AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

K

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİHRİST

Kâbe
Kâbenin Ağlaması
Kâbenin Emin Bölge Olması
Kâbe İle Konuşmak
Ka'be Kavseyn
Kâbiliyet
Kabir

Kabir Yaşamı
"Kabir Âlemi" Yaşamı
"Kabir Âleminde" Namaz Kılınır mı?
Kabir Suallerinin Cevapları Nasıl Verilebilir?
Kabir Azâbı
Sorgu melekleri Niçin Herkese Farklı Gelecek?
Kabirde Azâbı Kimler Yapacak?!
Kabirden Çıkma!
Kader
Kadere Nasıl İman Edeceğiz?
Kur'ân-ı Kerim Ve Hadislerde "Kader" Anlatımı
Mahlûkatın Kaderlerini Kim Yazıyor?
“Genetik”in, Kaderde Önemi Var mı?
“Kader Sırrı”na Vâkıf Olmak İçin Kader Konusunda Yaklaşımımız Ne Olacak?
İnsanın Kaderi, Allah’ın Takdiriyle Nasıl Oluşur?
Kaderle İlgili Sorular
İnsan Robot mudur?
Niçin Vahdete Değindik?
Kadir Gecesi
Kadir Ânı
Rab-Allah
"Kâfir"
Kâinat
Kalb

Kalb Gözü Açıklığı
Kalbler Neden "Allah Zikri" ile Tatmine Ulaşır?
Kalbin Kararması
Kalbin Mühürlenmesi
Kalb Sahipleri
"Kalem"
Karakter (Bkz."Huy" )
“Kaza”(Varetme Hükmü)
Kelime-i Şehâdet
Abd Ve Rasùl Oluşuna Şehadet Ne demektir?
Kendini Tanımak
Kendi Zâtını Bilmek (“Zâtî İletişim”)
Kerâmet
Kesret

Kesret Müşahedesi
"Keşfi Şak" (Bkz. "Ölüm")
Keşif
“Kevni Noksan”
Kıyâmet

Kıyamet Olayı
Kıyamet Süreci
Kıyamet Hâlleri
Kıyamet Sonrası Yaşam
İnsanlığın Kıyâmeti
Kıyamet Alâmetlerinin Bâtında Zuhùru
Kirâmen Kâtibeyn (Bkz.”Melek”)
Kişilik
“Bedensel Kişilik”
“Düşünsel Kişilik”("Kişilik Yüzü")
“Birimsel Kişilik” Kalkar mı?
"Kitab Ehli"(Ehli Kitap)
"Kolaylaştırılma"
Korunma
"Koza"

Kozalının Tanrısı
“Kozmik”
“Kozmik Din”!(Bkz.İslam Dini , “Kozmik Din” midir?!
Kozmik Işınlar
Kozmik Kitap
Kozmik Bilinç(Bkz.”İnsan-ı Kâmil”)
Kozmik Varlıklar
Kuantsal Boyut
Kudret
Kulluk

"Allah Hüviyetinin Kulu"
Kul Hakkı Nerede Ve Nasıl Ödenir?
Kurân-ı Kerim (Evrensel Sistem'i Açıklayan Kitap)
Kur'ân 'ın İnzâli
Kur'ân 'ı Kerim Nasıl Anlaşılır?
Bu Kitaba Arınmadan Dokunma
Kur'ân 'da Geçen "İLÂH" Nedir?
Kur'ân Ruhu
Kur'ân 'ı OKU'mak
"Muhkem" Ve "Müteşâbih" Âyetler
Kur'ân Sûreleri Hakkında:
Fâtiha
Hamd'ı Allah Yapar
Âlemler
Er'Rahman-ir Rahim
Maliki Yevmiddiyn
Din Günü
İyyake Na'büdü Ve İyyake Nestâin
İhdinasıratel Mustakim
İstenmesi Zorunlu Sırat
Özel İn'âm
Fâtiha Sonunda Niçin "Amin" Denir?
"Kevser"
"Alâk"
Yunus A.S.'ın Tesbihi
Nâs Sûresi
Zilzal(Zelzele) Sûresi
Kurban
Kurbiyyet
Kurtuluşa Eren

Külli İrade
Küfür
Kürsi


 

KÂ’BE

 Kâ'be yeryüzünde belli enerji merkezlerinden biridir... Ve kişinin özündekiyle iletişim kurmasını sağlayan iletişim konsantrasyon merkezidir!..

hf

 

“KÂ’BE ‘NİN AĞLAMASI”

 Kâbe’nin hakkının verilmemesi,değerlendirilmemesi!

hf

 

KÂ’BE ‘NİN “EMİN BÖLGE” OLMASI

 Kâbe, hakikatı temsil eder ve o hakikatı yaşayanların çevresi emin bölgedir insanlar için!

hf

 

“ KÂ’BE İLE KONUŞMAK!”

 Dünyanın veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş amaçlarına    hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle konuşmak, “onun varoluş hikmetiyle   görüşmek” anlamına da alınır...

hf

KÂ’BE  KAVSEYN

 Beşeriyetin tümüyle yok olma durumu!

Hazreti Rasûlullah, "Mi`râc"da "Kâ`be Kavseyn" denen, beşeriyetin tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta daha da ötesi, "Ev ednâ" tâbiriyle ifade edilen makamda, "Rabbi"yle karşılaştı..

"Kâ`be Kavseyn, ev ednâ" denen bu makamda, Hazreti Rasûlullah, tüm varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek Varlığın, Hakk`ın varlığı olduğunu müşahede etti...

Ve bu müşahedenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Talib`in kardeşinin evi olan Ümmü Hani`nin evinden sabahleyin çıkarken;

 -Beni gören Hakk`ı görmüştür!.

 sözleriyle bir gerçeği ifade etmek istedi..

hf

 

KÂBİLİYET

 Şiron’un yükselen burçtaki,doğduğu dakikadaki tesiri kişinin kâbiliyetini meydana getirir.

Elbette burada mâneviyata  dönük kâbiliyetten söz ediyoruz.

Doğduğu anda aldığı tesirler  kâbiliyeti meydana getirir.

hf

 

KABİR

 Ölümü tadmış bulunan birimin bedeninin içine defnedildiği toprak çukura kabir dendiği gibi; ölmeden evvel ölmüş kişinin bedenine dahi "kabir" denilir. Hatta ehli arasında, hakikatı yaşayan kişilere, "kabrini sırtında taşıyan" denmesi dahi meşhurdur.

Yani bu ifadesiyle, hakikatın yaşanmasının, dünyada, bir bedenle yaşanırken gerçekleşmekte olduğuna işaret çekilmektedir.

İnsan, bu dünya hayatı içindeyken, hüküm ve takdiri ilâhî sonucu belirli çalışmalar yaparak, ölmeden evvel ölecek, bu şekilde "uyanacak", hakikatı ve Hak’kı görecek ve ondan sonra da bedeninin ömrü kadar, kabrini sırtında taşıyarak hakikatın gereğini yaşayacak.

hf

 

KABİR YAŞAMI

 Bu devre kişinin ölümü tadıp, ruh yani halogramik dalga bedenle  bâ’s olmasından  sonra  başlayıp, kabir içinde maddeyi algılar biçimde  yaşamı devam ettikçe sürer...

Gerek kabre konmadan ve gerekse kabre konduktan sonra çevresinde olup biten herşeyi bu süre içinde algılamaya devam eder... 

Bu hâlin misâli şu dünya yaşamımızdaki henüz uyumadan evvel yataktaki hâlimize benzer ...

Yatağa girmiş uyumaya hazırlanan kişi nasıl yarı uyur vaziyette hem dışarıda olup bitenleri fark eder hem de rüya türünden şeyleri görmeye başlarsa, kabirdeki kişi de aynı şekilde hem madde  mezarın dışında ve içinde olanları algılamaktadır; hem de yavaş yavaş    KENDİ KABİR  ÂLEMİNE   girmeye hazırlanmaktadır...

hf

 “KABİR ÂLEMİ” YAŞAMI

 Âhiret iki devredir.

Âhiretin birinci devresi, "Berzah" (geçiş) âlemi veya "Kabir" âlemi diye târif edilen devredir. İkinci devresi kıyamet ve sonrası diye belirtilen devredir.

Bunlardan "Berzah" âlemi veya "Kâbir" âlemi diye târif edilen devre, geçiş devresidir sırf ruhanî bir yaşantıdır.

ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan  itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna  “BERZAH  âlemi”  denilir... Nebiler,şehidler ve bazı velilerin halen yaşamakta oldukları ve  zaman zaman biraraya gelerek görüştükleri âlemdir.

FİYSEBİLİLLAH”  ALLAH yolunda ŞEHİD  olmuş kimseler ile, “ölmeden  evvel ölmüş” diye târif edilen evliyaullah ve  nebilerin, kabir âlemi kısıtlamalarından kurtulmuş olarak, “RUH BEDENLERİYLE”   serbest  dolaşım şeklinde süren yaşam şeklidir.. 

BERZAH  YAŞAMINDA...  ŞEHİDLER, EVLİYAULLAH ve NEBİLER  Berzah âlemi içinde serbestçe gezerler dolaşırlar ve mertebelerine göre de birbirleriyle iletişim kurarlar...

Ayrıca, berzah âlemi içinde dahi bir hiyerarşi vardır; ve bu hiyerarşi içinde  oradakilerin idaresi söz  konusudur...  

BERZAH  âlemindeki   velilerden dünyada iken  “FETİH”  sahibi olmuş olanlar,  dünyadakilerle iletişim kurabilirler..  Buna karşın, dünyada  “KEŞİF”  sahibi  olmuş fakat “FETİH” elde edememiş evliyaullah ise, o âlemdeki tüm serbestilerine karşın, dünyadakiler ile direkt iletişim kuramazlar..

Vefat eden kişi, daha mezarda toprağa verildiği anda “ Münker – Nekir “ adında iki melek gelir, üç şey sorar. Bazıları bu sorgulamanın hemen akabinde kabirden-mezardan çıkar. Mezar ve kabir şartlar biter. Ruh, kendi âlemine veya Berzah’a geçer.

Ama, diğer büyük çoğunluk, uzun süre mezar içinde kalır. Dolayısıyla, mezar azâbı onda uzun süreli olur. Toprağa konulan, ölümü tadan her nefs, üzerine toprak atıldığını görecek.

Ama, olayı çok kısa sürede, daha mezar toprakla dolmadan dahi atlatan var. Çok uzun süre, toprak altında mezar azabında kalan da var.

Mezar âlemi başka, kabir âlemi başka,  berzâh âlemi başka!.

Mezarda; mezarın içini görüyorsun, mezarın şartlarını görüyorsun. Bu “mezar âlemi”. Belli bir süre sonra, bu mezar görüntüsü kaybolur.

Ondan sonra, cennet ve cehennemi tam olarak görmeye başlıyorsun. Oradaki durumları görüyorsun. Ve, dünyada ürettiğin bir takım melekler veya kötü mahlûklar sana zarar vermeye başlıyor. Bu, senin “kabir âlemin” oluyor.

Gördüğün rüyayı düşün! Bir rüyâda devamlı kâbus görüyorsun. Bu senin o anda kabir âlemin oluyor. Bir de, kabir âlemine  girmeden, mezardan geçtikten sonra direkt,  Berzah âlemine geçip, orada yaşayan ruhlarla birlikte olanlar var!.

İşte orası, yüksek mertebeli kişilere mahsus olan bir yer.

Ama, çok büyük bir çoğunluk, kabir âlemindedir. Hani, ya kâbus türü rüyalar gören, ya da güzel rüyalar gören kişi durumundadır.

Bu durum kıyamete kadar böylece devam eder.

Kabir âlemi,  aynen aynen rüya alemine benzer; ne var ki, kişi rüya gördüğünün  farkında değildir ve yaşamını aynen dünyada yaşıyormuşçasına değerlendirir.. 

Nasıl dünya yaşamını gerçek yaşamıs gibi algılarsa kişi  dünyada yaşarken;  ayni şekilde, kendi kabir âlemine geçen kişi de o boyutu gerçek yaşam gibi hisseder... Bu ya “Kabir Cenneti” denilen şekilde son derece huzur ve zevk verici rüyalar şeklinde devam eder; ya da “Kabir Cehennnemi” denilen biçimde  kâbus türünden son derece korkunç, ızdırap verici görüntüler içinde  sürer..    Bu devre kıyamete kadar böylece devam eder...

Kabir âlemi(Ruhlar Âlemi), “nâri boyut”tur!

Burada, kabir cenneti veya kabir cehennemi tarif ediliyor. Hakiki cennet ve cehennem değil!..

Bir de burada belli ruhâni güçler elde etmiş olanlar var,kabir âleminde.

Meselâ, veliler!

Bu yüksek dereceli veliler; yani hakikate ermiş, hakikatı yaşama durumuna girmiş; terkib değişiklikleri oluşmuş ve bu terkib değişiklikleri sonunda, kendindeki bazı ilâhî kuvvetleri keşfetmiş ve o kuvvetlerle tahakkuk etmiş olanlar var!

Bunlar, o âlemde kendi aralarında görüşürler. Bir araya gelirler, çeşitli konularda fikir alışverişi yaparlar, birbirlerine kendilerindeki değişik tecellileri anlatırlar; değişik müşahedeler üzerinde taştışmalar yaparlar.

O âlemin kendine has bazı işlemleri vardır.işlemler üzerinde de belli bir vazife taksimi vardır, bunların ileri gelenleri arasında.

O âlemde belli düzeye gelmiş, belli konular açılmış, belli noktalarda takılmış gibi kişiler vardır.

Bunların orada eğitimi yapılır. Yani onlar orada eğitilir, belli şeyler idrak ettirilmeye çalışılır. Anlayamadığı noktalar atlatılır vs. Onlarda böylece bir durumda devam eder. Yani oranın da kendine göre belli bir idare kadrosu vardır. Nasıl dünyada, 4’ler, 7’ler, 3’ler, 40’lar diyoruz! Bunun mukabili olan, oranın da kendine has bir kadrosu vardır.

hf

 

“KABİR ÂLEMİNDE” NAMAZ KILINIR MI? !

 İnsan şuur boyutu için yaratılmıştır,esas  itibariyle !

Beden boyutu bu dünyada kalacaktır,bedensel ibadetlerde bu dünyada kalacaktır.

Ölüm sonrasında bedensel boyuttaki ibadetlerin hiçbiri yoktur.Ne namaz-ne oruç-ne vs..Ama Berzah  Âleminde de Evliyaullah’ın namaz kıldığından  söz edilir ve bu bize çelişki gibi gelir.Hani kabir âleminde namaz yoktu,oradakiler şuur boyutunun namazının secdesidir.OKUma yollu oluşan bilgilerin getirdiği rùkù ve secdedir,kâbir âlemindeki!

“Valla bizim köydeki evin bahçesinde bir yatır var,bazen geliyor abdest alıyor,havluda ıslanıyor,hatta namaz kılıyor”!..

Cinlerin oyununa geliyorsun!

Kabir âlemindeki evliyaullahın kıldığı namaz “şuur boyutunun namazı”dır.

hf

 

KABİR SUALLERİNİN

CEVAPLARI NASIL VERİLİR?

 Kâbirde bana, mezhebin ne, tarikatın ne, şeyhin ya da hocaefendin kim diye sorulmayıp; Allah Rasûlünün açıklamasına göre, yalnızca "Rabbin kim, Nebin kim ve kitabın ne" şeklinde sigaya tutulacağıma göre...

"Rabbim Allah" diyebilmem için, öncelikle "Kur'ân-ı Kerim’in açıkladığı Allah" kavramını çok iyi idrak edip bunun sonuçlarını hissedebilmem!. "Nebim, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa" diyebilmem için, "Allah Rasûllüğünün" nasıl bir şey olduğunu, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın nasıl bir görev yaparak, bana ne vermek istediğini iyi anlamam ve O'nu tasdik etmem!. "Kitabım Kitabullah'tır" diyebilmem için, "Kitabullah'ı OKU'yabilmem"; ya da "Kitabım Kur'ân-ı Kerîm" diyebilmem için Kur'ânı Kerîm’in Allah indinden nâzil olmuş bir kitap olduğunu farkedip, tasdik etmem gerekir!.

Dünyada bırakıp gideceği, bir daha hiç eline geçmeyecek şeyler için, tüm zamanını harcayan insanın; akıllı ise, ölümötesi sonsuz geleceğini kurtaracak böylesine önemli bir konuyu ihmâl etmesi elbette ki bağışlanamaz bir olaydır!. Akla, mantığa aykırı hikâyeler ve safsatalara bakıp da, onları "İslam Dini" sanarak yüzünü çevirmek aydın bir insana kesinlikle yakışmayan bir davranıştır!. Bizim 33 yıllık çok yoğun araştırmalarımız ve uygulamalarımız farkettirmiştir ki, Allah Rasûlü’nün bize önerdiği her şeyin bir hikmeti; ve bilebildiğimiz kadarıyla bir bilimsel gerekçesi vardır. Bunları açıklıyabiliriz!. Ama daha sonrakilerin kendi zaman şartlarına göre olan yorumları, "İslam Dini" ve bizi bağlamaz!.

 hf

KABİR AZÂBI

 Belki de milyarlarca sene sürecek olan kabir âlemi yaşamında, kişi “RUH” olarak diri ve şuurlu kaldığına göre azab duymaz deniyor, öyle ise, kâbir azabı nedir ve nasıl oluyor?...

Çokça sorulan sorulardan biri de budur... Cevabını verelim...

Kişi kabirde ve kabir âleminde şuurlu, aynen dünyada olduğu gibi aklı başında bir haldedir... Kendi bedenini, çevresini de görmektedir. Mezar içindeki çeşitli haşerat, fare, yılan, çıyan vs gelip kendi yüzünü, yanağını yemeye  başladığı zaman, o bunu tamamıyle kendinin yendiği şeklinde algılayacaktır!... Zira, bütün yaşamı boyunca, o bedeni, o yüzü kendisi olarak kabullenmiş ve bu kabulleniş de olduğu gibi dalga bedenine, bilincine yüklenmiştir!..

Bu nedenle otomatik olarak olaya bu bilinçle  bakacak; ve bunun sonucu olarak da, ister istemez büyük bir azab duyacaktır!..

Bunun misâlini şöyle verebiliriz... Gün boyu bir takım şeylerden korkuyorsunuz ve derken uyuyorsunuz... Uykunuzda o sizi korkutan şeyler rüyanıza giriyor!.. Evet, fizikman bedeninize yapılan bir şey yok, ama gündüz bilincinize yerleşmiş olan o korkutucu şeyler, sizin o anki  yaşantınızı kâbusa çevirmiştir!..Rüyada duyduğun acı, beynin ruha yüklediğini gösterir... Kabir azabı dahi bu yüklenmeden dolayıdır...

Dünyada yaşarken, Allah Rasûlü’nün uyardığı tarzda çalışmalarla kendini o şartlara hazırlamamışsa; artık o ortamda kesinlikle yapabileceği hiç bir şey yoktur; içinde bulunduğu şartlara ve sonuçlarına katlanmaktan başka!.

“Kabir azabı” denilen şey burada oluşan yaşam biçimidir..

Vel bâ`sü ba`del mevt”in anlamı “öldükten sonra kıyamette dirilmek” değil; “ölümle birlikte yeni bir bedenle yaşama devam etmek”tir!.

“ Ölüm, bu bedenle kişinin alâkasının kesilmesi ve bu beden üzerindeki tasarrufunun kalkmasıdır. Ölüm yok olmak değildir.

Kişi kesintisiz olarak ruh boyutuyla yaşamına şuurlu olarak devam eder.

Kişi rüya görürken,  rüyanın içinde iken; “Ben bu rüyayı beğenmedim, biraz da başka tarz bir rüya göreyim.” diyerek gördüğü rüyayı arzusuna uygun olarak değiştirebilir mi?.. Hayır!..

Aynı şekilde, tüm dünya yaşamında beynine “Ben bu bedenim!.” düşüncesi yerleştiği için, ölümü tatma anından itibaren  bu bedenle ilgin tamamen kesildiği  halde ve ruh bedenle yaşam boyutuna geçmiş olmana rağmen,  bu fizik-biyolojik bedeni bırakıp gidemiyorsun.

 Ruhuna  yüklenmiş olan  kayıtlar; “Ben bu bedenim!.” şeklinde olduğundan, sen de cesetle birlikte diri diri toprağa giriyorsun. Üzerine toprak atılıyor ve orada kalıyorsun!..

Bu dünyada yaşadığın süreç içinde “ ben bu beden değilim! “ bilincini oluşturamadığınız sürece âkıbet budur.

Yanarak ölen biri için de, aynı şey!. Kendisini beden zannettiğinden, korkunç bir acı çekerek, bedeninin yanışını seyrediyor.

Bir rüyada boğazını kestikleri, veya vücuduna bıçak sapladıkları zaman ne hâle geliyorsun?.

Rüyada gerçekten bedene verilen bir eza cefa var mı? Hayır!.

Ama, öyle olmasına rağmen o rüyada ne hâle geliyorsun bir düşün!

Oysa olay, ruh boyutunda oluyor.

İşte kişi, kabre girdiği zaman da olay, tamamen “ruh boyutu”nda cereyan ediyor.

 

İşte mezar yaşamı da, eğer dünyada iken bu ortama karşı tedbir alınmamış ise, otomatik olarak kâbusa dönüşecektir... Uyanması mümkün olmayan bir kâbûs!..

Bu durum da dini terminolojide “kabir azabı” diye anlatılmıştır...

Gündüzleriniz ve bilinç düzeyiniz nasıl rüyalarınıza yansıyorsa ve o rüyaları değiştirmek elinizde olmuyorsa; kabir yaşantısı da onun benzeri bir şekilde, artık değiştirmeniz mümkün olmayan bir tarzda kıyamete kadar sürüp gidecektir...Ve kabirdeki bu bitmez tükenmez kabusa, azaba karşı,  şu anda yaşarken tedbir almanız ve bu durumdan kendinizi korumanız da  mümkündür ki bu yüzden “Din” gelmiştir...

hf

 SORGU MELEKLERİ NİÇİN HERKESE FARKLI GELİR?!

 Nur yapılı birimler , bir beden veya şekille bağımlı olmayıp, dilediği beden şekline bürünebilir…

 Nur boyutundaki cennette yaşayanların tümü, gerçekte nur yapılı şekilden beri bilinç varlıklardır; algılayanın veri tabanına göre görüntü verirler.

 Kabir âlemindeki sorgu meleklerinin, herkese değişik gelmesinin de nedeni budur.

hf

 KABİRDE AZÂBI KİMLER YAPACAK?!

 Beynin yaydığı radyasyonlar müspet ya da menfi mânâda iki tür radyasyon olarak iki tür varlık yaratır!..

Ya , insana ,tabiatına hoş gelecek sevimli gelecek varlıklar veya ters gelecek varlıklar! Kişinin arzu ve istekleri ne yönde ise, o yönde onun seveceği varlıklar meydana gelir, beynin yaydığı dalgalardan; ve gene aynı şekilde, kişinin genel yapısındaki korku ve endişeleri ne yönde ise, o yönden meydana gelir bir takım yaratıklar menfi dalgalardan!..beyin dalgalarının meydana getirdiği bu varlıklar, kişi öldüğü andan itibaren, kişinin ruh âlemi veya hayâl âlemi dediğimiz âlemde, bu kişiden sâdır olan dalgalardan meydana gelmiş olduğu için bu kişiyi sarar; ve kişi bunlardan dolayı ya azap duyar, ya zevk duyar...Âlemi berzahta; kabir âlemi dediğimiz âlemde.

hf

 KABİRLERDEN ÇIKMA EVRESİ

 Kâbir âlemi yaşamında, uykuda, yaşadığınız duyguları, çok daha fazlasıyla ve çok daha yoğunluklu olarak yaşayacaksınız.

Bu durum “Sistemin kıyâmeti” dediğimiz, Dünya’nın Güneş tarafından yutulması evresine kadar devam edecektir.

Güneş Dünya’yı yutmaya başladığında; Dünya’nın manyetik alanı ortadan kalktığında, bütün insan ruhları, otomatik olarak kendilerini bizim anlayışımıza ve yapımıza göre cehennem olarak tanımlanan, Güneşin, dalga boyutlu yapısı içinde bulacaklardır…

Bu evre insanların kâbirlerinden çıkması olarak tanımlanmıştır.

hf

KADER

 ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir..

Kader, “sır” olarak  ifade edilmiştir... “Sistemin işleyişi”  ve “Sistemin Bilinci” anlamında olarak!

Tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..

Ve bizim de «hayal» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..

Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.

“Kader”, senin anladığın gibi olmayıp ; genetik programının astrolojik (meleki) etkilerle yönlenerek açığa çıkmasının adıdır... Yukarıda biri oturup kader yazmaz!...

Astrolojik etkiler ise , Cennet yaşamında da devam eder...

İşte, «KADER» denen olgu bu husustan kaynaklanmaktadır.

hf

KADERE NASIL İMAN EDECEĞİZ?

 Asırlar boyudur kolay kolay anlaşılamamış bir konu bu!..

Hemen herkes bu konuda aklına geleni konuşmuş. Ama genellikle kimse de, bu hususu konuşmadan evvel acaba Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûl-i Ekrem’in kader hakkında dedikleri nedir, diye araştırmamış.

Gerçekten acaiptir; çünki, öyle kader konusunda kitaplar görüyoruz ki baştan, aşağı çeşitli kişilerin "kaderle" alâkalı görüşlerini toplamasına rağmen; içinde bu konudaki nice Rasûlullah açıklamalarından, beş tanesi bile yer almamakta!.

İnsandaki "İrâdeî cüz"ü ispatlayabilmek uğruna, bu husustaki âyetler ve hasır altı edilmekte!..

Bize göre dini anlamış kişi, âyet ve hadîs hükümlerini izâhtan âciz kaldığı noktada, hasır altı etmez; sadece o husustaki âczini itiraf eder ki, bu da bir kemâlâttır.

-Kul kendi iradesiyle yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine katlanır" şeklinde özetleyebileceğimiz görüşü savunanlara "KADERİYE"ciler denmiştir. Ki bunlar hakkında

 "Ümmetimin mecûsileridir, kaderiyeciler"

 şeklinde bir hüküm gelmiştir.

"Kaderiyeciler", "kul kendi kaderini kendi yazar"; görüşünde olanlardır... "Allah" da ötelerden bir yerde; ya da başka bir boyutta oturup, bu boyutta yapılanları seyreden bir varlığın adı herhalde?!...

Esasen Kur'ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız hükümler serdeder.

Geriye kalan ve adlarına "ehli sünnet" ile "cebriye" denen iki görüşün fikirlerine ise; her fikir sahibine ve neticesi de kendisine aittir; diyerek değinmiyeceğiz.

Burada biz çeşitli görüşleri tartışmak ya da savunmak için konuları açıklıyoruz değiliz zirâ...

Ancak, insanın yapısını, hangi tesirlerin altında nasıl yaşadığını, varlığının ne olduğunu anlattıktan sonra, dinde “Kader” mefhumunun nasıl anlatıldığını açıklama noktasına geldik.

Bunu da farketmek MECBURİYETİNDEYİZ!..

Allah’ın azâmeti, yüceliği, sonsuz varlığı yanında insanın yeri, iradesi, kudreti ve sahip olduğu şeyler nelerdir.

Kısaca, "Allah" ismiyle işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye sahiptir.

Evet, yüz milyarlarca ve yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kâinatın varedicisi katında, insanın yeri ne?

Buyurun bu konuda bir hadîs-i Kudsî:

-Rasûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu’,

Allâh azze ve celle şöyle diyor:

 "EY kullarım. Hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidâyet ettiklerim hariç. Benden isteyiniz ki sizi hidâyete erdireyim.Hapiniz fakirsiniz, ancak benim zengin ettiğim hariç; benden isteyiniz ki size rızık ihsân edeyim.

 Hepiniz günahkârsınız, ancak benim mağfiret verdiklerim müstesnâdır; içinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse, aldırış etmeden (günahlarının büyüklüğüne) bağışlarım!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvâlısı kalbi gibi olsalar, bu durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz en şakî kulun kalbi gibi olsalar (yani hepsi inkârda olsalar), bu durum benim mülkümden bir sivri sineğin kanadı kadar eksiltmez!..

 Sizin evveliniz ve âhiriniz, diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz, bir sahada toplansa ve içlerinden her insan ümitleri yettiği kadar istese, her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa. Kesinlikle bilin ki BEN sınırsız ihsan ediciyim, varlığın sahibiyim, yüceyim.

 DİLEDİĞİMİ YAPARIM!..

 Bağışım bir sözdür. Azâbım bir sözdür.

 Bir şeyin olmasını istersem emrederim, "OL" derim; ve o şey olur!.."

 Nasıl ?.., bir şeyler anlatabiliyor mu, bizim yerimiz, haddimiz, gücümüz, irademiz, kudretimiz hakkında bu hadîsi kudsî?..

Az evvel anlatmaya çalıştığımız gibi. Kâinatta dünyadan 1 milyon küsür defa büyük güneşin yeri iğne ucuyla gösterilemezken, gururundan, kendine biçtiği pâyeden yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu bu satırlarda?

Evet, bizde, "ALLAH’A RAĞMEN", bir iş yapabilecek potansiyel mevcut mu?

Buyurun sıra geldi KADER BAHSİNE...

Astroloji bölümünde insan beyninin aldığı tesirler ile tüm yaşamının programlanmış olduğunu normal şartlarda bunun değişmesinin de asla mümkün olamayacağını açıklamıştık. Yani bir diğer ifade şekliyle kişinin kaderinin, beynin ilk teşekkül devresinde kozmik kalemle yazılıp bu yazının kuruduğunu ve artık yeni tesirler ile değişmeyeceğini beyan etmiştik.

İnsanın kaderi...

Elinde olan bir şey var mı?..

Kaderi önceden yazılı mı?..

Her şey olup bitmiş mi?..

Bakalım bu konuda Kur'ân-ı Kerîm’in hükmü ne; ve gene Hz. Resûli Ekrem Muhammed Mustafâ aleyhi’s-selâm "Kader"i nasıl tarif etmiş. İman edilmesi zorunlu "Kader" mevzûunda neler açıklamış!..

hf

 KUR'ÂN-I KERİM VE HADİSLERDE

"KADER"  ANLATIMI

 

 1- ALLAH İSTEMEDİKÇE SİZ İSTEYEMEZSİNİZ!.. (İnsan-30)

 2-HALBUKİ SİZİ DE YAPAGELDİĞİNİZ ŞEYLERİ DE ALLAH YARATMIŞTIR!.. (Saffat-96)

 3- "YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE SİZE İSABET EDEN BİR MÜSİBET, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN EVVEL, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR.

 BUNU, ÖNCEDEN MUKADDER VE YAZILI OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GİREN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN (açıklıyoruz)!.. ALLAH DÜNYALIKLA BÖBÜRLENENİ SEVMEZ"   (Hadîd-22/23)

 4- YÜRÜR HİÇ BİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA  ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.. (Hud-56)

 5-DE Kİ: HEPSİ DE KENDİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA (Şakûllerinde) FİİLLER ORTAYA KOYARLAR. (İsra-84)

 6-"ALLAH DE, ÖTESİNİ BIRAK..." (En’âm-91)

 7DİLEDİĞİNİ YAPAR. (Bürûc-16)

 8-YAPTIKLARINDAN SUAL SORULMAZ!.. (Enbiya-23)

 9-BİZ HER ŞEYİ KADERİYLE HALKETTİK!.. (Kamer-49)

 Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda bu meâllerde daha pek çok âyeti kerîmeler olmasına rağmen aklı olana bu kadarı yeter; ahmaklığın ise devâsı yoktur, diyerek; şimdi de SAHİH-İ MÜSLİM isimli hadîs kitabının "KADER" bahsinde bize nakletmiş olduğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in açıklamalarına idrâklarımızı yöneltelim.

Ebu’l-Esved ed-Dieliyy şöyle dedi:

İmran ibn Husayn radıya’llâhu anh bir gün bana şöyle sordu:

-İnsanların yapmakta oldukları ve emek çekip didindikleri şeye ne dersin?.. Kendilerine hüküm olunan ve sebkât etmiş bulunan kaderden, kendilerine gelip geçen bir şey midir?.. Yahudi Nebilerinin getirdiği şeylerden olup da kendilerini karşılayacak ve aleyhlerine delil sâbit oluveren şeylerden midir?..

-Hayır!.. (karşılacakları tesadüfî işler değil). Lâkin, geçmişte kendilerine yazılan ve kendilerine gelip çatan bir şeydir!.. dedim.

Bunun üzerine İmran bin Husayn sordu:

- Öyle ise bu insanlara ZULÜM olmuyor mu?..

Bu sözden şiddetle korktum ve şöyle dedim:

Her şey Allah'ın mahlûkudur ve elinin mülküdür!..

 -O YAPTIKLARINDAN MES'ÛL OLMAZ; FAKAT ONLAR MES'ÛL OLURLAR!.." (Enbiya-23)

 -Allah sana merhamet buyursun!.. Ben sana sorduğum şeylerle ancak senin aklını imtihan etmek istedim. Müzeyn kabilesinden iki kişi Rasûlullah’ın yanına geldiler ve şöyle sordular:

-Yâ Rasûlullah!.. İnsanların bugün yapmakta oldukları ve emek çekip didine geldikleri şeye ne buyurursun?.. Bu üzerlerine hüküm edilen ve önceden yazılan bir kaderden olarak, kendilerine isabet eden bir şey midir?.. Yahud, peygamberlerinin getirdiği ve üzerlerine hüccet sâbit olan şeylerden olarak, kendilerinin karşılayacakları şeyler içinde midir?..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Hayır!.. Bu ikinci şekil değil!.. ÜZERLERİNE HÜKÜM OLUNAN VE KENDİLERİNE GELEN BİR ŞEYDİR (kaderdir). Azîz ve Celîl olan Allâh’ın kitabında bunun tasdiki şu âyettir:

 -HER BİR NEFSE VE ONU DÜZENLEYENE, SONRA DA ONA HEM KÖTÜLÜĞÜ, HEM KORUNMASINI İLHAM EDENE. (Şems-7/8)

 -Câbir radıyallâhu anh şöyle dedi:

Surûkatubnu Mâlik ibn Cu'şûm geldi ve şöyle sordu:

- Yâ Rasûlullah!.. Bize DİNİMİZİN ASLINI BEYAN ET!.. Bugünkü amel neyin içindedir?.. Bunun bilgisine nisbetle, biz sanki, şimdi yaratılmış gibiyiz. Bugünün ameli, kalemlerin yazıp da kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde midir?.. Yoksa karşılaşacağımız işler içinde midir?

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

 -Hayır!.. Bugün ki iş, yeniden oluşacak işler içinde değildir!.. Fakat kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan etmiş olduğu işler içindedir!.. Buyurdu.

 Surâka bu defa sordu:

- Öyle ise amel ne için?..

Züheyr dedi ki: Bundan sonra Ebu Zübeyr anlamadığım bir şey konuştu; ben ne dedi, diye sordum:

 -Amel ediniz, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır!." buyurdu.

 -Abdullahibn Mes’ud radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Bize dâima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 - Sizin birinizin ana-baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman içinde katı bir kan pihtisi halini alır. Sonra yine o kadar zaman içerisinde bir çiğnem ete tahavvül eder. (120. günde) ona bir melek gönderilir de bu melek ona ruhu nefheder. Ve melek dört kelime ile yani rızkını, ecelini, amelini, said ve şakî olduğunu yazmakla emrolunur.

Kendisinden başka Hak ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki: sizden biriniz cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder. Nihayet kendisi ile Cennet arasında bir zirâ’dan başka mesafe kalmaz!.. Bu sırada yazı o kişinin önüne geçer!.. Bu defa o kişi cehennem ehlinin ameliyle âmel etmeye devam eder.

Ve yine sizden biriniz Cehennem ehlinin ameliyle âmel eder, nihayet kendisiyle cehennem arasında ancak bir zirâ' mesafe kalır. Bu sırada yazı önüne geçer!.. Bu defa da o kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve cennete girer!.’

Enes İbn Mâlik radıya’llâhu anh şu hadîs- Rasûlullah'a bağladı:

Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

 -Şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah rahime bir melek tevkil etmiştir.

-Melek, "Ey rabbım bir nutfedir; ey rabbım bir kan pıhtısıdır; ey rabbım bir çiğnem ettir" der. Allah bir mahlûk hükmedip yaratmak istediğinde Melek,

"ey rabbım erkek midir yahud dişi midir; şakî midir yahud saîd midir; rızkı nedir; ecelî nedir," sorularını sorar. BUNLAR ANASININ KARNINDA İKEN BÖYLECE YAZILIR!."

 -Hazreti Ali Radıyallâhu anh şöyle anlattı:

Biz bir defasında Bâki-ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Rasûlullah’ın beraberinde bir âsâ vardı. Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı. Sonra:

 -Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis müstesna olmamak üzere, muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerine Allah yazmıştır!.. Ve herkesin şakî veya saîd olduğu muhakkak yazılmıştır!..

 Buyurdu. Bunun üzerine sahabîlerden bir kimse şöyle sordu:

-Ya Rasûlullah, öyle ise bizler âmeli terkedip, bu yazımız üzerine kalalım mı?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

 -Saîd olan kimse, saâdet ehlinin ameline ulaşacaktır. Şakî olan kimse de, şekâvet ehlinin âmeline ulaşacaktır. Sizler âmel edip çalışın!.. Çünki herkese kolaylaştırılmıştır!.. Sâid olan Saâdet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR, şakî olan da şekâvet ehlinin AMELİNE KOLAYLAŞTIRILIR.

 Sonra Rasûlullah şu âyetleri okudu:

 -BUNDAN SONRA KİM VERİR VE SAKINIRSA, O en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür en güzeli olan sayarsa, biz de onu en güç olan için hazırlayacağız" (Leyl- 5/10)

 İmran İbn Husayn radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Bir kimse tarafından şöyle soruldu:

-Ya Rasûlullah, cennet ehli ateş ehlinden (ayırdedilip) bilindi mi?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

 -Evet!..

 Yine o zât tarafından:

- Öyle ise âmel edenler niye böyle çalışıp duruyorlar?.. denildi.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

 -Herkes niçin yaratıldı ise, onun yolları kendisine kolaylaştırılmıştır!..

 Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, dedi:

 -Hakikaten öyle adam vardır ki; uzun zaman cennet ehlinin amelini işler; sonra onun bu yaptıkları, ateş ehlinin ameli ile son bulup, mühürlenir. Kezâ kişi uzun   zamanateş ehlinin amelini işler; sonra da onun bu âmeli cennet   ehlinin ameliyle son  bulup, mühürlenir!..

 Sehl İbn Sâ’d es Saidiyy radıya’llâhu anh der ki; Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Hakikaten öyle adam vardır ki, insanlara zâhir olan halleri ile muhakkak cennet ehli ameli yapar!.. Halbuki kendisi ateş ehlindendir!.. Ve yine öyle adam vardır ki insanlara görünüşte mutlak ateş ehlinin amelini işler, halbuki kendisi cennet ehlindendir!..

 Tâvûs şöyle dedi:

Ben Rasûlullah’ın sahabîlerinden birçok insanlara eriştim. Onlar "HER ŞEY KADER İLEDİR" diyorlardı. Ben Abdullah ibn Ömer radıyallâhu anhdan şöyle işittim:

"Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

 -HER ŞEY KADER İLEDİR!.. HATTÂ ÂCİZLİK İLE ZEKÂ VE BECERİKLİLİK BİLE!.. Yahud BECERİKLİLİK ve ZEKÂ İLE ÂCİZLİK BİLE.

 İbn Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatıyor:

Ebû Hureyre'nin, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, diyerek, rivayet ettiği şu hadîstekinden daha küçük, günaha benzer hiçbir şey görmedim!..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Allah âdemoğluna zinâdan nasibini takdir etmiştir!.. Hiç şüphesiz âdemoğlu takdir edilmiş olan bu âkıbete erişecektir!..

İmdî göz zinâsı bakmak, dil zinâsı konuşmaktır. Nefis temennî eder ve iştahlanır.

Tenâsül uzvu ise bu organların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir, yahud yalanlar. (Buharî-Tecrid-2132)

 Ubeyy ibn Kâ’b radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

 -Hızır’ın öldürmüş olduğu çocuk, KÂFİR OLARAK tabiatlandırılmıştır! Eğer yaşasaydı, muhakkak ana ve babasını azgınlık, tecavüz ve kâfirlikle sarıp bürüyecekti!..

 Aişe r.a. şöyle demiştir:

"Bir küçük çocuk öldü. Ben de:

- Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe! dedim.  

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 - Bilmiyor musun ki, ALLAH cennet ve cehennemi yarattı; birincisi için bir takım insanlar yarattığı gibi,  ikincisi için de bir takım insanlar yarattı.

Bir  diğer nakilde;

- ALLAH cennet için bir takım insanlar yarattı ve bunlar babalarının omurga kemiğinde iken daha cennetlik yaptı. Cehennem için de bir takım insanlar yarattı ve bunları da babalarının omurga kemiğinde iken (daha) yarattı...          (Müslim- Ebu Davud)

Aişe r.a. şöyle demiştir:

-Ya Rasûlullah müminlerin küçük yaşta ölmüş olan çocuklarının (âhiretteki durumu) nedir? diye sordum.

-Onlar babalarındandır ,buyurdu.

-Hiç bir amel yapmadan nasıl olur? dedim.

-Onların ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.

-Ya Rasûlullah, ya müşriklerin küçük çocuklarının durumu ne olacak? diye sordum

 -Onlar da babalarına bağlıdır, buyurdu.

 -Hiçbir amel işlemeden mi? diye sordum.

-ALLAH onların, yaşasalardı, ne amel işleyeceklerini en iyi

bilir, buyurdu. (Ebu Davud)

ALLAHû Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 "Bir resul göndermeden hiçbir kavmi helâk eder olmadık!" (İsra sûresi, 15)

 Yezîd ibn Hürmüz ile Abdurrahman el A’râc dediler ki:

-Biz Ebû Hureyre'den işittik şöyle dedi, Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

- Adem ile Musa Aleyhisselâm RABLARI KATINDA birbirlerine karşı delil getirecek tartıştılar. Neticede Adem, Musa'ya HÜCCETLE galebe etti.

Musa:

- Sen Allah'ın kendi eliyle yarattığı; kendi Rûh'undan ruh üflediği; meleklerini secde ettirdiği; cennetinde iskân edip oturttuğu; sonra da yapmış olduğun hatadan dolayı insanları arza indirten Adem misin, diye sordu...

Adem:

- Sen Allah’ın Rasûllükle ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her şeyin beyânı bulunan levhaları verdiği; ve yavaşça konuşucu olarak seni kendisine yaklaştırdığı Musa'sın!.. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Allah'ın Tevrat’ı yazdığını biliyorsun!.. dedi.

Musa:

- 40 yıl önce!..

dedi. Adem:

- Peki, Tevratın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU da ŞAŞIP KALDI". (Ta-ha:121) âyetini buldun mu?.. diye sordu. Musa dedi:

- Evet buldum..

Adem:

-Öyle ise, Allah’ın beni yaratmasından 40 sene önce, benim yapmamı üzerime takdir ettiği işi yapmamdan dolayı beni azarlayıp, kınıyorsun!.. dedi.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem:

- "Böylece Adem, Musa'yı hüccet ile mağlub etmiştir."

Abdullah ibn Amr ibn As radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden duydum, şöyle buyurdu:

 -Allah mahlûkâtın KADERLERİNİ semâları ve arzı yaratmasından 50 BİN sene EVVEL YAZMIŞTIR!..

 Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, dedi:

 - Her birinde hayır olmakla beraber, Allah’a göre kuvvetli mü’min zâif mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir. Sana yararlı şeyler üzerinde hırs ile çalış, Allah’dan yardım iste acze düşme.

EĞER SANA BİR ŞEY, BİR MÜSİBET GELİP İSABET EDERSE, "KEŞKE ben böyle yapmasaydım, böyle olurdu" deme!.. Fakat,

-Allâh BÖYLE TAKDİR ETMİŞ, O DİLEDİĞİNİ YAPAR!.." de. Zirâ bu "KEŞKE"(...seydim) kelimesi şeytanın amelini açar!..

 Bu bölümde de SÜNEN-İ TİRMÎZİ isimli Hadîs kitabından gene "Kader" konusundaki bir kısım Hadîs-i şerîfleri naklediyoruz:

Abdullah bin Ömer radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Ömer radıya’llâhu anh:

-Yâ Rasûlullah. Yapmakta olduğumuz işin, yeni oluşan bir iş, veya bir başlangıç mı olduğu; yoksa önceden tamamlanan bir işde mi çalıştığımız kanâatindesin?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Ey Hattaboğlu, önceden tamamlanan bir işte!.. Herkes kolaylıkla başaracaktır!.. Ne var ki saadet ehlinden olan saadet için çalışacak; şekâvet ehlinden olan da şekâvet için çalışacaktır!

Selman radıyallâhu anhdan rivayet olunmuştur:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Kazayı ancak duâ önler; ve ömrü yalnız iyilik artırır!..

 Ebû Hizâme radıya’llâhu anh rivayet edilmiştir:

Bir adam Rasûlullah’a gelerek sordu:

 -Yaptırdığımız afsun (okunma)ların, tedavide kullandığımız ilaçların ve tuttuğumuz perhizlerin, Allah’ın kaderinden herhangi bir şeyi önleyeceği görüşünde misin?..

 -Onlar da Allah’ın kaderindendir!

 -Ademoğlu, yanıbaşında 99 ölüm olduğu halde sûretlenmiştir!.. Şayet bu ölüm tehlikelerini atlatır ise, ihtiyarlığa düşer ve neticede ölür!..

 Hazreti Ali radıya’llâhu anh’dan rivayet olmuştur:

 Kul 4 esas iman etmedikçe mü’min olamaz!.. Allah’dan başka ilâh olmadığına, Benim Rasûlü olup Hak ile gönderdiğine, ölüme ve öldükten sonra yaşamaya ve kadere iman edecek.

 Câbir bin Abdullah radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Bir kul, hayrı ve şerri ile kadere imân etmedikçe; kendisine isabet edenin ondan şaşmasına; kendisine isabet etmeyenin de ona isabet etmesine kesinlik ile imkân olmadığını bilmedikçe; mü’min olmaz!..

 Abdullah bin Amr radıya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem elinde iki kitap (tutuyormuşcasına) üzerimize çıka geldi. ve:

 -Bu kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?.. Buyurdu.

 -Hayır yâ Rasûlullah, ancak bize bildirirsen... dedik.

Bunun üzerine sağ elindeki kitab için.

 -Bu âlemlerin Rabbından bir kitaptır!.. Cennete gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri, bu kitabda mevcuttur!.. Orada son kişilerine kadar icmâlen yazılmıştır ki, artık onlar kesinlikle artırılmayacak ve eksiltilmeyecektir!..

 Sonra sol elindeki kitab için de. 

- Bu da âlemlerin Rabbından bir kitapdır. Cehenneme gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri bu kitabda mevcuttur. Orada son kişilerine kadar icmalen yazılmıştır. Artık onlar asla arttırılmıyacak ve eksiltilmeyecektir!..

 - Yâ Rasûlullah, durum önceden tamamlanmış ise; o halde amel neye yarar?..

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Doğru olun ve mutedil davranın. Çünki cennete girecek kişi, her ne amel işlemiş olursa olsun, onun ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır!.. Cehenneme girecek kişi de, ne amel işlemiş olursa olsun cehennem ehlinin ameli ile ameline son verecektir!.. Rabbimiz KULLARIN KADERİNİ TAYİN ETMİŞTİR!.. Bir bölük cehennemdedir!..

İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anhden:

-Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem bize hutbe irâd ederek:

 -Hiç bir şey, hiç bir şeye hastalığını bulaştıramaz!..

Bunun üzerine bir a’rabî sordu:

 - Ya Rasûlullah, haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra bütün develeri uyuz yapıyor!?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

 - O halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir?.. Advâ ve sefer yoktur!.. ALLAH HER NEFSİ YARATMIŞ ONUN HAYATINI, RIZKINI, KARŞILAŞACAKLARINI TAKDİR ETMİŞTİR!

 Buharî’den. Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’dan.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti cennete koyamaz!..

 Bunun üzerine ashabı sordu:

- Seni de mi koymaz Yâ Rasûlullah?..

Resûl-i Ekrem şöyle cevab verdi:

 -Evet, beni de!.. Allah’ın fazlı ve rahmeti beni kuşattığı için cennete girerim. Bu sebeble ashabım iş ve ibâdetinizde ifrat ve tefritten sakının. Doğru yoldan gidip Allah’a yaklaşınız. Sakın hiç biriniz ölümü temenni etmesin!..

Çünki o, hayır sahibi ise, hayrını arttırması umulur; günâhkâr ise tevbe ederek ölmesi beklenebilir.(Tecrid-1918)

Abdullah bir Amr radıya’llâhu anh’den rivayet olunmuştur:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

 -Muhakkak yüce Allah yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı. Sonra onlara nurundan saçtı!.. Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi!.. Nasibini alamayan da delâlete saptı!.. Bunun için ALLAH'IN İLMİNE GÖRE KALEM KURUDU!.. (Tırmizi-2780)

 Zeyd bin Sâbit radıya’llâhu anh şöyle dedi:

Ben Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den duydum şöyle buyurdu:

 - Eğer Allah sahibi olduğu göklerin halkını ve yerin halkını azâblandırsa idi, onlara zulmetmeden azâb vermiş olurdu!..

Eğer, onlara merhamet etse idi, Allâh’ın rahmeti onlar için, kendileri için işledikleri âmellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu.

Ve eğer senin, Uhud Dağı kadar altının olup, hepsini Allah yolunda harcamış olsaydın; Sen, kaderin hepsine inanmadıkça ve SENİN BAŞINA GELMİŞ OLAN ŞEYLERİN GELMEMESİNİN MÜMKÜN OLMADIĞINI; ve başına gelmemiş olan şeylerin de gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe (kabul olmazdı). Kezâ anlatılan bu inançtan başka bir akîde üzerine ölürsen şüphesiz cehenneme gireceğini kesin olarak bilmedikçe, senden kabul edilmezdi. (İbn-i Mâceh-Mukaddime)

 Süraka bin Cü’şum radıya’llâhu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi şöyle demiştir:

Ben Rasûli Ekrem sallallâhu aleyhi ve selleme dedim ki:

 -Yâ Rasûlullah!.. AMEL, kaderleri çizen kalemin yazdığı mukadderâtın cümlesinde mi ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?.. Yoksa AMEL, (için geçmişte bir kader sözkonusu olmayıp) istikbalde takınacağı tavra göre mi?..

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

 -FİİLİN, kader ile tesbit edilmiş olan mukadderâttan olup, kâlemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.. Herkes ne için yaratıldı ise ona müyesser kılınır!.. (İbn-i Mâce Mukaddime)

 «Tâvûs şöyle anlattı:

Ben Rasûlullahın (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sahabîlerinden bir çok insanlara eriştim... Onlar, «HER ŞEY KADER İLEDİR» diyorlardı..

Ben, Abdullah İbni ÖMER'den şöyle işittim: Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu;

 «HER ŞEY KADER İLEDİR!.. Hattâ, âcizlik ile zekâ ve beceriklilik bile!..»

 Abdullah b. Amr r.a. söylemiştir:

Rasûlulah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i işittim, şöyle diyordu:

 -Muhakkak yüce ALLAH yarattıklarını (önce) bir karanlık içinde yarattı; sonra onlara nurundan saçtı!

Bu nurdan nasibini alan kimse hidâyete erdi !..  Nasibini alamayan da dalâlete saptı!.

Bunun için, "ALLAH'ın ilmine göre kalem kurudu!..  yani işlerin takdiri son bulmuş ve kalemin yazacağı bir şey kalmamıştır." derim.  Tırmizî (İmam b. Hasan senetle) 

Ebu Hüreyre r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı. Ve:

 -Bununla mı emr olundunuz, bununla mı ben size gönderildim. Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında münakaşaya giriştikleri vakit, helâk oldular. Yemin ediyorum, bu hususta nizâ etmemeniz için, yemin ediyorum size! buyurdu.   (Tırmizî)

Cabir r.a. den:

Rasûlullah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 -Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini bilmedikçe, hiç bir kul iman etmiş sayılmayacaktır.  (Tırmizi)

Aişe r.a.'den:

Rasûlullah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 -Lânet ettiğim altı kişi vardır ki, onlara ALLAH ve gelmiş geçmiş her Nebi ve Rasûl  lânet etmiştir. Bunlar:

ALLAH'ın kitabına ilâve yapan, kaderi tasdik etmeyen, ALLAH'ın zelil kıldığı (günahkârları) yükseltmek, aziz kıldığı (sâlih) kulları alçaltmak için ceberut ile insanların başına musallat olan, Mekke hareminde yasak olanı işleyen, Ehl-i beytime zulm eden, bir de sünnetimi terk eden kişidir. (Tirmizi)

 Ümmü Habibe r.a.:

-Ey ALLAH'ım, bana uzun ömür vermek suretiyle beni zevcim Rasûlullah'tan babam Ebu Süfyan'dan ve kardeşim Muaviye'den faydalandır!.dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine:

 -Sen ALLAH'tan kesinleşmiş eceller ve zarûri olan bir takım şeyler ve taksim edilmiş rızıklar hakkında bir takım talepte bulundun ki; ALLAH onlardan hiçbirini ne vakitten önceye alır, ne de sonraya bırakır!.. Eğer, ALLAH'tan seni Cehennem'deki azabtan ve kabirdeki azabtan kurtarmasının isteseydin senin için daha hayırlı olurdu... buyurdu.

 Bunun üzerine bir adam:

-Ya Rasûlullah, şu maymunlar ve hınzırlar, (hani şu azap maksadıyla insanların) çevrildiği maymunlar ve hınzırlardan mıdır?.. Diye sordu.

