen apayrı olaylar...
"Tenezzelül melâiketi ver ruh"...
"Melâike ve ruh o gecede tenezzül eder"...
"Min külli emrin selâm"!.
"Bütün emr`lerden selâm getirir"
Her "Emr", kişinin varlığını oluşturan melekî
"nurî" katmandır!.. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki,
esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...
Bu
hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz
hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, "kendi özünü bulmak suretiyle
kurtuluşa erme" de diyebiliriz..
Esasen
bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar,
ne var ki şartlar uygun olmaz!..
Ama
"Kadir" sürecinde uyanıksan, farkındaysan, belli bir idrak
noktasındaysan, o takdirde bu hakikat
Yoksa,
o anda sen uykudaysan, gaflettesin!.. Böyle bir olaydan haberin yok!.. Senin
için de böyle bir olay cereyan eder, geçer gider ve hiç farkında bile
olmazsın!...
Çok
güzel bir yayın vardır televizyon`da, ama cihazın kapalıdır, alamazsın!...
İşte,
"Kadir" Gecesi denen şey, o gece içinde olan bir süreçdir...
Bütün gece boyu, "Kadir" değildir!.. O gecenin içinde,
bilemedin 15-20 dakikalık bir andır, süredir... Bunun sonuçları ise sabaha
kadar sürer!.
Bu
süreç içinde tenezzül
Genellikle,
gece yarısından sonra ile güneşin ışıklarının çıkmağa başladığı an arasında...
"Kadir" Gecesinin, hakikaten
27. gece olduğuna dair bir şey var mı?...
Bu
konuda bir kaç açıklaması var Rasûlullah Aleyhisselâm’ın :
"Senenin bütün gecelerinde "Kadir"`i arayın!.."
"Ramazan`ın bütün gecelerinde arayın!..."
"Ramazan`ın tek gecelerinde arayın!..."
"Ramazan`ın 20`sinden sonra ki tek gecelerde arayın!..."
"Ramazan`ın 25`inden sonra arayın!..."
"Ramazan`ın 27 ini gecesinde arayın!..."
Bunların içinde,
"Ramazan`ın
27`inci gecesinde arayın"!...
dediği
için, 27`inci geceyi esas alıyoruz biz!...
Dolayısıyla
27 inci gece`de olma ihtimali büyük!... Ama, hiç kimse çıkıp da kesin olarak
bilgi yollu "Bu gece Kadir"dir.... Şu an "Kadir"dir"
diyemez..
Elbette,
ehlullahtan olan kişiler hariç!. Onların perdeleri kalkmış olduğu için,
o anı keşfen bilir, bulur, yakalar!.
Onların
dışında hiç kimse kalkıp da, böyle bir özelliği yoksa, bu gece "Kadir"`dir,
şu an "Kadir"`dir diyemez!...
Peki
bu tesirler herkese farklı mı geliyor?..
Hayır!..
Gelen tesirler herkese ortak bir şekilde geliyor!.
Ne
var ki beynin o andaki kapasitesine ve özelliğine göre gelen tesirler farklı
değerlendiriliyor!.
Dünya
üzerine gelen kozmik dalgalar, herkese eşit pozisyonda geliyor.
Yani,
Senin
radyo alıcın, sırf orta dalgalı... Sırf orta dalgaya tekabül
Kadir süreci ,kişinin yönelimine bağlıdır!..
hf
Sen, kendin veya karşındakinin ötesinde yönelecek bir varlık düşündüğün
anda,tanrıya tapanlardansındemektir! Bunun anlamı da dinde KÂFİR’dir!Yani Allah
gerçeğini örten !
Sahihi
Buhari’deki Allah Rasûlü açıklamasına göre, aklı başında insanın “Lâ ilahe
illallah” düşüncesi onun imanlı olduğunun ifadesidir.. Ve ona kim “kâfir”
yani “gerçeği örten” derse, diyen kişi kendisi “kâfir” olur.
hf
"ARŞ"ın boyutsal altı için, bir
diğer tanımlama ile "kâinat" ya da "evren"
diyebiliriz...
Allah’ın
bir AN ’lık ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir!
Bütün
bu varolmuş olan kâinat, ilk insanlar değil, tüm insanların
üzerinde yaşamakta olduğu dünya ve dünyada varolmuş
canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde bir
zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden
varolduğunu hissettiğimiz - algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu
olmayan kâinat , esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık
bir düşüncesinin hâsılasıdır!
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı
Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT”
adını verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan
oluşan kâinat, Allah indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve
içindekilerin hepsi varolmuştur!
Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat
gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!
Bir
misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu
çizginin düşünün ki üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir
açısı var... Bu açı, bu çizgi üzerinde bir noktadan çıkar. Allah’ın
sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun bir
an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen” demiyorum dikkat edin,açı
!)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar,k
âinatın sonu yoktur !)Allah’ın bir AN ’lık ilminden varolmuş sonsuz
halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir AN’dır..
Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!
Bu sayısız kâinatların her birisi, Allah’ın sonsuz yaratıcılık
ilminin eseridir!
"ALLAH", İnsanın dışında,
ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde
tapınılacak bir TANRI değildir!..
"ALLAH"ın "AHAD"
olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-; bir ALLAH, bir
de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani
bir "ALLAH" var, bir de âlemler mevcut, değil!..
Başka
bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların
ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut"
anlayışı, tümüyle batıldır!..
KÂİNAT NASIL VAROLDU?
Bütün bu varolmuş olan kâinat, ilk insanlar değil,tüm
insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya ve dünyada
varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin
içinde bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil,
milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat,
ucu-bucağı-başı -sonu olmayan kâinat esas itibariyle
Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı
Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını
verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan
kâinat,Allah indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve
içindekilerin hepsi varolmuştur!
Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat
gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!
Bir
misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu
çizginin düşünün ki üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir
açısı var... Bu açı ,bu çizgi üzerinde bir noktadan çıkar .Allah’ın
sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun bir
an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen” demiyorum dikkat edin,açı
!)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kainatın sonu vardır anlamı
çıkar,kainatın sonu yoktur !-)Allah’ın bir AN ’ lık ilminden
varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir
an’dır..
Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!
Bu sayısız kâinatların her birisi , Allah’ın sonsuz yaratıcılık
ilminin eseridir!
Haydi
şimdi farz edelim ki , Allah’ı anlatıp konuşmaya
başlayalım!..
Bunun gibi Bütün bu varolmuş
olan kâinat, ilk insanlar değil, tüm insanların üzerinde yaşamakta
olduğu dünya ve dünyada varolmuş canlılar değil, bütün
güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde bir zerre olduğu 400 milyar
yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu
hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu olmayan
kâinat esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir
düşüncesinin hâsılasıdır!
hf
Tasavvufta ŞUUR anlamındadır.
hf
Varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hali!.
Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i
Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri ilmi Bâtın`dır. Kalp
gözü açıklığı vardır..
KALPLER NEDEN
“ALLAH ZİKRİ” İLE TATMİNE ULAŞIR?
"Kalpler ancak ALLAH ZİKRİ İLE TATMİNE ULAŞIRLAR"
buyuruluyor... Niye? ..
Çünkü
insan, sonsuzu düşünmeye yönelik bir kapasiteyle yaratılmıştır ve sonsuzluk-sınırsızlık ise ALLAH'ın
vasfıdır!..
"Lâ uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik"
diyen Rasûlullâh Aleyhi's-Selâm;
"
itirâfında bulunurken sonsuz-sınırsız yüce Zât'ın kesinlikle kavranamayacağına
işarette bulunmaktadır...
Bu
durumda bize düşen ne oluyor.. ?
Bize
kendini tanıttığı nisbette O'nu
tanımak!..
O'nun aynasında, kendimizi seyredip
tanımak!..
Kendimizdekilerden,
O'nun sonsuz sınırsız
kemâlâtına, yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!..
"Allah'ım, hayretimi arttır"
diye DUÂ
Allah'ı
tanımanın yolu da, zikirden geçer!..
Zikir,
ya Zât, Sıfat ve Esmâyı içine alan toplu isim "ALLAH" ismi ile yapılır... Ya da, Allah'ı
çeşitli özellikleriyle tanımaya yönelik diğer isimleri ile yapılır...
KALBİN KARARMASI
İnsanların,
günahları yüzünden, kalpleri kararır, Kur’ân ‘ın da işaret ettiği gibi!..
Hiç
bir iyilik “ceza”sız kalmaz!.
Hiç
bir yanlış da karşılıksız kalmaz!.
hf
Dünyadayken, yaptığının cezasını çekmeye başlama sisteminin adı Kur’ân
dilinde “MEKR”dir!.
“Anlayışın
körelmesi”, genel olarak, basiretin gerçekleri değerlendirememesinin
adıdır!.
Unutulmamalıdır
ki, düşünce de beynin bir fiilidir!. Ve kişi, fiîlinden mesuldür, bunun
sonucunu kaçınılmaz bir biçimde yaşayacaktır!.
“Kötü
düşünce” ilk aklına geldiği anda, kişi mes’ûl olmaz; ama onu devam
ettirmeye başladığı andan itibaren sistem gereği, özünden gelen bir biçimde
beyin kendisini o konuda körleştirmeye, kilitlemeye başlar!..
Birisini
suçlamanın karşılığı, Allah takdir ve iradesini inkâr yolundan ilerliyerek,
imansızlığa kadar uzanır; ve o kişi bu hâl üzere ölürse, âhırete imansız
gider!. “Yuhasibküm BİHİLLAH” hükmünü icrâ etmiştir!.
Kalp kararmasının veya körelmesinin işareti
odur ki; kişi bilgi ezberciliği ve taklitle yaşamını sürdürüp; “Allah”
adıyla işaret edilenin ahlâkıyla ahlâklanmaktan geri kalır!… Gününü, maddi
zevklerle tüketip, taklit fiîllerle kendini tatmin eder!..
Düşüncenin
yanlışlığı, o konuda iman esaslarına ters düşülmesi dolayısıyladır!.
İman
esaslarına ters düşen her düşünceyi devam ettirmenin sonucu, kalbin biraz
daha kararması demek olarak, hakikatın gereğini yaşayamamayı getirir!. Bu
da, kişinin kendisini cezalandırması demektir!.
Kim, ne zaman, ilminin gereğini yaşayamıyorsa, o kendi kendini
perdelemeye başlamıştır… Çünkü, asla bulunulan noktada durmak mümkün değildir!.
İnsan
daima bulunduğu yerden ilerler bir başka noktaya doğru, düşüncesi
istikametinde…
hf
Yüksek bilinç sahibi kişiler!
“KALEM”
Evrende olmuş ve olacak herşeyi meydana getiren!.
Akl-ı Evvel!.
hf
"ALLAH", "öncelik
ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut
olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD "
olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad
etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında
olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri
başlamıştır.
İşte
"ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD"
ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad
etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların
meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan
varolmasını murad etmesi “Hüküm”dür!.
Bütün
bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm
"ALLAH"ın "Kazası"dır!.
"Kaza",
işte bu "hüküm"dür!.
Esasen;
"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN
SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."
Şeklindeki
Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.
Bu
boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık
suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok
daha!. Bunların asli vücudu yok!...
Bu
yüzdendir ki, "Ayânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek,
bu takdir safhasına işaret edilir.
Yani,
ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi
"Kaza"dır...
Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda
"Kader"dir.
KELİME-İ ŞEHÂDET
Kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu
kişi, “İslam”ı tasdik etmesi için, anlattığımız sistemi
kavradıktan sonra, diyebilmesi gerekir ki;
-Yeryüzünde
veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o
yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren;
istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan
sadece “Allah” vardır-.
İşte
bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı
Dersin
ki:
“Eşhedü en lâ ilahe illallah “
“Eşhedü” yani, “şehadet ederim”...
Nasıl
“şehâdet” edersin?...
Gözle,
değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim”
ki; ve... etmekteyim, müşahede ve tesbit etmekteyim, idrak etmekteyim,
tasdik etmekteyim ki; varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra
“Ve
eşhedü enne Muhammed’en abduhu ve rasûluh “
Ve
gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu
ve rasûlü`dür.
“Kulu”dur, Allah’ın kendisinde
izhar etmek istediği mânâları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” îfa
etmekte...
Burada
ayrıca Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın;
“FAKR”ımla iftihar ederim”!. diyerek
işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret
de mevcuttur!...
Bahsi
geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye
anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın, işaret edilen husus
ile!..
Mutlak
bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.
Ve
“Rasûlü”dür; “ALLAH” hükümlerini-Sistemi’ni; “Allah”ın
dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ
“İslam”ın ilk ana şartı budur.
Kelime-i
şehâdeti avam, yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler...
“Allah’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allah`tır”!.
Böylece
ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek
anlamıyla “ALLAH”ı farketmezler!. Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allah’ı
Hz.
Muhammed’i O`nun elçisi olarak
Bir
de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havasa dönük mânâsı vardır... Bu anlam,
“Allah’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.
Bu
anlayışta, “Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz
mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak
zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığını anlaşılmalıdır!… İşte
bu, işin “havas”a hitabeden yönüdür. “Havas” düzeyindeki anlayışıdır.
Eğer
sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin,
şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun,
“yok”tan varolmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir
zerrede var olan “TEK” varlığın “Allah” olduğunu idrak edersin
“YÜZÜNÜ
âyetinin sırrı açılır...
O
zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş
güzel ve mükemmeller kalır... Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül,
karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!...
İşte
“kelime-i şehâdet”in bu havas mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikâmesine
yol açar...
İslâm
dininin temelini, «LÂ İLÂHE
İLLALLAH» sözünün mânâsı oluşturur.
«Lâ
ilâhe illâllah» ne demektir?
Bu
söz basit olarak ele alınırsa;
"TANRI
yoktur sadece ALLAH vardır"
anlamında değerlendirilir...
«Lâ
ilâhe»de; "Lâ", yoktur; "ilâhe", TANRI
demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
Şimdi
burada şu noktaya dikkat edelim...
Kelime-i
Tevhid, «Lâ ilâhe» ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm
vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»; "lâ ilahe"!..
.
Akabinde,
bir açıklama geliyor... «İllâ» = "sadece",
«ALLAH»
vardır!...
"İLLÂ
ALLAH" yani "sadece
ALLAH"!...
Burada
özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..
Dine,
tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun,
bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..
"Lâ ilâhe iLLALLAH"
uyarısını, halkın anladığı arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük
bir hataya düşmektedirler...
Şöyle
ki...
"Lâ
recülün illâ Âli" dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli'den
başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur"
veya "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında
çevrilebilir..
Oysa
"İllÂ"
kelimesi "ALLAH" kelimesiyle yanyana kullanıldığı
zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz...
Yani, "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi
değildir" şeklinde yorumlanamaz...
Ayrıca
bir de şu hususu iyi anlamak gerekir...
"KÂNE"
yani "İDİ", eki
nasıl "ALLAH" isminin
işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım manasını yitirir; ve geniş
zaman kavramına dönüşür ise; aynı şekilde "İLLÂ" kelimesi de "ALLAH" ismiyla yanyana
gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp, "SADECE" kavramıyla anlaşılır...
Önce
"KÂNE" sözcüğüne
bir misâl verelim...
"KÂnALLAHu gafurur rahİma" dendiği zaman, bunu nasıl "ALLAH GAFUR ve RAHİM İDİ" diye
çeviremezsek; "ALLAH"
isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri
ise...
Aynı
şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği
zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi"
anlamlarına anlaşılmayıp, "sadece" mânâsıyla
idrak edilmesi zorunludur!
Zira
"ALLAH" isminin
bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcud kabul
etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi
hiç kabul etmez!...
İşte
bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ",
gerek "KÂNE" ve
gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel
kullanımda anladığımız manada değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği
kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz....
Buna
yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin
ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı
olacaktır..
İşte
bu gerçeği gözönüne almış olarak, bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya
çalışırsak farkederiz ki...
«Tapılacak
tanrı yoktur, sadece ALLAH
vardır»!..
Birinci
mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur...
«Tapılacak
tanrI yoktur»... Evet,
burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını
vurguladıktan sonra, «İLLA
ALLAH» diyor...
"İLLÂ",
yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına
anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü
üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır..
Evet,
"İLLÂ", "ALLAH"
kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE"
anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi
yoktur ki, "ALLAH" ona
kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle târif edilsin!...
İşte
bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ"
kelimesi "ALLAH" ismiyle
yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle
tercüme etmek zorundayız...
Nitekim
bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken:
"
There is no god BUT ALLAH"
şeklinde
değil;
"There
is no god ONLY ALLAH"
şeklinde
tercüme edilmelidir...
Ki
böylece, İslam Dininin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK
inanç veya düşünce sistemi farkedilebilsin.
Evet,
sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH,
tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu
açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE»
yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!..
Öyle
ise «ALLAH» ismi ile işaret
edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların
dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..
Bu
takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..
«Tapınma»
ve «kulluk»...
Burada
öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve
bu kelimelerin anlamı nedir?..
«TAPINMA»
kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan
ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur...
«Sen»
varsındır... «Sen»in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!...
Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış
türüdür... Tanrı'ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin,
bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»...
"Sen"in ona yönelik yaptığın fiiller!... (1)
(1)-
Nitekim Kelime-i şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi, «Abdiyet-kulluk»un
«Hüviyete» yani «Hû»ya zorunlu olarak yapılmakta
olduğunu açık seçik göstermektedir.
«KULLUK»
kelimesinin anlamına gelince...
Birimin,
varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk»
... Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle
vurgulanmaktadır:
"BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA
YALNIZCA BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN
YARATTIM"...
Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların,
varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..
Ayrıca
burada hemen şu ayetle işaret edilen manayı dahi hatırlamalıyız:
"YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ
OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP
YÜRÜTEN O'DUR!.."
(HUD/56)
Nitekim Fâtiha sûresindeki,
«
Ayrıca,
«KUL, KÜLLÜN YA'MELU
ALÂ ŞÂKILETİH»
deniyor âyeti kerîmede. Yani;
«DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER
ORTAYA KOYARLAR»
(17-84)
FÂTIR'ın kendi
dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş
gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu
fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.
Özde,
taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları
«kullukları»dır...
"Kulluğun"
türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda
izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...
«GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH
ETMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ,
ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.»
(17-44)
âyeti
varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını"
yerine getirdiklerini ifade etmektedir...
Bir
diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının,
faaliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden
mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet»
olan kulluk!..
.Netice...
«Kulluk»,
varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise,
bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde
yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan birşeyler
ummasıdır.
Sonuç...
"TANRI"YA
TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..
Öyle
ise..."ALLAH"a
"kulluk" neden ve nasıl yapılmaktadır?..
Bunu
anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.
"ALLAH"ın "AHAD" oluşunu
şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de,
yanısıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!..
Yani
bir “ALLAH”
var, bir de âlemler mevcut , değil!..
Başka
bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların
ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut"
anlayışı, tümüyle bâtıldır!.
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH” bir
TANRI değildir!
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı
“ALLAH”, AHAD'dır!...
Hazreti
MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz manâlara sahip olup,
her an bunları seyir hâlindedir!..
Bu
«SEYR»in mahalli de «esmâ» âlemidir!..
ZÂT'ı
itibariyle Vahid-ül AHAD...
Sıfatları
itibariyle HAYY, ALİM, MÜRÎD, KADİR, SEMİ,
BASÎR, KELÎM'dir;
Kendisinde
bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir
kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..
"Ef'âl âlemi" denen fiiller
âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de
denebilir...
Ef'âl
âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde
yeraldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına,
duygularına göre mevcut
olup; ALLAH'ın "İLMİNE"de ise, ALLAH'ın "İNDİNDE"
mevcut "İLMÎ
SURETLER"dir..
Ya
da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ
SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar aslâ vücut kokusu almamışlardır»...
Kısacası,
yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi
olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH'ın İLMİNDE" mevcut, basit
anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..
İNSAN,
hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne
ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI
asla hissedemez!..
Beş
duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal
evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere,
karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu
CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar
gidersiniz!.
Tanrı ve tanrısallık yoktur, Allah vardır
“demektir,“Kelime-i Tevhid”in manâsı!
hf
“ABD VE RESUL “
OLUŞUNA ŞEHÂDET NE DEMEKTİR?
Evet böylece “Eşhedü an lâ ilâhe illâllah” diyebilirsek; “Eşhedü
en lâ ilâhe illâllah”dan sonra bizim üzerimize bir görev daha
düşer...
“Ve
eşhedü enne Muhammeden Abduhù ve RasùluHÛ”diyebilmek.
“Ve
eşhedü” şehadet ederim ki “enne” kesinlikle bu böyledir. Yani , bu
şehâdeti öyle bir ederimki , kesinlikle bu şehâdetim geçerlidir,şaşmaz!..Muhammeden
Abduhù ve Rasùluhu.
“Muhammed” O’nun kulu ve
Rasùludur!
“Muhammed”
isminden kasıt müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen
varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..
Burada
“kul” luk , “rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...
Düşün
ki, Rasùlluk!..
“Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”
diyor...
Rasûllükten
daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne
geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne
geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..
Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul”
luğu ne demektir?
Muhammed
“abduhu” deniyor...
Bir
kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti
gösterir...
“ABD”
iyeti “HÛ”viyetidir mânâsı burada gizlidir
yani,”Allah’ın hüviyetine “kul” dur” demektir bu!..Allah’ın
hüviyetinin “kulu”dur,demek; “efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle
,sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine
câmidir!” demektir...
Neticede
bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdeti söyleyen herkes , Hz.Muhammed’in
efal,esmâ,sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama
bilinçli olarak ama bilinçsiz olarak!...
“Hù”viyetin “abd”ı olması hali,bütün
gelmiş geçmiş Nebi ve Rasûllerin arasında , bir tek “Muhammed” isminin
müsemması olan mânâda müşahede edilir!..
Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!.Bir
şeyin hüviyeti,o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!...İlâhi
hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı,zâtında müşahede etmiş olmasından
dolayıdır!..
İlâhi Zât’ı zâtında müşahede
Bu
yönden de O’nun mertebesi , târifi mümkün olmayan,eşsiz bir mertebedir!
Hiçbir
Nebi ve Rasûl, onun yanında ismini geçiremez!
Hz.Muhammed’in
vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle,diğer nebi ve
Rasûllerin arasında geçer adları,mânâ âleminde!
O’nun
vârisleri kimlerdir?
O’nun
vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!..
“İnsan-ı
Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşıılan “kâmil insanlar” değildir!..
“İNSAN-
KAMİL” ler,Gavsiyet mertebesini dahi ihraz
Ve
varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların hükmüyle yürümektedir!..
İşte
bu yüzdendir ki,bu “Abduhu” kelimesindeki “Hù” , her ne kadar
zâhirde , avam anlayışında “Hù” “ki O “ diye Allah’a
işaret gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi;
hakikat müşahedesinde , oradaki “Hù” , hüviyete işaret eder,İlâhi
Hüviyeti kasteder!..
İlâhi Hüviyetin kullluğunu;yani, âlemde
esmâ,sıfat,zât mertebelerini ihraz etmeğe dayanır!..
İşte
bundan sonra,”Risâlet” gelir...Risâleti ne demektir?..
“Risâlet”in
mânâsı ,Ulùhiyetin hükümlerini; Ulùhiyetin beşeriyetin ebedi saadetine dönük
emirlerini, efal mertebesinde ortaya koymaktadır!..
Efal
mertebesinde Ulùhiyetin hükmü ve gereği olan yeni emirleri ortaya koymak
Risâlettir!..Ve bu efal mertebesinde gerçekleşir!..
Ve
böylece kişi, bu şehadeti getirdikten sonra yani Hz.muhammed’in abdiyet ve
risâletine de şehâdet ettikten sonra İslâm olmuş olur!
Zâhirde,
bu kelimeyi söylemesi , ona “müslüman” denmesine yol açar.
Hakikatte
bu şehadeti yapmış olması da,
”Kim vechini İslâm’a teslim ederse o muhsinlerdendir”,
âyetiyle işaret edilen mânanın kendisinde açığa çıkmasıyla mümkün olur.”Muhsin”
Allah’ın isimlerinden bir isimdir.Esmâ-ül Hüsnâ ‘da yoktur...”vechini
İslâm’a teslim etmesi” yani,vechinde Allah’tan gayrının olmadığını
itiraf etmesidir!..
Çünkü
zaten “ne yana başını döndürürsen Allah’ın vechini görürsün” diyor
ya!..Ne yana bakarsan, “Onun vechini “ gördüğün gibi ,başkası da ;
senin “vech”in , Allah’ın “vech” i olması hasebiyle; “Sen”
de Allah “Vech” ini görür...İşte böylece Kelimeyi Şehadeti
getiren ; emaneti sahibine iade etmiş,”hain” damgası yemekten
kurtulmuş ve de “vech” ini Allah’a teslim etmiş olur!
hf
Kendini tanımaktan murad, bedenini veya
vücudundaki “nefs”im dediğin tabiatını, tanımak demek değildir!..
Aslın
olan külli mânâdaki “nefs”i tanımaktır , ki ki gerçek benliğin ve
hakikatın da O`dur.
Sen,
terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları
itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de
Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını
ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur
Her BİRİMİN yaratılış amacından gayrı işlevi yerine getiremiyeceğini
idrak; kendini tanımanın ilk basamağıdır!... Bunun evveli, ise dedikodu!..
Kendini
tanımak,hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla
mümkündür.Yani, “nefs” dediğimiz şey, aslında külli bir varlıktır..
Tüm
varlıkların “nefs”i, Tek bir “Nefs”dir. Bu noktaya ve
görüşe gelebilmektir önemli olan.
“Vücud”un
varlığını yok etmeyi, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ileri sürenler olanaksızdan
sözetmektedirler; meselenin aslını ifade edememekten dolayı!. Çünkü onların
diliyle de gerçeği örtmeyi murad ediyor Kendisi!.
Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır... Zât ise tektir!..
Ya
özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize.
İşte
burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması
gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!..
Evet,
yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı
kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve."Nefs"ten
çıkmak!.. "BENLİK"siz kalmaktır!."
Kendini
TANI, ise amaç; kendini tanımaktan murad kendindeki ilâhi sıfatları
yaşamaktır!...
Kendini
önce beden olarak tanırsın... Sonra idrak edersin veya takliden
Bunun
da ötesine geçebilirse idrakın... Tüm varlığın (elbette ben dediğin de buna
dahil) asıl kökeni meleki boyutmuş; bunu farkedersin... Bu boyutu farketmeden,
anlamadan, idrak etmeden, hissetmeden kendi hakikatını kavraman, hissetmen de
kesinlikle mümkün değildir!... hele ki ötesine geçmek!... Bu gerçekleşmeden,
ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!... Yani, takliden yapılan
konuşmalar!...
İnsanın
veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde
Meleki yapı olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte
bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...
İnsan kendi hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya
başlar...
Tasavvuftan
amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Allah,
“İNSAN” olanı kendi “halife”si olduğunu idrak edip gereğini
yaşaması için; yani, kendi bakışıyla varlığa bakıp, kendi
değerlendirmesiyle varlığı değerlendirsin; kendi ahlâkıyla ahlâklanmış
olarak yaşasınlar diye yarattı...
Ve
bunun için de “İNSAN” olana kendini tanımayı kolaylaştırdı...
İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar!
İnsan,
aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.
İnsan,
Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir
aynada seyrederek tanımak zorundadır!..
Kişide
kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok
çok ayrı şeydir!..
Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla
mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da
topluma dönük olarak; Muhammed Aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir...
Kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine
erebilmek için;
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer
yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak;
ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek
zorundadır!.
Aksi
takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi
sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği
sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına
hiç bir zaman giremeyecektir.
İşte
bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda
değil, şuur boyutunda yaşanır.
Ve
bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması
zorunludur!.
Dileyelim
ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu
olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar,
mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.
Aksi
takdirde bir ömür boyu, Vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir,
neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..
Kendini
arayanlara ayna olarak Din tebliğ edilmiştir!..
Kendini
aramak ve tanımak gibi bir derdi olmayanları din enterese etmez!..
Onlar
diledikleri gibi yaşarlar ve sonucuna da katlanırlar!..
İnsan
aynada kendini seyredemiyorsa, ya kördür, ya da ayna adıyla ve sanarak duvara
bakıyordur!..
Kendindeki
hangi özelliği keşfederek onu kullanmak suretiyle bir cehenneminden kurtulup,
karşılığı olarak o cenneti yaşayabildin?...
Varsa
Ama
bütün bunlar için gerçekten KENDİNİ TANIMAK değerli bir şey olmalı senin
için!..
Yaşamının
değil, günün kaç dakikasında, karşındakine, kendine davranılıyormuş gibi
davranıyorsun?...
Karşındakinin,
“sen” olduğunun; LAKIRTISINI etmek çok kolaydır!... İki nefes yeter!.. Ya onu
idrak ile hissedip, yaşamak!?...
Başına
ne gelirse, “ALLAH”tan bilip, asla karşındakini yaşadığın o olaydan dolayı
suçlamamak?!...
Bir
yandan bunlar uygulanıp yaşanacak; diğer yandan da “ümmülkitab”ı
başlıyacaksın “OKU”maya ki, ALLAH ahlâkının ne olduğunu
öğrenesin!..
Kendi
hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatı detayları ile tanımak ve
kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir... Bu da sadece dünya hayatında
bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!..
hf
Bunları böylece anladıktan sonra, geleceğimiz bir husus daha var...Bu
âlem ve bu kâinat içinde varolan sen...Varlığın , tamamiyle ilâhi isimlerin
mânâlarının terkibi diyoruz...Yani,varlığın,bütün ilâhi isimlerin değişik
zamanlarda değişik terkiblerle sende ortaya çıkması ile oluşmuş,diyoruz!..Bu
mânaları müşahede
Ve
sen “ben neyim”diye derinliğe gittiğin zaman,kendin için,ben şuyum veya
şöyleyim diyemiyorsun...Şu özelliğim var,bu özelliğim var diyorsun ama; kendin
için ben şuyum diyemiyorsun..
Ben
şuyum diyememen,zâtın itibariyledir.. Zâtın itibariyle zâtını tâyin edebilmen ,
tesbit edebilmen,takdir edebilmen muhaldir.. Bana zâtın itibariyle kendini
tarif edemezsin..
Bizim
tüm boyutları ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..
Vasıfların
itibariyle, vasıfların olduğunu , senin için,”yok olma” anlamında
bir ölümün söz konusu olmadığını söyleyebilirsin...Yok olma,yok;sen ebedi
olarak “hayat” sahibisin..
Hayat
sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS"
ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek
devam edecektir.
Bunları
idrak edebilen bir şuuurun, idrakın var..”İlim” vasfının sonucu olarak , bütün
bunları idrak ve ihata edebilen,kavrayabilen bir şuurun var..
"ALÎM"
ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.
"MÜRÎD"
ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar
ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.
Bu
seyrin,bu müşaheden dolayısıyla,neticede sende meydana gelen belli istek ve
arzular var..”irade” var!..
Bu
istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartmak için “kudret” var..Ve bu
kudret kullanarak birtakım istek ve arzularını kuvveden fiile
çıkartıyorsun..Bin isteğinden bir tanesini bile kuvveden fiile çıkarmış
olsan.demek ki sende belli bir “ kudret” var..
"SEMİ"
sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk
ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE" yeteneği
kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının bizden
ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET"
bizde görev yapar!..
Kendinde
mevcut olan mânaları dile getirebiliyorsun! “mütekellim” isminin,”kelâm”
vasfının sendeki mevcudiyetine işaret olarak..
Çevreni,dışını
“algılayabiliyorsun!..Ve çevrendeki çeşitli mânâları fiilleri “seyredebiliyorsun!..bütün
bunların sonucu olarak yeni birtakım şeyler de meydana getiriyorsun...Bu
vasıflar sende mevcut..
Ve
hayatın boyunca, sen de mevcut çeşitli mânâları fiile dönüştürme hali sürüp
gidiyor..Çeşitli
Öyleyse
, geniş mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar , işaret edilen vasıflar ,
boyutlar , sende mevcut!..
Demek
ki , senin ilmin veya senin şuuurun , anlayışına göre,bu boyutların herbirine
ulaşıp , her birinin hakkını ayrı ayrı vermediği sürece , sen “ nefsine
zulmedenlerden” olursun!..
Sende
mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da “nefsinin
hakkını edâ” edenlerden olursun.
Zâtının,
sıfatının.esmâsının ve efalinin hakkını ayrı ayrı verdiğin zaman,hakkını eda
edersin; varlığın, efalin hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin
zaman veya sıfatın hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin
zaman veya zâtının hakkını vermediği zaman “nefsine zulmedenlerden”
olursun...
İnkâr
ettiğin,
Öyle
ise nefsinin , varlığının hakkını verebilmen ancak, Allah’ı tanıyabilmen
ve Allah’a “yakin” kazanmakla mümkündür!..
Allah’a “yakin” kazandığın
ölçüde, kendini tanırsın; kendini tanıdığın ölçüde de Allah’ı tanımış
olursun!..
Hatırlayalım
Rasùlullah (Salla’llâhu Aleyhi ve Sellem)in işaretini;
-Allah nerededir,yerde mi gökte mi?..
-Mü’min kullarının kalbindedir!..(Gazali-İhyâ)
Allah’a “vâsıl” olabilirsin;ama Allah’ı idrak edebilir misin?..Hayır!..
“ONUN MİSLİ OLAN ŞEY YOKTUR”(Şùra-11)
“İDRAKLAR O’NU KAVRAYAMAZ”(En’âm-103)
“..VE ONA LEDÜNNÜMÜZDEN İLİM İHSAN ETTİK”
Evet,burada şu gerçeği kesinlikle tesbit edelim...Şayet bizden bu ilmi
dinliyorsanız,bu Allah’u Teâlâ’nın bize ihsân ettiği “ilmin” den
dolayıdır..Bu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; O’nun
bizden zâhire çıkarmayı murad ettiği bir ilimdir...O’nun ilmidir!..
O
dilerse ,”ilmini” bir mahalde izhar eder...Yani,ilmin sende varoluşu, Allah’ın
sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!..İhatan yoluyla değil.
İhata
yoluyla olmayışı demek; Allah’ın mânalarını sonuna kadar ihatanın,idrakın
mümkün olmadığına işarettir.çünkü sonlu,kısıtlı,kayıtlı bir varlık
değildir!..Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.
Esas itibariyle Allah’ı seyir,ilimden ibarettir.
Yani
, rü’yet,ilimdir!..
İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayale girer!..Tahayyül sùretiyledir!..
Çünkü
görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz
konusu olur!Yaratılmış ilâh olmaz!..
Yaratılmış
ilâh olmazsa,yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!..İnsan
yaratılmıştır,bunu daha evvel konuştuk...Yani,belli isimlerin mânasının aşikâre
çıkışıyla varolan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!..Yaratılanın yaratanı ihata
etmesi ,görebilmesi zaten muhaldir!..
Ancak
Allah kendisi,kendisini görür!..Ne anda,hangi anda sen Allah’ı gördüm,Allah’ı
duydum dersin, o senin kendi hayalinde
Öyle
ise,”Allah’a vâsıl olmaktan” mâna,Allah’ın ilmini,”sen”
adı altında izharından başka bir şey değıildir!..
KERÂMET
Allah
ikramı!
Belli
riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur.
Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!.
Bunlara "ârif" denilir!. Bunlar daha "velî"
değildirler!.
İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet
mertebesi olan "Mârifetullah" sahibi "mardiye nefs"
bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir... Bununla karıştırılmaya!
Eğer
şartlanmalar perdesini kaldırmakla birlikte kişi,tabiat perdesini iman nuru
ile kaldırmışsa o zaman ondan gözüken olağanüstü hallere” kerâmet “ adı
verilir .Yani kişi bu halde iman nûru ile hareket ediyor.Akıl,iman nuru
ile hareket ediyor!
Sirius
yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ'lerine
ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde keramet?
Destekleyen
bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan
insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet karşılığı
olarak?
“Ben de sizin misliniz olan bir beşerim”
diyen en muhteşem insan, Allah Rasûlü ve Hatemen
Nebiyyin Muhammed Mustafa Aleyhisselâm... Bizler gibi bir
bedene sahip!.
Kerâmetleri
hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni, Ahmed Rufai ve
niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.
El-kol,
bacak beyin aynı da....
Tıpkı
kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...
Farklı olan tek bir yanları var
bugünkü bilimsel verilere göre; BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...
TANRI
DEĞİL ALLAH ise...
Kaynak
aynı kaynak...
Beşer
aynı bedene sahip aynı beşer...
Ama
birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...
Diğerinden
çıkana Veli ise, diyoruz, “kerâmet”...
Kâfirden
çıkana ise diyoruz “istidrac”!.
Aynı
kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden
değişik isimle tanımlanıyor!.
Musluk
olayı Allah'a bağlıyor; mucize, “kerâmet” diyoruz!...
Musluk
olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, “istidrac” diyoruz!...
Oysa
açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.
Hatta
bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize
ve kerâmet ise Allah'a ait!...
Mucize
veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin?
Kerâmet ve mucize ise Allah'tan kaynaklanır kuvvetini
Uluhiyetten alır ilmince...
Onun
içindir ki, Allah'a iman etmiş olanın arzı geniştir...
Ulûhiyet arzında ve semâsında seyreder!...
KESRET
“Çokluk” Âlemi.
hf
Hak'kın varlığı olarak bir çok varlıklar mevcut değildir!. Kalpler ve
ruhlar mevcut değildir!..
Bunların
hepsi de vehim yollu görülen hayâllerdir!. Gaflet ve uykuda olmanın sonucu
olarak meydana gelmektedir!..
Çünki
bunların hepsi de, "ilmî sûretler" olmaktan öte bir şey
değillerdir!. "İlmî sûretler" ise ancak ve ancak, sadece ve
sadece Allâh'ın ilminde mevcutturlar!..
Emir ve hüküm hep kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi içinde,
varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.
Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin
son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allâh'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme
basîretsizliğinden arınıp; “Emir –âmir – memur”; “hâkim- mahkûm – hüküm”
üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.
KEŞİF
Genetik istidadın oluşturduğu veri tabanının, sistemi okumaya yönelik
bir şekilde çalıştırılması sonucu olarak; kişinin, yaşamında edindiği veri
tabanıyla da birleştirilmek suretiyle, sistemi “OKU”yabildiği oranda
değerlendirebilmesi “Keşif”tir.
KEŞİF,
fizik bedene bağımlılık devam ederken mânevî âleme vukuf ve onlarla irtibat
hâlidir.
Keşifler...
İki türlüdür... Görüntülü veya görüntüsüz...
Eğer
bu değerlendirmeler, kişinin beyninde, veri tabanına, kültürüne GÖRE ve dayalı
olarak, hayâl merkezine transfer edilirse, bu tesbitler sembollerle, hayâl
suretleri şeklinde görülür; ki bu, yorumlanması gerekli olan keşif türüdür...
Hayâl
merkezine girmeden değerlendirme olursa, o zaman yoruma gerek kalmayan
değerlendirmeler olarak, direkt, keşif diye algılanır... Buna, “hissi
müşahede” de denilir. Bu keşfin sonucunda, kişide, “Allah” adıyla işaret
edilenin yaratmış olduğu sistem ve düzenin işleyişine dair bilgiler elde edilir
ve yaşanır.
Keşfin
halusinasyondan ayrılan yanı; Halusinasyon, asılsız; sistemle bütünleşmeyen
VEHİM kökenli görüntüler-hayallerdir....
Keşif ise, sistemin deşifresidir!.
hf
Varoluş, terkibiyet hükmünün meydana getirdiği kısıtlamalar!.
KIYÂMET
"Kıyâmet" kelimesi Kur`ân-ı
Kerim’de, bazen bireysel anlamda "ölüm", yani bir yapının,
diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de
"ruh boyutu yaşamının, nurânî yaşam boyutuna" dönüşmesi
süreci olarak kullanılmıştır.
hf
Kıyâmet dediğimiz devre, yani âhiretin ikinci devresi!
Bu
ikinci devre kıyâmetle birlikte oluşur.
Kıyâmet
ne zaman?
Bunun
hakkında dinî kaynakların hiçbirinde herhangi bir zaman, verilmemiştir.
Verilmediği için, şu anda bizim de burada bir şey söylememiz câiz olmaz!..
Belli
hadîslerden faydalanarak; kıyâmet koptuğu anda, dünyada yaşamış olan bütün
insan ruhlarının o ortama özel bir beden ile dünya üzerinde olacağını; dünya
üstünde hepsinin bir araya geleceğini; cehennemin melekler tarafından çekilerek
getirilip, bütün dünyayı kuşatacağını, dünyanın üzerinden, cehennemi aşıp
cennete ulaşacak biçimde bir köprü oluşacağını; bu geçitten insanların
geçebilenlerinin cennete ulaşacağını; geri kalanların da cehenneme düşeceğini
söyliyebiliriz.
Şimdi
köprü denince aklımıza hemen bir boğaz köprüsü geliyor!.. Ya da başka türlü bir
köprü mü kurulacak?
Hadiste
de Hz. Rasûlullah insana o meseleyi anlatabilmek sadedinde misâl veriyor,
-Köprünün
üzerinde çengeller vardır. Meselâ bir kişi dünyada namazını kılmamışsa namazla
ilgili çengel uzanır, o kişiyi yakalar cehenneme atar veya oruç eksiği varsa,
orucunun eksiği dolayısıyla o kişiyi kapar oruç çengeli, cehennemde cezasını
çeker ve sonra cehennemden çıkar’ diyor. Buradaki tâbir bir mecâzi anlatım!
Meselâ
şöyle, ben bunu size anlatmaya çalışayım .ikinci dünya savaşı sonrasında
Amerika’lılar Berlin’e hava köprüsü kurdular ve hava köprüsü ile pek çok
yiyecek giyecek ve insan taşıdılar. Şimdi -hava köprüsü’ deyince, aklınıza
boğaz için köprüsü gibi bir köprü geliyor ve Amerika’dan Berlin’e kadar böyle
bir köprü kurulmuş!.. Hayır!.. Amerika’dan Berlin’e uçaklar sürekli çalışarak,
oraya gerekli ikmali yaptılar!..
Bunun
gibi, dünyanın üzerinden de insanlar kendi çalışmalarına göre elde ettikleri
kuvvetleri kadar bir güçle kaçmaya başlarlar. Çünkü dünya, o anda cehenneme
gidiyor, Güneşin içine girecek; Cehenneme düşecek insanlar dünyadan kaçacaklar;
herkes kendi gücüne göre kaçacak.
"Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer, kimisi deve hızıyla
geçer, kimisi koyun hızıyla geçer, kimisi at hızıyla geçer, kimisi de sürüne
sürüne geçer"
diye târif ediyor Hz. Rasûlullah (Bunların hadislerini de göreceğiz daha
sonra).
Başka
türlü nasıl anlatılır, o devrin insanına bir düşünün. Peki buradaki hâdise
ne?..
Herkesin
belli bir rûhânîyeti var; o ruhundaki enerji dolayısıyla, yani belli kaçış gücü
dolayısıyla; kimisi yerçekiminden kendini kolaylıkla soyutlayıp hızla
fırlayabilecek, kimisi de çok büyük güçlüklerle yükselebilecek.
Şimdi
şu da bilimsel bir gerçek!
Daha
önce izah ettiğimiz üzere güneş belli bir süre sonra, bugünkü hacmının 400 katı
büyüyerek dünya, Merkür, Venüs ve Mars’ı içine alacak, güneşin yüzeyindeki
hararet 6000-6500 derece eriyor, su gibi oluyor! Dünya Güneşin içine girerse ne
olur?.. Su gibi erir akar mı?
Zaten
Hz. Rasulullah da hadîste,
-"Cehennemin içine düşünce, dünya eriyip su damlası gibi
buharlaşır"
şeklinde târif etmiyor mu?
Bir
su damlası gibi kalmayacak mı dünya?
Güneşin
bugünkü, hâli dünyanın 1.303 bin katı büyüklüğünde!.. O gün en az 400 milyon
kere daha büyük olacak dünyadan!..
Dünyanın
manyetik çekim alanından kendini kurtaramayıp da cehennem sınırları içinde
sürünenler
Peki
böyle bir şey var mı? Yani söz konusu olabilir mi?
Bugün
uzayda -kara delikler’ adı verilen ölmüş güçlü yıldızlar var. Bunlar, hacim
olarak, bir ay kadar olmalarına rağmen, civarlarından geçen bir Jüpiter kadar
veyahut ta ondan daha büyük. Güneş gibi koskoca bir kütleyi alıyor yutuyor,
hazmediyor içinde yok ediyor!.. Ve bana mısın da demiyor!..
Bunun
gibi, insan ruhlarının da karşılaşacağı, "cehennem" adı
verilen bu korkunç durumdan kendilerini ebedî olarak kurtarabilmeleri mümkün
değil!..
Ondan
sonra cehennem böylece geçilebilirse
Tabiî
biz burada haşir sahasında olacak olaylara değinmiyoruz!.. O da ayrı bir konu!
Geçebilirlerse
Cennete
girecek en düşük mertebeli bir insana, bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir
dünya verileceği söyleniyor hadîste.
Uzaydaki,
galaksideki yıldızların en küçüğü o, bundan daha küçük yıldız yok!.. Hatta daha
da büyük belki de; Hz. Rasûlullah "mübalağa zan olunur" diye,
o kadarla yetindi.
Cehennemin
gerçek şiddetini, Hz. Rasûlullah anlatmamıştır!.. Zira bu anlattığı kadarıyla
bile, "cehennemin korkunçluğunu" insanlar kavrayamamakta ve
"olamaz böyle şey" demektedirler!
Gerçekte
çok daha korkunç bir şey!..
Cehennemde,
ölüm diye bir şey yok!..
Cehennemde
değil; ölüm tadıldıktan sonra, herkes için ebediyen ölüm, diye bir şey yok!..
Yok olmak, "yok olup gitmek" diye bir olay söz konusu değil!..
Zira,
esas olarak, senin ana yapın ruh dediğimiz dalga yapı. Manyetik yapının yok
olması, söz konusu değil artık!.. Ve bu manyetik yapının, bulunduğu ortama göre
yoğunluk kazanarak oluşturduğu terkib, çeşitli şekillerde zedelenebilir,
bozulabilir, değişebilir, fakat ortadan kalkmaz!..
Çünki
o terkibin aslı, dalga bedendir!.. Hologramik dalga yapı olduğu için, bozulmaz!
Bu
neye benzer?.
Bunun
misâlini de rüya âleminden verelim. Rüyada ölüyorsun. Sonra, rüya içinde gene
yaşamaya başlıyorsun! Yani, Ruhâni yapıda ölmek diye bir şey yok!.. Manyetik
yapı için, ölmek diye bir şey yok!..
Dolayısıyla
cehennemdekiler binlerce defa ölürler sanırlar ve binlerce defa ölmeden
yaşarlar!
-Onlar
için acıklı sonsuz birer ıstırap vardır’ diye târif edilmesinin sebebi budur.
Buna
mukabil “Cennetler” dediğimiz diğer âlemlere gidenlere, yani diğer
yıldızların boyutsal derinliklerine gidenlerse kendilerinde mevcut ruhânî
kuvvetlerle; ki bu ruhanî kuvvetlerde ilâhî isimlerin mânâlarına
dayanıyor.ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koyup gerçekleştirme kabiliyetini
kendilerinde bulacaklar!.. Çünkü bu ilâhî mânâların gereğini, ortaya koyabilmede,
dünyada bir güçlük var!
Bir
madde beden oluşması var! Şu madde beden, senin her düşündüğünü bilfiil ortaya
koymanı çok güçleştiriyor.
Ama
cennette lâtif bir yapı!. Lâtif bir yapı olması nedeniyle de her düşündüğün,
tahayyül ettiğin şey anında gerçekleşiyor!.. Ve böylece, cennet hayatı onlar
içinde ölümsüz olarak, ebedî olarak sonsuza dek devam eder!
İşte
"bâ’su bâdel mevt"in, yani “ölüm denen madde bedenin
terkinden sonra hayatın devamı” ile ilgili olarak kısaca
söyleyebileceklerimiz bunlar!..
Ölüm
ötesi yaşama dair izaha çalıştığımız hususlardan sonra; bu hayata dair Hazreti
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem neler anlatmış. Biraz da onları
dinleyelim kendi ağzından. Bu bölümde naklettiğimiz hadîsler çeşitli hadîs
kitaplarından derlenmiştir:
Ebû
Hüreyre radıya’llâhu anh’tan şöyle demiştir: Öteki beriki,
- Yâ Rasûlullah, kıyâmet gününde biz rabbimizi görecek miyiz? diye
sordular. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz Hazretleri de mukabeleten;
- Ayın 14. gecesi rüyete mâni hiçbir bulut yokken ayı görmek hususunda
şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.
- Hayır ya Rasûlullah, denince tekrar,
- Rüyete mâni hiçbir bulut yokken güneşi görebileceğinizde şek ve
ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.
- Hayır ya Rasûlullah!.. dendi.Bu arada Ebû Saidi Hudrî’nin rivâyetinde
de;
- Güneşi öğle üzeri ve önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip
kakışmaya, birbirinize zahmet vermeye hâcet görür müsünüz. şeklinde açıklama
yapmıştı. Sonra buyurdu ki;
-İşte O’nu siz böylece apaçık göreceksiniz. Kıyâmet gününde insanlar
haşrolacak, (yani bir araya toplanacak.)
Kıyâmet gününde Nâs’ın Seyyidi benim bu da bilirmisiniz neden?.. Çünkü o
gün Allâhü Teâlâ ve tekaddes hazretleri evvelin ve âhirin hepsini dümdüz bir
toprak üzerninde öyle bir surette cem edecek ki kendilerini çağıran çağırıcı,
ayrı ayrı her birine sesini duyurabilir.
Onlara bakan basar, ayrı ayrı herbirine nüfuz edebilir.
- Bu arada ibn-i Mes’ûd radıya’llâhu anh Beyhakî’deki rivâyetinde;
-Nâs haşrolduklarında, 40 yıl gözleri semâya dikilmiş olarak dururlar.
Kendilerine hiçbir kimse tek bir kelime söylemez. Bu esnada -GÜNEŞ’ başlarının
ucunda kendilerini yakar ve berru fâcir herkes ter deryası ta boğazına
çıkıncaya kadar hep bu halde kalırlar.
Ve nihayet Taberânî rivayetinde;
-Kıyâmet gününde adam vardır ki ter kendisini boğacak dereceye çıkar. Ya
rab cehenneme atmakla olsun
-Bu arada Müslim’de şu izahat vardır.
-Halk o gün amellerinin miktarına göre tere batmış bulunacaklardır.
Kiminin ter aşıklarına; kiminin dizlerine kiminin böğürlerine kadar çıkacak.
Kimini de ter (Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek
elleri ile ağızlarını göstererek), gemliyecek!. (yani boğacaktır.)
Diyerek daha da açık ve tafsilâtlı anlatmıştır.
Bu
arada Ebu Said Hudrî’den gelen rivayetle bu bekleyiş şöyle açıklığa
kavuşturulur:
-Bu vukûfun duruşun azabı mü’min hakkında o kadar hafifletilecek ki
ancak farz namazlardan biri kadar sürecek.
Veya bir diğer rivayette,
-Güneş gurub için ufuktan sarkıp gurub edinceye kadar o gün mü’min
hakkında gündüzün bir saatinden daha kısa da olacak!’ müjdeleri de var.
-İşte bundan sonra rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her kim neye
tapıyor idiyse onun ardına düşsün buyuracak.’
Bu arada ibn-i Mes’ûd rivayetinde Hz. Rasûlullah şöyle buyuruyor:
-Sonra gökten bir münâd-i şöyle nidâ eder; Sizi yaratan, size suret
veren size rızkını veren Rabbiniz iken dönüp başkasına ibâdet ve muhabbet
etmenize mukabil,ilâhî Adaleti gereği içinizden her kulu taptığının ardına düşürmek
değil midir?
-Evet öyledir!.. Cevabını aldıktan sonra,
-Her ümmet dünyada iken taptığının yanına gitsin! diye ilân edilir.
Bu arada Ebû Hüreyre’nin rivayetinde de şöyle ilâve var.
"Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarından birini karşısına alıp,
-Ben seni tekrim etmedim mi? Evermedim mi? Mahlûkatımı
-Evet Ya Rab!’ diyecek. Bunun üzerine O da;
-Sen beni vaktiyle unuttuğun gibi, ben de şimdi
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir üçüncüsünü de karşısına alacak, bu
kimse,
-Ya Rab ben
-Haydi senin bu dâvana şahit ikâme edelim.. buyuracak.
Derken, o kulun ağzı mühürlenip azayı bedeni aleyhine konuşmaya
başlayacak... işte bu münâfıktır!.. Ondan sonra da biri şöyle nidâ eder,
-Herkes dünyada iken kime, neye inanıyor tapıyorsa onun peşine gitsin.’
Artık kimisi güneşin, kimisi ayın, kimisi de diğer putların peşine düşüp gidecek.
Bu arada ashabı salip yani salibe tapanlar, salibleriyle; putperestler
putlarıyla; her mâbudun abideleri de kendi mabûdlarıyla beraber gider!"
Nitekim ibn-i Mes’ûd rivayetinde;
-Onlara ibâdet etmiş oldukları şeylerin timsâli görünür, beraberce onlarla
giderler. Nitekim:
-Siz de Allah’tan başkasına ibâdet ettikleriniz de cehennemi
tutarsınız!.. buyurulur.
Ve böylece yalnız bu ümmet içlerinde münâfıklar olduğu halde oldukları
yerde kalırlar. Bu arada Allahü Teâlâ Süphanehü Hazretlerinin gayrına ibâdet etmiş
olanlardan, cehenneme atılmadık hiçbir kimse kalmaz!..
Nihayet fâcir olsun, hak üzere kalan ehli kitabın geri kalanı olsun,
Allahü Azze ve Cellehu hazretlerine ibâdet etmiş olanlardan başkası kalmayınca,
Yahûdilerin bir takımı çağrılıp; kendilerine,
-Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.
-Biz Allâh’ın oğlu Üzeyri’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara
denilecek ki,
-Siz yalan söylüyorsunuz. Allahü Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş
değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?’
Onlar da,
-Ya Rab pek susadık bize su ver’ niyâzında bulunacaklar. Bu talep
üzerine
-Haydi su başına gelmez misiniz? diye kendilerine işâret vaki olacak.
Onlar da bir araya getirilip Nâricahim’e doğru sevkedilecekler.
O Cehennem ateşi ki; onların nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren
serap gibi görünecek ve onu su zannedip bir diğeri ardınca ateşe dökülecekler.
Sonra Hıristiyanların taifesi çağrılıp kendilerine -Siz kime
tapardınız?’ diye sorulacak.
-Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara da
denilecek ki,
-Siz yalan söylüyorsunuz!.. Allahû Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş
değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?..’
Onlar da;
-Ya Rab pek susadık bize su ver!..’ niyazında bulunacaklar.
Bu talep üzerine:
-haydi su başına gelmez misiniz"... diye kendilerin işaret vâki
olacak.
Onlar da bir araya getirilip, nârıcahime doğru sevk edilecekler. O
nârıcahim ki onları nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi
görünecek ve onu su zannedip yekdiğeri ardınca ateşin için dökülecekler.
Allahu tebâreke ve Teâlâ bundan sonra kalan mü’minlere evvela onları
inandıklarından bir başka suretle gelip;
-Ben sizin Rabbinizim’ buyuracak. Onlar da o tecelli ile tanımayacakları
için,
-Senden Allah’a sığınırız!.. Rabbimiz gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır,
bir yere ayrılmayız!... Rabbimiz geldiğinde biz onu tanırız!" diyecekler.
Allahu Azze ve
-Ben Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da:
-Sen bizim Rabbimizsin’ diyecekler. Ve Allâhü Teâlâ’nın onları davet
buyurması üzerine ona tabi olacaklar.
Bu arada başka bir açıklama:
-Ya siz ne bekliyorsunuz?’ dendiğinde;
-Her ümmet ibâdet ettiğinin ardına düşsün! buyuracak. Onlar da;
-Ey Rabbimiz biz dünyada iken, seni tanımayan, ibadet etmeyen insanlardan,
kendilerine en ziyade muhtaçken dahi, ayrılıp semtlerine uğramazdık, onlarla
görüşmezdik!’ diyecekler.
-Biz şimdikinden ziyade kendilerine muhtaç iken dahi, dünyada onlardan
ayrılmıştık; onlarla hareket etmedik; şimdi nasıl olur!? Biz münâdinin, her kavim
vaktiyle ibâdet ettiği neyse ona kavuşsun!.. diye seslendiğini işittik. Onun
için rabbımıza intizâr edip, O’nu bekliyoruz.
Cenâb-ı Rabbül Âlemin onlara, iki veya üç kere:
-Ene rabbiküm! (ben sizin rabbınızım).’ buyuracak.
Fakat onlar hepsinde de,
-Senden Allah’a sığınırız!.. Allah’a bir şeyi şirk koşmayız!..’
diyecekler.
O derecedeki, bazıları imtihanın şiddetinden rücû eder gibi olacak.
Nihayet;
-Rabbınızı tanıyabilmeniz için aranızda bir alâmet var mıdır diye sual
buyrulacak ve
-Evet’ diyecekler. Evet cevabı üzerine -keşfi şak’ olacak ve
kendiliğinden, Allâh’a secde etmiş her kim varsa secde etmeye tarafı ilahiden
kendisine izin verilecek. Riyâ olarak secde etmiş olan münâfıklarınsa
sırtlarını Allahü Teâlâ tahta gibi kaskatı kılacak, bunlar secdeye davrandıkça
sırt üstü düşecekler. Mü’minler sonra secdeden başlarını kaldırdıklarında Rabbı
müteâlilerini ilk defa gördükleri sûrete dönmüş bulacaklar. o zaman:
-Ene Rabbiküm’ buyurduğunda
-Ente Rabbena’ (evet sen bizim
rabbimizsin) diyecekler.
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh şöyle nakletti:
Rasûlullah
salla’llâhu aleyhi ve sellem’den şöyle işittim:
-Kıyamet gününde kulun fiîllerinden hesap vereceği ilk şey namazdır!..
-Bakın, kulumun nafileleri var mı?..’ der.
Farzlardan eksik kalanı böylece tamamlanır.
Ve sonra sâir ameli bu minvâl üzere olur.’
(Tırmizî)
hf
"VEL YEVMİL ÂHİR"...
KIYÂMET SÜRECİ...
Bu
ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:
"Vel
yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav"
harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR"
şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de
diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...
"VEL
YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki
"an"a şeklinde çıkar anlam..
"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye
anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyamet"
anlaşılır!...
Buna
karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra
gelen diğer anlar" anlamınadır.
"YEVM"
Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de
anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...
Bizim
bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde
dünyasına, beş duyuya bağlı, izafi-göreceli bir ifade
olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.
Bu
sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar"
deyince; bu "daha sonraki "an"lar"
ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.
Yani
içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da
var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu
birinci manası..
"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum
andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen
"sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar
hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah
âlemi, kıyamet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı
şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam
mevcut..
Bir
de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani,
"bilinen o meşhur "AN"!...
Nedir
o meşhur "AN" ?...
"Büyük kıyamet" diye bilinen,
bahsedilen zaman süreci!..
Böyle
bir sürecin de yaşanacağı..
Berzah âlemindeki, kabir
âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve
cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını,
sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...
"Küçük kıyamet", diye
bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi"
anından sonraki bireysel yaşama anları...
Demek
ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ
anlayacağız:
1-sonsuza dek sürüp gidecek olan bir
yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam
edecek olan yaşam "an"ları.
2-bütün insanların ve cinnin
-yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda
gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.
"Vel yevmil ahir" anlayışı, ele
aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile
islamiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.
Geçmiş
bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm'de, Konfiçyus dininde v.s. de "âhiret
günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve
bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme
süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.
Ayrıca,
reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde
burası!..
Bütün
ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi
dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan
denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye
dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada
yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu İslâm
dininde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.
KIYÂMET HALLERİ
İşte bundan sonra cehennemin tam ortasına sırat köprüsü kurulacak.
-Ümmetini en evvel oradan geçirecek olan benim!"
Müslim’deki rivayette;
- Sonra cehennemin üstüne köprü kurulur ve şefâata izin verilir ve
"ilâhî bizi selâmette bırak, selâmette bırak" diye duâ edilir.
Sırattan en evvel geçmek ümmeti Muhammediye aittir. Sonra bu münâdi
"Muhammed nerede" diye nidâ edecek. Bunun üzerine Rasûlullah
Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ayağa kalkıp, iyisi, fâciri hep birlikte olmak
üzere bütün ümmeti de arkasına düşecek ve köprünün yolunu tutacaklar.
Allahü Teâlâ o zaman düşmanlarının nûru basarlarını ellerinden alacak ve
bunlar sağlı sollu cehennemin içine sapır sapır dökülecekler. Ve yalnız Nebi
Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ile Sâlihler necat bulacaklar. Nitekim Rasûlullah
buyurduktan sonra:
- Ümmetler bize yol açacaklar. Biz de azâmızdaki abdest eserlerinden
dolayı, yüzlerimiz nurlu, ellerimiz ve ayaklarımız sekili olarak geçeceğiz.
Ümmetlerde bize baktıkça bu ümmetin hep enbiya olmasına az bir şey kalmış
diyeceklerdir. O gün Rasûllerden başka hiçbir kimse konuşamaz ve kelâm edemez.
Rasûllerin de o günkü kelâmı "İlâhi selâmet ver"den ibaret olacak.
Sıratın yanına gelince Allahu Azze ve
-Aman bizi bekleyin nurunuzdan biraz iktibas edelim" derler.
Mü’minler de:
-“Ey Rabbımız, nurumuzu daha ziyade tamamlayıp, parlat" niyâzında
bulunurlar.
O sırada hiçbir kimse hiçbir şeyi aklına getiremez. Sırat üzerinden
geçilirken; mü’minlerin kimi göz kırpacak zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi
rüzgâr gibi kimi kuş gibi, kimi alayörük cinsi at ve deve gibi süratle
geçerler. Onlara,
-Nûrunuzun miktarınca kurtuluşa koşun!" denir.
İbn-i Mes’ûd, sürati aşağıda sıraya koyar:
-Göz açıp kapaması kadar; bir şimşek hızı; bir meteor, yıldız süzülüşü,
rüzgâr, at hızı, deve hızı süratleri; sonra, nuru yalnız ayaklarının
başparmağında olarak verilen kimsenin yüzükoyun yürüyerek elleri ve ayakları
ile emeklediğini ve bir kolunu çekse öteki kolunu, bir ayağını çekse öteki
ayağının takıldığını ve kurtuluncaya kadar da ateşin yanlarına çarptığını
anlatır.
-Cehennemde sadan dikenlerine benzer çengeller vardır. Sadân dikenlerini
hiç gördünüz mü? Evet, işte bu çengeller sadan dikenlerine benzerler. Ancak şu
var ki ne kadar büyük olduklarını ancak Allahü Teâlâ bilir. İşte bunlar
insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar.’
Bu arada kimi koşarak, kimi yürüyerek geçer; derken sonuncuları karın
üstü sürünerek gider de,
- Yarab beni neden bu kadar geç bıraktın? der. Cenâb-ı Rabbül Âlemin de,
-Seni geç bırakan senin, kendi amelindir’ buyurur. Nitekim Sûre-i
Tahrim’de,
-Mü’minlerin nurları önlerinden ve sağ taraflarından yürür’, mü’minler
-Yarabbi şu nurumuzu daha ziyade tamamlayıp parlat bize mağfiret et’
derler.
Nitekim Sûre-i Hadid’de de şöyle anlatılır:"O günde münâfık
erkekler ve kadınlar iman edenlere
-Aman bizi bekleyin de nurunuzdan biraz iktibas edelim’ derler. Lâkin
kendilerine
-Geri dönün nuru orada arayın’ denilir. Bunun üzerine mü’minlerle
münâfıklar arasında kapısı olan bir sur kurulacak ki kapının içi rahmet, dışı
da azabtır"!.
-Münâfık ve mü’min bunların her birilerine birer nur verilir sonra yine
ardına düşerler. Cehenem köprüsü üzerinde birtakım çengeller ve dikenler vardır
ki; Allâh’ın dilediği kimseleri yakalarlar. Derken münâfıkların nurları söner.
Sonunda mü’minler kurtulur.
70 bin kişi olan ilk zümre dolunay gibi nurlu geçip kurtulurlar. Hiç
hesap da görmezler. Onlardan sonra gelenler gökyüzündeki en parlak yıldız
gibidirler! Sonra diğerleri de böylece geçerler.
Sıratın her iki yanlarında asılı duran çengeller vardır ki, kimi yakala
denirse onu yakalamaya memurdurlar.
Bu çengeller:
-Cehennemin etrafı şehvetlerle arzularla sarılmıştır’ diye işâret
buyurulan şehvetlerdir. İstek ve arzulardır. Bu istek ve arzular sıratın yan
taraflarına konmuştur. Her kim onlara aldanırsa cehenneme düşer zira onlar
cehennemin çengelleridir denir. İşte kötü amelleri dolayısıyla helâk olurlar. Kimisi
hardal gibi ezim ezim edildikten sonra ancak necat bulurlar.
- Yâ Rasûlullah köprü nedir? diye sorulduğunda buyurdu ki,
- Üstünde çengeller bulunan kaypak bir şeydir! Kulağıma çalındı kı sırat
kılıçtan keskin, kıldan incedir. Bunların kimi sapasağlam ve olduğu gibi
kurtulurlar, kimi tırmıklar içinde perişan olarak salıverilirler, kimi de
cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler. Nihayet sonuncuları sürüklene
sürüklene geçer ve kurtulur. En nihayet Allâhu Teâlâ ve Tebâreke hazretleri
kulları hakkında hüküm ve kazayı abdin icra ve ikmal edip rahmeti ilâhisiyle
ehli ateşten dilediklerini cehennemden çıkarmaya meşiyeti rahmanisi taallük
ettiğinde, melâkiye kirâma, rahmeti ilâhiyeye nailiyetleri murad olanlardan;
-Allah’a şirk koşmamışlardan, Lâ ilâhe illallâh diye şehâdet etmişleri
cehenemden çıkarın!’ diye ferman buyrulur.
Onları varlıklarındaki, bedenlerindeki secde eserlerinden tanırlar ve
öylece çıkartırlar. Allahü Teâlâ secde eseri yerlerini mahvetmeyi cehennem
ateşine haram kılmıştır.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, bugünkü günde
apâşikâr olmuş, hakkını kurtarmak için hiçbirinizin yalvarıp yakarması, o
dehşetli günde asi mü’min kardeşleri arasından çıkıp kurtulan mü’minlerin,
kalanlar için Cebbar-ı Zül Celâl Hazretlerine yalvarıp yakarmasına benzemez.
Kurtulanlar o zaman diyecekler ki;
-Ey Rabbimiz bu kalanlar bizim kardeşlerimizdir. Bizimle beraber namaz
kılar, oruç tutar, hac eder ve hertürlü âmeli sâlihada bulunurlardı.’ Cenâb-ı
Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de,
-Haydi gidin, kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi
bulursanız çıkartın.
Hak Teâlâ onların sûretlerini yakmayı ateşe harâm edecek. Artık bu
şefaat ediciler, kimi ayağının üstüne, kimi yarı inciğine kadar ateşe gömülerek
içeriye dalmış bulacaklar. Tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ,
-Haydi bir daha gidin, kalbinde yarım dinar ağırlığında iman ve yakîn
olan her kimi bulursanız çıkarın.’
Buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra
Hak Teâlâ:
-Haydi bir daha gidin kalbinde zerre ağırlığında iman ve yakîn olan her
kimi bulursanız çıkarın buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını
çıkaracaklar.
Nitekim
Hâsılı Nebi ve Rasûller , melekler, mü’minler şefâat etmiş olacaklar
derken Cebbar-ı Müteal artık sıra benim şefâatime geldi buyuracak. Nas’ın
hesabını görmekten fariğ olur ve ümmetimden geriye kalanları ehli-nâr ile
beraber cehenneme sokar, Cenâb-ı Hak. O zaman ateş ehli,
-Siz dünyada iken Allah’a ibâdet edip ona hiçbir şeyi şirk
koşmadığınızın sanki size ne faydası oldu?.. derler. Cehenneme girmiş olan
diğerleri, bu namaz kılıp oruç tutan mü’minleri görünce:
-Siz şirk koşmuyordunuz ama bunun ne faydası oldu!.. Gene girdiniz işte
cehenneme!.. diyecekler. Bunun üzerine Cebbar-ı Müteal:
-İzzet ve Celâlim hakkı için onları ben cehennemden azad edeceğim!"
buyurup, göndereceklerini onlara gönderecek ve o zavallılar oradan
çıkarılacaklar.
Bundan sonra Allahu Azze ve Celle:
-Melekler şefâat ettiler, Nebi ve Rasûller şefâat ettiler, mü'minler de
şefâat ettiler!.. Şefâat etmeyen bir Erhamür Rahimiyn kaldı!.. buyuracak.
Ve bundan sonra, dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde
kömüre dönmüş birtakım kimseleri çıkaracak.
Cennetin yolları üzerinde olup, Hayat Nehri diye tanımlanan bir nehrin
içine kendileri daldırılacak. Artık Nehri Hayattan, inci gibi güzel olarak
çıkıp, boyunlarında mühür halkalar gibi altınlar asılı duracak; ki ehli cennet
onları, o alâmet ile tanıyıp,
"İşlemiş amelleri hayırları olmadığı halde imanlarından dolayı
Allah’ın cennete ithal ettiği azadlıları bunlardır" diyecekler. Hak:
-Cennete girin gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir’ buyuracak.
- Ey Rabbimiz sen âleminden hiç kimseye vermediğin bir ihsanda bulundun
bize!.. diyecekler.
En nihayet cennet ile cehennem arasında, yüzü ateşe dönük bir kimse
kalır ki, o cennete girecek cehennem ehlinin sonuncusu olur.
- Ne olur Yâ Rab, yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip
duruyor, beni yakıyor!.. diyecek. Böylece adam yalvarıp duracak. Cenâb-ı Hak
ona buyuracak ki:
-Peki bu senin dediğin yapılırsa, acaba başka bir şey daha istemeyecek
misin? O ise
-izzetine yemin olsun ki hayır! diyecek. Allahü Teâlâ meşiyeti ilâhiyesi
taallûk
-Ya Rab ne olur beni cennetin kapısına yanaştır. demeye başlayacak.
Allahü Teâlâ da;
-Evvelce istediğinden başka bir istekte bulunayacağına dair bana yemin
etmemiş, söz vermemiş miydin? diyecek. O da;
-Ya Rab mahlûkatının en badbahtı ben olmıyayım, n’olur? diye yalvarmaya
devam edecek. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
- Bunu verirsem başka bir şey istemiyeceksin, söz mü?’ diyecek. O da,
-İzzetine yemin olsun ki başka bir şey isteyecek değilim’ cevabını
verecek. Ve Rabbının dilediği ahdi misâki verdikten sonra Rabbı onu cennetin
kapısına yanaştıracak. Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti
içindeki nedred ve sürûru görünce gene Allah’ın dilediği kadar bir süre
utancından sustuktan sonra:
-Ya Rab n’olur beni içeri sok! diye başlayacak. Allâh da;
-Allâh layığını versin behey ademoğlu sen ne sözünde durmaz kimsesin.
Sen verdiğimden başka bir şey istemiyeceğine dair daha evvel söz vermemiş
miydin?’ diyecek. O da,
-Ya Rab mahlûkatının en bedbahtı ben olacağım’ diyecek ve tekrar duâya,
niyaza devam edecek. Allahu Teâlâ da ona gülecek ve cennete girmesine izin verecek.
Bunu söylerken Rasûlullah,
-Benim niçin güldüğümü sorsanıza..?" dedi. Dedi ki: Rasûlullah
Aleyhi ve Sellem de böyle güldü,
-Sen Rabbülâlemin iken benimle istihza mı ediyorsun dediğinde
Rabbülâleminin haline güldüm. Çünki Cenâb-ı Rabbülâlemin,
-Benim seninle istihza ettiğim yoktur. Lâkin ben dilediğime kadirim!
buyurdu. Ve Cennete girince, "temenni et" denecek; o da uzun uzun
temennîlerde bulunacak; nihayet dilekleri kesilince Cenâb-ı Hak; şunu da iste,
bunu da iste, şunu da iste buyuracak; ki bu şeyleri Allah aklına getirecek.
Nihayet dileklerinin tamamı kesilince, Allahü Teâlâ da,
-Bunların hepsi, bir o kadarı daha senin olsun! buyuracak.
Bu arada izah ediyor;
-Ben ehli nârın, ehli ateşin cehennemden en son çıkacak ve ehli cennetin
cennete en son girecek olanını biliyorum. Bu o kimsedir ki cehenemden emekliye
emekliye çıkar. Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri ona cennete gir buyurur. O kimse
cennete varacak ve görecek ki cennet dopdolu kendisine yer kalmamış. Dönüp,
-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum’ diyecek. Cenâb-ı Hak ona:
-Git cennete gir" buyuracak. O kimse gene cennete varacak, cenneti
yine dopdolu bulacak. Dönüp,
-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum" diyecek. Cenâb-ı Hak ona:
-Git cennete gir. Dünya kadar ve dünyanın on misli kadar yer sana
aittir" buyuracak.
Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem gerideki dişleri görününceye
kadar tebessüm etti, sonra,
-Ehli cennetin en aşağı menzil ve mertebe sahibi işte bu kişidir,
buyurdu.
Rasûlullah Aleyhisselâtı vesselâmdan:
- Ehli cennetin en aşağı makam ve menzileti nedir?
diye sual oldu. Rabbı cevaben buyurdu ki;
- Bu öyle bir kimsenin makamıdır ki; o kimse ehli cennet, cennete ithal
olduktan sonra gelir. Ona cennete gir denilir. O ise,
- Ey Rabbim herkes kendi menziline yerleştikten alacağını aldıktan
sonra, bu nasıl mümkün olur? der. Cenâb-ı Rabbül âlemin ile onun arasında şöyle
bir muhavere olur:
- Dünya padişahlarından bir padişahın mülküne benzer bir mülke nail
olsan razı mısın?
- Razıyım Yarab!
-İşte öyle bir mülk senin. Bir o kadar daha bir o kadar daha, bir o
kadar daha, bir o kadar daha. Beşincisinde cevabı keserek,
- Razı oldum Yarabbi. der.
-İşte bir o kadar şey hep senin. Onun on misli de senin. Bir de nefsin
her neyi arzu ediyorsa; gözün her neden hoşlanıyorsa hepsi de senin.
-Razı oldum yarab. der. Ya ehli cennetin en yüksek makam ve menziline
sahipleri nasıl olur? diye sordu. Cevaben;
Kendim için seçtiğim kullarım var ya işte onlar. Keramet fidanlarını
kendi kudret elimle dikip mühür altına aldım. Onların halini ne bir göz görür,
ne bir kulak işitir, ne de beşerden herhangi bir kimsenin kalbine bu konu
girmiştir.
hf
Kıyâmet sonrası dediğimiz hayat ise, o boyutun şartlarına göre ruhun
kesâfet kazanarak, yeni bir “bedenleşme” olan devredir!..
Kıyâmetten
sonra ruhun yaşantısı, ruhun kesâfet kazanarak, bedenleşerek bu hali ile
yaşayacağı bir devredir.
hf
Yapılan hata ve günâhlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin,
günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam,
sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak,
terbiye olarak ulaşması içindir!.
Diyelim
ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222222. basamağı oluşturmak için
takdir olundun!. Bir milyar basamaklı merdivenin 222222. basamağısın. O basamak
olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allah,
Allah, ezelde ilminde, öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o
merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi
basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür
boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!.
Kıyâmet,
bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyâmeti, insanlık
merdiveninin tamamlanmasıdır.
Soru
“-Deminki anlatımda, "insanın, merdivenin hangi basamağında
olacağı bellidir.." diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;
"Külle yevmin huve fi şe`n"
(O, her an yeni bir şandadır.)
Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdîr ile
belirlenmiş olması, hususunu çakıştıramıyorum?..”
Cevap
Şu cümlenin mânâsı çok önemli:
"Allah, her bir âlemde, o âlem suretleri olarak tasarruf
eder."…
işte bu,
"Allah her an yeni bir şandadır"
işaretiyle anlatılan olaydır.
Şimdi
dikkat ediniz…
"İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!" cümlesi ne kadar doğru ise…
"Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!" cümlesi de o kadar doğrudur!...
Biri
bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı
şey diyorum!...
Küll
var, ayrıca bir de cüz var, diye
Beş
duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var… İlim boyutunda, bilinç
boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, Varlık TEK;
ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!.
Bilinç
boyutundan “eşyanın hakikatine” baktığın zaman "Küll`e ait irade,
Küllî irade" diyorsun...
Beş
duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz sûretlerinden göründüğü için, "cüz`i
irade" diyorsun.
Oysa,
gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!.
Dolayısıyle,
"Külli irade vardır, gerçektir" dersen, doğrudur... Ama, “yanında
bir de cüz`i irade vardır" dersen, yanlış!. Çünkü, Külli iradenin
yanında bir de cüz`i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur..
Ya
da, sadece "cüz`i irade vardır" diyebilirsin. Yani, ayrıca bir
de “Külli irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!..
Göze göre “cüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini
idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!.
İşte
bu yüzdendir ki, ya, yalnızca "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca
külli irade diye bir şey yoktur" dersin. Doğrudur.. Veya, "Külli
irade vardır, cüz`i irade diye bir şey yoktur" dersin. Bu da
doğrudur!..
Ancak,
"külli irade yanısıra cüz`i irade de vardır!" dersen, işte bu
bâtıldır, geçersizdir; şirktir!.
Şimdi,
"her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur"
ifadesinin manâsını anlamaya çalışalım… Burası anlaşılması bir hayli zor bir
husus.. "Küllî irade vardır, cüz`i irade yoktur" diyerek olayı
anlamak kolay!.Buna karşılık " her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca
küllî irade diye bir şey yoktur " ifadesini hazmetmek zor!... Nasıl
olacakşimdi?.
Hem
de üstelik "Tek`in takdirinden, Tek`in merdiven takdirinden"
söz ediyoruz yukarıda..
Tek`in
merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın,
kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?..
Oluşmaz!..
Basamakların
her biri her an oluşmaktadır.. Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir.
Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan
özelliklerden ibaret olmaktan da beridir!.
Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!. "O her an
yaratıştadır." ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!.
Allah`ın
hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor, ve "hayattayım" diyoruz. Biz nasıl,
ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kaim olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından
meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz,
kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.
Eğer, bizdeki, "dışarıdan bakmanın" getirdiği isimleri
kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O, olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere
getirecektir.
"Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak
durumundayım, öyleyse boş vereyim.."
demek, muhâldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir!. Çünkü, hiç bir
şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen
yumurtadan oluşan tek hücrenin; "Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan
olacağım, o halde çoğalmayayım." demesine benzer…
O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?.
Hayır!.
Kendi
mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu
olarak mecburdur çoğalmaya.
Aynı
şekilde, olayı makro plâna, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, ”TEK”in
takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak
olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak, diye bir tey
düşünülemez!..
Takdir olunan nihâî nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!..
O
hücre, benim karekteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek
tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye...
Kader dediğimiz olaya da gelince:
Biz
belli, nihaî son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program
da mevcut… Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz`ümüzdeki genel programın
doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor.. Bizdeki bu program da, her an,
boyutsal derinliğimizden gelen meleki tesirlerle karşılıklı alış veriş halinde…
Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem
bâtından boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi
şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!.
İşte
“irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..
“İrade-i
cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!.
Bizim,
irade-i küll yanısıra, bir de irade-i cüz yoktur dememizin sebebi, ikisinin
aynı anda mütalâa edilmesi dolayısıyledir. Yoksa, esasında varlık, ”Tek”dir;
dolayısıyla irade de tektir!.
Sen
bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “vechullah” denilen
“tek”lik boyutunu görürsün.. Tek’lik müşahadesindesindir; “ilm-el
yakîn”desindir!.
Teklik
müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek`tir!.
Külli irade, cüzlere ayrılmaz Tek`tir..
Yok
işte
Kur`ân-ı Kerîm, algılayabilma kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki
projeksiyonu da açıklıyor..
Kur`ân, "sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin"
ifadesi ile, sırf cüz`iyet açısından olayı değerlendirerek; -yanısıra
külliyeti katmadan-, cüz`iyet açısından olayı anlatıyor.
Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, "Sadece Tek bir
irade vardır. O da, Allah!"; "Allah dışında bir şey yoktur!." anlamı, bu noktayı anlatıyor.
"Sadece
Allah vardır ve O`nun dışında bir şey yoktur!" ifadesi, cüzleri görme
projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur!. Ama, bunların ikisi bir arada yani
aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!.
Yani,
ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri.. İkisini bir arada
düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..
"Külle yevmin Huve fi şe`n" (55/29)
âyetinde, dikkat ederseniz "HÛ" ismi var.. "ALLAH"
ismi geçmiyor!.
"HÛ" ismi, cüz`ün
özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an
cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta.. Oluşumun kaynağı O!..
Yani,
şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği
enerji ve
Genelde
yaptığımız bir hata var..
Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat
etmiyoruz. "HU" diyor, biz onu "ALLAH" isminin işaret
ettiği mana olarak anlıyoruz..
"HÛ" nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik
boyutudur.. Âyette, "HÛ"
diyor.. Öyle ise biz onu anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!.
Sorabiliriz
burada: ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?. Bu kazanım insanın
geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz,
kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz.
Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..
Yontulmalarla
oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu
davranışlarında ilmin rolü yok mu?. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi
ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o
kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.
Şimdi
diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki, her
insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!.
Ben, bu bilgiyi özümsediysem
Ben,
o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu
olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak
veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.
Diğeri
ise, bu ilimden mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü
davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye
çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona
kızmakla...
İlim,
bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık
ben, onunla fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?"
diye kızmıyorum..
İnsan,
bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milonlarca hücre
infilâk ediyor, yok oluyor!. Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre,
beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon
oluşuyor!. Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrib olup
kullanılmaz hâle geliyor!.
"Keskin sirke küpüne zarar verir."
sözü buna dayanıyor!. Bir infilâk anında kendi beynini harab ediyorsun!. Sen,
karşımdakine kızdım diyorsun, halbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun!.
Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer… Ama,
beyinde infilâk
İşte
bak!. Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak
davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor; ve o ilimle sen yontulmuş
oluyorsun. Yani, seni yontan, ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor,
ilmin seni yontuyor!..
Elmas
vardır, 16 kesimdir. bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri
diyelim ki 100 milyon liradır. bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10
milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer
farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!.
Hepimiz
birer “elmas”ız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar
yukarıda olacaktır.
Soru
Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana
bağlı. Yani, oynak bir şey.. Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması
lâzım gelmez mi?.
Cevap
Hayır!.
Merdivendeki
yerin sabit!..
Merdivendeki
yerin, demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek… Senin o oynama
anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve
bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontu hâlin, senin o sabit
yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son
yontulma halin ise ölüm anındaki hâlindir senin!..
Cehennemdeki
yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır!. Yani,
diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde
bazı pislikler var!. Pislikler ateşte yakılır!. Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem,
altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!.
Cehennem,
dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır.
Oradaki arınmanın neticesi de, saidler için cennet dediğimiz ortamdır..
Sonsuz
dek cehennemde kalacaklar ise, gene bu ortamda kendi hakikatlarına uymayan
özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar… Böylece de artık
azapları sona erer; yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp,
cırcır otu biter”!.
Bilirsiniz
dostlarım çok meşhur bir deyimdir bu… “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” denir…
Hiç düşündünüz mü bunun üzerinde biraz derin olarak?
Buna
yakın bir de başka bir deyiş vardır… “Dili belâsı!” denir… Bazen de o “dîli
belâsı” olur!.
Elbette
ki, “ağız” ve “dil” yalnızca bir araç… Alet!.. Ona hükmeden ise
beyin!(?) (mi)…
Hani
bir de başka bir deyiş vardır gene…
“Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!”
Sözün
büyüklüğü metreküple ölçülmüyor herhalde!
Bunlara
özetle işaret ettikten sonra, esas üzerinde durmak istediğimiz hususa gelelim.
Söylediğiniz
söz, ağzınızdan çıkan nereden geliyor acaba?
Beyinden
derseniz; elbette doğru!… Ama beyinde nasıl oluşuyor ve beyinden hangi etmenle
açığa çıkıyor o fikir?
Neden
ağzımızdan çıkanın sonuçlarını yaşamaktayız?..
Başımıza
gelenlerin pek çoğu, geçmişte, hiç farkında olmadan bizden çıkanlardır… Belki
bazılarını unutmuşuzdur bile… O an söyler geçeriz!..
Sonra
o söylediklerimizin sonuçları ile karşılaşınca da başlarız feryâdı figâna!.
“Nereden geldi bu başıma!”
Talep
senden çıktı!… Sen öyle olmasını istedin ve oldu!.
Sen unutursun ama Allah unutmaz!.
Ne
ektiysen onu biçeceksin!.
Dön
geriye ve bak… Yazdıklarını, söylediklerini, düşündüklerini hatırlamaya çalış…
Sen
onu öylece düşündüğün anda, onun sonuçlarını da yaşamağa mahkûm ettin kendini…
Ve lâkin bunun hiç farkında değilsin!.
Hatırlayın
şu uyarıyı:
“Nefsinizde olanı (DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜ) açıklasanız da, açıklamasanız da,
varlığınızdaki Allah size muhasebesini (sonuçlarını) yaşatır!”
Şimdi
isyana kalkabilirsiniz, “iyi ama ben nasıl düşünceme hâkim olabilirim”
diyerekten… Bu hüküm veya oluş, açıklandığı zaman, bazıları da bunu
yapmışlardı… Ama bir şey değişmedi!…
“Ve len tecide lisünnetillahi tebdila”
“Allah’ın sünneti(SİSTEMİ) kesinlikle değişmez!”
Unutmayın ki, Allah’ın ezelde yaratmış olduğu SİSTEMİ açıklayan Allah
Rasulü, bu itirazlara karşı, bu sistemin işlemeyeceği yolunda bir açıklama
getirmedi!.
Atılan
bir okun, havada giderken kendi kendine bir anda istikamet değiştirip başka bir
yöne gittiğini gördünüz mü hiç?
Fikir,
beyinden atılan ok gibidir!. Düşünüldüğü anda işlevini yerine getirmeğe
başlar!. Fikrin yaratıcısı Allah’tır!.
“Attığın zaman sen atmadın Atan Allah’tı!.”
“Seni de, fiîllerini de Allah yarattı!.”
“Allah” ismiyle işaret edileni gökte bir “TANRI” gibi
anlarsan, elbette bu muammayı çözemez; sayısız açmazla karşı karşıya kalırsın!…
Bir
de, “Allah” adıyla işaret edilenin, kendi varlığında gerçekte mevcut
olan BÂKÎ olduğunu anlayabilsen… İşte o zaman muamma çözülmeye
başlayacak!.