Rasûlulah  (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdi:

-Muhakkak ki, yüce ALLAH hiç bir kavmi helâk veya azaba çarpmadı ki, sonra onların neslini devam ettirsin. Bugünkü maymunlar ve hınzırlar, önceden mevcuttular.                                         (Müslim)

Enes r.a. şöyle demiştir:

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) sık, sık:

- Ey kalbleri çeviren ALLAH, kalbimi dinin üzerine sabit kıl! diye dua ederdi.      

Biz de kendisine:

-Ya Rasûlullah, sana ve getirdiklerine iman ettik, bizim için (hâlâ) korkuyor musun? diye sorduk.

 -Evet, çünkü kalbler, ALLAH'ın parmaklarından ikisinin arasındadır; dilediği gibi onları çevirir, buyurdu.               (Tırmizî)

 Müslim'in lafzı şöyledir:

-İnsan oğullarının kalblerinin hepsi bir tek kalp gibi, Rahman olan ALLAH'dan iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onu çevirir

Ebu Hüreyre r.a. den:

 Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 "Her doğan, ancak fıtrat dini üzerine doğar; sonra ana ve babası onu yahudi ve hırıstiyan ve mecusi yaparlar.

Tıpkı bütün uzuvları tamam olarak hayvan yavrusunu dünyaya getirdiği gibi; siz o yavruda bir eksiklik görür müsünüz?!

 Sonra Ebu Hüreyre (r.a.):

 İsterseniz "Yüzünü ALLAH'ın o fıtratına çevir ki insanları, o fıtrat üzerine yaratmıştır. "(Rum, 30) meâlindeki âyeti okuyunuz dedi.   (Buhari, Müslim, Ebu Davud- Tırmizî)

Cennetteki uzun boylu adam, İbrahim a.s.'dır. Etrafındaki çocuklara gelince, onlar fıtrat üzerine ölen her çocuktur.

Müslümanlardan biri:

- Ya Rasûlullah, müşriklerin de küçük çocukları buna da dahil mi? diye sordu.

 Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 - Evet müşriklerin de çocukları, buyurdu.     (Buhari)

 Ebu Hüreyre r.a. den:

" Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)’a  müşriklerin küçük yaştaki çocukları hakkında (âhiretteki durumları nedir? diye) sordular. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Onların (çocukken ölmeselerdi) ne amel işleyeceklerini ALLAH en iyi bilir, buyurdu.      (Buhari, Müslim Tırmizî)

 Enes r.a.'den:

Adamın biri:

-Ya Rasûlullah, babam nerededir? diye sordu. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Baban cehennemdedir,

 diye cevap verdi. Soruyu soran adam gidince, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Benim babam ile senin baban ateştedirler, buyurdu       (Ebu Davud)

Zeyd b. Sabit r.a. şöyle demiştir:

"Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Neccar oğullarına ait bir bahçede, devesi üzerinde iken, biz de yanında bulunuyorduk. Deve birdenbire ürküp kaçtı.. Nerdeyse Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'i üzerinden atacaktı. Birden orada altı, yahut beş veya dört kabir bulunduğu anlaşıldı. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bu kâbir sahiplerini bilen var mı? diye sordu. Bir adam:

-Ben bilirim, dedi.

Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bunlar ne zaman öldüler? dedi. Adam:

 -Şirk hâlinde iken öldüler, diye cevap verdi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Bu Muhammed ümmeti kabirlerinde sorguya tabiî tutulur (fitne ve azaba duçar olurlar); ölülerinizi gömmekten çekineceğinizden korkmasam, şu kabirlerden işittiğim azabı, ALLAH'ın size de işittirmesini dua ederdim,  buyurdu.     (Müslim, Nesei)

 Sehl r.a.'den:

"Müslümanların büyük zengin ve yardımcılarından bir adam, peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte iştirak ettiği bir savaşta, Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem) kendisine baktı ve:

 -Kim cehennemlik bir adam görmek istiyorsa, şu adama baksın!.. dedi.

 Bunun üzerine cemaattan biri, zenginin peşine düştü. Bu, o hâli ile müşriklere en şiddetli bir şekilde saldıranlardan biri idi. Nihayet yaralandı. Daha çabuk ölmeyi arzu ettiği için, kılıcının ucunu iki memesi arasına dayadı ve vucüdunun bütün ağırlığı ile kılıca yüklenince kılınç (sırtından) iki omuzu arasından çıktı (bu suretle intihar etti.)

Bunu gören o adam, koşarak Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve:

-Senin gerçekten ALLAH'ın Rasûlu olduğuna şehadet ederim. (Yani bu adam hakkında verdiğin haber doğru çıktı) dedi. Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

-Ne oldu? dedi. Adam:

-Filan kişi için; Kim cehennemlik olan bir adamı görmek isterse, şu adama baksın, buyurdun. Halbuki bu adam Müslümanlara en çok yardım edenlerimizden biri idi. (Sen söyleyince) bu adamın (göründüğü gibi) böyle (yani bu hâli üzerine) ölmeyeceğini anlamıştım. Adam yaralanınca, hemen ölmek istedi ve kendini öldürdü. Bunun üzerine Rasûlullah (salla'llâhu aleyhi ve sellem):

 -Muhakkak ki kul, (ALLAH'ın ilminde) Cennet ehlinden olduğu halde cehennemliklerin yaptığı işleri yapar. Cehennem ehlinden olduğu halde de cennetliklerin amellerini yapar. Amellerde itibar, insanların ömrünün sonlarında yaptığı amelleredir, buyurdu. (Buhari)

İmran bin Husayn radıyALLAHu anhten rivayete göre, şöyle demiştir:

Bir kere Resûlü Ekrem'e bir kimse (İmranın kendisi) şöyle sordu:

-Ya Rasûlullah, Ehli Cennet, cehennemliklerden (ALLAH'ın kaza ve kaderiyle) bilinir, (ayırd edilir) mi?

Rasûlullah:

- Evet, ayırdedilir!..

-Öyle ise (cennetlik, cehennemlik ezelde belli olduğuna göre) hayır işliyenler ibadet edenler niçin işlemeli?

Rasûlullah buyurdu ki;

-Herkes niçin yaradıldıysa onu işler, kendisi için (ezelde) ne müyesser kılındıysa onu yapar... Buyurdu.    (BUHARİ-Tecrid 2062.)

 Ebu Hüreyre radıyALLAHu anhten rivayete göre Rasûlullah

(salla'llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

-Ademoğluna nezri (adağı) tahmin etmediği bir şeyi getirmez. Lâkin ALLAH'ın takdiridir ki; Ademoğlunu sürükler. Ben bir şeyin (verilmesini) oranlarım. Bu takdirimle o şeyi (o malı) cimriden çıkarmak isterim.  (BUHARİ-Tecrid 2066)

 "Biliniz ki muhakkak ALLAH kişi ile kalbinin arasına hail olur ve her halde siz onun divanında haşrolacaksınız"   (Enfal sûresi: 24)

 Görüldüğü üzere, evren daha varolduğu anda, sonsuza dek olacak her şey bellidir!..

Kimse ve hiç bir şey kendi yazgısını değiştiremez!..

Herkes kendi kaderini yaşamak zorundadır!.. Ki konumuz olan "ALLAH'ın AHAD" oluşu dahi ister istemez bu olguyu ortaya açık seçik koymaktadır.

«ALLAH» ismiyle işaret edilenin  TEK oluşu ve "O"nun dışında hiç bir şeyin varolmayışının anlaşılamaması, «KADER» konusunda sayısız tartışmalara yolaçmıştır...

Oysa, «KADER» konusundaki bu gerçeği, Hazreti MUHAMMED aleyhisselâm tebliğ ettiği âyetler ve kendi beyanlarıyla açık seçik, pek çok defa, kesinkes vurgulamıştır...

İnsanın başına gelen her şeyin istisnasız «KADER» hükmünden ileri geldiğini vurgulayan pek çok İslâm âleminden biri de İmam Gazalî'dir ki; "İhyau Ulûm'id Din" isimli kitabının 2. kitap 2. bâbında, "hakikat ve şeriât" başlığı altında şöyle der:

«Çünkü  biz, bütün fenalıklar, isyan, zinâ ve hatta küfür ALLAHÛ Teâlâ'nın kazası, iradesi ve dilemesiyledir; ve bütün bunlar haddı zâtında hakdır, deriz.»  

KADER konusunda nakletmiş olduğumuz sayısız Hadîs-i şerîflerden sonra, yarım akılları ve çalışmayan beyinleri ile bu hadîslere karşı çıkmak cür’etini gösterecek sözde âlimlere yine şu buyruğu Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem ile ikazda bulunmak isterim:

Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’den.

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 -Okunmakta olan hadîsimi koltuğuma yaslanmış olarak herhangi birinizin dinlemesini ve sonra da okuyana, <Sen hadîsi bırak, onun doğru veya yalan olduğunun anlaşılması için Kur'ân'dan bir şeyler oku> dediği kat’iyyen bilmeyeyim!.. Söylenen o  sözü ben söyledim.’

-Herhangi bir Hadîs-i şerîf nakline karşı, ama falanca âlim ya da filanca velîde böyle söylemiştir gibi verilen cevablar son derece yanlıştır. Bu, Rasûlullah öyle demiş ama, onun kadar değerli filanca da böyle demiş diyerek ikisini karşılıklı kefeye koymak olur ki, son derece anlayışsız, basîretsiz bir harekettir. Bırakın, ümmetten falanca ya da filanca âlimi veya ârifi; yukardaki Hadîs-i şerîfte olduğu gibi, bir hadîs-i nakletmek gayesiyle âyetten sözedilmesi bile son derece çirkin bir davranış olur.

Bu sebebledir ki; Ebû Hureyre radıya’llâhu anh, İbn-i Abbas radıyallâhu anha;

- Ey yeğenim, ben sana Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden hadîs rivayet ettiğim zaman, ona karşılık olarak darbı meselleri anlatmaya kalkma!.. demiştir.

Bize düşen iş, öncelikle itirazsız Rasûlullah’dan geleni olduğu gibi kabul etmektir. İkinci aşamada ise, bu kabûl ettiğimiz şeyin şayet ille anlamak istiyorsak neden, nasıl olduğunu, araştırmaktır. Bulabilirsek, ne âlâ!.. Bulamaz isek, bu defa o konuyu olduğu haliyle kabul etmiş olarak araştırma konumuzu zamana bırakmaktır. Şayet reddedersek, o konuda kendimizi ebedî olarak o ilimden mahrum bırakmış oluruz’.

Şurası kesin bir gerçektir ki. Rasûlullah, Allâhü Teâlâ’nın bahsetmiş olduğu olağanüstü yanıyla, yani "Kendi hevâsından konuşmaz" özelliği dolayısıyla varlığın tüm gerçeklerini çeşitli şekillerde insanlara bildirmiştir. Ancak bu bildirim, yaşadığı günün şartları, o devrin insanlarının anlayış sınırlıkları ve nihayet o devrin ilminin son derece kısıtlı olması sebebiyle; pek çok konuda gerçeklerin, benzetmeler, mecâzler, misâller yoluyla açıklanmasına sebeb olmuştur. Öyle ise biz ilmimizi geliştirebildiğimiz nisbette bu gerçeklere yaklaşabilip, bu sırları deşifre edebileceğiz.

Muhakkak ki, günümüzde yaşayan bir kısım dargörüşlü, taklidçi tabiâtlı, sabit fikirli insanlar; meselenin gerçeğini araştırmayı hedeflemiş, gerçeklere ulaşmak için çaba sarfetmek üzere yaradılmış olanları tenkid edecekler, kınayacaklar hatta çok ilkel bir kafa yapısı dolayısıyla -kâfirlik’ ile bile itham edeceklerdir.

Neyleyelim ki, din, günümüz insanlığında lâyık olduğu değeri bulamıyor ise bunun vesilesi de, bu dargörüşlü kafası çalışmayan mukallitlerdir.

 "İDRAK EDEMİYORSANIZ, BÂRİ İNKÂR ETMEYİNİZ."

 Unutmayalım ki; şeytan, idrak edemediğini reddettiği için "İBLİS" oldu!..

hf

MAHLÛKATIN KADERLERİNİ KİM YAZIYOR?

 

 Mahlûkatın kaderini yazan "Rabbülâlemin"dir...

"Rabbülâlemin"... Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.

Bütün "ALLAH İSİMLERİNİN mânâları", "ALLAH" ilminde mevcuttur, dedik.

"Rahmaniyet" mertebesinden, "ilmi ilahideki ilahi esmanın toplu halde bulunduğu mertebedir" diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya ayrılıktan söz edilemez.

"RAHMANİYET", ilâhi esmânın hazinesidir, deriz; ki bu da mecâzi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da münezzehtir "ALLAH"!.

İşte bu "Rahmaniyet" mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, "O"nun, "melikiyet" mertebesi özelliği ile mülküdür.

Bir yönü itibarı ile "Melîk"tir, bir yönü itibarıyle "Mâlik"tir.

Ancak, "melîk" ismi, "mâlik" isminden daha kapsamlıdır.

"Mâlik" ismi," "bir şeyin sahibi" anlamındadır.

"Melîk" ise o şeyin hem sahibi", hemde "o şeyler üzerinde mutlak hükümdar" olandır.

Yani, "ALLAH"ın "Melîkiyet"i, "kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması, seyretmesi" anlamındadır.

 "DİLEDİĞİNİ YAPAR." ( )

 "YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ!" (21-23)

 Bu âyetler "O"nun "Melikiyeti"nin eseridir.

"Melikiyet" mertebesinin tenezzülü ile "rubûbiyet" mertebesi oluşur eder.

"Rubûbiyet" mertebesi çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler- şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya çıktığı anda "abd" meydana gelir...

"Rabb" yani "ALLAH isimleri"nin bir terkip -bileşim- hâli, bir birimin, bir isim ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış "rubûbiyet" mertebesinin hükmünün zâhir oluşudur.

 Kul, Rabbına tâbidir!.

"YÜRÜR HİÇBİR MAHLUK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP GÖTÜREN O'DUR!." (11- 56)

Âyeti işte bu gerçeğe işaret eder.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; "ALNINDA" -alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esma terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır... Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esma terkibinin tabii sonucudur...

Yani, "birim" ismi, kendini meydana getiren isimler bileşiminin adıdır.

Kendisini meydana getiren o esma terkibinin -isimler bileşiminin- dışında, birimin bir varlığı mevcut değildir.

Eğer, o ismin ardındaki, o ismin karşılığı olan esma terkibini ortadan kaldırırsanız; ismin arkasındaki varlık da ortadan kalkar!.

Hangi isimle isimlenen, hangi varlık, hangi birim olursa olsun, o ismin ardındaki varlık bir esma terkibidir; yani rabbın bir isimler bileşimi şeklinde kendi varlığını aşikare çıkartmasıdır.

Bu yüzdendir ki...

Birimin, hiç bir şekilde, "ALLAH"ın esmâsı dışında, bir zerre varlığı mevcut değildir!.. Ve bu sebepledir ki, Abd, rabbının mutlak olarak kuludur!...

Abd, rabbine kulluk etmededir!. Her hâlûkârda!.

Abd'ın rabbine kulluk etmemesi asla düşünülemez ve hayâl bile edilemez... Tasavvur bile edilemez...

Çünkü Abd'ın, Rabbinin varlığı dışında hiçbir şeyi yoktur!. Sadece ismiyle, rabbından ayrı düşmüştür abd!..

Bunu târif sadedinde basit bir misâl vermişlerdir ama, bu misalin kelimelerinde kalınırsa gene olaydan çok uzak düşülür.

Suyun çeşitli kalıplarda donarak, değişik sayısız buzdan heykeller meydana getirmesi; ve bu buzdan heykellere değişik isimler verilerek, sayısız değişik varlıklar varmış sanılması halini düşünün!...

Birinin adına insan demişsin, diğerinin adına cin, bir diğerinin adına melek, ya da dağ, deniz v.s. demişsin!.

Ne varki, buzdan birimlerin isimlerinin ardındaki varlık olan o buzdan heykelleri erittiğin zaman, buz, aslı olan suya döner!..

Şimdi, "abd", "Rabbın Abdı" olduğuna göre;

"Abd" ismiyle, "Kul" ismiyle işaret edilen varlık, belli ilahi isimlerin manalarının, bir bileşim halinde biraraya gelerek bir anlam oluşturması olduğuna göre;

Ayrıca, o abdın, başka bir tanrıdan, başka bir ilâhtan, başka bir varlıktan almış olduğu bir aklı, bir şuuru, bir idrakı ve bir iradesinden acaba söz edilebilir mi?..

İşte geldik işin tabiri câiz ise püf noktasına...

Varlığın aslını hakikatını, özünü bilmeyenler; hakikata ermemiş olanlar; yani, herşeyi beş duyu sınırları içinde değerlendirme özelliği ile bezenmiş mübarek varlıklar; elbette kendilerinde belli bir bağımsız akıl, belli bir bağımsız irade, belli bir bağımsız kudret, belli bir bağımsız güç olduğunu düşünecekler; ve bu düşünceleriyle o güzel ve mükemmel hayatlarını yaşayıp, bu dünyadan geçip gidecekler!!!..

Şurası kesin ki, "ALLAH" dilediğini yapmadadır ve yaptığından sual sorulması söz konusu olmaz!.

Sual sorulmaz; çünkü, sual soracak ikinci bir varlık yoktur !

 "VE MA TEŞÂUNE İLLA EN YEŞÂALLAHÜ." (İnsan, 30)

 "Siz dileyemezsiniz, isteyemezsiniz... İstek sadece "ALLAH"a aittir"..

 Evet, dikkat buyurun...

"Siz isteyemezsiniz, ALLAH istemedikçe" çevirisi yanlıştır!.

Bu âyetin gerçek manası...

"Siz isteyemezsiniz, isteyen ALLAH'tır"dır!..

Ve bu manayı anlarsak, farkederiz ki, iki tane isteyen varlık yok!.

"Biri istiyor da, onun isteği üzerine ötekinde de istek meydana geliyor" gibi bir kavram kesinlikle sözkonusu değil!.

İşte, "ve ma teşâune illa en yeşâallah" ayetinde de bu husus vurgulanır...

Gerçekte isteyen tek varlık, yani MURÎD ALLAH'tır!. İRADE sadece ALLAH'ındır. Ve, O, murad ettiğini ol hükmüyle meydana gelir!

İşte bu gerçeğe işaret sadedinde denir ki;

"Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın yaradan".

Kendini aradan çıkartırsan, kaldırırsan; yani, "ALLAH`tan ayrı bir varlık olarak varım" varsayımından, zannından kurtulursan; varlıkta mutlak MÜRİD yani İRADE EDEN ve RAB olan ALLAH dışında bir şey mevcut olmadığını açık seçik farkedersin.

 "SİZİ VE YAPTIKLARINIZI ALLAH YARATTI." (37- 96)

 ALLAH "yaratmıştır" kelimesiyle işaret edilen manayı biraz evvel izah etmiştik. Yani, varlıkların yaradılışı demek, "İLİM" boyutunda esma manalarınn takdiri, hükmüdür!.

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mananın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, manadır!...

Dikkat ediniz, "mânâ ihtiva eder", demiyorum!... Birimin algılama şekline göre, "mânâ ifade eder"dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.

O "manâ", algılama aracına bağlı olarak "fiil" şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir "sır"dır bu; ve konunun önemli "püf" noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan manadır!...

Mananın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Eğer şu açıklamaya çalıştığım cümleyi anlamazsak, kesinlikle "ALLAH vardır ve O'nunla beraber hiçbir şey yoktur" cümlesinin manasını da anlayamayız!... Lâfını eder, ezberler, kelimeleri tekrarlarız, ama manasını kavramamız asla mümkün olmaz!.

Ef'al boyutu denen; algılama araçları ile var görünen; var kabul edilen; var sayılan; tüm fiiller, orijinde mana olarak mevcuttur; ve "fiiller boyutu" denen "kesret âlemi" için, bu sebeple denmiştir ki;

"HERŞEY HAYÂLDEN İBARETTİR; ÂLEMLERİN ASLI HAYÂLDİR."

 Çünkü kesret yani çokluk kavramı içine giren her şey, ALLAH isimlerinin anlamlarından başka bir şey değildir!...

Eğer, siz henüz şuur boyutunda yaşayabilme; benliksiz bir biçimde, varlığın Tekliğini seyredebilme özelliğine sahip değilseniz; sizin için çokluk âlemi mevcuttur!. Ve siz kesret âleminin kurallarına göre yaşarsınız!... Ve bu yaşamınızın doğal sonucu olarak, bütün beşeri değerler, kavramlar geçerlidir.

Ayrıca sanmayınız ki; bu bahsedilen âlemleri yaşadığınız zaman, şu içinde bulunulan âlem ortadan kalkar; hayır !...

Her boyut kendi algılayıcısıyla varlığını sürdürür; ve,

"ALLAH, ADEM'İ KENDİ SÛRETİ ÜZERE MEYDANA GETİRDİ, YARATTI"

anlamındaki Rasûlullah uyarısı gereğince de, insan ismi altında, Zat boyutu, sıfat ve esma boyutu ve ef'al boyutu mevcuttur.

Bu yüzdendir ki; Zat boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; sıfat ve esma boyutunun, erdiyseniz hakkını verirsiniz; ef'al boyutunun da ayrıca hakkını vermek zorundasınız!... Çünkü bu dört boyutta sizin varlığınızda mevcuttur!.

Şu ana kadar anlattığımız hususlarda, Rasûlullah aleyhisselamın açıklamaları ve Kur`an-ı Kerimde işaret edilen gerçeklerden anlayabildiğimiz kadarıyla, "ALLAH"ın kazası ve takdiri ile; "ALLAH"ın varlığı meydana getirişi; ve bu konudaki takdiri üzerinde durduk.

Şayet buraya kadar anlattıklarımızı yeterince açıklıyabildiysek, bundan sonrasını da son derece rahatlıkla anlayıp çözebiliriz.

Ancak, bu bölümü anlamadıysak, "ALLAH" isminin manasını şayet kavrayamadıysak; bu mana bize açılmadıysa; muhakkakki herkesin anladığı manada "bireysel kader" konusunda bir takım sorularımız olacak; ve, "ben burayı bir türlü anlayamıyorum" diyeceğiz.

Sahih-i Müslim isimli kitapta, Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullah aleyhisselam şöyle anlatmıştır:

"Adem ile Musa aleyhisselam rableri katında birbirlerine karşı deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Adem delil gücüyle Musa'ya galebe çaldı.

Musa dedi ki;

- Sen ALLAH'ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği; meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı hatadan dolayı bütün insanları indirten Adem değil misin?

Diye hitap etti. Bunun üzerine Adem aleyhisselam da Musa'ya cevap veriyor.

-Sen ALLAH'ın Rasûllüğü ve kelamıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde herşeyin açıklaması bulunan levhâlârı verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine seçtiği Musa'sın!. Benim yaratılmamdan kaç sene evvel ALLAH'ın Tevrat'ı yazdığını biliyorsun...?

Musa aleyhisselam cevap verdi.

-Kırk sene evvel !...

Adem dedi ki;

-Peki Tevrat'ın içinde, "VE ADEM RABBİNE ÂSİ OLDU DA ŞAŞIP KALDI." (TaHa-120) âyetini buldun mu?... Tevrat'ta böyle bir ayet yazılı mıydı?

- Evet ! dedi Musa a.s.

Adem;

-ALLAH'ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun.

Rasûlullah aleyhisselam devam ediyor;

 -Böylece, Adem, Musa'ya delil gücüyle galebe çaldı."

 Şimdi burada kırk sene diyor

Biraz evvel de bir Rasûl açıklamasını okuduk.

 "MAHLÛKATIN KADERİNİ ONLARI YARATMADAN ELLİ BİN SENE EVVEL TAKDİR BUYURMUŞTUR."

 buyuruyordu.

Şimdi buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!...

 "Ruh ve melâike, bir günü elli bin sene olan bir zaman ölçüsünde ALLAH'ın huzuruna yükselirler"

 âyetinde işaret edilen bir biçimde, "meleklerin" günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre değil!.

Ayrıca burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor...

Hz. Rasûlullah burada önemli bir açıklama yapıyor...

Şöyle ki...

Adem, Musa'ya diyor ki; "benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın" .

Eğer Adem, bizim beşeri değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Adem, kendi dileğiyle, ALLAH'a rağmen, ALLAH istemediği halde, kendi özgür iradesiyle o fiili yaptı der, Adem'i suçlayabilirdik!.

Ama burada Hz. Rasûlullah aleyhisselam diyor ki;

"Adem rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu bilmiyorsun.." diyerek, bu sözüyle Adem`in haklılığına işaret ediyor.

Bununla bağlantılı bir Hadisi Şerif var.

"ALLAH MAHLUKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİBİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR."

Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir eden "ALLAH"tır.

Yeryüzünde yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de içdünyalarında karşılaştıkları her olayın "ALLAH TAKDİRİ" ile meydana geldiği İslâm Dini’nin kutsal Kitabı KUR`AN-ı KERİM’DE apaçık bir biçimde ve kesin bir dille açıklanır..

İşte Hadid Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı:

 "SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE iSABET EDEN BİR OLAY, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!.

BUNU, ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP; ELİNİZDEN ÇIKAN ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ....."

 KUR`AN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin "TAKDİR" olduğunu vurgularken...

Rasûlullah aleyhisselam şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği gibi, net bir biçimde "kader"in "TAKDİR" olduğunu beyan ederken; basiret sahibi bir insan nasıl "KADER" olayını inkar eder, oldukça hayret verici bir husustur!

Bu konuda bilgilenmek isteyen, Hz. Ömer radıyallahuanh bir gün Rasûlullah efendimizle otururken soruyor.

-Ya Rasûlullah, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani bir işin başlangıç hali mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi olduğu, hususunda ne buyuruyorsun?...

Burada Hz. Ömer'in sormak istediği husus şu...

Yani biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı bir şeyler meydana getiriyoruz?...

Rasûlullah aleyhisselam cevap veriyor.

"-Ey, Hattapoğlu önceden tamamlanmış olan bir işin üzerinesin!...

Herkes kolaylıkla başaracaktır!... Ne var ki, saadet ehli olan saadet işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana getirecektir!."

Şimdi bakın burada vurgulanan husus apaçık!.

Şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır bu beyan ile..

Kim açıklıyor?...

Dini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullah aleyhisselam...

Öyle ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ eden Rasûlullah'a karşı çıkmış olacaktır!.

Hz. Rasûlullah aleyhisselamın "kader"le ilgili açıklamalarını "İNSAN VE SIRLARI" isimli şu anda 10. baskısı hazırlanan kitabımızın "kader" bölümünde geniş bir biçimde sizlere naklettik.

Ayrıca, "Kader" konusunun "DUA" ile bağlantısı, "duanın kaderi değiştirip değiştirmeyeceği" hususlarına da "DUA VE ZİKİR" isimli kitabımızda yer verdik.

Bu iki kitaptaki iki bölüm; yani "insan ve sırları" kitabındaki "kadere iman" bölümüyle, "Dua ve zikir" kitabındaki "kader ve dua" bölümü, birbirini bütünleyen iki önemli bölümdür.<O:P</O:P

Şimdi konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim.

Ebu Hureyre'nin nakline göre Hz. Rasûlullah şöyle buyurmuştur;

"HER BİRİNDE HAYIR OLMAKLA BİRLİKTE ALLAH'A GÖRE KUVVETLİ MÜMİN, ZAYIF MÜMİNDEN DAHA SEVİMLİ VE HAYIRLIDIR.

SANA YARARLI OLAN ŞEYLER ÜZERİNDE HIRSLA ÇALIŞ. ALLAH'TAN YARDIMiSTE VE ACZE DÜŞME.<O:P</O:P

EĞER SANA BİR OLAYiSABET EDERSE; BU HOŞUNA GİTMEYEN OLAY DOLAYISIYLA,

-KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU !..

DEME...

-ALLAH BÖYLE TAKDİR ETMİŞ O DİLEDİĞİNİ YAPAR; DE... ZİRA KEŞKE KAVRAMI ŞEYTAN AMELİNE YOL AÇAR."

Şimdi dikkat ediniz, bu Rasûlullah uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir.

Pek çok olayda hemen şunu söyleriz...

Keşke bunu yapmasaydım!... Veya; keşke şunu yapsaydım da böyle olmasaydı!.

İşte Hz. Rasûlullah aleyhisselam bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!...

Diyor ki;

 -"keşke" kavramı şeytan ameline yolaçar. Yani, şeytani düşünceye yol açar!.

Çünkü ALLAH takdir ettiği içindir ki, senden veya ondan o fiil meydana gelmiştir!... Ve o fiilin meydana gelmemesi de asla mümkün değildir!.

O takdir edilmiş ve öyle olacaktı; ve oldu!.

O işin öyle olmaması kesinlikle düşünülemez!.

İşte bu sebepledir ki, "keşke" kelimesini ve kavramını yasaklıyor , Hz. Rasûlullah aleyhisselam.

"Ben keşke demiyorum ki, yapmasaydım diyorum"...?

"dım" takısı "keşke" kavramının bir başka ifadesidir... Kendimizi aldatmayalım!.

Yani, bu idraka göre, içinde yaşadığın anın gerisinde cereyan etmiş olan, hangi olay olursa olsun; senin, "keşke bunu yapmasaydım" demeğe hakkın yoktur.

Kime göre?...islâm dinini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullah aleyhisselama göre!. O`na inanıyorsan, senin böyle bir şey demeye hakkın yoktur.

Senin kendi namına, "keşke böyle yapmasaydım", demeye hakkın olmadığı gibi; karşındaki için de "böyle yapmasaydı bu olmazdı" demeğe hakkın yoktur!..

Ya, Rasûlullah'a iman et, karşındakine "böyle yapmasaydın bu iş böyle olmazdı" demeyi terket !.

Ya da, "ben Peygambere inanmıyorum, benim aklım yatmıyor öğretisine", de; herkesi geçmişinden dolayı suçlamaya devam et!.

 Bu ikisinin dışında başka bir görüş yok..

hf

“KADER  SIRRI”NA VÂKIF OLMAK  İÇİN

"KADER" KONUSUNDA  YAKLAŞIMIMIZ NE OLACAK..?

 Esasen basîret sahibi için Tevhid sırrı ile kader sırrı aynı şeydir!.. Bu sır aslında gerçeği görmek isteyenler için hiç de sır değildir!.. Daha doğrusu, bu gerçeği görmek kolaylaştırılmış olanlar için, hiç de güç değildir!..

Evet, mesele o gerçeğe ehil olarak yaradılmışlar için son derece basittir!..

Şöyle ki...

Allâh, kendisinde mevcut olan sayısız ve sonsuz mânâları âşikâre çıkartmayı irade etmiştir.

İlim vasfı dolayısıyla hangi mânâların âşikâre çıkmasını murad etmiş ise, ilminin gereğini kudret sıfatıyla gerçekleştirmiştir.

Esasen her şey ilim mertebesinde olup bitmiştir!..

Daha sonra ise ilim mertebesinde olup bitenler, kuvveden fiîle dönüşmeye başlamıştır. Varlıkda asıl olanlar ilâhî sıfatların ve isimlerin mânâlarıdır.

Bu mânâların sayısız bileşimlerinden ise, gene sayısız isimlerle anılan oluşumlar meydana gelmiştir. Ancak bu meydana gelen oluşumlar dahi gene kendi varlığı ile kâim olan şeylerdir.

Şu hususu çok iyi kavrayalım.

Bir deri parçasını başına şapka yapmakla, ayağına ayakkabı yapmanın senin yönünden nasıl bir farkı yoksa; ayağın tabanı nasıl, beni niye göz yapmadın diyemiyor ise; var edilen varlıkların da, gerçekte, beni niye şöyle yapmadın demeye hakları yoktur!.. Velev ki deseler..? Vücudunuzdaki bir hücrenin içindeki virüsün tümüyle isyan, ya da sizi tasdik içinde olması, sizde ne uyandırır ki?..

Evet, -kaderin’ orijini itibariyle; her şeyin, TEK varlık sahibinin ilim, irade ve kudreti ile oluştuğunu anlattığını belki bu yolla anlayabiliriz.

Zaten İslâm’ın tasavvuf adı altında yaşatılan “vahdet” anlayışı dahi her şeyin, aslında “bir çok varlık” olmayıp; tek varlıktaki sayısız mânâların âşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını anlatmaktadır ki, bu da aynı şeye işarettir!

Eğer gerçek anlamda "kader sırrına" vakıf olmak istiyorsak, önce kelimede değil, lafızda değil, "özde birliği" kavramak zorundayız!.

"Özde biriz" derken, "sen ben o var, ama hepimizin özü birdir" değildir bunun mânâsı!.

"Gerçek varlık olarak sadece "ALLAH" mevcuttur; ve "O"nun dışında, "o"nun gayrısı olarak, hiçbir varlık vücud sahibi değildir" şeklindedir bunu mânâsı..

Şayet biz, gerçek mânâda "ALLAH" isminin mânâsını anlamak istiyorsak, Kur`ân-ı Kerim`deki, beşere göre "ALLAH"ı târif eden âyetlerin sırrını anlamalıyız.

Sonra da buradan ilerleyerek, "ALLAH"ın bizâtihi "ALLAH"ı anlatması tarzındaki âyetlerin sırrına ermeye çalışmak mecburiyetindeyiz!.

Eğer, gerçekten "ALLAH"ı istiyorsanız, beşeri değer yargılarından beşeri kavramlardan arınıp, saflaşıp; "ALLAH"ın bizâtihi kendisini anlatışına; kendine göre kendini anlatışına kulak vermek; bütün algılama araçlarımızla, bütün duyularımızla bu hitâba yönelmek mecburiyetindeyiz!.

Eğer bunu gerçekleştirememişsek, asla ve asla "kader" olayını ve "kader sırrını" da anlamamız mümkün olmayacaktır.

Bu takdirde de "tanrı ve tanrılık kavramına" dayalı bir biçimde; "tanrı ve tapınanı" ikileminin getirdiği bir düşünce yapısıyla; bir "tanrının iradesi"nden, bir de "tanrıya tapınanların" iradesinden söz etmek anlamına gelen şekilde, "iradeyi kül" - "iradeyi cüz" ikileminden kendimizi kurtaramayız!.

hf

 “GENETİK”İN KADER KONUSUNDA ÖNEMİ VAR MIDIR?

 Şaşkın ördek misali, doğa mı, kader mi, Allah mı deyip; labirentte yolculuğa devam ediyoruz…

Genetik ilminin getirdiği sonuçlardan haberi olmayan, gök tanrı kulları, hâlâ yukarıda oturan ve tükenmez kalemiyle anbean olayların akışına göre kader yazan tanrı baba hayâl ediyorlar!.

Ezelde takdir edilmiş olanın aşikâre çıkmakta olduğu; beşeri değer yargılarının, Allah indinde yalnızca bir hiç ifade ettiği ne zaman fark edilir acaba?

Her birey ve toplum, kendi elleriyle yaptıklarının sonuçlarını yaşar!… Kurunun yanında yaş da yanar!.

hf

KADERLE İLGİLİ SORULAR

 Sual:

 -Madem ki benim kaderim önceden yazılmış, olacak olan olacak, olmayacak olan da olmayacak, öyle ise ben de hiçbir şeyle uğraşmam, boş otururum!?..

 Cevap:

 -Şayet boş oturmak için varedilmiş isen, ancak o takdirde bu dediğini gerçekleştirebilirsin. Aksi takdirde, ne iş için yaratılmış isen, o iş sana kolay gelecek ve mutlaka o işi yapmaya devam edeceksin!..

Başka bir sual:

 -Allah benim Cehenneme gitmemi takdir etmiş ve cehennemliklerin işini bana kolaylaştırmış ise, bunda benim suçum ne?..

 Cevap:

 -Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!.. Sen nasıl mülkün saydığın şeyde dilediğini yapmak istiyor ve bundan engellenirsen, benim hürriyetim nerede diye isyâna başlıyorsan; Allah da kâinatın mutlak meydana getiricisi olarak mülkünde dilediği gibi tasarruf etmektedir. Hiç bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın!..

Sual:

 -Peki Allah bana cebren bu işi yaptırmıyor mu?!..

Cevap 1:

 - Cebbar olan Allah dilediğini yapar ve bundan dolayı da kendisine sual sorulmaz!

 Cevap 2:

 -Esasen Allâh sana yaptırıyor diye bir şey sözkonusu değildir. Çünki gerçekte -sen’ diye bir varlık yok ki!.. -Sen’ ancak bir isimden ibaretsin!.. -sen’ ancak 5 duyunun hayal âleminde oluşturduğu bir varlıksın!.. -sen’ var kabul edilen bir izafî birimsin!..

Şayet sana hücre boyutunda baksak, sayısız hücrelerden ibaret bir kütlesin!..

Işık boyutunda baksak, renk renk ışıksın!..

Beyin yapın ve programın itibariyle seyretsek, belli bir görevi ortaya koymak için çeşitli özelliklerle programlanmış bir kozmik robotsun!.. Ama ne var ki bütün bunlarla beraber, özün itibariyle kâinatın herhangi bir yerinde mevcut olan tüm özelliklere de sahipsin!..

 Sual:

 - Benim kendi varlığım olmadığına, varlığımın O’ndan başka, ayrı bir varlık olmadığına göre, cehennem niye olsun ve ben niye yanayım?..

 Cevap:

- Şu anda da aynısın ve gerek maddî ve gerekse manevî sayısız yanışlar içerisindesin. Öyle ise şu anda nasıl maddî ya da mânevî yanışlar sözkonusu ise, ölümötesi yaşamda da aynı şekilde yanışlar sözkonusudur!..

 Sual:

 - Ben de, madem ki kaderim yazılmış, ibâdet etmiyorum!.. Nasıl olsa, cennetlik isem cennete gideceğim, cehennemlik isem cehenneme gideceğim.

 Cevap:

 -Allah cennet için yarattığına cennetliğin amelini nasib eder, cehennem için yarattığına da cehennemliklerin amelini. Sen hangisi için isen onun ameli sana kolay gelir!.. Zaten senden ne tür amel çıkıyorsa, sen, o senden çıkan amelin neticesine ulaşacaksın!..

 Sual:

 - Dua kazayı defeder!.. Bu kaderin değişmesi değil midir?..

 Cevap:

 - Kazayı defedecek dua  dahi takdirdendir!..

 Sual:

 - Peki irade-i cüzüm yok mu benim?...

 Cevap 1:

 - Ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne de bildiğimiz kadarıyla hadîs-i şerîflerde -iradei cüz’ diye bir tâbir geçmez!

 Cevap 2:

 -Varlığın tümüyle O’ndan oluşu itibariyle, her zerrede kendi boyutlarında O’nun iradesi mevcuttur ve o mutlak irade sahibidir.

Senin basiretini örten perdeyi kaldırmayı dilerse, görürsün ki sana ait olduğunu sandığın her şey O’na aittir!.. Mutlak irade’nin senden çıkışı halinde aldığı isimden başka bir şey değildir Cüzi irade.

Gerçekte, "cüz-i varlık" yoktur ki; "cüz-i irade olsun!... Evren tek bir varlıktır...

 Sual:

 -Öyle ise bendeki tüm eksiklik, kusur ve yanlışlar da O’na aittir!..

 Cevap:

 - Saydığın tavsifler, var sandığın varlığa nisbetle kabul edilmiş "izafî" tavsiflerdir. Gerçekte ne senin var sandığın varlıkların O'ndan ayrı birer varlıkları vardır; ne de eksik, noksan, kusurlu olan bir şey!..

 Sual:

 - Varlıktaki bir takım süflî şeylere de o mu diyeceğiz?

 Cevap:

 - Süflî şeyleri gören göz sahibi için, süflî şeyler o değildir!.. Basîret sahibine göre ise zaten böyle şeyler sözkonusu değildir. Zirâ onların beyni gözlerine tabi değil; gözleri beyinlerine tabidir. Gördükleri kadar düşünmek derekesinden düşünebildikleri kadar görmek mertebesine yükselmiş ve sonunda da varlıkların olmayışını idrak derecesine ulaşmışlardır.

 Sual:

 -Dediklerinin büyük bir kısmını anlayamıyorum. İçimden reddetmek de gelmiyor, öyle ise ne yapayım?..

 Cevap:

 -İlim öğren!..ilmin yaşı yoktur!..ilmi araştır ve nerede kimden olursa olsun gerçeğin ilminin talibi ol!.. Kıyâmet gelmedikçe ilim yeryüzünden kalkmış olmayacaktır.ilmi daima kaynağından araştır.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını bir yandan yap, diğer yandan da ilim gözüyle hikmetlerini araştır. Zirâ Allah bir kimsenin hayrını dilemiş ise, onu dinde anlayışlı kılar!.. Daima hikmet peşinde ol. Dedikodu ile saatlerini harcama.

 Sual:

 - Bu dediklerine kafam çalışmıyor..?

 Cevap:

 -Öyle ise sadece Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in dediklerini tatbik etmeye çalış; başkalarına da ayakbağı olmamaya gayret et!..

 Sual:

 -Kaderimde varsa ilme çalışmak çalışırım. Ama, kaderimde varsa o ilme ermek, zaten çalışmasam da bana gelir!?..

 Cevap:

 -Her şey bir sebeble halk olmuştur. O şeye erişeceksen, önce sana onun sebebine tutunmayı nasib eder ve sonra da o şeyi nasibeder!.. Yok zaten kaderinde o şeye ulaşmanı yazmamış ise, bu takdirde o şeyin sebeblerine yapışmak sana güç gelir, çalışmazsın ve neticede de o şeyden mahrum kalırsın.

 Sual:

 - Peki bir kısım âyet ve hadîslerde kişinin yaptıklarının karşılığını alacağını anlatıyor. Yapmazsan alamazsın diyor, bu kişinin elinde bir şeyler olduğunu göstermez mi?..

 Cevap:

 -Kişi kendisinden çıkan fiillerin neticesine erecektir. Müsbet ya da menfi!.. Ama kendisinden çıkanlar da Tek ve Mutlak varlığın takdir ettikleridir, bu da başka bir gerçek!..

 Sual:

 - Ben ne yaparsam, onun neticesine erecek miyim?..

 Cevap: 

- Hakkında ne takdir edilmiş ise, o neticeye ulaşacak fiilleri ortaya koyacak ve ona ulaşacaksın!..

Evet, burada bazı suallerin cevablarını vermeye çalıştık. Şayet daha başka sualleriniz olursa; onları da, çevrenizde bildiğiniz ya da araştırıp bulacağınız dîni bilen değerli bir kişiden öğrenebilirsiniz.

hf

İNSANIN KADERİ ALLAH’IN TAKDİRİYLE  NASIL OLUŞUR?

 Muhakkak ki, insanın kaderi Allah’ın takdiriyledir!..

İnsan ismiyle işaret olunan varlık, daha evvel de geçtiği üzere, ilâhî isimlerin değişik terkiblerinin âşikâre çıkışından, zâhire çıkışından başka bir şey değildir!

Bu isimlerin mânâlarının ortaya bu şekilde çıkışı gene o mânâlara hâvi olan, o varlık tarafından meydana getirilmektedir. Bir birim, birim adını verdiğimiz bir mahâl, şu isimlerin şu oranlarda âşikâre çıkmasıyla oluşacaktır, denmişse bu onun kaderidir!

Kaderi, biz iki mânâda inceleyeceğiz!.. Bir, istidadın oluşması; bir, kabiliyetin oluşması istidat da kaderdir, kabiliyette kaderdir. Fakat o istidat ve kabiliyetin, kader olmasına karşılık; hakkında takdir biçilen varlık da, ilahî isimlerden meydana gelmesi hasebiyle ve o ilâhî isimlerin kuvvetlerinin kendisinde varolması sebebiyle; orada belli bir iş yapabilme, belli bir gücü ortaya çıkarabilme gücü de söz konusudur!..

İstidadın ve kâbiliyetin, ilâhi güç tarafından tesbiti kader; buna mukabil, o mahalde, o birim adını verdiğimiz nesnede varlık, ilâhî isimlerin terkibi olması hasebiyle mevcut olan irade de "iradei cüz" diye adlandırılmıştır!.. Yani "irâdei cüz" kelimesiyle kastedilen manâ, o mahalde mevcut olan ilahi isimlerin varlığıdır!..

İlâhi isimlerin mânâlarını sen ortaya koyarsın, bu ortaya koyuşun "irade-i cüz"ünü kullanışın diye târif edilir!..

Sen bu "irade-i cüz"ünü ne ölçüde kullanabilirsin?..

Sen bu "irade-i cüz"ünü, kendindeki mevcût olan o isimlerin gücü kadar kullanabilirsin!..

Fakat sen, eğer senliğinin hakikatına ulaşır; Hakikat mertebesi itibariyle, Allâh’ın Zâtı ve Sıfatıyla, senin Zâtında ve Sıfatında mevcut olduğunu müşahede edersen; bu müşahedenin neticesinde, bu defa kendindeki Zâti kuvvetlerle; mevcut isimlerini, daha geniş ölçülerle kullanmak sûretiyle; iraden, küllî iradeye dönüşmüş olur!

hf

İNSAN ROBOT MUDUR?!

 Sayısız ve sonsuz özelliklere sahip olan beyin, sayısız yıldızlar tarafından kozmik ışınlarla programlanıyor. Ve bu programlanış istikâmetinde bir yaşama giriyor!.. Ya da bir diğer ifade ile.

Allah’ın takdiri üzere, Melekler o kişinin kaderini yazıyor!.. Eceli, âmeli, rızkı, said veya şakî olduğu yazılıyor. Ve o insan yazıldığı üzere yaşama giriyor.

Peki olay bu mu?..iş bu kadar basit mi?..

Hayır!..

Bu konunun, ya da insanın sadece bir yönü!.. Bir de insanın ikinci yönü mevcut!..İnsanın aslı, orijini itibariyle sahip oldukları, yönü yani!..

Evet, insan, kendilerini oluşturan maddeleri "ışınlar", ya da "kozmik enerji" ya da "nur" yapılı denilen "melek"ler tarafından, ilâhî ilim ve irade istikâmetinde programlanan bir beyin ile yaşama başlayan bir varlık.

Ancak bu varlık gene beyin kapasitesi itibariyle mevcûdattaki tüm varlıkları ve özellikleri değerlendirebilecek bir kapasiteye de sahip kılınmış!.. Yeryüzünde "HALİFE" olarak meydana getirilmesi hasebiyle.

Bir diğer ifade ile, "Allâh adıyla işaret edilenin esmâsına ayna" olup, O'ndaki yüce özelliklerin zâhire çıkabilmesi için var.

İşte beyin, eğer çok üst düzeyde çalışma kapasitesine erişir; kendisinde ortaya çıkan tüm özelliklerin, Allah'tan, eğer tâbiri câiz ise, yansıma ya da tecellî olduğunu; esasen kendisinin var olmayıp, ilâhî özelliklerin bir bileşim haliyle oluşturduğu bir varlık olduğunu idrâk ederse; işte o zaman ikinci yön ortaya çıkar!.. Bu defa, hükmolunan robotta, gören, işiten, söyleyen, tutan, yürüyen O olur!.. Ya da bir başka ifade ile, robot yok olur; O ezelî ve ebedî "MEVCÛD" varlığında kendinden gayrını görmez olur!..

Kısacası sonradan, "yok"tan var edilmiş varlık, tekrar "yok" olur; ve BÂKÎ, "ALLAH"tır hükmü ortaya çıkar.

Bununla beraber, sûretlerde bir değişiklik olacağını da sakın sanma!.. Çünki dün-bugün-yarın; ezel-ebed, Allâh katında tek bir şeydir ve hep aynı şeydir!..

Kısacası, nasipte var ise, takdir edilmiş ise, sen, senin "var" olmadığını; var olanın hep "O" olduğunu müşahede eder ve yaşarsın ki; bir süre sonra yaşayanın dahi kendi olduğu; hatta bunların çok çok daha öteleri ortaya çıkar!..

hf

NİÇİN VAHDETE DEĞİNDİK? 

Çünki esas olarak, olay iki cephelidir.

Birinci yan, Allah’ın âleme bakışı!

İkinci yan, insan’ın Allah’a bakışı!..

Allah’ın insana bakışı yukarıdaki birçok âyet ve hadîs-i şerîfte olduğu üzeredir.insan'ın Allah'a bakışı ise ne türlü olmalıdır ve bu nasıl gerçekleşir.

Burada hemen "kader" babından sonra özellikle "vahdet" konusundan kısaca sözetmemiz, kişinin -robotsal’ yanı ile birlikte; -en şerefli’ yani "ahseni takvim" olarak "HALİFE" yanının da bulunmasına işaret etmek istemekliğimizdir. Zirâ konu asla tek yanlı olarak mütalâa edilmemelidir.

Kim bu konuyu tek yanlı olarak mütalâa ederse, mutlak yanılgı halindedir ve mahrumlardandır!..

Ya işin zâhir yönünden mahrumdur; ya da işin bâtın yönünden mahrûmdur!

Oysa Zâhir-Bâtın O’dur!..

Öyle olunca, hangisinden mahrûm olursa olsun, birinden mahrûm olan, O'ndan mahrûm olmuş olur!..

Öyle ise bize düşen, Varlığa hem "zâhîr"i yönünden hem de "bâtın"ı yönünden; yani, hem şuur boyutu itibariyle, hem de ışın-madde silsilesi boyutu itibariyle âgâh olmaktır.

Eğer, işin bu yönünün farkında olmazsak, kendimizi sadece hüküm altında ezilen bir "robot" gibi düşünürsek; öylesine büyük nimetleri tepmiş oluruz ki; bunun vereceği pişmanlık, en azıyla fizik cehennem kadar bize azâb verir gelecekte!..

Esasen...

Bu kitapta, "KADER" bahsinde bugün için, her eserde bulamayacağınız kadar ağırlıklı olarak durduk. Zirâ, bu konu, bugün hiç bilinmemekte ve netice olarak da farkında olunmadan TEVHİD akîdesinden sapılmaktadır.

Buharîde, Râbiâtu’bnu Ebî Abdurrahman radıya’llâhu anh’ın şu sözleri yer almaktadır:

- Kendisinde herhangi bir ilim bulunan kimsenin kendini zâyi etmesi (yani ilmini açıklamaması) lâyık değildir!..

Bu arada sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zerr’i Gıfarî radıya’llâhu anh’ın ensesini göstererek şöyle buyurduğu nakledilir:

-(Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Rasûllulah'dan işitmiş olacağım bir sözü, siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi yani ilân edebileceğimi bilmem, yine infaz ederim.

Esasen imanın şartlarından birisi olan KADERE İMAN için, evvela onun ne olduğunu bilmek gerekir. İnsanın bilmediği bir şeye zaten iman etmesi düşünülemez.

Şayet Rasûlullah, size deseydi "TANGU"ya iman edin; diyecektiniz ki;

-İyi ama ‘Tangu’ nedir onu bize anlat ki; bilelim ve ona iman edelim. Bilmediğimiz bir şeye iman etmemiz mümkün değildir ki!..

İşte KADER'in ne olduğunu da Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en muteber hadis kitaplarında, yukarıda okuduğunuz gibi anlatıyor.

Siz şimdi Hazreti Rasûlullah'ın bu anlattıklarını ya kabul edersiniz, ya etmezsiniz. Artık bundan sonrası sizin bileceğiniz iştir!..

Zirâ, kader konusuyla ilgili hadîsleri nakletmek zaruridir; çünki insanlar neye iman etmek durumunda olduklarını bilmelidirler.

Bu hadîsler, kendi doğrultuları istikametinde, izah da edilebilirler. Yorumlanabilirler.

Ama asla tartışılmamalıdırlar!..

-Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’ten nakledilmiştir:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem bize çıkageldi. Biz, kader hakkında münakaşa ediyorduk!.. O kadar kızdı ki, yüzü kıpkırmızı oldu!.. Sanki yanaklarına nar suyu sıkılmıştı!.. Ve şöyle buyurdu:

 -Bununla mı emroldunuz. Bununla mı ben size gönderildim..? Sizden önceki ümmetler ancak bu mesele hakkında çekiştikleri için helâk oldular!.. Kesin kararlıyım!.. Bu hususta sizi münazaâdan (münakaşadan) uzak tutmaya, kesin kararlıyım!.. (Tırmizi)

 Arapça orijinalinde özellikle "Münakaşa" anlamına olan "nizâ" kökünden bir kelime ile geçmesine ve yukarıda tercemesini verdiğimiz şekilde ifade edilmesine rağmen; maâlesef bazı kitaplarda bu cümle şöyle terceme edilmiştir:

-Yemin ediyorum, bu hususta konuşmamak için, yemin ediyorum.’

Evet. Bize düşen aklımızı başımıza toplayıp, Hazreti Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’in buyurduklarını aynen kabûl etmek ve artık bu imân etmemiz gereken konularda münakaşaya girmemektir!..

Kim ki bu hadîs-i şerîfler konusunda münakaşaya, niza’ya girer; muhakkak ki kendisine helâka yol açılır!..

Evet aklımızı başımıza toplayalım dedik.

Ne yazık ki; bugün bazı şeyhler aklı küçük görüp, terkettirmekte; ilmi küçümsemekte, hatta -bugün yeryüzünden ilim kaldırılmıştır’ diyerek kendi cahilliklerini itiraf etmektedirler!..

Oysa, gerçekten son derece değerli bir çalışma yapmış olanislâm âlimlerinden İmamı Gazalî, "ihya" isimli dört ciltlik eserinin birinci cildinde -Aklın hakikatı ve kısımları’ bahsinde -AKIL’ için şu hadîs-i şerîfi, Tırmızî’den şöyle nakletmektedir.

Rasûlullah Efendimiz:

 -Allahü Teâlâ AKILDAN daha değerli bir şey yaratmamıştır!.. buyurmuştur.

 Yine Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye hitaben şöyle buyurmuştur:

 -İnsanlar güzel ameller ve iyilikleriyle yaklaşıyorsa Allâhü Teâlâ’ya, sen de AKLIN ile yaklaş!..

 Gene Hazreti Rasûlullah Ebudderdâ radıya’llâhu anh’a şöyle demiştir:

 -AKLINI ARTTIR Kİ ALLAH'A YAKLAŞASIN!..

 Anam babam sana feda olsun yâ Rasûlullah, aklımı nasıl arttırabilirim ki?..