“Sizde istek oluşmaz Allah istemedikçe!.”
Biraz daha çözüldü değil mi olay şimdi;
Sen,
“fâni”sin ezelden ebede… Allah, “Bâkî” ezelden ebede!.
“Yok”tan
ne var olur ki?… “Yok”!
Öyle
ise var sanılan türlü görüntüntüdeki, “Bâki”, AHAD!.
Ben
gâfil, sanırım ki ben diledim; oysa tüm melekler ve rasihun şahâdet eder ki
dileyen yalnızca “Bâkî”!.
O
zaman hemen bir ampul yanar ârifânın beyninde!…
“Hükmettiğimiz bir şeyin olmasını dilersek ol deriz; ve olur”!.
Yukarıdaki
mi dileyen; yukarıda, gökte bir yerlerde mi?…
Yoksa,
algıladığın veya algılayamadığın her şeyin hakikati olup; tümünden de “Ganî”
olan; “Bâkî” mi?
Senden,
senin takdirini açığa çıkaranı tenzih ederim!.
Hükmü
veriyorsun; beyninle açığa çıkarıp, dilinle ortaya atıyorsun… Sonra da,
verdiğin hükmün sonuçlarını yaşayınca şaşırıp kalıyorsun; “ben böyle olmasını
istememiştim”, diye!.
hf
KIYÂMET ALÂMETLERİNİN BÂTINDA ZUHÛRU
Gerçekte, hesaplamalara göre hicri 1400 ile 1410 yılları arasında
vazife almış olması gereken devrin Müceddidi -eğer son müceddid ise-
Mehdî`nin arkasından "Deccal" diye bildiğimiz bir
varlık ortaya çıkacak; kendisinin, insanların Rabbı olduğunu ileri sürerek
kendisine tapınılmasını isteyecek; sonrasında da İsa aleyhisselam
dünyaya geri gelecek!.
Bu
işin zâhir yönü... Buna aklı ermeyenler inkâr ederler, te'vil etmeye
çalışırlar, ama bu bir realitedir; onlar bunu idrak edemese de!
Bir
de olayın bâtın yönü var ki; işte burada biz, bu bâtın yönden sözetmeye
çalışıyoruz.
"Nefs"in hakikatının ne
olduğunu bildikten sonra kişi, belli şartlanmalardan da kendini arındırabildiği
takdirde, en büyük tehlikeyle yani tabiat tehlikesi ile baş başa
kalır... Tabiat tehlikesinin içine düşmesinin sebebi, Nefsin,
hakikatını tam hakkıyla bilememesi ve ilmin neleri getirmesi konusunda yeterli
bilgiye sahip olmamasıdır!.
İşte
bu, "kıyâmet alâmetlerinin bâtınî tecellileri" diye
anlatılanbir olayla alâkalıdır...
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
açıklamalarına göre, önce Mehdî çıkar ve insanlara Hak ve Hakikatı
açıklar!...
Onun
akabinde Deccal çıktığı zaman, solunda Cennet vardır; sağında ise
Cehennem!. Ve iki kaşı arasında da "Allah'a karşı kâfir"
yazılıdır...
Deccal çıktığı zaman halk susuz kalır, aç
kalır, yiyecek-içecek bir şey bulamaz. Oysa bütün yiyecek ve içecekler, zevkler
Deccal'in yanındadır. Kendisine iman edip tâbi olan herkese her türlü
zevki tattırır...
Ancak
ne var ki, O'nun tattırdığı nimetlerden tadan kişi artık bir daha iflah
olmaz!... Ve Deccal, kendisine inananlara dünyada Cennet hayatı
yaşattırır... Oysa, o Cennet hayatını yaşayanların ölümötesindeki geleceği
Cehennemdir!
Buna
mukabil, kendine inanmayanlara da Cehennemi yaşattırır ki, onların Cehennemi
ölümötesinde Cennet hayatına dönüşür.
Bu
ne demektir?.
Kıyâmet
alâmetleri, kişinin seyri sülûkta "MÜLHİME NEFS" bilinci devresinde
bâtınen oluşur...
Önce
Mehdî`si çıkar ve gerçeği farkettirir; sonra da aldığı ilmin imtihanı
olarak "Deccali" yani "benim dışında ayrıca bir
tanrı yoktur dolayısıyla ben dilediğimi yapar, her türlü bedensel zevklerle
dilediğim gibi yaşarım bilinci" ortaya çıkar!. "Ben, Hak`kım"
der!.
Yani,
kişi Nefsi yönünden Rabbını bilir ve tanır. Daha doğrusu, Rubûbiyet
mertebesinin "Nefs" adı altındaki zuhûrunu idrak eder. Bunu
müşahede ettiği zamanda Nefs, "Mademki ben Rabbım, dilediğimi
yaparım." düşüncesine kapılır!.
"Mademki Hak benim!.. Benim dışımda bir Tanrı yok, öyleyse Hak
dilediğini yapar" der; bedensel istek
ve arzular doğrultusunda yaşamaya başlayıp, sigaraya başlar, içkiye başlar;
zinayı mubah görür; kumar oynar ve tüm mânevî değerlere boşverir!...
İşte
bu, Deccal`a tâbi olup O`nun yalancı cennetine girmek, diye tanımlanır
ehli kemâl tarafından tasavvufta!
Bu
hâliyle Nefs, eğer tabiat ve şartlanmalarından tam hakkıyla
arınamamışsa; kendini gerçek boyutlarıyla tanıyamamışsa; kendini bu beden
olarak tanıma halindan arınamamışsa; diğer bir anlatım ile, Bilinç tam
bir arınışa tabi olmamışsa; kişinin kendini bu beden olarak kabul etmesinin
ve "Hak"lığı bedenine vermesinin neticesinde tamamen tabii-bedeni
zevklere düşer!”
MÜLHİME" bilincinin zirvesinden
"EMMARE" batağına saplanarak boğulur gider!.
Bu
hususu İnsanı Kâmil mertebesindeki Abdülkerim Ceyli, "İnsan-ı
Kâmil" isimli eserinde şöyle anlatır :
"Tabiatın icabı olan uygunsuz işleri bırakmak, onunla olan bağları
yok edip kesmek sûretiyle Nefse muhalefet etmek, Deccal'in sağına aldığı
Cehennem'dir..."
Yani
bir kişi, Nefsi itibariyle tabiatının iktizası olan yeme içme seks gibi
hallerden öte bir varlık olduğunu farkederse; bilinç boyutunun gereğini
yaşarsa,onun bu hali, kendini Deccal'in Cehennemine atması olur. Gerçekte ise,
ebedî olarak cennet yaşamına ermesi demektir kendini Deccalın cehennemine
atması... Böylece, bilinç boyutunda kendini bulmaya başlar!.
Aksine,
bilincin kendini beden olarak
"Ulûhiyet" kavramının gerçeğini
örterek, kendini "Rab" olarak görme gafletine düşer!.
Ârif`in, yani mâ`rifete ermiş, Nefsinin
hakikatını bilmiş kişinin, bedenin tabiatına esir düşmesi sonucu, doğruyu
göremez hale gelmesi; tabiatın ağır basması ve bunun sonucunda kendisine
yapılan yüce hitapları anlayamayacak hâle düşmesi; Deccal zamanındaki
bazı kişilerin Onun cennetindeki nimetlerle yaşaması gibidir..
Ârif`in, Deccal`ın yanına
katılmayıp Nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda kalışı, insanların Deccal
zamanında yiyecek ve içeceği ancak onun yanında bulmaları yüzünden aç kalmayı
tercih edişleri hükmüne girer...
"Bir zaman gelecek, o zamanda dinini tutan, ateşten bir koru
avuçlamış gibi olur."
Buyurmuş Rasûlullah insanlara.
Bu,
zâhirde kıyâmet zamanında olacak.
Buna
karşılık, aynı olayın bâtın yorumu ise, Mârifet Ehlinde, işin
hakikatını anlayıp idrâk ettikten sonra, hakikatın sonuçlarını
bilincinde yaşayabilmesi için tabiatı ile mücadele etmesi zorunluluğunu
anlatır.
O süre içinde, şayet bir kişi bilincinin gereğini yaşayabilmek için
tabiatıyla mücadeleden geri kalırsa, mücahededen yaya kalırsa, Nefsani istek ve
arzulara yönelirse, bedenin tabiatının gereği olan fiillere bağlı kalırsa işte
bu, "Deccal`in verdiğini almak, tutmak" olur.
Yani kişi, varlığının Hak olduğunu müşahade ederek ipin ucunu salarsa...
Zevkini, bu bedenin zevklerinde bulursa ve bu şekilde de yeme içme seks
vs. gibi hallerle kendini perdelerse, bunun neticesi, Deccal'in verdiğini almak
olur...
Abdülkerim Ceyli, şu cümleyi
kullanıyor :
"Mübah olan yolları tutup onlara dayanmak... (Dikkat edin!. haramı tutmak, demiyor)... Mübah olan şeyleri tutup
onlara dayanmak, irfan sahibi katında haram olan şarap gibidir. Ve
Deccal taâmı sayılır..." Mübah, bilindiği üzere yapılmasında günah ya
da sevap olmayan olağan davranışlar, anlamında kullanılır.
Ârif, yani mârifet sahibi kişinin,
mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram
olan şeyleri kullanması gibidir!.
"Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında
Deccalin şarabını içmektir" diyor ve gene
ilave ediyor şu cümleyi...
"Makamın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir
irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye
benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayal olan tabları
kendisine zevk edinmekse Deccalin Cennetine girmektir."
Ancak
bir kişi, bu hakikatı idrâk ettikten sonra, bilinç boyutunda zâti
hakikatının gereğini yaşayabilmek için zâhirde "şeriât nurları"
ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine
inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmanî nimetleri tatmış
olur; her ne kadar Deccal'in Cehennemine girmiş ise de, neticede
Allah`ın Cennetine erer!...
Demek
ki, burada önemli olan gerçek şu :
İnsan,
hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için
tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından
bilincini arıtmak zorundadır!...
Sadece bilincini şartlanmalardan arındırırsa, o kadarıyla da yetinirse;
bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler
içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda
kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir...
Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine
erebilmek için...
Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer
yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak;
ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek
zorundadır!.
Aksi
takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi
sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği
sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına
hiç bir zaman giremeyecektir.
İşte
bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda
değil, şuur boyutunda yaşanır.
Ve
bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması
zorunludur!.
Dileyelim
ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu
olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken
çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.
Aksi
takdirde bir ömür boyu, vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir,
neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..
İşin
bilinç boyutu böyle de... Diğer yanı ne?..
Acaba
gerçekten yaşadığımız boyutu tanıyor ve biliyor muyuz?..
Gelin
Allah ilmi`yle varlık âlemine bakmanın ve O`nun "Ahlâkıyla
ahlâklanma"nın ne demek olduğunu anlatmadan önce, içinde yaşamakta
olduğumuz "madde(?)" boyutunun ne olduğunu anlamaya
çalışalım..
Karşısındakinin
hakikatını göremiyen ve hakkını veremeyen, şartlanmalardan
kurtularak ancak bir DECCAL olabilir!... Şartlanmalardan
kurtulmadan önce insanın karşısındaki varlıkların Hakikatını görmesi ve
onlara hakkını vermesi gerekir!. Yaşamda bu çok önemli bir öncelik
taşır!.
Basîretinde
Mehdî çıktığı zaman Hak`kın dışında bir varlık olmaması sebebiyle kendi
varlığının Hak`kın varlığı olduğunu
İlim
yollu edindiğin bu bilginin akabinde ise yeterli arınma olmadığı için bu defa Deccal`in
bilincinden gelen bir şekilde ortaya çıkacak...
Evet,
Deccal geldiği zaman insana;
"Ben senin rabbınım!"
diyecek. "Bana kulluk et!" diyecek. Deccal`in özelliği
bu!..
Sen
de, benliğinin Hakk`ın benliği olduğunu düşüneceksin... Ne var ki bu
bedenden de soyutlayamamışsın kendini!.
Dolayısıyla;
"Ben madem Hakk`ın varlığıyım, ben bu bedende dilediğimi
yaparım!.." deyip, yeme, içme, seks, rahata
düşkünlük, güzel şeylere sahip olma gibi, arzu ve isteklerini tatmin ederek
yaşayacaksın .
Ve
dolayısıyle de, "Deccal`in cennetinde" yaşamağa başlarsın!.
Yani, Mutlak Benliğe karşı vehmi benliğin senin Deccal`in olmuş olur;
sen de bu durumda Deccalına, yani vehmi benliğine tâbi olarak tabiatının
batağında boğulur gidersin...
İşte
o zaman Rasûlullah Aleyhisselâm :
"Deccal ortaya çıktığı zaman, mü`minler, onun cehennemine atsınlar
kendilerini, cennetinden kaçınsınlar!.."
"Çünkü Deccal`ın cenneti, gerçekte cehennem; cehennemi ise gerçekte
cennettir..."
Diyor. Yani, bedenin istek ve
arzuları dediğimiz şeyi "tabiat" kelimesi ile ifade ediyoruz..
Bazıları
"tabiat"ın gereği olan hâlleri "NEFS"e
atfederek, sanki bunlar "Nefs"e ait özelliklermiş gibi
göstermişlerdir.
Oysa
"Nefs"in özünde, yapısında bu özellikler yoktur; yalnızca
"BEN" kavramıdır "NEFS"!..
Ancak
"Nefs", bilincinin bürünmüş olduğu perdeler yüzünden orijinaliyle
kendini tanıyamamış, hakikatını bilememiş olması nedeniyle, kendini beden
kabullendiği için; bedenin tabiatı gereği olan halleri de kendi özellikleri
sanma yanılgısına düşmüştür.
Burada
konuyu daha iyi anlayabilmek için "Nefs" kelimesinin yerine
geçici olarak "bilinç" kelimesini koyabiliriz!
Evet,
bilinç bu düzeydeyken bedenin tabiatı gereği istediği şeyleri uygular;
bu da "Nefs"i hakikatini yaşamaktan alakoyar!.
Vahdet
ve vahdete dayalı olarak anlatılan tüm veriler kesin gerçek olmasına rağmen,
nefis terbiyesinden geçmeyen kişiler için bu bilgiler deccallaşma(!) aşısı
olabilir!. 18 veya 58’inde farketmez, nefs terbiyesi görmemiş kişiler, “ALLAH”
ve SİSTEMİNİ kavrıyamadıkları için; tanrı kavramından kurtulma bilgisiyle
birlikte bedenselliğin ve firavunluğun göbeğine düşüp, tasavvuf bilgileriyle
kendilerini avutmalarına karşın, deccallaşmanın zirvesini yaşayabilirler.
Geçmişte
ve günümüzde bu noktaya gelen pek çok kişi, tıpkı Firavun gibi kendi vehmi
benliğini Hak olarak kabul etmiş; nefsin özüne ait "tenzih" hakikatından
gaflete düşmüş; bu bilincinin hükmü altındaki bedeninin istek ve arzuları
doğrultusunda kendini salıvermiş; kendini yemeye içmeye, sekse, sigaraya,
içkiye koyuvermiş, böylece de tabiat bataklığında boğulacak hale gelmiştir!.
Deccal ile mücadeleyi önce Mehdî
yapar...
"Mehdî" hidâyeti
ulaştırandır! Yani, ilim, Deccal`in karşısına dikilir.
Vehmi benliğin karşısına, Hakikat
ilmi dikilir... Der ki :
"Bu vehimden doğan, nefsinin Hakkın varlığı olduğu yolundaki ilmi
bedeninle karıştırma!.. Bilincin, soyut bir kavramdır!. Beden ise somut varlık
olarak kendi boyutunun şartlarına bağlıdır; bilinç ise soyut varlık olarak
arınmalı!... Kendinin bu beden olduğu yolundaki yanlış anlamayı terkedip
hakikatin bilinç boyutunda yaşanacak bir şey olduğunu farketmelisin!"
Fakat,
bazılarında bu ilim de, Deccal`in temsil ettiği "Ben Hak`kım,
dilediğimi yaparım" görüşünü öldürmeğe yetmez!.
Ancak,
İsa semâdan inerek -bâtından zâhire çıkarak- Deccal`ı
öldürebilir!...
İşte,
"Hakikat ilmi" ile ortaya çıkan Mehdî, vehmi benlik Deccal`ını
öldürüp imhâ edemez. Tâ ki, İsa semâdan nüzül edip,ilâhi kudretle
tahakkuk etsin!...
İsa, semâdan inince, ilahi kudret, Deccal`in
karşısına çıkmış olur!.
"İsa`yı gören Deccal, olduğu yerde erir, yok olur, gider!."
Diyor Rasûl Aleyhisselâm açıklamasında...
İlâhi kudret ortaya çıktığı zaman "ölmeden
evvel ölme" hâli "yakîn"e tekabül
Böylece
vehmî benliğin kendini, bedenmiş gibi kabûlü ortadan kalkar. İşte o zaman, "Allah`a
vuslat" denilen hâl yaşanır...
İşte
böylece kıyâmet alâmetlerinden olan genele dönük bu olayın, kişinin kıyâmetinin
kopmasından önceki bu oluşumunu anlayabilirsek, vehmi benliğin ne
şekilde Deccal olduğu; Mehdi`nin Deccal`a karşı ne
getireceği, ne ortaya koyacağı; ve İsa`nın semâdan, yani, Zâtî kudretle
ortaya çıkışından sonra nasıl kalkabileceğini anlamış oluruz...
Burada
yanlış anlamalara yol açmamak için şu hususu iyi anlamamız gerekmektedir:
Mehdî, "tenzih" ve
"teşbih" esaslarının eşit oranda bileşimi olan İslâm Dini`nin
"Tevhid" ilmini ortaya koyan görüşü temsil eder..
Deccal, "teşbih"
esasının ağır basmasından ve yanlış değerlendirilmesinden dolayı bilincin
kendini Allah olarak
İsa Aleyhisselâm ise "teşbih"
hakikatını insanlığa açmış Zât olarak, bu yüzden meydana gelen sapmaları
düzeltmek üzere görev almıştır.. Tasavvufta ise "kudret"
sıfatının bir tezâhürü olan "Allah`a yakîn" hâlinin sembolüdür
..
İşte
bunları anlarsak, o zaman "vahdet" ilminin idrak ettirdiği
şekilde "yok"luğumuzu farkederek başımızı "secde"ye
koyar, dua ederiz;
"Allahım
bize bu yaşamı ihsan eyle, bu nimeti kolaylaştır!..."
Ne
buyuruyor Rasûlullah Aleyhisselâm:
"Secde`de yapılan dua makbuldur."
Ve:
"Kulun Allah`a en yakin olduğu hâl, secde halidir..."
Öyle ise hep birlikte alnımızı toprağa koyalım(!). Şimdi "secde"
mi etmiş olduk?..
Evet,
"Secde" denir yaptığımıza, ama şeklîdir bu ve de taklittir!.
Hakikatta "Secde", kulun
varsaydığı varlığının ortadan kalktığı "yok"luğunu idrak
ederek "Bâkî"yi müşahede ettiği "Fakr"
halidir!. "Fakr" hâlini yaşayamayan, "secde"
etmiş olmaz, bâtınen!. Zâhirde alnı topraktadır amma, benliği ile
"dimdik" ayaktadır.
"Sırtları tahta gibi olmuştur, secde edemezler; secde etmek
istedikçe yerlere yuvarlanırlar!.." diye
anlatılan hâli bir hatırlayıverin!..
Evet,
kişinin, Allah`a yakîn halinde olduğunu hissetme
hâli"secde"dedir.
Yani
kişinin vehmi benliğinin ortadan kalktığı zamanki "yakîn"
halinin adı "secde"dir ki, bu da "Allah`a kurbet"
hâlidir!. Kurbet mertebesinde, o mahâlden ilahi sıfatlar tahakkuk
ederken, O, kudretini izhâr eder!.
KİŞİLİK
Beyinde, belirli tesirlerin gelişiyle birlikte, belirli bir çalışma
başlıyor. Bunun sonunda o da, mânâ, “fiil” şeklinde ortaya çıkmış
oluyor!.. Gelen ışınım beyinde meydana getirdiği kendi mânâsına uyan
çalışmayla, kendi anlamında olan bir fiilin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Hangi
tür mânâ, oluş sırasında beyne gelmişse, beyin daha sonraki yaşamında,
faaliyetinde ona uygun mânâları ortaya çıkarıyor.
Doğum
tarihi ve saati itibariyle beyin ilk tesirleri aldı. Böylece bu tesirlerin
mânâları istikâmetinde beyinde âşikâre çıkacak kabiliyet oluştu. Bu kabiliyet
ile o beyin de Hak Teâlâ isimlerinin anlamlarını andıran, mânâları fiile
dönüştürmeye başlar. Yani, o beyinden sâdır olan fiiller, o isimlerin mânâlarının,
geliş kuvvetine göre o mahalden çıkışından başka bir şey değildir!
Böylece
falanca kişinin "kişiliği" dediğimiz şey meydana gelir.
Yorumuna kaynak olan şartlanmalarının oluşturduğu değer yargıları, hep
sendeki kişilik özelliklerindendir.
“BEDENSEL KİŞİLİK”
Ruh
oluşmuş ve bu ruhta ya bilinçli olarak, şuur oluşu yolundaki bir bilinç
neticesinde, bir varlığı benliği oluşmuş; veyahut şartlanmalar istikametinde
kendini falanca bir kişi olarak kabullenmiş! Ama neticede, ortada bir kişilik
söz konusu!...Yalnız birincisindeki kişilik, ”şuursal” bir kişilik;
ötekindeki kişilik, “bedensel” bir kişilik!..
hf
DÜŞÜNSEL KİŞİLİK
(“KİŞİLİK YÜZÜ”)
“HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani "tevhid"
anlayışı üzerine olanlardı!...
Bize
ulaşan bilgilere göre...
İDRİS Nebi, görev süreci içinde,
insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden
bahsetmiş; yani “BURÇLAR iLMİNİ” açıklamıştı... Ancak, kendisi bu açıklamayı
yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah'ın ilim, irade ve
kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...
"ASTROLOJİ"
yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR iLMİ" denilen “Sistem”,
İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden
mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek;
tesirlerini kesinlikle tesbit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her
şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler!..
Bu
yanlış tesbit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini
"TANRILIK TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı
Esasen
her Nebi’nin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman
içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize
doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme
edilmiştir..
İşte,
"BURÇLAR iLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH'ın
varediş sistemi içindeki bu mekanizmanın" yanlış kavranılması sonucu; gök
cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar
adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer
tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına
yerleştirilmiştir..
Böyle
bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebi gerçekçi düşünce yoluyla bu
yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin
düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamıyacağı gerçeğine ulaşmıştır..
Bu
eriştiği gerçek neticesinde de halini töyle dile getirmiştir:
-İnni veccehtu vechiye lilleziy fatIres semavati vel ardı HANİFen ve ma
ene minel müşrikin!.. ( 6-79 )
-Vechİmİ o veche döndürdüm ki, yeryüzünün ve göktekilerin hepsinin
FÂTIR'ıdIr!.. HANİF olarak... Şirk ehlinden değilim!.
"VECH" “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “
Meselâ
bir insan için deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak
istenen "ikiyüz" nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da
"binbiryüzlü" deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...
"vech"
“kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi
yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği"
de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik"
de diyebiliriz!...
Öyle
ise, İbrahim Aleyhisselâm’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel
kişiliğimi" gibi anlayıp;
-Düşünsel yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün
yaradılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O'dur!..
şeklindeki
bu ifadeyi deşifre edebiliriz.
Hanif
olamadığımız sürece Hz.Rasûlullah’ın yolundan gitmemiz -düşünsel-olarak
mümkün değildir!
“BİRİMSEL KİŞİLİK” KALKAR MI?
Şuursal kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?..Veya bedensel
kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?
Birimsel kişilik, sonsuza dek ortadan kalkmaz! Çünkü beynin meydana getirdiği, özel bir ruhtur! Mâhiyet itibariyle,
bu “ruh” kudsî ruhun aynıdır!... Fakat, hiçbir zaman bu ruhun kendi kendini
seyri ve müşahedesi olmaz.
Şuur yönüyle ruhunu bilirsin,
fakat “ruhun” ne olduğunu bilemezsin! Göremezsin!..Ruh yönün, senin zâtına
işaret eder.. Aklı Evvel ’in karşılığı olan sendeki akıl yani “şuur” dediğimiz
mânâda akıl yönün, senin, benliğin hakikatını bilmene yol açar!..
Ve
bu hakikatında bütün mânâları toplu olduğunu idrak edebilirsin...Hakikatı
câmia; toplayıcı, bütün mânâları kendinde toplayıcı yönünle. Fakat bütün
bununla birlikte sonsuza dek birimsel varlık ortadan kalkmaz.. Birinci husus
bu!...
Bunu böylece anlattıktan sonra gelelim ikinci bir noktaya ...Beden ortadan kalktıktan sonraki ruhun için, nasıl ebediyyen ortadan
kaybolmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değilse, yani ikinci bir ölüm
yoksa; bedenin var olduğu sürece de, bedenin yokmuş gibi, bedenini kâle
almayarak yaşamak mümkün değildir!..çünkü beden dediğin şeyin aslı, beyne
dayanır! Bedendeki özellikleri yöneten beyindir!...
Bedendeki
tüm özellikleri meydana getiren beyin olduğu gibi, kişiliğin aslı ve hakikatı
dediğin ruhunu da meydana getiren beyindir!..Besleyen, büyüten beyindir!
“KİTAB EHLİ”
"OKU"MAYI başarmış olanlardır!
“KOLAYLAŞTIRILMA”
"ALLAH", kendisindeki çeşitli
isimlerin mânâlarını ortaya koymak üzere, çeşitli mânâları meydana
getirmiştir!.
Bu mânâlar terkipler-bileşimler halinde
mânâ sûretlerini, çeşitli varlıkları, birimleri ve insanları ve onların
programlarını oluşturmuştur.
Bu
terkipsel mânâ sûretlerinin kapsadığı anlamların ortaya çıktığı mahallerden
biridir insanlar!.. Yani her bir birim, her bir mahal, bir mânâ terkibinin
ortaya çıktığı yerdir.
Dolayısıyla,
o mahalde, birimin varlığını meydana getiren esmâ terkibinin -bileşiminin-
dışında hiçbir şey yoktur.
Senin,
"Ben" kelimesiyle işaret ettiğin varlığın, o isimler
bileşimidir ki bu da senin varoluş programın yani fıtratındır!... Ve o esmâ
terkibinin dışında da -ismin hariç- senin hiç bir varlığın yoktur!... Yani,
varlığını meydana getiren o esmâ terkibini kaldırabilsek ortadan, sen hiç
olursun!...
İşte,
senin "esma bileşimin"deki özellikler sana "kolaylaştırılmış"
olanı belirler, tesbit eder!.
Hangi
türden mânâlar, o beyinin oluşumunda ağır basmış ise, daha sonraki yaşamında,
artık o beyinden, oluşumuna uygun davranışlar çokça meydana gelir; ki, bunun
anlamı da "o kişiye o tür işlerin kolaylaştırılması" olur!..
Senin
"takdir edicin", yani "RABB"in, senin o "esmâ
terkibin-bileşimin"dir!...
Bu
yüzden de senin, o "esmâ terkibin-bileşimin"e isyan etmen,
itaat etmemen kesinlikle mümkün değildir!...
Mümkün
değildir; çünkü ona itaat etmemek, isyan etmek gibi özellikleri meydana
getirecek bir varlığın yok!.. Nerede kaldı, iraden!
Sendeki
bütün vasıflar, özellikler, senin varlığını meydana getiren "isimler
bileşiminin" mânâlarından başka bir şey değildir!.
Dolayısıyla
senin "kolaylaştırıcın", yani sende çeşitli isimlere yönelik
eğilimi meydana getiren ana faktör, senin varlığını meydana getiren o "ilahi
isimler terkibi-bileşimi" yani "fıtrat"ındır!... Yani
"RABBİN"dir!.. Senin rabbine isyanın ise hiçbir şekilde
mümkün değildir.
İşte
bu sebepledir ki, sana ne kolaylaştırılmışsa, sana kolaylaştırılmış olanı
mutlak olarak yerine getirmek zorundasın!.
hf
“Şirk”ten korunma; Allah yanı sıra tanrı
kabullenmekten kaçınma!.
“günah” kabul edilen hususlardan uzak
kalmak suretiyle korunma!.
“ALLAH”ın “KULU”na yakışmayan
düşüncelerden arınmak suretiyle korunma!.
“Kendini
koruma”nın esas iki düzeyi sözkonusudur;
1)Hazreti Resûli Ekrem’in bildirdiği
şekilde karşılaşılması mukadder olan ölümötesi yaşamın sayısız tehlikelerine
karşı zaruri “koruma” tedbirleri.
2)Varlığında, özünde mevcut olan Allâh’dan
mahrum kalmaktan “korunma” tedbirleri.
Karşındakine hitap ettiğin zaman, onun anlayış seviyesi neyse, onun bir
üstündeki seviyeden olmak üzere ona hakkı tavsiye edeceksin.
Olaya
karşındaki hangi seviyeden bakıyorsa, sen ona karşı, onun bulunduğu seviyenin
bir üstünden Hak’kı tavsiye edeceksin. Onun hareketlerinin çıktığı seviyeyi
muhakkak ki göreceksin!.. Gördüğün anda onu, ya tabiatını terk yolunda; ya
benliğini terk yolunda, ilâhi emirlere sarılması yolunda, onun düzeyine göre,
muhakkak ona yapması gereken şeyi tavsiye edeceksin.
Sen
tavsiye ettin bunu o seni dinlemek istemiyor, istemeyebilir. O zaman oradan
çekip gideceksin.
KOZA
Dar çevre düşünü sınırları!
"İslâm
Dini" hakkında konuşanlar ana olarak iki topluluktur.. Çoğunluğun olduğu
grup "kozalılar"dır.. Bunlar dün "koza"larındada
hapistirler!.
Din;
nakle inanmaktır, derler. Düşünmek ve araştırmak yasaktır!..
Bir
de "koza"yı delenler vardır; yeniye açık, araştırıcı
düşünürlerdir. "İslâm Dini"ni anlamaya çalışırlar!
KOZALININ TANRISI
Çok sevip büyük ders ve ibret aldığım bir olaydır..
Adaletiyle
meşhur Halife Hz. Ömer anlatır...
“Biz İslâmiyeti OKUmadan önce, putlara
tapardık!.. Kurabiyelerden tanrı putları yapar, yolculuğa çıkardık!.. Yolda o
kurabiye putları karşımıza koyar tapınırdık!.. Sonra da acıkınca o putları
yerdik!... Şimdi bunu hatırladıkça hep gülerim....”
Kozasını delip, en azından başını çıkararak, gerçek evrenselliği
göremeden dünyasını değiştirenlerin, dünyasını değiştiremeden gittiğini nasıl
anlatabileceğim, bilemiyorum!
Doğuranla-doğurtanın, köyünde veya mahallesinde, kozasının içinde,
tanrısı ve kurabiyeleriyle yetişmiş!.. Ve sen de, yetişmişsin onların
ellerinde!... Kurabiyelerle büyümüşsün!. Kutsallık ninnileriyle, tanrısallık
masallarıyla yetiştirmişler seni!.
Önde gelen değerlerin onlarınki gibi,
daha iyi nasıl yerim; daha çok ve çeşitli nasıl çiftleşirim, olmuş!.. Korku
belâsı tapınmışın; medet ummuşun kurabiyeden göğe çıkardığın tanrından!.
Sonra
bir gün bir bilge çıkmış karşına, tanrının olmadığını farkettirmiş belki de
sana!... Ama anlıyamamış, kavrayamamış, hissedememişin “Allah”ın ne
olduğunu; kendi kozanın tanrısı olup, yemek-içmek ve çiftleşmekten
başka bir şeyi görmez olmuş gözün!. “Tanrı” kavramından kurtulmuşun ama,
yeme-içme çiftleşmeden tut, toplumsal tanrılara kadar binbir tanrının
tutsağı olmuşun!.
Kozalı insansılar, ortamlarında,
tanrılar, kutsallıklar üretirler!... Mukallit insanlar da, onları taklit edip
yeni yeni tanrılar edinirler ve elleriyle ürettikleri tanrıların,
kutsallıkların kulu-tutsağı olurlar!.
En
zararsızından, şarkıcısından; en zararlısı diktatörlere, dikta kurumlarına,
dinsel yöneticilere kadar sayısız tanrılar ve kutsallar; dokunulmaz,
dokunulamazlar!. Ama bir gün gelir, devran geçer, o kurabiyeler de yenir!.
İnsansının dünyası rabbine, tanrısına tapınmak; yemek-içmek-çiftleşmek
üzere kurulmuştur. Ötesini düşünemez!.
Mukallit insan da ortada bilge bolluğu olmadığı için, insansıları
taklitin bir meziyet ve üstünlük olduğunu sanıp, o ovada at koşturur!.
En azından kozasından başını çıkartmış, evrensel gerçekleri-İslâm’ı OKUmuş, varlığın ve kendisinin hakikatını farketmiş bir bilgenin ise, insansıların
ya da mukallit insanların ne saygısına ihtiyacı vardır ne de
değerlendirmelerine!.. Onlar Olimpos Dağındaki kulübelerinde, kozadışı âlemi
seyirle ve “Allah”ı her dem biraz daha tanımaya çalışmakla zamanlarını
değerlendirirler!.. Zaman zaman yeni bir konukları olur... Ender de olsa
civarlarına taşınan yeni bir komşuları... Ama o dağ sâkinlerinin sayısı pek
azdır!..
Dağın
tepesinde oturan kozasızların sayısı pek azdır; çünkü, insansılara ve mukallitlere
tâbi olmaktan kendini arındırıp, onların (Deccalın) geçici cennetinden yüz
çevirebilen beyinlerin sayısı çok azdır!.. Bilgelerin tanrısı kalmamıştır!.
“ALLAH KULU” olmuşlardır onlar!... Toplumun tanrısal
değerleri hiçtir onlar için!.. Kimseden saygı beklemez, huzurlarında elpençe
divan durulmasından hoşlanmazlar!. Mukallitlerin, onları kabul edip etmemesi
umurlarında değildir!. Ağaç altında kısa bir süre yorgunluk atıp, yoluna devam
edecek; gibidirler onlar dünyada... Ûnvan ve pâyelerden hoşlanmaz, mukallitlerin
ürettikleri kutsallıklarla etiketlenmezler!.
Köyünde,
doğuran-doğurtanlarının koşullandırmasıyla yetişmiş; köyün değerleriyle beyni
bloke olup, evrensellik kavramını köyün değerleri zanneden
mukallitlere bakarlar ve şöyle derler bilgeler:
-Bunlar
da olmasaydı, nice olurdu insansı ve mukallitlerin hâli!?... Toplumun başından
eksik olmasınlar!.
Kutsallık yaratır toplumlar; tanrılar yaratır; kanunlar, kurallar
yaratır!... Sonra da bu kurabiyelere
kulluk etmenin faziletinden dem vurulur!..
Ama bunları yaratanlar kendi başlarına
kalınca gülüp geçerler; o toplumun tanrıları olarak; sonra da o toplumu, kendi
çıkarlarına veya yakınlarının, kendilerini sayıp baştacı edenlerin çıkarlarına
dönük bir biçimde kullanırlar!. Tanrılar ve toplumu yönlendiren ruzgârlar, o
toplumun zeki veya güçlülerinin, toplumu yeme araçlarıdır!.
Tanrısallıkları ve kutsallıkları üretip pompalayanlar, geçmiş
bilgelerin, rasullerin farkettirmeye çalıştıkları tüm gerçekleri saptırıp;
kendi tanrısallık - kutsallık değerleri için malzeme yaparlar!.
Para en büyük tanrı! Kulları en çok
olan!.
Ardından
gelen cinsellik! İkinci büyük tanrı!..
Her
eve lâzım ve her kozada var bu tanrıların putları!... Tapınılır sürekli her
koza içinde bunlara!. Bunlarsız bir koza düşünülemez!. Bazılarının tüm
dünyasını ve vaktini bu alır kozası içinde... Kâh alışveriştedir, kâh
bilgisayar başında; ama amacları hep tapınmaktır tanrılarına!.
Zor gelir; olanaksız gelir Kozanın dışındaki evrenselliği kabullenmek ve
kozayı delip hiç olmazsa başını dışarı çıkararak gerçekleri görmek!.
Güneşin
asla doğmadığını ve batmadığını... Zorunlu olarak bağımlı bulunduğu dünyanın
dönmesi nedeniyle, doğma-batma kavramlarının yaratıldığını...
Avını
yerken aslanda; ya da, aynı işi yapan timsahta akan gözyaşlarının acıma
duygusundan kaynaklanmadığını ve doğada acıma kavramının bulunmadığını...
Elmanın
ağaçtan, yere olan aşkından düşmediğini...
Cinselliğin
hormonal dürtüden gayrı bir şey olmadığını...
Sevgiyle
beğeninin; sevdiğinde yok olmayla, beğendiğine sahip olma arzusunun bir
olmadığını...
Tanrısallık
ve kutsallıkların kozadan çıktıktan sonra hiçbir değeri ve varlığı
kalmayacağını...
Toplumsal
şartlandırmaların genelde, toplumdan yarar sağlamak isteyenlerin, çıkarları
doğrultusunda yönlendirmelerden başka bir şey olmadığını...
“ İnsan’ın kozaötesi gerçek evreni”nin bilinç ve bilgi boyutu
olduğunu...
Bilgeliğin kula kullukla elde edilemiyeceğini...
Bilgelerin, kendi önlerinde
elpençe divan duran mukallitler ordusuna değil; dediklerini anlayıp, gerçekleri
farkedip, “insan” olmaya çalışan bilinçli mukallitlere değer
verdiğini...
Bireysel ve bedensel çıkarları için yaşayan insansı ve mukallitlerin
boyut değiştirdikten sonra kozalarını asla terkedemiyeceklerini...
Bilgenin
bilgilerini değerlendirmenin ötesinde, şefaat olmadığını; kimsenin kimseyi
kolundan çekerek bir koltuğa oturtamıyacağını; ya da cehenneminden
çıkartamıyacağını; bunlardan kurtulup bir yerlere gelmenin tek yolunun bilgeliği
değerlendirmek olduğunu...
Bilgeliği
değerlendirmenin, bilgi ezberlemek olmadığını...
Kutsal kurabiyelere ve tanrılara
tapınılarak; kozadan çıkılmadan geçirilen bir ömrün, en büyük ve
telâfisiz bir zarar olduğunu...
Ancak
“insan” olanın, “Allah” için yaratılmış olup; kurabiye ve
rablerden- tanrılardan yüzçevirip yalnızca “Allah”a yönelmenin sadece “insan”
olana kolaylaştırılmış olduğunu...
“İnsan” olmayanın, paranın ve
cinselliğin kulu olarak kozasıyla birlikte –boyut değiştirse de- ebeden
dünyasında yaşamını devam ettirip; bilgelik masallarıyla ömür tüketmekten başka
eline geçecek bir şey olmadığını...
Yalan-dolan,
dedikodu, hakaret gibi mukallitlerde görülen hayvandanöte davranışların
bilgisayar bilgeliğiyle eşleşebilmesine rağmen; gerçek bilgelik yaşamıyla
hiçbir ilgisi olmadığını...
Siyasî veya
dinî veya kültürel otorite kavramının, yaratılmış kutsallık olup;
kurabiyelikten öteye geçmediğini...
Bilgiyle
“ölmeden evvel ölüp” bilgeliğe doğmayanın, koza dışı
evrensellikte yeralamıyacağını!...
Bilgeliğin bir yaşam tarzı olup; bilgisayar-bilgeliğiyle
karıştırılmaması gerektiğini...
“Ehlullah”
diye tanımlanan geçmişteki bilgelerin anlattıklarının, nasıl tanrısallık,
kutsallık amacına dönük kullanılıp kurabiye yapıldıklarını...
Ve
daha bir nice toplumsal ve bireysel kurabiyenin, yendikten sonra hiçbir değeri
kalmayacağını; “insan” olmayana ya da mukallite anlatabilmek, çok
zordur; diye duymuştum.
Sürç-i
lisân ettiysek, bağışlana... Garîpliğimize verile!.
“KOZMİK”
Esasen bizim kullanmakta olduğumuz "KOZMİK" kelimesi dahi
günümüzdeki kullanım şekliyle, “BOYUTSALLIĞI” ifade içindir... Yoksa kasdımız,
bu kelimenin orijinalinden gelen "Evrene ait" anlamında olarak
“mekân” ifade eder bir anlam değildir...
KOZMİK IŞINLAR
"Kozmik ışınlar" dediğimizde işaret etmek istediğimiz mânâ,
"uzaydan gelen ışınlar" olmayıp, "uzayın boyutsal katmanlarına ait
varlıkların yaydıkları dalgalar", yani "alt boyut katmanlarına ait
ışınlar" anlamındadır...
KOZMİK KİTAP
Gerek algılamakta olduğumuz "EVRENİMİZ" için; ve
gerekse de "Allah" isimlerinin terkipsel manalarını sergilemekte olan
“MUTLAK EVREN” için “KOZMİK KİTAP”, ya da "EVRENSEL KİTAP"
veya "SİSTEM KİTABI" tâbirini kullanabiliriz...
Not: Daha geniş açıklama için “sistem kitabı” bölümüne bakınız..
hf
"KOZMİK VARLIKLAR" dediğimizde anlatmak istediğimiz
"varlıklar", bugün "UZAYLILAR" dedikleri ve öyle sandıkları
"uzaylı varlıklar" değil; bizim boyutumuzun dışındaki boyutların
katmanlarında yaşayan ve dinde “melek” diye isimlenmiş bulunan sayısını
Allah'ın bildiği varlıklardır.
hf
Evren ve içinde her boyutta varolan, tüm varlıklar orijini itibariyle
kuantsal kökenli dalga varlıklardır. Ve dahi bu dalga yapıların her biri, bir
anlam taşımaktadır.
Bu
ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli
bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar olarak
"MELEK" kavramı ile dinde açıklanmıştır.
Nitekim,
"Melek" kelimesinin aslı "melk"ten gelir ki "güç,
kuvvet, enerji" anlamındadır.
İşte,
evrensel manâda her titreşim - frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan
her kozmik ışın, frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçim de evrende yerini
alır
Kuantsal
boyutta her şey tek bir şuur hâlindedir.
Bu
tekil şuur, “ilk akıl”=”aklı evvel” diye tanımlanmıştır.
Kuantsal
boyut, “Hayat” sıfatının tâ kendisidir!.
Var
olan tüm melekler, bu “RUH” adlı tek melekten, yani bizim “kuantsal
boyut” olarak nitelendirdiğimiz, orijinimiz boyuttan meydana gelmiştir!.
Yani,
Kuantsal boyut tekilliğinde meydana gelen melekî katmanlar(?) ile,
algıladıklarımız ve algılayanlar oluşmuştur.
Esasen
her şey, Kuantsal boyutun kendi kendisini “seyr”inden
ibarettir!.
Bu
boyutta zaman ve mekân kavramı yoktur!.
“İnsan”
kendi hakikatine yolculuğunu tamamlarsa, kendi derûnu doğrultusunda; “ben”
kalmaz, seyreden “Kendi” olur Kendini!.
hf
«Kudret», «kendindeki mânâları seyretme gücüdür»!.
Enerji
"ALLAH"'ın "kudret" vasfının kuvveden
fiile çıkması halindeki adıdır. Yani "NUR"'dur. "Nur"
diye bahsedilen şey bir tür "salt enerji"dir.
Bu
bilinçli enerji (kudret), -kozmik bilinç- evrende var olan herşeyi
kendisinden meydana getirmiştir.
Herşey
enerjiden meydana gelmiştir dendiği zaman , burada bahsedilen enerjidir!