 -Allahü Teâlâ’nın yasaklarından kaçın, emirlerini tut!.. Ki böylece akıllı olasın.

 Gene Hazreti Ömer, Ebû Hureyre ve Ubeyy b. Kâb radıyallâhu anhüm hazretleri huzuru Rasûlullah'a gelerek Sâid b. Müseyyeb'den rivayet edildiği üzere şöyle sordular:

 - Yâ Rasûlullah!..insanların en âlimi kimdir?..

- Akıllı olandır!..

- En çok ibâdette olanı kimdir?..

- En çok akıllı olan!..

-insanların en faziletlisi kimdir?..

- En akıllı olan!

-Yâ Rasûlullah, akıllı kimse, mürevvet sahibi, cömerd, konuştuğunu bilen ve hatırı sayılan kişi değil midir?.

Bütün bu saydıklarımız dünyalık ve dünyaya ait şeylerdir. Âhiret ise korunanlarındır."

 Başka bir hadîs-i şerîfte de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 - AKILLI, Allâhü Teâlâya imân edip, Rasûlüne inanan ve emirlerini yerine getirendir."

 Evet, yukarıdaki hadîste ashabın sordukları özellikler, kişide dünya yaşamı ile alâkalı özelliklerdir.

AKIL ise, esas yapısı itibariyle geniş boyutlarda düşünebilmeyi, düşündüklerin değerlendirebilmeyi, ölümötesi yaşamı idrâk etmeyi ve bu idrakın gerektiği şekilde ölümötesine hazırlanabilmeyi sağlar.

İşte bu sebeple insan "akıl" ile "iman" şerefine ulaşır.

Akıl ile Allah’a ulaşılır!..

Kim "aklı" ve "ilmi" inkâr ederse, o ancak cahildir ki; "Allahû Teâlâ onu cehil batağından kurtarıp, ilim ile şereflendirsin, akıl ihsan eylesin" demekten başka bir şey elimizden gelmez!..

Demek ki,

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en değerli şey olan aklımızı değerlendirecek, idrâk edemesek bile Hazreti Rasûlullah aleyhi’s-selâm’ın dediklerini aynen kabul edecek ve bu konuda nizaya  girmekten, münakaşaya girmekten kesinlikle kaçınacağız.

Evet, KADER mevzûunda açıklamaya çalıştığımız bu bilgileri gene Hazreti Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden nakledilen şu Hadîs-i KUDSî'ler ile noktalayalım;

 -KİM RAZI OLMAZSA BENİM KAZAMA VE KADERİME, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!... (Beyhakî veibn-i Neccar Enes radıyallâhu anhdan nakletmiştir).

 Ebû Hind ed-Dârî radıyallâhu anhın Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemden rivayetine göre Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 -KİM HÜKMÜNE (kazama) RAZI OLMAZSA VE BELÂMA SABRETMEZSE, BENDEN BAŞKA RAB ARASIN!.. (Taberânî)

hf

 

"K A D İ R" G E C E Si

 "Kadir" Gecesinde ne oldu?...

"Kadir" Gecesi nedir?...

Bir arkadaşımız bir sual sordu.

"Üstadım, yeryüzündeki bir takım olaylar, bir takım üst planlar tarafından mı idere ediliyor?..

insanların genel idaresi, dünya üzerinde olan olayların yönlendirilmesinde görevli olan bir takım görevliler söz konusu mu?. Böyle bir şey var mı? Varsa, nasıl oluyor bu iş?..."

Bu sual "Kadir" konusu ile de bağlantılı, dolaylı olarak... Dolayısiyle bu gece ki konumuzun bir detayı olarak buna da değinelim...

"Kadir" gecesi hakkında, Kur`ân-ı Kerimde bir sure var; "Kadir sûresi"...

 "İnna enzelnehu fiy leyletil kadir"

 "Gerçek ki biz inzâl ettik onu KADİR gecesinde"

 "Kadir" gecesinde, gecenin kadrinde, biz onu inzal eyledik.

 Burada, hemen herkesin ilk aklına takılan olay şudur...

Niçin "Biz, onu" diyor?.. "Ben, inzal ettim onu" demiyor da, "Biz inzal ettik onu" diyor?...

Buradaki "Biz" hükmü, ef`al=fiiller âlemindeki kesret hâliyle alâkalı bir olaydır. Yani, çokluk ile ilgili bir olaydır...

Çokluk âleminde, yani sayısız birimlerden oluşmuş, sayısız varlıklardan oluşmuş âlemde olan her şey, bir vesile ile oluşur. Her şey bir şeye vesile ile olur!. Ama o, her bir şey, varlığını Hak`dan alır; O`nun varlığıyla kâimdir... Orijini, aslı itibariyle o şeyler varlığını Hak`dan alır!. Ancak kendi yapısal özelliğine uygun olarak, o şeyi meydana getirir, ortaya çıkarır.

İşte bu tür oluşlar için Kur`an-ı Kerîmde "Biz" tabiri kullanılır...

"Fiy leylet-il kadr..."

"Kadir" süresi, gecenin içinde, gecenin kadrinde biz onu inzâl eyledik...

İnzâl olunan şey, Kur`ân!...

Kur`ân`ın inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde "indirmek" diye tercüme edilir ise de "inzâl", esası itibariyle "nüzül" denen şey, boyutsal bir olaydır!.

Mekânsal yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.

Bu gecede, "Kadir anı” denilen öyle bir an vardır ki, o anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.

"Kadir" kelimesi "güc yetirmek" anlamında olup, "hükmü kaza, takdir, tazyik, azametli şeref" mânâlarını da taşır..

Biz, özellikle "Tazyik" yani "SIKMA" anlamı üzerinde duracağız.. Bu anlamdan Rahmetli Hamdi Yazır da tefsirinin 5971. sayfasında bahsetmiştir..

Bakın ne diyor Hadis-i Kudsî`de ?.

"Bir kulum, yararlı ibadetlerle bana yaklaşır; öyle ki, ben o kulumu severim. O`nun görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli, yürür ayağı olurum"..

Yani, onun gözünde gören, dilinde söyleyen, Ben`im!...

"KADİR" kelimesinin mânâsını ve bu kelimenin işaretini anlamaya çalışırken, Hazreti Rasûl aleyhisselâma "OKU" hükmünün de melekî "SIKMA" ile birlikte geldiğini hatırlıyalım...

İşte, o genel "SIKMA" hâli olan zaman, kişinin o anı, "Kadir" hâlidir!.

Bu "SIKMA" sürecinden herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre yararlanır..

Kimi de "SIKMA"nın sonucunda, kendisiyle Hakk`ın aynı TEK olduğu; kendi izafi, birimsel varlığının var olmadığını idrak etmesi neticesinde, varlığındaki varlığın, Hakk olduğunu hisseder, yaşar!. O`nu yaşayan Hakk`ın kendisidir!..

Hakk`ın isteğine, iradesine, EMRİNE de hiç bir varlık karşı koyamaz!.

Bu, "Kadir" haline en yakın hâl, "Mi`râc" halidir...

"Mi`râc, kişinin Rabbine vasıl olduğu andır."

"Namaz, mü`minin Mi`râcıdır" deniyor...

Namaz, niçin mü`minin Mi`râcıdır?...

Namaz, ayakta dururken okunan sûreyle, âyetle başlar, secde ile tamamlanır.

Secde için Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:

"Secde, kulun Allah`a en yakîn olduğu hâl`dir."

O anda Allah ile kulu arasındaki perde kalkar!. Ve secdede edilen duayı Cenab-ı Hak geri çevirmez!.

Secde nedir?...

Secde, kişinin, kendi varlığının, benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek varlığın Allah olduğunu idrak etmesi, hissetmesi hali`dir...

Secde`nin mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta dururken tüm varlığı ile varsa... Buna karşın Secdede de tam bir "yok olmak" hâli var!. Vücudu ortadan kalkıyor, kapanıyor...işte fizikman yok olma gibi... Secdenin "sırrî" mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak etmesidir.

Ne anlıyorsun o anda?...

Secdedesin ve secde halinde iken bu halinle sen diyorsun ki;

"Ey Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer ben yokmuşum!..."

Tabii bunu diyebilmek için, Allah`ın "Ahadiyet"ini, "vahidiyet"ini, "vahdet" ve "vahdaniyet"ini anlamış olmak lazım...

Yani kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...

Bahsettiğim konular, "ALLAH" kitabında açıklamaya çalıştığımız "İhlas" Sûresi`nin mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir olay!...

İşte, secdeye vardığın anda, "varlığımda var olan mutlak gerçek varlık Sensin" idrakı içinde, kendi varlığın yok oluyor!. Ve o anda Sen`den meydana gelen dua, Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği de olur elbette!..

İşte, bu "secde hâli"ne en yakın bir hâl "Kadir" hâlidir!.

Secde hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay kolay oluşmaz!... Çok uzun çalışmalara bağlı... Yani, kişinin varlığındaki bir takım şeylerden, hatta tüm varlığından arınmasına bağlı, secdenin tam tahakkuk edebilmesi!..

Her namaz kılan "secde" edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve çalışmasına bağlıdır.

Fakat, "Kadir" süreci, öyle bir an ki, herkese ortak olarak sunulan bir an!...

Nasıl, normal bir zamanda ve mekânda belli bir güce sahipken; Hacc`a gittiğimizde, Kâbe`nin altında ki o yüksek Nur kaynağından, enerji kaynağından gelen radyasyon beynimizi çok güçlü çalıştırıyor...

Aynen bunun gibi, "Kadir" anında da gelen o çok yüksek ışınım, "meleki güç", beyinlerde oluşturduğu "TAZYİK" ile takdirinde olanlarda Hakikatın ortaya çıkması özelliğini sağlıyor. Ve "Kadir" anında edilen dua da "müstecaptır!.." deniliyor...

"O anda, Allah`la kulu arasında perde yoktur!." deniliyor.

 "Ve ma edrake ma leyletül Kadir"

-Nedir o, "leyletü-l Kadir" bilir misin?...

"Leyletül Kadr hayrun min elfi şehr"

"Kadir" gecesi, "Kadir" süreci, bin aydan daha hayırlıdır!.

 Bin ay...?

12 ay, bir sene... 120 ay, 10 sene... Bir insan ömrü ne kadardır?... Ortalama, uzun ömür olarak diyelim, 70-80 yıl... Bizim Ümmeti Muhammed`in ömrü ortalama 63 sene ki... Oysa bu bin ay 83 sene!.

Yani, 83 yıllık ömür... Bu ömrün, doğduğun andan ölüm anına kadar tamamı hiç kesintisiz ibadetle geçse, gene de daha hayırlıdır, o "Kadir" ânı!....

O "Kadir" gecesinde ne olur bilir misin?...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"

-O gecede, o anda melekler ve Ruh tenezzül eder!.

"Fiyha biizni rabbihim"

Rablerinin izni ile Ruh  ve melekler tenezzül eder.

"Min külli emrin selâm"

-Her "emr"den, hükmullah gereği varolmuştan selâm getirir.

 "Selâm" derken, burada senin anladığın mânâda; "Selâmün aleyküm!." demek, mânâsında değil!... "Selâmet getirir" anlamında!...

"Selâm" isminin mânâsının kişide açığa çıkmasını temennîdir.. "Selâmün aleyküm" demekte karşındakine bu dilekte bulunmaktır.. Yani, âyetteki işaret;

"özündeki hakikatı idrak edip, o hakikatla tahakkuk edebilmesini temennîdir..

 "Hiye hatta matlâ`il fecr"

-Fecr`e kadar bu devam eder.

hf

KADİR  ÂNI

 Fiziksel bir oluşum değildir... Meleki boyuttan bir tenezzülâttır!..

Kadir gecesi içinde bilemedin 15 dakikalık bir zamandır KADİR SÜRECİ...

"Kadir" anının değeri şu sebepledir ki;

Meleklerin oluşturduğu yüksek ışınımın meydana getirdiği "SIKMA" sonucunda uyanıkların beyin çalışma hızında bir artış oluyor; artan beyin gücünün neticesinde de, kişinin Hakk`ı kendi özünde bulması sözkonusu olabiliyor.. ve hatta o anda, kendisinde o talebi ortaya koyanın, Hak olduğunun farkına bile varabiliyor!.

O anda uyanık olup, o anı değerlendirebilen bir kişi, uzun uzun arınmalardan geçmese bile, o anın getirdiği yüksek potansiyelle, beyninde çok yüksek bir güce erişebilir!...

O anda mevcut ışınımı kullanabilen, değerlendirebilen kişi, melekî boyutla iletişim kurar ve melekî boyuttan kendi öz`ündeki Hakk`a yönelip, kendi öz`ündeki Hakk`ı bulur!.. Özü olan Hak ile o andaki perdeler ortadan kalkar!.

hf

RAB - ALLAH

 Şimdi burada önemli bir noktayı farketmemiz gerekiyor:

"Tenezzelül melâiketi ver ruh, fiyha biizni rabbihim"... buyruluyor...

Burada birinci önemli nokta;

"Ruh ve melâike, Rablerinin izni ile..." diyor.

"Allah`ın izni ile" demiyor...

Dikkat edin!...

Kur`ân ‘da mevcut olan bir çok incelikten biri de şudur...

Bazı yerde "Rab" denmiştir. Bazı yerde "Allah" demiştir.. Bazı yerde "İlâh" demiştir...

Bunların hepsi, ayrı ayrı mânâlar ifade eder!.

Hiç bir zaman, biz, kullanılan bir kelimenin yerine ötekini kullanamayız.

Çünkü o kelimenin anlamıdır orada önemli olan, öbür kelime orada istenilen anlamı vermez ve dolayısıyla gereken açıklık da oluşmaz!..

"Rabb" demişse, "İlah" veya "Rahman", olmaz, kullanılmaz!...

"Rabb" nedir?..

Kişinin Rabbı, bir birimi oluşturan "Esmâ terkibi"="Allah isimlerinin manâ bileşimidir"dir... Yani, "kişinin yapısını meydana getiren Allah`ın güzel isimleri" diye bahsediyoruz ya!.. Allah`ın Esmâsının, bir terkip=bileşim şeklinde, o kişinin yapısında yer almasıdır...

Birimin rabbı; bakın, dikkat edin!... Birim kelimesini kullanıyorum... Birim deyince bunun içine nebat girer, hayvan girer, insan girer, cin girer, melek girer...

Zaten varlıkta bu ana sınıflandırma söz konusudur. Bunun dışında başka sınıf yok!...

Bir şey ya madendir, ya nebattır, ya hayvandır, ya insandır, ya cindir veya melektir. Bütün birimler, bu sınıflandırmanın birindedir...

Her birimin "Rabbı", onu meydana getiren "Esmâ terkibidir"...

99 Esmanın sayısız kombinezonuyla oluşan isimler bileşiminin varkıldığı yapıinsandır. Ancak bu 99 ismin de mânâsını dilediği anda dilediği düzeyde, bir kısmının kaydında kalmaksızın ortaya koyabilen, "İnsân-ı Kâmil"dir...

İnsân-ı Kâmil`in hayatiyeti itibariyle aldığı isim, "Ruh-u Azâm"`dır.

İlmi, şuuru itibariyle aldığı isim, "Akl-ı Evvel"`dir. Ki bu vasfa işaret için günümüzde "Kozmik bilinç" tâbiri kullanılmaktadır..

Varlığı, "BENliği" itibariyle aldığı isim, "nefs-i Küll"dür.

"O gecede Ruh tenezzül eder." diyor.

"Tenezzül", yukarıdan aşağı inen mekânsal bir olay değildir!...

"Tenezzül", boyutsal bir geçiştir!.

Boyutsal bir geçiştir, derken neyi anlatmak istiyoruz?...

Madde, moleküler yapı, atom, atom altı boyut, kuantsal boyut, enerji ve özündeki hiç`lik... Ehadiyet noktası, sınırsız sonsuzluk noktası...

Öz`deki ana cevhere ait özelliğin, mânânın bu boyutsal tenezzülle kişinin varlığında açılması anlamında...

 Meleklerin tenezzülü iki yönlüdür:

Birincisi; varlığındaki, özündeki kuvvetlerin senin şuurunda ortaya çıkması, açılması anlamındadır...

Hakk`ın, kişinin özünden gelen meleki yoldan zuhuru; yani, tenezzülüyle varlıkta tasarrufudur...

İşte birçoklarının kafasını karıştıran bir nokta burası...

Sanıyoruz ki ötende bir tanrı var; o gökten birilerine tâlimat yağdırıyor; sonra da birileri onun istediklerini yerine getiriyor...

Oysa...

Hakkın kişinin özünden gelen melekî yoldan zuhuru; yani tenezzül yollu varlıkta zuhurunun en açık misali Nebi ve Rasûller ve "Ricali Gayb"tır!.

İkinci tenezzül yolu ise...

Meleklerde öyle sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a secde" emrini almamıştır!.

Buna karşın, "Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine tabi olan yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde etmişlerdir.

Fakat, "Adem`e secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün olmayan melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani, "Makam-ı illiyin" diye bildirilen, o yüce makama has meleklerdir, varlıklardır.

Bu melekler öylesine büyük, yüce ve azametli varlıklardır ki, basite indirgeyerek bir misalle anlatmak gerekirse..

Senin şu varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lazım!

-Sohbetin yapıldığı 17.4.989 tarihinde-, Milliyet Gazetesinde bir yazı çıktı... Bir batılı bilim adamı:

"Dünya`nın tümüyle, canlı bir organizma olduğunu ve bir canlı olarak; nasıl insan bedeni canlı olarak düzenli, sistemli bir yaşam içindeyse, dünyanın da canlı bir organizma olarak tümüyle sistemli, düzenli bir yaşam içinde olduğunu" söylüyor...

Her canlı organizmanın, kendine has, kendi boyutuna göre bir ruhu yani dalgasal ikiz vardır.

Yani, onun madde yapısına karşılık, bir de, bir manâda "maddeötesi" diyebileceğimiz bir dalgasal yapısı, bedeni vardır. Bu da onun ruhudur!.

Nitekim geçmişteki keşif-fetih sahibi tasavvuf ehlinin eserlerini okursanız,

"Ben dünyanın ruhu ile buluştum, görüştüm. Bana şöyle bir sûrette göründü, şöyle şöyle muamele etti" diye anlatır. Tasavvuf kitaplarında böyle yazar...

Bu hususu biz daha evvel söyleseydik, "hadi canım hurafe!..." denirdi... Ama, bugün bir batılı bilim adamı, dünyanın tümüyle organik yapıya sahip bir canlı olduğunu ortaya koyuyor.

Her canlının, bir ruhu vardır... Her ruhun, şuuru vardır!.

Niye?...

Çünkü, bu kâinatı meydana getiren ana güç, cevher, enerji dediğimiz şeyin, bilinçli-şuurlu bir kudret olduğunu artık biliyoruz!...

Gene biliyoruz ki, evrenin her boyutunda, her kesitinde bir düzen, sistem var!. Bu da aynı TEK özden oluşmanın getirdiği bir şuurun, bir bilincin eseri!.

Her şey, TEK bilincin yani ALLAH ilminin eseri olduğuna göre; O`ndan meydana gelmiş her yapının da, kendi yapısına, boyutuna, kapasitesine göre bir bilinci var, demektir...

Dolayısıyla, her organik veya inorganik yapının kendine göre bir ruhu ve o ruhun da kendine göre bir şuuru vardır!.

Öyleyse, burada dikkat edeceğimiz nokta,

Varlığın, mevcûdatın her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar mevcuttur!...insanın dışında, cinlerin ve meleklerin sınıfları olarak!

Esasında, cinler de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri itibariyle!.

Yani, nasıl insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan varlıklarsa...

Güneş sisteminin dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu galakside, Samanyolundaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız varlıklar var...

Bunları "görmek" denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.

Yani insanlar tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.

Kim, "ben cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali değil, "kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..

Zaten, gerçeği itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.

Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.işte senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir...

Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekânizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.

Aynı şekilde göz açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir. Eğer gelen sinyalleri değerlendiren veri tabanın gelişmemiş ya da yetersizse,; arızalıysa, gördüğün hayâl de ona göre arızalıdır, gerçeğe uygun değildir!. Bu da senin beyninde hayâl gördüğünün isbatıdır.

Birisi bakıyor, o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle görüyor?.. Çünkü, görme cihazı arızalı!... Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...

Meleği veya cini görüyorum diyenlerin, görme olayı da şu:

O varlığı, karşısında olarak gözüyle görmüyor!.

Beynin sadece beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.. Yani, görme, işitme, koklama, tad alma, dokunma... Sonra bir de 6. duyu diye bir şey kabul etmişiz; ama onun da ne olduğundan habersiziz..

Oysa beynin, bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu çözemedi... Çünkü tıb, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.

2000`li yıllara girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan beynidir!.

Eğer batı dünyası, trilyonlarca doları, uzaya gitme yerine, beyini çözme yolunda kullanabilseydi, bugün insanlık hayâl edemeyeceğiniz güçlere ve özelliklere kavuşmuştu. Fakat, ne yazık ki, beyin araştırmalarına, beyinin dalgasal faaliyetlerine yeterli önem ve harcama yapılmadığı için; dışa dönük olarak, bu para değerlendirildiği için, insan beynindeki o fevkâlâde muazzam güçler henüz keşfedilemedi..

Zira bunu keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..

Sonra da dalgaboylarının anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.

Ki, bu dalga boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği dalgalar ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.

Bu arada, bu konuda önemli bir olay söz konusu!.

Bir açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:

 "Âhir zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara görünecek!..."

 Bu, ya insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile gerçekleşecek. Veya beli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla... Meselâ, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları bütün insanlar tarafından görülebilecek...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"

Melekler, yani çeşitli varlıklar tenezzül eder. Ve de, Ruh!..

 İfadedeki özellik şu noktada önem taşıyor...

"Ruhlar" demiyor...Veya "ruhlar" anlamında "ervah" demiyor!.

"Tenezzelül melâiketi ver ruh..."... demede...

Şimdi...

Bütün varlık sisteminden sorumlu olan bir ana "Ruh" var!...

Ehlince bilinir ki...

Bu yaşadığımız tüm sistemi yöneten bir ana "Ruh" vardır!...

"Ruh-ül Kuds" ismiyle kastedilen bir ana varlık var... Kısaca "RUH" da denilir O`na... Bu sistem içindeki bütün melekler onun emrindedir!.

Bu bahsedilen "Ruh", "Ruh-u Âzam" diye bahsedilen, "kâinatın ruhu" değil; "Sistem`in ruhu"dur!.

Biraz daha ileri gideyim...

Bu, kıyamet günü; Bütün insanlara "rabbınızı göreceksiniz!.." anlamında bahsedilen; "rabbınız!..." diye işaret edilen bu sistemin ana "Ruh"udur...

Burada, bir anda bocalayacaksınız, ister istemez...

"Yani biz, rabbımızı göreceğiz derken, ana "Ruh"u mu göreceğiz?..."

Gayet basit!... Size;

"Her ne yana bakarsan, O`nun vechini görürsün!.." diyor.

Bütün bu varlık, her zerre dahi, O`ndan meydana gelmemiş mi?... Evet!...

Dolayısiyle, esasında sen, zaten kime baksan, baktığın kişinin özünde Allah`ın vechi mevcut olduğuna göre suretin ardındaki mutlak varlığı görme durumunda mısın?.. Evet, gerçekte türlü isimler altında hep O'nu görüyorsun!.

Peki, baktığın her birimde, Cenab-ı Hakk`ın esmâsının varlığını görebiliyorsun da; bu sistemin özü olan o ana "Ruh"un görünme olayında, niye Rabbını görmüş olmayasın?. Bunun mantığa ters olan tarafı ne?..

Ayrıca, "kıyâmette Cenâb-ı Hakk'ın ayın 14'ündeki görüntüsü gibi görüneceğini" de bildirmiyor mu Rasûlullah aleyhisselâm?

Evet...

Allah`ın esmâsıyla, Allah`a ait kudret ve manâlarla oluşmuş bir varlık, bu ana "Ruh"!..

Ancak "tenezzül" ise âfâkî yani mekân olarak değil; enfüsî yani boyutsal olarak gerçekleşir... Yani, kişi, özünden-içinden gelen bir şekilde bu "tenezzül"ü algılar!..

Keza, "Gecenin son üçte birinde Rabbim dünya semâsına iner de dua edenlerin dualarını kabul eder" anlamındaki Rasûlullah açıklamasında da bu tarz bir boyutsal-enfüsî, yani özden açığa çıkan anlamı kastedilmiştir.

Burada yapıları çok iyi anlamak gerek!..

Yapıların kademeleri yok mu?.işte, bu boyut içinde, bizim sistemin bir üst katman varlığı oluyor, bir üst planı oluşturuyor bu "RUH"!.. Ama sakın bu "üst" kelimesini dış-âfak anlamında anlamayalım!.. Aksine öze-içe dönük olarak değerlendirelim...

Adem`e tâbi olmakla görevli olmayan melekler vardır... Bunlar, Galaktik boyuttaki meleklerdir!...

Tüm galaktik sistemin ruhu ayrı, bizim sistemin ruhu ayrı...

Bizim sistemin ötesinde belli bir kümesel kademe var. Sistemlerin ruhları olarak...

Kademe kademe olan bir olay söz konusu...

Bu sistemin ana "Ruh"u dediğimiz varlık, nasıl insan Alah`ın güzel isimlerinden oluşmuş ise; O da aynı şekilde, Allah isimlerinin bileşiminden oluşmuş!..

Meselâ bir kısım melekler var. Subbûh, Kuddûs isimlerinden müteşekkil. Bir kısım melek var; Allah`ın Kahhâr, Cebbâr, Kavi isimlerinden meydana gelmiş!.

Azrâil dediğimiz melek, Allah`ın Kahhar isminin kuvvet ve kudretiyle var olan bir melek... Bunlar kuantsal kökenli yapılar!.

Cinlerin yaşadığı mikrodalga boyut; yani, bizim ruhumuz gibi bir tür dalgadan oluşmuş dalgasal boyut!

Meleklerden daha üst boyutta, yani şöyle anlatıyorum!...

Madde boyutu var, atom boyutu var, atomaltı elektromanyetik dalgalar, kozmik ışınlar boyutu var! Bir de onun altında bir boyut var. "Nâr=ışın boyutu" tâbir edilen..

Bizim "ruhumuz" itibariyle boyutumuz, "nâr boyutu"dur. Cinler de, "nâr" diye tarif edilen dalgasal yapılar boyutudur.

Bu bahsettiğim, "Ruh" dediğim varlık ise, melekî boyut olan, "Nur" ismiyle tarif edilen kuantsal enerjiye çok yakın plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu oluyor.. Bildiğimiz meleklerden çok daha güçlü bir ana melek diyelim...

Melekler de cinler gibi, bir takım işler yapan, çok değişik türleri, yapıları, sûretleri olan bir sınıf...

Bu "RUH" isimli varlık da bize göre çok çok özel bir melek zaten!.. Melek dediğimiz sınıfa giriyor!.

Melek kelimesini biz, klasik şartlanmayla çok basit manâda tanıyoruz. Halbuki bu melek kelimesi ile kastedilen sınıf, muazzam bir sınıf...

Şu anda bizim hafsalamız bunu almıyor. Ama takdirde varsa, zaman içinde, olayı derinlemesine etüd ettikçe, elden geldiğince çözebileceğiz!.. Çünkü biz, daha cin sınıfını tam anlayamadık, idrak edemedik!. Cinlerin varlığını kabul ediyoruz, ruhlar gibi bir şey diyoruz ama ne olduğunu hala çözebilmiş değiliz..

Bu arada çok önemli bir noktaya daha işaret etmek istiyorum..

Meleklerin "tenezzülü" çok büyük bir nisbetle özden-içten dışa doğrudur, demiştim...

Cinlerin de insanları etkilemesi aynı yoldandır!..

Yani, içinizde cinnî-şeytanî ilhamı bulursunuz!.. Ama elbette o ilhamın cinnî bir ilham olduğunu farkedemezsiniz!..

Dışarıdan karşınızdan beş duyuya hitabeder şekilde size hitabetmez cinler!..

Onların mesajlarını beyninizin içinde hissedersiniz!.. Adeta içinize girmiş hissedersiniz!.

Bu sebeple de "cinnî-şeytanî ilhamlar" konuya yabancı olanlar tarafından rahatlıkla karıştırılıp, "melekî ilham" sanılır!..

Oysa, bu melek dediğimiz sınıf, cinlerle hiç kıyasa gelmeyecek kadar çok farklı bir sınıf!..

Melek sınıfından gelen ilhamlar asla Hazreti Muhammed aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu itikad sisteminden farklı olmaz; ve öğreti kesinlikle Kur`an-ı Kerim’e ters düşmez!.. Helali haram; haramı helâl olarak değiştirmez!.. Zaman değişti bahanesiyle Kur`ân hükümlerini yürürlükten kaldırmayı önermez!.. Bu hususlara çok dikkat etmek gerekir.

Evet, Melek sınıfının içinde, bu "Ruh" dediğimiz varlık da!... Fakat melek sınıfının içindeki sayısız daha düşük kapasiteli güçlü meleklerden ayırma gayesi ile onu, hasseten "RUH" ismi ile anıyor. Zira O, sistemdeki "Halifetullah"tır!

Ancak bütün bu açıkladıklarımızı, her şeyden önce boyutsal olarak düşünüp idrak etmek zorundayız!.

"Dünyanın ruhu" da, tek bir "Ruh"dur!. Tek bir yapının, tek bir Ruhu...

"Onlar kıyamet günü, huzurumuza BİR FERD olarak gelirler.." diyor, Ayeti Kerimede...

Burada önemli bir olaya işaret var!...

Zira bir "insan ruhu" vardır, bir de "insanlık ruhu" vardır!. Bir de "sistem`in "RUHU" vardır!...

Konu derine girdikçe karışıyor ve detaylanıyor. En iyisi biz bu konuyu şimdilik daha fazla deşmeyelim...

Evet, "Ruh-u Azam"ın fevkinde hiç bir şey yoktur!.

O, son noktadır!... O, tüm varlığın Özü aslı, hakikatı olan boyut!... O`nun ötesi diye bir şey yok!.

Gerisi, "ALLAH`ın İLMİDİR"!...

O`nun iç dünyası, bâtını var, Ahadiyet!...

Dış dünyası var; Vahîdîyet ve de Rahmanîyet, Melîkiyet, Rubûbîyet gibi dediğimiz ef`âl âlemine kadar uzanan bir sıralama söz konusudur...

İnsân-ı Kâmil, Hakikat-ı Muhammediye isimleriyle işaret edilen; varlığın özü olan; ve kemâlâtı Hz. Muhammed aleyhisselâmdan açığa çıkan varlıktır.

Boyut farkı, otomatikman bileşim farkını meydana getiriyor.

"Ruh-u Azâm" dediğim, "İnsân-ı Kâmil" dediğim varlık, özü "Zât"a dayanan sıfat mertebesi; ve sıfat mertebesine sahip zât ile alakalı...

Diğer taraftan bizim burada bahsettiklerimiz ise, bunların hep ef`âldeki, yani fiiller âlemindeki ortaya çıkış şekli ile alâkalı!.

Bunları biribirine karıştırmayalım. Bunlar tamamen apayrı olaylar...

 "Tenezzelül melâiketi ver ruh"...

"Melâike ve ruh o gecede tenezzül eder"...

"Min külli emrin selâm"!.

"Bütün emr`lerden selâm getirir"

 Her "Emr", kişinin varlığını oluşturan melekî "nurî" katmandır!.. Yani her birimin kendi içindeki, özündeki, esmâ mertebesinin kuvveden fiile çıkma mahalli...

Bu hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya başlanınca, selâmet dediğimiz hâl kişi için meydana gelmiş olur! Buna, "kendi özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme" de diyebiliriz..

Esasen bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar, ne var ki şartlar uygun olmaz!..

Ama "Kadir" sürecinde uyanıksan, farkındaysan, belli bir idrak noktasındaysan, o takdirde bu hakikat sana açılır!... Bunu kavrayabilirsen!...

Yoksa, o anda sen uykudaysan, gaflettesin!.. Böyle bir olaydan haberin yok!.. Senin için de böyle bir olay cereyan eder, geçer gider ve hiç farkında bile olmazsın!...

Çok güzel bir yayın vardır televizyon`da, ama cihazın kapalıdır, alamazsın!...

İşte, "Kadir" Gecesi denen şey, o gece içinde olan bir süreçdir... Bütün gece boyu, "Kadir" değildir!.. O gecenin içinde, bilemedin 15-20 dakikalık bir andır, süredir... Bunun sonuçları ise sabaha kadar sürer!.

Bu süreç içinde tenezzül eden bu varlıkların oluşturduğu tesir, fecre, güneş doğumuna kadar hükmünü icra ettirir. Ama, esas oluşu 10-15 dakikalık bir süre!..

Genellikle, gece yarısından sonra ile güneşin ışıklarının çıkmağa başladığı an arasında... Eğer, 24`ten sonra başlamışsa ortalama 5.5 saat. Ama, 24`ten sonra başlamaz da, 02`de olur, 03`de olur... O anı yakalamak çok önemli!...

"Kadir" Gecesinin, hakikaten 27. gece olduğuna dair bir şey var mı?...

Bu konuda bir kaç açıklaması var Rasûlullah Aleyhisselâm’ın :

 "Senenin bütün gecelerinde "Kadir"`i arayın!.."

"Ramazan`ın bütün gecelerinde arayın!..."

"Ramazan`ın tek gecelerinde arayın!..."

"Ramazan`ın 20`sinden sonra ki tek gecelerde arayın!..."

"Ramazan`ın 25`inden sonra arayın!..."

"Ramazan`ın 27 ini gecesinde arayın!..."

 Bunların içinde,

"Ramazan`ın 27`inci gecesinde arayın"!...

dediği için, 27`inci geceyi esas alıyoruz biz!...

Dolayısıyla 27 inci gece`de olma ihtimali büyük!... Ama, hiç kimse çıkıp da kesin olarak bilgi yollu "Bu gece Kadir"dir.... Şu an "Kadir"dir" diyemez..

Elbette, ehlullahtan olan kişiler hariç!. Onların perdeleri kalkmış olduğu için, o anı keşfen bilir, bulur, yakalar!.

Onların dışında hiç kimse kalkıp da, böyle bir özelliği yoksa, bu gece "Kadir"`dir, şu an "Kadir"`dir diyemez!...

Eğer o anı görüyorsa, biliyorsa "Arkadaş!. Ben görüyorum, biliyorum" diyorsa, mesele yok, kabul ederiz, çünkü biliriz ki perdesi kalkmış keşif sahibi bir veli bunu diyebilir!.. Ama böyle bir özelliği yoksa, kimse diyemez... Ancak, Rasûli Ekrem aleyhisselâm’ın açıklamasına istinaden, "27. gecede olması büyük ihtimaldir", denir...

Peki bu tesirler herkese farklı mı geliyor?..

Hayır!.. Gelen tesirler herkese ortak bir şekilde geliyor!.

Ne var ki beynin o andaki kapasitesine ve özelliğine göre gelen tesirler farklı değerlendiriliyor!.

Dünya üzerine gelen kozmik dalgalar, herkese eşit pozisyonda geliyor. Sana çok geliyor da bana az geliyor değil!... Fakat herkes, kendi beyin kapasitesine, beyin açılımına göre, o gelen dalgaları farklı kapasitelerle değerlendirip çözüyor.

Yani, sana o anda gelmedi de dalga, bana geldi, değil!...ikimize de aynı anda, aynı dalgalar geliyor. Fakat ben onu beyin kapasitem kadar değerlendiriyorum, sen, beyin kapasiten kadar....

Senin radyo alıcın, sırf orta dalgalı... Sırf orta dalgaya tekabül eden dalgaları değerlendiriyorsun. Benim ki sırf, FM`e dönük, FM`i değerlendiriyor. Ötekininki kısa dalgada 5 bandı var, o kadar çok dalga değerlendiriyor...

Kadir süreci  ,kişinin yönelimine bağlıdır!..

hf

“KÂFİR”(MÜŞRİK)

 Sen, kendin veya karşındakinin ötesinde yönelecek bir varlık düşündüğün anda,tanrıya tapanlardansındemektir! Bunun anlamı da dinde KÂFİR’dir!Yani Allah gerçeğini örten !

Sahihi Buhari’deki Allah Rasûlü açıklamasına göre, aklı başında insanın “Lâ ilahe illallah” düşüncesi onun imanlı olduğunun ifadesidir.. Ve ona kim “kâfir” yani “gerçeği örten” derse, diyen kişi kendisi “kâfir” olur.

hf

“KÂİNAT”

 "ARŞ"ın boyutsal altı için, bir diğer tanımlama ile "kâinat" ya da "evren" diyebiliriz...

Allah’ın bir AN ’lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir!

Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil, tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz - algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat , esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı Evvel”  diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını  verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan kâinat, Allah  indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!

Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve içindekilerin hepsi varolmuştur!

Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat gibi sayısız kâinatlar dahi Allah indinde mevcuttur!

Bir misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu çizginin düşünün ki  üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir açısı var... Bu açı, bu çizgi  üzerinde bir noktadan çıkar. Allah’ın  sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun  bir an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen”  demiyorum dikkat edin,açı !)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar,k âinatın sonu yoktur  !)Allah’ın bir AN ’lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir AN’dır..

Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!

Bu sayısız  kâinatların her birisi, Allah’ın sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir!

"ALLAH", İnsanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..

"ALLAH"ın "AHAD" olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basiretle-; bir ALLAH, bir de, yanısıra kainat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir!

Yani bir "ALLAH" var, bir de âlemler mevcut, değil!..

Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle batıldır!..

hf

KÂİNAT NASIL VAROLDU?

 Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil,tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat  esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

Tasavvufta İnsan-ı Kâmil -veyahut da “Ruh-u A’zam” - veyahut da “Akl-ı Evvel” diye anlatılan ,hakikat itibariyle anlatılan, bizim “KAİNAT” adını  verdiğimiz sonsuz-sınırsız olarak bize gelen, tüm yaratılmışlardan oluşan kâinat,Allah  indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!

Bu bir anlık yaratışın sonucunda bu bize sonsuz gelen kâinat ve içindekilerin hepsi varolmuştur!

Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat gibi sayısız kâinatlar   dahi Allah indinde mevcuttur!

Bir misal vermeğe çalışayım; K harfini düşünün...K harfi.. Bir uzun çizgi...Bu çizginin düşünün ki  üstü sonsuz,altı sonsuz... Şimdi K harfinin şöyle bir açısı var... Bu açı ,bu çizgi  üzerinde bir noktadan çıkar .Allah’ın  sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek, bunun  bir an’ından meydana gelen bu açı ( “ üçgen”  demiyorum dikkat edin,açı !)-(Üçgen dersem bir yerde kapanacak, kainatın sonu vardır anlamı çıkar,kainatın sonu yoktur  !-)Allah’ın bir AN ’ lık  ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişlerdir, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir an’dır..

Bunun gibi sayısız an’ lardan oluşan sayısız da kâinatlar vardır!

Bu sayısız  kâinatların her birisi , Allah’ın sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir

Haydi şimdi  farz edelim ki  , Allah’ı  anlatıp konuşmaya  başlayalım!..

 Bunun gibi Bütün bu varolmuş olan  kâinat, ilk insanlar değil, tüm  insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya  ve dünyada    varolmuş canlılar değil, bütün güneş sistemi değil, güneş sisteminin içinde  bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil, milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz- algıladığımız kâinat, ucu-bucağı-başı -sonu  olmayan kâinat  esas itibariyle Allah’ın kendi indindeki bir AN’ lık bir düşüncesinin hâsılasıdır!

hf

KALB

 Tasavvufta ŞUUR anlamındadır.

hf

 

KALB GÖZÜ  AÇIKLIĞI

 Varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hali!.

Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri ilmi Bâtın`dır. Kalp gözü açıklığı  vardır..

hf

KALPLER  NEDEN 

“ALLAH ZİKRİ” İLE  TATMİNE  ULAŞIR?

 "Kalpler ancak ALLAH ZİKRİ İLE TATMİNE ULAŞIRLAR"

 buyuruluyor... Niye? ..

Çünkü insan, sonsuzu düşünmeye yönelik bir kapasiteyle yaratılmıştır ve sonsuzluk-sınırsızlık ise ALLAH'ın vasfıdır!..

 "Lâ uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik"

 diyen Rasûlullâh Aleyhi's-Selâm;

 "sana hakkıyla senâ (övgü) etmem mümkün değilidir; ancak sen kendini hakkıyla bildiğin için, kendi kendine senâ edersin"

  itirâfında bulunurken sonsuz-sınırsız yüce Zât'ın kesinlikle kavranamayacağına işarette bulunmaktadır...

Bu durumda bize düşen ne oluyor.. ?

Bize kendini tanıttığı nisbette O'nu tanımak!..

O'nun aynasında, kendimizi seyredip tanımak!..

Kendimizdekilerden, O'nun sonsuz sınırsız kemâlâtına, yüce özelliklerine, hikmetlerine, hayran kalmak!..

 "Allah'ım, hayretimi arttır"

 diye DUÂ eden Rasûl Aleyhi's-Selâm bu husus hakkında bizi uyarıyordu herhalde...

Allah'ı tanımanın yolu da, zikirden geçer!..

Zikir, ya Zât, Sıfat ve Esmâyı içine alan toplu isim "ALLAH" ismi ile yapılır... Ya da, Allah'ı çeşitli özellikleriyle tanımaya yönelik diğer isimleri ile yapılır...

hf

KALBİN KARARMASI

 Kişi, yaptığı yanlıştaki niyetine göre, 40 günden kırk yıla, ya da ömrünün sonuna kadar karşılığını alır ki, buna kalbin kararması denir…

İnsanların, günahları yüzünden, kalpleri kararır, Kur’ân ‘ın da işaret ettiği gibi!..

Hiç bir iyilik “ceza”sız kalmaz!.

Hiç bir yanlış da karşılıksız kalmaz!.

hf

KALBİN MÜHÜRLENMESİ

 Dünyadayken, yaptığının cezasını çekmeye başlama sisteminin adı Kur’ân dilinde “MEKR”dir!.

Eğer o kişiye iman üzere gitmeme durumuna yol açarsa fiîli, bu defa da kalbi mühürlenmiştir, (anlayışı körelmiştir) denir!.

Anlayışın körelmesi”, genel olarak, basiretin gerçekleri değerlendirememesinin adıdır!.

Unutulmamalıdır ki, düşünce de beynin bir fiilidir!. Ve kişi, fiîlinden mesuldür, bunun sonucunu kaçınılmaz bir biçimde yaşayacaktır!.

Kötü düşünce” ilk aklına geldiği anda, kişi mes’ûl olmaz; ama onu devam ettirmeye başladığı andan itibaren sistem gereği, özünden gelen bir biçimde beyin kendisini o konuda körleştirmeye, kilitlemeye başlar!..

Birisini suçlamanın karşılığı, Allah takdir ve iradesini inkâr yolundan ilerliyerek, imansızlığa kadar uzanır; ve o kişi bu hâl üzere ölürse, âhırete imansız gider!. “Yuhasibküm BİHİLLAH” hükmünü icrâ etmiştir!.

Kalp kararmasının veya körelmesinin işareti odur ki; kişi bilgi ezberciliği ve taklitle yaşamını sürdürüp; “Allah” adıyla işaret edilenin ahlâkıyla ahlâklanmaktan geri kalır!… Gününü, maddi zevklerle tüketip, taklit fiîllerle kendini tatmin eder!..

Düşüncenin yanlışlığı, o konuda iman esaslarına ters düşülmesi dolayısıyladır!.

İman esaslarına ters düşen her düşünceyi devam ettirmenin sonucu, kalbin biraz daha kararması demek olarak, hakikatın gereğini yaşayamamayı getirir!. Bu da, kişinin kendisini cezalandırması demektir!.

Kim, ne zaman, ilminin gereğini yaşayamıyorsa, o kendi kendini perdelemeye başlamıştır… Çünkü, asla bulunulan noktada durmak mümkün değildir!.

İnsan daima bulunduğu yerden ilerler bir başka noktaya doğru, düşüncesi istikametinde… Eğer düşüncesi isabetli ise, o yolda ilerler ve açılımları artarEğer düşüncesi yanlış ise, o takdirde de hakikattan uzaklaşarak, taklitte kendine karargah kurar!… Taklitte kalmak ise, en büyük cezalanmadır İslâmı kabul eden için…

hf

 KALB SAHİPLERİ

 Yüksek bilinç sahibi kişiler!

hf

 “KALEM”

 Evrende olmuş ve olacak   herşeyi meydana getiren!.

Akl-ı Evvel!.

hf

 KAZA  (VARETME  HÜKMÜ)

 "ALLAH", "öncelik ve sonralık" gibi zaman kavramı olmaksızın; ilmiyle, ilminde mevcut olan sonsuz mânâları seyretmeyi dilemiş; " MÜRÎD " olması dolayısıyla, kendindeki sonsuz mânâları seyretmeyi "murad etmiş"; bu murad ediş ile birlikte, "ol dediği şey, anında olur", âyetinde işaret edilen bir biçimde bu mânâların seyri başlamıştır.

İşte "ALLAH"ın "ol" hükmüyle, yani "MÜRÎD" ismi ile işaret edilen bir biçimde ilmindeki mânâları seyretmeyi murad etmesi; “Evren” ismi altında olan tüm isimlerle işaret edilen varlıkların meydana gelmesini oluşturmuştur!. Bunların "yok"tan varolmasını murad etmesiHüküm”dür!.

Bütün bunların varolmasını murad etmiş, hüküm vermiştir ki, bu hüküm "ALLAH"ın "Kazası"dır!.

"Kaza", işte bu "hüküm"dür!.

Esasen;

"ALLAH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR, TAKDİR ETMİŞTİR."

Şeklindeki Rasûlullah açıklamasında bahsedilmekte olan gerçek işte bu boyuttur.

Bu boyutta, henüz bildiğimiz anlamda varlık suretleri olmadığı gibi, bu varlık suretlerini meydana getiren esmâ terkipleri -isimler bileşimleri- de yok daha!. Bunların asli vücudu yok!...

Bu yüzdendir ki, "Ayânı Sâbite vücûd kokusu almamıştır" denerek, bu takdir safhasına işaret edilir.

Yani, ALLAH'ın ilminde kendi mânâlarını seyretmesi, seyretmeyi hükmetmesi "Kaza"dır...

Bu mânâların seyredilir hale gelmesini düzenlemesi de mutlak mânâda "Kader"dir.

hf

KELİME-İ ŞEHÂDET

 Kendisine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın önerilerinin sunulduğu kişi, “İslam”ı tasdik etmesi için,  anlattığımız sistemi kavradıktan sonra,  diyebilmesi gerekir ki;

-Yeryüzünde veya gökyüzünde tanrılar yoktur, sadece Allah vardır. Kâinatı vareden ve o yoktan varettiği kâinatta her bir birimi dilediği biçimde sûretlendiren; istediği özelliklerle bezeyen; ve her biriyle dilediği mânâları ortaya koyan sadece “Allah” vardır-.

İşte bu anlamı izah etme sadedinde sıra, “İslâm”ı kabul ve tasdikin ilk şartı olan “kelime-i şehâdet”e gelir...

Dersin ki:

“Eşhedü en lâ ilahe illallah “

“Eşhedü” yani, “şehadet ederim”...

Nasıl “şehâdet” edersin?...

Gözle, değil; basiretimle, idrakımla, anlayış, kavrayışımla, “şehâdet ederim” ki; ve... etmekteyim,  müşahede ve tesbit etmekteyim, idrak etmekteyim, tasdik etmekteyim ki; varlığın her zerresinde mutlak olarak hükmünü icra eden ve kendisinden başkasının varlığı asla söz konusu olmayan tek mevcut sadece “Allah”tır!. Ki gayrı asla mevcut değildir!.

“Ve eşhedü enne Muhammed’en abduhu ve rasûluh “

Ve gene bu müşahedemin neticesinde şehâdet ederim ki Hz. Muhammed “O”nun kulu ve rasûlü`dür.

“Kulu”dur, Allah’ın kendisinde izhar etmek istediği mânâları, ortaya koymak suretiyle “kulluğunu” îfa etmekte...

Burada ayrıca Hz. Rasûlullah  Aleyhisselâm’ın;

“FAKR”ımla iftihar ederim”!. diyerek işaret ettiği “ALLAH” varlığı yanında “hiç”liğine işaret de mevcuttur!...

Bahsi geçen “FAKR” da yanlış olarak bildiğimiz fakirlik diye anlaşılmıştır; ki hiç ilgisi yoktur bu anlayışın,  işaret edilen husus ile!..

Mutlak bilinçli kulluk ancak “FAKR” ile tamam olur!.

Ve “Rasûlü”dür; “ALLAH” hükümlerini-Sistemi’ni; “Allah”ın dilediği mânâları, bilmemiz için bize ulaştıran, bize tebliğ eden elçisidir!.İşte buna da şehâdet ederim!.

“İslam”ın ilk ana şartı budur.

Kelime-i şehâdeti avam, yani derinliğine düşünmeyenler şu anlamla söylerler... “Allah’tan başka tanrılar yoktur, tek tanrı Allah`tır”!.

Böylece ötedeki, eleştirilecek ilkel tanrı anlayışını ortadan kaldırıp, gerçek anlamıyla “ALLAH”ı farketmezler!. Sadece, bir isim ve tanrı olarak Allah’ı kabul eder!.

Hz. Muhammed’i O`nun elçisi olarak kabul eder. Bu kelime-i şehâdetin avam yönüdür.

Bir de kelime-i şehâdetin daha ileri, yani havasa dönük mânâsı vardır... Bu anlam, “Allah’ın varlığı dışında varlık olmayışını” izah eder.

Bu anlayışta, “Hz MUHAMMED`İN AÇIKLADIĞI ALLAH” isimli kitabımızda bahsettiğimiz mânâda Tekliği kavramalı; ve bunun neticesinde de “ben” diye var olarak zannedilen, var diye vehmedilen benliğin var olmadığını anlaşılmalıdır!… İşte bu, işin “havas”a hitabeden yönüdür. “Havas” düzeyindeki anlayışıdır.

Eğer sen, “benliğinin var olmadığını” anlarsan; “var” sandığın benliğinin, şartlanmalardan ve kendi zannından ileri geldiğini çözersen; vücudunun, “yok”tan varolmuş bir “yok” olduğunu kavrarsan; o zaman varlıkta her bir zerrede var olan “TEK” varlığın “Allah” olduğunu idrak edersin

 YÜZÜNÜ NE YANA DÖNDÜRÜRSEN, ALLAH VECHİNİ GÖRÜRSÜN”

  âyetinin sırrı açılır...

O zaman, düşman, kötü, abes, çirkin kalkar; her biri ayrı bir gayeyle var olmuş güzel ve mükemmeller kalır... Diken ayrı güzeldir, kaktüs ayrı güzeldir, gül, karanfil ayrı ayrı güzeldir senin gözünde!...

İşte “kelime-i şehâdet”in bu havas mertebesindeki görüşü, anlayışı, namazın ikâmesine yol açar...

İslâm dininin temelini, «LÂ İLÂHE İLLALLAH»  sözünün  mânâsı  oluşturur.

«Lâ  ilâhe  illâllah»   ne   demektir?

Bu söz basit olarak ele alınırsa;

"TANRI yoktur  sadece  ALLAH  vardır"   anlamında   değerlendirilir...

Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...

«Lâ ilâhe»de; "Lâ", yoktur; "ilâhe", TANRI demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir. 

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim...

Kelime-i Tevhid, «Lâ ilâhe» ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»;   "lâ ilahe"!.. .

Akabinde, bir açıklama geliyor...  «İllâ» = "sadece",   «ALLAH»  vardır!...  

"İLL  ALLAH"   yani     "sadece    ALLAH"!...

Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..

Dine, tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun, bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..  

"Lâ ilâhe iLLALLAH"  uyarısını, halkın anladığı arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük bir hataya düşmektedirler...

Şöyle ki...

"Lâ recülün illâ Âli"  dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli'den başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur"  veya  "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında çevrilebilir..

Oysa "İllÂ" kelimesi   "ALLAH"  kelimesiyle yanyana kullanıldığı zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz... Yani,  "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi değildir"   şeklinde yorumlanamaz...

Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir...

"KÂNE" yani "İDİ", eki nasıl  "ALLAH"  isminin işaret ettiği anlam yanında,  genel kullanım manasını yitirir; ve geniş zaman kavramına dönüşür ise;  aynı şekilde  "İLLÂ"  kelimesi de  "ALLAH" ismiyla yanyana gelince,  genel kullanım alanı dışına taşıp,  "SADECE"   kavramıyla anlaşılır...

Önce "KÂNE"  sözcüğüne bir misâl verelim... 

"KÂnALLAHu gafurur  rahİma" dendiği zaman,  bunu nasıl   "ALLAH  GAFUR   ve RAHİM  İDİ" diye çeviremezsek;   "ALLAH" isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri ise...  

Aynı şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi" anlamlarına   anlaşılmayıp,   "sadece"    mânâsıyla    idrak edilmesi zorunludur!  

Zira "ALLAH"  isminin bize işaret ettiği varlığın  özellikleri, kendi dışında bir mevcud kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi hiç kabul etmez!... 

İşte bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ",   gerek  "KÂNE" ve gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel kullanımda anladığımız manada değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.... 

Buna yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin ötesinde bir  TANRI yani İLÂH  kavramı olacaktır..

İşte bu gerçeği gözönüne almış olarak,  bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak  farkederiz ki...

«Tapılacak tanrı yoktur,  sadece   ALLAH  vardır»!..

Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur...

«Tapılacak tanrI yoktur»...  Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı  olmadığını   vurguladıktan  sonra,  «İLLA ALLAH»   diyor... 

"İLLÂ", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü  üzere   "SADECE" anlamında dahi kullanılır..

Evet,  "İLLÂ",  "ALLAH"  kelimesiyle birarada kullanıldığı zaman  kesinlikle "SADECE" anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLAH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nisbetle târif edilsin!...

İşte bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ" kelimesi  "ALLAH"  ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız...

Nitekim bu mânâ  İngilizceye tercüme edilirken:   

" There is no god   BUT   ALLAH

şeklinde değil;

"There is no god   ONLY ALLAH"

şeklinde tercüme edilmelidir...

Ki böylece, İslam Dininin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi   farkedilebilsin.

Evet, sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada...    Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE» yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü  veriliyor!..

Öyle ise «ALLAH»  ismi ile işaret edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde   tapınılacak bir TANRI  değildir!..

Bu takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..

«Tapınma» ve «kulluk»...

Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve bu kelimelerin  anlamı nedir?..

«TAPINMA» kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur...

«Sen» varsındır... «Sen»in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!... Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür... Tanrı'ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»... "Sen"in ona yönelik  yaptığın fiiller!... (1)

(1)- Nitekim Kelime-i şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi,  «Abdiyet-kulluk»un  «Hüviyete»  yani «Hû»ya   zorunlu olarak   yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.

«KULLUK»  kelimesinin anlamına gelince...

Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk»  ... Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır: 

 "BEN CİNLERİ DE  İNSANLARI DA YALNIZCA   BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN     YARATTIM"...

 Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..

Ayrıca burada  hemen şu ayetle işaret edilen manayı dahi hatırlamalıyız:

  "YÜRÜR  HİÇ BİR  MAHLÛK  HARİÇ  OLMAMAK  ÜZERE  HEPSİNİ  ALNINDA  ÇEKİP  YÜRÜTEN O'DUR!.."    (HUD/56)

 Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı, «Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir  bu anlamda..

Ayrıca,

 «KUL, KÜLLÜN   YA'MELU  AL  ŞÂKILETİH»

 deniyor âyeti kerîmede.   Yani;  

«DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR»     (17-84)

  FÂTIR'ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.

Özde, taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...

"Kulluğun" türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...

 «GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH ETMEYEN  HİÇ BİR ŞEY YOKTUR;      FAKAT SİZ, ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.»    (17-44)     

    âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını"  yerine  getirdiklerini  ifade  etmektedir...

Bir diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet» olan kulluk!..

.Netice...

«Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan birşeyler ummasıdır.

Sonuç... "TANRI"YA TAPINILIR;   "ALLAH"A  KULLUK EDİLİR!..

Öyle ise..."ALLAH"a  "kulluk" neden ve nasıl   yapılmaktadır?..

Bunu anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.

"ALLAH"ın "AHAD" oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de, yanısıra kâinat gibi  iki ayrı yapı mevcut değildir!.. 

Yani bir    “ALLAH” var,  bir de    âlemler mevcut ,  değil!..

Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle bâtıldır!.

Hazreti  MUHAMMED'in  açıkladığı  “ALLAH”  bir  TANRI  değildir!

Hazreti  MUHAMMED'in  açıkladığı   “ALLAH”,    AHAD'dır!...

Hazreti MUHAMMED'in   açıkladığı  “ALLAH”, sonsuz manâlara sahip olup, her an bunları  seyir  hâlindedir!..

Bu  «SEYR»in   mahalli de   «esmâ» âlemidir!..

ZÂT'ı   itibariyle   Vahid-ül AHAD...

Sıfatları itibariyle HAYY,  ALİM, MÜRÎD, KADİR,  SEMİ,   BASÎR,   KELÎM'dir;

Kendisinde bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..

"Ef'âl âlemi" denen fiiller âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de denebilir...

Ef'âl âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yeraldığı  kâinat ise bu  varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup;   ALLAH'ın "İLMİNE"de ise, ALLAH'ın  "İNDİNDE"  mevcut   "İLMΠ SURETLER"dir..

Ya da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar aslâ vücut kokusu almamışlardır»...

Kısacası, yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH'ın İLMİNDE" mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..

İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI   asla   hissedemez!..

Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gidersiniz!.

Tanrı ve tanrısallık yoktur, Allah vardırdemektir,“Kelime-i  Tevhid”in manâsı!

hf

 “ABD VE RESUL “ OLUŞUNA ŞEHÂDET NE DEMEKTİR?

 Evet böylece “Eşhedü an lâ ilâhe illâllah” diyebilirsek; “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah”dan sonra bizim üzerimize bir görev daha düşer...

“Ve eşhedü enne Muhammeden Abduhù ve RasùluHÛ”diyebilmek.

Ve eşhedü” şehadet ederim ki “enne”  kesinlikle bu böyledir. Yani , bu şehâdeti öyle bir  ederimki , kesinlikle bu şehâdetim geçerlidir,şaşmaz!..Muhammeden Abduhù ve Rasùluhu.

“Muhammed” O’nun kulu ve Rasùludur!

Muhammed” isminden kasıt  müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..

Burada “kul” luk , “rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...

Düşün ki, Rasùlluk!..

 “Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”

 diyor...

Rasûllükten daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..

Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul” luğu ne demektir?

Muhammed “abduhu” deniyor...

Bir kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti gösterir...

ABD” iyeti   “”viyetidir mânâsı burada gizlidir   yani,”Allah’ın hüviyetinekul” dur” demektir bu!..Allah’ın hüviyetininkulu”dur,demek; “efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle ,sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...

Neticede bilerek ve bilmeyerek, Kelime-i şehâdeti söyleyen herkes , Hz.Muhammed’in efal,esmâ,sıfat ve zât mertebelerine câmi olduğunu itiraf etmektedir; ama bilinçli olarak ama bilinçsiz olarak!...

“Hù”viyetin “abd”ı olması hali,bütün gelmiş geçmiş Nebi ve Rasûllerin arasında , bir tek “Muhammed” isminin müsemması olan mânâda müşahede edilir!..

Hüviyeti bir şeyin, o şeyin zâtıdır!.Bir şeyin hüviyeti,o şeyin zâtına işaret eder, o şeyin zâtını gösterir!...İlâhi hüviyete bağlanması; İlâhi Zât’ı,zâtında müşahede etmiş olmasından dolayıdır!..

İlâhi Zât’ı zâtında müşahede eden ilk beşer Hz.Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâmdır!..

Bu yönden de O’nun mertebesi , târifi mümkün olmayan,eşsiz bir mertebedir!

Hiçbir Nebi ve Rasûl, onun yanında ismini geçiremez!

Hz.Muhammed’in vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle,diğer nebi ve Rasûllerin arasında geçer adları,mânâ âleminde!

O’nun vârisleri kimlerdir?

O’nun vârisleri ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!..

İnsan-ı Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşıılan “kâmil insanlar” değildir!..

İNSAN- KAMİL” ler,Gavsiyet mertebesini dahi ihraz eden , yüksek kemâlât sahibi, Devrinin “Zât” larıdır!..

Ve varlık onlar üzerine dönmektedir ve onların  hükmüyle yürümektedir!..

İşte bu yüzdendir ki,bu “Abduhu” kelimesindeki “Hù” , her ne kadar zâhirde , avam anlayışında “Hù”ki O “ diye Allah’a işaret  gibi yorumlanırsa da; gramer kaidesine göre o anlama geçerse dahi; hakikat müşahedesinde , oradaki “Hù”  , hüviyete işaret eder,İlâhi Hüviyeti kasteder!..

İlâhi Hüviyetin kullluğunu;yani, âlemde esmâ,sıfat,zât mertebelerini ihraz   etmeğe dayanır!..

İşte bundan sonra,”Risâlet” gelir...Risâleti ne demektir?..

“Risâlet”in mânâsı ,Ulùhiyetin hükümlerini; Ulùhiyetin beşeriyetin ebedi saadetine dönük emirlerini, efal mertebesinde ortaya koymaktadır!..

Efal mertebesinde Ulùhiyetin hükmü ve gereği olan yeni emirleri ortaya koymak Risâlettir!..Ve bu efal mertebesinde gerçekleşir!..

Ve böylece kişi, bu şehadeti getirdikten sonra yani Hz.muhammed’in abdiyet ve risâletine de şehâdet ettikten sonra İslâm olmuş olur!

Zâhirde, bu kelimeyi söylemesi , ona “müslüman” denmesine yol açar.

Hakikatte bu şehadeti yapmış olması da,

 Kim vechini İslâm’a teslim ederse o muhsinlerdendir”,

 âyetiyle işaret edilen mânanın kendisinde açığa çıkmasıyla mümkün olur.”Muhsin” Allah’ın isimlerinden bir isimdir.Esmâ-ül Hüsnâ ‘da yoktur...”vechini  İslâm’a teslim etmesi” yani,vechinde Allah’tan gayrının olmadığını itiraf etmesidir!..

Çünkü  zaten “ne yana başını döndürürsen Allah’ın vechini görürsün” diyor ya!..Ne yana bakarsan, “Onun vechini  “ gördüğün gibi ,başkası da ; senin “vech”in , Allah’ın “vech” i olması hasebiyle; “Sen” de AllahVech” ini görür...İşte böylece Kelimeyi Şehadeti getiren ; emaneti sahibine iade etmiş,”hain” damgası yemekten kurtulmuş  ve de “vech” ini Allah’a teslim etmiş olur!

hf

KENDİNİ TANIMAK

 Kendini tanımaktan murad, bedenini veya vücudundaki “nefs”im dediğin tabiatını, tanımak demek değildir!..

Aslın olan külli mânâdaki “nefs”i tanımaktır , ki ki gerçek benliğin ve hakikatın da O`dur.

Sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.

Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikatı tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve mânâlar şeklinde tanırsın.

Her BİRİMİN yaratılış amacından gayrı işlevi yerine getiremiyeceğini idrak; kendini tanımanın ilk basamağıdır!... Bunun evveli, ise dedikodu!..

Kendini tanımak,hakikatını bilmek  ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür.Yani, “nefs” dediğimiz şey, aslında külli bir varlıktır..

Tüm varlıkların “nefs”i, Tek bir “Nefs”dir. Bu noktaya ve görüşe gelebilmektir önemli olan.

Vücud”un varlığını yok etmeyi, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ileri sürenler olanaksızdan sözetmektedirler; meselenin aslını ifade edememekten dolayı!. Çünkü onların diliyle de gerçeği örtmeyi murad ediyor Kendisi!.

Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır... Zât ise tektir!..

Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize.

İşte burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!..

Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve."Nefs"ten çıkmak!.. "BENLİK"siz kalmaktır!."

Kendini TANI, ise amaç; kendini tanımaktan murad  kendindeki ilâhi sıfatları yaşamaktır!...

Kendini önce beden olarak tanırsın... Sonra idrak edersin veya takliden kabul edersin ki bir de ruhun varmış.... bu derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret” de denir...

Bunun da ötesine geçebilirse idrakın... Tüm varlığın (elbette ben dediğin de buna dahil) asıl kökeni meleki boyutmuş; bunu farkedersin... Bu boyutu farketmeden, anlamadan, idrak etmeden, hissetmeden kendi hakikatını kavraman, hissetmen de kesinlikle mümkün değildir!... hele ki ötesine geçmek!... Bu gerçekleşmeden, ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!... Yani, takliden yapılan konuşmalar!...

İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde Meleki yapı olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...

İnsan kendi hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya başlar...  

Tasavvuftan amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...

Kişi kendi özüne doğru olan bu yolculuğu yapmazsa, cennet ortamının meleki varlığı olmak yerine ruh boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır...

Allah, “İNSAN” olanı kendi “halife”si olduğunu idrak edip gereğini yaşaması  için; yani, kendi bakışıyla varlığa bakıp, kendi değerlendirmesiyle varlığı  değerlendirsin; kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşasınlar diye yarattı...

Ve bunun için de “İNSAN” olana kendini tanımayı kolaylaştırdı...

İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa  çıkar!

İnsan, aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir aynada seyrederek tanımak zorundadır!..

Kişide kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok çok ayrı şeydir!..

Kendini tanımak, hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür... İlim sıfatının açığa çıkması da topluma dönük olarak; Muhammed Aleyhisselâm ile gerçekleşmiştir...

Kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine erebilmek için;

Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır!.

Aksi takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına hiç bir zaman giremeyecektir.

İşte bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda değil, şuur boyutunda yaşanır.

Ve bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması zorunludur!.

Dileyelim ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.

Aksi takdirde bir ömür boyu, Vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir, neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..

Kendini arayanlara ayna olarak Din tebliğ edilmiştir!..

Kendini aramak ve tanımak gibi bir derdi olmayanları din enterese etmez!..

Onlar diledikleri gibi yaşarlar ve sonucuna da katlanırlar!..

İnsan aynada kendini seyredemiyorsa, ya kördür, ya da ayna adıyla ve sanarak duvara bakıyordur!..

Kendindeki hangi özelliği keşfederek onu kullanmak suretiyle bir cehenneminden kurtulup, karşılığı olarak o cenneti yaşayabildin?...

Varsa eğer böyle bir şey, o sana örnek olsun!... Daha geride hayalinden bile geçmeyen neler var!..

Ama bütün bunlar için gerçekten KENDİNİ TANIMAK değerli bir şey olmalı senin için!..

Yaşamının değil, günün kaç dakikasında, karşındakine, kendine davranılıyormuş gibi davranıyorsun?...

Karşındakinin, “sen” olduğunun; LAKIRTISINI etmek çok kolaydır!... İki nefes yeter!.. Ya onu idrak ile hissedip, yaşamak!?...

Başına ne gelirse, “ALLAH”tan bilip, asla karşındakini yaşadığın o olaydan dolayı suçlamamak?!...

Bir yandan bunlar uygulanıp yaşanacak; diğer yandan da “ümmülkitab”ı  başlıyacaksın “OKU”maya ki, ALLAH ahlâkının ne olduğunu öğrenesin!..

Kendi hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatı detayları ile tanımak ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir... Bu da sadece dünya hayatında bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir konudur!..

hf

 KENDİ BOYUTLARIN

 Bunları böylece anladıktan sonra, geleceğimiz bir husus daha var...Bu âlem ve bu kâinat içinde varolan sen...Varlığın , tamamiyle ilâhi isimlerin mânâlarının terkibi diyoruz...Yani,varlığın,bütün ilâhi isimlerin değişik zamanlarda değişik terkiblerle sende ortaya çıkması ile oluşmuş,diyoruz!..Bu mânaları müşahede eden bir de “sen” varsın!..Bu mânaların “sen” den çıkmasına karşılık senden çıkan bu mânaları müşahede eden bir “sen” varsın!..

Ve sen “ben neyim”diye derinliğe gittiğin zaman,kendin için,ben şuyum veya şöyleyim diyemiyorsun...Şu özelliğim var,bu özelliğim var diyorsun ama; kendin için ben şuyum diyemiyorsun..

Ben şuyum diyememen,zâtın itibariyledir.. Zâtın itibariyle zâtını tâyin edebilmen , tesbit edebilmen,takdir edebilmen muhaldir.. Bana zâtın itibariyle kendini tarif edemezsin..

Bizim tüm boyutları ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..

 Vasıfların itibariyle, vasıfların olduğunu  , senin için,”yok olma” anlamında bir ölümün söz konusu olmadığını söyleyebilirsin...Yok olma,yok;sen ebedi olarak “hayat” sahibisin..

Hayat sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS" ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek devam edecektir.

Bunları idrak edebilen bir şuuurun, idrakın var..”İlim” vasfının sonucu olarak , bütün bunları idrak ve ihata edebilen,kavrayabilen bir şuurun var..

"ALÎM" ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.

"MÜRÎD" ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.

Bu seyrin,bu müşaheden dolayısıyla,neticede sende meydana gelen belli istek ve arzular var..”irade” var!..

Bu istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartmak için “kudret” var..Ve bu kudret kullanarak birtakım istek ve arzularını kuvveden fiile çıkartıyorsun..Bin isteğinden bir tanesini bile kuvveden fiile çıkarmış olsan.demek ki sende belli bir “ kudret” var..

"SEMİ" sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE" yeteneği kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının bizden ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET" bizde görev yapar!..

Kendinde mevcut olan mânaları dile getirebiliyorsun! “mütekellim” isminin,”kelâm”  vasfının sendeki mevcudiyetine işaret olarak..

Çevreni,dışını “algılayabiliyorsun!..Ve çevrendeki çeşitli mânâları fiilleri “seyredebiliyorsun!..bütün bunların sonucu olarak yeni birtakım şeyler de meydana getiriyorsun...Bu vasıflar sende mevcut..

Ve hayatın boyunca, sen de mevcut çeşitli mânâları fiile dönüştürme hali sürüp gidiyor..Çeşitli sana gelen etkilere tepki şeklinde veyahut direkt , kendin aksiyon koymak suretiyle çeşitli mânaları fiile dönüştürmeye  devam edebiliyorsun..

Öyleyse , geniş mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar , işaret edilen vasıflar , boyutlar , sende mevcut!..

Demek ki , senin ilmin veya senin şuuurun , anlayışına göre,bu boyutların herbirine ulaşıp , her birinin hakkını ayrı ayrı vermediği sürece , sen “ nefsine zulmedenlerden” olursun!..

Sende  mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da   “nefsinin hakkını edâ” edenlerden olursun.

Zâtının, sıfatının.esmâsının ve efalinin hakkını ayrı ayrı verdiğin zaman,hakkını eda edersin; varlığın, efalin hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin zaman veya sıfatın hakkını vermediğin zaman veya esmânın hakkını vermediğin zaman veya zâtının hakkını vermediği zaman “nefsine zulmedenlerden” olursun...

İnkâr ettiğin,kabul etmediğin herbir boyutunla,neticede “nefsine zulmetmekten” başka bir iş yapmıyorsun!..

Öyle ise nefsinin , varlığının hakkını verebilmen ancak, Allah’ı tanıyabilmen ve Allah’a “yakin” kazanmakla mümkündür!..

Allah’a “yakin” kazandığın ölçüde, kendini tanırsın; kendini tanıdığın ölçüde de Allah’ı tanımış olursun!..

Hatırlayalım Rasùlullah (Salla’llâhu Aleyhi  ve Sellem)in işaretini;

 -Allah nerededir,yerde mi gökte mi?..

 -Mü’min kullarının kalbindedir!..(Gazali-İhyâ)

 Allah’a “vâsıl” olabilirsin;ama Allah’ı idrak edebilir misin?..Hayır!..

 ONUN MİSLİ OLAN ŞEY YOKTUR”(Şùra-11)

 “İDRAKLAR O’NU KAVRAYAMAZ”(En’âm-103)

 “..VE ONA LEDÜNNÜMÜZDEN İLİM İHSAN ETTİK”

 Evet,burada şu gerçeği kesinlikle tesbit edelim...Şayet bizden bu ilmi dinliyorsanız,bu Allah’u Teâlâ’nın bize ihsân ettiği “ilmin” den dolayıdır..Bu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; O’nun bizden zâhire çıkarmayı murad ettiği bir ilimdir...O’nun ilmidir!..

 O dilerse ,”ilmini” bir mahalde izhar eder...Yani,ilmin sende varoluşu, Allah’ın sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!..İhatan yoluyla değil.

İhata yoluyla olmayışı demek; Allah’ın mânalarını sonuna kadar ihatanın,idrakın mümkün olmadığına işarettir.çünkü sonlu,kısıtlı,kayıtlı bir varlık değildir!..Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.

  Esas itibariyle Allah’ı seyir,ilimden ibarettir.

 Yani , rü’yet,ilimdir!..

İlmin dışındaki bir rü’yet ise hayale girer!..Tahayyül sùretiyledir!..

Çünkü görme mânâsındaki bir rü’yet ancak bir ilâh için, yaratılmış bir ilâh için söz konusu olur!Yaratılmış ilâh olmaz!..

Yaratılmış ilâh olmazsa,yaratılmamışın görülmesi zaten mümkün olmaz!..İnsan yaratılmıştır,bunu daha evvel konuştuk...Yani,belli isimlerin mânasının aşikâre çıkışıyla varolan varlık, bu yönüyle yaratılmıştır!..Yaratılanın yaratanı ihata etmesi ,görebilmesi zaten muhaldir!..

Ancak Allah kendisi,kendisini görür!..Ne anda,hangi anda sen Allah’ı gördüm,Allah’ı duydum dersin, o senin kendi hayalinde sana açılan Rabbındır!..

Öyle ise,”Allah’a vâsıl olmaktan” mâna,Allah’ın ilmini,”sen” adı altında izharından başka bir şey değıildir!..

hf

KERÂMET

Allah ikramı!

Belli riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur. Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!. Bunlara "ârif" denilir!. Bunlar daha "velî" değildirler!.

İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet mertebesi olan "Mârifetullah" sahibi "mardiye nefs" bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir... Bununla karıştırılmaya!

Eğer şartlanmalar perdesini kaldırmakla birlikte kişi,tabiat perdesini iman nuru ile kaldırmışsa o zaman ondan gözüken olağanüstü hallere” kerâmet “ adı verilir .Yani kişi  bu halde iman nûru ile hareket ediyor.Akıl,iman nuru ile hareket ediyor!

Sirius yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ'lerine    ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde keramet?

Destekleyen bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet   karşılığı olarak?

 Ben de sizin misliniz olan bir beşerim

  diyen en muhteşem insan,   Allah Rasûlü ve Hatemen Nebiyyin Muhammed Mustafa Aleyhisselâm...  Bizler   gibi bir bedene sahip!.

Kerâmetleri hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni,    Ahmed Rufai ve niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.

El-kol, bacak beyin aynı da....

Tıpkı kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...

Farklı olan tek bir yanları var bugünkü bilimsel verilere göre; BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...

TANRI DEĞİL ALLAH ise...

Kaynak aynı kaynak...

Beşer aynı bedene sahip aynı beşer...

Ama birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...

Diğerinden çıkana Veli ise, diyoruz, “kerâmet”...

Kâfirden çıkana ise diyoruz “istidrac”!.

Aynı kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden    değişik isimle tanımlanıyor!.

 Musluk olayı Allah'a bağlıyor; mucize, “kerâmet” diyoruz!...

 Musluk olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, “istidrac” diyoruz!...

Oysa açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.

Hatta bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize ve    kerâmet ise Allah'a ait!...

Mucize veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin?

Kerâmet ve mucize ise Allah'tan kaynaklanır kuvvetini Uluhiyetten    alır ilmince...

Onun içindir ki, Allah'a iman etmiş olanın arzı geniştir... Ulûhiyet    arzında ve semâsında seyreder!...

hf

KESRET

 “Çokluk” Âlemi.

hf

 

KESRET  MÜŞAHEDESİ

 Hak'kın varlığı olarak bir çok varlıklar mevcut değildir!. Kalpler ve ruhlar mevcut değildir!..

Bunların hepsi de vehim yollu görülen hayâllerdir!. Gaflet ve uykuda olmanın sonucu olarak meydana gelmektedir!..

Çünki bunların hepsi de, "ilmî sûretler" olmaktan öte bir şey değillerdir!. "İlmî sûretler" ise ancak ve ancak, sadece ve sadece Allâh'ın ilminde mevcutturlar!..

Emir ve hüküm hep kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.

Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allâh'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme basîretsizliğinden arınıp; “Emir –âmir – memur”; “hâkim- mahkûm – hüküm” üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.

hf

KEŞİF

 Genetik istidadın oluşturduğu veri tabanının, sistemi okumaya yönelik bir şekilde çalıştırılması sonucu olarak; kişinin, yaşamında edindiği veri tabanıyla da birleştirilmek suretiyle, sistemi “OKU”yabildiği oranda değerlendirebilmesi “Keşif”tir.

KEŞİF, fizik bedene bağımlılık devam ederken mânevî âleme vukuf ve onlarla irtibat hâlidir.

Keşifler... İki türlüdür... Görüntülü veya görüntüsüz...

Eğer bu değerlendirmeler, kişinin beyninde, veri tabanına, kültürüne GÖRE ve dayalı olarak, hayâl merkezine transfer edilirse, bu tesbitler sembollerle, hayâl suretleri şeklinde görülür; ki bu, yorumlanması gerekli olan keşif türüdür...

Hayâl merkezine girmeden değerlendirme olursa, o zaman yoruma gerek kalmayan değerlendirmeler olarak, direkt, keşif diye algılanır... Buna, “hissi müşahede” de denilir. Bu keşfin sonucunda, kişide, “Allah” adıyla işaret edilenin yaratmış olduğu sistem ve düzenin işleyişine dair bilgiler elde edilir ve yaşanır.

Keşfin halusinasyondan ayrılan yanı; Halusinasyon, asılsız; sistemle bütünleşmeyen VEHİM kökenli görüntüler-hayallerdir....

Keşif ise, sistemin deşifresidir!.

hf

KEVN

KEVNİ NOKSAN

 Varoluş, terkibiyet hükmünün meydana getirdiği kısıtlamalar!.

hf

KIYÂMET

 "Kıyâmet" kelimesi Kur`ân-ı Kerim’de, bazen bireysel anlamda "ölüm", yani bir yapının, diğer bir boyuttaki yaşam biçimine dönüşmesi anlamına işaret ederken; bazen de "ruh boyutu yaşamının, nurânî yaşam boyutuna" dönüşmesi süreci olarak kullanılmıştır.

hf

 

“KIYÂMET” OLAYI

 Kıyâmet dediğimiz devre, yani âhiretin ikinci devresi!

Bu ikinci devre kıyâmetle birlikte oluşur.

Kıyâmet ne zaman?

Bunun hakkında dinî kaynakların hiçbirinde herhangi bir zaman, verilmemiştir. Verilmediği için, şu anda bizim de burada bir şey söylememiz câiz olmaz!..

Belli hadîslerden faydalanarak; kıyâmet koptuğu anda, dünyada yaşamış olan bütün insan ruhlarının o ortama özel bir beden ile dünya üzerinde olacağını; dünya üstünde hepsinin bir araya geleceğini; cehennemin melekler tarafından çekilerek getirilip, bütün dünyayı kuşatacağını, dünyanın üzerinden, cehennemi aşıp cennete ulaşacak biçimde bir köprü oluşacağını; bu geçitten insanların geçebilenlerinin cennete ulaşacağını; geri kalanların da cehenneme düşeceğini söyliyebiliriz.

Şimdi köprü denince aklımıza hemen bir boğaz köprüsü geliyor!.. Ya da başka türlü bir köprü mü kurulacak?

Hadiste de Hz. Rasûlullah insana o meseleyi anlatabilmek sadedinde misâl veriyor,

-Köprünün üzerinde çengeller vardır. Meselâ bir kişi dünyada namazını kılmamışsa namazla ilgili çengel uzanır, o kişiyi yakalar cehenneme atar veya oruç eksiği varsa, orucunun eksiği dolayısıyla o kişiyi kapar oruç çengeli, cehennemde cezasını çeker ve sonra cehennemden çıkar’ diyor. Buradaki tâbir bir mecâzi anlatım!

Meselâ şöyle, ben bunu size anlatmaya çalışayım .ikinci dünya savaşı sonrasında Amerika’lılar Berlin’e hava köprüsü kurdular ve hava köprüsü ile pek çok yiyecek giyecek ve insan taşıdılar. Şimdi -hava köprüsü’ deyince, aklınıza boğaz için köprüsü gibi bir köprü geliyor ve Amerika’dan Berlin’e kadar böyle bir köprü kurulmuş!.. Hayır!.. Amerika’dan Berlin’e uçaklar sürekli çalışarak, oraya gerekli ikmali yaptılar!..

Bunun gibi, dünyanın üzerinden de insanlar kendi çalışmalarına göre elde ettikleri kuvvetleri kadar bir güçle kaçmaya başlarlar. Çünkü dünya, o anda cehenneme gidiyor, Güneşin içine girecek; Cehenneme düşecek insanlar dünyadan kaçacaklar; herkes kendi gücüne göre kaçacak.

 "Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer, kimisi deve hızıyla geçer, kimisi koyun hızıyla geçer, kimisi at hızıyla geçer, kimisi de sürüne sürüne geçer"

 diye târif ediyor Hz. Rasûlullah (Bunların hadislerini de göreceğiz daha sonra).

Başka türlü nasıl anlatılır, o devrin insanına bir düşünün. Peki buradaki hâdise ne?..

Herkesin belli bir rûhânîyeti var; o ruhundaki enerji dolayısıyla, yani belli kaçış gücü dolayısıyla; kimisi yerçekiminden kendini kolaylıkla soyutlayıp hızla fırlayabilecek, kimisi de çok büyük güçlüklerle yükselebilecek.

Şimdi şu da bilimsel bir gerçek!

Daha önce izah ettiğimiz üzere güneş belli bir süre sonra, bugünkü hacmının 400 katı büyüyerek dünya, Merkür, Venüs ve Mars’ı içine alacak, güneşin yüzeyindeki hararet 6000-6500 derece eriyor, su gibi oluyor! Dünya Güneşin içine girerse ne olur?.. Su gibi erir akar mı?

Zaten Hz. Rasulullah da hadîste,

 -"Cehennemin içine düşünce, dünya eriyip su damlası gibi buharlaşır"

 şeklinde târif etmiyor mu?

Bir su damlası gibi kalmayacak mı dünya?

Güneşin bugünkü, hâli dünyanın 1.303 bin katı büyüklüğünde!.. O gün en az 400 milyon kere daha büyük olacak dünyadan!..

Dünyanın manyetik çekim alanından kendini kurtaramayıp da cehennem sınırları içinde sürünenler eğer bu çekim alanının ilk anlarındaysalar; yanlarından geçenler tarafından çekilip götürülmeye çalışılacak. Fakat o kurtulma halini, gücünü hiç elde etmemiş olanlarda ebedî olarak güneş çekimininin içinde kalacaklar.

Peki böyle bir şey var mı? Yani söz konusu olabilir mi?

Bugün uzayda -kara delikler’ adı verilen ölmüş güçlü yıldızlar var. Bunlar, hacim olarak, bir ay kadar olmalarına rağmen, civarlarından geçen bir Jüpiter kadar veyahut ta ondan daha büyük. Güneş gibi koskoca bir kütleyi alıyor yutuyor, hazmediyor içinde yok ediyor!.. Ve bana mısın da demiyor!..

Bunun gibi, insan ruhlarının da karşılaşacağı, "cehennem" adı verilen bu korkunç durumdan kendilerini ebedî olarak kurtarabilmeleri mümkün değil!..

Eğer şu anda dünyada belli çalışmalar yapıp da belli bir ruhâniyet, belli güç elde edemezse insan, bunun neticesi olarak, kendilerini oradan kurtarabilmeleri ebedî olarak mümkün değil!..

Ondan sonra cehennem böylece geçilebilirse eğer;

Tabiî biz burada haşir sahasında olacak olaylara değinmiyoruz!.. O da ayrı bir konu! Geçebilirlerse eğer; cennete gidiyorlar.

Cennete girecek en düşük mertebeli bir insana, bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir dünya verileceği söyleniyor hadîste.

Uzaydaki, galaksideki yıldızların en küçüğü o, bundan daha küçük yıldız yok!.. Hatta daha da büyük belki de; Hz. Rasûlullah "mübalağa zan olunur" diye, o kadarla yetindi.

Cehennemin gerçek şiddetini, Hz. Rasûlullah anlatmamıştır!.. Zira bu anlattığı kadarıyla bile, "cehennemin korkunçluğunu" insanlar kavrayamamakta ve "olamaz böyle şey" demektedirler!

Eğer hakiki boyutlarıyla anlatmaya kalksaydı, zaten kimse kabul etmezdi!

Gerçekte çok daha korkunç bir şey!..

Cehennemde, ölüm diye bir şey yok!..

Cehennemde değil; ölüm tadıldıktan sonra, herkes için ebediyen ölüm, diye bir şey yok!.. Yok olmak, "yok olup gitmek" diye bir olay söz konusu değil!..

Zira, esas olarak, senin ana yapın ruh dediğimiz dalga yapı. Manyetik yapının yok olması, söz konusu değil artık!.. Ve bu manyetik yapının, bulunduğu ortama göre yoğunluk kazanarak oluşturduğu terkib, çeşitli şekillerde zedelenebilir, bozulabilir, değişebilir, fakat ortadan kalkmaz!..

Çünki o terkibin aslı, dalga bedendir!.. Hologramik dalga yapı olduğu için, bozulmaz!

Bu neye benzer?.

Bunun misâlini de rüya âleminden verelim. Rüyada ölüyorsun. Sonra, rüya içinde gene yaşamaya başlıyorsun! Yani, Ruhâni yapıda ölmek diye bir şey yok!.. Manyetik yapı için, ölmek diye bir şey yok!..

Dolayısıyla cehennemdekiler binlerce defa ölürler sanırlar ve binlerce defa ölmeden yaşarlar!

-Onlar için acıklı sonsuz birer ıstırap vardır’ diye târif edilmesinin sebebi budur.

Buna mukabil “Cennetler” dediğimiz diğer âlemlere gidenlere, yani diğer yıldızların boyutsal derinliklerine gidenlerse kendilerinde mevcut ruhânî kuvvetlerle; ki bu ruhanî kuvvetlerde ilâhî isimlerin mânâlarına dayanıyor.ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koyup gerçekleştirme kabiliyetini kendilerinde bulacaklar!.. Çünkü bu ilâhî mânâların gereğini, ortaya koyabilmede, dünyada bir güçlük var!

Bir madde beden oluşması var! Şu madde beden, senin her düşündüğünü bilfiil ortaya koymanı çok güçleştiriyor.

Ama cennette lâtif bir yapı!. Lâtif bir yapı olması nedeniyle de her düşündüğün, tahayyül ettiğin şey anında gerçekleşiyor!.. Ve böylece, cennet hayatı onlar içinde ölümsüz olarak, ebedî olarak sonsuza dek devam eder!

İşte "bâ’su bâdel mevt"in, yani “ölüm denen madde bedenin terkinden sonra hayatın devamı” ile ilgili olarak kısaca söyleyebileceklerimiz bunlar!..

Ölüm ötesi yaşama dair izaha çalıştığımız hususlardan sonra; bu hayata dair Hazreti Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem neler anlatmış. Biraz da onları dinleyelim kendi ağzından. Bu bölümde naklettiğimiz hadîsler çeşitli hadîs kitaplarından derlenmiştir:

Ebû Hüreyre radıya’llâhu anh’tan şöyle demiştir: Öteki beriki,

- Yâ Rasûlullah, kıyâmet gününde biz rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz Hazretleri de mukabeleten;

- Ayın 14. gecesi rüyete mâni hiçbir bulut yokken ayı görmek hususunda şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.

- Hayır ya Rasûlullah, denince tekrar,

- Rüyete mâni hiçbir bulut yokken güneşi görebileceğinizde şek ve ihtilaf eder misiniz?.. diye sual buyurdu.

- Hayır ya Rasûlullah!.. dendi.Bu arada Ebû Saidi Hudrî’nin rivâyetinde de;

- Güneşi öğle üzeri ve önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip kakışmaya, birbirinize zahmet vermeye hâcet görür müsünüz. şeklinde açıklama yapmıştı. Sonra buyurdu ki;

-İşte O’nu siz böylece apaçık göreceksiniz. Kıyâmet gününde insanlar haşrolacak, (yani bir araya toplanacak.)

Kıyâmet gününde Nâs’ın Seyyidi benim bu da bilirmisiniz neden?.. Çünkü o gün Allâhü Teâlâ ve tekaddes hazretleri evvelin ve âhirin hepsini dümdüz bir toprak üzerninde öyle bir surette cem edecek ki kendilerini çağıran çağırıcı, ayrı ayrı her birine sesini duyurabilir.

Onlara bakan basar, ayrı ayrı herbirine nüfuz edebilir.

Bu arada ibn-i Mes’ûd radıya’llâhu anh Beyhakî’deki rivâyetinde;

 -Nâs haşrolduklarında, 40 yıl gözleri semâya dikilmiş olarak dururlar. Kendilerine hiçbir kimse tek bir kelime söylemez. Bu esnada -GÜNEŞ’ başlarının ucunda kendilerini yakar ve berru fâcir herkes ter deryası ta boğazına çıkıncaya kadar hep bu halde kalırlar.

 Ve nihayet Taberânî rivayetinde;

 -Kıyâmet gününde adam vardır ki ter kendisini boğacak dereceye çıkar. Ya rab cehenneme atmakla olsun bari beni rahatlandır der. Haliyle mahşer yeri tasvir edilir.

-Bu arada Müslim’de şu izahat vardır.

 -Halk o gün amellerinin miktarına göre tere batmış bulunacaklardır. Kiminin ter aşıklarına; kiminin dizlerine kiminin böğürlerine kadar çıkacak. Kimini de ter (Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek elleri ile ağızlarını göstererek), gemliyecek!. (yani boğacaktır.)

 Diyerek daha da açık ve tafsilâtlı anlatmıştır.

Bu arada Ebu Said Hudrî’den gelen rivayetle bu bekleyiş şöyle açıklığa kavuşturulur:

 -Bu vukûfun duruşun azabı mü’min hakkında o kadar hafifletilecek ki ancak farz namazlardan biri kadar sürecek.

 Veya bir diğer rivayette,

 -Güneş gurub için ufuktan sarkıp gurub edinceye kadar o gün mü’min hakkında gündüzün bir saatinden daha kısa da olacak!’ müjdeleri de var.

-İşte bundan sonra rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her kim neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün buyuracak.’

 Bu arada ibn-i Mes’ûd rivayetinde Hz. Rasûlullah şöyle buyuruyor:

 -Sonra gökten bir münâd-i şöyle nidâ eder; Sizi yaratan, size suret veren size rızkını veren Rabbiniz iken dönüp başkasına ibâdet ve muhabbet etmenize mukabil,ilâhî Adaleti gereği içinizden her kulu taptığının ardına düşürmek değil midir?

-Evet öyledir!.. Cevabını aldıktan sonra,

-Her ümmet dünyada iken taptığının yanına gitsin! diye ilân edilir.

 Bu arada Ebû Hüreyre’nin rivayetinde de şöyle ilâve var.

 "Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kullarından birini karşısına alıp,

-Ben seni tekrim etmedim mi? Evermedim mi? Mahlûkatımı sana teshir etmedim mi?’ diye soracak. O da;

-Evet Ya Rab!’ diyecek. Bunun üzerine O da;

-Sen beni vaktiyle unuttuğun gibi, ben de şimdi sana aldırmıyacağım! buyuracak.

Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bir üçüncüsünü de karşısına alacak, bu kimse,

-Ya Rab ben sana, kitabına, Resûlüne imân ettim, namaz kılmış, oruç tutmuştum’ diyecek. Hak Celle ve âlâ Hazretleri de,

-Haydi senin bu dâvana şahit ikâme edelim.. buyuracak.

Derken, o kulun ağzı mühürlenip azayı bedeni aleyhine konuşmaya başlayacak... işte bu münâfıktır!.. Ondan sonra da biri şöyle nidâ eder,

-Herkes dünyada iken kime, neye inanıyor tapıyorsa onun peşine gitsin.’ Artık kimisi güneşin, kimisi ayın, kimisi de diğer putların peşine düşüp gidecek.

Bu arada ashabı salip yani salibe tapanlar, salibleriyle; putperestler putlarıyla; her mâbudun abideleri de kendi mabûdlarıyla beraber gider!"

 Nitekim ibn-i Mes’ûd rivayetinde;

 -Onlara ibâdet etmiş oldukları şeylerin timsâli görünür, beraberce onlarla giderler. Nitekim:

-Siz de Allah’tan başkasına ibâdet ettikleriniz de cehennemi tutarsınız!.. buyurulur.

Ve böylece yalnız bu ümmet içlerinde münâfıklar olduğu halde oldukları yerde kalırlar. Bu arada Allahü Teâlâ Süphanehü Hazretlerinin gayrına ibâdet etmiş olanlardan, cehenneme atılmadık hiçbir kimse kalmaz!..

Nihayet fâcir olsun, hak üzere kalan ehli kitabın geri kalanı olsun, Allahü Azze ve Cellehu hazretlerine ibâdet etmiş olanlardan başkası kalmayınca, Yahûdilerin bir takımı çağrılıp; kendilerine,

-Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.

-Biz Allâh’ın oğlu Üzeyri’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara denilecek ki,

-Siz yalan söylüyorsunuz. Allahü Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?’ Onlar da,

-Ya Rab pek susadık bize su ver’ niyâzında bulunacaklar. Bu talep üzerine

-Haydi su başına gelmez misiniz? diye kendilerine işâret vaki olacak. Onlar da bir araya getirilip Nâricahim’e doğru sevkedilecekler.

O Cehennem ateşi ki; onların nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip bir diğeri ardınca ateşe dökülecekler.

Sonra Hıristiyanların taifesi çağrılıp kendilerine -Siz kime tapardınız?’ diye sorulacak.

-Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık’ diyecekler. Bunun üzerine onlara da denilecek ki,

-Siz yalan söylüyorsunuz!.. Allahû Teâlâ hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir. Şimdi söyleyiniz istediğiniz nedir?..’

Onlar da;

-Ya Rab pek susadık bize su ver!..’ niyazında bulunacaklar.

Bu talep üzerine:

-haydi su başına gelmez misiniz"... diye kendilerin işaret vâki olacak.

Onlar da bir araya getirilip, nârıcahime doğru sevk edilecekler. O nârıcahim ki onları nazarında yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip yekdiğeri ardınca ateşin için dökülecekler.

Allahu tebâreke ve Teâlâ bundan sonra kalan mü’minlere evvela onları inandıklarından bir başka suretle gelip;

-Ben sizin Rabbinizim’ buyuracak. Onlar da o tecelli ile tanımayacakları için,

-Senden Allah’a sığınırız!.. Rabbimiz gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır, bir yere ayrılmayız!... Rabbimiz geldiğinde biz onu tanırız!" diyecekler.

Allahu Azze ve Celle Hazretleri onlara bu defa tanıdıkları bir surette gelip;

-Ben Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da:

-Sen bizim Rabbimizsin’ diyecekler. Ve Allâhü Teâlâ’nın onları davet buyurması üzerine ona tabi olacaklar.

Bu arada başka bir açıklama:

-Ya siz ne bekliyorsunuz?’ dendiğinde;

-Her ümmet ibâdet ettiğinin ardına düşsün! buyuracak. Onlar da;

-Ey Rabbimiz biz dünyada iken, seni tanımayan, ibadet etmeyen insanlardan, kendilerine en ziyade muhtaçken dahi, ayrılıp semtlerine uğramazdık, onlarla görüşmezdik!’ diyecekler.

-Biz şimdikinden ziyade kendilerine muhtaç iken dahi, dünyada onlardan ayrılmıştık; onlarla hareket etmedik; şimdi nasıl olur!? Biz münâdinin, her kavim vaktiyle ibâdet ettiği neyse ona kavuşsun!.. diye seslendiğini işittik. Onun için rabbımıza intizâr edip, O’nu bekliyoruz.

Cenâb-ı Rabbül Âlemin onlara, iki veya üç kere:

-Ene rabbiküm! (ben sizin rabbınızım).’ buyuracak.

Fakat onlar hepsinde de,

-Senden Allah’a sığınırız!.. Allah’a bir şeyi şirk koşmayız!..’ diyecekler.

O derecedeki, bazıları imtihanın şiddetinden rücû eder gibi olacak. Nihayet;

-Rabbınızı tanıyabilmeniz için aranızda bir alâmet var mıdır diye sual buyrulacak ve

-Evet’ diyecekler. Evet cevabı üzerine  -keşfi şak’ olacak ve kendiliğinden, Allâh’a secde etmiş her kim varsa secde etmeye tarafı ilahiden kendisine izin verilecek. Riyâ olarak secde etmiş olan münâfıklarınsa sırtlarını Allahü Teâlâ tahta gibi kaskatı kılacak, bunlar secdeye davrandıkça sırt üstü düşecekler. Mü’minler sonra secdeden başlarını kaldırdıklarında Rabbı müteâlilerini ilk defa gördükleri sûrete dönmüş bulacaklar. o zaman:

-Ene Rabbiküm’ buyurduğunda

-Ente Rabbena’ (evet sen bizim rabbimizsin) diyecekler.

 Ebû Hureyre radıya’llâhu anh şöyle nakletti:

Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den şöyle işittim:

 -Kıyamet gününde kulun fiîllerinden hesap vereceği ilk şey namazdır!.. Eğer tam ve sahih olursa kurtulur ve gayesine ulaşır. Eğer bozuksa mahrum olur, hüsrana düşer!.. Şayed farzlardan eksikleri var ise. Rabbi tebâreke ve teâlâ

-Bakın, kulumun nafileleri var mı?..’ der.

Farzlardan eksik kalanı böylece tamamlanır.

Ve sonra sâir ameli bu minvâl üzere olur.’ (Tırmizî)

hf

KIYÂMET  SÜRECİ

 "VEL YEVMİL ÂHİR"...

KIYÂMET SÜRECİ...

Bu ifadeyi iki şekilde anlamak mümkün:

"Vel yevmil âhir"nin başındaki "v", yani arapçadaki "vav" harfini tek başına bağlaç olarak düşünüp, "EL-YEVM`İL ÂHİR" şeklinde anlamakta mümkündür bize göre; "Vel yevmil âhir" de diyerek "VE Yevmil âhir" diye anlamak da...

"VEL YEVMİL ÂHİR" gibi ele alırsak, "Ve" daha sonraki "an"a şeklinde çıkar anlam..

"v`eL-YEVM`İL ÂHİR" diye anlarsak, "âhiret günü" diye kastedilen "kıyamet" anlaşılır!...

Buna karşın birinci okuyuş itibariyle ise, "içinde bulunduğun andan sonra gelen diğer anlar" anlamınadır.

"YEVM" Esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, 24 saatlik gün diye de anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...

Bizim bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde dünyasına, beş duyuya bağlı, izafi-göreceli bir ifade olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.

Bu sebepledir ki, "Ve daha sonraki "an"lar" deyince; bu "daha sonraki "an"lar" ifadesinden, insanın yaşamının sonsuz olması, sürgit devam etmesi anlaşılır.

Yani içinde bulunduğun her "an"dan sonraki "an"da var olacağın; hiç bir zaman "yok" olmayacağın anlaşılır!.. Bu birinci manası..

"Vel yevmil âhir", yani, "bulunduğum andan sonraki bir anda da var olacağıma", derken işaret edilen "sonraki bir an var", ve bu sonraki "an"lar hiç sonu gelmeksizin sonsuza dek devam edip gidecek!... Kabir âlemi veya berzah âlemi, kıyamet âlemi, mahşer âlemi, sırat yaşamı, cennet ve cehennem yaşamı şeklinde, çeşitli aşamalarda devam edecek olan, böylesine sürgit bir yaşam mevcut..

Bir de "EL YEVM`İL ÂHİR"de ki "EL YEVM", yani, "bilinen o meşhur "AN"!...

Nedir o meşhur "AN" ?...

"Büyük kıyamet" diye bilinen, bahsedilen zaman süreci!..

Böyle bir sürecin de yaşanacağı..

Berzah âlemindeki, kabir âlemindeki "an"lardan sonra; bütün insanların ve cinlerin bir araya geleceği ve dünyada yaşadıkları anların hâsılasını, sonuçlarını, semeresini görecekleri toplu yaşam "an"ı!...

"Küçük kıyamet", diye bahsedilen, yani "ölüm" denen "beden değişimi" anından sonraki bireysel yaşama anları...

Demek ki biz "VEL YEVMİL ÂHİR" dendiği zaman burada iki mânâ anlayacağız:

 1-sonsuza dek sürüp gidecek olan bir yaşam... "Yok" olmanın söz konusu olmadığı, sınırsız devam edecek olan yaşam "an"ları.

 2-bütün insanların ve cinnin -yani uzaylı denen o varlıkların- toplu olarak bir boyutta, bir ortamda gelip; dünya yaşamlarının semeresini, neticesini görecekleri süreç!.

 "Vel yevmil ahir" anlayışı, ele aldığı esaslar itibarıyle, birçok -din adı verilen- inanış" ile islamiyetin farkını oluşturan başlıca konulardan biridir.

Geçmiş bir takım inanış şekillerinde, meselâ Budizm'de, Konfiçyus dininde v.s. de "âhiret günü" denen, "ölümden sonraki bu sonsuz yaşamın devamı ve bütün insanların ve cinlerin biraraya gelip yaptıklarının sonuçlarını görme süreci" anlayışı ve inanışı yoktur.

Ayrıca, reenkarnasyon inancını reddeden "âmentü"deki hükümde burası!..

Bütün ins ve cin, yani madde boyutunda yaşayan insanlar ve madde ötesi dalga(wave) boyutta yaşayan uzaylı denen, cin denen, şeytan denen, iblis denen varlıkların yaşadığı şu boyutun sonsuza dek ileriye dönük olarak devam etmek suretiyle; bir gün hepsinin bir araya gelip dünyada yaşadıklarının ve yaptıklarının sonuçlarını görmeleri olayı söz konusu  İslâm dininde... Ve bu da "Vel yevmil âhir" diye ifade ediliyor.

hf

KIYÂMET  HALLERİ

 İşte bundan sonra cehennemin tam ortasına sırat köprüsü kurulacak.

 -Ümmetini en evvel oradan geçirecek olan benim!"

 Müslim’deki rivayette;

 - Sonra cehennemin üstüne köprü kurulur ve şefâata izin verilir ve "ilâhî bizi selâmette bırak, selâmette bırak" diye duâ edilir. Sırattan en evvel geçmek ümmeti Muhammediye aittir. Sonra bu münâdi "Muhammed nerede" diye nidâ edecek. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ayağa kalkıp, iyisi, fâciri hep birlikte olmak üzere bütün ümmeti de arkasına düşecek ve köprünün yolunu tutacaklar.

Allahü Teâlâ o zaman düşmanlarının nûru basarlarını ellerinden alacak ve bunlar sağlı sollu cehennemin içine sapır sapır dökülecekler. Ve yalnız Nebi Ekrem Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ile Sâlihler necat bulacaklar. Nitekim Rasûlullah buyurduktan sonra:

- Ümmetler bize yol açacaklar. Biz de azâmızdaki abdest eserlerinden dolayı, yüzlerimiz nurlu, ellerimiz ve ayaklarımız sekili olarak geçeceğiz. Ümmetlerde bize baktıkça bu ümmetin hep enbiya olmasına az bir şey kalmış diyeceklerdir. O gün Rasûllerden başka hiçbir kimse konuşamaz ve kelâm edemez. Rasûllerin de o günkü kelâmı "İlâhi selâmet ver"den ibaret olacak.

Sıratın yanına gelince Allahu Azze ve Celle Hazretleri her birine de bir nûr verir. Sıratın yokuş yerini aşıp da tam düzlük yerine geldiklerinde, münâfıkların nurlarını Allah alır. Münâfıklar mü'minlere,

-Aman bizi bekleyin nurunuzdan biraz iktibas edelim" derler. Mü’minler de:

-“Ey Rabbımız, nurumuzu daha ziyade tamamlayıp, parlat" niyâzında bulunurlar.

O sırada hiçbir kimse hiçbir şeyi aklına getiremez. Sırat üzerinden geçilirken; mü’minlerin kimi göz kırpacak zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi kimi kuş gibi, kimi alayörük cinsi at ve deve gibi süratle geçerler. Onlara,

-Nûrunuzun miktarınca kurtuluşa koşun!" denir.

 İbn-i Mes’ûd, sürati aşağıda sıraya koyar:

 -Göz açıp kapaması kadar; bir şimşek hızı; bir meteor, yıldız süzülüşü, rüzgâr, at hızı, deve hızı süratleri; sonra, nuru yalnız ayaklarının başparmağında olarak verilen kimsenin yüzükoyun yürüyerek elleri ve ayakları ile emeklediğini ve bir kolunu çekse öteki kolunu, bir ayağını çekse öteki ayağının takıldığını ve kurtuluncaya kadar da ateşin yanlarına çarptığını anlatır.

-Cehennemde sadan dikenlerine benzer çengeller vardır. Sadân dikenlerini hiç gördünüz mü? Evet, işte bu çengeller sadan dikenlerine benzerler. Ancak şu var ki ne kadar büyük olduklarını ancak Allahü Teâlâ bilir. İşte bunlar insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar.’

Bu arada kimi koşarak, kimi yürüyerek geçer; derken sonuncuları karın üstü sürünerek gider de,

- Yarab beni neden bu kadar geç bıraktın? der. Cenâb-ı Rabbül Âlemin de,

-Seni geç bırakan senin, kendi amelindir’ buyurur. Nitekim Sûre-i Tahrim’de,

-Mü’minlerin nurları önlerinden ve sağ taraflarından yürür’, mü’minler

-Yarabbi şu nurumuzu daha ziyade tamamlayıp parlat bize mağfiret et’ derler.

Nitekim Sûre-i Hadid’de de şöyle anlatılır:"O günde münâfık erkekler ve kadınlar iman edenlere

-Aman bizi bekleyin de nurunuzdan biraz iktibas edelim’ derler. Lâkin kendilerine

-Geri dönün nuru orada arayın’ denilir. Bunun üzerine mü’minlerle münâfıklar arasında kapısı olan bir sur kurulacak ki kapının içi rahmet, dışı da azabtır"!.

-Münâfık ve mü’min bunların her birilerine birer nur verilir sonra yine ardına düşerler. Cehenem köprüsü üzerinde birtakım çengeller ve dikenler vardır ki; Allâh’ın dilediği kimseleri yakalarlar. Derken münâfıkların nurları söner. Sonunda mü’minler kurtulur.

70 bin kişi olan ilk zümre dolunay gibi nurlu geçip kurtulurlar. Hiç hesap da görmezler. Onlardan sonra gelenler gökyüzündeki en parlak yıldız gibidirler! Sonra diğerleri de böylece geçerler.

Sıratın her iki yanlarında asılı duran çengeller vardır ki, kimi yakala denirse onu yakalamaya memurdurlar.

Bu çengeller:

-Cehennemin etrafı şehvetlerle arzularla sarılmıştır’ diye işâret buyurulan şehvetlerdir. İstek ve arzulardır. Bu istek ve arzular sıratın yan taraflarına konmuştur. Her kim onlara aldanırsa cehenneme düşer zira onlar cehennemin çengelleridir denir. İşte kötü amelleri dolayısıyla helâk olurlar. Kimisi hardal gibi ezim ezim edildikten sonra ancak necat bulurlar.