Melekler
nur yapılıdır.bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji
kökenlidir diyebiliriz.
Sevap
karşılığı olarak kullandığımız pozitif enerji kişideki kudretin açığa
çıkmasıyla ilgilidir
“Enerji
Dalgaları” dediğimiz dalgalar(ibadetle,zikirle oluşan dalgalar)
güçtür,enerjidir,ruhtaki kudrettir!
“KULLUK
En basit anlamıyla kulluk, dua ve zikirdir!.
En
geniş anlamıyla kulluk, birimin, varoluş gayesinin gereğini yerine
getirmesidir..
"İYYÂKE
NA'BUDU ve iYYÂKE NES'TAIYN"
“SADECE SANA KULLUK EDER ve SADECE SENDEN YARDIM BEKLERİZ"...
Cümlesiyle işaret edilen mânâ...
Bu
işaretin genelde anlaşılan ve kabullenilen yönüyle farkettirmek istediği mânâ
hepimizce bilinmektedir...
İster
namaz içinde, ister namaz dışında olsun, bu âyet umumiyetle şu mânâda söylenir:
“Biz, başka birine; ya da seninle beraber başka birine değil, sadece
sana ibadet ederiz; ve başka birinden değil, sadece senden yardım bekleriz...”
Bu
âyetin, genel düşünce düzeyi içindekilere hitab eden yüzü böyledir...
Ancak,
baştan beri anlatmakta olduğumuz, âyetlerin derinliğindeki "Vahdet"
müşahedesi ve zevki açısından bu âyeti de anlamaya çalışırsak...
Bu
defa şöyle bir anlam ile karşı karşıya kalırız:
“Âlemlerin Rabbı, dolayısıyla bizim
“Rabbimiz” ve de “Mâlik-Melîk’i yevmid din” olman sebebiyle, her
şeyde olduğu gibi bizde de senin esma mânâların ortaya çıktığı içindir ki,
doğal olarak, her an, hepimiz, farkında olmadan da olsa kulluk
halindeyiz...
Mutlak ve gerçek kulluğumuzu, senin her biri ayrı hikmete dayalı, türlü
mânâlarının kuvveden fiile çıkışına aracılık etmek suretiyle yapmaktayız...
Ve yine hepimiz, (ins ve cin ve melek)
kulluğumuzun devamı için her an senden yardım bekleriz... Eğer sen, varlığımızı
oluşturan isimlerinin mânâlarını ortaya koymayı kesersen, biz yok oluruz!..
Varlığımızın ve kulluğumuzun devamı için de senden yardım dileriz...”
Bu
âyeti tefsir eden yorumcuların neredeyse hemen hepsi, sanki bu ayet sırf namaz
içinde okunmak için gelmiş şekliyle olaya bakmışlar, ve hep namaz içindeki
toplu ifade şekli olarak değerlendirmiºlerdir..
Oysa
dikkat edilirse eğer, bu âyet, “ALLAH sistem ve düzenini” anlatan ilk
sûrededir; ve anlamı ezelden ebede, her an, dem bedem geçerlidir!...
Namaz
içinde ya da dışında!... Ne zaman ve nerede okunursa okunsun, o anki bütün
halleri ve varlıkları kapsamaktadır!..
.-"HİÇ
BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY, O'NU HAMDIYLA TESBİH EDER!. FAKAT, SİZ
ONLARIN TESBİHİNİ KAVRAYAMAZSINIZ!. (17-44)
Âyeti, yukarıda geçen âyetin mânâsını apaçık bir şekilde; hiç bir yoruma
yer bırakmıyacak şekilde izah etmektedir.
Bize
göre varolan tüm zamanlarda ve zamanüstü bir biçimde, "ALLAH"
ismiyle işaret olunanın, "Âlemlerin Rabbı" olduğunu vurgulayan
ön âyetlerden sonra gelen bu âyet de, gene aynı şekilde; tüm varolanların “O'na
kulluk etmekte olduklarını; ve bu kulluklarının devam edebilmesi için de gene
O'na muhtac olduklarını”, vurgulamaktadır!.
Zaten
daha dar kapsamlı olarak, insan ve cinlerin dahi kulluk etmek için yaradılmış
olduklarına da şu âyet işaret etmektedir:
-CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN HALKETTİM!.. (51-58)
Kulluğu yerine getirmeleri için yaratılmış olanların; o gayeye yönelik
olarak yaratılmış olanların, bu kulluğu ifa etmemeleri acaba mümkün olabilir
mi?..
Hele
bir de "F Â T I R"ı hatırlarsak!...
"ALLAH"ın,
kendisini "FÂTIR’es semâvâti vel arz" diye tanımlayışını
hatırlarsak...
Yani,
"neyi gerçekleştirmek istiyorsa, o gayeye uygun yapısal özellik
vererek, yarattıklarını forme eden" anlamına "FÂTIR"
oluşunu; ve böylece göktekileri ve yerdekileri yaratmış olduğunu
kavrayabilirsek...
Üstüne
üstlük...
-"RABBİN HÜKMETTİ Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE!.. (17-23)
"H Ü K M Ü" mevcut iken!...
Peki
bu takdirde, buradaki olayı nasıl değerlendireceğiz... Ne anlıyacağız?... Nasıl
anlıyacağız?…
Elimizden
geldiğince, dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışalım...
"ALLAH",
"âlemlerin Rabbı" olduğu için; isimlerinin işaret ettiği
özelliklerin seyrini murad etmiş ve bu isimlerin mânâlarına dayanan yaratıklarını
"esmâ terkipleri" halinde ortaya çıkartmıştır...
Yaradılmışların
varlıklarını bu isimlerin mânâları oluşturduğu için, onların bunun dışında
kendilerine özgün vücudları ve varlıkları yoktur!... İş bu sebeble de, bu
mânâlara dayalı varlıklarıyla, her an bu mânâların gereğini ortaya koymak
suretiyle "GERÇEK anlamda ve MUTLAK yönden KULLUKLARINI" ifa
etmektedirler..
Şayet
basiretle dikkat edilirse, yukarıdaki âyetler tümüyle biraraya gelince,
bu mânâ apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır...
Böylesine
geniş kapsamlı ve tüm varolmuşları içine alan mânâları ihtiva eden âyetlerin
anlamının; son derece dar sahada, "namaz kılan kişinin rabbine kulluk
itirafında bulunması ve ondan yardım istemesi" şeklinde anlaşılması, Kur'ân-ı
Kerim’in "evrensel sistemi açıklayan KİTAP" oluşuna uygun
düşmemektedir; müşahedemize göre..
Peki
bu âyette, diğerlerinin anladığı gibi, “bizim kulluk itirafımız ve yardım
dilememiz” anlamı da yok mudur? Böyle anlayanlar yanlış mı anlamışlar?.
Yanlış
değil, yetersiz ve derinliksiz olarak; dolayısıyla da çok bir ölçüde
anlamışlardır!
Açıklamaya
çalıştığımız, kapsamlı ana mânâ içinde, çok dar kapsamlı bir anlayışla, o mânâ
da mevcuttur elbette!...
Evet,
“kulluk eder ve bunun devamı için de senden inâyet isteriz” mânâsı da
vardır bu âyette. Ancak, her an ve her nefeste gibi anlaşılmak zorunluluğu ile
beraber!...
Bu
arada şu soru akla gelebilir...
Bütün
varlıklar yaradılış gayelerine hizmet eder bir biçimde yaşam sürerek "kulluk"
ediyorlarsa; bu durumda bizim “ibadet”lerimizin anlamı ne?.. Neden
ibadet edelim?.. Biz Allah'a tapmak için namaz kılmıyor muyuz?.. Allah'a
tapınılmaz mı?.. İbadet ederek cennete hak kazanmıyor muyuz?. İbadet
etmedikleri için cehenneme gitmiyorlar mı?
Önce
“kulluk” kavramının iki anlamına işaret edelim...
Birinci
mânâda "kulluk", geniş kapsamlı ve "mutlakiyet"
ifade eder şekliyledir... Bu gerçek anlama, yukarıda işaret ettiğimiz âyetler
toplu olarak değerlendirildiğinde kavuşmaktayız..
Bu
mânâda "kulluk", evrensel sistem içindeki tüm yaradılmışların,
"mutlak kulluk"(Fıtri kulluk) için varedilmiş
oldukları; ve her an da buna devam ettiklerini açıklama sadedindedir..
İkinci
mânâda izafî-göresel "kulluk" ise, bireyin "Rabbi olan
ALLAH'ı farketmesi, ona kulluk için var olduğunu ve bu görevi yaptığını
kavraması ve nihayet bu halinin devamı için de her an gene ALLAH'a muhtaç
olduğunu hissetmesidir"... Ki bu da "göresel" anlamda,
"bireysel kulluk”tur...
Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun
adıdır «kulluk» ...
Nitekim
Zariyat Sûresinin 56. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:
"BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA YALNIZCA BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN
YARATTIM"...
Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların,
varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..
Ayrıca
burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:
"YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA
ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.." (HUD/56)
Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı,
«Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine
getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir bu anlamda..
Ayrıca,
«KUL, KÜLLÜN YA'MELU ALÂ ŞÂKILETİH»
deniyor âyeti kerîmede. Yani;
«DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR» (17-84)
FÂTIR'ın kendi dilediği mânâlara uygun
sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak
şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya
koymaları «kulluk»larıdır.
Özde,
taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...
"Kulluğun"
türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda
izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...
«GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH ETMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ,
ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.» (17-44)
âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını"
yerine getirdiklerini ifade etmektedir...
Bir
diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının,
faâliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden
mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet»
olan kulluk!..
Netice...
«Kulluk»,
varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma"
ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği
bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan
birşeyler ummasıdır.
Sonuç...
"TANRI"YA TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..
ALLAH’IN HÜVİYETİNİN KULU
“Muhammed”, O’nun kulu ve
Rasùludur!
“Muhammed”
isminden kasıt müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen
varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..
Burada
“kul” luk , “Rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...
Düşün
ki, Rasùlluk!..
“Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”
diyor...
Rasûllükten
daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne
geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne
geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..
Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul”
luğu ne demektir?
Muhammed
“abduhu” deniyor...
Bir
kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti
gösterir...
“ABD”
iyeti “HÛ”viyetidir mânâsı burada gizlidir
yani,”Allah’ın hüviyetine “kul” dur” demektir bu!..
Allah’ın hüviyetinin “kulu”dur,demek;
“efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle ,sıfat mertebesiyle ve de sıfat
mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...
KUL HAKKI NEREDE VE NASIL ÖDENİR?
Karşımızdakilere geçen haklar burada mı, orada mı ödeniyor?..
Olayın
Cenâb-ı Hakk tarafından bize açılan yönü şu:
«ALLAH SERİÜL HİSAB'dır!..»
Yani, hesabı anında görendir Allah!..
Kim
kime ne değerde ne verir de aynı değerden ondan maddî karşılığını almaz ise ve
verdiğine karşılık hakkını da ona bağışlamaz ise; o şeyin karşılığı
karşısındaki tarafından anında kendisine «enerji olarak» ödenmektedir!..
Bazı
ufak değerler için bu ödenti anında kapanmakta, fakat büyük haklar için ise
bağışlama alana, ya da ölene kadar o ödeme devam etmektedir!.. Bu yüzden büyük
haklar kişinin cehenneme gitmesinde rol oynayan büyük faktörler olmaktadır!..
İslâm'daki
alınan bir hediyenin bile eşdeğerde bir hediye ile karşılanması şeklindeki
teâmülün altında yatan sebep de budur. Zirâ bunu ilk başlatan da Rasûlullâh Aleyhi's-selâm’dı.
Maddî
şeylerin karşılığı iyiliklerin karşılığı böyledir.
KUR’ÂN-I KERİM
(“EVRENSEL SİSTEM”İ AÇIKLAYAN KİTAP)
ALLAH KELÂMI!
Yaratılanları ve sistemi anlatandır!
Kur’ân,içinde yaşadığımız sistem ve düzeni bize anlatan bir kitaptır!
Nefsinden (özünden-zâtından)gelen hitâbı anlayabilmen içindir
ki,âfâkından kitap gelmiştir sana!
“Allah
Kelâmı”olması hasebiyle ve ALLAH’ın semâda bir mekânı
bulunmaması, mekân kavramından münezzeh olması nedeniyle,”Semavi
KİTAP”değil,”ALLAH İNDİNDEN GELMİŞ KİTAP”tır!
“ALLAH KELÂMI KUR’ÂN”, “Semavi” yani
semâdan gelmiş yani belirli bir mekândan gelmiş olmayıp; “BOYUTSAL”
derinlik ifade eden “ALLAH’ın EVRENSEL KİTABI”deyimiyle
tanımlanabilir ancak .
Kur`ân, içinde yaşamakta olduğumuz Allah SİSTEM ve Düzenini farketmemiz
için elimize verilmiş kitaptır!.
Rasûl
ve Nebiler “OKU”muş olarak,bize Allah ismiyle işaret olunanın yaratmış olduğu
içinde yaşamakta olduğumuz sistem ve düzeni “İslam Dini” adı
altında açıklamışlardır.Zorlandıkları yerlerde de bunu sembol ve benzetmelerle
açıklamaya çalışmışlardır.Kur’ân,içinde yaşadığımız sistem ve düzeni bize
anlatan bir kitaptır.
Kur’ân; beşer olan birimsel terkibin eseri değil, Ulûhiyet boyutunun
vahyi olarak Allah tarafından Allah Rasûlü’nün ağzıyla bize ulaşmıştır!... Bu farkedilmesi gerekli çok önemli bir husustur!
Kur’ân-ı Kerîm’in “RUHU”nu
anlayanlara göre, bu Kitap, insanlık yaşadıkça, onlara ışık tutacak ve
âhıret saadetini sağlayacak bilgileri ihtiva etmektedir!.
Ayrıca,
çok büyük bölümüyle, cehennem ve cennet boyutlarında dahi sonsuza dek
yararlanılacak bilgi ve yaşam gereklerini kişiye açmaktadır... Kişinin kendi
hakikatını; “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu
açıklamaktadır!.
Kur’ân içindeki bilgilerin bir kısmı “Nübüvvet”
kemâlâtından, diğer kısmı da “Risâlet” kemalâtından kaynaklanır; “Risâlet”
kemâlâtından kaynaklanan bilgiler sonsuza dek gündemini koruyup, insanlara yeni
açılımlar kazandırabilir..“Risâlet” kemâlâtından tebliğ olunan “İhlâs”
sûresi, “Fâtiha” sûresi gibi...
“Nübüvvet” kemâlâtından
kaynaklanan ve toplumsal yaşam içinde insanların davranışlarına yön veren;
evlenme, miras, şahitlik, kısas gibi konular ise, insan dünyada yaşadığı sürece
gündeminde kalan ve kişinin ölümüyle birlikte, o kişinin gündeminden düşen
hükümlerdir..
Kur'ân
bizlere, bizden öncekilerin yaşadığı olayları, ibret olsun diye anlatmıştır..
Nesiyle
ibret olsun diye?... Onların yaşadıkları hâllerin, bizim için de söz konusu
olabileceğini bildirme yollu ibret olsun diye... O tarihlerde, bu gibi olaylar
cereyan etmiş bilfiil!.
Geneliyle,
bunları sembol kabul edip, mecâzmış gibi yorumlamak yanlıştır!.. O
bilfiil yaşanmış olan olaylarda, özellikle Nebi ve Rasûller, nasıl davranmış
bu çok önemlidir!... Çünkü, Nebi ve Rasûller, bize örnek olacak
davranışlar için görevli kişilerdir!... Yani, bizim yapabileceklerimizi bize
bildirmek için görevlidirler!.
Bu
sebeple, olayları, öncelikle, bize ne tür davranmayı veya düşünmeyi öğretmek
istiyor gözüyle değerlendirmemiz gerekir...
KUR’ÂN ‘IN İNZÂLİ
Kur`ân`ın
inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde “indirmek” diye tercüme edilir ise
de “inzâl”, esası itibariyle “nüzül” denen şey, boyutsal bir
olaydır!. Mekânsal, yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.
hf
KUR'ÂN-I
KERİM’İ ANLAMANIN YOLU NEDİR?
En büyük ZİKİR olan Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl anlaşılması gerektiği
üzerinde, fazla derine girmeden, sadece ana hatları ile durmak istiyorum. Zirâ,
bize "ONU ANLAYASINIZ DİYE" denilerek inzâl olmuştur.
Bütün
mahlûkat, şartlandırılarak, ezberletilerek bir şeyler yapabilir. Ancak, sadece
İNSAN, idrâk ve tefekkür gücüne sahip varlık olarak, ve bu özelliği
dolayısıyla, "YERYÜZÜNDE HALİFE" olmak şerefine nâil olmuş; bu
gerçeği idrâk edip gereğini yaşayabilenlere de "ŞEREFLİ MÜSLÜMANLAR"
denilmiştir. Elbette ki, takliden bir şey yapabilenler de "yakîn"leri
ölçüsünde bundan hisselerini alırlar.
Elbette
ki, takliden bir şey yapabilenler de “yakîn”leri ölçüsünde bundan
hisselerini alırlar.
Kur’ân-ı
Kerîm’i anlamak için önce "tâhir’ olmak, yani -arınmış" olmak
gerekir. Çünki, "Arınmamış olanlar dokunmasınlar" deniliyor.
Bu âyeti mâalesef yanlış anlıyor; gidip suyla yıkanıp, abdest alıp "arındığımızı"
sanıyoruz!..
"Tahir"in
zıddı olan "necîs"in yani necasetin, yani pis-kirli olma
hâlinin ne olduğunu, bakın nasıl târif ediyor aynı KİTAB:
"Kesinlikle necis olanlar müşriklerdir".
Yani, necis olma hâlini meydana getiren "şirk"
düşüncesidir!..
İşte
bu iki âyet bir bütünleme ile şunu ifâde etmektedir:
"ŞİRK düşüncesiyle kirlenmiş olan müşrikler, bu pis düşünceden,
ARINMADAN KUR’AN’A EL SÜRMESİNLER; çünkü şirk düşüncesiyle, ALLAH’ın
vahdaniyetini, TEK’LİĞİNİ, AHADİYYETİNİ anlatan bu Kudsâl Kitâbı
anlıyamazlar".
İnsanların,
birimsellikten doğan bir biçimde, gökte hayâl ettikleri TANRI’ya, bakış
açılarına karşın; ALLAH’ın vahdaniyetini, AHADİYETİNİ, SONSUZ - SINIRSIZ TEK
OLUŞUNU en açık - seçik bir biçimde vurgulayan ve Tek’ten çoka bakış açısını
açıklayıp öğretmeyi gaye edinmiş olan KUR’ÂN-I KERÎM’in anlaşılması, elbette ki
kolay değildir.
İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak istiyorsak, önce ŞİRK
düşüncesinin pisliğinden ARINMAK mecburiyetindeyiz.
Kabre
girenlere sorulan sorulara, münafıkların verdiği cevap olarak hadislerde şu
açıklama vardır: “Duyduğuma göre Rabbim Allahmış; Muhammmed
Rasûlullahmış; kitabım Kur’ân...”
Okuyup
ne olduğunu anlamadığın şeyi nasıl tasdik veya red edersin ki?...
İçindeki vurgulanmak istenen mânâyı anlamadıkça, kitabın sayfaları veya
kapağı mıdır, senin kitap sahibi olman demek?...
Görmediğine
nasıl şehâdet edip yani şahitlik yapıp, Eşhedü’yü söyleyebilirsin?...
İlim odur ki, günlük yaşamında seni kendi doğrultusunda yaşatır...
PC
de harf kaybolmadan bilgiler saklanıyor, ama insan demiyoruz, ona!...
Dünyadan
a'mâ olarak ayrılmak, “idrak körlüğü” olduğuna göre; bilgimiz ne kadarıyla
beynimizde "setup" oldu?...
Sanırım
ana problem, aldığımız ilim programını setup yapamamamız!Yani sistemli
düşünemememiz!...
Bu
yüzden de konuşurken veya düşünürken çelişkilerimiz bitmiyor!... Sürekli
düşündüklerimizle, konuştuklarımızla çelişki ortaya koyuyoruz!...
Bu
açıdan bakarsak geçmiş olaylara, onları dışardan bakarak deşifre edebilir
miyiz; yoksa kendimizi o olayları yaşayanların yerine koyarak mı anlamaya
çalışmalıyız?...
İbrahim Aleyhiselâm olayının Kur'ân ‘ı anlamada bir ANAHTAR olduğu; ve
bu konudaki SIR tefekkür dünyamızda açıklık kazanmadan, Kur'ân’ın tarafımızdan
asla değerlendirilemeyeceği; bu yüzden de bu konunun TAKLİDİNDEN TAHKİKİNE
GEÇİLMESİ yolunda bir bilgi aldım... ve size naklettim...
O
yüzden de bu konu üzerinde hassasiyetle duruyorum...
hf
Düz mantıkla okursa Kurân’ı Kerîmi; “biz size misâllerle anlattık”
uyarısını dikkate almadan…
Kıyâmetten
sonra gene toprak-madde yapılı bedenler var…
İçinde
envâi çeşit meyve ve huri ve gılman isimli cinsi lâtiflerin dolaştığı
bostanlar, bahçeler (cennet)!
Yukarıda
bizi seyreden, eli olan bir tanrı!.
Ya
Berzah ve Kıyâmet evresi?
Dünya
prese girmişçesine dümdüz olmuş; kenarsız tepsi gibi!
Üstünde
toplanmış gelmiş geçmiş tüm insanlar…
Uzayda
dökülen(?) batan yıldızlar!
Cehennemi
tutmuş kulplarından getirmiş bir tür sûretli melekler… Cehennem kaynıyor alev
alev altında dünya tepsisinin!
Kolcular,
insanları alıyor teker teker bir terazinin başına; koyuyor günah ve sevaplarını
terazinin kefelerine… Orada elektronik terazi kalmamış; ya da kullanılmıyor
elektrikler kesik olduğundan!!!
Tartı
işleminden geçtikten sonra insanların milyar kere milyarlarcası; bir köprü
kuruluyor dünyanın kenarından, ateşin üstünden, ateşin öte yakasındaki cennet
denilen bahçeye doğru…
Ateşin
sardığı dünya çevresi milyonlarla kilometre…
“Kim
neye tapıyorsa onun peşine takılsın” komutu geliyor oranın genel kurmay
başkanından; herkes, dünyada iken tapındığı kişinin canlı heykelinin peşinden
yürüyor!… O tapınılan, köprü yerine dünyanın sonuna gelip, ateşe düşüyor;
takipçileri de ardından!.
Belli
bir sûrete tapınmayıp, “Allah”a secde ederek, onun için toprağa baş
koyduklarını söyleyenler ise oldukları yerde bekliyorlar…
Sonra
onlara, “tâbi olduğunuz Rasûl veya Nebiyi takip ediniz” deniyor… Onlar
da, tâbi oldukları Nebi veya Rasûl’ün arkasından sıratın-köprünün üzerine
giriyorlar…
Kimi
şimşek, kimi de topal hızıyla ateşin üzerinden geçiyorlar köprü boyunca!.
Bostana-bahçeye
yani cennete giriyorlar!
Özetle,
Kurân ve Rasûl açıklamalarına dayalı gelecek anlatımı böyle; olduğu gibi kelime
anlamıyla!.
Mi’râc’da,
Rasûlullah göğe çıkıp uzayda bir yerde tanrı ile mi buluşmuş!?
Namazda,
kafatasını toprağa koymakla secde edilmiş mi olunuyor!?
Anlayacağınız,
namazın anlamı dinsel jimnastik olmuş!. Jimnastik hocası da imam!
Dünya
imamını duyduk belki de; ya gerçek “müezzin” kimdir dünyada?
“İnsanların en kayıpta olanı salâtta secde ve rükûnun hakkını
vermeyendir”
şeklindeki Rasûlullah uyarısından söz eden “imam” etiketliye sordum:
-Secdenin
hakkını vermek, kafatasını, alnını toprak üstünde uzunca tutmak mıdır?
Bilgisiz
insanın, “insan” olduğunu fark etmesi için önce bilgiye ihtiyacı vardır.
“Kur’ân” bilgi kitabıdır!.
“Allah Rasûlü”, Allah’tan zâhir olan ilim ile, algıladığı vahiy ile
“insan”ı uyaran; HAKİKATE TAM DÂVET EDENDİR!.
“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur sadece ALLAH” vardır vurgulamasıyla
nâzil olan bu Bilgi Kitabı'nı; “tanrı” fikrinden “arınmamış” olanların
algılaması ise asla mümkün değildir!.
Kur’ân,
baştan sona, “Tanrı” ve tanrılık kavramı mevcut değildir temeline
dayalı olarak, “insan”lara yol göstermeye çalışmaktadır.
Kur’ân NUR’dur!… Işıktır!… Karanlıkta kalmış beyinlere, ışık tutmaktadır
gerçekleri görmeleri için!.
Kurân
kıyâmete kadar, nasıl geçerli olabilir?
Bu
çağdışı göktanrı anlayışımızla mı? Yoksa yukarıda anlatılan senaryoyu yazıyor
denerek mi?
Yoksa
işaret ettiği gizli sırlar deşifre edilerek; mecazlar, semboller
çözümlenerek mi?
Sır
, “Biz size her şeyi misâllerle anlattık” uyarısında!
Eğer
bu sırrın ipucunu değerlendirmezsek, bir çok saçma fikirlere saplanır; kendi
anlayışımızdaki bu saçmalıklar yüzünden de, zaman üstü Bilgi Kitabı’ndan hiç
yararlanmadan; özümüzdeki gerçeklere ve kuvvelere eremeden; hayâlimizde
varsayıp içinde yaşadığımız uydurma bir dünya ile cehennemi boylarız!
Kitab’ı
tebliğ eden Allah Rasulü…
“Salâta
dâvet edildiğinizde….” Uyarısında bulunuyor!
Kitab’ı, günde en az beş defa “oku”maya dâvet ediliyoruz!.
Apdestsiz
“salât”, niye olmaz?… nedir apdest; nasıl alınır?
Niçin,
“FÂTİHA’sız “salât” olmaz”?
Acaba
farkında mıyız?…
Müezzin…
Ezan…
İle
çağrıda bulunuyor inananlara…
Neye
dâvet ediliyoruz?
Müezzin
vâkıf mı, neye dâvet ettiğine?
Dinleyen
farkında mı neye dâvet olunduğuna? Niye dâvet edildiğine?
Nasıl
abdest almak, yani neden ARINMAK gerekiyor, müezzinin dâvetine
icabet için?
Allah
Rasulü, “DUA ve ZİKİR” kitabında naklettiğim üzere, her ezan arkasından şöyle
başlayan bir duayı “oku”mamızı tavsiye ediyor:
“Bu
TAM dâvetin Rabbi olan Allah’ım….”
Neden,
TAM dâvet?… Neye, TAM dâvet?
Müezzin,
neye dâvet ediyor?
Sakın,
“namaza” demeyin, tüm ezan duymamışlar gibi!
Her
“namaza” duran, müezzinin dâvetine icabet etmiş midir?
Farkında
mısınız, müezzinin sizi, “müminin mi’râcı olan salâ”ya dâvet ettiğinin!.
Artık
fark edin ki, ezanı seslendiren, “salât”la yaşanan “mi’râc”a
dâvet ediyor günde beş ayrı zamanda!.
“Mi’âc” mı “salât”; salât” mı “mi’râc”?
“Mi’râc”a
dâvet edene mi, “müezzin” deniyor yoksa?
Gavsı
â’zam Abdulkadir Geylânî, “Risâle-i GAVSİYE” isimli eserinde, “mi’râcı
olmayanın namazı yoktur” diyordu!.
“Mi’râc”
araçtır; amaç olan, yaşanılması istenilen, nedir?
Vitriyet
mertebesine ulaşmayanın “mi’râc”ı olur mu?
Niçin,
günde 50 defa mi’râc dâveti farz olsun istenmiştir?
Hiç
ezanı, “mi’râc”a dâvet olarak algılayıp; icabet ettiniz mi bu TAM
dâvete? Nasıl?…
Ezan,
nasıl okunur?
Ezanı
kimler duyar, kimler algılar; kimler icabet eder?
“Salât”
niçin farzdır her mümine? En az günün 5 ayrı vaktinde?…
Ezana yani TAM DÂVETE icabet etmeyenler neler kaybetmektedirler?
Kulaklar,
sağır olmuş sanki!..
Kıyâmet
mi kopuyor nedir!
Güneş
kararmış, yani ilim ortadan kalkmaya başlamış!… Yıldızlar dökülmüş, yani ilim
ehli birer birer ortadan kaybolmuş!.
Ortalık
benim gibi HAKİKATİ göremeyen kör; ezanı duymayan sağır ve gerçeği
dillendirmekten âciz dilsizlerle dolmuş!.
“İnsan”lar
susmuş!. Yalnızca, teyp beyinler bantlarındakini tekrarlar olmuş!.
Sanki,
“TEMEL ESASLAR” isimli kitabı yazmamışım himmet ve inâyetle!.
Keşke
algılamıyor olsa Allah Rasûlü, dünyadaki Müslümanların hâlini!
“İslâm
DİNİ”nin, tebliğ ettiği gerçeklerin, insanlar tarafından nasıl anlaşıldığını!
“Müslümanlık
dini”nin nasıl Göktürk dinine benzediğini!.
Düşünmeyen,
sorgulamayan; yazılanları, beş dakikada, gazetede falancanın fıkrası gibi
okuyup geçen; sonra da para ve beyaz et yani tavuk veya piliç peşinde
koşturmacasına devam edenlerin arasında niye yaşamak zorunda bırakılmışım ki!?.
Paslanmış
tefekkür dişlilerini harekete geçirmek; şartlanma, ezber, ve taklit yollu
kabullendiklerinin hakikatine ermek için, bir ömürdür uğraş veren bu garîb ve
fakîre dua buyurun lûtfen!.
Meded,
inâyet Allah’ım!
KUR’ÂN ‘DA GEÇEN “İLÂH” NEDİR?!
Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde «İlâhımız»,
«İlâhınız» gibi ifadeler geçmekte; ancak akabinde de «İLÂH»ın, «ALLAH» olduğu
vurgulanmaktadır...
Peki
bu duruma göre, «ALLAH»ın,
bir «İlâh» yani «tanrı» olduğu ileri sürülemez mi?
Sürülemez!..
Bu
gibi tanımlamalar, «İlâh»a yani «tanrı»ya
tapanlara yapılan açıklamalardır.
Yani
onlara denilmektedir ki...
«Sizin, İLÂH sandığınız, TANRI dediğiniz şey mevcut
değildir; gerçekte var olan
SADECE "ALLAH"tır!.. Sizin ve
bizim «İlâh»ımız hep aynı ve tektir... Ve
dahi O da"ALLAH"tır..»
Bize
“Allah” İsmiyle “O”,”Hù” dediğimiz varlığı tanıtan Rasùl
Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Selâm,o isimle işaret edilen varlığın bir
Tanrı,mâbud,ilâh olmadığını vurgulamakta , ”Sizin İlâhınız Allah’tır!”
beyânıyla,bizim “İlâh” veya “Tanrı” diye var sandığımız şeyin gerçekte
“Allah İsmiyle İşaret Edilen” varlık olduğunu izaha çalışmaktadır.
“Sizin İlâhınız Allah’tır!”
demek;Allah’ın bir Tanrı oduğu yani İlâh olduğu anlamına gelmeyip,aksine şu
mânâda olarak ifade edilmiştir;Siz Tanrı-İlâh diye bir şey kabul
ediyorsunuzya,işte öyle bir şey yoktur!Tanrı,İlâh yoktur:”Allah İsmiyle İşaret
Edilen” bir varlık vardır. Bu isimle size anlatmaya çalıştığım varlık; varlığı
ve özellikleri itibariyle sizin var sandığınız Tanrı,İlâh kavramından tamamıyle
ayrı birşeydir!Öyleyse bugüne kadar düşündüğünüz ve var sandığınız Tanrı,İlâh
fikrini bir yana koyarak,Allah İsmiyle tanımlanan varlığın ne olduğunu bir
nebze de olsa farketmeye tanımaya çalışın!..
“İlâh”lık
mefhumu yoktur! Kurân‘daki “İlâh” anlatımı, insanları olayın
özüne yaklaştırmak içindir!
KUR’ÂN RUHU
Geldiği devirdeki insanların genel seviyesinden başlamak üzere, kıyâmete
kadar gelecek tüm insanlara ışık tutmak üzere, her devrin çağdaşı ve ötesi
olacak kapasitede hazırlanmış ve cümleleri, kelimeleri ona göre düzenlenmiş bir
kitap olan Kur’ân ile karşı karşıyayız...
Kur’ân, insanları asırlar öncesi ilkel yaşama döndürme ve insanları
geriye dönük yaşama sabitleyip, kilitlemeye dönük olarak mı bize tebliğ
edilmiş bir kitaptır... Yoksa... İnsanları geleceğe hazırlanmaya, insanlara
tekamül-gelişme yollarını göstermeye, en mükemmele yönlenmeye mi teşvik
etmektedir...
Bu
yüce kitabı en iyi anladığına inandığım kişilerin başında gelenlerden Hz.
Âli, bu anlayışa dayalı olarak şöyle demiştir:
“Çocuklarınızı, yaşadığınız devre göre DEĞİL; yaşayacakları devre göre
yetiştiriniz!.”
Yani,
Çocukluğu ve gençliği Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın yanında geçip; Kur’ân
“ruhu”nu O’ndan edinmiş olan Zâtın bakış açısıdır bu geleceğe
dönük yaşam tarzı ve bakış açısı...
Eğer,
“nübüvvet” çeşmesinden toplumu sulayan hükümlere bakılırsa... Bunların
hepsi, geçmişte ve o sıralarda, âdeta insan yerine bile konmayan, o güne kadar ticari
seks metaı hükmündeki dişilere, kadınlık haklarının edindirilmesi
amacına dönüktür!. Onların, ticari mal olarak görülmeleri yasaklanmış; onlara eş
olarak belirli haklar edindirilmiş; toplumda sözü geçmezken, “şahit”
olma hakları teslim edilmiştir; mirastan pay alma hakları
oluşturulmuştur!.
Şimdi
lûtfen izân ve basiretle, anlamaya çalışarak şu gerçeği farkedin:
Kur’ân, “RUHU”
itibariyle, eskide kalmayı önlemek, geriye dönüşü durdurtmak, haksızlıkları
ortadan kaldırmak, insanları sürekli ileriye dönük değerlendirme yapmaya teşvik
amacıyla hükümler getirmiştir!.
AYRICA...
Benim kişisel kanaatim olarak, kimseyi bağlamaz; fakat Kur’ân ‘ı daha
gerçekçi değerlendirmeye vesile olur diye düşünerek belirtirim ki...
Kur’ân bu hükümleri getirirken, dememiştir ki; bu hakları arttırıp
eşitliği sağlamayın, burada kalın ve ileriye gitmeyin, kadınlar ikinci sınıf
olarak kalsın; tekâmül etmeyin!.
Sayısız
dişi alma hakkını, bir aşama olarak, dört ile sınırlarken; tek eşle
yaşamanın çok daha yararlı olduğu yolunda uyarısı vardır; ve bu hedef
olarak gösterilmiştir...
Zekât, asgari insanların hakkı olarak
gösterilirken, sadaka adı altında varlığındakileri olabildiğince insanlarla
paylaşmanın faziletinden söz edilmiştir...
Yani,
kadına edindirilen haklar, nihai son hak, son sınır değil; toplumun,
erkeklerin ve kadınların tekâmülü nisbetinde, geliştirilecek haklar
manzumesinin temelidir...
Söz hakkı olmayan kadına, iki kadından biri
olarak “şahit” olma hakkı kazandırılmış ise; bu ebeden bu kadardır,
anlamında değil; kadının kendini geliştirmesi oranında erkekle eşit hakları
olabileceğine işaret anlamındadır, kanaatimce!... “Söz hakkı olmayanın”,
hiç olmazsa ikisi bir arada insan olarak yaşayıp, “şahit olmasına”
olanak sağlanmıştır... Ama zaman içinde toplum olarak, kadının değerini
anladığınız zaman; onun da sizin gibi Allah kulu olduğunu, insan olarak
ve “HALİFE” olarak yeryüzünde yer aldığını farkettiğiniz zaman, tek
başına, erkekle aynı haklara sahip olmasını engellemeyin, anlamında olarak...
Bir toplum, kadına bir erkekle beraber tek başına şahid olma hakkı tanıyorsa,
bu asla Kur’ân ‘ın “RUHU”na ters düşmez anlayışıma göre; ve hatta evlâ
olan da budur!.
Mirasta payı olmayan kadına, hiç değilse
erkeğin yarısı kadar hak edindirilirken o günkü şartlara göre; bu demek
değildir ki, sakın ola fazlası verilmeye!.. Aksine eşit pay verilmesi,
toplumun, Kur’ân “RUHU”na göre gelişme göstermesinin işaretidir..
Yani, Kur’ân “RUHU”, geriye dönmeye taban sınır getirmiş bu hükümlerle;
fakat ileriye doğru uygulamaları asla sınırlamamıştır; anlayışıma göre...
İşte getirdiği, ileriye dönük sınırlaması olmayan insan haklarıyla;
ihtiva ettiği bu ilerisi açık anlayış dolayısıyla, artık Kur’ân ‘dan sonra yeni
bir kitap kelmesine gerek kalmamış ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm “Hatemin Nebi”
olmuştur!.
Ölüm ötesi yaşam şartları ve Allah’ı bilme yönleri itibariyle risalet
yollu sistemi açıklayan Kur’ân;
“nübüvvet” yoluyla da insan haklarını o günün şartlarında olabildiğince
iyileştirmiş, geliştirmiş ve bunları asgari-taban sınır olarak tesbit edip;
bunun zaman içinde daha da geliştirilmesini yasaklamamıştır!.
İşte bu temel prensip, anladığım
kadarıyla, “Kur’ân ‘ın RUHU”dur; ki, O Azîz
Kitabın, sonsuza dek geçerliliğini; ve başka bir kitap gelmesine ihtiyaç
duyulmamasını temin etmektedir!.
Elimizdeki
lafzı değerlendirmek için, önce o lafzın oluşmasına neden olan o işin
RUHUnu hissetmeye çalışsak yaşamımızda...
Böylece
olayın sûretinden siretine; zâhirinden bâtınına yönelsek...?
Âyetler
ve getirdikleri hükümler hiç bir zaman değişmez ve eğer o âyetlerin
RUHUNU iyi anlarsak, onların değişmesine de gerek olmadığını farkederiz...
Çünkü
Kur’ân öğretisi insanları bir noktada sabitlemek için değil, onlara
geleceğin mutluluk kapılarını açmak için gelmiştir...
İnsanlar, Kur’ân ile insanlığın nereden nereye ne büyük bir DEVRİM
ile getirildiğini farkedebilirse...En büyük DEVRİMCİ RUHUN, KUR’ÂN RUHU
olduğunu farkedebileceklerdir..
İnsanlar
o RUH ile yaşayıp, o RUH ile yaşamı değerlendirebilirlerse, büyük
bir hızla “HALİFE”lik vasfına doğru ilerlerler...
Kur’ân-ın
RUHU, ileri, daima ileri; üzerinedir...
Allah
RASÛLÜ BUYURUR ki:
“İKİ GÜNÜ BİR GEÇEN BİZDEN DEĞİLDİR!”
Bu yalnızca bir konuda bir yönden değil; her konuda her
yöndendir!...
En
başta da kadın-erkek hakları değil; İNSAN hakları yönündendir!.
İnsan
haklarının olmadığı toplumlar, müslüman toplumlar değildir kendilerinde
müslüman etiketi olsa bile!.
KUR’ÂN, getirdiği sınırlarla anlamındaki hükümlerle buradan geri gitmeyi
yani irticayı kesmiş ve yasaklamıştır...İlerlemeyi
değil!... İnsanın “halife”liğine kavuşmasını engellemeyen KUR’ÂN RUHU,
irticaya karşılığı getirmiştir!. Müslüman kesinlikle mürteci olamaz ve
değildir.
İrtica
ile müslümanlık asla bağdaşmaz; çünkü irtica Kur’ân RUHUNA ters düşmektedir!.
Mürteci,
insan haklarına karşı olandır!.
İrtica,
“HALİFE” olarak yaratılmış İNSANın haklarını kısıtlamaktır!.
KUR’ÂN
RUHUnu anlayıp yaşamımızda bu RUH ile yaşayıp, bunun getirdiği bakış açısıyla
her şeyi değerlendirirsek, Dünya üzerinde bizden ileri toplum
olamaz; Kur’an ‘dan aldığımız bu güç ile!
KUR’ÂN
RUHU’NU edinmeye bakın!...
Sonra
O RUH la yeniden sarılın KUR’ÂN ‘A ve onu bu anlayışla değerlendirmeye
çalışın lutfen!..
Dün
gelmiş kitap olmaktan çıkartın O’nu böylece...
Bakın
bakalım o zaman O AZİZ kitabı sanki bugün nâzil oluyormuşçasına
okuyabilecek misiniz?
Dünden
gelen dostlar ve toplumlar klişe bakışlarla, yarınkilerin
tebessümle dinleyecekleri anlatımları İslam Dini diye anlatıyorlardı; biz
de olabildiğince öyle olmadığını anlatmaya çalışıyorduk...
Gökte
belki de Sirius yıldızında ya da Beta Nova da yerleşik bir
tanrı!!!...
Onun
burada insanlar arasından seçtiği bir elçi; postacı!!!...
Postacısına
mesajlarını yolladığı Cibril adlı bir melek!...
Seyredilen
ilkel anlayışlı topluluklar!...
Birisi
bir soru soruyor postacıya, (pardon elçiye), o da aracıya havale
ediyor... O da Sirius taki tanrıya,... Sonra Tanrı bir kaç gün
düşünüp, çözüm buluyor ve Aracısı ile Dünyadaki postacısına haber
yolluyor; Gelen Cibril adlı melek Arapça konuşamadığı için, insan
elçiye duyuruyor, o da topluma tebliğ memuru-aracı-elçi olduğu için
duyuruyor!...
Kur’ân-ı
Kerim’i (karton kapak arasındaki harfleri güncelleştirilmiş ve yeniden
düzenlenmiş mushaf değil), OKUyamadığımızdan çoklukla buna benzer
bir şeyler düşünerek geldik çoklukla....
Her
ne kadar arada Abdülkadir Geylâni, Muhyiddini Arabi, Nakşıbend,
Şemsi Tebriz gibi, Haci Bektaş Veli gibi bazı ender OKUrlar
geldiyse de, halimize bakıp, balonlarımıza iğne batırmadıkları için
bu hayallerle bugünlere geldik...
Ne
“ALLAH” adıyla işaret edilenden haberimiz oldu; ne de KUR’ÂN’ın
RUHUNDAN ve o RUH ile OKU’manın mümkün olabileceğinden!...
Milyarlar
geçti hiç acıyanı kalmadan!...
Biri
daha gitti dediler...
Gelin
dostlar artık kafamızı yukarı geleceğe kaldırıp Balonları
seyredelim!...
Zordur
onları patlatmak; ama hiç olmazsa bizi güneşi görmekten perdeleyen
balonları hiç olmazsa farkedelim...
Doğduğumuz,
kendimizi bildiğimiz günden beri orada durduğu için onun
kaldırılması, kurtulunması gereken bir BALON olduğunu fark
edemediğimiz BALONU hiç olmazsa farkedelim....
Araştıralım,
soruşturalım... Bunun için önce pazara çıkıp, kullanacak
biraz aklı ve mantık alalım...
Araştıralım
“ALLAH” adıyla işaret edilen eğer yukarıdan komut yollayan TANRI değilse,
Nedir?
O’nun
Rasûlü ve görevi olan “RİSÂLET” nedir?
Mushafın
iki kapağı arasında PEYGAMBER kelimesi geçmediği halde niye
PEYGAMBER kelimesini kullanıp, Allah Rasûllüğünü bir postacı veya
peygamber olarak düşünürüz?...
Rasûllük
mekânsal mıdır, BOYUTSAL mı?
Kitap
getiren Rasüle Nebi diyorlarmış!!!... Niye İSMAİL
Aleyhisselâm’ın Kur’ân ‘da hem RASÛL hem NEBİ olduğu hakkında
âyet olduğu halde getirmiş olduğu bir sahife veya kitap
yok?...
Rasûl
ne zaman nebi olur?...
Nebi
hangi yönü itibariyle Rasül olur?... Niye bir kısım Nebide
“Risâlet” yoktur?...
Nebi
ve Rasül oluşmasına vesile olan şekil ve sûretten,
cinsiyetten beri CEBRAİL adıyla bilinen melek mi, meleki kuvve mi anlaşılır?
TANRI
olmayan ALLAH’ın Rasûlüne hitabı gökten midir, özünden mi?
Hele
hele....
Bu
ZÂT’lara anlayışı kıtların, anlattıklarının derinliğini
anlıyamamaları dolayısıyla GÖSTERİLEN mucize, kerâmetler ile,
istidraçların kimler tarafından onlara sunulduğuna gelirsek...
Demişler
ki geçmişte...
“Peygamberliğini
ispat için Allah (tanrı) onlara mucizeler bahşetmiştir,
evliyasına da kerâmet... Kâfirler ise istidrac gösterir...”
Sirius
yıldızındaki tanrı,yeryüzündeki postacısına özel ulakla güç postalamıyorsa,
,ALLAH RASÛL veya NEBİLERİNDEN nasıl açığa çıkıyordu acaba
mucizeler?
Sirius
yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ’lerine
ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde kerâmet?
Destekleyen
bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan
insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet karşılığı
olarak?
Ben de sizin misliniz olan bir beşerim;
diyen en muhteşem insan, Allah rasulü ve hatemen nebiyyin
Muhammed Mustafa Aleyhisselâm... Bizler gibi bir bedene
sahip!.
Kerâmetleri
hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni, Ahmed Rufai ve
niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.
El-kol,
bacak beyin aynı da....
Tıpkı
kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...
Farklı
olan tek bir yanları var bugünkü bilimsel verilere göre....
BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...
TANRI
DEĞİL ALLAH ise...
Kaynak
aynı kaynak...
Beşer
aynı bedene sahip aynı beşer...
Ama
birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...
Diğerinden
çıkana Veli ise, diyoruz, kerâmet...
Kâfirden
çıkana ise diyoruz istidrac!.
Aynı
kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden
değişik isimle tanımlanıyor!.
Musluk
olayı Allah’a bağlıyor; mucize, keramet diyoruz!...
Musluk
olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, istidrac diyoruz!...
Oysa
açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.
Hatta
bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize
ve keramet ise Allah’a ait!...
Mucize
veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin Hemen farkedelim...
İstidrac, benlikten kaynaklanır; kişinin beni kapasitesince...
Kerâmet ve mucize ise Allah’tan kaynaklanır kuvvetini
Uluhiyetten alır ilmince...
Onun
içindir ki, Allah’a iman etmiş olanın arzı geniştir...
Ulûhiyet arzında ve semâsında seyreder!...
İstidracı ortaya koyan kâfirin arzı ise benliği kadardır; sonu
ise cehennem!...
ALLAH, KUR’ÂN ‘IN RUHUYLA KİTABINI OKUmayı kolaylaştırsın
hepimize…
RUH
kelimesini, insandaki beynin ürettiği beden gibi anlamayın yalnızca...
RUH
kelimesi aynı zamanda, “sen bu işin ruhunu anlamamışın”
cümlesinde olduğu gibi de anlaşılır bu konuda...
Dünyanın
veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş amaçlarına
hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle konuşmak, onun varoluş
hikmetiyle görüşmek anlamına da alınır...
İnsanlar,
birbirlerinin ruhunu okumak isterler meselâ... Bu ne demektir?...
Karşısındakinin varlığındaki özellikleri farketmek...
Bakın
şu an aşağı yukarı 150 kişiyiz...
Yani
PC...
Çoğumuz
önümüzdeki ekrana bakıyor, ama gerçekte...
Hepimiz
ekran objesi ötesinde karşımızdaki bir beyne telepatik bağ kurup beyinden
beyine iletişim içindeyiz... Bu işte ruhtan okuma, ya da
ruhunu okuma diye tarif edilen olaydır...
Geçmişte
tasavvufta buna “rabıta” denmiş...
Kişinin
kendisinden daha kapsamlı olduğunu düşündüğü beyinle iletişime
girmesi...
Siz Kur’ân okurken, eğer onu yazanla iletişim kuramazsanız,
lâfzında kalırsınız!.
Önemli olan şeklen yöneldiğiniz ile beyinsel-ruhsal
iletişime geçebilmenizdir...Ancak
bu şekilde karşınızdakini algılayabilirsiniz...
Meselâ
Rasûlullah ile iletişim kurmadan, onun hadislerini kolay kolay
anlıyamazsınız...
Bunun
basit izahı şudur...
O
acaba o anda nasıl düşünerek karşısındakilere o sözleri söylemiş... Bu
düşünceniz-sorunuz, sizin onunla iletişiminize vesile olabilecektir...
KUR’ÂNI “OKU”MAK
Ben göya Kur'ân ‘ı okududuğumu sanırdım!..
Dün
gece gizlice kulak misafiri oldum ELF ile Cem'in bir konuşmasına ki, kafam
karıştı...
20
sene aradan sonra ELF tekrar CEM ile buluşmuş!... Neler konuşmuşlar, neler
olmuş, belki ilerde Cem'den dinleriz... Ama bir şey var ki, onu size anlatmadan
geçemeyeceğim...
-Yirmi yıllık çalışmadan ve uğraşıdan sonra sen Kur'ân
"oku"duğunu sanıyorsun artık değil mi Cem?... diyordu... Cem cevap
verdi...
-Evet, artık o âyetlerde neler denmek istediğini anlıyorum galiba!...
-Zaten eski yorumcular da senin gibiydiler hep Cem!...
-Nasıl yani?... Âyetleri okuyup, o
kelimelerin geniş kapsamlı olarak manalarını ortaya koyarak; neler denmek
istediğini araştırıp, çözüyorum!..
-Doğru Cem!... Evet aynen öyle yapıyorsun!... Zaten bütün MUKALLİT
YORUMCULAR da bunu yapıyor işte!..
-Elf, lûtfen...! Daha geldiğin gece benim kafamı allak bullak etmeye
başladın!... Başka nasıl yapılabilir ki?...
En geniş kapsamlı olarak oradan mana çıkarmaya çalışıyorum, bu kadar
yıllık birikimim ve bilgisayar gibi çalışan beynimle... Daha ne yapabilirim
ki?..
-Hiç bir şey yapamazsın; YAŞAYABİLİRSİN!..
-Elf yaşıyorum ya işte!... Daha ne yaşıyacağım?...
-Cem
olarak yaşıyorsun!... Cem'likten soyun; ve okuduğunu, SÖYLEYEN olarak YAŞA!...
O anı ve olayı yaşayan olarak yaşa!...
Ki böylece okuduğun yazıların, metinlerin, uyarıların gerçekte neye
işaret ettiklerini hissederek farkedesin!..
-Cem
sen neler diyorsun... Ben onları anlamak için bütün ilmimle yöneliyorum
okuduklarıma!...
-Evet,
tam mükemmel bir MUKALLİT gibi!...
-ELF yapma ne olur, beni peritan ediyorsun!...
-Gerçek seni perişan ediyorsa, ol!. Ne çıkar!. Kör bir MUKALLİT olarak
boyut değiştirmektense; perişan olmuş, ama gerçeği bulmuş, yaşamış ve
hissetmiş bir MUHAKKİK olarak boyut değiştirmen bence çok daha iyidir!...
-Bu kadar yıllık çalışmam boşa mı gitti yani?
-Bu kadar yıllık çalışman, geldiğin noktada, iyi bir mukallit olduğunu
farketmene ve kavramana yaradı!... İyi bir gelişme değil mi?..
-Peki benim bu kadar anladıklarım ne olacak?...
-Onlar senin, veri tabanına GÖRE, yorumlarındı!...
Bir de olayı ve kişiyi YAŞAYARAK, bak bakalım o konunun içyüzüne; acaba
ne göreceksin?
-ELF bu kadar yıldan sonra bana bu yapılır mı?...
-Cem, eğer sana bunu yapmasaydım, kendini işin hakikatına ermiş mutlu
bir fani olarak sanıp, öylece cennetini yaşayacaktın; kör olarak!.
-Oysa şimdi ne olacağım ELF?
-Belki,
işin hakikatını, kişi ve olayın hakikatıyla özdeşleşerek farketmeye; ve ona
göre boyutsal yaşamaya geçeceksin!. Varlıkların özünde, o varlıklar olarak
yaşamaya başlıyacaksın!...
Sonra da yeni açılımlara geçeceksin...
Bu yanlızca MUKALLİT sınıfından çıkıp, Gerçek Kapısı'ndan içeri
girebilmek için gerekli adım Cem!...
-Elf inan ki sana duygularımı anlatamam!... Beni gerçekten yıktın!... Bu
kadar yıllık çalışmadan sonra...!
-Unutma sen olarak da yaşayabilmekteyim, ve seni çok iyi anlamaktayım!.
Sükûtu hayâller daima gerçeklerle karşılaşmaktan doğar... Ne kadar çok sükûtu
hayâlin varsa, o kadar gerçekle karşılaşırsın... Bu da senin yararınadır.
-Evet dostlar, Dün geceki ELF ile CEM'in sohbetinden size kısa bir bölüm
naklettim... Ve şu anda benim de kafam hayli karışık!...
-Lûtfen
bana biraz akıl verir misiniz bu konuşmalar ışığında ne yapmam hakkında?...
İlâhi
hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak “Kitabullahı” “oku”yabilmekten
sonra mümkün olur... Bunun için de önce “Kur’ânın ahlâkıyla ahlâklanmak”
gerekir.
Yani,
Kur’ânı “OKU”mak icabeder!..
Anladığımız
Kur’ân, içinde yaşadığımız sistem ve düzen algılamamızla bütünleşmiyorsa, biz
daha Kur`ân ‘ı okumamışız demektir!.
Kur’ân okunduğu zaman sistem ve düzen farkedilir ki, bu da “Allah
Ahlâkı”nın farkedilmesi sonucunu getirir…
“Kur’ân ‘ı “OKU”mak demek, alıp eline sadece satırları
okumak demek değildir!..
O
cümlelerde, sûrelerde, âyetlerde işaret edilen mânâları kavramak,hissetmek ve
gerektiği şekilde yaşamak demektir... Kendinde bu mânâları bulacaksın; bulduğun
zaman Kur’ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın!..
“Kur’ân böyle diyor ben böyle yapayım demekle”, oluşmaz Kur’ân ‘ın
ahlâkıyla ahlâklanmak...
“Kur’ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak”
demek, Kur’ânda ifade edilenleri kendi özünde bulabilmek; ve kendini o
âyetlerde işaret edilen boyutlarda bulabilmek; hissetmek ve yaşamakla mümkün
olur.
Bunu
ne derece kendinde kemâle erdirebilirsen, işte o derece Kitabullahı okumak
durumuna gelirsin.
“Allah”
Rasüllüğünün ne olduğunu anlamamış, “Allah Rasulü” olarak
Hz. Muhammedin işlevini kavrayamamış isem, nübüvvetin onda
noktalanmasına rağmen “Rasûl” kavramının ne olduğunu
farkedememişsem; KUR’ÂN’ı OKUyamıyorsam ne olacak benim hâlim!
Allah
ile TANRI; RASUL-NEBİ ile Peygamber farkını farketmiyenlerin GÖKTANRIdan
haber getiren elçi anlamındaki peygamber anlayışları ile çevirdikleri
KURâN MEÂLLERİNİ okuyanlar, hep meâli yazanın kitabını okuyorlar;
Kur’ân ‘ı değil!.
Herşeyi
ötelerde ve asılsız hayallerde değil,içinde yaşadığımız boyut ve sistemde
bulmaya çalışırsak isabet etmiş oluruz…
Elinize
bir meâli alıp okumak, Kur’ân ‘ı “OKU”mak değildir...
Meâli okumak; o meali yazanın
Kur’ân ‘dan anlayabildiğini OKUMAKTIR!.
Benim
gibi sıradan bir insanın yazdığı kitaplar bile doğru dürüst
çevrilemezken bir başka dile; nerede kaldı Kur’ân ‘ı çevirebilmek!..
Üstüne
üstlük...
Bundan
daha da önemlisi...
Kur’ân
‘ı “OKU”yabilmek için, daha önce de belirttiğim gibi, o uyarı
veya açıklamanın, hangi amaçla hangi hedefe yönelik olarak
gönderildiğini anlama zorunluluğu vardır.
Gelen
o hüküm hangi olaydan dolayı, kimlere ne kazandırmak için
gelmiştir...
Kimleri
nereden nereye taşıma amacı gütmektedir...
Gelen
hüküm bir sınırlama ihtiva etmekte midir yoksa sınırsız bir sahayı
mı aydınlatmaktadır...
En
azından bunları bilmeden Kur’ân meâlini okumak mümkün değildir...
Hele
hele o meâl, Tanrıya ve PEYGAMBER kavramına inanan gökten indiğini
düşünen biri tarafından hazırlanmışsa... Okuyana Allah rahmet etsin!
Kur’ân-ı
Kerim’I “OKU”mak için, âyetlerin ve o olayda hangi amaçla,erkeğe veya kadına ne
kazandırmak gayesiyle nâzil olduğuna bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak
gerekir!
Her
fert,Kur’ân-ı “OKU”mak ve İslam Dini’ni bizâtihi öğrenmekle mükelleftir,kendi
geleceği açısından;yanlışları hakkında,çevremdeki müslümanlar böyle
yapıyorlardı mazereti asla geçerli değildir; Dini,müslümanlara bakarak
değil,Kur’ân ‘a bakarak öğrenmek herkes için farzdır..Bunu yapmayan
sonuçlarına âhirette katlanır!
Kur’ân
bizlere, bizden öncekilerin yaşadığı olayları, ibret olsun diye anlatmıştır..
Nesiyle
ibret olsun diye?... Onların yaşadıkları hâllerin, bizim için de söz konusu
olabileceğini bildirme yollu ibret olsun diye... O tarihlerde, bu gibi olaylar
cereyan etmiş bilfiil!.
Geneliyle,
bunları sembol kabul edip, mecâzmış gibi yorumlamak yanlıştır!.. O
bilfiil yaşanmış olan olaylarda, özellikle Rasûller, nasıl davranmış bu
çok önemlidir!... Çünkü, Rasûller, biz örnek olacak davranışlar için görevli
kişilerdir!... Yani, bizim yapabileceklerimizi bize bildirmek için
görevlidirler!.
Bu
sebeple, olayları, öncelikle, bize ne tür davranmayı veya düşünmeyi öğretmek
istiyor gözüyle değerlendirmemiz gerekir .
Allah
Rasulu Muhammed Mustafa S.A.V diyor ki;
”Her baba ve anaya , çocuğuna Kur’an okumasını öğretmek farzdır”.
Biz ne yapıyoruz?Bugün,alıyoruz çocukları Kur’ân kurs”larına
yolluyoruz,bir de hoca tutuyoruz;elif B’ye,B yi cim’e ,cim’I H ‘ya bağlamasını
öğretiyoruz.Sonra alıyor Kur’ân ‘ı yüzünden harfleri tekrar ediyor,diyoruz ki
“Çocuğum Kur’ân okumasını öğrendi!”.Rasûlullah’ın dediğine uyduk
huzuru verahatlığı içinde başımızı gece yastığa koyuyoruz…
Allah
Rasûlü’nün dediğini anlamamışız! Niye?
Allah
Rasûlü;
“Her ana babaya çocuğuna Kur’an okumasını öğretmek farzdır”
derken neyi kastediyor?…hitap ettiği kitle Türk,İran,Acem değil-Kureyş
kabilesiydi veya civar kabileye idi.Çünkü hepsi de arapçayı çok iyi
biliyor.Onlara, “Kur’ân okumasını öğretin çocuğunuza,farzdır” derken bununla
kastı,Kur’ân harflerini -kelimelerini biraraya getirerek onu hecelemek değil, “Kur’ân
‘ın içeriği- ihtiva ettiği bilgiler-ilim hakkında çocuğunu bilgilendirmek her
ana baba üzerine farzdır” diyor Hz.Muhammed,arapça bilip okuyan - yazan
kişilere ve toplumlara!
Biz
bunu alıyoruz,bugünki şartlar içinde değerlendirip,”bak benim çocuğum Türkçe
konuşuyor,götüreyim Hafız’a da Kur’ân kursuna da orada Kur’ân okumasını öğrensin”
diyoruz.sonra orada bir Yâsin okumasını öğrenirse ”tamam! Çocuğuma Kur’ân
okumasını öğrettim!”diyoruz
Kurân “OKU”nası kitaptır!. Nihâvent makamından okumaya kalkışılası Türk Ceza kanunu misâli,
duygusal metin değil!. Hele Hicaz makamından okunası Fransızca İsviçre Medeni
Kanunu hiç değil!.
KUR’ÂN OKUMASINI ÖĞRETMEK” demek,Kur’ân ‘ın içeriğini öğretmek demektir!
Kur’ân-ı Kerimin Türkçesiyle ibadet olmaz!.
Kur’ân-ı Kerimin Türkçeye çevirisi olmaz!.
Kur’ân-ı Kerim anlaşılmak ve gereği
yaşanmak için geldiği için de herkes anladığı kadarıyla, “Benim
anlayabildiğim kadarıyla Kur’ân” başlığı altında anladıklarını açıklar....
Buna kim ne isim verirse versin...
Dostlar!...
Size hayatınızın en önemli anahtarını kullandırmaya çalışıyorum;
-elbette bana göre- !.
O
da şu:
Nerede "Allah" kelimesi geçerse, o kelimenin anlamını
dışınızda veya karşınızda değil, içinizden, özünüzden gelen bir şekilde
anlamaya çalışın; diyerek...
Bu açıdan bakarsanız eğer...
Kur’ân ‘daki bütün anlayışınız da değişime uğrar!...
Kur'ân ‘ı çağdışı, İslam Dinini çağdışı, Kur'ân şeriâtını çağdışı
görenler; Kur'ân ‘a el sürmemeleri gereken, ötede bir tanrı anlayışından
kurtulamamış müşriklerdir!..
Nebi
ve Rasûllerin , dışarıdaki bir tanrı ile görüşüp ondan vahiy aldığını
sananlar,ANLAMADIKLARINI BİLE ANLAMAYANLARDIR!
Kendinizde
ne kadar derinleşebilirseniz, âfâkî boyutu da o kadar deşifre edebilirsiniz...
Tavsiye
ederim biraz vakit ayırarak "TEKİN SEYRİ" kitabını yeni baştan
okuyun...
"Allah", "Rab" “İlâh” gibi kelimeleri dışarıda
değil, konu edilen varlığın derûnundan olarak algılamaya çalışın...
Ve öylece Kur'ân meâllerini okuyup, Nebi ve Rasûllere atfedilen olayları
yorumlayın!...
Göreceksiniz
ki, bugüne kadar bildiğiniz Kur'ân ‘dan bambaşka bir Kur'ân ile yüzyüze
geleceksiniz... Ve o zaman belki, OKUMAYA başlayacaksınız!...
İnsanların
büyük bir kısmı, kendilerine çıkar sağlayacak olanların peşinden gider!. Gerçek
insan, hakiki insan olan şuur boyutunu tatmin ve geliştirmek için yaşar ve
sorgular...
Tahkik kapısını aralayarak kendi meâlinizi oluşturmaya çalışın!
Kur’ân ‘da anlatılanlar - açık hükümler ötesinde-tümüyle
sembollerdir,mecazlardır.Bu anlatım,bizim üzerinde düşünmemiz için sembollarle
anlatımdır!
Geçmişteki
sembollerin hayalinizde oluşturduğu senaryo ve rolleri,bugün yaşamda bulmaya
çalışmayın!...Bugün mevcud olanların,geçmişte hangi sembollerle işaret edilmiş
olduğunu anlamaya çalışın!
Kur’ân’ı
okuyup da yetersiz bulanların hepsi, Kur’ân’ı değil, okudukları meâlleri
yazanları inkâr ediyorlar!.
Onları
gerçek Kur’ân’dan ve yazdıklarından haberleri bile yok!.
Tanrıdan,
peygamberinden, GÖKten inenlerden ve GÖĞE çıkanlardan söz edenler Ne gerçek
Kur’ân’dan bahsediyorlar, ne de İSLAM DİNİnden!...
Hiç
yapmamaktan, yapabildiğin kadarı daima daha iyidir!.
Boş
vaktinizde elinize çeşitli meâlleri alıp göz gezdirin bakalım... nasıl
anlamış yazarı o meâlin, Kur’ân’ı ve ne kadar anlamış; bu bilgiler ışığında?
Dünya
büyük bir hızla, farkında olamadığımız kadar büyük bir hızla yenilenmeye
gidiyor!.
Çağ,
anlayış, buluş, değer yargıları çok çok değişecek!.
Belki
İsa Aleyhisselâm veya Mehdi Rasûl gelip bu değişikliğe öncü olacak...
Ama
biz onları görmeden bu dünyadan ayrılabiliriz her an!...
Öyle
ise, âcilen gerçekleri araştırıp-soruşturmaya başlayalım... Sonsuz
hayatımıza sonsuza dek ışık tutacak olan Kur’ân-ı Kerim’i iyi anlamaya
çalışalım... Ki ona göre de kendimizi geleceğe hazırlayabilelim!..
Mantığınıza
ters düşen bir anlatım veya kelime görürseniz Kur’ân ‘da bunu hemen
bilenlerden araştırın, Kur’ân ‘da hangi kelime geçiyor burada ve ne anlamlara
geliyor diye!..
Eğer “DİN”i yani “SİSTEM ve DÜZEN”i anlamadan, Kur’ân-ı Kerîmi anlamaya
kalkışırsa bir kişi; bu defa oradaki mecâzi anlatımları gerçek ve somuta işaret
ediyor sanarak, öyle bir hayal kozası örer ki kendine, bunun içinde boğulmaktan
kimse kurtaramaz kendisini!… Şefâat bile delip giremez artık o kozanın içine!.
Bazıları
önce Sistem’i okur, sonra Kur’ânı okumayı başarır; bazıları da önce
Kur’ân ‘ı okuyup ondan sonra sistem ve düzeni farketmeye başlar...
Ama Kur’ân-ı okuyabilmek için bence önce Rasûlullah
Aleyhisselâm’ı “OKU”yabilmek şarttır!.
Hâlâ
onbin sene geriden çalışan beyinlerin kıyamete kadar geçerli ve çağdaş olacak
kitabı anlaması çok zordur!...
Geldiği
devirdeki insanların genel seviyesinden başlamak üzere, kıyamete kadar gelecek
tüm insanlara ışık tutmak üzere, her devrin çağdaşı ve ötesi olacak kapasitede
hazırlanmış ve cümleleri, kelimeleri ona göre düzenlenmiş bir kitap olan
Kur’ân ile karşı karşıyayız...
Eğer
beyin sahibi isek, beyni ebediyet ruhu üreten ve insan olduğunun bilincine
ermeyi arzu eden bir beyin kapasitesine sahip bir birim isek;
Biz artık değişmek mecburiyetindeyiz!...
Ya
sürüye sayılmayı, kabulleneceğiz, Yunus Emre'nin dediği gibi...Ya da insanlık
şerefinin gereğini yaşamak için beynimizi kullanmağa başlayacağız...
Bu iş hobi işi değildir!...
Arada
sinemaya, tiyatroya gidip gönül eğlendirir gibi, biraz da dinle ilgilenelim
gönlümüzü eğleyelim, diyenlerin bu işte yeri yoktur!...
Giyin,
süslen, tak takıştır, erkeğinin yanında, ben güzelim, diye dolaş...
Etrafa
hava atıp, bedensel zevklerini tatmin için para kazanıp, ye iç eğlen...
Sonra
da gönül eğlencesi biraz da bu işe eğil!...
Aldatmayalım kendimizi!...
Bana
göre hava hoş!... Ben bugün olduğum gibi, yarın da gene ücra bir yerde kendi
dünyamı yaşayacağım...
Acaba,
siz bu basit mantıksal bakışları bile atamadığınız Kur’ân gerçekleriyle yarın
yüz yüze geldiğinizde ne halde olacaksınız?...
Karının kocasından, ana babanın evlâdından kaçtığı o günde diyor
âyet!...
Âyet
doğru mu söylüyor acaba size göre?...
Bugün
dilini ve ne anlattığını anlamadığın Kur’ân ‘daki gerçekler yaşamına yön
vermiyorsa; beynini çalıştırmana kendisine yönelmene sebep olmuyorsa...
"Burada a'mâ olan âhırette de a'mâdır"
hükmü gereğince hâlimiz ne olur ki?...
Lûtfen
ya kendinizi aldatmaktan vazgeçin... Ya da dinden!...
Kur’ân
‘ı, beyin sahibi olarak; âyetleri, anlatılan olayları, acaba bu anlatımla ne
anlatılmak isteniyor, diyerek okumaya başlayın!...
Sizin en sadık dostunuz ne Ahmed Hulûsi ne de bir başkasıdır!...
Yalnızca Kur’ân ‘dır!...
Allah
Kelâmı’nı anlamazsan; Allah'ın (ÖZÜNDEN gelen) kelâmını nasıl
değerlendirebilirsin ki?...
Nefsinden (özünden-zâtından)
gelen hitabı anlayabilmen içindir ki, âfâkından kitap gelmiştir sana!...
Enfüsünden gelen hitabı dinliyemiyorsan bu demektir ki âfâkından gelen
kitabı OKUYAMIYORSUN!..Onu okuyamadığın
sürece de enfüsünden geleni anlıyamazsın!...
Enfüsünden
gelenle hemhal olmadıkça da, HANİFİM BEN diyemezsin!...
Önce
Kur’ân’ın hikayelerle dolu tarih kitabı olduğunu kafanızdan silip, gerçekten,
onu OKUYABİLENLERDEN OKUMASINI öğrenin!...
Kur’ân okumanın ve okutmanın olağanüstü sevaplarından bahseden Allah
Rasûlu uyarıları, Kur’ân alfebesini öğreten ve öğrenenlerden bahsetmiyor!.
“Allahı
istiyorum” diyorsan, hanım gibi kıvırma; erkek gibi sözünün eri ol ve gereken
çalışmayı ortaya koyarak hedefine ulaşmaya bak!...
Lâfla,
lakırdıyla, falanca şunu demiş, filanca bunu demiş de, fişmekanca da bunu demiş
clipbordu olmakla hiç bir yere varamazsın!...
Allah
insan olarak yaratmışsa seni (insanSI değil), yolladığı âyetler üzerinde
tefekkür edip, o mânâları değerlendirmek sûretiyle kendini bulasın diye...
Ne yaparsanız yapın ama sakın kendinizi aldatmayın!... Kendini
aldatmanın bedeli ebedî körlüktür!...
Cehennemdeki
en büyük azab da bundan dolayıdır!...
Cennet ehlinin çoğunluğu ahmaklardır
diyor Hz.Rasûlullah...
Ahmak, anlamadığını da anlıyamayandır!...
diye yazıyor "DOSTTAN DOSTA" da...
Yani
beynini tefekküre yönelik kullanamıyanlar!... İrfan sahibi olamayanlar!...
"Zannederim..."le
yaşayanlar!...
Enfüsünden
geleni duyamayanlar, değerlendiremiyenler!...
Kur’ân
‘ı okuduğun zaman anlamıyorsan... Henüz Kur’ân ‘ı okumamışın demektir!...
Nasıl, hayatta yalnızca bir kere, kelime-i tevhidi söylemek mümkünse...
Kur’ân
âyetlerini okumak da öyledir!...
Okuyanlar,
kendilerine GÖRE mânâlandırırlar...
Ama
onu, inzâl edendeki murad ile okuyabilen, gerçekten onu OKUMUŞ olur!...
Evet...
İbrahim Nebi , ne ay'ı görüp rabbi sandı, ne de güneşi!... Çünkü Haniflik
kavramını idrak edebilen bir beyin, bunu zaten yapmaz!...
Öyle ise, burada Kur’ân, olayları sembol, hikaye yollu insanlara
sunarak, onların anlayışlarına hitap etmek etmek amacını gütmüştür...
Bu durumda bize düşen... Ciddi olarak bu işe zaman ayırıp; Kur’ân
OKUMAYA çalışmaktır!...
Hergün 5-10 sayfa arapça kelimeleri tekrarlamak değil!...
Ömrümüz kaç gün sonra nasıl bitecek bilmiyoruz; şu halle gidersek, bu
kadar hevesten sonra bir hayli yazık olacak bize...
Bana,
“Üstadım, şu âyetten ne anlıyorsun” diyeceksin; ben de “şunu anlıyorum”
diyeceğim; sen de bunu ezberleyeceksin ve sonra da; "ben eşrefi mahlukat
olan insanım; şunları biliyorum" deyip avunacak, kendini aldatacaksın!...
Bu
iyi geliyorsa size.... "Hobby"nize devam!... Kendinizi aldatmaya
devam!... Nefsinize zulmetmeye devam!...
Ama
bir şeyler anlatabildiysem sizlere....
"Âyinesi
iştir kişinin; lâfa bakılmaz"; demiş şair...
Yaptıklarınızı,
herkes, kendiniz ve kendinizdeki görmekte; ve sonuçlarını da yaşamaktasınız!...
Hâliniz,
tatmin ediyorsa sizi; mubarek olsun!...Etmiyorsa...En önce Kurân OKUMAYA
başlayalım...
Şimdi
desem ki ben,”Hiç içinizde Kur’ân okuyan varmı?”,belki pek çoğunuz elinizi
kaldıracak,”Ben okudum” diyecek.Ama okuduğunuzun mânâsına kaç kişi eriyor?
“Kur’ân OKUmak” demek; O’nun
mânâsını anlamak demektir!
.Ramazan
geliyor; mukabeleler yapılacak-karşı karşıya oturacaklar,biri okuyacak ötekiler
de kağıt üzerinden harfleri soralayacak,”Hatim yaptık!” diyecekler.Bu,kendini
aldatmadan başka bir şey değildir!O’nun tamamını hatmedeceğinize,bir sayfasını
anlayarak OKU daha evlâdır! Çünkü Kur’ân ,SİZ ANLAYASINIZ diye gelmiştir!
“Allah
İsmi İle İşaret Edilen “ bir varlık var.
İnsanın dünya ve âhiret saadeti; bu”Allah İsmiyle işaret Edilen “ O
varlığı anlayıp-tanıyıp-O’nu değerlendirmesine bağlı! Bunu yaparsa dünya ve
âhiret saadetinin kapıları ona açılır!
Kataloğun
mânâsını anlayıp hangi düğmenin neye işaret ettiğini -neyi
sağlayacağını anlayıp direksiyona oturursan o araba seni götürür.Yok,mânâsını
anlamadıktan sonra onu kuru kuruya ezberlemen sana arabayı kullanma
yolunu açmaz!
“Öyle
ise biz hatim indirmek istiyoruz”diyorsanız;mutlaka ve mutlaka o mukabele
sonrasında Kur’ân ‘ın bir Türkçe meâlini alıp oradan okuduğunuz yerleri
tekrardan gözden geçirmeniz ,ne dediğini kafanıza sokmanız gerekir.
Bu,
işin en aşağı düzeyidir,anaokulu düzeyidir!”
Kur’an ‘ı ele almanın ana okulu düzeyidir,Kur’an meâlini açıp
okumak!
Peki,
Kur ‘ân ‘ı daha iyi anlamanın yolu nedir?
Sıradan
bir insanı ele alalım...Ben!..
Kur’ân‘ı
anlamaya çalıştığım zaman,hangi konuyu ele alıyorsam,o konudaki çeşitli
sùrelerdeki âyetleri gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.sonra o âyetleri
birbirine bağlantı kurarak,oradan bir sentez oluşturuyorum.O konuyu o
sentez ile değerlendirmeye çalışıyorum..Bu,sıradan bir insanın Kur’ân ‘ı anlama
yolu!
Daha
üst düzeydekilerin ise ; üst düzeydekilerin hâlini ben bilmem ki onu size
anlatayım! Herkesin yaptığı şey; kullandığı aracı anlatmaktır! Ben bu
kadarından anlıyorum.Bununüst düzeyini Allah kime nasip etmişse O’nu bulup
O’ndan öğrenin! Allah , benim kadar değil; Kur’ân ‘ı gerçekten iyi
anlayanların anladığı kadarını size nasip etsin!Zira ben bakıyorum,hiçbir şey
anlamadığımı görüyorum.
hf
“MUHKEM” VE
“MÜTEŞABİH” ÂYETLER
Kur’ân , bu İlâhi hükümlerin ve açıklanan sırların toplu olarak
bildirilmesinden başka bir şey değildir.Kurân ‘da iki tür âyet vardır.”Muhkem”ve
“Müteşabihat” denilen..
Muhkem âyetler,kişinin kendi tabiatını
meydana getiren huylarından ve tabiatlarından arınabilmesini sağlayıcı fiilleri
bildirir.
Hangi
fiiller neticede senin azab çekmene yol açar; seni gelecekte karşılaşacağın
cehenneme çeker; seni benlik kayıtları içinde hapis tutar;sayısız üzüntü
ve sıkıntı içinde boğar,bunları bildirir...Bunlardan başka Allah’ı ,
kendini nasıl tanıman gerektiğini gösterir. Bunların gereği olan fiilleri de
anlatır emirler ve yasaklar şeklinde!
Müteşabih denilen ,benzetme -teşbih yollu
âyetler ise,ilâhi sırları , o sırlara ermeye istidadı olanlara , misâl yollu
,benzetme yollu aktarabilmek için gelmiştir..
Birkişi,
ne oranda , bu İlâhi Hakikatları anladım sanırsa sansın,eğer
gerçekten anlayamamışsa; oradaki bu zan ile Kur’ân ‘ı Kerim ve Allah Rasûlu’nün
hükümleri arasında bir çelişki olacaktır!
Eğer
tam olarak meseleye vâkıf olduysa;yani bir “Vâris-i Rasùlullah” ise,
zâhirin,şeriatın her hükmünü,Hakikatta ; Hakikatın her hükmünü de şeriatta
aynen bulur;yerli yerince hepsini müşahede eder!..Eğer herhangi bir
noktada ,daha değişik bir kanaate varmışsa,bu kanaate
varış,onun meselenin künhüne vâkıf olmayışını gösterir.
KURAN’A NASIL DÖNELİM?!
“Din adamlarından”, “ilâhîYATÇI”lardan, “ağzından çıkanı kulağı duymayan
şeyhlerden” dili yanmışlar; ya da gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenler, her
yerde yüksek sesle konuşuyorlar:
“KURÂN’a dönün”!.
Dönelim de, nasıl yani?
Nerede ki, oraya dönelim?
-Efendim alın Kurân’ı okuyun!.
-Birâder ben Arapça bilmem ki!… Türkiye’de,
ya da İran’da ya da Avrupa veya Amerika’da doğdum… Arapça’yı ne kadar öğrenip
bilebilirim?
-Öğren efendim! Gavurca öğreniyorsun ya çıkarın var diye… Bunda da
sonsuz çıkarın var; öğren!.
-Peki, Arapça bilenler olarak, Arabistan’dakiler Kurân’ı okumuyor mu?
Onlar, babadan olma anadan doğma Arapça konuşup okuyorlar, tahsilini de
yapıyorlar! Nihayet, Kurân da kendi dillerinde! Niye, onların anlayıp
uyguladığı Kurân ile, senin anladığın, uyguladığın farklı? Onlar senin gibi
sonradan olma da değiller!.
Arapça öğrenip okuyunca, ben de Kurân’ı; Suudî Arabistan’daki Arapların,
yahut Arapça bilen Afganlıların yahut Afrika’daki Arapça konuşan bilmem ne
kabilesinin; ya da Arapça Kurân’ı okuyup, kendi halkına “Kuran zencilerin
özgürlüğü için gelmiştir” diyen Amerikalı guruplar gibi mi anlayacağım?
Ana dili Arapça olanlar da dahil, yüzlerce Arapça bilen ve apayrı
şeyleri savunan toplumlardaki KURÂN OKUR(???)LARINDAN, hangisi gibi Kurân’a
dönelim; ve okuyup anlayıp amel edelim?
-“Canım o kadarını karıştırma, senin aklın ermez!. Sen yalnızca benim
yazdığım Kurân Meâlini, KURÂN böyle diyor diye anlayarak oku! Benim dediklerimi
yap! Gerisine karışma!… Kurân’a dön!. Yoksa mahvolursun!. Sakın kimseye tâbi
olma; yalnızca benim Kurân’ımı, benim kitaplarımı oku”!.
Ne dersiniz arkadaşlar, yalnızca bu kişilerin Kurân meâllerini okuyup,
onların anlayışına mı tâbi olalım; yoksa, bir elimize, anlayışına güvendiğimiz
bir Kurân meâli; diğer elimize de olayın içyüzüne vâkıf olduğuna inandığımız,
“Gazali-Geylanî-Muhyiddin-Rufaî-Bahaüddin” ve daha nice Hak erenlerinin “Kurân’dan
ne anladıklarını” dillendiren eserlerini alıp; “ALLAH’ça öğrenmeye
çalışıp”, sonuçta kendi yolumuzu, kendi sentezimize göre, kendimiz mi çizelim?
Yaptıklarımızın ve düşündüklerimizin sonucuna kendimiz katlanacağımıza;
yanlışımıza kimseyi mazeret gösteremeyeceğimize; kâbir âleminde, mezhebin veya
tarikatın-şeyhin sorulmayacağına göre! 1.5.200
KUR’ÂN SÛRELERİ HAKKINDA
Fâtiha’sız namaz olmaz, çünkü
yönelişin anahtarı odur!.. Onun anlamının tefekkürüyle başlar “Allah”a
yöneliş!…
Anlamını
tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe, yalnızca papağan gibi
tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi “bal”dan mahrum, bedeni onun
lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı gibi!.. Sana “bal”ı
öğretmişler ki, alıp yiyerek değerlendiresin, diye!.
Arapça
Fâtiha sûresini bilmezsen, o kelimelerin işaret ettiği mânâları bilmezsen,
Fâtiha’nın mânâsını nasıl tercüme edeceksin ki, Fâtiha okumuş olasın?
Bugün
Fâtiha’yı ezberleyip mânâsını düşünemeyecek kadar AHMAK bir insan varsa, ona da
F3atiha okumak zaten gerekli değildir!...
İlk
âyeti okuyoruz:“El Hamdu lillahi rabbil âlemiyn”...
MUTLAK değerlendirme “ALLAH”a aittir !.
Nereden
çıktı bu yorum?... Bİz bugüne kadar hiç böylesini duymamıştık!...
Bu
âyetin mânâsı şimdiye kadar hep: “Bütün övgüler “Âlemlerin Rabbı olan Allah”a
aittir!.. Dolayısıyla biz başka şeye değil sadece Allah’a hamd
edelim”...şeklinde duyduk ve okuduk!... Bu anlamı da nereden çıkardın...?
Dediğinizi duyar gibi oluyorum!...
Anlatmaya
çalışalım... Olabildiğince anlaşılır hâle dönüştürmeye çalışarak, elden
geldiğince konunun içyüzünü farkettirmeye gayret edelim.
Bilelim
ki... “ALLAH VAHİD-ül AHAD”dır... Kendisinin gayrı olarak, kendisini anlayacak,
idrâk edecek, değerlendirecek ve de övebilecek, varlık, vücud ve özellilkler
sahibi ikinci bir bilinç mevcut değildir!...
“ALLAH”ı ancak, Allah bilir...
“ALLAH”ı ancak ALLAH değerlendirir!....
“ALLAH”ı ancak “ALLAH” över yani metheder!...
“ALLAH”a ancak ve sadece ALLAH SENÂ eder!...
Ne
diyor, bugün için “Hamîdiyet” mertebesinin; kıyamet ve sonrası için de “Mahmûdiyet”
mertebesinin mazharı ve “bu yüzden şefâati” olan Efendimiz Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm:
“Senin NEFSİNE olan SENÂNI ben yapamam!...”
Alt mertebede olanın üsttekini methetmesi mümkün değildir!... Benim
tutup Hazreti Rasûlullah’ı övmem asla mümkün değildir... Hazreti Rasûlullah’ı
ancak Allah övebilir!...
Bir
kişinin, bir diğerini övebilmesi için önce onu ihâta etmesi; o konuda, o sahada
onu kapsaması; bundan sonra, onu değerlendirmesi; ve bütün bunlardan sonra da
onu övmesi ya da yermesi sözkonusu olabilir!...
Diyelim
ki bu fakîri övecek veya yerecek birinin, önce bizim “ilmi kişiliğimizi” ihâta
edecek bir kapasitesi olması gerekir... Falanca ya da filanca okulu bitirmesi,
ya da şu veya bu etikete sahip olması değil; buradan izhar olan ilim
mertebesini ihata edebilecek düzeyde “bilinç kapasitesinin” olması gerekir...
Ki bundan sonra geniş kapsamlı şekilde tüm düşünce sistemimizi ele alıp, ondaki
doğruları ya da yanlışları belirliyerek, onu tenkid edebilsin; övsün ya da
yersin!... Böyle bir kapasite olmadan, anlayışının ötesinde olan bir cümle ya
da fikir yüzünden bir kişiyi övmek ya da yermek, “dedikodudan” ileri gitmez...
Ve söylenenler lâf birikintisi olarak ancak kendi düzeyinde yer bulur!..
İşte
bu sebebledir ki, ne, benim üstümdekini değerlendirebilmem ve buna dayanan
biçimde onu övmem mümkün olur; ne de herhangi bir yaradılmışın “ALLAH”ı
övebilmesi ve O’na hamdetmesi mümkün olur!...
Bu
yüzdendir ki;HAMD ancak ve sadece ALLAH’a aittir!... HAMD işlevini yerine
getirmek ancak ve sadece ALLAH’a mahsustur!...
Lûtfen
biraz basîretle düşünelim...Dünya üzerinde tek bir insanın yerini düşünün!...
Sonra, bir milyon dünya hacmı büyüklüğündeki Güneş yanında aynı insanın yerini
düşünün!... Sonra, yüzmilyarlarla güneşin yer aldığı galaksi içinde bir insanın
yerini düşünün!... Sonra, milyarlarla galaksinin içinde yeraldığı
algılayabildiğimiz kadarıyla evrenimizde bir insanın yerini dütünün!... Ve tüm
bu bildiklerimizle birlikte, daha algılayamadığımız; hatta hiç haberimizin dahi
olmadığı sayısız katmandaki boyutsal evrenleri bir “nokta”dan Yaratanı
düşünün!... Hafsalanız alıyor mu!?.
Sonsuz-sınırsız
kavramlarından dahi münezzeh olan VAHİD-ül AHAD sıfatlarıyla tanımlanan ve
ALLAH adıyla işaret edilenin, sayısız-sonsuz özellikleriyle meydana gelmiş olan
evrenimizin henüz ne kadarını ihâta edip değerlendirebiliyoruz ki, bir de “O”
yüce varlığı değerlendirip O’nu övmeye kalkalım, hamdedelim!.
Evet,
ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O’nu övüp, O’na hamdedeceğiz...
Ya da, gerçekçi olup; “HAMD ALLAH’a mahsustur; biz bu konuda aciziz!” deyip, “yok”luğumuzu,
“hiç”liğimizi farkedip haddimizi aşmayacağız!...