- Yâ Rasûlullah köprü nedir? diye sorulduğunda buyurdu ki,

- Üstünde çengeller bulunan kaypak bir şeydir! Kulağıma çalındı kı sırat kılıçtan keskin, kıldan incedir. Bunların kimi sapasağlam ve olduğu gibi kurtulurlar, kimi tırmıklar içinde perişan olarak salıverilirler, kimi de cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler. Nihayet sonuncuları sürüklene sürüklene geçer ve kurtulur. En nihayet Allâhu Teâlâ ve Tebâreke hazretleri kulları hakkında hüküm ve kazayı abdin icra ve ikmal edip rahmeti ilâhisiyle ehli ateşten dilediklerini cehennemden çıkarmaya meşiyeti rahmanisi taallük ettiğinde, melâkiye kirâma, rahmeti ilâhiyeye nailiyetleri murad olanlardan;

-Allah’a şirk koşmamışlardan, Lâ ilâhe illallâh diye şehâdet etmişleri cehenemden çıkarın!’ diye ferman buyrulur.

Onları varlıklarındaki, bedenlerindeki secde eserlerinden tanırlar ve öylece çıkartırlar. Allahü Teâlâ secde eseri yerlerini mahvetmeyi cehennem ateşine haram kılmıştır.

Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, bugünkü günde apâşikâr olmuş, hakkını kurtarmak için hiçbirinizin yalvarıp yakarması, o dehşetli günde asi mü’min kardeşleri arasından çıkıp kurtulan mü’minlerin, kalanlar için Cebbar-ı Zül Celâl Hazretlerine yalvarıp yakarmasına benzemez. Kurtulanlar o zaman diyecekler ki;

-Ey Rabbimiz bu kalanlar bizim kardeşlerimizdir. Bizimle beraber namaz kılar, oruç tutar, hac eder ve hertürlü âmeli sâlihada bulunurlardı.’ Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de,

-Haydi gidin, kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkartın.

Hak Teâlâ onların sûretlerini yakmayı ateşe harâm edecek. Artık bu şefaat ediciler, kimi ayağının üstüne, kimi yarı inciğine kadar ateşe gömülerek içeriye dalmış bulacaklar. Tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ,

-Haydi bir daha gidin, kalbinde yarım dinar ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkarın.’

Buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Sonra Hak Teâlâ:

-Haydi bir daha gidin kalbinde zerre ağırlığında iman ve yakîn olan her kimi bulursanız çıkarın buyuracak. Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkaracaklar.

Nitekim eğer bu dediğime inanmıyorsanız dedi Said-i Hudri; ilâve etti âyeti.

Hâsılı Nebi ve Rasûller , melekler, mü’minler şefâat etmiş olacaklar derken Cebbar-ı Müteal artık sıra benim şefâatime geldi buyuracak. Nas’ın hesabını görmekten fariğ olur ve ümmetimden geriye kalanları ehli-nâr ile beraber cehenneme sokar, Cenâb-ı Hak. O zaman ateş ehli,

-Siz dünyada iken Allah’a ibâdet edip ona hiçbir şeyi şirk koşmadığınızın sanki size ne faydası oldu?.. derler. Cehenneme girmiş olan diğerleri, bu namaz kılıp oruç tutan mü’minleri görünce:

-Siz şirk koşmuyordunuz ama bunun ne faydası oldu!.. Gene girdiniz işte cehenneme!.. diyecekler. Bunun üzerine Cebbar-ı Müteal:

-İzzet ve Celâlim hakkı için onları ben cehennemden azad edeceğim!" buyurup, göndereceklerini onlara gönderecek ve o zavallılar oradan çıkarılacaklar.

Bundan sonra Allahu Azze ve Celle:

-Melekler şefâat ettiler, Nebi ve Rasûller şefâat ettiler, mü'minler de şefâat ettiler!.. Şefâat etmeyen bir Erhamür Rahimiyn kaldı!.. buyuracak.

Ve bundan sonra, dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de cehennemde kömüre dönmüş birtakım kimseleri çıkaracak.

Cennetin yolları üzerinde olup, Hayat Nehri diye tanımlanan bir nehrin içine kendileri daldırılacak. Artık Nehri Hayattan, inci gibi güzel olarak çıkıp, boyunlarında mühür halkalar gibi altınlar asılı duracak; ki ehli cennet onları, o alâmet ile tanıyıp,

"İşlemiş amelleri hayırları olmadığı halde imanlarından dolayı Allah’ın cennete ithal ettiği azadlıları bunlardır" diyecekler. Hak:

-Cennete girin gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir’ buyuracak.

- Ey Rabbimiz sen âleminden hiç kimseye vermediğin bir ihsanda bulundun bize!.. diyecekler.

En nihayet cennet ile cehennem arasında, yüzü ateşe dönük bir kimse kalır ki, o cennete girecek cehennem ehlinin sonuncusu olur.

- Ne olur Yâ Rab, yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor, beni yakıyor!.. diyecek. Böylece adam yalvarıp duracak. Cenâb-ı Hak ona buyuracak ki:

-Peki bu senin dediğin yapılırsa, acaba başka bir şey daha istemeyecek misin? O ise

-izzetine yemin olsun ki hayır! diyecek. Allahü Teâlâ meşiyeti ilâhiyesi taallûk eden ahdü misakı verecek ve onun yüzünü cehennem tarafından cennet tarafına döndürecek. Yüzünü cennete doğru döndürünce cennetin güzelliğini görecek, önce bir süre istemekten haya ettikten sonra, Allah’ın dilediği bir süre sükût ettikten sonra,

-Ya Rab ne olur beni cennetin kapısına yanaştır. demeye başlayacak. Allahü Teâlâ da;

-Evvelce istediğinden başka bir istekte bulunayacağına dair bana yemin etmemiş, söz vermemiş miydin? diyecek. O da;

-Ya Rab mahlûkatının en badbahtı ben olmıyayım, n’olur? diye yalvarmaya devam edecek. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:

- Bunu verirsem başka bir şey istemiyeceksin, söz mü?’ diyecek. O da,

-İzzetine yemin olsun ki başka bir şey isteyecek değilim’ cevabını verecek. Ve Rabbının dilediği ahdi misâki verdikten sonra Rabbı onu cennetin kapısına yanaştıracak. Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti içindeki nedred ve sürûru görünce gene Allah’ın dilediği kadar bir süre utancından sustuktan sonra:

-Ya Rab n’olur beni içeri sok! diye başlayacak. Allâh da;

-Allâh layığını versin behey ademoğlu sen ne sözünde durmaz kimsesin. Sen verdiğimden başka bir şey istemiyeceğine dair daha evvel söz vermemiş miydin?’ diyecek. O da,

-Ya Rab mahlûkatının en bedbahtı ben olacağım’ diyecek ve tekrar duâya, niyaza devam edecek. Allahu Teâlâ da ona gülecek ve cennete girmesine izin verecek. Bunu söylerken Rasûlullah,

-Benim niçin güldüğümü sorsanıza..?" dedi. Dedi ki: Rasûlullah Aleyhi ve Sellem de böyle güldü,

-Sen Rabbülâlemin iken benimle istihza mı ediyorsun dediğinde Rabbülâleminin haline güldüm. Çünki Cenâb-ı Rabbülâlemin,

-Benim seninle istihza ettiğim yoktur. Lâkin ben dilediğime kadirim! buyurdu. Ve Cennete girince, "temenni et" denecek; o da uzun uzun temennîlerde bulunacak; nihayet dilekleri kesilince Cenâb-ı Hak; şunu da iste, bunu da iste, şunu da iste buyuracak; ki bu şeyleri Allah aklına getirecek. Nihayet dileklerinin tamamı kesilince, Allahü Teâlâ da,

-Bunların hepsi, bir o kadarı daha senin olsun! buyuracak.

Bu arada izah ediyor;

-Ben ehli nârın, ehli ateşin cehennemden en son çıkacak ve ehli cennetin cennete en son girecek olanını biliyorum. Bu o kimsedir ki cehenemden emekliye emekliye çıkar. Cenâb-ı Hak Teâlâ Hazretleri ona cennete gir buyurur. O kimse cennete varacak ve görecek ki cennet dopdolu kendisine yer kalmamış. Dönüp,

-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum’ diyecek. Cenâb-ı Hak ona:

-Git cennete gir" buyuracak. O kimse gene cennete varacak, cenneti yine dopdolu bulacak. Dönüp,

-Ya Rab ben cenneti dopdolu buldum" diyecek. Cenâb-ı Hak ona:

-Git cennete gir. Dünya kadar ve dünyanın on misli kadar yer sana aittir" buyuracak.

Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem gerideki dişleri görününceye kadar tebessüm etti, sonra,

-Ehli cennetin en aşağı menzil ve mertebe sahibi işte bu kişidir, buyurdu.

Rasûlullah Aleyhisselâtı vesselâmdan:

- Ehli cennetin en aşağı makam ve menzileti nedir?

diye sual oldu. Rabbı cevaben buyurdu ki;

- Bu öyle bir kimsenin makamıdır ki; o kimse ehli cennet, cennete ithal olduktan sonra gelir. Ona cennete gir denilir. O ise,

- Ey Rabbim herkes kendi menziline yerleştikten alacağını aldıktan sonra, bu nasıl mümkün olur? der. Cenâb-ı Rabbül âlemin ile onun arasında şöyle bir muhavere olur:

- Dünya padişahlarından bir padişahın mülküne benzer bir mülke nail olsan razı mısın?

- Razıyım Yarab!

-İşte öyle bir mülk senin. Bir o kadar daha bir o kadar daha, bir o kadar daha, bir o kadar daha. Beşincisinde cevabı keserek,

- Razı oldum Yarabbi. der.

-İşte bir o kadar şey hep senin. Onun on misli de senin. Bir de nefsin her neyi arzu ediyorsa; gözün her neden hoşlanıyorsa hepsi de senin.

-Razı oldum yarab. der. Ya ehli cennetin en yüksek makam ve menziline sahipleri nasıl olur? diye sordu. Cevaben;

Kendim için seçtiğim kullarım var ya işte onlar. Keramet fidanlarını kendi kudret elimle dikip mühür altına aldım. Onların halini ne bir göz görür, ne bir kulak işitir, ne de beşerden herhangi bir kimsenin kalbine bu konu girmiştir.

hf

 

KIYÂMET SONRASI YAŞAM 

 Kıyâmet sonrası dediğimiz hayat ise, o boyutun şartlarına göre ruhun kesâfet kazanarak, yeni bir “bedenleşme” olan devredir!..

Kıyâmetten sonra ruhun yaşantısı, ruhun kesâfet kazanarak, bedenleşerek bu hali ile yaşayacağı bir devredir.

hf

 İNSANLIĞIN  KIYÂMETİ

 Yapılan hata ve günâhlarda dersler ve ibretler vardır... Tövbe edersin, günah silinir gider. Ama, olandan ibret alırsın, ders alırsın!.. Çünkü yaşam, sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak-yontularak, terbiye olarak ulaşması içindir!.

Diyelim ki, bir milyar basamaklı merdivende sen, 222222. basamağı oluşturmak için takdir olundun!. Bir milyar basamaklı merdivenin 222222. basamağısın. O basamak olman için, konumuna göre nasıl yontulman gerekiyorsa; Allah, sana öyle bir olaylar dizini takdir etmiştir ki; sen o olaylar dizini içindeki yontulman sonunda gelip 222222. basamak olarak oraya oturabilirsin. 300000. veya 222221. basamak oraya uymaz!.

Allah, ezelde ilminde, öyle bir merdiven takdir etmiş, çizmiş ki, o merdivenin basamakları insanlar, merdiven ise insanlık!.. Her bir insan, hangi basamak olarak takdir edilmişse, o basamağın yontusuna tâbi olacak, bir ömür boyu yaşamından sonra gelip o basamağı oluşturacaktır!.

Kıyâmet, bu merdivenin tamamlanmasıdır. İnsanlığın kıyâmeti, insanlık merdiveninin tamamlanmasıdır.

 Soru

 “-Deminki anlatımda, "insanın, merdivenin hangi basamağında olacağı bellidir.." diye bir cümle geçti... Ama bir de âyet var;

 "Külle yevmin huve fi şe`n" (O, her an yeni bir şandadır.)

 Bu âyetin mânâsı ile, insanın hangi basamak olduğunun takdîr ile belirlenmiş olması, hususunu çakıştıramıyorum?..”

 Cevap

 Şu cümlenin mânâsı çok önemli:

 "Allah, her bir âlemde, o âlem suretleri olarak tasarruf eder."…

 işte bu,

 "Allah her an yeni bir şandadır"

 işaretiyle anlatılan olaydır.

Şimdi dikkat ediniz…

"İrade-i cüz yoktur, yalnızca küllî irade vardır!" cümlesi ne kadar doğru ise…

"Her cüz, kendi iradesiyle yaşar!" cümlesi de o kadar doğrudur!...

Biri bu elimin en uç noktası, diğeri öbür elimin en uç noktası; oysa ben ikisi aynı şey diyorum!...

Küll var, ayrıca bir de cüz var, diye kabul ediyoruz; halbuki, böyle ayrı iki yapı yok bir kere!..

Beş duyu verilerine dayanarak varlığa bakarsan, cüzler var… İlim boyutunda, bilinç boyutunda, ilimle bakarsan cüzler yok, yalnızca Küll var!.. Yani, Varlık TEK; ve dolayısıyla da irade TEK!.. Tek bir irade var!.

Bilinç boyutundan “eşyanın hakikatine” baktığın zaman "Küll`e ait irade, Küllî irade" diyorsun...

Beş duyuyla bakarsan, aynı irade, cüz sûretlerinden göründüğü için, "cüz`i irade" diyorsun.

Oysa, gerçekte, ikisi de aynı şey!.. Yani, “cüz” ve “Küll” iki ayrı şey değil!.

Dolayısıyle, "Külli irade vardır, gerçektir" dersen, doğrudur... Ama, “yanında bir de cüz`i irade vardır" dersen, yanlış!. Çünkü, Külli iradenin yanında bir de cüz`i irade sahibi bağımsız bir varlık yoktur..

Ya da, sadece "cüz`i irade vardır" diyebilirsin. Yani, ayrıca bir de “Külli irade” yoktur; çünkü “cüz” adını verdiğin şey aslında “Küll”dür!.. Göze görecüz”dür o!.. Şuur boyutunda, varlığın “TEK”liğini idrak ettiysen, artık bilmişindir ki ayrıca bir cüz yok!.

İşte bu yüzdendir ki, ya, yalnızca "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca külli irade diye bir şey yoktur" dersin. Doğrudur.. Veya, "Külli irade vardır, cüz`i irade diye bir şey yoktur" dersin. Bu da doğrudur!..

Ancak, "külli irade yanısıra cüz`i irade de vardır!" dersen, işte bu bâtıldır, geçersizdir; şirktir!.

Şimdi, "her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur" ifadesinin manâsını anlamaya çalışalım… Burası anlaşılması bir hayli zor bir husus.. "Küllî irade vardır, cüz`i irade yoktur" diyerek olayı anlamak kolay!.Buna karşılık " her cüz kendi iradesiyle yaşar, ayrıca küllî irade diye bir şey yoktur " ifadesini hazmetmek zor!... Nasıl olacakşimdi?.

Hem de üstelik "Tek`in takdirinden, Tek`in merdiven takdirinden" söz ediyoruz yukarıda..

Tek`in merdiven takdiri olmasına karşın, o merdiven içinde yer alacak her bir basamağın, kendine göre bir yontumu var mı?.. Bu yontum olmadan basamak oluşur mu?..

Oluşmaz!..

Basamakların her biri her an oluşmaktadır.. Basamakların her biri merdivenden ayrı değildir. Yani, “cüz” dediğimiz varlıkların her biri kendisidir; ve o açığa çıkan özelliklerden ibaret olmaktan da beridir!.

Her an, “cüz” adı altında tasarrufu yapan kendisidir!. "O her an yaratıştadır." ifadesi, cüzden aşikâre çıkan yaratılmadır!.

Allah`ın hayat sıfatı, bizde zuhur ediyor, ve "hayattayım" diyoruz. Biz nasıl, ölümsüzüz?.. Hayat sıfatı ile kaim olmamızdan, varlığımızın hayat sıfatından meydana gelmesinden kaynaklanan bir şekilde ölümsüzüz!.. İlmimiz, irademiz, kudretimiz hep aynı şekilde meydana geliyor.

Eğer, bizdeki, "dışarıdan bakmanın" getirdiği isimleri kaldırırsak, bu özellikleri bizden aşikâre çıkaranın, hep O, olduğunu anlarız. Dolayısıyla, her an yaptığın çalışmalar seni ilerletecek ve bir yere getirecektir.

"Ben nasıl olsa, ezelde bana takdir olunan basamak olmak durumundayım, öyleyse boş vereyim.." demek, muhâldir, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düşüncedir!. Çünkü, hiç bir şey yapmamak üzere oturmak, mümkün değildir. Bu, ana rahminde, spermle birleşen yumurtadan oluşan tek hücrenin; "Ben, nasıl olsa ileride büyük bir insan olacağım, o halde çoğalmayayım." demesine benzer…

O, tek hücrenin çoğalmaması elinde mi?.

Hayır!.

Kendi mevcut formasyonunun, mevcut programının, yapısal özelliklerinin doğal sonucu olarak mecburdur çoğalmaya.

Aynı şekilde, olayı makro plâna, yani bizim boyutumuza çıkarırsak, ”TEK”in takdiri olan fıtratımızın, programımızın sonucu olarak, takdir edilen basamak olmak üzere, gerekli çalışmaları da yapmak zorundayız!.. Yapmamak, diye bir tey düşünülemez!..

Takdir olunan nihâî nokta, temeldeki tek hücrede mevcut!..

O hücre, benim karekteristik özelliklerimi oluşturuyor... Ama bunlar, ezelde tek tek yazılmamış, şöyle olsun böyle olsun diye...

Kader dediğimiz olaya da gelince:

Biz belli, nihaî son nokta belirlenmiş... Son noktaya ulaştıracak ana bir program da mevcut… Bunun dışındaki tüm olaylar, bizim cüz`ümüzdeki genel programın doğal sonuçlarının yaşanmasıyla oluşuyor.. Bizdeki bu program da, her an, boyutsal derinliğimizden gelen meleki tesirlerle karşılıklı alış veriş halinde… Yani, bunların toplamı olarak olaylarımız gelişiyor!.. Ve bu gelişme, hem bâtından boyutsal derinliğimden hem de zâhirden gelenlerin toplamının sentezi şeklinde, bizden her an açığa çıkıyor!.

İşte “irade-i cüz”, bu oluşmanın adı!..

İrade-i cüz”ü inkâr, bu oluşumu inkârdır!.

Bizim, irade-i küll yanısıra, bir de irade-i cüz yoktur dememizin sebebi, ikisinin aynı anda mütalâa edilmesi dolayısıyledir. Yoksa, esasında varlık, ”Tek”dir; dolayısıyla irade de tektir!.

Sen bilinç boyutunda, ilimle bakarsan, yalnızca varlığın “vechullah” denilen “tek”lik boyutunu görürsün.. Tek’lik müşahadesindesindir; “ilm-el yakîn”desindir!.

Teklik müşahadesinde, irade bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek`tir!. Külli irade, cüzlere ayrılmaz Tek`tir..

Yok eğer, bireysel bazda bakarsan olaya; cüz`de açığa çıkan irade vardır; ve kendinde ortaya çıkan kendine ait kabul ettiği iradesi ile, o birim nereye varacaksa varır!..

işte Kur`ân-ı Kerîm, algılayabilma kapasiteleri farklı olan insanlara, bu iki projeksiyonu da açıklıyor..

Kur`ân, "sen ne yaparsan onun karşılığını elde edersin" ifadesi ile, sırf cüz`iyet açısından olayı değerlendirerek; -yanısıra külliyeti katmadan-, cüz`iyet açısından olayı anlatıyor.

Ya da, saf Teklik projeksiyonuyla olayı yansıtarak, "Sadece Tek bir irade vardır. O da, Allah!"; "Allah dışında bir şey yoktur!." anlamı, bu noktayı anlatıyor.

"Sadece Allah vardır ve O`nun dışında bir şey yoktur!" ifadesi, cüzleri görme projeksiyonu için de geçerlidir, doğrudur!. Ama, bunların ikisi bir arada yani aynı anda hem cüz hem de küll var sanarak değil!.

Yani, ya biri esas bakış açısını oluşturacak, ya da diğeri.. İkisini bir arada düşünmek, değerlendirmek ise, ŞİRK!..

 "Külle yevmin Huve fi şe`n" (55/29)

 âyetinde, dikkat ederseniz "HÛ" ismi var.. "ALLAH" ismi geçmiyor!.

"HÛ" ismi, cüz`ün özündeki Teklik boyutu değil mi?.. İşte O, Teklik boyutu, her an cüz`lerdeki tasarrufu oluşturmakta.. Oluşumun kaynağı O!..

Yani, şu parmağımın ucundaki hayatiyet ve canlılık, koldan gelen damarların getirdiği enerji ve kan ile kaim!.. Bu parmağın hareketini, bu hareketi, koldan gelen hareket simgesinin neticesi oluşturuyor.

Genelde yaptığımız bir hata var..

Âyetleri incelerken biz, orada hangi kelimelerin geçtiğine dikkat etmiyoruz. "HU" diyor, biz onu "ALLAH" isminin işaret ettiği mana olarak anlıyoruz..

"HÛ" nun mânâsı; Çokluk görüntüsünün ardındaki, Öz`deki Teklik boyutudur.. Âyette, "" diyor.. Öyle ise biz onu anlamına uygun olarak dilimize çevireceğiz!.

Sorabiliriz burada: ilmin kazanılıp kazanılmaması insanın elinde mi?. Bu kazanım insanın geleceği olan basamağı nasıl etkiliyor?. Yani, tecrübe elde ediyorsunuz, kazanımlarınız oluyor ve yontulmalar sayesinde, ilimle o basamağa geliyorsunuz. Basamak belli, geleceğimiz yer belli!..

Yontulmalarla oraya geliyorsunuz... Yontula yontula oraya geliyorsunuz... Peki bu davranışlarında ilmin rolü yok mu?. Yontulma dediğin olay, kişinin aldığı ilmi ve aldığı ilmin oranının kendisinde meydana getirdiği uygulamadır. Yani, o kişinin ilminin getirdiği davranışlar, onun yontulması denen olaydır.

Şimdi diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki, her insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun ötesinde bir şey yapamaz!. Ben, bu bilgiyi özümsediysem eğer… Lokantaya gidiyor, oturuyorum. Garson geliyor ve tabağı önüme atıyor; ben kafamı kaldırıp bakmıyorum bile!. Aynı hareket bir başkası için oluştuğunda büyük bir infial duyuyor ve garsona çıkışıyor!..

Ben, o insanın yani tabağı önüme atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu olarak o fiili işlediğini, programında başka türlü bir davranışı ortaya koyacak veri olmadığını idrak etmişim ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.

Diğeri ise, bu ilimden mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini düşünüyor, onu düzeltmeye çalışıyor. Böyle düşündüğü için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona kızmakla...

İlim, bende böyle bir yontulmayı getiriyor. Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık ben, onunla fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?" diye kızmıyorum..

İnsan, bir sinirlenme anında, sinirlenip bağırdığı bir anda, beyinde milonlarca hücre infilâk ediyor, yok oluyor!. Bir andaki bu sinirlenmenin şiddetine göre, beyinde infilâk oluyor, kısa devreler meydana geliyor, zincirleme reaksiyon oluşuyor!. Yenisi oluşmayan beyin hücrelerinin bir kısmı tümüyle tahrib olup kullanılmaz hâle geliyor!.

"Keskin sirke küpüne zarar verir." sözü buna dayanıyor!. Bir infilâk anında kendi beynini harab ediyorsun!. Sen, karşımdakine kızdım diyorsun, halbuki bir bıçakla kendi karnını yarıyorsun!. Karnını yarmak daha basit... Çünkü karnındaki yara iyileşir, geçer… Ama, beyinde infilâk eden hücrelerin yerine yenisi gelmez!.

İşte bak!. Aldığın ilmin sende hazmolması sonucunda ilim, senin otomatik olarak davranışlarını ve uygulamalarını kontrol ediyor; ve o ilimle sen yontulmuş oluyorsun. Yani, seni yontan, ilmin oluyor. Dışarıdan biri seni yontmuyor, ilmin seni yontuyor!..

Elmas vardır, 16 kesimdir. bir kıratlık taşı alırlar, 16 kesim yaparlar. Bunun değeri diyelim ki 100 milyon liradır. bir kıratlık aynı elmasa 32 kesim yapılırsa, 10 milyar lira, 52 kesim yapılırsa değeri bir trilyona yükselir. Aradaki değer farkı, yontulmadan kaynaklanıyor!.

Hepimiz birer “elmas”ız!.. Ama, ilim bizi ne kadar yonttuysa, basamak değerimiz o kadar yukarıda olacaktır.

 Soru

 Gelebileceğim seviye, yani beynimi çalıştırıp ilmi değerlendirme bana bağlı. Yani, oynak bir şey.. Oynak bir şeyse, bu merdivenin de oynak olması lâzım gelmez mi?.

 Cevap

 Hayır!.

Merdivendeki yerin sabit!..

Merdivendeki yerin, demek, senin yaratılış amacın ve hedef noktan demek… Senin o oynama anındaki yerin son noktan değil!.. Sen yaşamda karşılaştığın olaylar ve bunların sonucunda son bir yontuma gireceksin. Son yontu hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son yontulma hâlin, senin o sabit yerini oluşturuyor. Son yontulma halin ise ölüm anındaki hâlindir senin!..

Cehennemdeki yontum ise, dünyadaki kapasitenin kalan artıklarının atılmasıdır!. Yani, diyelim ki altın madenini yonttun, belli şekle soktun. Ancak altının üstünde bazı pislikler var!. Pislikler ateşte yakılır!. Altın ateşte saf hâle gelir... Cehennem, altının saf hâle gelme evresidir. Cehennem yontu yeri değildir!.

Cehennem, dünyada aldıklarının, saf bir şekilde kalması ve açığa çıkması ortamıdır. Oradaki arınmanın neticesi de, saidler için cennet dediğimiz ortamdır..

Kişi hangi sebepten olursa olsun, dünya yaşamında edinmiş olduğu, cennet ortamına uygun düşmeyen özelliklerinden arınmak için bir ara ortamdan geçer ki, bunun adına insanı yakan ortam anlamına gelen “cehennem” ismi takılmıştır!.

Sonsuz dek cehennemde kalacaklar ise, gene bu ortamda kendi hakikatlarına uymayan özelliklerden çok büyük çileler, sıkıntılar sonucu arınırlar… Böylece de artık azapları sona erer; yanma son bulur; “cehennemin dibindeki ateş sönüp, cırcır otu biter”!.

Bilirsiniz dostlarım çok meşhur bir deyimdir bu… “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” denir… Hiç düşündünüz mü bunun üzerinde biraz derin olarak?

Buna yakın bir de başka bir deyiş vardır… “Dili belâsı!” denir… Bazen de o “dîli belâsı” olur!.

Elbette ki, “ağız” ve “dil” yalnızca bir araç… Alet!.. Ona hükmeden ise beyin!(?) (mi)…

Hani bir de başka bir deyiş vardır gene…

“Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!”

Sözün büyüklüğü metreküple ölçülmüyor herhalde!

Bunlara özetle işaret ettikten sonra, esas üzerinde durmak istediğimiz hususa gelelim.

Söylediğiniz söz, ağzınızdan çıkan nereden geliyor acaba?

Beyinden derseniz; elbette doğru!… Ama beyinde nasıl oluşuyor ve beyinden hangi etmenle açığa çıkıyor o fikir?

Neden ağzımızdan çıkanın sonuçlarını yaşamaktayız?..

Başımıza gelenlerin pek çoğu, geçmişte, hiç farkında olmadan bizden çıkanlardır… Belki bazılarını unutmuşuzdur bile… O an söyler geçeriz!..

Sonra o söylediklerimizin sonuçları ile karşılaşınca da başlarız feryâdı figâna!.

“Nereden geldi bu başıma!”

Talep senden çıktı!… Sen öyle olmasını istedin ve oldu!.

Sen unutursun ama Allah unutmaz!.

Ne ektiysen onu biçeceksin!.

Dön geriye ve bak… Yazdıklarını, söylediklerini, düşündüklerini hatırlamaya çalış…

Sen onu öylece düşündüğün anda, onun sonuçlarını da yaşamağa mahkûm ettin kendini… Ve lâkin bunun hiç farkında değilsin!.

Hatırlayın şu uyarıyı:

“Nefsinizde olanı (DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜ) açıklasanız da, açıklamasanız da, varlığınızdaki Allah size muhasebesini (sonuçlarını) yaşatır!”

Şimdi isyana kalkabilirsiniz, “iyi ama ben nasıl düşünceme hâkim olabilirim” diyerekten… Bu hüküm veya oluş, açıklandığı zaman, bazıları da bunu yapmışlardı… Ama bir şey değişmedi!…

 “Ve len tecide lisünnetillahi tebdila”

 “Allah’ın sünneti(SİSTEMİ) kesinlikle değişmez!”

 Unutmayın ki, Allah’ın ezelde yaratmış olduğu SİSTEMİ açıklayan Allah Rasulü, bu itirazlara karşı, bu sistemin işlemeyeceği yolunda bir açıklama getirmedi!.

Atılan bir okun, havada giderken kendi kendine bir anda istikamet değiştirip başka bir yöne gittiğini gördünüz mü hiç?

Fikir, beyinden atılan ok gibidir!. Düşünüldüğü anda işlevini yerine getirmeğe başlar!. Fikrin yaratıcısı Allah’tır!.

 “Attığın zaman sen atmadın Atan Allah’tı!.”

 “Seni de, fiîllerini de Allah yarattı!.”

 Allah” ismiyle işaret edileni gökte bir “TANRI” gibi anlarsan, elbette bu muammayı çözemez; sayısız açmazla karşı karşıya kalırsın!…

Bir de, “Allah” adıyla işaret edilenin, kendi varlığında gerçekte mevcut olan BÂKÎ olduğunu anlayabilsen… İşte o zaman muamma çözülmeye başlayacak!.

 “Sizde istek oluşmaz Allah istemedikçe!.”

 Biraz daha çözüldü değil mi olay şimdi; eğer isteyenin gerçek kimliğini farkedebildiysek..

Sen, “fâni”sin ezelden ebede… Allah, “Bâkî” ezelden ebede!.

Yok”tan ne var olur ki?… “Yok”!

Öyle ise var sanılan türlü görüntüntüdeki, “Bâki”, AHAD!.

Ben gâfil, sanırım ki ben diledim; oysa tüm melekler ve rasihun şahâdet eder ki dileyen yalnızca “Bâkî”!.

O zaman hemen bir ampul yanar ârifânın beyninde!…

“Hükmettiğimiz bir şeyin olmasını dilersek ol deriz; ve olur”!.

Yukarıdaki mi dileyen; yukarıda, gökte bir yerlerde mi?…

Yoksa, algıladığın veya algılayamadığın her şeyin hakikati olup; tümünden de “Ganî” olan; “Bâkî” mi?

Senden, senin takdirini açığa çıkaranı tenzih ederim!.

Hükmü veriyorsun; beyninle açığa çıkarıp, dilinle ortaya atıyorsun… Sonra da, verdiğin hükmün sonuçlarını yaşayınca şaşırıp kalıyorsun; “ben böyle olmasını istememiştim”, diye!.

hf

KIYÂMET ALÂMETLERİNİN  BÂTINDA  ZUHÛRU

 Gerçekte, hesaplamalara göre hicri 1400 ile 1410 yılları arasında vazife almış olması gereken devrin Müceddidi -eğer son müceddid ise- Mehdî`nin arkasından "Deccal" diye bildiğimiz bir varlık ortaya çıkacak; kendisinin, insanların Rabbı olduğunu ileri sürerek kendisine tapınılmasını isteyecek; sonrasında da İsa aleyhisselam dünyaya geri gelecek!.

Bu işin zâhir yönü... Buna aklı ermeyenler inkâr ederler, te'vil etmeye çalışırlar, ama bu bir realitedir; onlar bunu idrak edemese de!

Bir de olayın bâtın yönü var ki; işte burada biz, bu bâtın yönden sözetmeye çalışıyoruz.

"Nefs"in hakikatının ne olduğunu bildikten sonra kişi, belli şartlanmalardan da kendini arındırabildiği takdirde, en büyük tehlikeyle yani tabiat tehlikesi ile baş başa kalır... Tabiat tehlikesinin içine düşmesinin sebebi, Nefsin, hakikatını tam hakkıyla bilememesi ve ilmin neleri getirmesi konusunda yeterli bilgiye sahip olmamasıdır!.

İşte bu, "kıyâmet alâmetlerinin bâtınî tecellileri" diye anlatılanbir olayla alâkalıdır...

Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamalarına göre, önce Mehdî çıkar ve insanlara Hak ve Hakikatı açıklar!...

Onun akabinde Deccal çıktığı zaman, solunda Cennet vardır; sağında ise Cehennem!. Ve iki kaşı arasında da "Allah'a karşı kâfir" yazılıdır...

Deccal çıktığı zaman halk susuz kalır, aç kalır, yiyecek-içecek bir şey bulamaz. Oysa bütün yiyecek ve içecekler, zevkler Deccal'in yanındadır. Kendisine iman edip tâbi olan herkese her türlü zevki tattırır...

Ancak ne var ki, O'nun tattırdığı nimetlerden tadan kişi artık bir daha iflah olmaz!... Ve Deccal, kendisine inananlara dünyada Cennet hayatı yaşattırır... Oysa, o Cennet hayatını yaşayanların ölümötesindeki geleceği Cehennemdir!

Buna mukabil, kendine inanmayanlara da Cehennemi yaşattırır ki, onların Cehennemi ölümötesinde Cennet hayatına dönüşür.

Bu ne demektir?.

Kıyâmet alâmetleri, kişinin seyri sülûkta "MÜLHİME NEFS" bilinci devresinde bâtınen oluşur...

Önce Mehdî`si çıkar ve gerçeği farkettirir; sonra da aldığı ilmin imtihanı olarak "Deccali" yani "benim dışında ayrıca bir tanrı yoktur dolayısıyla ben dilediğimi yapar, her türlü bedensel zevklerle dilediğim gibi yaşarım bilinci" ortaya çıkar!. "Ben, Hak`kım" der!.

Yani, kişi Nefsi yönünden Rabbını bilir ve tanır. Daha doğrusu, Rubûbiyet mertebesinin "Nefs" adı altındaki zuhûrunu idrak eder. Bunu müşahede ettiği zamanda Nefs, "Mademki ben Rabbım, dilediğimi yaparım." düşüncesine kapılır!.

"Mademki Hak benim!.. Benim dışımda bir Tanrı yok, öyleyse Hak dilediğini yapar" der; bedensel istek ve arzular doğrultusunda yaşamaya başlayıp, sigaraya başlar, içkiye başlar; zinayı mubah görür; kumar oynar ve tüm mânevî değerlere boşverir!...

İşte bu, Deccal`a tâbi olup O`nun yalancı cennetine girmek, diye tanımlanır ehli kemâl tarafından tasavvufta!

Bu hâliyle Nefs, eğer tabiat ve şartlanmalarından tam hakkıyla arınamamışsa; kendini gerçek boyutlarıyla tanıyamamışsa; kendini bu beden olarak tanıma halindan arınamamışsa; diğer bir anlatım ile, Bilinç tam bir arınışa tabi olmamışsa; kişinin kendini bu beden olarak kabul etmesinin ve "Hak"lığı bedenine vermesinin neticesinde tamamen tabii-bedeni zevklere düşer!”

MÜLHİME" bilincinin zirvesinden "EMMARE" batağına saplanarak boğulur gider!.

Bu hususu İnsanı Kâmil mertebesindeki Abdülkerim Ceyli, "İnsan-ı Kâmil" isimli eserinde şöyle anlatır :

"Tabiatın icabı olan uygunsuz işleri bırakmak, onunla olan bağları yok edip kesmek sûretiyle Nefse muhalefet etmek, Deccal'in sağına aldığı Cehennem'dir..."

Yani bir kişi, Nefsi itibariyle tabiatının iktizası olan yeme içme seks gibi hallerden öte bir varlık olduğunu farkederse; bilinç boyutunun gereğini yaşarsa,onun bu hali, kendini Deccal'in Cehennemine atması olur. Gerçekte ise, ebedî olarak cennet yaşamına ermesi demektir kendini Deccalın cehennemine atması... Böylece, bilinç boyutunda kendini bulmaya başlar!.

Aksine, bilincin kendini beden olarak kabul etmesi sonucu, tabiatına uygun fiillere yönelmesi, onda Nefsani işlerin sonucu olarak zulmanî perdelerin yoğunluğunun artmasına yol açar; ki neticede o Nefs, Deccal durumuna girer. Yani, Allah'a karşı kâfir durumuna düşer.

"Ulûhiyet" kavramının gerçeğini örterek, kendini "Rab" olarak görme gafletine düşer!.

Ârif`in, yani mâ`rifete ermiş, Nefsinin hakikatını bilmiş kişinin, bedenin tabiatına esir düşmesi sonucu, doğruyu göremez hale gelmesi; tabiatın ağır basması ve bunun sonucunda kendisine yapılan yüce hitapları anlayamayacak hâle düşmesi; Deccal zamanındaki bazı kişilerin Onun cennetindeki nimetlerle yaşaması gibidir..

Ârif`in, Deccal`ın yanına katılmayıp Nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda kalışı, insanların Deccal zamanında yiyecek ve içeceği ancak onun yanında bulmaları yüzünden aç kalmayı tercih edişleri hükmüne girer...

 "Bir zaman gelecek, o zamanda dinini tutan, ateşten bir koru avuçlamış gibi olur."

 Buyurmuş Rasûlullah insanlara.

Bu, zâhirde kıyâmet zamanında olacak.

Buna karşılık, aynı olayın bâtın yorumu ise, Mârifet Ehlinde, işin hakikatını anlayıp idrâk ettikten sonra, hakikatın sonuçlarını bilincinde yaşayabilmesi için tabiatı ile mücadele etmesi zorunluluğunu anlatır.

O süre içinde, şayet bir kişi bilincinin gereğini yaşayabilmek için tabiatıyla mücadeleden geri kalırsa, mücahededen yaya kalırsa, Nefsani istek ve arzulara yönelirse, bedenin tabiatının gereği olan fiillere bağlı kalırsa işte bu, "Deccal`in verdiğini almak, tutmak" olur.

Yani kişi, varlığının Hak olduğunu müşahade ederek ipin ucunu salarsa...

Zevkini, bu bedenin zevklerinde bulursa ve bu şekilde de yeme içme seks vs. gibi hallerle kendini perdelerse, bunun neticesi, Deccal'in verdiğini almak olur...

Abdülkerim Ceyli, şu cümleyi kullanıyor :

"Mübah olan yolları tutup onlara dayanmak... (Dikkat edin!. haramı tutmak, demiyor)... Mübah olan şeyleri tutup onlara dayanmak, irfan sahibi katında haram olan şarap gibidir. Ve Deccal taâmı sayılır..." Mübah, bilindiği üzere yapılmasında günah ya da sevap olmayan olağan davranışlar, anlamında kullanılır.

Ârif, yani mârifet sahibi kişinin, mübah yollara dayanması, yani bedenin tabii gereklerine bağlı kalması, haram olan şeyleri kullanması gibidir!.

"Nefse gaflet doğuran, boş ümitlere dönmek de, irfan ehli yanında Deccalin şarabını içmektir" diyor ve gene ilave ediyor şu cümleyi...

"Makamın gereği olan hâle ulaşmadan önce anlatılan duruma dalan bir irfan sahibi, Deccal eline düşüp artık felâh, kurtuluş ümidi kesilen kimseye benzer. Devamlılığı muhal olan doğmatik alışkanlıkları, hayal olan tabları kendisine zevk edinmekse Deccalin Cennetine girmektir."

Ancak bir kişi, bu hakikatı idrâk ettikten sonra, bilinç boyutunda zâti hakikatının gereğini yaşayabilmek için zâhirde "şeriât nurları" ile yürürse; muhalefetin, mücahedenin ve tabiatla mücadele olan riyâzatın içine inançlı ve güçlü bir şekilde girerse, işte bu takdirde Rahmanî nimetleri tatmış olur; her ne kadar Deccal'in Cehennemine girmiş ise de, neticede Allah`ın Cennetine erer!...

Demek ki, burada önemli olan gerçek şu :

İnsan, hakikatın ne olduğunu idrâk ettikten sonra, o hakikatı yaşayabilmek için tabiat ile mücadele etmek ve de şartlanmaların getirdiği değer yargılarından bilincini arıtmak zorundadır!...

Sadece bilincini şartlanmalardan arındırırsa, o kadarıyla da yetinirse; bu defa tabiî zevklere düşme, bedeni kendisi kabullenme ve bedenî zevkler içersinde yaşama tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, bu da onun şuur boyutunda kendini bulup tanımasına kesinlikle engeldir...

Öyleyse kişi, şuur boyutunda kendini tanıyabilmek, yani Teklik Bilincine erebilmek için...

Önce, şartlanmalardan arınmak, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından arınmak, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınmak; ve bunlarla birlikte bedeniyle mücahede çalışmalarına yoğun ağırlık vermek zorundadır!.

Aksi takdirde, maalesef "Enel Hak" bilinci bedene aitmiş gibi sanılacak; kişinin bedeni ile mücadele yolunda geri kalması nedeniyle de, Tekliği sadece bilgi olarak yaşayacak, bunun ötesindeki gerçek Vahdet yaşamına hiç bir zaman giremeyecektir.

İşte bu gerçeği anlayabilirsek, görürüz ki, Allah'ın Vahdet'i beden boyutunda değil, şuur boyutunda yaşanır.

Ve bunu için de Bilincin her türlü yanlış bilgiden arındırılması zorunludur!.

Dileyelim ki, bize vahdeti yaşama hâli takdir edilmiş olsun. Ve bu takdirin sonucu olarak karşımıza bu işin ehli bir zât çıksın; ve de yapılması gereken çalışmalar, mücahedeler, riyazâtlar kolaylaştırılmış olsun.

Aksi takdirde bir ömür boyu, vahdet hikâye ve lâklâkasıyla günümüzü geçirir, neticede de hakikate ulaşamadan bu dünyadan çekip gidenlerden oluruz..

İşin bilinç boyutu böyle de... Diğer yanı ne?..

Acaba gerçekten yaşadığımız boyutu tanıyor ve biliyor muyuz?..

Gelin Allah ilmi`yle varlık âlemine bakmanın ve O`nun "Ahlâkıyla ahlâklanma"nın ne demek olduğunu anlatmadan önce, içinde yaşamakta olduğumuz "madde(?)" boyutunun ne olduğunu anlamaya çalışalım..

Karşısındakinin hakikatını göremiyen ve hakkını veremeyen,   şartlanmalardan kurtularak ancak bir DECCAL olabilir!... Şartlanmalardan   kurtulmadan önce insanın karşısındaki varlıkların Hakikatını görmesi ve onlara   hakkını vermesi gerekir!. Yaşamda bu çok önemli bir öncelik taşır!.

Basîretinde Mehdî çıktığı zaman Hak`kın dışında bir varlık olmaması sebebiyle kendi varlığının Hak`kın varlığı olduğunu kabul edeceksin..

İlim yollu edindiğin bu bilginin akabinde ise yeterli arınma olmadığı için bu defa Deccal`in bilincinden gelen bir şekilde ortaya çıkacak...

Evet, Deccal geldiği zaman insana;

"Ben senin rabbınım!" diyecek. "Bana kulluk et!" diyecek. Deccal`in özelliği bu!..

Sen de, benliğinin Hakk`ın benliği olduğunu düşüneceksin... Ne var ki bu bedenden de soyutlayamamışsın kendini!.

Dolayısıyla;

"Ben madem Hakk`ın varlığıyım, ben bu bedende dilediğimi yaparım!.." deyip, yeme, içme, seks, rahata düşkünlük, güzel şeylere sahip olma gibi, arzu ve isteklerini tatmin ederek yaşayacaksın .

Ve dolayısıyle de, "Deccal`in cennetinde" yaşamağa başlarsın!. Yani, Mutlak Benliğe karşı vehmi benliğin senin Deccal`in olmuş olur; sen de bu durumda Deccalına, yani vehmi benliğine tâbi olarak tabiatının batağında boğulur gidersin...

İşte o zaman Rasûlullah  Aleyhisselâm :

 "Deccal ortaya çıktığı zaman, mü`minler, onun cehennemine atsınlar kendilerini, cennetinden kaçınsınlar!.."

 "Çünkü Deccal`ın cenneti, gerçekte cehennem; cehennemi ise gerçekte cennettir..."

  Diyor. Yani, bedenin istek ve arzuları dediğimiz şeyi "tabiat" kelimesi ile ifade ediyoruz..

Bazıları "tabiat"ın gereği olan hâlleri "NEFS"e atfederek, sanki bunlar "Nefs"e ait özelliklermiş gibi göstermişlerdir.

Oysa "Nefs"in özünde, yapısında bu özellikler yoktur; yalnızca "BEN" kavramıdır "NEFS"!..

Ancak "Nefs", bilincinin bürünmüş olduğu perdeler yüzünden orijinaliyle kendini tanıyamamış, hakikatını bilememiş olması nedeniyle, kendini beden kabullendiği için; bedenin tabiatı gereği olan halleri de kendi özellikleri sanma yanılgısına düşmüştür.

Burada konuyu daha iyi anlayabilmek için "Nefs" kelimesinin yerine geçici olarak "bilinç" kelimesini koyabiliriz!

Evet, bilinç bu düzeydeyken bedenin tabiatı gereği istediği şeyleri uygular; bu da "Nefs"i hakikatini yaşamaktan alakoyar!.

Vahdet ve vahdete dayalı olarak anlatılan tüm veriler kesin gerçek olmasına rağmen, nefis terbiyesinden geçmeyen kişiler için bu bilgiler deccallaşma(!) aşısı olabilir!. 18 veya 58’inde farketmez, nefs terbiyesi görmemiş kişiler, “ALLAH” ve SİSTEMİNİ kavrıyamadıkları için; tanrı kavramından kurtulma bilgisiyle birlikte bedenselliğin ve firavunluğun göbeğine düşüp, tasavvuf bilgileriyle kendilerini avutmalarına karşın, deccallaşmanın zirvesini yaşayabilirler.

Geçmişte ve günümüzde bu noktaya gelen pek çok kişi, tıpkı Firavun gibi kendi vehmi benliğini Hak olarak kabul etmiş; nefsin özüne ait "tenzih" hakikatından gaflete düşmüş; bu bilincinin hükmü altındaki bedeninin istek ve arzuları doğrultusunda kendini salıvermiş; kendini yemeye içmeye, sekse, sigaraya, içkiye koyuvermiş, böylece de tabiat bataklığında boğulacak hale gelmiştir!.

Deccal ile mücadeleyi önce Mehdî yapar...

"Mehdî" hidâyeti ulaştırandır! Yani, ilim, Deccal`in karşısına dikilir.

Vehmi benliğin karşısına, Hakikat ilmi dikilir... Der ki :

"Bu vehimden doğan, nefsinin Hakkın varlığı olduğu yolundaki ilmi bedeninle karıştırma!.. Bilincin, soyut bir kavramdır!. Beden ise somut varlık olarak kendi boyutunun şartlarına bağlıdır; bilinç ise soyut varlık olarak arınmalı!... Kendinin bu beden olduğu yolundaki yanlış anlamayı terkedip hakikatin bilinç boyutunda yaşanacak bir şey olduğunu farketmelisin!"

Fakat, bazılarında bu ilim de, Deccal`in temsil ettiği "Ben Hak`kım, dilediğimi yaparım" görüşünü öldürmeğe yetmez!.

Ancak, İsa semâdan inerek -bâtından zâhire çıkarak- Deccal`ı öldürebilir!...

İşte, "Hakikat ilmi" ile ortaya çıkan Mehdî, vehmi benlik Deccal`ını öldürüp imhâ edemez. Tâ ki, İsa semâdan nüzül edip,ilâhi kudretle tahakkuk etsin!...

İsa, semâdan inince, ilahi kudret, Deccal`in karşısına çıkmış olur!.

 "İsa`yı gören Deccal, olduğu yerde erir, yok olur, gider!."

 Diyor Rasûl  Aleyhisselâm açıklamasında...

İlâhi kudret ortaya çıktığı zaman "ölmeden evvel ölme" hâli "yakîn"e tekabül eden şekliyle oluşur; ki bunun sonucunda kişi bilinci itibariyle var olan bir varlık olduğu idrakına ererek, beden bağımlılığından kendini soyutlar; ki bunun sonucu da "mutmainne nefs" bilinci olarak velâyet hâlidir!.

Böylece vehmî benliğin kendini, bedenmiş gibi kabûlü ortadan kalkar. İşte o zaman, "Allah`a vuslat" denilen hâl yaşanır...

İşte böylece kıyâmet alâmetlerinden olan genele dönük bu olayın, kişinin kıyâmetinin kopmasından önceki bu oluşumunu anlayabilirsek, vehmi benliğin ne şekilde Deccal olduğu; Mehdi`nin Deccal`a karşı ne getireceği, ne ortaya koyacağı; ve İsa`nın semâdan, yani, Zâtî kudretle ortaya çıkışından sonra nasıl kalkabileceğini anlamış oluruz...

Burada yanlış anlamalara yol açmamak için şu hususu iyi anlamamız gerekmektedir:

Mehdî, "tenzih" ve "teşbih" esaslarının eşit oranda bileşimi olan İslâm Dini`nin "Tevhid" ilmini ortaya koyan görüşü temsil eder..

Deccal, "teşbih" esasının ağır basmasından ve yanlış değerlendirilmesinden dolayı bilincin kendini Allah olarak kabul edip, bedensel boyutta bunun sonuçlarını yaşamayı temsil eder.

İsa  Aleyhisselâm ise "teşbih" hakikatını insanlığa açmış Zât olarak, bu yüzden meydana gelen sapmaları düzeltmek üzere görev almıştır.. Tasavvufta ise "kudret" sıfatının bir tezâhürü olan "Allah`a yakîn" hâlinin sembolüdür ..

İşte bunları anlarsak, o zaman "vahdet" ilminin idrak ettirdiği şekilde "yok"luğumuzu farkederek başımızı "secde"ye koyar, dua ederiz;

"Allahım bize bu yaşamı ihsan eyle, bu nimeti kolaylaştır!..."

Ne buyuruyor Rasûlullah  Aleyhisselâm:

 "Secde`de yapılan dua makbuldur."

 Ve:

 "Kulun Allah`a en yakin olduğu hâl, secde halidir..."

 Öyle ise hep birlikte alnımızı toprağa koyalım(!). Şimdi "secde" mi etmiş olduk?..

Evet, "Secde" denir yaptığımıza, ama şeklîdir bu ve de taklittir!.

Hakikatta "Secde", kulun varsaydığı varlığının ortadan kalktığı "yok"luğunu idrak ederek "Bâkî"yi müşahede ettiği "Fakr" halidir!. "Fakr" hâlini yaşayamayan, "secde" etmiş olmaz, bâtınen!. Zâhirde alnı topraktadır amma, benliği ile "dimdik" ayaktadır.

"Sırtları tahta gibi olmuştur, secde edemezler; secde etmek istedikçe yerlere yuvarlanırlar!.." diye anlatılan hâli bir hatırlayıverin!..

Evet, kişinin, Allah`a yakîn halinde olduğunu hissetme hâli"secde"dedir.

Yani kişinin vehmi benliğinin ortadan kalktığı zamanki "yakîn" halinin adı "secde"dir ki, bu da "Allah`a kurbet" hâlidir!. Kurbet mertebesinde, o mahâlden ilahi sıfatlar tahakkuk ederken, O, kudretini izhâr eder!.

hf

KİŞİLİK

 Beyinde, belirli tesirlerin gelişiyle birlikte, belirli bir çalışma başlıyor. Bunun sonunda o da, mânâ, “fiil” şeklinde ortaya çıkmış oluyor!.. Gelen ışınım beyinde meydana getirdiği kendi mânâsına uyan çalışmayla, kendi anlamında olan bir fiilin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Hangi tür mânâ, oluş sırasında beyne gelmişse, beyin daha sonraki yaşamında, faaliyetinde ona uygun mânâları ortaya çıkarıyor.

Doğum tarihi ve saati itibariyle beyin ilk tesirleri aldı. Böylece bu tesirlerin mânâları istikâmetinde beyinde âşikâre çıkacak kabiliyet oluştu. Bu kabiliyet ile o beyin de Hak Teâlâ isimlerinin anlamlarını andıran, mânâları fiile dönüştürmeye başlar. Yani, o beyinden sâdır olan fiiller, o isimlerin mânâlarının, geliş kuvvetine göre o mahalden çıkışından başka bir şey değildir!

Böylece falanca kişinin "kişiliği" dediğimiz şey meydana gelir.

Yorumuna kaynak olan şartlanmalarının oluşturduğu değer yargıları, hep sendeki kişilik özelliklerindendir.

hf

 “BEDENSEL KİŞİLİK”

 

Ruh oluşmuş ve bu ruhta ya bilinçli olarak, şuur oluşu yolundaki bir bilinç neticesinde, bir varlığı benliği oluşmuş; veyahut şartlanmalar istikametinde kendini falanca bir kişi olarak kabullenmiş! Ama neticede, ortada bir kişilik söz konusu!...Yalnız birincisindeki kişilik, ”şuursal” bir kişilik; ötekindeki kişilik, “bedensel” bir kişilik!.. 

hf

 DÜŞÜNSEL  KİŞİLİK (“KİŞİLİK YÜZÜ”)

 “HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani "tevhid" anlayışı üzerine olanlardı!...

Bize ulaşan bilgilere göre...

İDRİS Nebi, görev süreci içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR iLMİNİ” açıklamıştı... Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki bütün bu güçlerin idaresinin de Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle meydana geldiğini bildiriyordu...