Zira
Allah, bilgiçlik taslayıp haddini aşanları sevmez!...
Kısacası,
“HAMD ALLAH’A AİT İŞTİR”!... Ve bu konuda da ortaktan münezzehtir!... Nitekim
bu hususta, Kur’ân-ı Kerim’i ele aldığımız ilk anda, uyarılmaktayız “FÂTİHA”
Sûresinin ilk âyetleriyle :
Aklınızı başınıza alın ve O’nu basit bir gök tanrısı gibi düşünüp,
övmeye, methetmeye, ona yaranmak için bin türlü hallere girmeye kalkmayın!...
Siz bu konuda O’nu değerlendirmekten acizsiniz... Allah’ı ancak Allah
değerlendirip, Allah’a ancak Allah HAMD eder!.
Size
de yakışan, HAMD’i ancak Allah’ın yapabileceğini idrâk ederek, bu konuda
yetersizliğinizi farketmiş bir hâlde haddinizi bilmektir!.....
Ayrıca...
Hazreti Rasûlullah yanındaki derecesi malûmumuz olan Hazreti Ebû Bekr Sıddık bu
konuda şöyle uyarmıştır bizleri:”ALLAH’ın kavranılamayacağını farketmek,
“ALLAH”ı idrâkın ta kendisidir!”..
İSLÂM
DİNİ’nin “ALLAH” özel ismiyle işaret edilen varlık hakkında vurgulamak istediği
kesin gerçek şudur;
Varolan yegâne vücud sahibi varlık sonsuz-sınırsız TEK’tir!... O’ndan
gayrı bir varlık mevcud değildir!... “Algıladığımız, ve tüm varlıklar
tarafından algılanan, her “şey” ise, O’nun Esmâsının “var sandırdığı” terkipler
hâlindeki mânâlardan ibarettir!..
İş
böyle olunca, elbette ki “El hamdu lillahi Rabbil alemiyn” yani “HAMD
ALLAH’A MAHSUSTUR” demekten başka bir şey kalmıyor bizlere; ki ehli bilir, bu
da oldukça yüksek bir mertebedir!.. “ALLAH” ismiyle işaret edileni, kendi
“yok”luğundan, O’nunla müşahede mertebesidir, bu!.
Bakın
bu konuda değerli müfessir Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili” isimli
(Allah rahmet eylesin) büyük emek verdiği tefsirinde ne diyor:
“Hani
her kesin malûmu ve aksayi emeli olarak matlûbu olan HAMD hakikati yok mu...
İşte hamidiyet, mahmudiyet bütün cinsile ve hatta bütün meratibi ve bütün envaü
efradiyle o hamd, Allah’a mahsustur; Allah’ın hakkıdır; Allah’ın milkidir...
Çünkü, Allah’tır, çünkü... Çünkü ilah...Fakat lisanımızda bu tafsili icmal eden
bir harfi tarif olmadığı için biz sadece hamd, diye alel ıtlak cins ifade
ederiz, bilen bilir, bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz.” (C.1;
s:62)
Evet,
Hamd, Allah’a mahsustur; Allah’ın hakkıdır, ancak O hamdedebilir; Allah’ın
tasarrufu altındadır, ancak o değerlendirebilir; Çünkü Allah’tır, gayrı mevcut
değildir... Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne bilir!.
Evet,
şayet “El hamdu lillah”ın mânâsını anlayabildiysek, şimdi gelelim “Rabbül
âlemiyn” deyişinin mânâsına...“RAB” kelimesi esas itibariyle
“terbiye” demek olmasına karşın, burada “terbiyeyi oluşturan” anlamında olarak
kullanılmış; ve “terbiyenin oluşması”na da “RUBÛBİYET” denilmiştir.
“Terbiye”
bir şeyi kademe kademe, peyderpey kemâline eriştirmektir.“RAB”, her an, her
“şey”i varediş gayesine uygun bir biçimde, hazırlayan, geliştiren,
olgunlaştıran, varoluş gayesinin gereğini ortaya koyduran ve bunun için gerekli
herşeyi sağlayan; kısacası, nesneyi mevcut haliyle ortaya çıkartma özelliğine
sahip olan, demektir...“RAB”bın bu özellikleri ise, “Allah”ın isimleri şeklinde
bilmemiz gerekeni kadarıyla “esmâ-ül hüsnâ”da özetlenmiştir...
Yani,
bir diğer deyişle; “ALLAH” ismiyle işaret edilen’in “Esmâ-ül hüsnâ” diye
tanımlanan bir kısım özellikleri, onun “RUBÛBİYET”ini oluşturur!.
Algıladığımız ve algılayamadığımız her “şey”, “RAB”bın “esmâ-ül hüsnâ”
ile bir kısmı tanımlanan özellikleriyle yaradılmış ve varlıklarını devam ettirir
bir halde bulunmaktadırlar, ki bu da onun “RAB”
tarafından “terbiye” edilmesinden başka bir şey değildir..
Her
“Şey”in bu “terbiye” altında yaşamını sürdürmekte olduğu gerçeği, şu âyetle
daha da açık bir şekilde vurgulanmaktadır:
“HAREKET HALİNDE OLAN HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, TÜMÜNÜ ALNINDA
ÇEKİP YÖNETEN O’DUR !..” (11-56)
Öyle ise bizim algılamakta olduğumuz ya da algılayamadığımız her “şey”,
her an, O’nun ilmi kapsamında ve iradesi altında, O’nun kudretiyle yaşamını
sürdürüp, fiillerini ortaya koymaktadır!..
hf
Ayrı ayrı isimlerle anlatılan bu "âlemler", gerçekte
birbirinden kopuk, belirli sınırları olan birbirinden bağımsız katmanlar asla
değildirler. Hepsi de herhangi bir kopukluk ya da bağımsız bölümler hali
sözkonusu olmaksızın birbirinin içi ya da dışı şeklindedir, bizim şu andaki
görme veya algılama kapasitemize göre.
Gerçekte
ise, âlemlerin farklılığı, bizim algılama kapasitemizin son derece sınırlı
olmasından kaynaklanmaktadır.ind-i ilâhîde bunların hepsi tek bir âlemdir!..
Bu
hususu daha değişik bir anlatımla şöyle de açıklayabiliriz;
Kesret
âlemi denen çokluk görüntüsünün yeraldığı âlemde birbirinden bağımsız görünen
sayısız varlık tesbit edilmektedir.Oysa bu sayısız varlık "göz" adını
taktığımız sınırlı algılama kapasitesi olan araç yüzünden bize böyle
görünmektedir. Gerçekte, çok yok, tek vardır!..
Her
birimin; dikkat buyurula; her insanın, meleğin, cinnin ya da hayvanın değil,
birimin diyoruz!..
Her
birimin algılamakta olduğu kendi boyutu, onun “âlemi”dir!... Ve bu itibarla,
en gerçekçi anlamıyla, her bilinçli “birim”in kendisi, başlıbaşına bir
“âlem”dir!..
Zira,
gerçekte, algılanan her şey, algılayanın zihninde oluşan, imajdan başka bir şey
değildir!.. Bizim gördüğümüz her şey, beynimizde oluşan imajın-görüntünün ta
kendisidir...
“Görüyorum”
dediğimiz zaman, gerçeği itibariyla biz şunu demek istiyoruz:Dışarıdan beynime
yansıyan tesirler, daha önceden beynimde yerleşik verilerle birleşerek zihnimde
şöyle bir görüntü meydana getiriyorlar!.. Zihnime GÖRE, algıladıklarım böyle
bir görüntü ve düşünce meydana getiriyor bende...
Ama
acaba mutlak gerçek ne?...
Gelin
gene rahmetli Hamdi Yazır’ın meşhur tefsirindeki “Rabbül âlemiyn”
yorumuna bir göz atalım...
“Basiret ile tahlil ve teemmül edildiği zaman görülür ki; bütün âlem,
bizim, zihni ve hârice yansıyan şuunatı şuuriyemizin yekûnu bulunan
hâdisattır..
Rabbülalemin de bunların mâverâsında olup, aralarındaki nisbeti
hakkiyetle daima vahdaniyeti, rububiyeti tecelli eden vacibülvücud Hak
teâlâdır..
Ehli şuhud (gerçeği algılayanlar) için, alemde bir şey yoktur ki
görülsün de arkasında, ondan evvel, veya ondan sonra, onunla beraber ALLAH
teala görülmesin!..
Hatırına ne gelir ise, Allah onun arkasındadır; tâbiri âharle, ONUN
ARKASINDA ALLAH VARDIR!...Binaenaleyh, âlem, mâsivâyı Allah, ve ALLAH mâverâyı
âlemdir; ve biz bu âlem vesilesiyle, mâverâsındaki Allah tealayı hakkıyet
dediğimiz bir şuur nisbeti ile tasdik ederiz...”
(c:1; s:71)
{yukarıya aldığımız bölüm ile bundan evvel naklettiğimiz bölümler de,
gereksiz bulunmuş ve önemli addedilmemiştir ki; Merhumun günümüz diline
uyarlanan tefsirine alınmamıştır.. Verdiğimiz cilt ve sayfa numaraları, eserin
orijinaline aittir}
Evet,
gerçekte, bizim algıladığımız her şey, şuurumuza yani bilincimize yansıyan “Allah”
ismiyle işaret edilenin bir kısım özelliklerini açıklayan isimlerinin çeşitli
terkipler hâlindeki mânâlarından başka bir şey değildir..
Bütün
bu izahlardan sonra, şimdi toplu olarak “El hamdulillahi rabbülâlemiyn”
âyetinin işaret ettiği mânâyı anlatmaya çalışırsak, açıklayabileceğimiz
kadarıyla, karşımıza şu mânâ çıkar;
“-Her birimi dilediği gibi meydana getirip, varediş gayesine uygun bir
biçimde kemâline ulaştıran ALLAH ismiyle işaret edileni anlayıp, idrâk edip,
değerlendirmek, birimlere ait birşey olmayıp; HAMD, ancak her “şey”in “RAB”bı
olan ALLAH’a mahsustur!...
Düşüncenizin temelinde ;"ALLAH"laştırmaya çalıştığınız
yattığı sürece; hayâl dünyanızdan çıkıp gerçeği göremezsiniz!...
Öncelikle
yapmanız zorunlu olan şey ,"düşüncelerinize kaynak teşkil eden
"TANRI" kavramından kurtulmanızdır...
İyi
anlamaya çalışın...
"ALLAH"
ismiyle işâret edilen ile, bizim Zâti sıfatlarından , Sıfatlarından veya
Esmâ’sından sözettiğimiz tanrı anlayışı çok FARKLI şeydir...
Biz
,bizi yaratanın - âlemlerimizi yaratanın Zâti sıfatlarından, Sıfatlarından,
velhâsıl bizim yaratılışımıza GÖRE bize açıkladıklarından
sözediyoruz...
Oysa,
"ALLAH" adıyla işâret edilen âlemlerden “GANİ” dir;
yani âlemlerin varlığını borçlu olduğu, onları var gösteren Esmâ ve
Sıfatlardan GANİ ‘dir!...
hf
“Er RAHMAN-ir “RAHÎM””in mânâlarından daha
başkalarına gelince...
“Er RAHMAN” O’dur ki...Mutlak “rahmet”
sahibi olarak, tüm mânâları, varlığından, varlığıyla meydana getirmektedir..
“RAHMET”; “zatî” ve “sıfatî” olarak ikiye
ayrıldığı gibi; “Rahmeti âmme” ve “Rahmeti hâssa” olarak dahi
müşahede edilir...
“Rahmet-i Zâtî” bütün varlıkların
zâtının ancak ve sadece Allah ismiyle işaret edilenin Zâtı ile kâim ve var
olmasıdır; ki bundan dolayı, varolan her şeyin “Allah’ın rahmetine”
ermişliğinden, sözedilir.
“Rahmet-i Sıfatî” ise, varlıklarda
zuhur eden tüm mânâların orijinalinin (terkipsellik sözkonusu olmaksızsın)
“ALLAH” isimlerinin işaret ettiği özelliklere dayanmasıdır.
“Rahmet-i âmme”nin özelliklerinden
biri de şu yaygın rahmettir ki, bu “rahmet” sonucu, ölümötesi yaşamda, tüm
insanların azabları, bir gün gelir sona erer... Ebediyyen cehennem ortamında
kalacak olsalar bile!..
“Rahman”ın rahmeti cehennemdekilere bile erer!..Bir kısım insanların “ebeden cehennemde kalacaklarına” dair Kur’ân-ı
Kerîm’de hüküm bulunmasına rağmen, ebeden azab çekeceklerine dair bir açıklama
mevcut bulunmamaktadır!
İşte
bu da “rahmeti âmme” yani yaygın rahmet iktizasıdır...
Burada
“rahmeti” anlatırken, çok karşılaştığımız bir sorunun da cevabını hemen vermeye
çalışalım...
Madem
Allah rahmet sahibi, öyle ise niçin cehenneme yaratılmış?....
Benzeri
sorular hemen pek çok kişinin kafasını karıştırmakta... NİÇİN CEHENNEM ?...Din
olgusunda en anlaşılamamış konulardan bir tanesi bu “cehennem” olayıdır!..
İnsanlar
niçin cehenneme atılacaklardır?
Bunu
kim, nasıl yapacaktır?
Cehennem
niçin yaradılmış?...
Cehennemde
yaşayanlar var mı?...
“Zebâniler”
kimdir, nedir?
Niçin
cehennemde yanarlar?...
Yanmanın
türleri var mıdır?...
Cehennemin
ateşi nasıl bir şeydir?...
Ateş
içinde yaşam nasıl devam eder?...
Ve
daha bu gibi pek çok soru akla gelirken; cevap olarak konuya hiç bir açıklık
getirmeyen; hatta âdeta kişileri isyana sürükleten basit izahlar ve mantıksız
yaklaşımlar, düşünmeye çalışan pekçok insanın problemi olmaktadır...
Biz,
Cenâb-ı Hakk’ın bu konuyu bize açtığı ölçüde, ve insanların hafsalalarının
reddetmiyeceği sınırlar içinde kalarak, dilimiz döndüğünce anlatmaya
çalışalım...
“Cehennem”
kelimesinin bir genel anlamı vardır, bir de özel anlamı vardır!...
Genel
anlamıyla “Cehennem”, insanların azab duydukları ortam ve çevre
şartlarıdır!.
Bu
itibarla, dünya cehenneminden, kâbir cehenneminden, mahşer cehenneminden
sözedilebilir... Bulunduğunuz hapishane, hastahane ve daha başka ortamlar sizin
için “cehennem” olabilir... Bunlar hep göresel cehennemlerdir...
Kezâ,
kâbir âlemine geçen kişinin durumuna göre “kâbir cehennemi”nden
bahsedilmesi dahi, gene bu göresel cehennem şekliyledir.
Buna
karşın, özel anlamıyla, “Cehennem” vasfına dayalı bir şekilde isimlenen
ortam, gelecekte Dünyayı tamamiyle kuşatacak olan Güneş’tir!... Ancak bu
göze görünen şekli ve yapısıyla değil, şu anda da mevcut olan ışınsal ikizi
itibarıyledir!.. “İkizi” sözcüğüyle ikincisi anlamını değil; madde gözünün
göremediği ikincil yapısını murad ediyoruz ki, bu ruh boyutunda değerlendirilen
ikincil yapıdır!.. Biz şu anda ise Güneşin gaz boyutunu görmekteyiz!.
Dünyanın
ışınsal ikizini de, şu anda “Ölüp”, dünyanın ışınsal ikizine geçenler
görmektedirler ve anlattığımız şartları oradan seyretmekteler.
Bir
süre sonra Güneş, Dünya’dan 500 milyon defa daha büyük hacme ulaşacak ve bu
süreç içinde de, çevresindeki Merkür, Venüs, Dünya ve Ay’ı yutup, eritip, buhar
edecek; sınırları Mars yörüngesine ulaşan bir kızıl dev hâlini alacaktır...
İşte
o zaman, Dünya’nın çekim alanın bağlı tüm insanların “ruh bedenleri”, yani
“halogramik ışınsal bedenli insanlar”, dünyanın çekim alanının gücünü
yitirmesi sebebiyle, erimekte olan Dünya’dan kaçmak istiyecekler ve Dünya’yı
kuşatan dev Güneş’in ışınsal derinliklerinden geçerek uzaklaşma yolu
arayacaklardır!.
Allah’a
tapınma amacıyla değil; kişinin ruhsal enerjisinin güçlendirilmesi gayesiyle
teklif edilmiş ibadetleri, zikirleri yapmış olanlar, elde ettikleri
“nur-enerji” nisbetinde Dünya üzerinden ayrılıp, Güneş’in radyasyon alev
dilimleri içinden geçerek kaçabileceklerdir ki, bu durum “sırat” diye
anlatılmıştır; sembolik bir “köprü-yol” tanımlaması ile!.
Cehennemin
alevleri “semûm” diye ifade edilmiştir Kur’ân’da; ki, bunun günümüzdeki
anlamı “zehirleyen ve tahrib eden ışınım” demektir!...
Taşları,
yani maddeyi yakıp yok eden; buna karşın insanların “ışınsal bedenlerini” ise
sadece “yakan”, “yıpratan”, “deforme eden” Güneş radyasyonu, Cehennemin dev
alev dilimlerini oluşturmaktadır; ki, bu alev dilimleri halen, günümüzde 800
bin kilometreye kadar yükselmektedir... Varın siz, o günkü Dünya’dan 500 milyon
kere daha büyük hâlin şartlarını eğer hafsalanız alıyorsa düşünün!.
Cehennemde,
iki türlü yanış sözkonusudur.!.. Birincisi, fizikî yani bedensel; ikincisi,
manevî yani düşünseldir!..
Birincisi,
cehennemin yüksek ısısındaki radyasyonun fotonlarının ışınsal yapıyı
tahribinden doğmaktadır...
İkinci
tür yanış ise, kişinin kafasına yerleşmiş, yanlış bilgi ve şartlanmaların
oluşturduğu kabullerin, orada karşıt gerçekleriyle karşılaşmalarından meydana gelecektir!...
Bunun
en başta gelen sebebi ise, kişideki “benlik” duygusu, “sahiplik
düşüncesi”, “hırs”, “tamah”, “kendini beden kabullenme ve bunun sonucu olarak
sadece bedensel zevkler istikâmetinde hayvansı yaşam türü” gibi sebepler...
Manevî yanma neden?...
Her
hangi bir nesnenin sahibi olduğunuzu düşünüyorsunuz ve o nesneyi yitirdiğiniz
anda başlıyorsunuz yanmaya!. Oysa, “Allah verdi, Allah aldı” deyip işi
bitirebilseniz, “yanma” olayı bir anda sona erecek, ya da hiç
olmayacak!...
Esasen
cehennemdeki “yanma”ların kökeninde büyük ölçüde, toplumsal şartlandırmalar; bu
şartlandırmaların oluşturduğu değer yargıları; ve nihayet bunların tümünün
meydana getirdiği duygular yatar!...
Hangi
şey ya da konu için “ille de böyle olmalı” diyorsanız, sizi mutlaka bir “yanma”
bekliyordur... Kaçınılmazdır!..
Çünkü,
er ya da geç, bir gün o şey sizin istediğinizin dışındaki bir hale dönüşecek;
neticede siz de bundan dolayı “yanacaksınız” demektir!..
Kişilerin
büyük çoğunluğu, dünyada yaşarken “yanmaya” başlar!... Bir kısmının yanması da
ölümle, yani biolojik bedeni terkedişiyledir!... Çünkü, sahibi olduğunu sandığı
herşeyin elinden çıktığını, yitirildiğini bizzat yaşamaktadır!..
“YANMA”
niçin “RAHMET”tir?...
“Cennetlikler”
niçin cennete girmeden önce cehennemde “yanar”lar?...
Çünkü,
“yanmadıkları” takdirde, üzerlerine yerleşmiş, şartlanmalara dayanıp gerçekçi
olmayan değer yargılarıyla, asla cenete giremezler de ondan!.
“Rahmet”
onların “yanmalarını” sağlamaktadır!... “Yanarak” arınmaktadırlar!.
“Yanma”
gerçeğe uygun olmayan düşünce ve duygulardan, şartlanmalara dayanan
kabullenişlerden “arınma”dan dolayı olmaktadır!.
Kişiler
yanlış kabulleniş, duygu ve düşüncelerinin sonucu olarak; karşılaştıkları
anlayışlarına, kabullerine ters düşen olaylar yüzünden azab duyarlar.
Şayet
kişi, gerçeğe yönelmesini engelleyen “ama etraf ne der!” kavramını
terkedebilirse; idrâkı ve inancı istikâmetinde; gerçek hedef doğrultusunda
yürüyebilirse, pek çok “yanma”lardan kurtulmuş olur.
İnsanın,
özünü, hakikatını, gerçek yapısını ve boyutlarını idrâk ettirip yaşatan
“tasavvuf” ile “hâl”lenmesi ise, daha dünyada iken, tüm “yanma”lardan
kurtulmasına vesile olur!...
İnsan,
şayet cehennem olmasaydı, “yanma” olmasaydı, “arınma süreci” demek olan
“yanma” ile karşılaşmasaydı; böyle bir “rahmet” kendisine ulaşmasaydı,
mevcut hâliyle asla cennet yaşamına ulaşamazdı!..
Dolayısıyla
“yanma”, tamamen, azablardan arınma işlevini oluşturan bir “rahmet”
mekanizmasıdır. Tıpkı, operatörün merhamet edip kangrenli bacağı kesmesi
gibi!..
“Zebânî”lere
gelince...
Bilelim
ki, her ortamın kendine has canlı türleri vardır1...
Her
gezegenin ve yıldızın, kendine has canlı bilinçli birimleri varolduğu gibi;
evrenin farklı boyutlarının oluşturduğu değişik katmanların dahi, farklı canlı
türleri vardır; ve bütün bunlar hep bilinçli varlıklardır!. İşte bunların hepsi
birden Din terminolojisinde sadece “melek” kelimesiyle tanımlanmıştır.
Beyinlerimiz
genel yapısı itibariyle, sadece beşduyu dediğimiz “kesitsel algılama
araclarıyla” gelen verileri değerlendirmek için programlanmış olduğundan,
algıladığımız kesitin dışında kalan boyutlardan ve bu boyut katmanına ait
canlılarından habersiz yaşamaktayız!.
Oysa,
gerçekte, bırakın başka gezegen ve yıldızlarda yaşayanları; “cin” ismiyle
işaret edilen ve her an beyinlerimizi etkilemeye çalışan aramızda yaşamakta
olan canlı türlerinin dahi farkında değiliz!... Nerede kaldı, başka gezegenler
ya da yıldızdakiler!..
Her
neyse!...
İşte,
Güneşin içinde yaşamını sürdürmekte olan canlılara, bilinçli varlıklara da
Kur’ân-ı Kerim’de “zebanî” denilmiştir!...
Bunlar
bir tür “melek”lerdir!... “NUR” yapılı olmaları; ve o ortam içinde meydana
gelmeleri sebebiyle, diğer ortamlardan oraya girecek varlıklara GÖRE çok zor
olan şartlara rağmen; içinde bulundukları şartlardan hiç etkilenmeden; tıpkı
bizim yaşayamadığımız su ortamında balıkların yaşaması gibi; Güneş’in çok
yüksek radyasyon ortamında doğal hayatlarını sürdürmektedirler...
Çok
iri bedenleri ve dışarıdan o ortama gireceklere göre de, çok seri hareket
kabiliyetleri mevcuttur!... Balığın suyu yutup, suyu çıkarması gibi, onlarda
“ateş” yerler ve “ateş” çıkartırlar!.. Oraya gidecek olan gerek insten gerek
cinden tüm canlılarla top gibi oynarlar, “aklınız olsaydı, buraya düşmezdiniz,
sizi uyaranlar gelmedi mi?” derler...
Biz,
doğal ortamımızda, nasıl gücümüzün yettiğine hükmediyor, kuşu kafese koyuyor,
hayvanları kendi anlayışımıza göre terbiye(!) ediyor; ayıların burnuna kanca
takıp, “marifet öğretiyoruz”, diye kızgın saç üzerinde zıplatıp,
yürütüyorsak... “Zebânîler” de kendi doğal ortamlarına dışarıdan gelen
varlıkları öylece “terbiye”(!) ederler!...
Ama
o insanlar, ya da diğer canlılar bundan azab ve ızdırap duyarlarmış, elbette ki
bu onların sorunu değildir!..
“Zebânî”
denmesinin sebebi, “zebûn edici” olmalarıdır... Ve bu kelime genel olarak
sıfatlarından dolayı kullanılan isimdir..
Yani,
öylesine güç sahibi, hükmedici ve dilediklerini yaptırıcı varlıklardır ki,
onların güçleri karşısında, herkes aşağılanır, ezilir, azab ve ızdırap
duyar!...
Tıpkı,
burada “cin”lerin hükmüne girip, sersefil sokaklara düşen bir kısım insanlar
gibi... Ya da sirklerdeki “terbiyeci”lerin eline düşmüş hayvanlar, ya da
laboratuvarlarda kullanılan ve en az bizim kadar yaşama hakkı olan kobaylar
gibi!..
Öyle
ise, yapılacak en iyi iş, o şartlara en iyi şekilde hazırlanmaktır!...
Sanırım,
cehennemin, “arındırıcı” fonksiyonu ile bir “rahmet” olduğunu;
insanların azab duymaları için oraya atılmadıklarını; yanlış düşünce ve
duyguları sonucu ortaya koydukları fiillerin, otomatik olarak o ortama
gidilmeyi oluşturduğunu, ve azabın da bütün bunların neticesi olarak
duyulacağını yeterince açıklamış olduk...
Son
bir ilave daha yapalım bu hususa...
Cennete
gidecek kişiler, ancak “Allah ahlâkıyla ahlâklanmış” kişiler olacağına
göre, düşünmek zorunludur, nedir “ALLAH”ın “ahlâkı”..?
Neyse,
konuyu daha fazla genişletmeden, tekrar, kaldığımız noktadan devam edelim...
“Rahmeti
âmme”nin ne olduğunu; ve neler getirmekte olduğunu öğrendikten sonra,
geldik “rahmeti hassa”ya...
“Rahmeti
Hassa”, “özel rahmeti”dir ki, bunu “kendine seçtiği” kullarına ihsan
eder!..
ALLAH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER !.. (42-13)
Ve;
YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ !... (21-23)
Bu rahmetiyle kendine seçtiği kulunu, önce “şirki hafi” denilen “gizli
şirk”ten, yani “benlik”ten ve O’nu, “öteNde bir tanrı var sanma”
düşüncesinden arındırır; sonra, kendi “ahlakıyla ahlaklandırır”; ve bütün
bunlardan sonra da “keşif” veya “fetih” ile mükâfaatlandırarak cennet yaşamına
başlatır!
Ötesini
ise ancak yaşayanlar bilir!. Zira, “Allah” “isim ve sıfatlatıyla tahakkuk
etmenin” ne olduğunu anlatmanın yeri bu kitap değildir!..
“RAHÎM” isminin işaret ettiği manâlardan
bir diğerine gelince...
“Rahman”ın
rahmeti “arındırıcı”dır, demiştik... Elbette ki, arınma işleminin getirdiği bir
azab veya sıkıntı da sözkonusudur...
Meselâ
operatörün, tüm bedeni kangren olmaktan kurtarmak için, bir bacağı kesmesi
kişiye olan merhametinin getirdiği bir rahmettir... Ve biz, bu işlemin
getirdiği bütün acıya ve ızdıraba rağmen, o doktora teşekkür ederiz!...
İşte
bu, başlangıcında bize acı veren, fakat neticesi iyi olan “rahmet”tir!.
Rahman’dandır...
“RAHÎM”in rahmeti ise böyle olmayıp,
herhangi bir “arındırma” ya da “ıstıfa” gayesi gütmeyen; sırf zevk veren,
güzellikleri tattıran, kişiye hoş gelen halleri yaşatan “rahmet”tir..
Esasında,
kitaplarda “müminlere cennette sunulacak rahmet” diye anlatılan bu “RAHÎM’in
rahmeti” anlatılagelenden hayli farklı bir olaydır...
Bir
kere şunu kesinlikle bilelim ve hiç unutmayalım ki, “ALLAH”ın bütün isimlerinin
mânâları, her an geçerli ve yürürlüktedir!..
İşbu
sebeple, “RAHÎM” isminin mânâsı “şimdi geçerli değildir de, Cennete girildikten
sonra geçerli olacaktır” şeklindeki anlayış, tamamiyle asılsızdır.
“ALLAH”ın
“RAHÎM” isminin mânâsı, her an, her yerde yaşanmaktadır!.. Bizim bunu
farketmemiz ya da farketmememiz hiç bir şeyi değittirmez..
Ancak
ne varki, bunun daha fazla açıklanması mahzurludur... Ancak ehli bilir!..
Cennet
ehli, bu ismin mânâsını yaşarken; ve belki de bir çoğu bunun orada nasıl ve
nereden oluştuğunu farketmemişken; Dünya üzerinde bu ismin mânâsını yaşamış ve
yaşamakta olan bir çok zevat bulunmaktadır...
“Evliyaullah”ın
“keşif ve fetih” sahibi olanları yanı sıra, “mukarrebler”, “muhakkikler”,
“müferridun” ve “marifeti Billah” sahipleri, hâlen farkında
olarak, “B” harfinin sırrıyla “RAHÎM” isminin mânâsını yaşamakta ve
tecellilerini seyretmektedirler...
Ayrıca,
“La havle velâ kuvvete illâ “B”illah” ifadesinin mânâsı dahi
“RAHÎM”dendir!.
Öyle
ise, “RAHÎM” isminin mânâsını, sanki “ölümötesi yaşamda, cennet ortamında
ortaya çıkacakmış” gibi düşünmek tamamiyle gaflettir!..
“Allah”
ismiyle işaret edilenin, bütün bildiğimiz isimlerinin işaret ettiği özellikler,
her an ve her boyutta sürekli olarak açığa çıkmaktadır..
Üstelik,
evrendeki sayısız “melek”ler dahi her an bu ismin mânâsıyla kaim bir yaşam
içindeyken!..
Geldik
şimdi bundan sonraki âyete...
hf
Her an kâinatta tasarruf eden tek bir beyin olduğunu
kabullenmektir!
Bedende
bütün organlarda hükmeden nasıl beyin ise yaradılmışların her birinde her
an hükmedip onları yönlendiren !
Her
an tüm varlıkta hükmü geçerli olan O ‘dur; ve sadece O’na boyun eğilmektedir; âlemlerde
ortaya konulan her fiilin karşılığını O her an oluşturmaktadır”
anlamına gelir.
Namazda
Fâtiha’da okuduğun “Maliki yevmiddiyn” ifadesini iyi anlarsan “Maliki
yevmiddiyn”de “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” gizlidir!
Bir
başka deyişle: “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”, “Maliki yevmiddiyn”in
içinde mevcuttur.
”Maliki
yevmiddiyn”açıldığı zaman,açılmış hali “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”dir!
Biz
şimdi “Malik yevmiddiyn”’ i ne diye anlıyoruz?..”Din gününün sahibi!”.
”Din
günü “nedir?
Filanca
zamanda kıyamet kopacakta,kıyamet koptuğu zaman o günün sahibi Allah olacak!!!
Halbuki
“DİN GÜNÜ” demek,”dinin hükümlerinin geçerli olduğu her an”
demektir!”Dinin hükümlerinin geçerli olduğu her anın mâliki ALLAH”!
Din sisteminin kurallarının geçerli olduğu her anda tasarruf eden gerçek
mutlak sahip-hükümran ALLAH demektir!
Bu
ifadenin sonucu olan “Maliki yevmiddiyn” diyebilen kişinin -“Maliki
yevmiddiyn” cümlesini idrak ederek söyleyebilen kişinin doğal olarak
getireceği bundan sonraki cümle-ifade , “İyyake na’büdü ve iyyake
nestain”dir!
”iyyake na’büdü ve iyyake nestain” diyen kişinin de günahları affolur!
hf
Yaşadığımız her gün, her an’dır!
Her
“gün” içinde,mutlak olarak ALLAH’a boyun eğilmekte; her “gün”
yapılanların neticesine,ama “lütuf “ ama “mekr” yollu,fakat kesinlikle
erilmekte; ve netice itibariyle herkes yaptığının karşılığına ulaşmaktadır!
“MÂLİK”i
veya “MELÎK”i YEVMİD DİN”...
“DİN
GÜNÜ”nün “MÂLİK”i veya “MELÎK”i...
Bu
âyette geçen kelime bazıları tarafından “MÂLİK” ve bazıları tarafından da
“MELÎK” olarak anlaşılmakta ve öylece değerlendirilmektedir...
Yani
bu âyeti bazıları;
“MÂLİK”İDİR
DİN GÜNÜNÜN...
Bazıları
da;
“MELÎK”İDİR
DİN GÜNÜNÜN...
diye
okumakta ve anlamaktadırlar...
Şayet,
“MÂLİK”i diye anlarsak... “sahip olduğu üzerinde, özgürce ve
tasarrufundan dolayı kimseye hesap vermeksizin, dilediğini yapan” anlamıyla
karşılaşırız...
Şayet,
“MELÎK”i şeklinde okur ve kabul edersek... Bu defa da; “yönetim, kurallandırma,
fiilleri değerlendirme, yetki güç sahibi” olan bir Zât olarak anlarız...
Esasen,
“ALLAH” ismiyle kendisine işaret eden, Zâtını her iki vasıfla da
vasıflandırmıştır...
Ancak,
görüldüğü üzere, ilgili âyette “Din günü” tâbiri geçmekte; ve biz gramer kurallarınca
bu ifadeyi de onunla bağlantılı olarak anlamak mecburiyetinde olduğumuz için;
hangi şekilde olayı çözüme yaklaşacağız, ona bakmak gerekmektedir..
“DİN”
kelimesinin anlamlarından biri yönüyle, “yapılan işlerin karşılığına ermek”
olarak anlaşılabilir... Ayrıca, “Kesin itaat ve boyun eğme” mânâsına da
gelir...
Farkedersek
eğer, her iki anlam da, her an geçerli olan vâkıadır; gelecekte bir zamanda
oluşacak bir olay değil!.
Ama,
“DİN”, “kıyâmet” demek değildir!...
Bu
gerçeğe rağmen, her an içinde yapılan tüm işlerin karşılığı, -oluşmuyormuş-
verilmiyormuş gibi anlaşılması yüzünden; hayâllerde, son bir gün düşünülmüş; ve
“o son günde herkes yaptıklarının karşılığını alacaktır”, diye sanılmıştır!.
Mâûn
Sûresinin ilk âyetini hatırlayalım:
“DİN’İ İNKÂR EDENİ GÖRDÜN MÜ?.. (107/1)
Yani,
“Allah’ın
SİSTEM VE DÜZENİNİ inkâr edeni gördün mü?”…
Mahşerde, bir günü ellibin sene olan zaman boyutuna geçileceğine göre;
insanlar, binlerle sene uzunluğundaki “gün”lerden oluşan binlerle sene sürecek
“mahşer” ve “sırat” sürecini yaşayacaklarına göre; olayı sanki tek bir
“gün”müşçesine değerlendirip, “ALLAH”ı yalnızca o günün “Mâlik”i veya “Melîk”i
olarak kabullenmek, bizim müşahedemize göre gerçekçi olmuyor!...
Tesbitimize
göre...
ALLAH indindeki anlardan bir “AN” vardır ki; o an, “tek gün”dür...
O’na göre “an”larından yalnızca bir “an” olan o bildiğimiz
“gün” = ”an” içinde, bize göre ezelden-ebede, her dem O’na boyun
eğilmekte ve O’nun hükmü geçmektedir!. Yani, “Mâlik”iyeti ve “Melîk”iyeti
sonsuzdur!.
Şimdi
burada şu sual akla gelebilir...
Bu
dünyada bir çok kişi, büyük kötülükler yapmasına rağmen karşılığını
almıyorlar!... Bu da “yapılanların karşılığını verme gününün” yaşadığımız şu
gün olmayıp, gelecekte, âhıretteki bir “gün” olduğunu göstermez mi?
Bu
soruyu soranlar, “tanrı” kavramından arınıp “ALLAH”ı tanıma konusunda yeterli
bilgiye sahip olmadıkları için, önemli bir hususu gözden kaçırmaktadırlar...
Her insan, her an, bir önceki anda yaptığının karşılığına ermektedir!.. Çünkü:
“ALLAH SERİ’ül HİSÂB”tır !..”
Ancak ne var ki, biz, o kişinin, fiilinin ertesinde erdiği şartları
değerlendirmekte yetersiz kalıyor; ve sanıyoruz ki, o yaptığının karşılığını
görmemiştir!. Bu yüzden de düşünüyoruz ki, yaptığının şimdi almadığı
karşılığını, gelecekte alacaktır!.
Oysa…
“ALLAH”ın
“MEKR”i vardır!...
Kişilerin pek çoğu, yaptığı yanlışlarının karşılığına “mekr” yolundan
erer!...
Servet,
çoluk-cocuk, mevki-koltuk, ünvan-etiket, şan-şöhret gibi şeylerin imtihan aracı
olduğu, ve uyanık olmayanların bu fitnelere kapılmak yüzünden geleceklerini
yitirecekleri Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde açık-seçik vurgulanmıştır..
Pek
çok zengin, eline geçen serveti Allah yolunda değerlendirmek yerine, binaya,
toprağa, mala yatırır; o paranın “mekr” yollu kendisine verilmesi yüzünden “fiysebilillah”
yani “Allah için, Allah yolunda” değerlendiremediğini farkedemez!.
Dışarıdan
görenler, ona verilen paranın bir lûtuf olduğunu, mükâfat olduğunu sanırlar;
oysa o para, yapılan yanlış bir işin sonucu olarak “mekr” yollu o kişiye
ulaşmıştır!..
Neticede
o kişi, parasıyla, dünyalık zevkleriyle günlerini tüketip “ALLAH”a vuslatı
elden kaçırdığı gibi; gelecekte asla elde edemiyeceği pek çok şeyleri dahi
yitirir de bunun farkında bile olmaz!...
Hazreti
Rasûlullah , dev ticaret kervanına sahip iken, varlığını Allah yolunda
değerlendirdiği için, ölümötesi yaşama geçerken, geride miras bırakmadı.!..
Hazreti
Ebu Bekr, bütün varlığını kişisel zevki için değil, Allah yolunda
değerlendirdiği için, ölümü yoksullukla karşıladı!...
Ama
“mekr” yollu verilen servet, asla “Allah yolunda” değerlenmez!...
İşte
bu sebebledir ki, insanların pek çoğu, servet sahiplerinin büyük dünya zevkleri
içinde yaşadıklarını görürler de, “yaptıklarının karşılığını almıyorlar”;
sanırlar!.
Bilmezler
ki…
Allah
onların yaptıklarının karşılığını şimdiden, “mekr” yollu vermektedir; ve onlar
da ellerindeki dünyalıkları sebebiyle Allah’dan ve ilgili konulardan günbegün
daha fazla uzaklaşmakta ve “perdelenmekte”dirler!...
Gerçekte
ise, “Allah’tan perdeli olmak”tan daha büyük bir ceza da düşünülemez!..
İşte
eğer, bu gerçeği idrâk edersek, görürüz ki, gerçekte, yaşadığımız her gün, her
an “DİN GÜNÜ”dür!..
Bize
göre olan her “gün” içinde, daima, mutlak olarak ALLAH’a boyun eğilmekte; her
“gün”, ama “lûtuf” ama “mekr” yollu, yapılanların neticesine kesinlikle
erilmekte; ve netice itibariyle de herkes yaptığının karşılığına
ulaşmaktadır!..
İşte
bu mutlak gerçek açısından konuya bakarsak...
“MÂLİK’İDİR DİN GÜNÜNÜN”!.
Uyarısının, “Her an tüm varlıkta hükmü geçerli olan O’dur; ve sadece
O’na boyun eğilmektedir; âlemlerde ortaya konulan her fiilin karşılığını O her
an oluşturmaktadır” anlamına geldiğini farkederiz...
Zira,
uygun ve geçerli olan, ALLAH’a ait mânâların; yalnızca “belli bir zamanla”
kayıtlı olarak anlaşılması değil; “sonsuz zamanı kapsayacak şekilde”
kavranılmasıdır..
hf
,4- “İYYÂKE NA’BUDU ve
iYYÂKE NES’TAIYN”
“Yalnız
sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.” Anlamına gelen; “iyyake
na’budu ve iyyake nestaiyn” diyebilenin de günâhları af olunur., müjdesi
vardır. Yani bunu diyebilen, idrak edebilenin günâhları af olur.
“Lâ ilâhe illâllah” sözü, bu anlattığım
hususları bir şifre, bir öz cümle halinde ifade etme anlamını taşır. Yani,
“lâ ilâhe illâllah” şifre hâli, kapalı hâli; “İyyake na’budu ve iyyake
nestaiyn”, açılmış halidir.
İnsan,
“maliki yevmiddin”i anlayamadan zaten “iyyake na’budu ve iyyake
nestaiyn” diyemez !.
Onun için de, Fâtiha’nın iki tür okunuşu önemlidir;
1-İki âyet arasına sadece virgül koyarak birlikte bir cümle gibi okumak.
2-İki âyet arasına noktalı virgül koyarak, bekleyerek ayrı ayrı okumak.
Virgüllü okursan, bir manâ yönü açılır. Noktalı virgüllü okursan, işin
başka bir manâ yönü açılır.
Umumiyetle
bir çokları bırakın mânâ boyutunda düşünmeyi, ne okuduğunun dahi farkında
değildir.
Halbuki,
Fatiha’yı OKUmamış olanın namazı geçerli olmaz!.
“Mâlik-el
Mülk” olman dolayısıyla başkası sözkonusu olmaksızın;
“SADECE SANA KULLUK EDER ve SADECE SENDEN YARDIM BEKLERİZ”...
Bu işaretin genelde anlaşılan ve kabullenilen yönüyle farkettirmek
istediği mânâ hepimizce bilinmektedir...
İster
namaz içinde, ister namaz dışında olsun, bu âyet umumiyetle şu mânâda söylenir:
“Biz,
başka birine; ya da seninle beraber başka birine değil, sadece sana ibadet
ederiz; ve başka birinden değil, sadece senden yardım bekleriz...”
Bu
âyetin, genel düşünce düzeyi içindekilere hitap eden yüzü böyledir...
Ancak,
baştan beri anlatmakta olduğumuz, âyetlerin derinliğindeki “Vahdet”
müşahedesi ve zevki açısından bu âyeti de anlamaya çalışırsak...
Bu
defa şöyle bir anlam ile karşı karşıya kalırız:
“Âlemlerin Rabbı, dolayısıyla bizim “Rabbimiz” ve de “Mâlik-Melîk’i
yevmid din” olman sebebiyle, her şeyin olduğu gibi bizim de senin isimlerinin
özellikleriyle varolmamız hasebiyle, doğal olarak, her an, hepimiz, farkında
olmadan da olsa kulluk halindeyiz...
Mutlak ve gerçek kulluğumuzu, senin her biri ayrı hikmete dayalı, türlü
mânâlarının kuvveden fiile çıkışına aracılık etmek suretiyle yapmaktayız...
Ve gene hepimiz, (ins ve cin ve melek) kulluğumuzun devamı için her an
senden yardım bekleriz... Eğer sen, varlığımızı oluşturan isimlerinin
manâlarını ortaya koymayı kesersen, biz yok oluruz!..
Varlığımızın ve kulluğumuzun devamı için de senden yardım dileriz...”
“İNSANLARI VE CİNLERİ YALNIZCA KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM”(51-56)
Ki bu yüzden de bu amaçla yaratılanların, “kulluk etmemeleri” mümkün
değildir!