"ASTROLOJİ" yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR iLMİ" denilen “Sistem”, İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce yeteneğinden mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek; tesirlerini kesinlikle tesbit ettikleri "BURÇLAR" ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak yıldızları kabullendiler!..

Bu yanlış tesbit, daha sonraları, dar görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK TAHTINA" oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara tapınmaya kadar uzandı!..

Esasen her Nebi’nin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir..

İşte, "BURÇLAR iLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH'ın varediş sistemi içindeki bu mekanizmanın" yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri, toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer tanrı oldukları ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir..

Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebi gerçekçi düşünce yoluyla bu yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamıyacağı gerçeğine ulaşmıştır..

Bu eriştiği gerçek neticesinde de halini töyle dile getirmiştir:

 -İnni veccehtu vechiye lilleziy fatIres semavati vel ardı HANİFen ve ma ene minel müşrikin!.. ( 6-79 )

-Vechİmİ o veche döndürdüm ki, yeryüzünün ve göktekilerin hepsinin FÂTIR'ıdIr!.. HANİF olarak... Şirk ehlinden değilim!.

 "VECH" “yüz” anlamına gelir... Ama bildiğimiz “surat”, ya da “sîma”, yani "sûret, olarak görünen yanımız" kasdedilmiyor burada!. "İçyüz"ümüzdür bahis konusu olan!..

Meselâ bir insan için deriz ki "ikiyüzlü"!.. Burada anlatılmak istenen "ikiyüz" nedir?... Diyelim ki , iki kişilik.. Ya da "binbiryüzlü" deriz... Yani, çok kişilikli, anlamına!...

"vech" “kişilik yüzü” anlamına kullanılmaktadır burada... Buna, "mânevi yüz" de denebilir!.... Keza, kişinin "düşünsel kişiliği" de demek uygundur.... Ya da, başka bir ifade ile, "şuursal kişilik" de diyebiliriz!...

Öyle ise, İbrahim Aleyhisselâm’ın "vechimi" deyişini, "düşünsel kişiliğimi" gibi anlayıp;

-Düşünsel yapımla, O mânevi VARLIĞA döndüm ki, gökteki bütün yaradılmışların ve yeryüzündekilerin "FÂTIR"ı O'dur!..

şeklindeki bu ifadeyi deşifre  edebiliriz.

Hanif olamadığımız sürece Hz.Rasûlullah’ın  yolundan gitmemiz -düşünsel-olarak mümkün değildir!

hf

 “BİRİMSEL KİŞİLİK” KALKAR MI?

 Şuursal kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?..Veya bedensel kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?

Birimsel  kişilik, sonsuza dek ortadan kalkmaz! Çünkü beynin meydana getirdiği, özel bir ruhtur! Mâhiyet itibariyle, bu “ruh” kudsî ruhun aynıdır!... Fakat, hiçbir zaman bu ruhun kendi kendini seyri ve müşahedesi olmaz.

Şuur yönüyle ruhunu bilirsin, fakat “ruhun” ne olduğunu bilemezsin! Göremezsin!..Ruh yönün, senin zâtına işaret eder.. Aklı Evvel ’in karşılığı olan sendeki akıl yani “şuur” dediğimiz mânâda akıl yönün, senin, benliğin hakikatını bilmene yol açar!..

Ve bu hakikatında bütün mânâları toplu olduğunu idrak edebilirsin...Hakikatı câmia; toplayıcı, bütün mânâları kendinde toplayıcı yönünle. Fakat bütün bununla birlikte sonsuza dek birimsel varlık ortadan kalkmaz.. Birinci husus bu!...

Bunu böylece anlattıktan sonra gelelim ikinci bir noktaya ...Beden ortadan kalktıktan sonraki ruhun için, nasıl ebediyyen ortadan kaybolmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değilse, yani ikinci bir ölüm yoksa; bedenin var olduğu sürece de, bedenin yokmuş gibi, bedenini kâle almayarak yaşamak mümkün değildir!..çünkü beden dediğin şeyin aslı, beyne dayanır! Bedendeki özellikleri yöneten beyindir!...

Bedendeki tüm özellikleri meydana getiren beyin olduğu gibi, kişiliğin aslı ve hakikatı dediğin ruhunu da meydana getiren beyindir!..Besleyen, büyüten beyindir!

hf

 “KİTAB EHLİ”

 "OKU"MAYI başarmış olanlardır!

hf

 “KOLAYLAŞTIRILMA”

 "ALLAH", kendisindeki çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koymak üzere, çeşitli  mânâları meydana getirmiştir!.

Bu mânâlar terkipler-bileşimler halinde mânâ sûretlerini, çeşitli varlıkları, birimleri ve insanları ve onların programlarını oluşturmuştur.

Bu terkipsel mânâ sûretlerinin kapsadığı anlamların ortaya çıktığı mahallerden biridir insanlar!.. Yani her bir birim, her bir mahal, bir mânâ terkibinin ortaya çıktığı yerdir.

Dolayısıyla, o mahalde, birimin varlığını meydana getiren esmâ terkibinin -bileşiminin- dışında hiçbir şey yoktur.

Senin, "Ben" kelimesiyle işaret ettiğin varlığın, o isimler bileşimidir ki bu da senin varoluş programın yani fıtratındır!... Ve o esmâ terkibinin dışında da -ismin hariç- senin hiç bir varlığın yoktur!... Yani, varlığını meydana getiren o esmâ terkibini kaldırabilsek ortadan, sen hiç olursun!...

İşte, senin "esma bileşimin"deki özellikler sana "kolaylaştırılmış" olanı belirler, tesbit eder!.

Hangi türden mânâlar, o beyinin oluşumunda ağır basmış ise, daha sonraki yaşamında, artık o beyinden, oluşumuna uygun davranışlar çokça meydana gelir; ki, bunun anlamı da "o kişiye o tür işlerin kolaylaştırılması" olur!..

Senin "takdir edicin", yani "RABB"in, senin o "esmâ terkibin-bileşimin"dir!...

Bu yüzden de senin, o "esmâ terkibin-bileşimin"e isyan etmen, itaat etmemen kesinlikle mümkün değildir!...

Mümkün değildir; çünkü ona itaat etmemek, isyan etmek gibi özellikleri meydana getirecek bir varlığın yok!.. Nerede kaldı, iraden!

Sendeki bütün vasıflar, özellikler, senin varlığını meydana getiren "isimler bileşiminin" mânâlarından başka bir şey değildir!.

Dolayısıyla senin "kolaylaştırıcın", yani sende çeşitli isimlere yönelik eğilimi meydana getiren ana faktör, senin varlığını meydana getiren o "ilahi isimler terkibi-bileşimi" yani "fıtrat"ındır!... Yani "RABBİN"dir!.. Senin rabbine isyanın ise hiçbir şekilde mümkün değildir.

İşte bu sebepledir ki, sana ne kolaylaştırılmışsa, sana kolaylaştırılmış olanı mutlak olarak yerine getirmek zorundasın!.

hf

 

KORUNMA

 “Şirk”ten korunma; Allah yanı sıra tanrı kabullenmekten kaçınma!.

“günah” kabul edilen hususlardan uzak kalmak suretiyle korunma!.

“ALLAH”ın “KULU”na yakışmayan düşüncelerden arınmak suretiyle korunma!.

 “Kendini koruma”nın esas iki düzeyi sözkonusudur;

 1)Hazreti Resûli Ekrem’in bildirdiği şekilde karşılaşılması mukadder olan ölümötesi yaşamın sayısız tehlikelerine karşı zaruri “koruma” tedbirleri.

 2)Varlığında, özünde mevcut olan Allâh’dan mahrum kalmaktan “korunma” tedbirleri.

 Karşındakine hitap ettiğin zaman, onun anlayış seviyesi neyse, onun bir üstündeki seviyeden olmak üzere ona hakkı tavsiye edeceksin.

Olaya karşındaki hangi seviyeden bakıyorsa, sen ona karşı, onun bulunduğu seviyenin bir üstünden Hak’kı tavsiye edeceksin. Onun hareketlerinin çıktığı seviyeyi muhakkak ki göreceksin!.. Gördüğün anda onu, ya tabiatını terk yolunda; ya benliğini terk yolunda, ilâhi emirlere sarılması yolunda, onun düzeyine göre, muhakkak ona yapması gereken şeyi tavsiye edeceksin.

Sen tavsiye ettin bunu o seni dinlemek istemiyor, istemeyebilir. O zaman oradan çekip gideceksin.

hf

KOZA

 Dar çevre düşünü sınırları!

"İslâm Dini" hakkında konuşanlar ana olarak iki topluluktur.. Çoğunluğun olduğu grup "kozalılar"dır.. Bunlar dün "koza"larındada hapistirler!.

Din; nakle inanmaktır, derler. Düşünmek ve araştırmak yasaktır!..

Bir de "koza"yı delenler vardır; yeniye açık, araştırıcı düşünürlerdir. "İslâm Dini"ni anlamaya çalışırlar!

hf

KOZALININ  TANRISI

 Çok sevip büyük ders ve ibret aldığım bir olaydır..

Adaletiyle meşhur Halife Hz. Ömer anlatır...

“Biz İslâmiyeti OKUmadan önce, putlara tapardık!.. Kurabiyelerden tanrı putları yapar, yolculuğa çıkardık!.. Yolda o kurabiye putları karşımıza koyar tapınırdık!.. Sonra da acıkınca o putları yerdik!... Şimdi bunu hatırladıkça hep gülerim....”

Kozasını delip, en azından başını çıkararak, gerçek evrenselliği göremeden dünyasını değiştirenlerin, dünyasını değiştiremeden gittiğini nasıl anlatabileceğim, bilemiyorum!

Doğuranla-doğurtanın, köyünde veya mahallesinde, kozasının içinde, tanrısı ve kurabiyeleriyle yetişmiş!.. Ve sen de, yetişmişsin onların ellerinde!... Kurabiyelerle büyümüşsün!. Kutsallık ninnileriyle, tanrısallık masallarıyla yetiştirmişler seni!.

Önde gelen değerlerin onlarınki gibi, daha iyi nasıl yerim; daha çok ve çeşitli nasıl çiftleşirim, olmuş!.. Korku belâsı tapınmışın; medet ummuşun kurabiyeden göğe çıkardığın tanrından!.

Sonra bir gün bir bilge çıkmış karşına, tanrının olmadığını farkettirmiş belki de sana!... Ama anlıyamamış, kavrayamamış, hissedememişin “Allahın ne olduğunu; kendi kozanın tanrısı olup, yemek-içmek ve çiftleşmekten başka bir şeyi görmez olmuş gözün!. “Tanrı” kavramından kurtulmuşun ama, yeme-içme çiftleşmeden tut, toplumsal tanrılara kadar binbir tanrının tutsağı olmuşun!.

Kozalı insansılar, ortamlarında, tanrılar, kutsallıklar üretirler!... Mukallit insanlar da, onları taklit edip yeni yeni tanrılar edinirler ve elleriyle ürettikleri tanrıların, kutsallıkların   kulu-tutsağı olurlar!.

En zararsızından, şarkıcısından; en zararlısı diktatörlere, dikta kurumlarına, dinsel yöneticilere kadar sayısız tanrılar ve kutsallar; dokunulmaz, dokunulamazlar!. Ama bir gün gelir, devran geçer, o kurabiyeler de yenir!.

İnsansının dünyası rabbine, tanrısına tapınmak; yemek-içmek-çiftleşmek üzere kurulmuştur. Ötesini düşünemez!. Mukallit insan da ortada bilge bolluğu olmadığı için, insansıları taklitin bir meziyet ve üstünlük olduğunu sanıp, o ovada at koşturur!.

En azından kozasından başını çıkartmış, evrensel gerçekleri-İslâm’ı OKUmuş, varlığın ve kendisinin hakikatını farketmiş bir bilgenin ise, insansıların ya da mukallit insanların ne saygısına ihtiyacı vardır ne de değerlendirmelerine!.. Onlar Olimpos Dağındaki kulübelerinde, kozadışı âlemi seyirle ve “Allah”ı her dem biraz daha tanımaya çalışmakla zamanlarını değerlendirirler!.. Zaman zaman yeni bir konukları olur... Ender de olsa civarlarına taşınan yeni bir komşuları... Ama o dağ sâkinlerinin sayısı pek azdır!..

Dağın tepesinde oturan kozasızların sayısı pek azdır; çünkü, insansılara ve mukallitlere tâbi olmaktan kendini arındırıp, onların (Deccalın) geçici cennetinden yüz çevirebilen beyinlerin sayısı çok azdır!.. Bilgelerin tanrısı kalmamıştır!. “ALLAH KULUolmuşlardır onlar!... Toplumun tanrısal değerleri hiçtir onlar için!.. Kimseden saygı beklemez, huzurlarında elpençe divan durulmasından hoşlanmazlar!. Mukallitlerin, onları kabul edip etmemesi umurlarında değildir!. Ağaç altında kısa bir süre yorgunluk atıp, yoluna devam edecek; gibidirler onlar dünyada... Ûnvan ve pâyelerden hoşlanmaz, mukallitlerin ürettikleri kutsallıklarla etiketlenmezler!.

Köyünde, doğuran-doğurtanlarının koşullandırmasıyla yetişmiş; köyün değerleriyle beyni bloke olup,  evrensellik kavramını köyün değerleri zanneden mukallitlere bakarlar ve şöyle derler bilgeler:

-Bunlar da olmasaydı, nice olurdu insansı ve mukallitlerin hâli!?... Toplumun başından eksik olmasınlar!.

Kutsallık yaratır toplumlar; tanrılar yaratır; kanunlar, kurallar yaratır!... Sonra da bu kurabiyelere kulluk etmenin faziletinden dem vurulur!..

Ama bunları yaratanlar kendi başlarına kalınca gülüp geçerler; o toplumun tanrıları olarak; sonra da o toplumu, kendi çıkarlarına veya yakınlarının, kendilerini sayıp baştacı edenlerin çıkarlarına dönük bir biçimde kullanırlar!. Tanrılar ve toplumu yönlendiren ruzgârlar, o toplumun zeki veya güçlülerinin, toplumu yeme araçlarıdır!.

Tanrısallıkları ve kutsallıkları üretip pompalayanlar, geçmiş bilgelerin, rasullerin farkettirmeye çalıştıkları tüm gerçekleri saptırıp; kendi tanrısallık - kutsallık değerleri için malzeme yaparlar!.

Para en büyük tanrı! Kulları en çok olan!.

Ardından gelen cinsellik! İkinci büyük tanrı!..

Her eve lâzım ve her kozada var bu tanrıların putları!... Tapınılır sürekli her koza içinde bunlara!. Bunlarsız bir koza düşünülemez!. Bazılarının tüm dünyasını ve vaktini bu alır kozası içinde... Kâh alışveriştedir, kâh bilgisayar başında; ama amacları hep tapınmaktır tanrılarına!.

Zor gelir; olanaksız gelir Kozanın dışındaki evrenselliği kabullenmek ve kozayı delip hiç olmazsa başını dışarı çıkararak gerçekleri görmek!.

Güneşin asla doğmadığını ve batmadığını... Zorunlu olarak bağımlı bulunduğu dünyanın dönmesi nedeniyle, doğma-batma kavramlarının yaratıldığını...

Avını yerken aslanda; ya da,  aynı işi yapan timsahta akan gözyaşlarının acıma duygusundan kaynaklanmadığını ve doğada acıma kavramının bulunmadığını...

Elmanın ağaçtan, yere olan aşkından düşmediğini...

Cinselliğin hormonal dürtüden gayrı bir şey olmadığını...

Sevgiyle beğeninin; sevdiğinde yok olmayla, beğendiğine sahip olma arzusunun bir olmadığını...

Tanrısallık ve kutsallıkların kozadan çıktıktan sonra hiçbir değeri ve varlığı kalmayacağını...

Toplumsal şartlandırmaların genelde, toplumdan yarar sağlamak isteyenlerin, çıkarları doğrultusunda yönlendirmelerden başka bir şey olmadığını...

İnsan’ın kozaötesi gerçek evreni”nin bilinç ve bilgi boyutu olduğunu...

Bilgeliğin kula kullukla elde edilemiyeceğini...

Bilgelerin, kendi önlerinde elpençe divan duran mukallitler ordusuna değil; dediklerini anlayıp, gerçekleri farkedip, “insan” olmaya çalışan bilinçli mukallitlere değer verdiğini...

Bireysel ve bedensel çıkarları için yaşayan insansı ve mukallitlerin boyut değiştirdikten sonra kozalarını asla terkedemiyeceklerini...

Bilgenin bilgilerini değerlendirmenin ötesinde, şefaat olmadığını; kimsenin kimseyi kolundan çekerek bir koltuğa oturtamıyacağını; ya da cehenneminden çıkartamıyacağını; bunlardan kurtulup bir yerlere gelmenin tek yolunun  bilgeliği değerlendirmek olduğunu...

Bilgeliği değerlendirmenin,  bilgi ezberlemek olmadığını...

Kutsal kurabiyelere ve tanrılara tapınılarak; kozadan çıkılmadan geçirilen bir ömrün,  en büyük ve telâfisiz bir zarar olduğunu...

Ancak “insan” olanın, “Allah” için yaratılmış olup; kurabiye ve rablerden- tanrılardan yüzçevirip yalnızca “Allah”a yönelmenin sadece “insan” olana kolaylaştırılmış olduğunu...

“İnsan” olmayanın, paranın ve cinselliğin kulu olarak kozasıyla birlikte –boyut değiştirse de- ebeden dünyasında yaşamını devam ettirip; bilgelik masallarıyla ömür tüketmekten başka eline geçecek bir şey olmadığını...

 Yalan-dolan, dedikodu, hakaret gibi mukallitlerde görülen hayvandanöte davranışların bilgisayar bilgeliğiyle eşleşebilmesine rağmen; gerçek bilgelik yaşamıyla hiçbir ilgisi olmadığını...

Siyasî veya dinî  veya kültürel otorite kavramının, yaratılmış kutsallık olup; kurabiyelikten öteye geçmediğini...

Bilgiyle “ölmeden evvel ölüpbilgeliğe doğmayanın, koza dışı evrensellikte yeralamıyacağını!...

Bilgeliğin bir yaşam tarzı olup; bilgisayar-bilgeliğiyle karıştırılmaması gerektiğini...

Ehlullah” diye tanımlanan geçmişteki bilgelerin anlattıklarının, nasıl tanrısallık, kutsallık amacına dönük kullanılıp kurabiye yapıldıklarını...

Ve daha bir nice toplumsal ve bireysel kurabiyenin, yendikten sonra hiçbir değeri kalmayacağını; “insan” olmayana ya da mukallite anlatabilmek, çok zordur; diye duymuştum.

Sürç-i lisân ettiysek, bağışlana... Garîpliğimize verile!.

hf

 “KOZMİK”

 Esasen bizim kullanmakta olduğumuz "KOZMİK" kelimesi dahi günümüzdeki kullanım şekliyle, “BOYUTSALLIĞI” ifade içindir... Yoksa kasdımız, bu kelimenin orijinalinden gelen "Evrene ait" anlamında olarak “mekân” ifade eder bir anlam değildir...

hf

KOZMİK  IŞINLAR

 "Kozmik ışınlar" dediğimizde işaret etmek istediğimiz mânâ, "uzaydan gelen ışınlar" olmayıp, "uzayın boyutsal katmanlarına ait varlıkların yaydıkları dalgalar", yani "alt boyut katmanlarına ait ışınlar" anlamındadır...

hf

KOZMİK KİTAP

 Gerek algılamakta olduğumuz "EVRENİMİZ" için; ve gerekse de "Allah" isimlerinin terkipsel manalarını sergilemekte olan “MUTLAK EVREN” için “KOZMİK KİTAP”, ya da "EVRENSEL KİTAP" veya "SİSTEM KİTABI" tâbirini kullanabiliriz...

 Not: Daha geniş açıklama için “sistem kitabı” bölümüne bakınız..

hf

KOZMİK  VARLIKLAR

 "KOZMİK VARLIKLAR" dediğimizde anlatmak istediğimiz "varlıklar", bugün "UZAYLILAR" dedikleri ve öyle sandıkları "uzaylı varlıklar" değil; bizim boyutumuzun dışındaki boyutların katmanlarında yaşayan ve dinde “melek” diye isimlenmiş bulunan sayısını Allah'ın bildiği varlıklardır.

hf

 KUANTSAL  BOYUT

 Evren ve içinde her boyutta varolan, tüm varlıklar orijini itibariyle kuantsal kökenli dalga varlıklardır. Ve dahi bu dalga yapıların her biri, bir anlam taşımaktadır.

Bu ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar olarak "MELEK" kavramı ile dinde açıklanmıştır.

Nitekim, "Melek" kelimesinin aslı "melk"ten gelir ki "güç, kuvvet, enerji" anlamındadır.

İşte, evrensel manâda her titreşim - frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın, frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçim de evrende yerini alır

Kuantsal boyutta her şey tek bir şuur hâlindedir.

Bu tekil şuur, “ilk akıl”=”aklı evvel” diye tanımlanmıştır.

Kuantsal boyut, “Hayat” sıfatının tâ kendisidir!.

Var olan tüm melekler, bu “RUH” adlı tek melekten, yani bizim “kuantsal boyut” olarak nitelendirdiğimiz, orijinimiz boyuttan meydana gelmiştir!.

Yani, Kuantsal boyut tekilliğinde meydana gelen melekî katmanlar(?) ile, algıladıklarımız ve algılayanlar oluşmuştur.

Esasen her şey, Kuantsal boyutun kendi kendisiniseyr”inden ibarettir!.

Bu boyutta zaman ve mekân kavramı yoktur!.

İnsan” kendi hakikatine yolculuğunu tamamlarsa, kendi derûnu doğrultusunda; “ben” kalmaz, seyreden “Kendi” olur Kendini!.

hf

KUDRET

 «Kudret», «kendindeki mânâları seyretme gücüdür»!.

Enerji "ALLAH"'ın "kudret" vasfının kuvveden fiile çıkması halindeki adıdır. Yani "NUR"'dur. "Nur" diye bahsedilen şey bir tür "salt enerji"dir.

Bu bilinçli enerji (kudret), -kozmik bilinç- evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.

Herşey enerjiden meydana gelmiştir dendiği zaman , burada bahsedilen enerjidir!

Melekler nur yapılıdır.bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.

Sevap karşılığı olarak kullandığımız pozitif enerji kişideki kudretin açığa çıkmasıyla ilgilidir

Enerji Dalgaları” dediğimiz dalgalar(ibadetle,zikirle oluşan dalgalar) güçtür,enerjidir,ruhtaki kudrettir!

hf

 “KULLUK

 En basit anlamıyla kulluk, dua ve zikirdir!.

En geniş anlamıyla kulluk, birimin, varoluş gayesinin gereğini yerine getirmesidir..

"İYYÂKE NA'BUDU ve iYYÂKE NES'TAIYN"

“SADECE SANA KULLUK EDER ve SADECE SENDEN YARDIM BEKLERİZ"...

 Cümlesiyle işaret edilen mânâ...

Bu işaretin genelde anlaşılan ve kabullenilen yönüyle farkettirmek istediği mânâ hepimizce bilinmektedir...

İster namaz içinde, ister namaz dışında olsun, bu âyet umumiyetle şu mânâda söylenir:

“Biz, başka birine; ya da seninle beraber başka birine değil, sadece sana ibadet ederiz; ve başka birinden değil, sadece senden yardım bekleriz...”

Bu âyetin, genel düşünce düzeyi içindekilere hitab eden yüzü böyledir...

Ancak, baştan beri anlatmakta olduğumuz, âyetlerin derinliğindeki "Vahdet" müşahedesi ve zevki açısından bu âyeti de anlamaya çalışırsak...

Bu defa şöyle bir anlam ile karşı karşıya kalırız:

“Âlemlerin Rabbı, dolayısıyla bizim “Rabbimiz” ve de “Mâlik-Melîk’i yevmid din” olman sebebiyle, her şeyde olduğu gibi bizde de senin esma mânâların ortaya çıktığı içindir ki, doğal olarak, her an, hepimiz, farkında olmadan da olsa kulluk halindeyiz...

Mutlak ve gerçek kulluğumuzu, senin her biri ayrı hikmete dayalı, türlü mânâlarının kuvveden fiile çıkışına aracılık etmek suretiyle yapmaktayız...

Ve yine hepimiz, (ins ve cin ve melek) kulluğumuzun devamı için her an senden yardım bekleriz... Eğer sen, varlığımızı oluşturan isimlerinin mânâlarını ortaya koymayı kesersen, biz yok oluruz!..

Varlığımızın ve kulluğumuzun devamı için de senden yardım dileriz...”

Bu âyeti tefsir eden yorumcuların neredeyse hemen hepsi, sanki bu ayet sırf namaz içinde okunmak için gelmiş şekliyle olaya bakmışlar, ve hep namaz içindeki toplu ifade şekli olarak değerlendirmiºlerdir..

Oysa dikkat edilirse eğer, bu âyet, “ALLAH sistem ve düzenini” anlatan ilk sûrededir; ve anlamı ezelden ebede, her an, dem bedem geçerlidir!...

Namaz içinde ya da dışında!... Ne zaman ve nerede okunursa okunsun, o anki bütün halleri ve varlıkları kapsamaktadır!..

.-"HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY, O'NU HAMDIYLA TESBİH EDER!. FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ KAVRAYAMAZSINIZ!. (17-44)

 Âyeti, yukarıda geçen âyetin mânâsını apaçık bir şekilde; hiç bir yoruma yer bırakmıyacak şekilde izah etmektedir.

Bize göre varolan tüm zamanlarda ve zamanüstü bir biçimde, "ALLAH" ismiyle işaret olunanın, "Âlemlerin Rabbı" olduğunu vurgulayan ön âyetlerden sonra gelen bu âyet de, gene aynı şekilde; tüm varolanların “O'na kulluk etmekte olduklarını; ve bu kulluklarının devam edebilmesi için de gene O'na muhtac olduklarını”, vurgulamaktadır!.

Zaten daha dar kapsamlı olarak, insan ve cinlerin dahi kulluk etmek için yaradılmış olduklarına da şu âyet işaret etmektedir:

 -CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN HALKETTİM!.. (51-58)

 Kulluğu yerine getirmeleri için yaratılmış olanların; o gayeye yönelik olarak yaratılmış olanların, bu kulluğu ifa etmemeleri acaba mümkün olabilir mi?..

Hele bir de "F Â T I R"ı hatırlarsak!...

"ALLAH"ın, kendisini "FÂTIR’es semâvâti vel arz" diye tanımlayışını hatırlarsak...

Yani, "neyi gerçekleştirmek istiyorsa, o gayeye uygun yapısal özellik vererek, yarattıklarını forme eden" anlamına "FÂTIR" oluşunu; ve böylece göktekileri ve yerdekileri yaratmış olduğunu kavrayabilirsek...

Üstüne üstlük...

 -"RABBİN HÜKMETTİ Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE!.. (17-23)

 "H Ü K M Ü" mevcut iken!...

Peki bu takdirde, buradaki olayı nasıl değerlendireceğiz... Ne anlıyacağız?... Nasıl anlıyacağız?…

Elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışalım...

"ALLAH", "âlemlerin Rabbı" olduğu için; isimlerinin işaret ettiği özelliklerin seyrini murad etmiş ve bu isimlerin mânâlarına dayanan yaratıklarını "esmâ terkipleri" halinde ortaya çıkartmıştır...

Yaradılmışların varlıklarını bu isimlerin mânâları oluşturduğu için, onların bunun dışında kendilerine özgün vücudları ve varlıkları yoktur!... İş bu sebeble de, bu mânâlara dayalı varlıklarıyla, her an bu mânâların gereğini ortaya koymak suretiyle "GERÇEK anlamda ve MUTLAK yönden KULLUKLARINI" ifa etmektedirler..

Şayet basiretle dikkat edilirse, yukarıdaki âyetler tümüyle biraraya gelince, bu mânâ apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır...

Böylesine geniş kapsamlı ve tüm varolmuşları içine alan mânâları ihtiva eden âyetlerin anlamının; son derece dar sahada, "namaz kılan kişinin rabbine kulluk itirafında bulunması ve ondan yardım istemesi" şeklinde anlaşılması, Kur'ân-ı Kerim’in "evrensel sistemi açıklayan KİTAP" oluşuna uygun düşmemektedir; müşahedemize göre..

Peki bu âyette, diğerlerinin anladığı gibi, “bizim kulluk itirafımız ve yardım dilememiz” anlamı da yok mudur? Böyle anlayanlar yanlış mı anlamışlar?.

Yanlış değil, yetersiz ve derinliksiz olarak; dolayısıyla da çok bir ölçüde anlamışlardır!

Açıklamaya çalıştığımız, kapsamlı ana mânâ içinde, çok dar kapsamlı bir anlayışla, o mânâ da mevcuttur elbette!...

Evet, “kulluk eder ve bunun devamı için de senden inâyet isteriz” mânâsı da vardır bu âyette. Ancak, her an ve her nefeste gibi anlaşılmak zorunluluğu ile beraber!...

Bu arada şu soru akla gelebilir...

Bütün varlıklar yaradılış gayelerine hizmet eder bir biçimde yaşam sürerek "kulluk" ediyorlarsa; bu durumda bizim “ibadet”lerimizin anlamı ne?.. Neden ibadet edelim?.. Biz Allah'a tapmak için namaz kılmıyor muyuz?.. Allah'a tapınılmaz mı?.. İbadet ederek cennete hak kazanmıyor muyuz?. İbadet etmedikleri için cehenneme gitmiyorlar mı?

Önce “kulluk” kavramının iki anlamına işaret edelim...

Birinci mânâda "kulluk", geniş kapsamlı ve "mutlakiyet" ifade eder şekliyledir... Bu gerçek anlama, yukarıda işaret ettiğimiz âyetler toplu olarak değerlendirildiğinde kavuşmaktayız..

Bu mânâda "kulluk", evrensel sistem içindeki tüm yaradılmışların, "mutlak kulluk"(Fıtri kulluk) için varedilmiş oldukları; ve her an da buna devam ettiklerini açıklama sadedindedir..

İkinci mânâda izafî-göresel "kulluk" ise, bireyin "Rabbi olan ALLAH'ı farketmesi, ona kulluk için var olduğunu ve bu görevi yaptığını kavraması ve nihayet bu halinin devamı için de her an gene ALLAH'a muhtaç olduğunu hissetmesidir"... Ki bu da "göresel" anlamda, "bireysel kulluk”tur...

 Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk» ...

Nitekim Zariyat Sûresinin 56. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:

 "BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA YALNIZCA BANA KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM"...

 Elbette ki, ALLAH' adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..

Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:

 "YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP YÜRÜTEN O'DUR!.." (HUD/56)

 Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı, «Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir bu anlamda..

Ayrıca,

 «KUL, KÜLLÜN YA'MELU ALÂ ŞÂKILETİH»

 deniyor âyeti kerîmede. Yani;

 «DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR» (17-84)

 FÂTIR'ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.

Özde, taat ve ma'siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...

"Kulluğun" türüne ise «taat» veya «ma'siyet» adları verilir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...

 «GÖKLERDE VE ARZDA O'NU TESBİH ETMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ, ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.» (17-44)

 âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını" yerine getirdiklerini ifade etmektedir...

Bir diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faâliyetlerinin adıdır «taat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma'siyet» olan kulluk!..

Netice...

«Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan birşeyler ummasıdır.

Sonuç... "TANRI"YA TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..

hf

ALLAH’IN HÜVİYETİNİN KULU

 “Muhammed”, O’nun kulu ve Rasùludur!

Muhammed” isminden kasıt  müsemmâdır!..”Muhammed” ismiyle kasdedilen varlık!..Bu isimle kastedilen varlık, önce “kulu” dur,sonra “Rasùl”u!..

Burada “kul” luk , “Rasùl”lükten de üstündür ki,öne alınmıştır...

Düşün ki, Rasùlluk!..

 “Ben gelmiş geçmiş bütün Nebilerin-Rasûllerin içinde öne geçirilmişim”

 diyor...

Rasûllükten daha üstün yüksek mertebe yok; bir de bütün gelmiş geçmiş Rasûllerin önüne geçiriliyor ve bu Rasûllükten daha üstün olarak,”kul” luk yönü öne geçiriliyor!..”Abd” iyet yönü!..Yani,”abduhu ” deniyor!..

Muhammed ismi ile müsemma olan mânânın,”kul” luğu ne demektir?

Muhammed “abduhu” deniyor...

Bir kere “ abdiyet” “Hû”ya bağlanmıştır!..”Hû” hüviyeti gösterir...

ABD” iyeti   “”viyetidir mânâsı burada gizlidir   yani,”Allah’ın hüviyetinekul” dur” demektir bu!..

Allah’ın hüviyetininkulu”dur,demek; “efal mertebesiyle, esmâ mertebesiyle ,sıfat mertebesiyle ve de sıfat mertebesinin hüviyeti olan Zât mertebesine câmidir!” demektir...

hf

KUL HAKKI NEREDE  VE  NASIL  ÖDENİR?

 Karşımızdakilere geçen haklar burada mı, orada mı ödeniyor?..

Olayın Cenâb-ı Hakk tarafından bize açılan yönü şu:

 «ALLAH SERİÜL HİSAB'dır!..»

 Yani, hesabı anında görendir Allah!..

Kim kime ne değerde ne verir de aynı değerden ondan maddî karşılığını almaz ise ve verdiğine karşılık hakkını da ona bağışlamaz ise; o şeyin karşılığı karşısındaki tarafından anında kendisine «enerji olarak» ödenmektedir!..

Bazı ufak değerler için bu ödenti anında kapanmakta, fakat büyük haklar için ise bağışlama alana, ya da ölene kadar o ödeme devam etmektedir!.. Bu yüzden büyük haklar kişinin cehenneme gitmesinde rol oynayan büyük faktörler olmaktadır!..

İslâm'daki alınan bir hediyenin bile eşdeğerde bir hediye ile karşılanması şeklindeki teâmülün altında yatan sebep de budur. Zirâ bunu ilk başlatan da Rasûlullâh Aleyhi's-selâm’dı.

Maddî şeylerin karşılığı iyiliklerin karşılığı böyledir.

hf

KUR’ÂN-I KERİM

(“EVRENSEL SİSTEM”İ AÇIKLAYAN KİTAP)

 ALLAH KELÂMI!

Yaratılanları ve sistemi anlatandır!

Kur’ân,içinde yaşadığımız sistem ve düzeni bize anlatan bir kitaptır!

Nefsinden (özünden-zâtından)gelen hitâbı anlayabilmen içindir ki,âfâkından kitap gelmiştir sana!

“Allah Kelâmı”olması hasebiyle    ve ALLAH’ın semâda bir mekânı bulunmaması, mekân kavramından  münezzeh olması nedeniyle,”Semavi KİTAP”değil,”ALLAH İNDİNDEN GELMİŞ  KİTAP”tır!

“ALLAH KELÂMI KUR’ÂN”,  “Semavi” yani semâdan   gelmiş yani belirli  bir mekândan gelmiş olmayıp; “BOYUTSAL” derinlik ifade eden “ALLAH’ın EVRENSEL KİTABI”deyimiyle tanımlanabilir ancak .

Kur`ân, içinde yaşamakta olduğumuz Allah SİSTEM ve Düzenini farketmemiz için elimize verilmiş kitaptır!.

Rasûl ve Nebiler “OKU”muş olarak,bize Allah ismiyle işaret olunanın yaratmış olduğu içinde yaşamakta olduğumuz sistem ve düzeni “İslam  Dini” adı altında açıklamışlardır.Zorlandıkları yerlerde de bunu sembol ve benzetmelerle açıklamaya çalışmışlardır.Kur’ân,içinde yaşadığımız sistem ve düzeni bize anlatan bir kitaptır.

Kur’ân; beşer olan birimsel terkibin eseri değil, Ulûhiyet boyutunun vahyi olarak Allah tarafından Allah Rasûlü’nün ağzıyla bize ulaşmıştır!... Bu farkedilmesi gerekli çok önemli bir husustur!

Kur’ân-ı Kerîm’inRUHU”nu anlayanlara göre, bu Kitap, insanlık yaşadıkça, onlara ışık tutacak ve âhıret saadetini sağlayacak bilgileri ihtiva etmektedir!.

Ayrıca, çok büyük bölümüyle, cehennem ve cennet boyutlarında dahi sonsuza dek yararlanılacak bilgi ve yaşam gereklerini kişiye açmaktadır... Kişinin kendi hakikatını; “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu açıklamaktadır!.

Kur’ân içindeki bilgilerin bir kısmı “Nübüvvet” kemâlâtından, diğer kısmı da “Risâlet” kemalâtından kaynaklanır; “Risâlet” kemâlâtından kaynaklanan bilgiler sonsuza dek gündemini koruyup, insanlara yeni açılımlar kazandırabilir..“Risâlet” kemâlâtından tebliğ olunan  “İhlâs” sûresi, “Fâtiha” sûresi gibi...

“Nübüvvet” kemâlâtından kaynaklanan ve toplumsal yaşam içinde insanların davranışlarına yön veren; evlenme, miras, şahitlik, kısas gibi konular ise, insan dünyada yaşadığı sürece gündeminde kalan ve kişinin ölümüyle birlikte, o kişinin gündeminden düşen hükümlerdir..

Kur'ân bizlere, bizden öncekilerin yaşadığı olayları, ibret olsun diye anlatmıştır..

Nesiyle ibret olsun diye?... Onların yaşadıkları hâllerin, bizim için de söz konusu olabileceğini bildirme yollu ibret olsun diye... O tarihlerde, bu gibi olaylar cereyan etmiş bilfiil!.

Geneliyle, bunları sembol kabul edip, mecâzmış gibi yorumlamak  yanlıştır!.. O bilfiil yaşanmış olan olaylarda, özellikle Nebi ve Rasûller, nasıl davranmış bu  çok önemlidir!... Çünkü, Nebi ve Rasûller, bize örnek olacak davranışlar için görevli kişilerdir!... Yani, bizim yapabileceklerimizi bize bildirmek için görevlidirler!.

Bu sebeple, olayları, öncelikle, bize ne tür davranmayı veya düşünmeyi öğretmek istiyor gözüyle değerlendirmemiz gerekir...

hf

KUR’ÂN ‘IN İNZÂLİ

 

Kur`ân`ın inzâl olması demek; her ne kadar basit dilde “indirmek” diye tercüme edilir ise de “inzâl”, esası itibariyle “nüzül” denen şey, boyutsal bir olaydır!. Mekânsal, yani bir yerden bir yere şeklinde değil!.

hf

KUR'ÂN-I KERİM’İ  ANLAMANIN YOLU  NEDİR?

 En büyük ZİKİR olan Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde, fazla derine girmeden, sadece ana hatları ile durmak istiyorum. Zirâ, bize "ONU ANLAYASINIZ DİYE" denilerek inzâl olmuştur.

Bütün mahlûkat, şartlandırılarak, ezberletilerek bir şeyler yapabilir. Ancak, sadece İNSAN, idrâk ve tefekkür gücüne sahip varlık olarak, ve bu özelliği dolayısıyla, "YERYÜZÜNDE HALİFE" olmak şerefine nâil olmuş; bu gerçeği idrâk edip gereğini yaşayabilenlere de "ŞEREFLİ MÜSLÜMANLAR" denilmiştir. Elbette ki, takliden bir şey yapabilenler de "yakîn"leri ölçüsünde bundan hisselerini alırlar.

Elbette ki, takliden bir şey yapabilenler de “yakîn”leri ölçüsünde bundan hisselerini alırlar.

Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için önce "tâhir’ olmak, yani -arınmış" olmak gerekir. Çünki, "Arınmamış olanlar dokunmasınlar" deniliyor. Bu âyeti mâalesef yanlış anlıyor; gidip suyla yıkanıp, abdest alıp "arındığımızı" sanıyoruz!..

"Tahir"in zıddı olan "necîs"in yani necasetin, yani pis-kirli olma hâlinin ne olduğunu, bakın nasıl târif ediyor aynı KİTAB:

 "Kesinlikle necis olanlar müşriklerdir".

 Yani, necis olma hâlini meydana getiren "şirk" düşüncesidir!..

İşte bu iki âyet bir bütünleme ile şunu ifâde etmektedir:

"ŞİRK düşüncesiyle kirlenmiş olan müşrikler, bu pis düşünceden, ARINMADAN KUR’AN’A EL SÜRMESİNLER; çünkü şirk düşüncesiyle, ALLAH’ın vahdaniyetini, TEK’LİĞİNİ, AHADİYYETİNİ anlatan bu Kudsâl Kitâbı anlıyamazlar".

İnsanların, birimsellikten doğan bir biçimde, gökte hayâl ettikleri TANRI’ya, bakış açılarına karşın; ALLAH’ın vahdaniyetini, AHADİYETİNİ, SONSUZ - SINIRSIZ TEK OLUŞUNU en açık - seçik bir biçimde vurgulayan ve Tek’ten çoka bakış açısını açıklayıp öğretmeyi gaye edinmiş olan KUR’ÂN-I KERÎM’in anlaşılması, elbette ki kolay değildir.

İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak istiyorsak, önce ŞİRK düşüncesinin pisliğinden ARINMAK mecburiyetindeyiz.

Kabre girenlere sorulan sorulara, münafıkların verdiği cevap olarak hadislerde şu açıklama vardır: “Duyduğuma göre Rabbim Allahmış; Muhammmed Rasûlullahmış; kitabım Kur’ân...”

Okuyup ne olduğunu anlamadığın şeyi nasıl tasdik veya red edersin ki?... İçindeki  vurgulanmak istenen mânâyı anlamadıkça, kitabın sayfaları veya kapağı mıdır, senin kitap sahibi olman demek?...

Görmediğine nasıl şehâdet edip yani şahitlik yapıp, Eşhedü’yü söyleyebilirsin?...

İlim odur ki, günlük yaşamında seni kendi doğrultusunda yaşatır...

PC de harf kaybolmadan bilgiler saklanıyor, ama insan demiyoruz, ona!...

Dünyadan a'mâ olarak ayrılmak, “idrak körlüğü” olduğuna göre; bilgimiz ne kadarıyla beynimizde "setup" oldu?...

Sanırım ana problem, aldığımız ilim programını setup yapamamamız!Yani sistemli düşünemememiz!...

Bu yüzden de konuşurken veya düşünürken çelişkilerimiz bitmiyor!... Sürekli düşündüklerimizle, konuştuklarımızla çelişki ortaya koyuyoruz!...

Bu açıdan bakarsak geçmiş olaylara, onları dışardan bakarak deşifre edebilir miyiz; yoksa kendimizi o olayları yaşayanların yerine koyarak mı anlamaya çalışmalıyız?...

İbrahim Aleyhiselâm olayının Kur'ân ‘ı anlamada bir ANAHTAR olduğu; ve bu konudaki SIR tefekkür dünyamızda açıklık kazanmadan, Kur'ân’ın tarafımızdan asla değerlendirilemeyeceği; bu yüzden de bu konunun TAKLİDİNDEN TAHKİKİNE GEÇİLMESİ yolunda bir bilgi aldım... ve size naklettim...

O yüzden de bu konu üzerinde hassasiyetle duruyorum...

hf

 

BU KİTABA ARINMADAN  DOKUNMA

 Düz mantıkla okursa Kurân’ı Kerîmi; “biz size misâllerle anlattık” uyarısını dikkate almadan…

Kıyâmetten sonra gene toprak-madde yapılı bedenler var…

Bir yangın yerinde (cehennem) yaşayanlar…

İçinde envâi çeşit meyve ve huri ve gılman isimli cinsi lâtiflerin dolaştığı bostanlar, bahçeler (cennet)!

Yukarıda bizi seyreden, eli olan bir tanrı!.

Ya Berzah ve Kıyâmet evresi?

Dünya prese girmişçesine dümdüz olmuş; kenarsız tepsi gibi!

Üstünde toplanmış gelmiş geçmiş tüm insanlar…

Uzayda dökülen(?) batan yıldızlar!

Cehennemi tutmuş kulplarından getirmiş bir tür sûretli melekler… Cehennem kaynıyor alev alev altında dünya tepsisinin!

Kolcular, insanları alıyor teker teker bir terazinin başına; koyuyor günah ve sevaplarını terazinin kefelerine… Orada elektronik terazi kalmamış; ya da kullanılmıyor elektrikler kesik olduğundan!!!

Tartı işleminden geçtikten sonra insanların milyar kere milyarlarcası; bir köprü kuruluyor dünyanın kenarından, ateşin üstünden, ateşin öte yakasındaki cennet denilen bahçeye doğru…

Ateşin sardığı dünya çevresi milyonlarla kilometre…

Kim neye tapıyorsa onun peşine takılsın” komutu geliyor oranın genel kurmay başkanından; herkes, dünyada iken tapındığı kişinin canlı heykelinin peşinden yürüyor!… O tapınılan, köprü yerine dünyanın sonuna gelip, ateşe düşüyor; takipçileri de ardından!.

Belli bir sûrete tapınmayıp, “Allah”a secde ederek, onun için toprağa baş koyduklarını söyleyenler ise oldukları yerde bekliyorlar…

Sonra onlara, “tâbi olduğunuz Rasûl veya Nebiyi takip ediniz” deniyor… Onlar da, tâbi oldukları Nebi veya Rasûl’ün arkasından sıratın-köprünün üzerine giriyorlar…

Kimi şimşek, kimi de topal hızıyla ateşin üzerinden geçiyorlar köprü boyunca!.

Bostana-bahçeye yani cennete giriyorlar!

Özetle, Kurân ve Rasûl açıklamalarına dayalı gelecek anlatımı böyle; olduğu gibi kelime anlamıyla!.

Mi’râc’da, Rasûlullah göğe çıkıp uzayda bir yerde tanrı ile mi buluşmuş!?

Namazda, kafatasını toprağa koymakla secde edilmiş mi olunuyor!?

Anlayacağınız, namazın anlamı dinsel jimnastik olmuş!. Jimnastik hocası da imam!

Dünya imamını duyduk belki de; ya gerçek “müezzin” kimdir dünyada?

 İnsanların en kayıpta olanı salâtta secde ve rükûnun hakkını vermeyendir

 şeklindeki Rasûlullah uyarısından söz eden “imam” etiketliye sordum:

-Secdenin hakkını vermek, kafatasını, alnını toprak üstünde uzunca tutmak mıdır?

Bilgisiz insanın, “insan” olduğunu fark etmesi için önce bilgiye ihtiyacı vardır.

“Kur’ân” bilgi kitabıdır!.

“Allah Rasûlü”, Allah’tan zâhir olan ilim ile, algıladığı vahiy ile “insan”ı uyaran; HAKİKATE TAM DÂVET EDENDİR!.

“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur sadece ALLAH” vardır vurgulamasıyla nâzil olan bu Bilgi Kitabı'nı; “tanrı” fikrinden “arınmamış” olanların algılaması ise asla mümkün değildir!.

Kur’ân, baştan sona, “Tanrı” ve tanrılık kavramı mevcut değildir temeline dayalı olarak, “insan”lara yol göstermeye çalışmaktadır.

Kur’ân NUR’dur!… Işıktır!… Karanlıkta kalmış beyinlere, ışık tutmaktadır gerçekleri görmeleri için!.

Kurân kıyâmete kadar, nasıl geçerli olabilir?

Bu çağdışı göktanrı anlayışımızla mı? Yoksa yukarıda anlatılan senaryoyu yazıyor denerek mi?

Yoksa işaret ettiği gizli sırlar deşifre edilerek; mecazlar, semboller çözümlenerek mi?

Sır , “Biz size her şeyi misâllerle anlattık”  uyarısında!

Eğer bu sırrın ipucunu değerlendirmezsek, bir çok saçma fikirlere saplanır; kendi anlayışımızdaki bu saçmalıklar yüzünden de, zaman üstü Bilgi Kitabı’ndan hiç yararlanmadan; özümüzdeki gerçeklere ve kuvvelere eremeden; hayâlimizde varsayıp içinde yaşadığımız uydurma bir dünya ile cehennemi boylarız!

Kitab’ı tebliğ eden Allah Rasulü…

Salâta dâvet edildiğinizde….” Uyarısında bulunuyor!

Kitab’ı, günde en az beş defa “oku”maya dâvet ediliyoruz!.

Apdestsiz “salât”, niye olmaz?… nedir apdest; nasıl alınır?

Niçin, “FÂTİHA’sız “salât” olmaz”?

Acaba farkında mıyız?…

Müezzin…

Ezan…

İle çağrıda bulunuyor inananlara…

Neye dâvet ediliyoruz?

Müezzin vâkıf mı, neye dâvet ettiğine?

Dinleyen farkında mı neye dâvet olunduğuna? Niye dâvet edildiğine?

Nasıl abdest almak, yani neden ARINMAK gerekiyor, müezzinin dâvetine icabet için?

Allah Rasulü, “DUA ve ZİKİR” kitabında naklettiğim üzere, her ezan arkasından şöyle başlayan bir duayı “oku”mamızı tavsiye ediyor:

Bu TAM dâvetin Rabbi olan Allah’ım….”

Neden, TAM dâvet?… Neye, TAM dâvet?

Müezzin, neye dâvet ediyor?

Sakın, “namaza” demeyin, tüm ezan duymamışlar gibi!

Her “namaza” duran, müezzinin dâvetine icabet etmiş midir?

Farkında mısınız, müezzinin sizi, “müminin mi’râcı olan salâ”ya dâvet ettiğinin!.

Artık fark edin ki, ezanı seslendiren, “salât”la yaşanan “mi’râca dâvet ediyor günde beş ayrı zamanda!.

“Mi’âc” mı “salât”; salât” mı “mi’râc”?

Mi’râc”a dâvet edene mi, “müezzin” deniyor yoksa?

Gavsı â’zam Abdulkadir Geylânî, “Risâle-i GAVSİYE” isimli eserinde, mi’râcı olmayanın namazı yoktur diyordu!.

“Mi’râc” araçtır; amaç olan, yaşanılması istenilen, nedir?

Vitriyet mertebesine ulaşmayanın “mi’râc”ı olur mu?

Niçin, günde 50 defa mi’râc dâveti farz olsun istenmiştir?

Hiç ezanı, “mi’râc”a dâvet olarak algılayıp; icabet ettiniz mi bu TAM dâvete? Nasıl?…

Ezan, nasıl okunur?

Ezanı kimler duyar, kimler algılar; kimler icabet eder?

“Salât” niçin farzdır her mümine? En az günün 5 ayrı vaktinde?…

Ezana yani TAM DÂVETE icabet etmeyenler neler kaybetmektedirler?

Kulaklar, sağır olmuş sanki!..

Kıyâmet mi kopuyor nedir!

Güneş kararmış, yani ilim ortadan kalkmaya başlamış!… Yıldızlar dökülmüş, yani ilim ehli birer birer ortadan kaybolmuş!.

Ortalık benim gibi HAKİKATİ göremeyen kör; ezanı duymayan sağır ve gerçeği dillendirmekten âciz dilsizlerle dolmuş!.

“İnsan”lar susmuş!. Yalnızca, teyp beyinler bantlarındakini tekrarlar olmuş!.

Sanki, “TEMEL ESASLAR” isimli kitabı yazmamışım himmet ve inâyetle!.

Keşke algılamıyor olsa Allah Rasûlü, dünyadaki Müslümanların hâlini!

“İslâm DİNİ”nin, tebliğ ettiği gerçeklerin, insanlar tarafından nasıl anlaşıldığını!

“Müslümanlık dini”nin nasıl Göktürk dinine benzediğini!.

Düşünmeyen, sorgulamayan; yazılanları, beş dakikada, gazetede falancanın fıkrası gibi okuyup geçen; sonra da para ve beyaz et yani tavuk veya piliç peşinde koşturmacasına devam edenlerin arasında niye yaşamak zorunda bırakılmışım ki!?.

Paslanmış tefekkür dişlilerini harekete geçirmek; şartlanma, ezber, ve taklit yollu kabullendiklerinin hakikatine ermek için, bir ömürdür uğraş veren bu garîb ve fakîre dua buyurun lûtfen!.

Meded, inâyet Allah’ım!

hf

KUR’ÂN  ‘DA GEÇEN  “İLÂH” NEDİR?!

 Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde «İlâhımız», «İlâhınız» gibi ifadeler geçmekte; ancak akabinde de «İLÂH»ın,  «ALLAH» olduğu vurgulanmaktadır...

Peki bu duruma göre, «ALLAH»ın,  bir «İlâh»  yani «tanrı» olduğu ileri sürülemez mi?

Sürülemez!..

Bu gibi tanımlamalar, «İlâh»a yani «tanrı»ya   tapanlara   yapılan açıklamalardır.

Yani onlara denilmektedir ki...

«Sizin, İLÂH sandığınız, TANRI dediğiniz şey  mevcut değildir;  gerçekte var olan

SADECE "ALLAH"tır!..     Sizin ve bizim   «İlâh»ımız  hep aynı  ve tektir... Ve  dahi  O da"ALLAH"tır..»

Bize “Allah”  İsmiyle  “O”,”Hù”  dediğimiz varlığı tanıtan Rasùl Muhammed Mustafa Aleyhi’s-Selâm,o isimle işaret edilen varlığın bir Tanrı,mâbud,ilâh olmadığını vurgulamakta , ”Sizin İlâhınız Allah’tır!” beyânıyla,bizim “İlâh” veya “Tanrı” diye var sandığımız şeyin gerçekte “Allah İsmiyle İşaret Edilen” varlık olduğunu izaha çalışmaktadır.

“Sizin İlâhınız Allah’tır!” demek;Allah’ın bir Tanrı oduğu yani İlâh olduğu anlamına gelmeyip,aksine şu mânâda olarak ifade edilmiştir;Siz  Tanrı-İlâh diye bir şey kabul ediyorsunuzya,işte öyle bir şey yoktur!Tanrı,İlâh yoktur:”Allah İsmiyle İşaret Edilen” bir varlık vardır. Bu isimle size anlatmaya çalıştığım varlık; varlığı ve özellikleri itibariyle sizin var sandığınız Tanrı,İlâh kavramından tamamıyle ayrı birşeydir!Öyleyse bugüne kadar düşündüğünüz ve var sandığınız Tanrı,İlâh fikrini bir yana koyarak,Allah İsmiyle tanımlanan varlığın ne olduğunu bir nebze de olsa farketmeye tanımaya çalışın!..