Bu
âyeti tefsir eden yorumcuların neredeyse hemen hepsi, sanki bu âyet sırf namaz
içinde okunmak için gelmiş şekliyle olaya bakmışlar, ve hep namaz içindeki
toplu ifade şekli olarak değerlendirmişlerdir..
Oysa,
dikkat edilirse eğer, bu âyet “ALLAH sistem ve düzenini” anlatan ilk sûrededir;
ve anlamı ezelden ebede, her an, dem bedem geçerlidir!...
Namaz
içinde ya da dışında!... Ne zaman ve nerede okunursa okunsun, o anki bütün
halleri ve varlıkları kapsamaktadır!...
“HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY, O’NU HAMDIYLA TESBİH EDER!.
FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ KAVRAYAMAZSINIZ!. (17-44)
Âyeti, yukarıda geçen âyetin mânâsını apaçık bir şekilde; hiç bir yoruma
yer bırakmıyacak şekilde izah etmektedir.
Bize
göre varolan, tüm zamanlarda ve zamanüstü bir biçimde, “ALLAH” ismiyle işaret
olunanın, “âlemlerin rabbı” olduğunu vurgulayan ön ayetlerden sonra
gelen bu ayet de, gene aynı şekilde; tüm varolanların “O’na kulluk etmekte
olduklarını; ve bu kulluklarının devam edebilmesi için de gene O’na muhtac
olduklarını”, vurgulamaktadır!.
Zaten
daha dar kapsamlı olarak, insan ve cinlerin dahi kulluk etmek için yaradılmış
olduklarına da şu âyet işaret etmektedir:
“CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM!..” (51-58)
Kulluğu yerine getirmeleri için yaratılmış olanların; o gayeye yönelik
olarak yaratılmış olanların, bu kulluğu îfa etmemeleri acaba mümkün olabilir
mi?..
Hele
bir de “F Â T I R”ı hatırlarsak!...
“ALLAH”ın,
kendisini “FÂTIR’es semâvâti vel arz” diye tanımlayışını hatırlarsak...
Yani,
“neyi gerçekleştirmek istiyorsa, o gayeye uygun yapısal özellik vererek,
yarattıklarını forme eden” anlamına “FÂTIR” oluşunu; ve böylece
göktekileri ve yerdekileri yaratmış olduğunu kavrayabilirsek...
Üstüne
üstlük...
“RABBİN HÜKMETTİ Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE!.. (17-23)
“H Ü K M Ü” mevcut iken!...
Peki
bu takdirde, buradaki olayı nasıl değerlendireceğiz... Ne anlıyacağız?...
Nasıl
anlıyacağız?…
Elimizden
geldiğince, dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışalım...
“ALLAH”,
“âlemlerin Rabbı” olduğu için; isimlerinin işaret ettiği özelliklerin seyrini
murad etmiş ve bu isimlerin mânâlarına dayanan yaratıklarını “esmâ
terkipleri” halinde ortaya çıkartmıştır...
Yaradılmışların varlıklarını bu isimlerin mânâları oluşturduğu için,
onların bunun dışında kendilerine özgün vücudları ve varlıkları yoktur!... İş bu sebeble de, bu mânâlara dayalı varlıklarıyla, her an bu mânâların
gereğini ortaya koymak suretiyle “GERÇEK anlamda ve MUTLAK yönden KULLUKLARINI”
îfa etmektedirler..
Şayet
basiretle dikkat edilirse, yukarıdaki âyetler tümüyle biraraya gelince, bu mânâ
apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır...
Böylesine
geniş kapsamlı ve tüm varolmuşları içine alan mânâları ihtiva eden âyetlerin
anlamının; son derece dar sahada, “namaz kılan kişinin rabbine kulluk
itirafında bulunması ve ondan yardım istemesi” şeklinde anlaşılması, Kur’an-ı
Kerim’in, “evrensel sistemi açıklayan KİTAP” oluşuna uygun
düşmemektedir; müşahedemize göre..
Peki
bu âyette, diğerlerinin anladığı gibi, “bizim kulluk itirafımız ve yardım
dilememiz” anlamı da yok mudur? Böyle anlayanlar yanlış mı anlamışlar?.
Yanlış
değil, yetersiz ve derinliksiz olarak; dolayısıyla da çok kısıtlı bir ölçüde
anlamışlardır!
Açıklamaya
çalıştığımız, kapsamlı ana mânâ içinde, çok dar kapsamlı bir anlayışla, o mânâ
da mevcuttur elbette!...
Evet,
“kulluk eder ve bunun devamı için de senden inâyet isteriz” manâsı da
vardır bu âyette. Ancak, “her an ve her nefeste” gibi anlaşılmak
zorunluluğu ile beraber!...
Bu
arada şu soru akla gelebilir...
Bütün
varlıklar yaradılış gayelerine hizmet eder bir biçimde yaşam sürerek “kulluk”
ediyorlarsa; bu durumda bizim “ibadet”lerimizin anlamı ne?..
Neden
ibadet edelim?..
Biz
Allah’a tapmak için namaz kılmıyor muyuz?..
Allah’a
tapınılmaz mı?..
İbadet
ederek cennete hak kazanmıyor muyuz?.
İbadet
etmedikleri için cehenneme gitmiyorlar mı?
Önce
“kulluk” kavramının iki anlamına işaret edelim...
Birinci
mânâda “kulluk”, geniş kapsamlı ve “mutlakiyet” ifade eder
şekliyledir... Bu gerçek anlama, yukarıda işaret ettiğimiz âyetler toplu olarak
değerlendirildiğinde kavuşmaktayız..
Bu
mânâda “kulluk”, evrensel sistem içindeki tüm yaradılmışların, “mutlak
kulluk” için varedilmiş oldukları; ve her an da buna devam ettiklerini
açıklama sadedindedir..
“CİNLERİ ve iNSANLARI YALNICA KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM..” (51-56)
şeklindeki Kur’ân hükmü buna işaret eder. Buna “fıtrî kulluk” da
denir!.
İkinci
mânâda “izafî-göresel kulluk” ise, bireyin “Rabbi olan ALLAH’ı
farketmesi, O’na kulluk için var olduğunu ve bu görevi yaptığını kavraması ve
nihayet bu hâlinin devamı için de her an gene ALLAH’a muhtaç olduğunu
hissetmesidir”... Ki bu da “göresel” anlamda, “bireysel kulluk”tur...
Burada
ayrıca, çok önemli bir sırra da, işaret yollu değinmek istiyorum. Ehli elbette
bu işareti değerlendirip hedefteki kapıdan içeri girecektir!.
Rasûlullah aleyhisselâm
buyurmuştur ki:
“Namaz, müminin mi’râcıdır”!.
“Fatihasız namaz olmaz”!..
Âyette de şöyle bir uyarı vardır:
“VAY HALİNE O NAMAZ KILANLARIN Kİ, NAMAZLARINDAN GÂFİLDİRLER!..
(107-4/5)
Yani, “namaz”ın ne olduğunu anlamadan, hissetmeden “namaz”ı “kılan”ların
hâli perişan olur!.
Önce
bu konuda bazı önemli noktalara dikkati çekelim…
Namazdan amaç, “mi’râc”dır!…
Bunu
gerçekleştirememesi, kişinin varlığını da oluşturan Allah’tan “perdelenmesini”,
yani gafleti meydana getireceği için, çok büyük bir kayıp olur!.
“Mi’râc”ın oluşması ise, Fâtiha’nın
okunmasına; yani, Fâtiha’daki kelimelerin anlamlarının idrâk edilmesine
bağlıdır!.
Öyle
ise burada şöyle düşünmek lâzım gelir…
“Fâtiha”
sûresi’nde, Kur’ân ’ın diğer sûrelerinde olmayan hangi anlam vardır ki; o
anlamı farkedilmeyen, idrâk edilmeyen ve tasdik edilerek itiraf edilmeyen
namaz, büyük sorumluluk getirmekte; buna karşılık o anlamın hissedilip yaşanması
sûretiyle Onun okunuşu, kişiyi “mi’râc”a çıkartmaktadır?
Besmele
ve hamdele diğer bölümlerinde de geçmektedir Kur’ân’ın… Hidâyet dilenmesi de!..
Öyle
ise…
Burada
düğüm noktası gelip “Mâlik-Melîk’i yevmid din; iyyâke na’büdü ve iyyâke
nestaıyn” cümlesine dayanmaktadır..
Fenâ fillah sırrı da burada gizlidir!.
“İyyâke na’büd” cümleciği,“fenâ fillah”ın Kur’ân ‘daki ifadesidir!.
Bu
arada Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını da düşünelim:
“Her vakit namazı, kendisiyle bir önceki vakit arasındaki günahları
siler”!.
Peki bu âyetlerde ne gibi bir mânâ ve sır mevcut ki, bu sırrın
farkedilip, idrâk edilmesi; ve dahi yaşama geçirilmesi, kişiyi hem bir önceki
namazdan beri kendisinde oluşan günahlardan arındırıyor; hem de “mi’râc”ı
yaşamanın yolunu açıyor?
Şimdi
bu âyetin anlamını bir daha düşünün!..
Burası
çok ama çok önemli bir sırdır!. Niyaz edelim ki açıla!..
Zirâ, “Namaz”ın “ikâmesi” ve “dâimi”ye dönüşme yolunun açılması ancak bu
sırrın keşfedilmesine bağlıdır; bize göre!.
“ALLAH”a
“tapınma” konusuna gelince...
“TAPINMA”,asırlardır, çeşitli
toplumların şuursuz bir biçimde putlarına, tanrılarına yaptıkları saygı,
yakarış gibi davranışları tarif için kullanılan bir kelimedir... Asla “kulluk”
diye çevirdiğimiz “ibadet” kelimesinin mânâsını ifade etmez; ve “ibadet”
kelimesini Türkçeleştiriyorum diye “tapınma” kelimesini kullanmak, oldukça
önemli bir hatadır!... Kullanan kişinin Türkçe bilgisinin yeretsizliğine
verilir!..
Diğer
taraftan,
“CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM..” (51-56)
Âyetinde geçen “ibadet” yani “KULLUK” kelimesinin ibni Abbas
radıyallahuanh tarafından “liya’rifun” diye yorumlandığı ve âyetin böyle
anlaşılması gerektiği yaygın olarak bilinen bir husustur..
Şayet,
“liya’budun” kelimesini bu mânâda anlayacak olursak ve “iyyake na’budu”
ifadesindeki “kulluğun” da “irfan” mânâsına işaret ettiğini düşünürsek; o
takdirde şöyle bir anlam ile karşılaşırız:
“Âlemlerin Rabbı olan ALLAH’ın bizim Rabbimiz olduğunun bilinciyle her
an O’nun varlıkta tasarrufunu seyretmekte olduğumuzu itiraf eder; ve bu
bilinçli kulluğumuzun devamı için de o’ndan yardım bekleriz”..
Peki
biz ibadetlerimizle cennete gitmeyecek miyiz, bunun için ibadet etmiyor muyuz?
İşte
tamamiyle asılsız bir kabulleniş daha!.
Hiç kimse ibadet ettiği için cennete girmez!..
Çok
bilinen bir hadisi şerifinde Hazreti Rasûllullah sallallahu aleyhi ve
sellem
Efendimiz
şöyle buyurmuştur:
“Hiç kimse ameliyle cennete gidemez!...”
Sormuşlar:
“Sende mi Ya rasulallah?..”
“Evet, ben de!... Ne var ki Rabbim bana rahmet etmiştir!..” (de, amelimle değil; o rahmet sebebiyle cennete giderim)...
Bu husus tamamiyle “KADER” konusu ile ilgilidir!...
Anlatılagelen
ve gerçeğe uymayan “kader” görüşlerinin ötesinde; gerçek kaynak bilgileri
edinmek isteyenler, kitaplarımızdaki ilgili bölümleri inceleyebilirler...
Burada
kısaca şunu ifade edeyim ki, hiç bir ibadet cennete girmek gayesiyle yapılmaz;
ve ibadet eden cennete girer, diye de bir hüküm mevcut değildir!...
Kişinin
cennete girmesi, ibadetine bağlı değildir...
Ancak,
muhtemelen “Allah”, cennete girecek olanlara ibadeti kolaylaştırmıştır,
diyebiliriz...
İbadetler,
insanın, bilinçlenmesi ve güç kazanması içindir!.. İnsanlar bu ibadetleriyle,
bilinçlenebilir ve güç kazanabilirler...
Ancak
ne var ki tüm bunların ötesinde, “ALLAH”ın o bireyin cennete gitmesini takdir
etmiş olması işin en önemli ve ana faktörüdür!... Şayet hakında böyle bir
takdir yoksa, birey ne kadar ibadet ederse etsin, bilinçlenirse bilinçlensin ve
dahi güç kazansın; gene de cennete giremez!..
Yani
kısacası, “cennete girmek”, ibadete değil, “ALLAH” takdirine dayalı olarak
“İMAN nuru” esasına bağlıdır!..
Niçin
cehennemden çıkmak “iman”a bağlıdır?
Bir
kısım felç olayları vardır ki, bunlar tamamiyle psikolojik kökenlidir!.
Bedende
patalojik hiç bir problem olmamasına rağmen, kişi kendisinin felçli olduğunu ve
bir daha asla yürüyemiyeceğini vehmederek; tekerlekli sandalyesinde cehennemini
yaşar!.
Hastalık
hastası diyebileceğimiz kişiler kendilerini etki altında tutan vehim gücü
yüzünden akıllarını yeterince değerlendiremez, çeşitli kaabiliyetlerini
kullanamaz; ve böylelikle de hayatlarını ızdıraba dönüştüren cehennemden
çıkamazlar!.
İnsan,
hayatını cehenneme çeviren vehim gücünün üstesinden akılla gelemez!. Vehim
kuvveti yani “yoku var sanıp, varı yok sayma” özelliğinin üstesinden gelecek
olan insandaki güç akıl değil, imandır!.
Vehim,
akıl ve ona dayalı olan tefekkür mekanizması üzerinde rahatlıkla tasarruf
ederken, fiilleri direkt yoldan etkileyen iman karşısında daima yenik düşer!.
İşte
bu yüzdendir ki “Dini” anlaması için akıllıya teklif yapılmış ve iman ederek
yürümesi önerilmiştir!.
İnsanın,
gerek dünya yaşamındaki cehennemî sürec, ve gerekse de ölümötesi yaşamındaki
cehennemi, hep onda galip gelen vehim kuvvesinin sonucudur!.
Bunun
sona erdirilmesi ise yalnızca iman kuvvesi ile mümkündür!.
Bedeninde
fizikî bir arıza olmadığı halde kendini felçli sanan kişi inanacağı kişiyi
buldumu yürür!.
Evhamlı
kişi, iman edeceği insanla ya da bilgiyle karşılaşırsa ızdırabı sona erer..
En
dar kapsamlı anlamıyla “Allah’a iman” da, kişiye karşılaştığı zorlukları,
“Allah”a ait özelliklerin kendisine o konuda yardımcı olacağına ve kendisini o
konuda selâmete çıkaracağına iman” sonucunu getirir!. Kişi bu iman ile
kendisinde cehennem ortamından çıkacak gücü bulur!. İsterse zerre kadar imanı
olsun!. Ama kişinin böyle bir imanı yoksa, kendisini bildiği güçlerinden ibaret
sayıyorsa, “Allah”ı anlamamışsa ve iman etmemişse; özündeki Allah’a ait
kuvvelerden mahrum kalacağı için” edediyyen cehennemden çıkamayacaktır!.
İman etmediği için başkası da, kim olursa olsun ona bu konuda yardım
edemeyecektir!.
Aklı
vehim gücünün etkisi altında olduğu için kendisinin asla yürüyemiyeceğini sanan
kişi gibi!.
Yani
ebedî olarak cehennemde kalacak olanlar, yaşamlarını yöneten vehim kuvvetinin
etkisi altından kendilerini kurtarıp, iman etmeden yaşadıkları için sonsuza
kadar cehennemde kalmaya mahkûm olmaktadırlar!.
hf
“Hakkımızda hayr olana erdir”..
Esasen
herkes hidâyet üzeredir…
“İhda”nın
mânâsı “hidayet et” demektir...
“Hidâyet”
ise, “hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lûtfu letâfetle, varlığın
yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek”; demektir..
“Hidâyet”,
en kapsamlı anlamıyla, yaratılmış her “şey”i, o şey hakkında “hayr” olan
hedefine, “LÂTÎF” isminin sırrıyla, yönlendirip, o yolda yürümeyi ve
hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır..
Muhakkak
ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim, o hedefine kendisine gelen
“hidâyet” üzere ulaşacaktır!.. Çünkü ona, o hedefe ulaşmak “hidâyet”
edilmiş, “kolaylaştırılmıştır”!...
Misâli
kendimizden verelim...
Biz,
takdir gereği, bu kitapları yazıyoruz... Ancak, bu kitapları okuyanların belki
de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir!...
Ve
nihâyet birazı da, kendisine bu yolda verilmiş olan “hidayet” sonucu olarak;
“Demek
olaya böyle de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış” deyip, Kur’ân-ı
Kerim’i bu gözle değerlendirmeye başlıyacak.. Böylece, “Kur’ân ‘ın, evrensel
SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve yapısını; ve dahi, insanın,
yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl değerlendirmesi gerektiği yolundaki
uyarılarını farklı bir gözle değerlendirip”, sürekli yeni ufuklara kanat
çırpacaktır...
Bir
kısım insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin
görüşleriyle daha yetişme çağında sınırlanmışlar; ve daha sonra da
şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir...
Hatta
daha sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki, “KOZA”yı
kıramamış; “her şeyi çok dar bir perspektif içinden” görerek yaşamışlardır!
Uzak
doğuyu, Amerika’yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama, hala, o
yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı
görüşlü kişiliğini aşamamışlardır...
Bu
“KOZA”sını delip çıkamamış zevâtı kirâma göre...
“Kur’ân, yukarıdan Mekke’deki Hazreti Muhammed’e inmiş, önce Arapları
sonra da insanları “iyi ahlaklı yapmak için gelmiş, Allahtan başkasına
tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği kurallarının daha bir
gelişmişidir”..
Kur’ân-ı Kerim’de SİSTEM yoktur!...
Kur’ân ‘da bilimsel gerçeklere işaretler aramak abestir!..
Kur’ân ‘dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne kimya ne de başka dalda
hiç bir şey öğrenilemez!...
Kur’ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden tapınılması gerektiğini,
toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan bir kitaptır”
“Allah”, “hidâyet” etmedikçe, kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü
“kozasını” ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalâde zordur!..
Çağdaş
veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak,
hele hele geleceğe dönük ve de “KOZASIZ” yaşayabilmek bütün bunların
üstündedir!..
Bizim
kitaplar bir yana, Kur’ân-ı Kerim’i okuyanların içinde, “okur”ların
sayısı sayılacak kadar azdır!..
“Okuma
ücretini cennette almak üzere anlaşmalı olduğu” için; ya da “ölmüşlerini
rahatlatmak için sevap olsun diye okutanlar ve okuyanlar” ötesinde; gerçek
“Kur’an okur”larının sayısı ne kadardır dersiniz?...
Kur’ân-ı
Kerim’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi; ve o sistem içindekilerin
yapısını; özelliklerini; Allah’ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini
anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek
okuyanlar ve bundan dolayı “huşû” duyanlar ne kadardır, dersiniz?...
Evet,
o çok bildiğini sanan; ancak hiç bir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme
birikimi de bulunmayan, “monolog”çular, “vâiz”ler, “koza”larının içinden
seslenirler, diğer “kozalı”lara .. “Zinhar, sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa,
kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara kulak vermeyin, okumayın!.. Allah’ın
çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi
dünyadır, her şey dünyanın çevresinde dönüyor diye düşünmekte devam edin!..
Kur’ân
ilim kitabı değildir!.. O’nun ilimle yorumlanması caiz değildir!. Bırakın yeni
düşünceleri!.. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız”(!)
Neden
bu böyledir?...
Önde
gelen gerçek ve kesin neden, onlara gelen “hidâyet”in bu yolda olmasıdır!..
Muradı
ilâhi, “meşiyyet-I ilâhi” böyledir!...
Öte
yandan bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına
karşın, düşünce sınırlarının “koza” ile sembolleştirdiğimiz “darçevre
düşünü sınırlarını” aşamamalarıdır!..
Bunun
dindeki izah şekli ise, o bireye “KOZA” dışı düşünce ve bakış açısının “KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ”
olmasıdır!...
“Özgür
düşünce” tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme
zorunluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.
Bu
sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hatta hoşgörürüz; ve deriz ki, onlar da
Allah’ın takdiri üzere “hidayette”dirler...
Evet,
“İHDA”nın getirdiği “kolaylaştırma” kavramı, bilelim ki konunun
anlaşılmasında anahtardır!
Burada,
hemen şu işareti Rasûlullah Aleyhisselam’a kulak verelim;
Hazreti
Âli anlatıyor:
“Biz
bir defasında Baki’ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk...
Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu... Biz de etrafını sardık...
Rasûlullah’ın
beraberinde bir âsâ vardı...
Rasûlullah başını eğdi ve
düşünceli bir halde elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve
izler meydana getirmeye başladı... Sonra şöyle buyurdu:
“Sizden hiç bir kişi ve yaratılmış hiç bir nefis istisna olmaksızın,
hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLAH yazmıştır!... Ve herkesin said
veya şaki olduğu kesinlikle yazılmıştır!..”
Bunun üzerine oradakilerden biri sordu:
Ya Rasûlallah öyle ise bizler yaptığımız çalışmaları terkedip, bu
yazımız üzere mi kalalım?..
Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Said olan kimse, saadet ehlinin fiîllerine ulaşacaktır... Şakî olan
kimse de, şekâvet ehlinin ameline ulaşacaktır...
Sizler, amel edip çalışın... Çünkü, herkese KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!.
Said olan saâdet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR; şaki olan da şekavet
ehlinin FİÎLLERİNE KOLAYLAŞTIRILIR !...”
Şu da aynı hususa işaret eden başka bir olay...
Hazreti
Ömer’in oğlu Abdullah naklediyor babasından...
Soruyor
Hazreti Ömer radıyallahuanh:
“Ya Rasûlallah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir
başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir
iş mi?.”
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle cevap verdi:
“Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!...
HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...
Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da
şekavet için çalışır!..”
Son olarak Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını da
nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:
Süraka
bin Cü’şum şöyle soruyor Rasûlullah Aleyhisselâm’a:
Ya
Rasûlallah... Fiillerimiz, kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler
cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa
AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi
oluşacaktır?
Buyurdu
ki Rasûlullah:
“FİÎLİN, kader ile tesbit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp
kuruduğu hususlar içindedir!...
Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!..”
Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET
EDİLİYOR?…
Yukarıda
izah etmiştik ki, “hidâyet”, “LÂTÎF” ismi yönünden oluşur!...
Şimdi
“LÂTÎF” ismi sırrıyla, “hidâyetin” oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah
edelim...
Önce,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu açıklamasına kulak verelim:
“Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı.. Sonra
onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidayete erdi!... Nasibini
alamayan da, dalâlete saptı!...
Bunun için, ALLAH’ın ilmine göre kalem kurudu!.”
Şimdi de şu âyetleri dikkate alalım:
“ALLAH DİLEDİĞİNE HİDÂYET EDER!...” (22-16)
“YILDIZ iLE HİDÂYETE ERERLER !...” (l6-l6)
“BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTEDİRLER...” (12-16)
“EMRİ SEMADAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER.... “ (32-5)
“ALLAH YEDİ KAT GÖĞÜ VE YERDEN DE ONLARIN BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMRİ
ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR... “ (65-12)
“ALLAH SİZİ YARATTI VE DÜZENLEDİ, BİÇİMLENDİRDİ.. DİLEDİĞİNCE TERKİP
ETTİ!...” (82-7/8)
İmam GAZALİ merhum, meşhur eseri
“İHYA”da, ashabın âlimlerinden olan ibni Abbas radıyallahu anh’ın şöyle
dediğini yazar:
“O ALLAH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN
emir inip duruyor!...(65-12)
âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız... Bana
kâfir derdiniz!...”
Şimdi de
“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBÎR EDER”
ayetideki, “TEDBÎR”in mânâsına gelelim..
Bakın
Hamdi Yazır merhum “TEDBÎR”i nasıl açıklıyor:
“TEDBÎR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir..
Allah tealanın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır..
Şu halde burada “EMÎR”, umurun tekili olarak “şein” manâsınadır..
Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMAVÎ ESBAB VE KUVAiLE YUKARIDAN
AŞAĞIYA iNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve iDARE EDER..”
(C.6; s:3859)
Sanırım
artık iş iyice şekillenmeye başladı...
Bakın,
“BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER”..
Peki
ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..
Boş
yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu
yıldızlar?...
“ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN (YERYÜZÜ) DA BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR
(hüküm) , ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR”
Âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’AN
DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:
“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zahirde seyyarelerden her biri
kendi seması dahilinde bir arz(yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH’IN BİR
TAKIM MAHLUKATI VARDIR; demek oluyor!..”
(c:7;s:5078)
“Esahhı
akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir
mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır..
Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin azçok arzımız gibi
kendi alemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlukata mesken ve bazı
eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı havi birer cirm oldukları
sezilebilir...” (c:7;5081)
Evet,
artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhalde...
Lûtfen
gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından,
gerçekçi ve objektif bir biçimde, olduğu gibi görme noktasına oturtalım...
“ALLAH” ismiyle işaret edilen, “SINIRSIZ vücüd” sahibi olduğu içindir
ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur...
Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O’nun varlığı,
vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kâim ve dâim ve harekette ve bilinçte
varlıklardır!...
Her birinin diğer birinden farkını, yapısını, terkibini oluşturan Allah
isimlerinin özelliklerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır...
İşte bu yüzdendir ki; Her birimde tasarruf eden, ve o birimle
diğerlerini etkileyen; yönlendiren; biçimlendiren; yürüten, varediş gayesine
göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLAH’tır’...
O’ndan gayrı “YARATAN”; O’ndan gayrı “RAB”; O’ndan gayrı ”HÂDİ” (hidayet
eden); O’ndan gayrı “MEHDΔ; O’ndan gayrı “MUHYΔ, O’ndan gayrı “MUMİT” (ölümle
dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!..
Ancak
ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü farkedemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla
inkar etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz...
Ya,
O’nu yüceltme tahayyülü ile, O’nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine, arş’ın
ötesine, kısacası hayalimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!...
Ya
da, gördüğümüz her pireyi-deveyi “O” yapıp; “O”nu orada ortaya konulan mânâ ile
kayıt altına alıp; her şeyi “ALLAH” kabulleniyor; ve böylece geri planda “birimselliğimizi
ALLAHLAŞTIRIYORUZ”!...
Ve
yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu isbat eder bir düşünce ile; sen,
ben, o varız, varlıkta her şey mevcut, artı, bir de “O” var!... deyip; “O”na
“SINIR” getiriyoruz!.. Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, “O”nun bizlere,
makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!..
Oysa,
nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da, hepsi onun kafasından,
onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın
kişiliğinden, “oluşturduğu” kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her
birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren “ALLAH” da, o
yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan
beri ve ötedir!..
Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O’na
aittir...
Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O’na aittir; ve onların
her biriyle bir diğerini etkilemektedir!...
Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiç bir
“şey” için “ALLAH”tır denemez!... Fakat, oradaki “vücûdu” da inkâr edilemez!.
Bu
yüzdendir ki Rasûlullah Aleyhisselâm, şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara şükretmiyen, ALLAH’a şükretmiş olmaz!...
Ayrıca;
“ALLAH iHSAN EDENLE BERABERDİR...”
âyetinde işaret edilen bir biçimde, “ihsan edende veren Hak’tır”!...
Tasavvuftaki
“mâiyyet sırrı”da budur işte!..
Ve
sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayalinde “tasavvurun
olan tanrına” şükretmiş olursun; ki, bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş
olman sonucunu doğurur...
İşte
eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı
kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani “OKU”muş olacağız...
Her
biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli “ALLAH” isimlerinin mânâlarını
hâvi “BURÇLAR”ın, yani günümüz deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları
bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da
etkilemektedir!..
Semâdan,
yıldızlardan gelen ve “ALLAH” isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik
ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre
genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki
çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol açmaktadır..
İşte
bu sebebledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin
“OKU”muşlarından olan Muhyiddin A’rabi, “Fütuhat’ı Mekkiye” isimli
eserinde;
“Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek
(oluşacak) her şey BURÇLARDAN iNEN TESIRLERLE meydana gelir..” demiştir!..
Ve
işte bu sebebledir ki, “EMİR”, yani “HÜKÜM”, yani, o hükmü
oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir...
Esasen
“EVRENSEL SIRLAR” isimli 70’li yıllarda yazmış olduğumuz kitapta, bu
gezegenlerden bazılarındaki canlı türleri hakkında sözetmiştik...
“Din”de
“melek” diye tanımlanan ve bizden ayrı bir boyutta yaşadıkları için de bizim
tarafımızdan algılanmaları asla mümkün olamayan bu varlıklar dahi bizi çeşitli
şekillerde etkilemektedir; ve bunların aramızda yaşamakta olan “CİN”lerle hiç
ilgileri yoktur!..
Ancak
bu arada çok büyük bir aldatmaca da sözkonusudur...
Günümüzde
“UZAYLI” olarak lanse edilen ve kabul ettirilmeye çalışılan “CİN”lerin ilişkide
oldukları kimselere, cinlerin kendilerini zaman zaman da “melek” olarak empoze
ettiklerini duyuyoruz...
İster
kendilerinin “uzaylı” olduklarını söylesinler, ister “Mevlana” ya da başka
birinin “RUHU” olduklarını iddia etsinler; ve hatta kendilerinin “melek”
olduklarını kabul ettirmeye çalışsınlar, kesinlikle bilelim ki, bunlar hep
“CİN”lerdir!...
Bunlardan,
müşahedemize göre yegâne korunma yolu da şu aşağıda yazacağımız
Kur’ân
âyetlerini ezberleyip okumaktır...
“Rabbi innî messeniyeş şeytanu binusbin ve azab.. Rabbi euzübike min
hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun.”
(Saffat:7 Sad:41)
Bu
okumanın nasıl ve hangi sistemle fayda sağlayacağını ise en tafsilatlı bir
biçimde “D U A ve Z i K i R” isimli kitabımızda anlatmıştık...
Bu
tür ilişkilerde olanlar, sabah-akşam l50 veya 200’er defa okumaya devam
ederlerse, ayrıca gene aynı kitabın 268. Sayfasındaki duaya günde 100 defa
devam ederlerse kısa sürede bu kandırmacanın sona erdiğini görürler...
Tabii,
okumamaları için üzerlerine yapılan baskıya karşı koyup; içlerinde, okumamaları
için oluşturulacak sıkıntıya direnebilirlerse...
Evet,
hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar adı ardındaki, Mutlak İrade’den her an
evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!...
Ve
bu etkileme “hidâyet” kelimesinin ihtiva ettiği “lütfu letâfetle”, yani biz hiç
farkında olmadan, bünyemizde en gizli “Lâtif” bir biçimde cereyan etmektedir...
İşte
günümüzde “astroloji” diye tanımlanan “Burçlar ilminin” temelinde böyle bir
sistem mevcuttur... Bu konunun detaylarını öğrenmek isteyenler Sayın Nuran
Tuncel’in hazırladığı “A’dan Z’ye ASTROLOJİ” isimli kitabı okusunlar..
Evet,
“ihdına”nın nasıl olduğunu, “hid3ayet”in hangi sistemle meydana geldiğini izah
sadedinde mecburen buralara kadar geldik...
Nitekim
az önce görmüş olduğumuz şu âyette “hidâyetin oluşması” apaçık ve kesin bir
şekilde vurgulanmıştır:
“YILDIZ İLE HİDAYETE ERERLER”
Bu âyet görüldüğü gibi, “hidâyet”in yıldız kanalıyla oluştuğunu
vurgulamaktadır...
Özellikle
“B” sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak, şu çok
orijinal mânâ ile karşı karşıya kalırız...
“HÂDİ olan ALLAH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı takılmış
nesneden yolladığı tesirle-melekle- ışınlarla hidâyetini onlara ulaştırır...”
Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı
itibariyle Allah’tandır!...
Tıpkı,
“yemek yedim, Allah kuvvet verdi”deki gibi... “İlaç aldım, Allah şifa
verdi”deki gibi!.
Eğer
bunu da anladıysak, konu iyice açıklık kazandı demektir..Artık hidâyet
“emr”inin yani “hükmü”nün semâdan arza nasıl “nâzil olduğunu” farkediyoruz,
demektir..
“Hidâyet”
mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet”
sözkonusu, bir de onu görelim:
Bu
arada bilelim ki, Allah’ın hidâyet ölçüsünden bahsetmek, onu sınırlamak olur ki
elbette bu mümkün değildir..
Öyle
ise “hidâyeti” en geniş kapsamlı olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine
göre yönlendirilmesi, yapacakları işlerin onlara kolaylaştırılması, onların
işlere kolaylaştırılması olarak anlıyabileceğimiz gibi...
Daha
sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki
farkı görebilme anlamına da değerlendirebileceğiz...
Ayrıca,
varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek
olan nebilere, rasûllere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan
“hidâyet” dahi gene “ihdına” derken düşünülebiliyor...
“SIRAT”a
gelince...
“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına
kullanılmasına karşın, “sırat-ı mustakim” deyimi Dinsel mânâda, “Allah yolu üzere
olmak” şeklinde anlaşılır...
“Mustakıym”
ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne
de iniş-çıkış,,, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!...
Esas
itibariyle her yaradılmış kendi yolundan, “ALLAH yolu üzerindedir”..”ALLAH’a
giden yolun sayısı nefslerin adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes
kendi rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de... ve bu duruma;
“HEPSİ DE PROGRAMLANDIKLARI DOĞRULTUDA FİİLLER YAPARLAR...”
(17-84)âyetiyle de işaret edilmişse de...
Ve
bu mânâya olarak;
“İhdınas
sıratel mustakıym”in mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak:
”Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da...
“Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan sıratı var” ise de…
Özel
anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin “en’âm” yolundan ebedi huzur ve saadete
ermesini sağlayacak bir “sırat”ı istemesi gerektiğini; “Hazreti Muhammed
Aleyhisselam’ın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır”
anlamında bunu değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler
göstermektedir...
Öyle
ise geldik şimdi, bir sonraki son âyete:
hf
“sırat’elleziyne en’amte aleyhim; gayrıl mağdubi aleyhim ve laddaalliyn””O yola ki senin in’âmını hâvidir, bağışladın onlara; gazablandıklarının
ve sapmışların yoluna değil!..”
“İn’âm”
yani nimetleri hâvi “sırat” neleri ihtiva eder:
“Bunda
dikkat çeken üç nokta mevcuttur:
Evvela,
bizzat yol ve sırat en önemli nimet olan azâmetli bir nimettir...
Saniyen,
in’âm -ı sırat, çok önemli bir yardım olarak anlaşılır...
Sâlisen,
onlara izafe kılınan bu sırat, kendi vazıları olmayıp; vazı ve in’amı ilahi
olduğu ve onların sıratı olması mazhariyet ve sülukları itibariyle bulunduğu,
anlaşılır...” (c:1;s:130)
Esasen,
“Rahman”ın “rahmet”i sonucu oluşan bu “in’am olan yol”, elbette ki kişiyi,
Rabbine kulluğunun bilincine kavuşturacaktır; ki bundan da daha büyük mutluluk
olamaz!
hf
Allah’ın bu genel “in’âm”ı dışında bir de özel “İn’âm”ı vardır...
Buna erenler kimlerdir?...
Bunlar
gene Kur’ân açıklamasına göre, derece derece “sâlihler, şehidler, veliler ve
nebilerdir”... Bu nimetler ile derece derece Allah’a yakîn ve kurbet
eylemişlerdir. Ki, “İHDA”yı “yakîne ve kurbete götüren yol” anlamında
da anlayabiliriz.
İçlerinde
olunmaması uyarılan “mağdubın” ve “daaliyn” kimlerdir?...
“Mağdubin”, “gazaba uğramışlar”
anlamına kullanılmıştır...
“Zulmedenin
fiîlinin neticesini oluşturma düşüncesi”, “gazab” olarak tanımlanır...
En
büyük zulüm de, kişinin, “nefsine olan zulmüdür”; ki buna “şirk”
denir!...
“ŞİRK”,
“özellikleri ve sıfatlarıyla sonsuz-SINIRSIZ” ve “Vahid-ül AHAD” olup “ALLAH”
ismiyle işaret edilenin yanı sıra bir tanrı kabullenme, anlamını meydana
getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!.Ki bu hal netice
itibariyle “gazab”ı doğurur...
Bu
durumda “mağdubin” diye işaret edilenlerin “şirk” ehli olan
“müşrik”ler yani “tanrı kavramına inananlar” olduğu mânâsı
anlaşılır...
“Daâlliyn”e
gelince…
“Dalâl ve dalâlet” doğru olan yoldan
hataen veya kasden “sapmak”tır...Yani, doğru yol üzere iken, hata yapmak
suretiyle veya kasdı mahsusa ile, yürüdüğü istikâmetten başka bir yöne
yönelmektir “dalâl”...
Şayet
bir kişi gerçeği bulmuşken, o gerçek üzere iken, gerçekten ayrılmasına yolaçan
fikri kabullenir ve o görüşe yönelirse, buna “dalâlete sapma” denir..
Doğrusu
Allah indindedir elbet; ancak, bizim anladığımız kadarıyla, âyette geçen
“MAĞDUBÎN” denilenler, “şirk” yollu, baştan beri “tanrı kavramını kabul
edenler”dir ki bunun da din terminolojisinde karşılığı “müşrikler”dir...
“DAÂLLİYN”
ise, “ehli kitap” denilen; kendilerine işin doğrusu bildirilmiş, ALLAH
indindeki tek DİN’den yani İSLÂM’dan, yani Hazreti Musa veya Hazreti İsa
öğretisinden “SAPANLAR”dır!..
hf
FÂTİHA SONUNDA
NİÇİN “AMİN” DENİR?
OKUduğun Fâtiha’nın anlamının seni algılayan tüm birimler tarafından
tasdikini istemektir...
hf
“Allah" adıyla işaret olunanı ilmen müşahededir , enfüste ve
âfâkta!...
hf
“Alâk” ; tüm genetik verileri kendisinde toplamış gelişme düzeyindeki
hücre grubudur! Genelde “pıhtılaşmış kan” olarak tercüme edilmektedir.
hf
“Lâ ilâhe illâ ente subhâneke inniy küntü minezzâlimiyn”(21-87)
Anlamı :“Tüm sınırlılık ve eksiklik ifade eden ilkel kavramlardan
beri olan sonsuz sınırsız AHAD olan sen varsın,tanrı yoktur;bense
nefsimin hakkını edâ edememekten dolayı zulmedenlerim”
Rivâyete
göre Kur’ân ‘ın zâhir anlatımına göre Yunus Nebi insanlara
ilâhi hakikatları anlatmış ama insanlar bunu anlamayınca- riâyet
etmeyince O da kızmış ,onları bırakmış ,bir gemiye binmiş
,gemi ile yola çıkmış ,bir müddet sonra açık
denizde iken gemidekilerin birisinin eşyası kaybolmuş ,aramışlar eşyayı
Yunus Nebi’nin çuvalında veya torbasında bulmuşlar,demişler ki;”bunu sen
çaldın!”
Tabii
ki Yunus Nebi’nin hiç bir şeyden haberi yok.Ama gemi yetkilileri suçun
cezası olarak Yunus Nebi’yi denize atmışlar.O’nu bir balık yutmuş,balığın
karnında iken Hz.Yunus;”Ben ne yaptım.bir Nebi olduğum halde niçin
insanlara tebliğ-uyarıcılık görevimi terk ettim” diyerek hayıflanmış ve yukarıdaki
âyette geçen cümleyi söyleyerek ,
“Ya Rabbi!Ben nefsime zulmettim,zâlimlerden oldum”
demiş.
Bunun
üzerine balık karaya yanaşmış,Yunus Nebi balığın karnından çıkmış,insanları
irşad etme görevine devam etmiştir.Hikâye ve rivayet ve misâl yollu
anlattım.
Öbür
yanda Kur’ân ‘da bir âyette şöyle der, meâl olarak;
“Biz insanlara çeşitli misâller verdik,artık bu misâller
üzerine tefekkür edip akıllarını kullanıp bu misâllerle neyi anlatmak
istediğimizi anlasınlar!”
Yani ana olay; o misâl değil, misâlle işaret edilmek
istenen mânâ ve gerçeklerdir.
“Kur’ân
bu misâlle neyi anlatmak istiyor,bunu anlayın,idrak edin,tefekkür edin”
denmektedir.
Yunus
Nebi aldığı vahiy ile insanların Tanrılara tapmasının yanlış
olduğunu-tanrılardan meded ummanın yanlış olduğunu-insanların ne
şekil çalışmalar yapmak suretiyle neleri elde edebileceğini anlatıyor.Ama
bu konuda başarılı olamıyor.Başarılı olamayınca bu başarısızlığı kendine
maletti. ”Hidâyet Allah’tandır” gerçeği O’nda perdelendi ki anlatıp ta
inandıramamanın başarısızlığını kendisinden bildi!
Bu
sebeple de insanlara yaptığı tebligat işini bıraktı.Kendisini salıp koyverdi!
Kendisini salıp koyvermesi “Balığın karnına girmesi “ diye anlatılan
olayı meydana getirdi.
“Balık” , Dünyadır, dünyayı temsil
eder!
Yani;kendisini
dünya işlerine bıraktı.Fakat sonra dünya işleri ile meşgul olmanın
sonucunda vahiy ile Rabbından aldığı mesaj;
“Hidâyet’i ben veririm,sen hidâyet edecek değilsin,sen sadece bir
tebliğci-uyarıcısın.Nebi’nin görevi tebliğ etmektir,”hidâyet” etmek değil!
Zira Allah’ın hidâyet ettikleri hidâyet bulur,hidâyet etmediklerini ne kadar
uyarırsan uyar,hidâyet bulacak değildir!”
İşte bunu fark edince yani kendisini hidâyet edici olarak
değerlendirdiği “perdelenmeden” dolayı “İnniyküntü minezzâlimiyn” yani “Ben
nefsime zulmettim,nefsimin hakikatını veremedim,Cenâb-ı Hak’kın
bendeki zuhur kemâli tebliğ etmek üzeredir,hidâyet etmek üzere
değil.Dolayısıyla ben nefsimin hakkını hakkıyla edâ edemedim” diyerek
yanlışını anladı.
Bu
yanlışını anlamanın neticesinde ise balığın karnından çıktı.Yani;Dünya ile
uğraşmayı bir yana koydu,tekrar yeniden nübüvvet görevinin gereği olarak
insanları uyarmaya başladı ve ondan sonra da o toplumdaki insanlar Cenâb-ı
Hak’kın hidâyeti ile-ihsânı ile birlikte birtakım gerçekleri görüp
ona göre yollarını çizmeye başladılar.
Burada
ibret almamız gereken konu; İnsanlara bir takım bilgileri aktarırken
bizim sadece ilâhi hidâyete vesile olmak durumunda olduğumuzu,hidâyet edicinin
biz olmadığını-hidâyetin yani “sadece gerçek olanları görebilme durumunun”
Cenâb-ı Hak’ka ait olduğunu bilmemiz gerekir.
Toparlarsak;
Biz insanlara gerçekleri gösteremeyiz,ancak biz onların gerçekleri görmesi için
birer vesileyiz!
Bunu
iyi idrak etmek lâzımdır.