İlâh”lık mefhumu yoktur! Kurân‘daki “İlâh” anlatımı, insanları olayın özüne yaklaştırmak içindir!

hf

KUR’ÂN RUHU

Geldiği devirdeki insanların genel seviyesinden başlamak üzere, kıyâmete kadar gelecek tüm insanlara ışık tutmak üzere, her devrin çağdaşı ve ötesi olacak kapasitede hazırlanmış ve cümleleri, kelimeleri ona göre düzenlenmiş bir kitap olan Kur’ân  ile karşı karşıyayız...

Kur’ân, insanları asırlar öncesi ilkel yaşama döndürme ve insanları geriye dönük yaşama sabitleyip, kilitlemeye dönük olarak  mı bize tebliğ edilmiş bir kitaptır... Yoksa... İnsanları geleceğe hazırlanmaya, insanlara tekamül-gelişme yollarını göstermeye, en mükemmele yönlenmeye mi teşvik etmektedir...

Bu yüce kitabı en iyi anladığına inandığım kişilerin başında gelenlerden Hz. Âli, bu anlayışa dayalı olarak şöyle demiştir:

“Çocuklarınızı, yaşadığınız devre göre DEĞİL; yaşayacakları devre göre yetiştiriniz!.”

Yani, Çocukluğu ve gençliği Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın yanında geçip; Kur’ânruhu”nu O’ndan edinmiş olan Zâtın bakış açısıdır bu geleceğe dönük yaşam tarzı ve bakış açısı...

Eğer, “nübüvvet” çeşmesinden toplumu sulayan hükümlere bakılırsa... Bunların hepsi, geçmişte ve o sıralarda, âdeta insan yerine bile konmayan, o güne kadar ticari seks metaı hükmündeki dişilere, kadınlık haklarının edindirilmesi amacına dönüktür!. Onların, ticari mal olarak görülmeleri yasaklanmış; onlara olarak belirli haklar edindirilmiş; toplumda sözü geçmezken, “şahit” olma hakları teslim edilmiştir; mirastan pay alma hakları oluşturulmuştur!.

Şimdi lûtfen izân ve basiretle, anlamaya çalışarak şu gerçeği farkedin:

Kur’ân, “RUHU” itibariyle, eskide kalmayı önlemek, geriye dönüşü durdurtmak, haksızlıkları ortadan kaldırmak, insanları sürekli ileriye dönük değerlendirme yapmaya teşvik amacıyla hükümler getirmiştir!.

AYRICA... Benim kişisel kanaatim olarak, kimseyi bağlamaz; fakat Kur’ân ‘ı daha gerçekçi değerlendirmeye vesile olur diye düşünerek belirtirim ki...

Kur’ân bu hükümleri getirirken, dememiştir ki; bu hakları arttırıp eşitliği sağlamayın, burada kalın ve ileriye gitmeyin, kadınlar ikinci sınıf olarak kalsın; tekâmül etmeyin!.

Sayısız dişi alma hakkını, bir aşama olarak, dört ile sınırlarken; tek eşle yaşamanın çok daha yararlı olduğu yolunda uyarısı vardır; ve bu hedef olarak gösterilmiştir...

Zekât, asgari insanların hakkı olarak gösterilirken, sadaka adı altında varlığındakileri olabildiğince insanlarla paylaşmanın faziletinden söz edilmiştir...

Yani, kadına edindirilen haklar, nihai son hak, son sınır değil; toplumun, erkeklerin ve kadınların tekâmülü nisbetinde, geliştirilecek haklar manzumesinin temelidir...

Söz hakkı olmayan kadına, iki kadından biri olarak “şahit” olma hakkı kazandırılmış ise; bu ebeden bu kadardır, anlamında değil; kadının kendini geliştirmesi oranında erkekle eşit hakları olabileceğine işaret anlamındadır, kanaatimce!...  “Söz hakkı olmayanın”, hiç olmazsa ikisi bir arada insan olarak yaşayıp, “şahit olmasına” olanak sağlanmıştır... Ama zaman içinde toplum olarak, kadının değerini anladığınız zaman; onun da sizin gibi Allah kulu olduğunu, insan olarak ve “HALİFE” olarak yeryüzünde yer aldığını farkettiğiniz zaman, tek başına, erkekle aynı haklara sahip olmasını engellemeyin, anlamında olarak...

Bir toplum, kadına bir erkekle beraber tek başına şahid olma hakkı tanıyorsa, bu asla Kur’ân ‘ın “RUHU”na ters düşmez anlayışıma göre; ve hatta evlâ olan da budur!.

Mirasta payı olmayan kadına, hiç değilse erkeğin yarısı kadar hak edindirilirken o günkü şartlara göre; bu demek değildir ki, sakın ola fazlası verilmeye!.. Aksine eşit pay verilmesi, toplumun, Kur’ân “RUHU”na göre gelişme göstermesinin işaretidir..

Yani, Kur’ân “RUHU”, geriye dönmeye taban sınır getirmiş bu hükümlerle; fakat ileriye doğru uygulamaları asla sınırlamamıştır; anlayışıma göre...

İşte getirdiği, ileriye dönük sınırlaması olmayan insan haklarıyla; ihtiva ettiği bu ilerisi açık anlayış dolayısıyla, artık Kur’ân ‘dan sonra yeni bir kitap kelmesine gerek kalmamış ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm “Hatemin Nebi” olmuştur!.

Ölüm ötesi yaşam şartları ve Allah’ı bilme yönleri itibariyle risalet yollu sistemi açıklayan Kur’ân;  “nübüvvet” yoluyla da insan haklarını o günün şartlarında olabildiğince iyileştirmiş, geliştirmiş ve bunları asgari-taban sınır olarak tesbit edip; bunun zaman içinde daha da geliştirilmesini yasaklamamıştır!.

İşte bu temel prensip, anladığım kadarıyla, “Kur’ân ‘ın RUHUdur; ki, O Azîz Kitabın, sonsuza dek geçerliliğini; ve başka bir kitap gelmesine ihtiyaç duyulmamasını temin etmektedir!.

Elimizdeki lafzı değerlendirmek için, önce o lafzın  oluşmasına neden olan o işin RUHUnu hissetmeye çalışsak yaşamımızda...

Böylece olayın sûretinden siretine; zâhirinden bâtınına  yönelsek...?

Âyetler ve getirdikleri hükümler hiç bir zaman değişmez ve eğer o  âyetlerin RUHUNU iyi anlarsak, onların değişmesine de gerek olmadığını farkederiz...

Çünkü Kur’ân öğretisi insanları bir noktada sabitlemek için değil, onlara geleceğin mutluluk kapılarını açmak için gelmiştir...

İnsanlar, Kur’ân ile insanlığın nereden nereye ne büyük bir DEVRİM  ile getirildiğini farkedebilirse...En büyük DEVRİMCİ RUHUN, KUR’ÂN RUHU olduğunu farkedebileceklerdir..

İnsanlar o RUH ile yaşayıp, o RUH ile yaşamı değerlendirebilirlerse,   büyük bir hızla “HALİFE”lik vasfına doğru ilerlerler...

Kur’ân-ın RUHU, ileri, daima ileri; üzerinedir...

Allah RASÛLÜ BUYURUR ki:

 “İKİ GÜNÜ BİR GEÇEN BİZDEN DEĞİLDİR!”

 Bu yalnızca bir konuda bir yönden değil; her konuda her  yöndendir!...

En başta da kadın-erkek hakları değil; İNSAN hakları yönündendir!.

İnsan haklarının olmadığı toplumlar, müslüman toplumlar değildir kendilerinde müslüman etiketi olsa bile!.

KUR’ÂN, getirdiği sınırlarla anlamındaki hükümlerle buradan geri gitmeyi yani irticayı kesmiş ve yasaklamıştır...İlerlemeyi değil!... İnsanın “halife”liğine kavuşmasını engellemeyen  KUR’ÂN RUHU, irticaya karşılığı getirmiştir!. Müslüman kesinlikle mürteci olamaz ve değildir.

İrtica ile müslümanlık asla bağdaşmaz; çünkü irtica Kur’ân RUHUNA ters düşmektedir!.

Mürteci, insan haklarına karşı olandır!.

İrtica, “HALİFE” olarak yaratılmış İNSANın haklarını kısıtlamaktır!.

KUR’ÂN RUHUnu anlayıp yaşamımızda bu RUH ile yaşayıp, bunun getirdiği bakış açısıyla her şeyi değerlendirirsek, Dünya üzerinde bizden ileri   toplum olamaz; Kur’an ‘dan aldığımız bu güç ile!

KUR’ÂN RUHU’NU edinmeye bakın!...

Sonra O RUH la yeniden sarılın KUR’ÂN ‘A  ve onu bu anlayışla değerlendirmeye çalışın lutfen!..

Dün gelmiş kitap olmaktan çıkartın O’nu böylece...

Bakın bakalım o zaman O AZİZ kitabı sanki bugün nâzil  oluyormuşçasına okuyabilecek misiniz?

Dünden gelen dostlar ve toplumlar klişe bakışlarla, yarınkilerin   tebessümle dinleyecekleri anlatımları İslam Dini diye anlatıyorlardı; biz de   olabildiğince öyle olmadığını anlatmaya çalışıyorduk...

Gökte belki de Sirius yıldızında ya da Beta Nova da yerleşik bir   tanrı!!!...

Onun burada insanlar arasından seçtiği bir elçi; postacı!!!... 

Postacısına mesajlarını yolladığı Cibril adlı bir melek!... 

Seyredilen ilkel   anlayışlı topluluklar!...

Birisi bir soru soruyor postacıya, (pardon elçiye), o da aracıya   havale ediyor... O da Sirius taki tanrıya,... Sonra Tanrı bir kaç gün düşünüp,   çözüm buluyor ve Aracısı ile Dünyadaki postacısına haber yolluyor; Gelen   Cibril adlı melek Arapça konuşamadığı için, insan elçiye duyuruyor, o da   topluma tebliğ memuru-aracı-elçi olduğu için duyuruyor!...

Kur’ân-ı Kerim’i (karton kapak arasındaki harfleri güncelleştirilmiş  ve yeniden düzenlenmiş mushaf değil), OKUyamadığımızdan çoklukla buna   benzer bir şeyler düşünerek geldik çoklukla....

Her ne kadar arada Abdülkadir Geylâni, Muhyiddini Arabi,   Nakşıbend, Şemsi Tebriz gibi, Haci Bektaş Veli gibi bazı ender OKUrlar   geldiyse de, halimize bakıp, balonlarımıza iğne batırmadıkları için bu    hayallerle bugünlere geldik...

Ne “ALLAH” adıyla işaret edilenden haberimiz oldu; ne de   KUR’ÂN’ın RUHUNDAN ve o RUH ile OKU’manın mümkün olabileceğinden!...

Milyarlar geçti hiç acıyanı kalmadan!...

Biri daha gitti dediler...

Gelin dostlar artık kafamızı yukarı geleceğe kaldırıp Balonları   seyredelim!...

Zordur onları patlatmak; ama hiç olmazsa bizi güneşi görmekten   perdeleyen balonları hiç olmazsa farkedelim...

Doğduğumuz, kendimizi bildiğimiz günden beri orada durduğu için   onun kaldırılması, kurtulunması gereken bir BALON olduğunu   fark edemediğimiz BALONU hiç olmazsa farkedelim....

Araştıralım, soruşturalım... Bunun için önce pazara çıkıp,    kullanacak biraz aklı ve mantık alalım...

Araştıralım “ALLAH” adıyla işaret edilen eğer yukarıdan komut  yollayan TANRI değilse, Nedir?

O’nun Rasûlü ve görevi olan “RİSÂLET” nedir?

Mushafın iki kapağı arasında PEYGAMBER kelimesi geçmediği    halde niye PEYGAMBER kelimesini kullanıp, Allah Rasûllüğünü bir postacı   veya peygamber olarak düşünürüz?...

Rasûllük mekânsal mıdır, BOYUTSAL mı?

Kitap getiren Rasüle Nebi diyorlarmış!!!... Niye İSMAİL    Aleyhisselâm’ın Kur’ân ‘da hem RASÛL hem NEBİ olduğu hakkında âyet    olduğu halde getirmiş olduğu bir sahife veya kitap yok?...

Rasûl ne zaman nebi olur?...

Nebi hangi yönü itibariyle Rasül olur?... Niye bir kısım Nebide “Risâlet”   yoktur?...

Nebi ve Rasül oluşmasına vesile olan şekil ve sûretten,    cinsiyetten beri CEBRAİL adıyla bilinen melek mi, meleki kuvve mi anlaşılır?

TANRI olmayan ALLAH’ın Rasûlüne hitabı gökten midir, özünden   mi?

Hele hele....

Bu ZÂT’lara  anlayışı kıtların, anlattıklarının derinliğini    anlıyamamaları dolayısıyla GÖSTERİLEN mucize, kerâmetler ile,   istidraçların kimler tarafından onlara sunulduğuna gelirsek...

Demişler ki geçmişte...

“Peygamberliğini ispat için Allah (tanrı) onlara mucizeler    bahşetmiştir, evliyasına da kerâmet... Kâfirler ise istidrac gösterir...”

Sirius yıldızındaki tanrı,yeryüzündeki postacısına özel ulakla güç postalamıyorsa, ,ALLAH RASÛL veya NEBİLERİNDEN nasıl açığa çıkıyordu   acaba mucizeler?

Sirius yıldızındaki tanrı yollamıyorsa özel ulakla Allah VELİ’lerine    ikramları, nasıl açığa çıkmakta ALLAH Velilerinde kerâmet?

Destekleyen bir TANRI yoksa Sirius yıldızından KÂFİRLERİ, nasıl açığa çıkıyor onlardan insanları âciz bırakan olaganüstü olaylar, kerâmet   karşılığı olarak?

 Ben de sizin misliniz olan bir beşerim;

 diyen en muhteşem insan,   Allah rasulü ve hatemen nebiyyin Muhammed Mustafa Aleyhisselâm...  Bizler   gibi bir bedene sahip!.

Kerâmetleri hadsiz hesapsız Gavsı Azam Abdülkadir Geylâni,    Ahmed Rufai ve niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.

El-kol, bacak beyin aynı da....

Tıpkı kâfirlerde olan el-kol, bacak, beyin gibi...

Farklı olan tek bir yanları var bugünkü bilimsel verilere göre....

BEYİN İŞLETİM SİSTEMLERİ!...

TANRI DEĞİL ALLAH ise...

Kaynak aynı kaynak...

Beşer aynı bedene sahip aynı beşer...

Ama birinden çıkana Rasül ya da Nebi ise, diyoruz mucize...

Diğerinden çıkana Veli ise, diyoruz, kerâmet...

Kâfirden çıkana ise diyoruz istidrac!.

Aynı kaynaktan gelen aynı su, musluğun aldığı isim yüzünden    değişik isimle tanımlanıyor!.

Musluk olayı Allah’a bağlıyor; mucize, keramet diyoruz!...

Musluk olayı vehmettiği benliğine bağlıyor, istidrac diyoruz!...

Oysa açığa çıkış SİSTEMİ hepsinde aynı!. Beynin eseri!.

Hatta bazen istidrac olarak nitelenenler cin kökenli iken; Mucize ve    keramet ise Allah’a ait!...

Mucize veya keramet daima istidractan güçlüdür!... Niçin Hemen farkedelim...

İstidrac, benlikten kaynaklanır; kişinin beni kapasitesince...

Kerâmet ve mucize ise Allah’tan kaynaklanır kuvvetini Uluhiyetten    alır ilmince...

Onun içindir ki, Allah’a iman etmiş olanın arzı geniştir... Ulûhiyet    arzında ve semâsında seyreder!...

İstidracı ortaya koyan kâfirin arzı ise benliği kadardır; sonu ise    cehennem!...

ALLAH, KUR’ÂN ‘IN RUHUYLA KİTABINI OKUmayı kolaylaştırsın   hepimize

RUH kelimesini, insandaki beynin ürettiği beden gibi anlamayın yalnızca...

RUH kelimesi aynı zamanda, “sen bu işin ruhunu anlamamışın”    cümlesinde olduğu gibi de anlaşılır bu konuda...

Dünyanın veya insan dışındaki objelerin ruhları varoluş amaçlarına    hizmetleri şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle konuşmak, onun varoluş hikmetiyle   görüşmek anlamına da alınır...

İnsanlar, birbirlerinin ruhunu okumak isterler meselâ... Bu ne demektir?...   Karşısındakinin  varlığındaki özellikleri farketmek...

Bakın şu an aşağı yukarı 150 kişiyiz...

Yani PC...

Çoğumuz önümüzdeki ekrana bakıyor, ama gerçekte...

Hepimiz ekran objesi ötesinde karşımızdaki bir beyne telepatik bağ kurup beyinden beyine iletişim içindeyiz... Bu işte ruhtan okuma, ya da ruhunu    okuma diye tarif edilen olaydır...

Geçmişte tasavvufta buna “rabıta” denmiş...

Kişinin kendisinden daha kapsamlı olduğunu düşündüğü beyinle iletişime   girmesi...

Siz Kur’ân okurken, eğer onu yazanla iletişim kuramazsanız, lâfzında    kalırsınız!.

Önemli olan şeklen yöneldiğiniz ile beyinsel-ruhsal iletişime   geçebilmenizdir...Ancak bu şekilde karşınızdakini algılayabilirsiniz...

Meselâ Rasûlullah ile iletişim kurmadan, onun hadislerini kolay kolay anlıyamazsınız...

Bunun basit izahı şudur...

O acaba o anda nasıl düşünerek karşısındakilere o sözleri söylemiş...  Bu düşünceniz-sorunuz, sizin onunla iletişiminize vesile olabilecektir...

hf

KUR’ÂNI “OKU”MAK 

 Ben göya Kur'ân ‘ı okududuğumu sanırdım!..

Dün gece gizlice kulak misafiri oldum ELF ile Cem'in bir konuşmasına ki, kafam karıştı...

20 sene aradan sonra ELF tekrar CEM ile buluşmuş!... Neler konuşmuşlar, neler olmuş, belki ilerde Cem'den dinleriz... Ama bir şey var ki, onu size anlatmadan geçemeyeceğim...

 -Yirmi yıllık çalışmadan ve uğraşıdan sonra sen Kur'ân "oku"duğunu sanıyorsun artık değil mi Cem?... diyordu... Cem cevap verdi...

-Evet, artık o âyetlerde neler denmek istediğini anlıyorum galiba!...

-Zaten eski yorumcular da senin gibiydiler hep Cem!...

-Nasıl yani?... Âyetleri okuyup, o kelimelerin geniş kapsamlı olarak manalarını ortaya koyarak; neler denmek istediğini araştırıp, çözüyorum!..

-Doğru Cem!... Evet aynen öyle yapıyorsun!... Zaten bütün MUKALLİT YORUMCULAR da bunu yapıyor işte!..

-Elf, lûtfen...! Daha geldiğin gece benim kafamı allak bullak etmeye başladın!... Başka nasıl yapılabilir ki?...

En geniş kapsamlı olarak oradan mana çıkarmaya çalışıyorum, bu kadar yıllık birikimim ve bilgisayar gibi çalışan beynimle... Daha ne yapabilirim ki?..

-Hiç bir şey yapamazsın; YAŞAYABİLİRSİN!..

-Elf yaşıyorum ya işte!... Daha ne  yaşıyacağım?...

-Cem olarak yaşıyorsun!... Cem'likten soyun; ve okuduğunu, SÖYLEYEN olarak YAŞA!... O anı ve olayı  yaşayan olarak yaşa!...

Ki böylece okuduğun yazıların, metinlerin, uyarıların gerçekte neye işaret ettiklerini hissederek farkedesin!..

-Cem sen neler diyorsun... Ben onları anlamak için bütün ilmimle yöneliyorum okuduklarıma!...

-Evet, tam mükemmel bir MUKALLİT gibi!...

-ELF yapma ne olur, beni peritan ediyorsun!...

-Gerçek seni perişan ediyorsa, ol!. Ne çıkar!. Kör bir MUKALLİT olarak boyut değiştirmektense; perişan olmuş, ama gerçeği bulmuş, yaşamış ve hissetmiş bir MUHAKKİK olarak boyut değiştirmen bence çok daha iyidir!...

-Bu kadar yıllık çalışmam boşa mı gitti yani?

-Bu kadar yıllık çalışman, geldiğin noktada, iyi bir mukallit olduğunu farketmene ve kavramana yaradı!... İyi bir gelişme değil mi?..

-Peki benim bu kadar anladıklarım ne olacak?...

-Onlar senin, veri tabanına GÖRE, yorumlarındı!...

Bir de olayı ve kişiyi YAŞAYARAK, bak bakalım o konunun içyüzüne; acaba ne göreceksin?

-ELF bu kadar yıldan sonra bana bu yapılır mı?...

-Cem, eğer sana bunu yapmasaydım, kendini işin hakikatına ermiş mutlu bir fani olarak sanıp, öylece cennetini yaşayacaktın; kör olarak!.

-Oysa şimdi ne olacağım ELF?

-Belki, işin hakikatını, kişi ve olayın hakikatıyla özdeşleşerek farketmeye; ve ona göre boyutsal yaşamaya geçeceksin!. Varlıkların özünde, o varlıklar olarak yaşamaya başlıyacaksın!...

Sonra da yeni açılımlara geçeceksin...

Bu yanlızca MUKALLİT sınıfından çıkıp, Gerçek Kapısı'ndan içeri girebilmek için gerekli adım Cem!...

-Elf inan ki sana duygularımı anlatamam!... Beni gerçekten yıktın!... Bu kadar yıllık çalışmadan sonra...!

-Unutma sen olarak da yaşayabilmekteyim, ve seni çok iyi anlamaktayım!. Sükûtu hayâller daima gerçeklerle karşılaşmaktan doğar... Ne kadar çok sükûtu hayâlin varsa, o kadar gerçekle karşılaşırsın... Bu da senin yararınadır.

 -Evet dostlar, Dün geceki ELF ile CEM'in sohbetinden size kısa bir bölüm naklettim... Ve şu anda benim de kafam hayli karışık!...

-Lûtfen bana biraz akıl verir misiniz bu konuşmalar ışığında ne yapmam hakkında?...

İlâhi hakikatları yaşayabilmek, ancak ve ancak “Kitabullahı” “oku”yabilmekten sonra mümkün olur... Bunun için de önce “Kur’ânın ahlâkıyla ahlâklanmak” gerekir.

Yani, Kur’ânı  “OKU”mak icabeder!..

Anladığımız Kur’ân, içinde yaşadığımız sistem ve düzen algılamamızla bütünleşmiyorsa, biz daha Kur`ân ‘ı okumamışız demektir!.

Kur’ân  okunduğu zaman sistem ve düzen farkedilir ki, bu da “Allah Ahlâkı”nın farkedilmesi sonucunu getirir…

 “Kur’ân ‘ı “OKU”mak  demek, alıp eline sadece satırları okumak demek değildir!..

O cümlelerde, sûrelerde, âyetlerde işaret edilen mânâları kavramak,hissetmek ve gerektiği şekilde yaşamak demektir... Kendinde bu mânâları bulacaksın; bulduğun zaman Kur’ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmış olacaksın!..

“Kur’ân böyle diyor ben böyle yapayım demekle”, oluşmaz Kur’ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak...

“Kur’ân ‘ın ahlâkıyla ahlâklanmak” demek, Kur’ânda ifade edilenleri kendi özünde bulabilmek; ve kendini o âyetlerde işaret edilen boyutlarda bulabilmek; hissetmek ve yaşamakla mümkün olur.

Bunu ne derece kendinde kemâle erdirebilirsen, işte o derece  Kitabullahı okumak durumuna gelirsin.

“Allah” Rasüllüğünün ne olduğunu anlamamış,   “Allah Rasulü” olarak Hz. Muhammedin işlevini kavrayamamış   isem, nübüvvetin onda noktalanmasına rağmen “Rasûl”  kavramının ne olduğunu farkedememişsem; KUR’ÂN’ı   OKUyamıyorsam ne olacak benim hâlim!

Allah ile TANRI; RASUL-NEBİ ile Peygamber farkını farketmiyenlerin  GÖKTANRIdan haber getiren elçi anlamındaki peygamber anlayışları ile  çevirdikleri KURâN MEÂLLERİNİ  okuyanlar, hep meâli yazanın kitabını okuyorlar;  Kur’ân ‘ı değil!.

Herşeyi ötelerde ve asılsız hayallerde değil,içinde yaşadığımız boyut ve sistemde bulmaya çalışırsak isabet etmiş oluruz…

Elinize bir meâli alıp okumak, Kur’ân ‘ı  “OKU”mak değildir...

Meâli okumak; o meali yazanın Kur’ân ‘dan anlayabildiğini OKUMAKTIR!.

Benim gibi sıradan bir insanın yazdığı kitaplar bile doğru dürüst   çevrilemezken bir başka dile; nerede kaldı Kur’ân ‘ı çevirebilmek!..

Üstüne üstlük...

Bundan daha da önemlisi...

Kur’ân ‘ı “OKU”yabilmek için, daha önce de belirttiğim gibi, o uyarı veya    açıklamanın, hangi amaçla hangi hedefe yönelik olarak gönderildiğini anlama   zorunluluğu vardır.

Gelen o hüküm hangi olaydan dolayı, kimlere ne kazandırmak için    gelmiştir...

Kimleri nereden nereye taşıma amacı gütmektedir...

Gelen hüküm bir sınırlama ihtiva etmekte midir yoksa sınırsız bir sahayı   mı aydınlatmaktadır...

En azından bunları bilmeden Kur’ân meâlini okumak mümkün değildir...

Hele hele o meâl, Tanrıya ve PEYGAMBER kavramına inanan gökten   indiğini düşünen biri tarafından hazırlanmışsa... Okuyana Allah rahmet etsin!

Kur’ân-ı Kerim’I “OKU”mak için, âyetlerin ve o olayda hangi amaçla,erkeğe veya kadına ne kazandırmak gayesiyle nâzil olduğuna bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir!

Her fert,Kur’ân-ı “OKU”mak ve İslam Dini’ni bizâtihi öğrenmekle mükelleftir,kendi geleceği açısından;yanlışları hakkında,çevremdeki müslümanlar böyle yapıyorlardı mazereti asla geçerli değildir; Dini,müslümanlara bakarak değil,Kur’ân ‘a bakarak öğrenmek herkes için farzdır..Bunu yapmayan sonuçlarına âhirette katlanır!

Kur’ân bizlere, bizden öncekilerin yaşadığı olayları, ibret olsun diye anlatmıştır..

Nesiyle ibret olsun diye?... Onların yaşadıkları hâllerin, bizim için de söz konusu olabileceğini bildirme yollu ibret olsun diye... O tarihlerde, bu gibi olaylar cereyan etmiş  bilfiil!.

Geneliyle, bunları sembol kabul edip, mecâzmış gibi yorumlamak  yanlıştır!.. O bilfiil yaşanmış olan olaylarda, özellikle Rasûller, nasıl davranmış bu  çok önemlidir!... Çünkü, Rasûller, biz örnek olacak davranışlar için görevli kişilerdir!... Yani, bizim yapabileceklerimizi bize bildirmek için görevlidirler!.

Bu sebeple, olayları, öncelikle, bize ne tür davranmayı veya düşünmeyi öğretmek istiyor gözüyle değerlendirmemiz gerekir .

Allah Rasulu Muhammed Mustafa S.A.V diyor ki;

 ”Her  baba ve anaya , çocuğuna Kur’an okumasını öğretmek farzdır”.

 Biz ne yapıyoruz?Bugün,alıyoruz çocukları Kur’ân kurs”larına yolluyoruz,bir de hoca tutuyoruz;elif B’ye,B yi cim’e ,cim’I H ‘ya bağlamasını öğretiyoruz.Sonra alıyor Kur’ân ‘ı yüzünden harfleri tekrar ediyor,diyoruz ki “Çocuğum Kur’ân  okumasını öğrendi!”.Rasûlullah’ın dediğine uyduk  huzuru verahatlığı  içinde başımızı gece yastığa koyuyoruz…

Allah Rasûlü’nün dediğini anlamamışız! Niye?

Allah Rasûlü;

 “Her ana babaya çocuğuna Kur’an okumasını öğretmek farzdır”

 derken neyi kastediyor?…hitap ettiği kitle Türk,İran,Acem değil-Kureyş kabilesiydi veya civar kabileye idi.Çünkü hepsi  de arapçayı çok iyi biliyor.Onlara, “Kur’ân okumasını öğretin çocuğunuza,farzdır” derken bununla kastı,Kur’ân harflerini -kelimelerini biraraya getirerek onu hecelemek değil, “Kur’ân ‘ın içeriği- ihtiva ettiği bilgiler-ilim hakkında çocuğunu bilgilendirmek her ana baba üzerine farzdır” diyor Hz.Muhammed,arapça bilip okuyan - yazan kişilere ve toplumlara!

Biz bunu alıyoruz,bugünki şartlar içinde değerlendirip,”bak benim çocuğum Türkçe konuşuyor,götüreyim Hafız’a da Kur’ân kursuna da orada Kur’ân okumasını öğrensin” diyoruz.sonra orada bir Yâsin okumasını öğrenirse ”tamam! Çocuğuma Kur’ân okumasını öğrettim!”diyoruz

Kurân “OKU”nası kitaptır!. Nihâvent makamından okumaya kalkışılası Türk Ceza kanunu misâli, duygusal metin değil!. Hele Hicaz makamından okunası Fransızca İsviçre Medeni Kanunu hiç değil!.

KUR’ÂN OKUMASINI ÖĞRETMEK” demek,Kur’ân ‘ın içeriğini öğretmek demektir!

Kur’ân-ı Kerimin Türkçesiyle ibadet olmaz!.

Kur’ân-ı Kerimin Türkçeye çevirisi olmaz!.

Kur’ân-ı Kerim anlaşılmak ve gereği yaşanmak için geldiği için de herkes anladığı kadarıyla, “Benim anlayabildiğim kadarıyla Kur’ân” başlığı altında anladıklarını açıklar.... Buna kim ne isim verirse versin...

Dostlar!...

Size hayatınızın en önemli anahtarını kullandırmaya çalışıyorum; -elbette bana göre- !.

O da şu:

Nerede "Allah" kelimesi geçerse, o kelimenin anlamını dışınızda veya karşınızda değil, içinizden, özünüzden gelen bir şekilde anlamaya çalışın; diyerek...

Bu açıdan bakarsanız eğer...

Kur’ân ‘daki bütün anlayışınız da değişime uğrar!...

Kur'ân ‘ı çağdışı, İslam Dinini çağdışı, Kur'ân şeriâtını çağdışı görenler; Kur'ân ‘a el sürmemeleri gereken, ötede bir tanrı anlayışından kurtulamamış müşriklerdir!..

Nebi ve Rasûllerin , dışarıdaki bir tanrı ile görüşüp ondan vahiy aldığını sananlar,ANLAMADIKLARINI BİLE ANLAMAYANLARDIR!

Kendinizde ne kadar derinleşebilirseniz, âfâkî boyutu da o kadar deşifre edebilirsiniz...

Tavsiye ederim biraz vakit ayırarak "TEKİN SEYRİ" kitabını yeni baştan okuyun...

"Allah", "Rab" “İlâh” gibi kelimeleri dışarıda değil, konu edilen varlığın derûnundan olarak algılamaya çalışın...

Ve öylece Kur'ân meâllerini okuyup, Nebi ve Rasûllere atfedilen olayları yorumlayın!...

Göreceksiniz ki, bugüne kadar bildiğiniz Kur'ân ‘dan bambaşka bir Kur'ân ile yüzyüze geleceksiniz... Ve o zaman belki, OKUMAYA başlayacaksınız!...

İnsanların büyük bir kısmı, kendilerine çıkar sağlayacak olanların peşinden gider!. Gerçek insan, hakiki insan olan şuur boyutunu tatmin ve geliştirmek için yaşar ve sorgular...

Tahkik kapısını aralayarak kendi meâlinizi oluşturmaya çalışın!

Kur’ân  ‘da anlatılanlar - açık hükümler ötesinde-tümüyle sembollerdir,mecazlardır.Bu anlatım,bizim üzerinde düşünmemiz için sembollarle anlatımdır!

Geçmişteki sembollerin hayalinizde oluşturduğu senaryo ve rolleri,bugün yaşamda bulmaya çalışmayın!...Bugün mevcud olanların,geçmişte hangi sembollerle işaret edilmiş olduğunu anlamaya çalışın!

Kur’ân’ı okuyup da yetersiz bulanların hepsi, Kur’ân’ı değil, okudukları meâlleri  yazanları inkâr ediyorlar!.

Onları gerçek Kur’ân’dan ve yazdıklarından haberleri bile yok!.

Tanrıdan, peygamberinden, GÖKten inenlerden ve GÖĞE çıkanlardan söz edenler Ne gerçek Kur’ân’dan bahsediyorlar, ne de İSLAM DİNİnden!...

Hiç yapmamaktan, yapabildiğin kadarı daima daha iyidir!.

Boş vaktinizde elinize çeşitli meâlleri alıp göz gezdirin bakalım... nasıl  anlamış yazarı o meâlin, Kur’ân’ı ve ne kadar anlamış; bu bilgiler ışığında?

Dünya büyük bir hızla, farkında olamadığımız kadar büyük bir hızla yenilenmeye gidiyor!.

Çağ, anlayış, buluş, değer yargıları çok çok değişecek!.

Belki İsa Aleyhisselâm veya Mehdi Rasûl gelip bu değişikliğe öncü olacak...

Ama biz onları görmeden bu dünyadan ayrılabiliriz her an!...

Öyle ise, âcilen gerçekleri araştırıp-soruşturmaya başlayalım... Sonsuz  hayatımıza sonsuza dek ışık tutacak olan Kur’ân-ı Kerim’i iyi anlamaya çalışalım...  Ki ona göre de kendimizi geleceğe hazırlayabilelim!..

Mantığınıza ters düşen bir anlatım veya kelime görürseniz Kur’ân ‘da bunu  hemen bilenlerden araştırın, Kur’ân ‘da hangi kelime geçiyor burada ve ne anlamlara geliyor diye!..

Eğer “DİN”i yani “SİSTEM ve DÜZEN”i anlamadan, Kur’ân-ı Kerîmi anlamaya kalkışırsa bir kişi; bu defa oradaki mecâzi anlatımları gerçek ve somuta işaret ediyor sanarak, öyle bir hayal kozası örer ki kendine, bunun içinde boğulmaktan kimse kurtaramaz kendisini!… Şefâat bile delip giremez artık o kozanın içine!.

Bazıları önce Sistem’i okur, sonra Kur’ânı okumayı başarır; bazıları da   önce Kur’ân ‘ı okuyup ondan sonra sistem ve düzeni farketmeye başlar... Ama    Kur’ân-ı okuyabilmek için bence önce Rasûlullah Aleyhisselâm’ı   “OKU”yabilmek şarttır!.

Hâlâ onbin sene geriden çalışan beyinlerin kıyamete kadar geçerli ve çağdaş olacak kitabı anlaması çok zordur!...

Geldiği devirdeki insanların genel seviyesinden başlamak üzere, kıyamete kadar gelecek tüm insanlara ışık tutmak üzere, her devrin çağdaşı ve ötesi olacak kapasitede hazırlanmış ve cümleleri, kelimeleri ona göre düzenlenmiş bir kitap olan Kur’ân  ile karşı karşıyayız...

Eğer beyin sahibi isek, beyni ebediyet ruhu üreten ve insan olduğunun bilincine ermeyi arzu eden bir beyin kapasitesine sahip bir birim isek;

Biz artık değişmek mecburiyetindeyiz!...

Ya sürüye sayılmayı, kabulleneceğiz, Yunus Emre'nin dediği gibi...Ya da insanlık şerefinin gereğini yaşamak için beynimizi kullanmağa başlayacağız...

Bu iş hobi işi değildir!...

Arada sinemaya, tiyatroya gidip gönül eğlendirir gibi, biraz da dinle ilgilenelim gönlümüzü eğleyelim, diyenlerin bu işte yeri yoktur!...

Giyin, süslen, tak takıştır, erkeğinin yanında, ben güzelim, diye dolaş...

Etrafa hava atıp, bedensel zevklerini tatmin için para kazanıp, ye iç eğlen...

Sonra da gönül eğlencesi biraz da bu işe eğil!...

Aldatmayalım kendimizi!...

Bana göre hava hoş!... Ben bugün olduğum gibi, yarın da gene ücra bir yerde kendi dünyamı yaşayacağım...

Acaba, siz bu basit mantıksal bakışları bile atamadığınız Kur’ân gerçekleriyle yarın yüz yüze geldiğinizde ne halde olacaksınız?...

Karının kocasından, ana babanın evlâdından kaçtığı o günde diyor âyet!...

Âyet doğru mu söylüyor acaba size göre?...

Bugün dilini ve ne anlattığını anlamadığın Kur’ân ‘daki gerçekler yaşamına yön vermiyorsa; beynini çalıştırmana kendisine yönelmene sebep olmuyorsa...

 "Burada a'mâ olan âhırette de a'mâdır"

 hükmü gereğince hâlimiz ne olur ki?...

Lûtfen ya kendinizi aldatmaktan vazgeçin... Ya da dinden!...

Kur’ân ‘ı, beyin sahibi olarak; âyetleri, anlatılan olayları, acaba bu anlatımla ne anlatılmak isteniyor, diyerek okumaya başlayın!...

Sizin en sadık dostunuz ne Ahmed Hulûsi ne de bir başkasıdır!... Yalnızca Kur’ân ‘dır!...

Allah Kelâmı’nı anlamazsan; Allah'ın (ÖZÜNDEN gelen) kelâmını nasıl değerlendirebilirsin ki?...

Nefsinden (özünden-zâtından) gelen hitabı anlayabilmen içindir ki, âfâkından kitap gelmiştir sana!...

Enfüsünden gelen hitabı dinliyemiyorsan bu demektir ki âfâkından gelen kitabı OKUYAMIYORSUN!..Onu okuyamadığın sürece de enfüsünden geleni anlıyamazsın!...

Enfüsünden gelenle hemhal olmadıkça da, HANİFİM BEN diyemezsin!...

Önce Kur’ân’ın hikayelerle dolu tarih kitabı olduğunu kafanızdan silip, gerçekten, onu OKUYABİLENLERDEN OKUMASINI öğrenin!...

Kur’ân okumanın ve okutmanın olağanüstü sevaplarından bahseden Allah Rasûlu uyarıları, Kur’ân alfebesini öğreten ve öğrenenlerden bahsetmiyor!.

“Allahı istiyorum” diyorsan, hanım gibi kıvırma; erkek gibi sözünün eri ol ve gereken çalışmayı ortaya koyarak hedefine ulaşmaya bak!...

Lâfla, lakırdıyla, falanca şunu demiş, filanca bunu demiş de, fişmekanca da bunu demiş clipbordu olmakla hiç bir yere varamazsın!...

Allah insan olarak yaratmışsa seni (insanSI değil), yolladığı âyetler üzerinde tefekkür edip, o mânâları değerlendirmek sûretiyle kendini bulasın diye...

Ne yaparsanız yapın ama sakın kendinizi aldatmayın!... Kendini aldatmanın bedeli ebedî körlüktür!...

Cehennemdeki en büyük azab da bundan dolayıdır!...

Cennet ehlinin çoğunluğu ahmaklardır diyor Hz.Rasûlullah...

Ahmak, anlamadığını da anlıyamayandır!... diye yazıyor "DOSTTAN DOSTA" da...

Yani beynini tefekküre yönelik kullanamıyanlar!... İrfan sahibi olamayanlar!...

"Zannederim..."le yaşayanlar!...

Enfüsünden geleni duyamayanlar, değerlendiremiyenler!...

Kur’ân ‘ı okuduğun zaman anlamıyorsan... Henüz Kur’ân ‘ı okumamışın demektir!... Nasıl, hayatta yalnızca bir kere, kelime-i tevhidi söylemek mümkünse...

Kur’ân âyetlerini okumak da öyledir!...

Okuyanlar, kendilerine GÖRE mânâlandırırlar...

Ama onu, inzâl edendeki murad ile okuyabilen, gerçekten onu OKUMUŞ olur!...

Evet... İbrahim Nebi , ne ay'ı görüp rabbi sandı, ne de güneşi!... Çünkü Haniflik kavramını idrak edebilen bir beyin, bunu zaten yapmaz!...

Öyle ise, burada Kur’ân, olayları sembol, hikaye yollu insanlara sunarak, onların anlayışlarına  hitap etmek etmek amacını gütmüştür...

Bu durumda bize düşen...  Ciddi olarak bu işe zaman ayırıp; Kur’ân OKUMAYA çalışmaktır!...

Hergün 5-10 sayfa arapça kelimeleri tekrarlamak değil!...

Ömrümüz kaç gün sonra nasıl bitecek bilmiyoruz; şu halle gidersek, bu kadar hevesten sonra bir hayli yazık olacak bize...

Bana, “Üstadım, şu âyetten ne anlıyorsun” diyeceksin; ben de “şunu anlıyorum” diyeceğim; sen de bunu ezberleyeceksin ve sonra da; "ben eşrefi mahlukat olan insanım; şunları biliyorum" deyip avunacak, kendini aldatacaksın!...

Bu iyi geliyorsa size.... "Hobby"nize devam!... Kendinizi aldatmaya devam!... Nefsinize zulmetmeye devam!...

Ama bir şeyler anlatabildiysem sizlere....

"Âyinesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz"; demiş şair...

Yaptıklarınızı, herkes, kendiniz ve kendinizdeki görmekte; ve sonuçlarını da yaşamaktasınız!...

Hâliniz, tatmin ediyorsa sizi; mubarek olsun!...Etmiyorsa...En önce Kurân OKUMAYA başlayalım...

Şimdi desem ki ben,”Hiç içinizde Kur’ân okuyan varmı?”,belki pek çoğunuz elinizi kaldıracak,”Ben okudum” diyecek.Ama okuduğunuzun mânâsına kaç kişi eriyor?

“Kur’ân OKUmak” demek; O’nun mânâsını anlamak demektir!

.Ramazan  geliyor; mukabeleler yapılacak-karşı karşıya oturacaklar,biri okuyacak ötekiler de kağıt üzerinden harfleri soralayacak,”Hatim yaptık!” diyecekler.Bu,kendini aldatmadan başka bir şey değildir!O’nun tamamını hatmedeceğinize,bir sayfasını anlayarak OKU daha evlâdır! Çünkü Kur’ân ,SİZ ANLAYASINIZ diye gelmiştir!

Allah İsmi İle İşaret Edilen “ bir varlık var.

İnsanın dünya ve âhiret saadeti; bu”Allah İsmiyle işaret Edilen “ O varlığı anlayıp-tanıyıp-O’nu değerlendirmesine bağlı! Bunu yaparsa dünya ve âhiret saadetinin kapıları ona açılır!

Kataloğun mânâsını anlayıp hangi düğmenin  neye işaret ettiğini -neyi  sağlayacağını anlayıp direksiyona oturursan o araba seni götürür.Yok,mânâsını anlamadıktan sonra onu kuru kuruya ezberlemen sana  arabayı kullanma yolunu açmaz!

“Öyle ise biz hatim indirmek istiyoruz”diyorsanız;mutlaka ve mutlaka o mukabele sonrasında Kur’ân  ‘ın bir Türkçe meâlini alıp oradan okuduğunuz yerleri tekrardan gözden geçirmeniz ,ne dediğini kafanıza sokmanız gerekir.

Bu, işin en aşağı düzeyidir,anaokulu  düzeyidir!”

Kur’an  ‘ı ele almanın ana okulu düzeyidir,Kur’an meâlini açıp okumak!

Peki, Kur ‘ân  ‘ı daha iyi anlamanın yolu nedir?

Sıradan bir insanı ele alalım...Ben!..

Kur’ân‘ı anlamaya çalıştığım zaman,hangi konuyu ele alıyorsam,o konudaki çeşitli sùrelerdeki âyetleri gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.sonra o âyetleri birbirine  bağlantı kurarak,oradan bir sentez oluşturuyorum.O konuyu o sentez ile değerlendirmeye çalışıyorum..Bu,sıradan bir insanın Kur’ân ‘ı anlama yolu!

Daha üst düzeydekilerin ise ; üst düzeydekilerin hâlini ben bilmem ki onu size anlatayım! Herkesin yaptığı şey; kullandığı aracı anlatmaktır! Ben bu kadarından anlıyorum.Bununüst düzeyini Allah kime nasip etmişse O’nu bulup O’ndan öğrenin! Allah , benim  kadar  değil; Kur’ân ‘ı gerçekten iyi anlayanların anladığı kadarını size nasip etsin!Zira ben bakıyorum,hiçbir şey anlamadığımı görüyorum.

hf

 “MUHKEM” VE “MÜTEŞABİH” ÂYETLER

 Kur’ân , bu İlâhi hükümlerin ve açıklanan sırların toplu olarak  bildirilmesinden başka bir şey değildir.Kurân ‘da iki tür âyet vardır.”Muhkem”ve “Müteşabihat” denilen..  

Muhkem âyetler,kişinin kendi tabiatını meydana getiren huylarından ve tabiatlarından arınabilmesini sağlayıcı fiilleri bildirir.

Hangi fiiller neticede senin azab çekmene yol açar; seni gelecekte karşılaşacağın cehenneme çeker; seni benlik kayıtları içinde hapis  tutar;sayısız üzüntü ve sıkıntı içinde boğar,bunları bildirir...Bunlardan başka Allah’ı , kendini nasıl tanıman gerektiğini gösterir. Bunların gereği olan fiilleri de anlatır emirler  ve yasaklar şeklinde!

Müteşabih denilen ,benzetme -teşbih yollu âyetler ise,ilâhi sırları , o sırlara ermeye istidadı olanlara , misâl yollu ,benzetme yollu aktarabilmek için gelmiştir..

Birkişi, ne oranda ,  bu İlâhi  Hakikatları anladım sanırsa sansın,eğer gerçekten anlayamamışsa; oradaki bu zan ile Kur’ân ‘ı Kerim ve Allah Rasûlu’nün hükümleri arasında bir çelişki olacaktır!

Eğer tam olarak meseleye vâkıf olduysa;yani bir “Vâris-i Rasùlullah” ise, zâhirin,şeriatın her hükmünü,Hakikatta ; Hakikatın her hükmünü de şeriatta aynen bulur;yerli yerince hepsini müşahede eder!..Eğer  herhangi bir noktada   ,daha değişik bir kanaate varmışsa,bu kanaate varış,onun  meselenin  künhüne vâkıf olmayışını gösterir.

hf

KURAN’A NASIL DÖNELİM?!

 “Din adamlarından”, “ilâhîYATÇI”lardan, “ağzından çıkanı kulağı duymayan şeyhlerden” dili yanmışlar; ya da gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenler, her yerde yüksek sesle konuşuyorlar:

“KURÂN’a dönün”!.

Dönelim de, nasıl yani?

Nerede ki, oraya dönelim?

-Efendim alın Kurân’ı okuyun!.

-Birâder ben Arapça bilmem ki!… Türkiye’de, ya da İran’da ya da Avrupa veya Amerika’da doğdum… Arapça’yı ne kadar öğrenip bilebilirim?

-Öğren efendim! Gavurca öğreniyorsun ya çıkarın var diye… Bunda da sonsuz çıkarın var; öğren!.

-Peki, Arapça bilenler olarak, Arabistan’dakiler Kurân’ı okumuyor mu? Onlar, babadan olma anadan doğma Arapça konuşup okuyorlar, tahsilini de yapıyorlar! Nihayet, Kurân da kendi dillerinde! Niye, onların anlayıp uyguladığı Kurân ile, senin anladığın, uyguladığın farklı? Onlar senin gibi sonradan olma da değiller!.

Arapça öğrenip okuyunca, ben de Kurân’ı; Suudî Arabistan’daki Arapların, yahut Arapça bilen Afganlıların yahut Afrika’daki Arapça konuşan bilmem ne kabilesinin; ya da Arapça Kurân’ı okuyup, kendi halkına “Kuran zencilerin özgürlüğü için gelmiştir” diyen Amerikalı guruplar gibi mi anlayacağım?

Ana dili Arapça olanlar da dahil, yüzlerce Arapça bilen ve apayrı şeyleri savunan toplumlardaki KURÂN OKUR(???)LARINDAN, hangisi gibi Kurân’a dönelim; ve okuyup anlayıp amel edelim?

-“Canım o kadarını karıştırma, senin aklın ermez!. Sen yalnızca benim yazdığım Kurân Meâlini, KURÂN böyle diyor diye anlayarak oku! Benim dediklerimi yap! Gerisine karışma!… Kurân’a dön!. Yoksa mahvolursun!. Sakın kimseye tâbi olma; yalnızca benim Kurân’ımı, benim kitaplarımı oku”!.

Ne dersiniz arkadaşlar, yalnızca bu kişilerin Kurân meâllerini okuyup, onların anlayışına mı tâbi olalım; yoksa, bir elimize, anlayışına güvendiğimiz bir Kurân meâli; diğer elimize de olayın içyüzüne vâkıf olduğuna inandığımız, “Gazali-Geylanî-Muhyiddin-Rufaî-Bahaüddin” ve daha nice Hak erenlerinin “Kurân’dan ne anladıklarını” dillendiren eserlerini alıp; “ALLAH’ça öğrenmeye çalışıp”, sonuçta kendi yolumuzu, kendi sentezimize göre, kendimiz mi çizelim?

Yaptıklarımızın ve düşündüklerimizin sonucuna kendimiz katlanacağımıza; yanlışımıza kimseyi mazeret gösteremeyeceğimize; kâbir âleminde, mezhebin veya tarikatın-şeyhin sorulmayacağına göre! 1.5.200

hf

KUR’ÂN SÛRELERİ HAKKINDA

 1-“FÂTİHA”

 Fâtiha’sız namaz olmaz, çünkü yönelişin anahtarı odur!.. Onun anlamının tefekkürüyle başlar “Allah”a yöneliş!…

Anlamını tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe, yalnızca papağan gibi tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi “bal”dan mahrum, bedeni onun lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı gibi!.. Sana “bal”ı öğretmişler ki, alıp yiyerek değerlendiresin, diye!.

Arapça Fâtiha sûresini bilmezsen, o kelimelerin işaret ettiği mânâları bilmezsen, Fâtiha’nın mânâsını nasıl tercüme edeceksin ki, Fâtiha okumuş olasın?

Bugün Fâtiha’yı ezberleyip mânâsını düşünemeyecek kadar AHMAK bir insan varsa, ona da F3atiha okumak zaten gerekli değildir!...

İlk âyeti okuyoruz:“El Hamdu lillahi rabbil âlemiyn”...

 a- “HAMD”I ALLAH EDER!    

 MUTLAK değerlendirme “ALLAH”a aittir !.

Nereden çıktı bu yorum?... Bİz bugüne kadar hiç böylesini duymamıştık!...

Bu âyetin mânâsı şimdiye kadar hep: “Bütün övgüler “Âlemlerin Rabbı olan Allah”a aittir!.. Dolayısıyla biz başka şeye değil sadece Allah’a hamd edelim”...şeklinde duyduk ve okuduk!... Bu anlamı da nereden çıkardın...? Dediğinizi duyar gibi oluyorum!...

Anlatmaya çalışalım... Olabildiğince anlaşılır hâle dönüştürmeye çalışarak, elden geldiğince konunun içyüzünü farkettirmeye gayret edelim.

Bilelim ki... “ALLAH VAHİD-ül AHAD”dır... Kendisinin gayrı olarak, kendisini anlayacak, idrâk edecek, değerlendirecek ve de övebilecek, varlık, vücud ve özellilkler sahibi ikinci bir bilinç mevcut değildir!...

“ALLAH”ı ancak, Allah bilir...

“ALLAH”ı ancak ALLAH değerlendirir!....

“ALLAH”ı ancak “ALLAH” över yani metheder!...

“ALLAH”a ancak ve sadece ALLAH SENÂ eder!...

Ne diyor, bugün için “Hamîdiyet” mertebesinin; kıyamet ve sonrası için de “Mahmûdiyet” mertebesinin mazharı ve “bu yüzden şefâati” olan Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâm: 

“Senin NEFSİNE olan SENÂNI ben yapamam!...”

 Alt mertebede olanın üsttekini methetmesi mümkün değildir!... Benim tutup Hazreti Rasûlullah’ı övmem asla mümkün değildir... Hazreti Rasûlullah’ı ancak Allah övebilir!...

Bir kişinin, bir diğerini övebilmesi için önce onu ihâta etmesi; o konuda, o sahada onu kapsaması; bundan sonra, onu değerlendirmesi; ve bütün bunlardan sonra da onu övmesi ya da yermesi sözkonusu olabilir!...

Diyelim ki bu fakîri övecek veya yerecek birinin, önce bizim “ilmi kişiliğimizi” ihâta edecek bir kapasitesi olması gerekir... Falanca ya da filanca okulu bitirmesi, ya da şu veya bu etikete sahip olması değil; buradan izhar olan ilim mertebesini ihata edebilecek düzeyde “bilinç kapasitesinin” olması gerekir... Ki bundan sonra geniş kapsamlı şekilde tüm düşünce sistemimizi ele alıp, ondaki doğruları ya da yanlışları belirliyerek, onu tenkid edebilsin; övsün ya da yersin!... Böyle bir kapasite olmadan, anlayışının ötesinde olan bir cümle ya da fikir yüzünden bir kişiyi övmek ya da yermek, “dedikodudan” ileri gitmez... Ve söylenenler lâf birikintisi olarak ancak kendi düzeyinde yer bulur!..

İşte bu sebebledir ki, ne, benim üstümdekini değerlendirebilmem ve buna dayanan biçimde onu övmem mümkün olur; ne de herhangi bir yaradılmışın “ALLAH”ı övebilmesi ve O’na hamdetmesi mümkün olur!...

Bu yüzdendir ki;HAMD ancak ve sadece ALLAH’a aittir!... HAMD işlevini yerine getirmek ancak ve sadece ALLAH’a mahsustur!...