Bunu
bir kişinin idrâk etmesi demek; o kişide artık kendini büyük
görme-böbürlenme-gururlanma gibi bir hâl olmayışı demektir!Artık o kişi izhar
olan kudretin yanında gerçekte acz içinde olduğunun idrâkı içindedir. Acz
içinde olanğunu idrak edende büyüklenme-böbürlenme-gururlanma olmaz,kendini bir
başka varlığa karşı büyük göremez!
Kendinde
bir varlık görememin-kendisinin acz içinde olduğunu görmenin sonucu ,”kendisindeki
kemâl sıfatlarının Allah’a ait olduğu müşahedesini” getirir!
Kendindeki
kemâl sıfatların zuhûru ,” ADN” denen Cenneti doğurur.Onun içindir ki Rasûlullah
A.S;
“Kendini büyük görenler-kibirlenenler,ADN Cennetine giremez”
buyurmuştur.Bu hâdisin manâsı;
”Kendisinde
birvarlık-kuvvet-kudret gören,varlığındaki ilâhi sıfatlardan gelen büyüklüğü
müşahede edemez,onun sonucunuyaşayamaz” demektir!
Çünkü
“ADN Cenneti”,ilâhi sıfatların birimden zuhuruyla yaşanan hâl demektir!
Kendini
diğer varlıklardan daha güçlü-daha kudretli olarak gören birim,Allah’ın
sıfatlarını örtme durumundadırki,ilâhi sıfatları örtme durumunun
adı da “küfür”dür!
Neticesi
de,o izhâr ettiği şeyin hakikatını yaşayamamaktır!
Öyleyse
bir kişi bu anlatılan idrâkı ortaya çıktığı ve hazmettiği zaman,”Lâ
havle velâ kuvvete illâ billâh” diyebilir!
“ADN”,Cennetlerden
birinin adıdır,”sıfat cenneti”dir!İlâhi sıfatların kişide zuhuru
halinde yaşanan hâlin adıdır!
“Havl”
kelimesi,”kuvvet” anlamınadır.Türkçeye “kuvvet” olarak
çevirebiliriz.Yani herhangi bir kuvvetin kendisinde izhârıyla,kendisinden
açığa çıkan ahval.
Yunus
Nebi balığın karnından çıktıktan sonra hâlsiz kalıp kıyıda kabak türü bir
bitkinin yaprakları altında dinlendi.
”Yaprak
O’na gölge yaptı,gölgeledi” diye anlatılan durum ise; O’nun kendisindeki
nübüvvet kemâlâtının beşeriyet sùreti altında açığa çıkmasıdır
”Beşeriyet
sùreti”ni ,”Dünya sùreti” olarak anlayacağız.
Bu
durum,bütün nebilerde-Rasûllerde böyledir!
Çünkü
biz Hz.Rasulullah’a baktığımız zaman “beşer” olarak görürüz.
Bizim gibi yiyip-içip-uyuyup-konuşup-eğlenen bir insan olarak
gördüğümüz için Nebileri-Rasûlleri inkâr ederiz.Fakat Nebi ve Rasûlleri sırf
kerâmetleri yönüyle görürsek yine inkâr ederiz.Çünkü “bizim gibi değil,O özel
bir insan..O halde özel olduğu için bunları yapıyor” deriz!
Yani,bir
Nebi iki yönü kendisinde birleştirir;
1-Beşeri yanı
2-İlâhi nùrun zuhûru yanı.
Eğer bunlardan bir tanesi ile açığa çıkarsa biz O’nu inkâr etme durumuna
gireriz.Çünkü” bizden farklı bir varlık” deriz.
“Beşeri
“yanı ile görürsek ,”bizden ne farkı var” diye inkâr ederiz.Onun
içindir ki bir Nebi’de bu iki yönünde açığa çıkması lâzım.
“Yunus’un
denizden çıkması”demek;”ilmin nùru ile parlaması “demektir.İlmin nùru ile
parlayan bir Nebi’nin mutlaka beşeriyet yanı ile dengelenmesi lâzım ki
iman edilsin,inkâr edilmesin!
İşte
oradaki “kabak yaprağının gölgesi” de, “Dünyanın gölgesi”dir!
“Dünyanın
gölgesi” de,Nebi’nin beşeriyet yanıdır!
“Gemi “ ise,O’nun ilim üzerinde
dünya ile gezmesidir!Yani “Gemi” , zâhir yaşamı (görünen yaşamı) ifade
eder.
Yunus
Emre de bir şiirinde der ki;”Çokları gemiye bindi,lâkin denize dalmadılar”.
“Gemide kaldı”.Yani “ ilmin
zâhirinde kalıp zâhirin bâtını olan (şeriatın bâtını olan) “HAKİKAT”ı müşahede
edemediler”,demektir.
“Gemi” şeriattır,”Deniz”
hakikattır!
“Şeriat “ demek;işin zâhir plânı
demektir.İşin zâhiri ile oyalanmak,zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir!
hf
Lûtfen elinizden geldiğince hakikatı araştırınız ve yarın size hiç bir
faydası olmayacak "dedi-kodu"yu "gıybeti"
derhal terkediniz!.
Neyinize
gerek insanların halleri, yaşamları!.. Siz, geleceğinize ışık tutacak
fikirlerle, düşüncelerle ilgilenin!.
Siz
bu dünyaya başkalarının neler yapıp neler yapmadığıyla uğraşmak ve onları
yargılamak üzere gelmediniz!.
Zaten
hepimiz bu dünyada yaptıklarımızın cezasını tam hakkıyla göreceğiz!. Bundan
kesinlikle kuşku duymayın!. Çünkü sistem, bir mekanizma olarak yürürlüktedir.
Herkes
yaptığının sonucuna katlanacaktır!..
Öyle
ise, bırakın insanların yaptıklarıyla kafanızı meşgul etmeyi!. Başkalarının
kulvarlarıyla ilgilenip yolalmaktan geri kalacağınıza; kendi kulvarınızda
olabildiğince ileriye gitmeye çalışın!.
Biliniz
ki,İNSANLAR FİTNEDİR; yani imtihan vesilesidir!.
Onlardan
Rabbinize, Melikinize ve ilahınıza sığının!.
Şu
âyeti kerimeye çok dikkat ediniz:
"Kul:
euzü bi`RABB`in nâs;
MELİK`in nâs;
iLÂH`in nâs;
min şerr`il vesvâsil Hannas;
elleziy yüvesvisü fiy sudûr`in nâs...
Min el CİNNETİ ven NÂS!."
Hemen hepinizin bildiği "NÂS"="İNSANLAR"
sûresinin yorumuna girmeyeceğim burada elbette... Ancak, son âyetindeki çok çok
önemli bir noktaya, değerli bir arkadaşım istediği için dikkatinizi çekmek
istiyorum...
Bu
sûrenin son âyetinde, hiç bir sınırlama ve ayırım yapılmaksızın şöyle
uyarılmaktayız:
"Bütün görünmeyen varlıklardan; veiNSANLARDAN
sığınırım!." de... "RABB`ıma, MELİK`ime veiLAH`ıma!."..
Tek şansımız olan şu kısacık dünya yaşamını, Hakikatı kavrayıp gereğini
yaşamak ve ölümötesi boyuta hazırlanmak yerine; insanların dedi-kodusuyla harcarsak,
sonuçta çok çok yazık olacaktır bize!..
"İNSANLARDAN
sığınmak" demek, "onların bizim için oluşturacağı fitne
yani imtihanlardan sığınmak", demektir!.
"İNSANLARIN hakikatı olan ALLAH`ı" göremiyerek,
onlara kötü davranmak, hakkını yemek, dedi-kodu ve gıybetini yapmak, iftira
etmek; kısacası, yüzünü çevirdiğin her mahalde ALLAH`ı değil İNSANLARI görmek,
Allah`a sığınılması gereken en önemli belâdır!..
İşte
"tasavvuf" çalışmaları ve terbiyesinin çok önemli bir
amacı da insanı bu en büyük belâdan; perdelilikten korumaktır...
Bu
yüzdendir ki "tasavvuf" en değerli konudur!.
Allah
nasibede...
Kolaylaştıra...
Muvaffak
ede!.
hf
Anlamı:
1. Arz şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığında;
2. Ve arz içindeki gizli ağırlığı dışarı çıkardığında;
3. Ve insan "buna ne oluyor" dediğinde;
4. Arz bütün haberlerini açıklar,
5. Rabbinden vahiy alarak!..
6. O anda insanlar gruplar halinde fiillerini görmek üzere çıkarlar.
7. Kim zerre ağırlığında bile hayır işlediyse onun sonucunu görecek..
8. Kim de zerre ağırlığında bile kötülük yaptıysa onun sonucunu
görecektir.
Zelzele sûresinin ilk okunduğu anda
anlaşılan en zâhir mânâsı yukarıda ifade ettiğimizdir. Ancak ne var ki, bu
sûrede sadece bu mânânın anlatıldığını sanmak, sadece yedide biri su üstünde
görülen buzdağını, gördüğünden ibaret zannetmek gafletine benzer!..
Bu
hususa bir misâl oluşturması için bu sûrenin iki ayrı mânâsından daha
açıklayabileceğimiz ölçüler içinde sözetmeye karar verdik. Umarım bu hususların
derinliğini düşünmemize faydalı olur.
Birinci
iç mânâ.
"Arz"
tâbiri dünya ve yeryüzü olarak anlaşıldığı gibi, aynı zamanda tasavvuf ehli
tarafından kişinin "bedeni" olarak da anlaşılır. İşte bu
yönüyle konuyu ele alırsak; bu sûrenin bildiğimiz klâsik ölüm öncesini
anlattığını kolaylıkla farkedebiliriz.
"kişi ölümü tadınca kıyâmeti kopar"
hükmünce;
kıyâmet ahvalini anlatan Zelzele sûresi, kişinin kıyâmeti olan ölüm
halini burada şöyle anlatıyor kabuledilebilir;
1-Beden, sinir sistemindeki bioelektrik gücün kesilmesiyle şiddetli bir
sarsıntı ile sarsılıp, tükenişe gittiğinde;
2-Beden içindeki gizli ağırlık noktası olan RUH’u yâni halogramik dalga
bedeni serbest bırakıp dışarıya saldığında;
3-Kendinde hiç bir değişiklik olmaksızın, bedeninde olan bu değişikliği
hissedip, görüp, yaşayıp, kendini RUH bedeniyle tanımaya başlayan insan büyük
bir hayret, şaşkınlık ve telâş içinde buna ne oluyor dediğinde.
4.5-Rabbinin vahyi sonucu olarak beden, bütün özelliklerini ve çalışma
sistemini, halini ve âkıbetini, kişinin kendisiyle neler yapabileceğini ve
artık kendisi olmaksızın, neler elde etmekten mahrum kalacağını, bedenli
yaşamın kendisi için geçmişte ne kadar büyük bir nimet olduğunu açıklar lisânı
hâl ile.
6-İşte ölümü tadış anı olan o bedenleri terk anını yaşayan insanlar, tüm
yaptıklarının ve neticelerinin görülmesi için yeni bir bedenle bâ’s olarak,
biolojik bedenlerinden çıkarak kişisel kıyâmetlerini yaşarlar.
7-Kim zerre ağırlığında bile olsa yâni en önemsiz gördüğü düşünce ve
fiillerinin sonucu olan hayrı, kitaplarında yazılı olarak ve eserlerini
karşılarında görürler.
8-Kim zerre kadar kötü bir düşünce ya da fiil gerçekleştirmişse, bunu da
kitabında ve kendi beyin dalgalarından forme olmuş biçimde karşılarında
görürler!..
Evet, bu açıklamaya çalıştığımız husus, kişinin, bildiğimiz fizik -
biolojik yapısıyla ilgili olan kıyâmetiyle, alakalı olan husus idi.
Şimdi
de bazı kişilerde gerçekleşen "ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK" diye
tanımlanan başka bir bâtınî anlam ile Zelzele sûresindeki mânâyı
yorumlamaya çalışalım.
1-Mevcûdat şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp basiretinde dağılmaya
başladığında. Varlığın aslının, orijininin, Hakkın esmâsı olduğunu müşahede
ederek; bu hakikatın ortaya çıkması sonucu, zâhir görüntü basiretinde
parçalanıp yokolmaya yüztuttuğunda.
2-Mevcûdatın özündeki Hakkın varlığı, yâni, o mevcûdâtı var gösteren
Allah isimlerinin manâları, sırları b3atınken zâhir olmaya başladığında;
3-Ve insan, tüm mevcûdatta var sandığı varlıkların bir serâp gibi
yokolup, Hakkın varlığı yanında bunların yok hükmünde olduğunu müşahede etmeye
başladığında büyük bir hayret ve şaşkınlık içinde, buna ne oluyor böyle ki, her
şey yokolup, sadece Allah vechi Bâki kalıyor, dediğinde.
4-Mevcûdât, kendisindeki bütün esmâ mânâlarını o basireti açılmış kişiye
açıklamaya başlar. Her bir birimin hangi Allah isminin mânâsını açığa çıkarmak
üzere varolmuş olduğunu haber verir. Ve anlar ki böylece insan, gayrı bildiği,
hep O’nun esmâsının eseri imiş!..
5-Ki bütün bunlar Rabbinden vahiy ile meydana gelir. Rubûbiyet mertebesinin
hükümleri tüm mevcûdatta vahiy yollu aşikâr olur. Ve kişi bunu da farkeder!..
6-İşte bu ölmeden önce ölmüş insanlar, daha önce neleri nasıl yapmış
olduklarını apaçık görecekler ve bunların altındaki sırları da farketmeye
başlıyacaklardır.
7-Kimden zerre kadar hayırlı bir fiil meydana geldiyse onu ve
dolayısıyla neticesini görecek.
8-Kimden de zerre kadar şer meydana geldiyse onu da tesbit edecektir.
Kim karşılaşacağı şartlara, ortama ve o ortamın canlılarına karşı
kendini hazırlarsa, bunun sonucunda o zarar görmez!. Kim de karşılaşacağı
şartlara kendini hazırlamazsa, bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalır!.
Allah
Rasûlü, ölümötesi yaşam şartlarını insanlara bildirmiş; ve o şartlara göre
insanların kendilerini hazırlamaları zorunluluğunu tebliğ etmiştir!.insanlar
birine tapınma amacıyla değil; Allah`ın yaratmış olduğu sistem ve düzen gereği
olarak bir takım çalışmalar -ibadetler- yapmak suretiyle kendilerini ölümötesi
yaşam koşullarına hazırlamak mecburiyetindedirler!.
Dolayısıyladır
ki bizler, öncelikle Din denilen ALLAH SİSTEMİ`nin ne olduğunu çok iyi öğrenmek
ve idrak etmek mecburiyetindeyiz!.. Ki böylece neyin neden teklif edilmiş
olduğunu kavrayıp, yapılması bizim için hayati önem taşıyan çalışmalardan geri
kalmayalım..
Bilelim
ki...
“İslam
Dini”nde önerilmiş bulunan bütün çalışmaların, birer teknik, bilimsel, yapısal
gerekçesi ile bu çalışmaların otomatik olarak oluşacak sonuçları vardır!.
Yapılan tekliflerin hiç birisi havadan konulmuş karakûşi hükümler değildir!..
Allah Rasulünün bahsettiği sistemi anlıyanlar elbette ki yaşamlarında
ondan ibret alarak o yolda yaşarlar...
Herkes yaptığı çalışmaların karşılığını alacaktır... Ayetin uyarısına göre...
Yemediğiniz yemeğin enerjisi sizin için oluşmaz bedeninizde...
Takdirin oluşturdugu sistemde; her şey bir öncekinin dogal sonucu olarak ve
ayni zamanda takdirin geregi bir biçimde, açiga çikar...
Sistemin gereği ve sonucu olan çalışma şekilleridir ibadetler ve
biz artık ALLAH iNDİNDEKİ SİSTEM VE DÜZENİ ÇOK İYİ ANLAMAK ZORUNDAYIZ!..
Elbette
bunun da derinliğinde daha başka mânâlar mevcut ki, bunların yeri bu kitap
olmadığı için bu mânâlara değinmiyoruz.
Allâh
cümlemizi, yüzeyde, şekilde, görünüşte kalma belâsından korusun; görünenlerin
ardına geçmeyi, iç mânâları, derinlikli anlamları müşahede etmeyi nasib etsin.
KURBAN
Kurban kesmek imkânı olan, kurban keser ve etini
mümkünse tamamıyla, et alma imkânı olmayan fâkirlere dağıtır…
Bu bir yoldur…
Ancak, yenilip ertesi günü dışarı atılacak et yerine,
o parayla insanlara âhıretlerini, ebedî yaşamlarını kazandıracak bilgileri
ihtiva eden kitaplar veya kasetler de dağıtılabilir!.
Bu da bir yoldur!.
İslâmiyete düşmanlığın bu kadar açık ve güçlü olarak
sergilendiği; insanların, “DİN”den uzak kalmaları için bu kadar mücadele
edildiği bir ortamda, insanlara ilim verilmesi, imkânı olanlar için farzdır!.
Eğer müslümanlar yıllarca, bina-yurt-cami gibi toprağa
ölü yatırım yapacaklarına; onlara, gerçek İslâm Dini’ni insanlara
öğretecek yayınları dağıtsalar; insanları ilimle mücehhez kılsalardı, sanırım
bugün çok daha farklı şartlar altında olurduk.
Ne yazık ki, insanları ilimlendirmek için kullanılması
gereken para, uzun yıllardır, cennette köşk ya da huri satın almak isteyen
bilinçsiz müslümanlar tarafından, taşa-toprağa yatırılarak bugünkü ortama gelinmiştir.
Lâfta yüzde 99’u Müslüman olan ülkede, İslâm Dini
tanınmıyor; insanlar Kurân hükümlerinden öcü gibi kaçıyorlarsa, bunun
vebâli, biraz da onlara bu ilmi ulaştırmayanlardadır.
İlim kadın-erkek her müslümana en
öncelikli farzdır… Maddi imkânı müsait olan tüm müslümanlara, imkânlarını,
insanlara ilmin ulaşması için değerlendirmeleri de farzdır.
Elbette bu, bizim anlayışımızı paylaşanlara göre.
hf
Adam
bir hata yapmış!..
Bağışlamamışlar,
çaresiz kolunu kesecekler… Diyetini ödeyecek parası da yok… Çıkmış biri, adamın
kolu kesilmesin diye diyetini ödemiş… Kolu kurtulmuş… Sevinmiş adam…
Mesleğini
icraya devam etmiş… Kasapmış…
Diyetini
ödeyen de uğrarmış dükkanına… Selâm sabah, sevgi dilekleri… Derken, dermiş…
-Unutma
bu iyiliğimi… Kolunun diyetini ben verdim!.. Vermeseydim diyetini, bugün
kolsuzdun!. Aç açık değilsin; bunu bana borçlusun!.
Bir
defa…İki defa… Üç defa… Beş defa… On defa!
Boğazına
kadar gelmiş nihayet kasabın… Atmış kafatası!.. Kaldırmış kemik kestiği satırı
havaya ve indirmiş koluna!. Demiş:
-Al
diyetini verdiğin kolu!. Sen yoluna, ben yoluma!.
Allah
rahmet eylesin Ömer Seyfettin’den okumuştuk bu hikâyeyi çocukluğumuzda!.. Neyse
ki artık böyle kol bacak diyetleri yok…
Kol
bacak diyetleri yok da…
Çok
daha büyük beynelmilel diyetler var!… Ya da… Ev, araba, iş, eş, aş, kitap,
ilim, nâm, isim!
Sana
bunları ben verdim, ben kazandırdım; diyen hazımsızlar!.
- “Ben”!. Der…
Aynı anda “Allah” der, “BEN”!.
Derken,
âlemlerin Hâliki ve Rabbi Allah “BEN”, dersen sen de “ben”!… Bil ki sonra çok
yanarsın sen!.
Kulunu
yaratmış, yaratmadan önce de rızkını takdir etmiştir!.
Kulun
rızkı, yaratıldığı andan sonsuza kadar, kendisine takdir edildiği kadarıyla
ulaşacaktır; dem be dem!.
Zâhirde
ve Bâtında kulluğunu yerine getirmesi için, ihtiyacı ne kadarsa, o kadar rızk
her an kendisine ulaşmaktadır gene Allah eliyle!..
Kişi,
takdir edilenin eline geçmesi için, fıtratı üzere gereken kadar çalışmayı
ortaya koymaktadır.
Kimse,
ne bir eksik ne de bir fazla alamaz!. Şunu yapsaydım veya yapamadım da
alamadım derse; bu onun içinde yaşadığı gerçek sistem ve düzenden gâfil
olmasındandır!.
Gözleri görmeyen değil; basîreti sistem ve düzeni görmeyen, âmâdır!.
Allah
verir!…
Bazen
de kurban ister!.. Diyet ister!.
Kurban, arınmak içindir!… Diyet, kurtulmak içindir!.
Besili,
semiz, ama boynunda tasma izi olan köpekle, kuru kemikleri çıkmış kurdun
konuşmasını dillendirmişlerdir! Tasmalıyla tasmasız arasındaki fark anlaşılsın
için!.
Bazen
kurtlar da tasmalanır takdiri ilâhi!
Ama
tasmalar, asla takılamaz sonsuza dek, başkaları tarafından!. Birinin taktığı
tasma er geç çıkar…
Ya senin kendine taktığın tasma!.
İşte
onu bu dünyada çıkaramazsan tasmanı, ebeden çıkaramazsın boynundan!…
O elinle, beyninle, taktığın tasmanın adı “BEN”dir!
Bu tasmadan kurtulmanın yolu, diyetini vermektir!. Kendini kurban
etmektir…
“KURBAN KES”, hükmüne itaat edip, gerçekte varolmayan “BEN”ini (eneni)
yok etmek; Bâki’ye Fâniyi kurban etmektir!.
Kâmiller,
“al” elimi derler…
Kâmiller,
karşılıksız verirler…
“Ben”le
tasmalılar ise “ver” elini derler…
Verdiklerini
başa kakarlar…
Karşılıksız,
belki selâm bile vermezler!.
Allah
ahlâkı odur ki…
Yağmuru
karşılıksız yağdırır!. Havayı karşılıksız solutur… Gözü karşılıksız vermiştir
güzellikleri seyredesin diye; eli karşılıksız vermiştir, güzeli tutasın,
zevkine eresin, diye…
Ya
Hulûsi hâlin nîcedir, Allah ilmini, dağıtırsın karşılıksız diye de; hâlâ, ne
beklersin bu ilmin gereğini yaşasınlar diye!. Bu ilme vesile kılınmanın
karşılığı olmaz mı? Derler…
De,
öyle mi acaba?
Var
mı, bir beklentisi Hulûsi’nin bu yolda!.
Biliriz
ve dillendiririz ki…
Herkes
kendisine takdir edileni yaşayacak ve bunun sonuçlarını da daha sonraki anda
görecektir…
İnsanlar birbirlerine sadece onun takdirinde olanı ulaştırabilir; veren
ise yalnızca Allah’tır!. Herkes, yaradılışında kolaylaştırılanı kolayca
başarır; başaramadığı da takdirinde olmayandır!.
Nice
çöllere karşılıksız yağar yağmur ama, kum taneleri sadece seyreder damlaları!
Beklenti ya umuttandır, ya ilimsizlikten!.
Toprak
mezarını sırtında taşıyanlar, geçmiştir dünyadan ve içindekilerden… Zira “fefirru
ilallah” onlarda zuhûr etmiş, firar etmişlerdir Allah’a!.
Allah
ef’âlini seyreder onlar, acaba bir gül daha açacak mı bahçede diye… Umutla…
Sevgiyle… Bu da beklenti sanılır başkalarınca…
Gönül
ne mey ister, ne meyhâne; gönül yâr ile dostluk ister, mey bahâne… Dedikleri
gibi, hemhâl olacak bir yâr ararlar cihânda.. Bu da kesretin gereğidir, ve
sonucu!… Kesret mertebesinde, bu durum sonsuz devam eder…
Neyse
dostlar, sizin fazla vaktinizi almayayım…
Verin…
Karşılık
beklemeden verin…
Gerekirse
diyetlerini de verin!
“Ben”inizi
de verin!
Allah ahlâkıyla ahlâklanmak için sahip olduğunuz ne varsa verin!.
Zaten
alacaklar; mertlik yiğitlik sizde kalsın; verin!.
Çıplak
geldik; çıplak gideceğiz!…
Dünyalığınızı
verin; ahretliğinizi verin!. Yaksa da yana yana verin!
Altıncı
bilir, altın yanmadan saflaşmaz!.
“Kurban”dan
bahseden âyetteki “nusûk” da, gümüşün saflaşması için arıtılması işlemi
anlamına geliyor..
Bize
teklif edilen belli…
“Saf”laş… “Safiye” ye ulaş!.
Bunun
için yaratıldı iseniz, bir dem gelecek bu kolaylaşacak; gerekenleri
yapacaksınız; saflaşacaksınız, safiyeye ulaşacaksınız!.
Ama
bu belki de kolay olmayacak; çok zorlanacaksınız!…
Üzerinizdeki
fazlalıkları vermek, bunca yıl çalışıp emek vererek sahip olduklarınızı
dağıtmak, hele hele karşılıksız olarak uzatmak çok ağır gelecek ve
yanacaksınız!. Belki de yanıyorsunuz!. Ama bilin ki bu yanış hayrınıza!. Çıplak
geldik, çıplak gideceğiz, verin kurtulun “BEN”inizi bile!
Yarın
ne bayramı?..
Kurban bayramı değil!.. HAC Bayramı!.. Hacc’a gidenlerin bayramı!..
Hacc’a
gidenler günâhlarından arınıyorlar. Bu arınmanın bayramını yapıyorlar.
Biz de onların bu sevincine, mutluluğuna iştirak ediyor, onlar bayram
ettiği için biz de bayram ediyoruz.
Ve
de, şükür olarak kurban kesip onların etini de kendimize hiç bir parça
ayırmadan olduğu gibi ihtiyaç sahiplerine, yoksullara yetimlere, fakirlere
dağıtıyoruz..
Bu,
zahirde kesilen kurban!.
Bir de mânevi kurban var!.
Mânevi
kurban nedir?.
Genelde,
klasik anlatımda; “Nefsini kurban etmekten” söz ederler.
“Nefsini
kurban et Allah yolunda!.” derler.
Bu
söz ile, aslında başka bir şey anlatılmak istenmektedir.
Nedir
bu anlatılmak istenen?..
“Kendine
ait olarak kabul ettiği bedenin, istek ve arzu ve zevklerinden arın! Bedenini
kurban et!.” Denmek istenmektedir.
Bedenini
kurban etmekten mânâ, kafayı kesmek değil, bedenin aşırı istek ve hırslarını
frenlemek!.
Doğal yaşamı için gerekli olanları verip onun ötesindeki şeylerden
bedeni frenlemektir. Yani, tabiatı kontrol altına almaktır.
Bedenin doğasını, tabiatını kontrol altına almak!. Bedeni kurban etmek!.
Daha önemlisi; Allah’tan ayrı olarak var kabul ettiğin “ben”liğinin,
gerçekte hiç bir zaman var olmadığını idrak etmek sûretiyle “benlik” kavramını
kurban etmek. Daha da zoru!.
Bu
durumda, Kurbanın üç derecesi çıktı ortaya!.
1-Zâhirdeki kurban.
2-Tabiatın, yani bedenin istek ve arzularını kurban.
3-Allah’tan ayrı saydığın, ayrı bir varlık olarak düşündüğün “ben”
kavramını kurban.
Madem
ki senin varlığın, Allah’ın varlığından meydana gelmiştir, varlığın Allah’a
aittir. “sen” diye bir şey yok!..
Yapacağın
şey;Bunu anlayıp idrak etmek sûretiyle “ben” kavramından kurtulmak…
İşte bu üç kurbanı kesebilen sırat’ı geçmiş , cehennemden kurtulmuş,
cennet hayatına ermiş olur…
Cehennemin üstündeki Sırat, şu dünya yaşantısıdır.
Şu anda siz, Sırat’ın üstünde adım atıyorsunuz.
Bu
attığınız adımlarla, yanlışlık yapıp, cehenneme düşüyorsunuz, bu defa yanmaya
başlıyorsunuz, üzülüyor, sıkılıyor, bunalıyorsunuz, isyan ediyorsunuz.
Ama,
bütün bu isyan ve üzüntüler, sıkıntılar sizin azabınızı hafifletmiyor. Sonra
tekrar o cehennemden, sıratın üstüne sıçrayıp gene yürümeye devam ediyorsunuz!.
Şimdi,
burada bir nebze duralım ve, şunu anlamaya çalışalım!.
Bizim, cehennem azâbını şu dünyada iken çekmemizin sebebi, yanlış
bilgilenmeler sonucu, bizde oluşan sahiplik duygusu ve hırstır.
İnsanın cehennemde yanmasına; dünyada veya ahirette, kabir aleminde veya
mutlak cehennemde yanmasına yol açan şey sahiplik duygusu ile hırs’tır.
Bir insanda kanaat varsa, cehennemin yarısından kurtulmuştur.
Bir insan sahiplik duygusunu atıp da;
“Mülkün sahibi Allah’tır!. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!”
diyebilirse, cehennemin tamamından kurtulmuştur, tamamından azâd olmuştur.
Madem ki, bu varlığı yaratan Allah!..
Ben,
mülkün sahibi olarak şu kâğıdın üstünde istediğim gibi tasarruf edebiliyorum;
ister yırtar, ister cebime koyar, ister başıma koyar, ister yere atarak üstüne
basarım… Bu kâğıt benim olduğuna göre, dilediğim gibi tasarruf edebilirim,”
diyebiliyorsam…
Madem ki, “Malik-el mülk,” yani "mülkün sahibi" Allah’tır
diyorum; Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, kimse O'na karışamaz,
etkileyemez, hesap soramaz!..
Öyleyse,
her birimizin üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan Allah’tır!
Dilerse,
vezir eder, dilerse rezil!.
Dilerse,
başlara tâc eder, dilerse ayakkabı!.
Ona;
“Niye beni aç bıraktın,” demeye benim hakkım yok!.
“Niye
bu hazımsızlık” demeye de hakkım yok!.
Allah’ın
mülkünün içinde isem ben, O'nun tasarrufu altında isem;“Allah dilediğini
yapar!..”
Allah’a
imân etmiş kişi olarak bize düşen şey; O'nun hükmüne ve takdirine razı
olmaktır!.
“Ya
Rabbi!.. Bu gün aç bıraktın, yarın da, dilersen doyurursun. Bugün rezil ettin,
edersin!. Yarın, dilersen vezir edersin. Sen ne dilersen onu yaparsın. İçinde
bulunduğum her hâl, senin hükmün ve tâkdirin gereğidir,” diyebilmek!..
Bunu
diyebilirsek, işte o zaman, imân sahibi bir kişi olarak, Sırattan kolaylıkla
geçer, ateşe, azâba düşmez, cennete ereriz.
Yok
eğer bunu yaşayamazsak, “Ben mülkün yegâne sahibiyim! “derken Allah;
“O
mülkün biraz da sahibi benim. Bana niye böyle davranıyorsun?“ diye Allah’a
hesap sormaya kalkarsak, “göğe tüküren adam” a
benzeriz.Bir yere ulaşmaz o tükürük, döner kendi yüzümüze gelir…
Akıllı adam, Allah’a isyan edilmeyeceğini idrâk eder.
Zira
bu isyan ve itiraz, hiç bir şey kazandırmaz!. Senin hayatını cehenneme döndüren
ateşin, biraz daha körüklenmesini sağlar.
İman, insanı cennete sokar.
İmansızlık ve isyan ise, insan hayatını cehenneme çevirir, daha dünyada iken.
Onun
içindir ki, önce çok iyi bir biçimde neye iman edeceğimizi bilmemiz gerek!.
Allah’ın, mutlak kuvvet, kudret ve tasarruf sahibi olduğunu bilmek,
imanın başıdır.
Her an her zerrede tasarruf edenin Allah olduğunu bilmek ise, imanın
kemâlidir.
Karşındakinin fiilini ve hâlini Allah’tan bilmediğin anda, Allah’ı inkâr
durumuna düşersin.
Hâlin,
“şirk-i hafî” denilen gizli şirk hâlidir.
Şirk hâlinde ölenin âkıbeti ise önce, kabir cehennemidir.
Dünyada
yaşarken cehennem azâbını yaşamanın, yanmanın sebebi, şirki hafî
denilen, gizli şirktir.
Ancak, gizli şirki atmış olabilenin ateşi, azâbı, cehennemi biter.
“Ey mümin, üzerimden çabuk geç!. Nûrun ateşimi söndürüyor!” şeklindeki
hitabı cehennemin; imân ehli kişinin inancının, azâp ortamını ortadan
kaldırdığını, anlatmaktadır.
Aynı
sıkıntılı ortamı paylaşan iki kişiden biri imanlıdır; “Allah böyle takdîr
etti, böyle oluyor, bunda da bir hikmet var,” der, azâbı, sıkıntıyı
duymaz!.
Diğeri
ise, Allah’ı görmez. Gizli şirk ehlidir, cehenneminde yaşar.
O
başına gelen işin Allah’tan olduğunu bilmez… “Falanca yaptı da onun için bu iş
başıma geldi,“ der. Ve bu sefer kendini, kendi eli ile ateşe atar.
Bilmez ki, başına gelenlerin tümü, falanca veya filânca kişinin
yapmasından değil; Allah’ın ona, o olayı yaşamasını tâkdîr etmesinden, o hâli
yaşamasını dilemesindendir.
O
yaşadığı kötü olay, tecrübedir.
İnsan, bu dünyaya belli tecrübeleri yaşayarak, belli bir kemâle ulaşmak
için gelir.
Yaşanılan her kötü olayda da bir ibret vardır.
Bu
ibreti, ya o olayı yaşarken alırsın, ya da, aradan üç ay, beş ay, bir sene, beş
sene geçtikten sonra alırsın. Ama neticede, yaşanılan her olayda bir ibret
vardır.
Yaşanılan her azap ve sıkıntı bir takım yanlış, eksik bilgilerin
giderilmesine vesile olur.
Yaşanılan olaylar, “insan”ı gerçeğin dünyasına yönlendirir. İnsanı,
hayâl dünyasından çıkartır.
En önemli nokta burasıdır!.
Hepimiz
kendi kafamızda bir hayâli dünya yaratırız. Hayâli değerler oturturuz. Hayâli
kavramlar meydana getiririz. Ve, öyle bir dünyada yaşar, orada kendimizi
hapsederiz!.
Halbuki,
yaşanılan gerçekler öyle değildir.
İnsanın hayâl dünyasındaki değerleri ne kadar çoksa, yaşamın gerçekleri
ile karşılaştığı zaman duyacağı azap da o kadar fazla olur.
Ne kadar gerçekçi yaşarsan, Allah’ın yarattığı bu Sistem ve Düzeni, ne
kadar gerçekçi bir biçimde anlayıp değerlendirebilirsen, olaylar karşısında o
kadar az etkilenirsin. Olaylar seni o kadar az sarsar.
Ve,
kendini o kadar sağlam bir geleceğe hazırlarsın!.
Dolayısıyla,
gerek dünyada yaşarken, gerek daha sonrasında; çeşitli azap ve sıkıntılardan,
yanmalardan kurtulmak; dünyada yaşarken huzura ermek, ancak ve ancak Allah’ı
bilmek, O'nun var ettiği Sistem ve Düzeni idrâk etmekle
mümkün olur.
Kim, Allah’ı ötede bir tanrı gibi düşünüyorsa, o anda veya o düşüncesi
devam ettiği sürece, dünyada da, âhirette de azâp çekmeye mahkûmdur. Kendi azâbını kendisi oluşturuyordur.
Nitekim, Hadis-i Şerifte ;
“Cehennemde ateş, odun yoktur!. Herkes kendi ateşini, odununu
dünyadan kendi götürür,”
buyuruluyor..
Dünyada edindiğin yanlış değerler, yanlış
şartlanmalar, yanlış kabuller, senin bu dünyada da yanmana, azâp çekmene sebep
olur, öbür dünyada da!..
Öyle ise…
Biz, zâhiren ve bâtınen kurban edebilirsek benliğimizi; benliğimizdeki
yanlış bilgileri, yanlış bilgilerden kaynaklanan yanlış duygu ve düşünceleri
atıp arınabilirsek, kendimizi o kadarıyla cehennemden kurtarır, cennete yaklaşmış
oluruz.
Bunun
en kısa formülü de;
Başımıza gelen, karşılaştığımız her olayın, Allah’ın hükmü ve takdiri
olarak başımıza geldiğini, gelmemesinin mümkün olmadığını. Bunun zaten takdir
gereği yaşanacak olduğunu, değiştirmenin asla mümkün olmadığını, anlayıp idrâk
etmektir. O an için gereken…
Allah’ın
bunu takdir edip, bunu yaşattığını, daha sonra da daha güzel şeyler
yaşatabileceğini kabul edip, anlayıp, idrâk edip, bunun gereği bir biçimde adım
atmaktır..
Selâmet, Allah’a mutlak teslim olup, hükmünden ve tâkdirinden razı
olmaktır.
Hepinizin
Hac Bayramı mübarek olsun!
KURBAN BAYRAMI
Kebapçılardan çıkmayanların, barbeküde bonfile, pirzola çevirenlerin,
stres atmak için çıktığı balıktan dönenenlerin oturup
kurbanlara acıdıklarını söylemelerini “timsahın gözyaşları” olarak nitelesek
sanırım hiç yanlış olmaz!..
“Hac Bayramı”, zaman içinde “Kurban bayramına”
dönünce, halkın dilinde “kavurma bayramı” niye olmasın ki?
“DİN”deki kurallar uzaydaki bir tanrının, bizim yaptıklarımızla
eğlenip zevklensin diye, keyfi kararlarından mı oluşmuştur;?
Her birinde yüz milyarlarla yıldızın yer aldığı Milyarlarca
galaksinin yüzdüğü evreni Yaratan ve “ALLAH” adıyla işaret edilenin,
oluşturduğu SİSTEM ve DÜZEN bilinsin; onun şartlarına göre yaşanarak,
geleceğimiz cehennem olmasın; diye mi Allah Rasülü tarafından
bize bildirilmiştir “DİN” ?
Bu ikisi arasındaki farkı anlayacak çalışır beyin kapasitesi
olmayanların; “DİN”deki konuları değerlendirip, günün şartlarına göre
gerekli çözümleri bulup açıklamaları mümkün değildir!.
Gök tanrısına tapınmaktan arınmamış sarıklı-cüppeli veya aydınsı
görünümlü “din adamlarının” sunacakları çözümler, mukallitlere
sorunlar yumağından başka bir şey getirmeyecektir!.
1986’da ilk defa yazdığımız “DİN” bir SİSTEM ve DÜZENİ
açıklamaktadır” gerçeği kabullenilip; olay bu sistem ve düzen içinde
değerlendirilmedikçe; ne göktanrı kavramından arınılır; ne şirkten
kurtulunur; ne “Hakikat” görülür; ne “İSLÂM DİNİ”nin yüceliği ve
uyulası zorunluluğu farkedilir; ne de güncel sorunlara cevap bulunabilir!.
Tek kurtuluş yolu, “DİNİ ANLAMADA
REFORM” yapıp; “İSLÂM DİNİ”ni ve “Allah Rasülü”nü gerçeğiyle anlayarak,
gereklerini günlük hayatımızda yaşamaktır!.
“Hac”cetmek suretiyle anasından yeni doğmuşçasına tüm
günahlarından arınan mümin kardeşlerimizin bayramını paylaştığımız bu günde;
hepimizin böyle bir bayram yaşamasını diler...
“ALLAH”tan, “ego”muzu kurban etmeyi bize kolaylaştırmasını; gelecekte yanmamıza sebep
olacak her şeyden uzak kalmayı; ve hepimizin sonsuz mutluluğa ulaşmasına vesile
olacak şeyleri bize nasip etmesini niyâz ederim.
hf
Yakîn..
Kurbiyyet,yakîn
bizim için dünyada iken oluşmazsa, ölüm ötesinde bir daha bizim için asla ve
asla gerçekleşmesi mümkün olmayan, muhal şeydir!...
hf
“Kurtuluşa Eren” ; Nefs’in kendini tanıması halini sağlayan;”nefs’in
şuurunu-ilmini“ örten beden-şartlanmalar ve huylar gibi üç kabuktan
kendini arındırıp , paklandıran;orijinal hâliyle “nefs”ini tanıyandır!.
İnsanlar,
akıllı varlık olarak Allah Rasûllerine iman ederler ve gereğini uygularlarsa
kurtuluşa ererler...
Kur’ân
‘da daima “iman ederler ve gereğini yaparlar” ifadesi vardır ki, Kur’ân
hep iman ile gereğini uygulamayı bir arada tutmuştur!.
İnsan
amelinin karşılığını alacaktır!.
Ameli
getirmeyen iman, hoş bir duygudur ve geçici olarak kendini tatmindir!
hf
Kendini diğer varlıklardan daha güçlü-daha kudretli olarak gören
birim,Allah’ın sıfatlarını örtme durumundadırki, ilâhi sıfatları
örtme durumunun adı da “küfür”dür!
Neticesi
de,o izhâr ettiği şeyin hakikatını yaşayamamaktır!
“KÜRSİ”
Samanyolu Galaksisi’dir.
"Kürsî"
kelimesi ile ifade edilen saha, yapı, bizim Galaksi dediğimiz ve Samanyolu
ismiyle tanımladığımız yapıdır; bizim tesbitlerimize göre. Yani, 400
milyar güneşten, yani yıldızdan oluşan bir sistem...
Tüm
Galaksiyi, yaklaşık dört yüz milyar yıldızdan oluşan galaksiyi bir beden olarak
ele alalım... Bu galaktik bedenin hücreleri gibi düşünelim yıldızları!. Galaktik
bedenin organları veya hücreleri gibi...
Nasıl
ki, karaciğerin kendine has bir yapısı, bir çalışma sistemi, bir kendi bilinci,
organik bilinci ve bu bilinçle yaptığı bir görevi varsa; aynı biçimde Galaktik
bedenin de organları veya hücreleri gibi olan yıldızların canlılığı söz
konusudur...
Eğer
uzaydan, belli bir mesafeden dünyaya bakarsanız, dünyanın üstünde doğru dürüst,
ne bitkileri, ne hayvanları ve ne de insanları görürsünüz!. Dünya, tek başına
bir kütledir.
Ama,
dünya üzerinde bir insanlık âlemi var, hayvanlar âlemi var, sayısız nebatlar
var. Bunlar da kendi içlerinde sayısız türe ayrılırlar. Herbirinin kendine has
özelliği vardır..
İşte
galaktik yapı da, aynı şekilde dışarıdan bakıldığı zaman, bir beden, bir birim,
bir kişilik hüviyetiyle var olan bir yapıdır!.
Bu
galaktik yapı, bizim "Samanyolu" adını verdiğimiz, batının
ingilizcede, "Milkyway", diye adlandırdığı galaktik yapı,
gerçekte bir canlı birimdir, bir canlı varlıktır... Ancak, bir başka galaktik
bilinç tarafından, bu galaktik yapı bir canlı birim, bir canlı yapı olarak
algılanır; bizim yapımız tarafından değil...
İnsanlık
denen yapının bilinci olduğu gibi; aynen dünyanın da kendine has bir bilinci
vardır. Dünya ismi ile işaret ettiğimiz bu planetin de kendine özgü bir şuuru
vardır!...
Dünya`nın
bir şuuru olduğu gibi, Güneş`in de bir bilinci vardır!... Güneş`in bir şuuru
olduğu gibi, Galaksi`nin de bir şuuru vardır!.
Bu
Galaktik bilinç indinde güneşin bilinci, bizim yapımızın şuuru yanında bir
hücremizin bilinci mesabesindedir. Galaktik yapı, aynen, bir insanın bilinci
gibi, evren içinde bir bilinç sahibi birim olarak mevcuttur!. Ve böylece
milyarlarla galaktik birimler mevcuttur!...