Lûtfen biraz basîretle düşünelim...Dünya üzerinde tek bir insanın yerini düşünün!... Sonra, bir milyon dünya hacmı büyüklüğündeki Güneş yanında aynı insanın yerini düşünün!... Sonra, yüzmilyarlarla güneşin yer aldığı galaksi içinde bir insanın yerini düşünün!... Sonra, milyarlarla galaksinin içinde yeraldığı algılayabildiğimiz kadarıyla evrenimizde bir insanın yerini dütünün!... Ve tüm bu bildiklerimizle birlikte, daha algılayamadığımız; hatta hiç haberimizin dahi olmadığı sayısız katmandaki boyutsal evrenleri bir “nokta”dan Yaratanı düşünün!... Hafsalanız alıyor mu!?.

Sonsuz-sınırsız kavramlarından dahi münezzeh olan VAHİD-ül AHAD sıfatlarıyla tanımlanan ve ALLAH adıyla işaret edilenin, sayısız-sonsuz özellikleriyle meydana gelmiş olan evrenimizin henüz ne kadarını ihâta edip değerlendirebiliyoruz ki, bir de “O” yüce varlığı değerlendirip O’nu övmeye kalkalım, hamdedelim!.

Evet, ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O’nu övüp, O’na hamdedeceğiz... Ya da, gerçekçi olup; “HAMD ALLAH’a mahsustur; biz bu konuda aciziz!” deyip, “yok”luğumuzu, “hiç”liğimizi farkedip haddimizi aşmayacağız!...

Zira Allah, bilgiçlik taslayıp haddini aşanları sevmez!...

Kısacası, “HAMD ALLAH’A AİT İŞTİR”!... Ve bu konuda da ortaktan münezzehtir!... Nitekim bu hususta, Kur’ân-ı Kerim’i ele aldığımız ilk anda, uyarılmaktayız “FÂTİHA” Sûresinin ilk âyetleriyle :

Aklınızı başınıza alın ve O’nu basit bir gök tanrısı gibi düşünüp, övmeye, methetmeye, ona yaranmak için bin türlü hallere girmeye kalkmayın!... Siz bu konuda O’nu değerlendirmekten acizsiniz... Allah’ı ancak Allah değerlendirip, Allah’a ancak Allah HAMD eder!.

Size de yakışan, HAMD’i ancak Allah’ın yapabileceğini idrâk ederek, bu konuda yetersizliğinizi farketmiş bir hâlde haddinizi bilmektir!.....

Ayrıca... Hazreti Rasûlullah yanındaki derecesi malûmumuz olan Hazreti Ebû Bekr Sıddık bu konuda şöyle uyarmıştır bizleri:”ALLAH’ın kavranılamayacağını farketmek, “ALLAH”ı idrâkın ta kendisidir!”..

İSLÂM DİNİ’nin “ALLAH” özel ismiyle işaret edilen varlık hakkında vurgulamak istediği kesin gerçek şudur;

Varolan yegâne vücud sahibi varlık sonsuz-sınırsız TEK’tir!... O’ndan gayrı bir varlık mevcud değildir!... “Algıladığımız, ve tüm varlıklar tarafından algılanan, her “şey” ise, O’nun Esmâsının “var sandırdığı” terkipler hâlindeki mânâlardan ibarettir!..

İş böyle olunca, elbette ki “El hamdu lillahi Rabbil alemiyn” yani “HAMD ALLAH’A MAHSUSTUR” demekten başka bir şey kalmıyor bizlere; ki ehli bilir, bu da oldukça yüksek bir mertebedir!.. “ALLAH” ismiyle işaret edileni, kendi “yok”luğundan, O’nunla müşahede mertebesidir, bu!.

Bakın bu konuda değerli müfessir Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili” isimli (Allah rahmet eylesin) büyük emek verdiği tefsirinde ne diyor:

Hani her kesin malûmu ve aksayi emeli olarak matlûbu olan HAMD hakikati yok mu... İşte hamidiyet, mahmudiyet bütün cinsile ve hatta bütün meratibi ve bütün envaü efradiyle o hamd, Allah’a mahsustur; Allah’ın hakkıdır; Allah’ın milkidir... Çünkü, Allah’tır, çünkü... Çünkü ilah...Fakat lisanımızda bu tafsili icmal eden bir harfi tarif olmadığı için biz sadece hamd, diye alel ıtlak cins ifade ederiz, bilen bilir, bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz.” (C.1; s:62)

Evet, Hamd, Allah’a mahsustur; Allah’ın hakkıdır, ancak O hamdedebilir; Allah’ın tasarrufu altındadır, ancak o değerlendirebilir; Çünkü Allah’tır, gayrı mevcut değildir... Bütün bunları bilen, bilir; bilmeyen ne bilir!.

Evet, şayet “El hamdu lillah”ın mânâsını anlayabildiysek, şimdi gelelim “Rabbül âlemiyn” deyişinin mânâsına...“RAB” kelimesi esas itibariyle “terbiye” demek olmasına karşın, burada “terbiyeyi oluşturan” anlamında olarak kullanılmış; ve “terbiyenin oluşması”na da “RUBÛBİYET” denilmiştir.

“Terbiye” bir şeyi kademe kademe, peyderpey kemâline eriştirmektir.“RAB”, her an, her “şey”i varediş gayesine uygun bir biçimde, hazırlayan, geliştiren, olgunlaştıran, varoluş gayesinin gereğini ortaya koyduran ve bunun için gerekli herşeyi sağlayan; kısacası, nesneyi mevcut haliyle ortaya çıkartma özelliğine sahip olan, demektir...“RAB”bın bu özellikleri ise, “Allah”ın isimleri şeklinde bilmemiz gerekeni kadarıyla “esmâ-ül hüsnâ”da özetlenmiştir...

Yani, bir diğer deyişle; “ALLAH” ismiyle işaret edilen’in “Esmâ-ül hüsnâ” diye tanımlanan bir kısım özellikleri, onun “RUBÛBİYET”ini oluşturur!.

Algıladığımız ve algılayamadığımız her “şey”, “RAB”bın “esmâ-ül hüsnâ” ile bir kısmı tanımlanan özellikleriyle yaradılmış ve varlıklarını devam ettirir bir halde bulunmaktadırlar, ki bu da onun “RAB” tarafından “terbiye” edilmesinden başka bir şey değildir..

Her “Şey”in bu “terbiye” altında yaşamını sürdürmekte olduğu gerçeği, şu âyetle daha da açık bir şekilde vurgulanmaktadır:

 “HAREKET HALİNDE OLAN HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, TÜMÜNÜ ALNINDA ÇEKİP YÖNETEN O’DUR !..” (11-56)

 Öyle ise bizim algılamakta olduğumuz ya da algılayamadığımız her “şey”, her an, O’nun ilmi kapsamında ve iradesi altında, O’nun kudretiyle yaşamını sürdürüp, fiillerini ortaya koymaktadır!..

hf

 b-“ÂLEMLER”   

 Ayrı ayrı isimlerle anlatılan bu "âlemler", gerçekte birbirinden kopuk, belirli sınırları olan birbirinden bağımsız katmanlar asla değildirler. Hepsi de herhangi bir kopukluk ya da bağımsız bölümler hali sözkonusu olmaksızın birbirinin içi ya da dışı şeklindedir, bizim şu andaki görme veya algılama kapasitemize göre.

Gerçekte ise, âlemlerin farklılığı, bizim algılama kapasitemizin son derece sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.ind-i ilâhîde bunların hepsi tek bir âlemdir!..

Bu hususu daha değişik bir anlatımla şöyle de açıklayabiliriz;

Kesret âlemi denen çokluk görüntüsünün yeraldığı âlemde birbirinden bağımsız görünen sayısız varlık tesbit edilmektedir.Oysa bu sayısız varlık "göz" adını taktığımız sınırlı algılama kapasitesi olan araç yüzünden bize böyle görünmektedir. Gerçekte, çok yok, tek vardır!..

Her birimin; dikkat buyurula; her insanın, meleğin, cinnin ya da hayvanın değil, birimin diyoruz!..

Her birimin algılamakta olduğu kendi boyutu, onun “âlemi”dir!... Ve bu itibarla, en gerçekçi anlamıyla, her bilinçli “birim”in kendisi, başlıbaşına bir “âlem”dir!..

Zira, gerçekte, algılanan her şey, algılayanın zihninde oluşan, imajdan başka bir şey değildir!.. Bizim gördüğümüz her şey, beynimizde oluşan imajın-görüntünün ta kendisidir...

“Görüyorum” dediğimiz zaman, gerçeği itibariyla biz şunu demek istiyoruz:Dışarıdan beynime yansıyan tesirler, daha önceden beynimde yerleşik verilerle birleşerek zihnimde şöyle bir görüntü meydana getiriyorlar!.. Zihnime GÖRE, algıladıklarım böyle bir görüntü ve düşünce meydana getiriyor bende...

Ama acaba mutlak gerçek ne?...

Gelin gene rahmetli Hamdi Yazır’ın meşhur tefsirindeki “Rabbül âlemiyn” yorumuna bir göz atalım...

 “Basiret ile tahlil ve teemmül edildiği zaman görülür ki; bütün âlem, bizim, zihni ve hârice yansıyan şuunatı şuuriyemizin yekûnu bulunan hâdisattır..

Rabbülalemin de bunların mâverâsında olup, aralarındaki nisbeti hakkiyetle daima vahdaniyeti, rububiyeti tecelli eden vacibülvücud Hak teâlâdır..

Ehli şuhud (gerçeği algılayanlar) için, alemde bir şey yoktur ki görülsün de arkasında, ondan evvel, veya ondan sonra, onunla beraber ALLAH teala görülmesin!..

Hatırına ne gelir ise, Allah onun arkasındadır; tâbiri âharle, ONUN ARKASINDA ALLAH VARDIR!...Binaenaleyh, âlem, mâsivâyı Allah, ve ALLAH mâverâyı âlemdir; ve biz bu âlem vesilesiyle, mâverâsındaki Allah tealayı hakkıyet dediğimiz bir şuur nisbeti ile tasdik ederiz...” (c:1; s:71)

 {yukarıya aldığımız bölüm ile bundan evvel naklettiğimiz bölümler de, gereksiz bulunmuş ve önemli addedilmemiştir ki; Merhumun günümüz diline uyarlanan tefsirine alınmamıştır.. Verdiğimiz cilt ve sayfa numaraları, eserin orijinaline aittir}

Evet, gerçekte, bizim algıladığımız her şey, şuurumuza yani bilincimize yansıyan “Allah” ismiyle işaret edilenin bir kısım özelliklerini açıklayan isimlerinin çeşitli terkipler hâlindeki mânâlarından başka bir şey değildir..

Bütün bu izahlardan sonra, şimdi toplu olarak “El hamdulillahi rabbülâlemiyn” âyetinin işaret ettiği mânâyı anlatmaya çalışırsak, açıklayabileceğimiz kadarıyla, karşımıza şu mânâ çıkar;

 “-Her birimi dilediği gibi meydana getirip, varediş gayesine uygun bir biçimde kemâline ulaştıran ALLAH ismiyle işaret edileni anlayıp, idrâk edip, değerlendirmek, birimlere ait birşey olmayıp; HAMD, ancak her “şey”in “RAB”bı olan ALLAH’a mahsustur!...

 Düşüncenizin temelinde ;"ALLAH"laştırmaya çalıştığınız yattığı sürece; hayâl dünyanızdan çıkıp gerçeği göremezsiniz!...

Öncelikle yapmanız zorunlu olan şey ,"düşüncelerinize kaynak teşkil eden "TANRI" kavramından kurtulmanızdır...

İyi anlamaya çalışın...

"ALLAH" ismiyle işâret edilen ile, bizim Zâti sıfatlarından , Sıfatlarından veya Esmâ’sından sözettiğimiz tanrı anlayışı çok FARKLI şeydir...

Biz ,bizi yaratanın - âlemlerimizi yaratanın Zâti sıfatlarından, Sıfatlarından, velhâsıl bizim yaratılışımıza GÖRE bize açıkladıklarından sözediyoruz...

Oysa, "ALLAH" adıyla işâret edilen âlemlerden “GANİ” dir; yani âlemlerin varlığını borçlu olduğu, onları var gösteren Esmâ ve Sıfatlardan GANİ ‘dir!...

hf

 2-“ER RAHMAN-İR RAHİM”

 “Er RAHMAN-ir “RAHÎM””in mânâlarından daha başkalarına gelince...

“Er RAHMAN” O’dur ki...Mutlak “rahmet” sahibi olarak, tüm mânâları, varlığından, varlığıyla meydana getirmektedir..

“RAHMET”; “zatî” ve “sıfatî” olarak ikiye ayrıldığı gibi; “Rahmeti âmme” ve “Rahmeti hâssa” olarak dahi müşahede edilir...

“Rahmet-i Zâtî” bütün varlıkların zâtının ancak ve sadece Allah ismiyle işaret edilenin Zâtı ile kâim ve var olmasıdır; ki bundan dolayı, varolan her şeyin “Allah’ın rahmetine” ermişliğinden, sözedilir.

“Rahmet-i Sıfatî” ise, varlıklarda zuhur eden tüm mânâların orijinalinin (terkipsellik sözkonusu olmaksızsın) “ALLAH” isimlerinin işaret ettiği özelliklere dayanmasıdır.

“Rahmet-i âmme”nin özelliklerinden biri de şu yaygın rahmettir ki, bu “rahmet” sonucu, ölümötesi yaşamda, tüm insanların azabları, bir gün gelir sona erer... Ebediyyen cehennem ortamında kalacak olsalar bile!..

“Rahman”ın rahmeti cehennemdekilere bile erer!..Bir kısım insanların “ebeden cehennemde kalacaklarına” dair Kur’ân-ı Kerîm’de hüküm bulunmasına rağmen, ebeden azab çekeceklerine dair bir açıklama mevcut bulunmamaktadır!

İşte bu da “rahmeti âmme” yani yaygın rahmet iktizasıdır...

Burada “rahmeti” anlatırken, çok karşılaştığımız bir sorunun da cevabını hemen vermeye çalışalım...

Madem Allah rahmet sahibi, öyle ise niçin cehenneme yaratılmış?....

Benzeri sorular hemen pek çok kişinin kafasını karıştırmakta... NİÇİN CEHENNEM ?...Din olgusunda en anlaşılamamış konulardan bir tanesi bu “cehennem” olayıdır!..

İnsanlar niçin cehenneme atılacaklardır?

Bunu kim, nasıl yapacaktır?

Cehennem niçin yaradılmış?...

Cehennemde yaşayanlar var mı?...

“Zebâniler” kimdir, nedir?

Niçin cehennemde yanarlar?...

Yanmanın türleri var mıdır?...

Cehennemin ateşi nasıl bir şeydir?...

Ateş içinde yaşam nasıl devam eder?...

Ve daha bu gibi pek çok soru akla gelirken; cevap olarak konuya hiç bir açıklık getirmeyen; hatta âdeta kişileri isyana sürükleten basit izahlar ve mantıksız yaklaşımlar, düşünmeye çalışan pekçok insanın problemi olmaktadır...

Biz, Cenâb-ı Hakk’ın bu konuyu bize açtığı ölçüde, ve insanların hafsalalarının reddetmiyeceği sınırlar içinde kalarak, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım...

“Cehennem” kelimesinin bir genel anlamı vardır, bir de özel anlamı vardır!...

Genel anlamıyla “Cehennem”, insanların azab duydukları ortam ve çevre şartlarıdır!.

Bu itibarla, dünya cehenneminden, kâbir cehenneminden, mahşer cehenneminden sözedilebilir... Bulunduğunuz hapishane, hastahane ve daha başka ortamlar sizin için “cehennem” olabilir... Bunlar hep göresel cehennemlerdir...

Kezâ, kâbir âlemine geçen kişinin durumuna göre “kâbir cehennemi”nden bahsedilmesi dahi, gene bu göresel cehennem şekliyledir.

Buna karşın, özel anlamıyla, “Cehennem” vasfına dayalı bir şekilde isimlenen ortam, gelecekte Dünyayı tamamiyle kuşatacak olan Güneş’tir!... Ancak bu göze görünen şekli ve yapısıyla değil, şu anda da mevcut olan ışınsal ikizi itibarıyledir!.. “İkizi” sözcüğüyle ikincisi anlamını değil; madde gözünün göremediği ikincil yapısını murad ediyoruz ki, bu ruh boyutunda değerlendirilen ikincil yapıdır!.. Biz şu anda ise Güneşin gaz boyutunu görmekteyiz!.

Dünyanın ışınsal ikizini de, şu anda “Ölüp”, dünyanın ışınsal ikizine geçenler görmektedirler ve anlattığımız şartları oradan seyretmekteler.

Bir süre sonra Güneş, Dünya’dan 500 milyon defa daha büyük hacme ulaşacak ve bu süreç içinde de, çevresindeki Merkür, Venüs, Dünya ve Ay’ı yutup, eritip, buhar edecek; sınırları Mars yörüngesine ulaşan bir kızıl dev hâlini alacaktır...

İşte o zaman, Dünya’nın çekim alanın bağlı tüm insanların “ruh bedenleri”, yani “halogramik ışınsal bedenli insanlar”, dünyanın çekim alanının gücünü yitirmesi sebebiyle, erimekte olan Dünya’dan kaçmak istiyecekler ve Dünya’yı kuşatan dev Güneş’in ışınsal derinliklerinden geçerek uzaklaşma yolu arayacaklardır!.

Allah’a tapınma amacıyla değil; kişinin ruhsal enerjisinin güçlendirilmesi gayesiyle teklif edilmiş ibadetleri, zikirleri yapmış olanlar, elde ettikleri “nur-enerji” nisbetinde Dünya üzerinden ayrılıp, Güneş’in radyasyon alev dilimleri içinden geçerek kaçabileceklerdir ki, bu durum “sırat” diye anlatılmıştır; sembolik bir “köprü-yol” tanımlaması ile!.

Cehennemin alevleri “semûm” diye ifade edilmiştir Kur’ân’da; ki, bunun günümüzdeki anlamı “zehirleyen ve tahrib eden ışınım” demektir!...

Taşları, yani maddeyi yakıp yok eden; buna karşın insanların “ışınsal bedenlerini” ise sadece “yakan”, “yıpratan”, “deforme eden” Güneş radyasyonu, Cehennemin dev alev dilimlerini oluşturmaktadır; ki, bu alev dilimleri halen, günümüzde 800 bin kilometreye kadar yükselmektedir... Varın siz, o günkü Dünya’dan 500 milyon kere daha büyük hâlin şartlarını eğer hafsalanız alıyorsa düşünün!.

Cehennemde, iki türlü yanış sözkonusudur.!.. Birincisi, fizikî yani bedensel; ikincisi, manevî yani düşünseldir!..

Birincisi, cehennemin yüksek ısısındaki radyasyonun fotonlarının ışınsal yapıyı tahribinden doğmaktadır...

İkinci tür yanış ise, kişinin kafasına yerleşmiş, yanlış bilgi ve şartlanmaların oluşturduğu kabullerin, orada karşıt gerçekleriyle karşılaşmalarından meydana gelecektir!...

Bunun en başta gelen sebebi ise, kişideki “benlik” duygusu, “sahiplik düşüncesi”, “hırs”, “tamah”, “kendini beden kabullenme ve bunun sonucu olarak sadece bedensel zevkler istikâmetinde hayvansı yaşam türü” gibi sebepler...

Manevî yanma neden?...

Her hangi bir nesnenin sahibi olduğunuzu düşünüyorsunuz ve o nesneyi yitirdiğiniz anda başlıyorsunuz yanmaya!. Oysa, “Allah verdi, Allah aldı” deyip işi bitirebilseniz, “yanma” olayı bir anda sona erecek, ya da hiç olmayacak!...

Esasen cehennemdeki “yanma”ların kökeninde büyük ölçüde, toplumsal şartlandırmalar; bu şartlandırmaların oluşturduğu değer yargıları; ve nihayet bunların tümünün meydana getirdiği duygular yatar!...

Hangi şey ya da konu için “ille de böyle olmalı” diyorsanız, sizi mutlaka bir “yanma” bekliyordur... Kaçınılmazdır!..

Çünkü, er ya da geç, bir gün o şey sizin istediğinizin dışındaki bir hale dönüşecek; neticede siz de bundan dolayı “yanacaksınız” demektir!..

Kişilerin büyük çoğunluğu, dünyada yaşarken “yanmaya” başlar!... Bir kısmının yanması da ölümle, yani biolojik bedeni terkedişiyledir!... Çünkü, sahibi olduğunu sandığı herşeyin elinden çıktığını, yitirildiğini bizzat yaşamaktadır!..

“YANMA” niçin “RAHMET”tir?...

“Cennetlikler” niçin cennete girmeden önce cehennemde “yanar”lar?...

Çünkü, “yanmadıkları” takdirde, üzerlerine yerleşmiş, şartlanmalara dayanıp gerçekçi olmayan değer yargılarıyla, asla cenete giremezler de ondan!.

“Rahmet” onların “yanmalarını” sağlamaktadır!... “Yanarak” arınmaktadırlar!.

“Yanma” gerçeğe uygun olmayan düşünce ve duygulardan, şartlanmalara dayanan kabullenişlerden “arınma”dan dolayı olmaktadır!.

Kişiler yanlış kabulleniş, duygu ve düşüncelerinin sonucu olarak; karşılaştıkları anlayışlarına, kabullerine ters düşen olaylar yüzünden azab duyarlar.

Şayet kişi, gerçeğe yönelmesini engelleyen “ama etraf ne der!” kavramını terkedebilirse; idrâkı ve inancı istikâmetinde; gerçek hedef doğrultusunda yürüyebilirse, pek çok “yanma”lardan kurtulmuş olur.

İnsanın, özünü, hakikatını, gerçek yapısını ve boyutlarını idrâk ettirip yaşatan “tasavvuf” ile “hâl”lenmesi ise, daha dünyada iken, tüm “yanma”lardan kurtulmasına vesile olur!...

İnsan, şayet cehennem olmasaydı, “yanma” olmasaydı, “arınma süreci” demek olan “yanma” ile karşılaşmasaydı; böyle bir “rahmet” kendisine ulaşmasaydı, mevcut hâliyle asla cennet yaşamına ulaşamazdı!..

Dolayısıyla “yanma”, tamamen, azablardan arınma işlevini oluşturan bir “rahmet” mekanizmasıdır. Tıpkı, operatörün merhamet edip kangrenli bacağı kesmesi gibi!..

“Zebânî”lere gelince...

Bilelim ki, her ortamın kendine has canlı türleri vardır1...

Her gezegenin ve yıldızın, kendine has canlı bilinçli birimleri varolduğu gibi; evrenin farklı boyutlarının oluşturduğu değişik katmanların dahi, farklı canlı türleri vardır; ve bütün bunlar hep bilinçli varlıklardır!. İşte bunların hepsi birden Din terminolojisinde sadece “melek” kelimesiyle tanımlanmıştır.

Beyinlerimiz genel yapısı itibariyle, sadece beşduyu dediğimiz “kesitsel algılama araclarıyla” gelen verileri değerlendirmek için programlanmış olduğundan, algıladığımız kesitin dışında kalan boyutlardan ve bu boyut katmanına ait canlılarından habersiz yaşamaktayız!.

Oysa, gerçekte, bırakın başka gezegen ve yıldızlarda yaşayanları; “cin” ismiyle işaret edilen ve her an beyinlerimizi etkilemeye çalışan aramızda yaşamakta olan canlı türlerinin dahi farkında değiliz!... Nerede kaldı, başka gezegenler ya da yıldızdakiler!..

Her neyse!...

İşte, Güneşin içinde yaşamını sürdürmekte olan canlılara, bilinçli varlıklara da Kur’ân-ı Kerim’de “zebanî” denilmiştir!...

Bunlar bir tür “melek”lerdir!... “NUR” yapılı olmaları; ve o ortam içinde meydana gelmeleri sebebiyle, diğer ortamlardan oraya girecek varlıklara GÖRE çok zor olan şartlara rağmen; içinde bulundukları şartlardan hiç etkilenmeden; tıpkı bizim yaşayamadığımız su ortamında balıkların yaşaması gibi; Güneş’in çok yüksek radyasyon ortamında doğal hayatlarını sürdürmektedirler...

Çok iri bedenleri ve dışarıdan o ortama gireceklere göre de, çok seri hareket kabiliyetleri mevcuttur!... Balığın suyu yutup, suyu çıkarması gibi, onlarda “ateş” yerler ve “ateş” çıkartırlar!.. Oraya gidecek olan gerek insten gerek cinden tüm canlılarla top gibi oynarlar, “aklınız olsaydı, buraya düşmezdiniz, sizi uyaranlar gelmedi mi?” derler...

Biz, doğal ortamımızda, nasıl gücümüzün yettiğine hükmediyor, kuşu kafese koyuyor, hayvanları kendi anlayışımıza göre terbiye(!) ediyor; ayıların burnuna kanca takıp, “marifet öğretiyoruz”, diye kızgın saç üzerinde zıplatıp, yürütüyorsak... “Zebânîler” de kendi doğal ortamlarına dışarıdan gelen varlıkları öylece “terbiye”(!) ederler!...

Ama o insanlar, ya da diğer canlılar bundan azab ve ızdırap duyarlarmış, elbette ki bu onların sorunu değildir!..

“Zebânî” denmesinin sebebi, “zebûn edici” olmalarıdır... Ve bu kelime genel olarak sıfatlarından dolayı kullanılan isimdir..

Yani, öylesine güç sahibi, hükmedici ve dilediklerini yaptırıcı varlıklardır ki, onların güçleri karşısında, herkes aşağılanır, ezilir, azab ve ızdırap duyar!...

Tıpkı, burada “cin”lerin hükmüne girip, sersefil sokaklara düşen bir kısım insanlar gibi... Ya da sirklerdeki “terbiyeci”lerin eline düşmüş hayvanlar, ya da laboratuvarlarda kullanılan ve en az bizim kadar yaşama hakkı olan kobaylar gibi!..

Öyle ise, yapılacak en iyi iş, o şartlara en iyi şekilde hazırlanmaktır!...

Sanırım, cehennemin, “arındırıcı” fonksiyonu ile bir “rahmet” olduğunu; insanların azab duymaları için oraya atılmadıklarını; yanlış düşünce ve duyguları sonucu ortaya koydukları fiillerin, otomatik olarak o ortama gidilmeyi oluşturduğunu, ve azabın da bütün bunların neticesi olarak duyulacağını yeterince açıklamış olduk...

Son bir ilave daha yapalım bu hususa...

Cennete gidecek kişiler, ancak “Allah ahlâkıyla ahlâklanmış” kişiler olacağına göre, düşünmek zorunludur, nedir “ALLAH”ın “ahlâkı”..?

Neyse, konuyu daha fazla genişletmeden, tekrar, kaldığımız noktadan devam edelim...

Rahmeti âmme”nin ne olduğunu; ve neler getirmekte olduğunu öğrendikten sonra, geldik “rahmeti hassa”ya...

Rahmeti Hassa”, “özel rahmeti”dir ki, bunu “kendine seçtiği” kullarına ihsan eder!..

 ALLAH DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER !.. (42-13)

 Ve;

YAPTIĞINDAN SUAL SORULMAZ !... (21-23)

 Bu rahmetiyle kendine seçtiği kulunu, önce “şirki hafi” denilen “gizli şirk”ten, yani “benlik”ten ve O’nu, “öteNde bir tanrı var sanma” düşüncesinden arındırır; sonra, kendi “ahlakıyla ahlaklandırır”; ve bütün bunlardan sonra da “keşif” veya “fetih” ile mükâfaatlandırarak cennet yaşamına başlatır!

Ötesini ise ancak yaşayanlar bilir!. Zira, “Allah” “isim ve sıfatlatıyla tahakkuk etmenin” ne olduğunu anlatmanın yeri bu kitap değildir!..

“RAHÎM” isminin işaret ettiği manâlardan bir diğerine gelince...

“Rahman”ın rahmeti “arındırıcı”dır, demiştik... Elbette ki, arınma işleminin getirdiği bir azab veya sıkıntı da sözkonusudur...

Meselâ operatörün, tüm bedeni kangren olmaktan kurtarmak için, bir bacağı kesmesi kişiye olan merhametinin getirdiği bir rahmettir... Ve biz, bu işlemin getirdiği bütün acıya ve ızdıraba rağmen, o doktora teşekkür ederiz!...

İşte bu, başlangıcında bize acı veren, fakat neticesi iyi olan “rahmet”tir!. Rahman’dandır...

“RAHÎM”in rahmeti ise böyle olmayıp, herhangi bir “arındırma” ya da “ıstıfa” gayesi gütmeyen; sırf zevk veren, güzellikleri tattıran, kişiye hoş gelen halleri yaşatan “rahmet”tir..

Esasında, kitaplarda “müminlere cennette sunulacak rahmet” diye anlatılan bu “RAHÎM’in rahmeti” anlatılagelenden hayli farklı bir olaydır...

Bir kere şunu kesinlikle bilelim ve hiç unutmayalım ki, “ALLAH”ın bütün isimlerinin mânâları, her an geçerli ve yürürlüktedir!..

İşbu sebeple, “RAHÎM” isminin mânâsı “şimdi geçerli değildir de, Cennete girildikten sonra geçerli olacaktır” şeklindeki anlayış, tamamiyle asılsızdır.

“ALLAH”ın “RAHÎM” isminin mânâsı, her an, her yerde yaşanmaktadır!.. Bizim bunu farketmemiz ya da farketmememiz hiç bir şeyi değittirmez..

Ancak ne varki, bunun daha fazla açıklanması mahzurludur... Ancak ehli bilir!..

Cennet ehli, bu ismin mânâsını yaşarken; ve belki de bir çoğu bunun orada nasıl ve nereden oluştuğunu farketmemişken; Dünya üzerinde bu ismin mânâsını yaşamış ve yaşamakta olan bir çok zevat bulunmaktadır...

“Evliyaullah”ın “keşif ve fetih” sahibi olanları yanı sıra, “mukarrebler”, “muhakkikler”, “müferridun” ve “marifeti Billah” sahipleri, hâlen farkında olarak, “B” harfinin sırrıyla “RAHÎM” isminin mânâsını yaşamakta ve tecellilerini seyretmektedirler...

Ayrıca, “La havle velâ kuvvete illâ “B”illah” ifadesinin mânâsı dahi “RAHÎM”dendir!.

Öyle ise, “RAHÎM” isminin mânâsını, sanki “ölümötesi yaşamda, cennet ortamında ortaya çıkacakmış” gibi düşünmek tamamiyle gaflettir!..

“Allah” ismiyle işaret edilenin, bütün bildiğimiz isimlerinin işaret ettiği özellikler, her an ve her boyutta sürekli olarak açığa çıkmaktadır..

Üstelik, evrendeki sayısız “melek”ler dahi her an bu ismin mânâsıyla kaim bir yaşam içindeyken!..

Geldik şimdi bundan sonraki âyete...

hf

3-“MALİKİ YEVMİDDİYN

 Her an kâinatta tasarruf eden  tek bir beyin olduğunu kabullenmektir!

Bedende bütün organlarda hükmeden nasıl beyin ise  yaradılmışların her birinde her an hükmedip  onları yönlendiren !

Her an tüm varlıkta hükmü geçerli olan O ‘dur; ve sadece O’na boyun eğilmektedir; âlemlerde ortaya konulan her fiilin karşılığını  O her an oluşturmaktadır” anlamına gelir.

Namazda Fâtiha’da okuduğun “Maliki yevmiddiyn”  ifadesini iyi anlarsan “Maliki yevmiddiyn”de  “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” gizlidir!

Bir başka deyişle: “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”, “Maliki yevmiddiyn”in içinde mevcuttur.

Maliki yevmiddiyn”açıldığı zaman,açılmış hali “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”dir!

Biz şimdi “Malik yevmiddiyn”’ i ne diye anlıyoruz?..”Din gününün sahibi!”.

Din günü “nedir?

Filanca zamanda kıyamet kopacakta,kıyamet koptuğu zaman o günün sahibi Allah olacak!!!

Halbuki “DİN GÜNÜ” demek,”dinin hükümlerinin geçerli olduğu her an” demektir!”Dinin hükümlerinin geçerli olduğu her anın mâliki ALLAH”!

Din sisteminin kurallarının geçerli olduğu her anda tasarruf eden gerçek mutlak sahip-hükümran ALLAH  demektir!

Bu ifadenin sonucu olan “Maliki yevmiddiyn” diyebilen kişinin -“Maliki yevmiddiyncümlesini idrak ederek söyleyebilen kişinin doğal olarak getireceği bundan sonraki cümle-ifade , “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”dir!

”iyyake na’büdü ve iyyake nestain” diyen kişinin de günahları affolur!

hf

a-DİN GÜNÜ

   Yaşadığımız her gün, her an’dır!

Her “gün” içinde,mutlak olarak ALLAH’a boyun  eğilmekte; her “gün” yapılanların neticesine,ama “lütuf “ ama “mekr” yollu,fakat kesinlikle erilmekte; ve netice itibariyle herkes yaptığının karşılığına ulaşmaktadır!

MÂLİK”i veya “MELÎK”i YEVMİD DİN”...

“DİN GÜNÜ”nün “MÂLİK”i veya “MELÎK”i...

Bu âyette geçen kelime bazıları tarafından “MÂLİK” ve bazıları tarafından da “MELÎK” olarak anlaşılmakta ve öylece değerlendirilmektedir...

Yani bu âyeti bazıları;

MÂLİK”İDİR DİN GÜNÜNÜN...

Bazıları da;

MELÎK”İDİR DİN GÜNÜNÜN...

diye okumakta ve anlamaktadırlar...

Şayet, “MÂLİK”i diye anlarsak... “sahip olduğu üzerinde, özgürce ve tasarrufundan dolayı kimseye hesap vermeksizin, dilediğini yapan” anlamıyla karşılaşırız...

Şayet, “MELÎK”i şeklinde okur ve kabul edersek... Bu defa da; “yönetim, kurallandırma, fiilleri değerlendirme, yetki güç sahibi” olan bir Zât olarak anlarız...

Esasen, “ALLAH” ismiyle kendisine işaret eden, Zâtını her iki vasıfla da vasıflandırmıştır...

Ancak, görüldüğü üzere, ilgili âyette “Din günü” tâbiri geçmekte; ve biz gramer kurallarınca bu ifadeyi de onunla bağlantılı olarak anlamak mecburiyetinde olduğumuz için; hangi şekilde olayı çözüme yaklaşacağız, ona bakmak gerekmektedir..

“DİN” kelimesinin anlamlarından biri yönüyle, “yapılan işlerin karşılığına ermek” olarak anlaşılabilir... Ayrıca, “Kesin itaat ve boyun eğme” mânâsına da gelir...

Farkedersek eğer, her iki anlam da, her an geçerli olan vâkıadır; gelecekte bir zamanda oluşacak bir olay değil!.

Ama, “DİN”, “kıyâmet” demek değildir!...

Bu gerçeğe rağmen, her an içinde yapılan tüm işlerin karşılığı, -oluşmuyormuş- verilmiyormuş gibi anlaşılması yüzünden; hayâllerde, son bir gün düşünülmüş; ve “o son günde herkes yaptıklarının karşılığını alacaktır”, diye sanılmıştır!.

Mâûn Sûresinin ilk âyetini hatırlayalım:

 “DİN’İ İNKÂR EDENİ GÖRDÜN MÜ?.. (107/1)

 Yani,

Allah’ın SİSTEM VE DÜZENİNİ inkâr edeni gördün mü?”…

 Mahşerde, bir günü ellibin sene olan zaman boyutuna geçileceğine göre; insanlar, binlerle sene uzunluğundaki “gün”lerden oluşan binlerle sene sürecek “mahşer” ve “sırat” sürecini yaşayacaklarına göre; olayı sanki tek bir “gün”müşçesine değerlendirip, “ALLAH”ı yalnızca o günün “Mâlik”i veya “Melîk”i olarak kabullenmek, bizim müşahedemize göre gerçekçi olmuyor!...

Tesbitimize göre...

ALLAH indindeki anlardan bir “AN” vardır ki; o an, “tek gün”dür...

O’na göre “an”larından yalnızca bir “an” olan o bildiğimiz

“gün” = ”an” içinde, bize göre ezelden-ebede, her dem O’na boyun eğilmekte ve O’nun hükmü geçmektedir!. Yani, “Mâlik”iyeti ve “Melîk”iyeti sonsuzdur!.

Şimdi burada şu sual akla gelebilir...

Bu dünyada bir çok kişi, büyük kötülükler yapmasına rağmen karşılığını almıyorlar!... Bu da “yapılanların karşılığını verme gününün” yaşadığımız şu gün olmayıp, gelecekte, âhıretteki bir “gün” olduğunu göstermez mi?

Bu soruyu soranlar, “tanrı” kavramından arınıp “ALLAH”ı tanıma konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları için, önemli bir hususu gözden kaçırmaktadırlar...

Her insan, her an, bir önceki anda yaptığının karşılığına ermektedir!.. Çünkü:

 “ALLAH SERİ’ül HİSÂB”tır !..”

 Ancak ne var ki, biz, o kişinin, fiilinin ertesinde erdiği şartları değerlendirmekte yetersiz kalıyor; ve sanıyoruz ki, o yaptığının karşılığını görmemiştir!. Bu yüzden de düşünüyoruz ki, yaptığının şimdi almadığı karşılığını, gelecekte alacaktır!.

Oysa…

“ALLAH”ın “MEKR”i vardır!...

Kişilerin pek çoğu, yaptığı yanlışlarının karşılığına “mekr” yolundan erer!...

Servet, çoluk-cocuk, mevki-koltuk, ünvan-etiket, şan-şöhret gibi şeylerin imtihan aracı olduğu, ve uyanık olmayanların bu fitnelere kapılmak yüzünden geleceklerini yitirecekleri Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde açık-seçik vurgulanmıştır..

Pek çok zengin, eline geçen serveti Allah yolunda değerlendirmek yerine, binaya, toprağa, mala yatırır; o paranın “mekr” yollu kendisine verilmesi yüzünden “fiysebilillah” yani “Allah için, Allah yolunda” değerlendiremediğini farkedemez!.

Dışarıdan görenler, ona verilen paranın bir lûtuf olduğunu, mükâfat olduğunu sanırlar; oysa o para, yapılan yanlış bir işin sonucu olarak “mekr” yollu o kişiye ulaşmıştır!..

Neticede o kişi, parasıyla, dünyalık zevkleriyle günlerini tüketip “ALLAH”a vuslatı elden kaçırdığı gibi; gelecekte asla elde edemiyeceği pek çok şeyleri dahi yitirir de bunun farkında bile olmaz!...

Hazreti Rasûlullah , dev ticaret kervanına sahip iken, varlığını Allah yolunda değerlendirdiği için, ölümötesi yaşama geçerken, geride miras bırakmadı.!..

Hazreti Ebu Bekr, bütün varlığını kişisel zevki için değil, Allah yolunda değerlendirdiği için, ölümü yoksullukla karşıladı!...

Ama “mekr” yollu verilen servet, asla “Allah yolunda” değerlenmez!...

İşte bu sebebledir ki, insanların pek çoğu, servet sahiplerinin büyük dünya zevkleri içinde yaşadıklarını görürler de, “yaptıklarının karşılığını almıyorlar”; sanırlar!.

Bilmezler ki…

Allah onların yaptıklarının karşılığını şimdiden, “mekr” yollu vermektedir; ve onlar da ellerindeki dünyalıkları sebebiyle Allah’dan ve ilgili konulardan günbegün daha fazla uzaklaşmakta ve “perdelenmekte”dirler!...

Gerçekte ise, “Allah’tan perdeli olmak”tan daha büyük bir ceza da düşünülemez!..

İşte eğer, bu gerçeği idrâk edersek, görürüz ki, gerçekte, yaşadığımız her gün, her an “DİN GÜNÜ”dür!..

Bize göre olan her “gün” içinde, daima, mutlak olarak ALLAH’a boyun eğilmekte; her “gün”, ama “lûtuf” ama “mekr” yollu, yapılanların neticesine kesinlikle erilmekte; ve netice itibariyle de herkes yaptığının karşılığına ulaşmaktadır!..

İşte bu mutlak gerçek açısından konuya bakarsak...

 “MÂLİK’İDİR DİN GÜNÜNÜN”!.

 Uyarısının, “Her an tüm varlıkta hükmü geçerli olan O’dur; ve sadece O’na boyun eğilmektedir; âlemlerde ortaya konulan her fiilin karşılığını O her an oluşturmaktadır” anlamına geldiğini farkederiz...

Zira, uygun ve geçerli olan, ALLAH’a ait mânâların; yalnızca “belli bir zamanla” kayıtlı olarak anlaşılması değil; “sonsuz zamanı kapsayacak şekilde” kavranılmasıdır..

 hf

,4- “İYYÂKE NA’BUDU ve iYYÂKE NES’TAIYN”

 “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.” Anlamına gelen; “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” diyebilenin de günâhları af olunur., müjdesi vardır. Yani bunu diyebilen, idrak edebilenin günâhları af olur.

“Lâ ilâhe illâllah” sözü, bu anlattığım hususları bir şifre, bir öz cümle halinde ifade etme anlamını taşır. Yani, “lâ ilâhe illâllah” şifre hâli, kapalı hâli; “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”, açılmış halidir.

İnsan, “maliki yevmiddin”i anlayamadan zaten “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” diyemez !.

Onun için de, Fâtiha’nın iki tür okunuşu önemlidir;

 1-İki âyet arasına sadece virgül koyarak birlikte bir cümle gibi okumak.

 2-İki âyet arasına noktalı virgül koyarak, bekleyerek ayrı ayrı okumak.

 Virgüllü okursan, bir manâ yönü açılır. Noktalı virgüllü okursan, işin başka bir manâ yönü açılır.

Umumiyetle bir çokları bırakın mânâ boyutunda düşünmeyi, ne okuduğunun dahi farkında değildir.

Halbuki, Fatiha’yı OKUmamış olanın namazı geçerli olmaz!.

 “Mâlik-el Mülk” olman dolayısıyla başkası sözkonusu olmaksızın;

  “SADECE SANA KULLUK EDER ve SADECE SENDEN YARDIM BEKLERİZ”...

 Bu işaretin genelde anlaşılan ve kabullenilen yönüyle farkettirmek istediği mânâ hepimizce bilinmektedir...

İster namaz içinde, ister namaz dışında olsun, bu âyet umumiyetle şu mânâda söylenir:

“Biz, başka birine; ya da seninle beraber başka birine değil, sadece sana ibadet ederiz; ve başka birinden değil, sadece senden yardım bekleriz...”

Bu âyetin, genel düşünce düzeyi içindekilere hitap eden yüzü böyledir...

Ancak, baştan beri anlatmakta olduğumuz, âyetlerin derinliğindeki “Vahdet” müşahedesi ve zevki açısından bu âyeti de anlamaya çalışırsak...

Bu defa şöyle bir anlam ile karşı karşıya kalırız:

 Âlemlerin Rabbı, dolayısıyla bizim “Rabbimiz” ve de “Mâlik-Melîk’i yevmid din” olman sebebiyle, her şeyin olduğu gibi bizim de senin isimlerinin özellikleriyle varolmamız hasebiyle, doğal olarak, her an, hepimiz, farkında olmadan da olsa kulluk halindeyiz...

Mutlak ve gerçek kulluğumuzu, senin her biri ayrı hikmete dayalı, türlü mânâlarının kuvveden fiile çıkışına aracılık etmek suretiyle yapmaktayız...

Ve gene hepimiz, (ins ve cin ve melek) kulluğumuzun devamı için her an senden yardım bekleriz... Eğer sen, varlığımızı oluşturan isimlerinin manâlarını ortaya koymayı kesersen, biz yok oluruz!..

Varlığımızın ve kulluğumuzun devamı için de senden yardım dileriz...”

 “İNSANLARI VE CİNLERİ YALNIZCA KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM”(51-56)

 Ki bu yüzden de bu amaçla yaratılanların, “kulluk etmemeleri” mümkün değildir!

Bu âyeti tefsir eden yorumcuların neredeyse hemen hepsi, sanki bu âyet sırf namaz içinde okunmak için gelmiş şekliyle olaya bakmışlar, ve hep namaz içindeki toplu ifade şekli olarak değerlendirmişlerdir..

Oysa, dikkat edilirse eğer, bu âyet “ALLAH sistem ve düzenini” anlatan ilk sûrededir; ve anlamı ezelden ebede, her an, dem bedem geçerlidir!...

Namaz içinde ya da dışında!... Ne zaman ve nerede okunursa okunsun, o anki bütün halleri ve varlıkları kapsamaktadır!...

 HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY, O’NU HAMDIYLA TESBİH EDER!. FAKAT, SİZ ONLARIN TESBİHİNİ KAVRAYAMAZSINIZ!. (17-44)

 Âyeti, yukarıda geçen âyetin mânâsını apaçık bir şekilde; hiç bir yoruma yer bırakmıyacak şekilde izah etmektedir.

Bize göre varolan, tüm zamanlarda ve zamanüstü bir biçimde, “ALLAH” ismiyle işaret olunanın, “âlemlerin rabbı” olduğunu vurgulayan ön ayetlerden sonra gelen bu ayet de, gene aynı şekilde; tüm varolanların “O’na kulluk etmekte olduklarını; ve bu kulluklarının devam edebilmesi için de gene O’na muhtac olduklarını”, vurgulamaktadır!.

Zaten daha dar kapsamlı olarak, insan ve cinlerin dahi kulluk etmek için yaradılmış olduklarına da şu âyet işaret etmektedir:

 “CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM!..” (51-58)

 Kulluğu yerine getirmeleri için yaratılmış olanların; o gayeye yönelik olarak yaratılmış olanların, bu kulluğu îfa etmemeleri acaba mümkün olabilir mi?..

Hele bir de “F Â T I R”ı hatırlarsak!...

“ALLAH”ın, kendisini “FÂTIR’es semâvâti vel arz” diye tanımlayışını hatırlarsak...

Yani, “neyi gerçekleştirmek istiyorsa, o gayeye uygun yapısal özellik vererek, yarattıklarını forme eden” anlamına “FÂTIR” oluşunu; ve böylece göktekileri ve yerdekileri yaratmış olduğunu kavrayabilirsek...

Üstüne üstlük...

 RABBİN HÜKMETTİ Kİ, KENDİNDEN GAYRINA KULLUK EDİLMEYE!.. (17-23)

 “H Ü K M Ü” mevcut iken!...

Peki bu takdirde, buradaki olayı nasıl değerlendireceğiz... Ne anlıyacağız?...

Nasıl anlıyacağız?…

Elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışalım...

ALLAH”, “âlemlerin Rabbı” olduğu için; isimlerinin işaret ettiği özelliklerin seyrini murad etmiş ve bu isimlerin mânâlarına dayanan yaratıklarını “esmâ terkipleri” halinde ortaya çıkartmıştır...

Yaradılmışların varlıklarını bu isimlerin mânâları oluşturduğu için, onların bunun dışında kendilerine özgün vücudları ve varlıkları yoktur!... İş bu sebeble de, bu mânâlara dayalı varlıklarıyla, her an bu mânâların gereğini ortaya koymak suretiyle “GERÇEK anlamda ve MUTLAK yönden KULLUKLARINI” îfa etmektedirler..

Şayet basiretle dikkat edilirse, yukarıdaki âyetler tümüyle biraraya gelince, bu mânâ apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır...

Böylesine geniş kapsamlı ve tüm varolmuşları içine alan mânâları ihtiva eden âyetlerin anlamının; son derece dar sahada, “namaz kılan kişinin rabbine kulluk itirafında bulunması ve ondan yardım istemesi” şeklinde anlaşılması, Kur’an-ı Kerim’in, “evrensel sistemi açıklayan KİTAP” oluşuna uygun düşmemektedir; müşahedemize göre..

Peki bu âyette, diğerlerinin anladığı gibi, “bizim kulluk itirafımız ve yardım dilememiz” anlamı da yok mudur? Böyle anlayanlar yanlış mı anlamışlar?.

Yanlış değil, yetersiz ve derinliksiz olarak; dolayısıyla da çok kısıtlı bir ölçüde anlamışlardır!

Açıklamaya çalıştığımız, kapsamlı ana mânâ içinde, çok dar kapsamlı bir anlayışla, o mânâ da mevcuttur elbette!...

Evet, “kulluk eder ve bunun devamı için de senden inâyet isteriz” manâsı da vardır bu âyette. Ancak, “her an ve her nefeste” gibi anlaşılmak zorunluluğu ile beraber!...

Bu arada şu soru akla gelebilir...

Bütün varlıklar yaradılış gayelerine hizmet eder bir biçimde yaşam sürerek “kulluk” ediyorlarsa; bu durumda bizim “ibadet”lerimizin anlamı ne?..

Neden ibadet edelim?..

Biz Allah’a tapmak için namaz kılmıyor muyuz?..

Allah’a tapınılmaz mı?..

İbadet ederek cennete hak kazanmıyor muyuz?.

İbadet etmedikleri için cehenneme gitmiyorlar mı?

Önce “kulluk” kavramının iki anlamına işaret edelim...

Birinci mânâda “kulluk”, geniş kapsamlı ve “mutlakiyet” ifade eder şekliyledir... Bu gerçek anlama, yukarıda işaret ettiğimiz âyetler toplu olarak değerlendirildiğinde kavuşmaktayız..

Bu mânâda “kulluk”, evrensel sistem içindeki tüm yaradılmışların, “mutlak kulluk” için varedilmiş oldukları; ve her an da buna devam ettiklerini açıklama sadedindedir..

 “CİNLERİ ve iNSANLARI YALNICA KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM..” (51-56)

 şeklindeki Kur’ân hükmü buna işaret eder. Buna “fıtrî kulluk” da denir!.

İkinci mânâda “izafî-göresel kulluk” ise, bireyin “Rabbi olan ALLAH’ı farketmesi, O’na kulluk için var olduğunu ve bu görevi yaptığını kavraması ve nihayet bu hâlinin devamı için de her an gene ALLAH’a muhtaç olduğunu hissetmesidir”... Ki bu da “göresel” anlamda, “bireysel kulluk”tur...

Burada ayrıca, çok önemli bir sırra da, işaret yollu değinmek istiyorum. Ehli elbette bu işareti değerlendirip hedefteki kapıdan içeri girecektir!.

Rasûlullah aleyhisselâm buyurmuştur ki:

 “Namaz, müminin mi’râcıdır”!.

“Fatihasız namaz olmaz”!..

 Âyette de şöyle bir uyarı vardır:

 “VAY HALİNE O NAMAZ KILANLARIN Kİ, NAMAZLARINDAN GÂFİLDİRLER!.. (107-4/5)

 Yani, “namaz”ın ne olduğunu anlamadan, hissetmeden “namaz”ı “kılan”ların hâli perişan olur!.

Önce bu konuda bazı önemli noktalara dikkati çekelim…

Namazdan amaç, “mi’râc”dır!…

Bunu gerçekleştirememesi, kişinin varlığını da oluşturan Allah’tan “perdelenmesini”, yani gafleti meydana getireceği için, çok büyük bir kayıp olur!.

“Mi’râc”ın oluşması ise, Fâtiha’nın okunmasına; yani, Fâtiha’daki kelimelerin anlamlarının idrâk edilmesine bağlıdır!.

Öyle ise burada şöyle düşünmek lâzım gelir…

“Fâtiha” sûresi’nde, Kur’ân ’ın diğer sûrelerinde olmayan hangi anlam vardır ki; o anlamı farkedilmeyen, idrâk edilmeyen ve tasdik edilerek itiraf edilmeyen namaz, büyük sorumluluk getirmekte; buna karşılık o anlamın hissedilip yaşanması sûretiyle Onun okunuşu, kişiyi “mi’râc”a çıkartmaktadır?

Besmele ve hamdele diğer bölümlerinde de geçmektedir Kur’ân’ın… Hidâyet dilenmesi de!..

Öyle ise…

Burada düğüm noktası gelip “Mâlik-Melîk’i yevmid din; iyyâke na’büdü ve iyyâke nestaıyn” cümlesine dayanmaktadır..

Fenâ fillah sırrı da burada gizlidir!.

“İyyâke na’büd” cümleciği,“fenâ fillah”ın Kur’ân ‘daki ifadesidir!.

Bu arada Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını da düşünelim:

 “Her vakit namazı, kendisiyle bir önceki vakit arasındaki günahları siler”!.

 Peki bu âyetlerde ne gibi bir mânâ ve sır mevcut ki, bu sırrın farkedilip, idrâk edilmesi; ve dahi yaşama geçirilmesi, kişiyi hem bir önceki namazdan beri kendisinde oluşan günahlardan arındırıyor; hem de “mi’râc”ı yaşamanın yolunu açıyor?

Şimdi bu âyetin anlamını bir daha düşünün!..

Burası çok ama çok önemli bir sırdır!. Niyaz edelim ki açıla!..

Zirâ, “Namaz”ın “ikâmesi” ve “dâimi”ye dönüşme yolunun açılması ancak bu sırrın keşfedilmesine bağlıdır; bize göre!.

“ALLAH”a “tapınma” konusuna gelince...

“TAPINMA”,asırlardır, çeşitli toplumların şuursuz bir biçimde putlarına, tanrılarına yaptıkları saygı, yakarış gibi davranışları tarif için kullanılan bir kelimedir... Asla “kulluk” diye çevirdiğimiz “ibadet” kelimesinin mânâsını ifade etmez; ve “ibadet” kelimesini Türkçeleştiriyorum diye “tapınma” kelimesini kullanmak, oldukça önemli bir hatadır!... Kullanan kişinin Türkçe bilgisinin yeretsizliğine verilir!..

Diğer taraftan,

 “CİNLERİ ve iNSANLARI SADECE KULLUĞUMU YAPMALARI iÇİN YARATTIM..” (51-56)

 Âyetinde geçen “ibadet” yani “KULLUK” kelimesinin ibni Abbas radıyallahuanh tarafından “liya’rifun” diye yorumlandığı ve âyetin böyle anlaşılması gerektiği yaygın olarak bilinen bir husustur..

Şayet, “liya’budun” kelimesini bu mânâda anlayacak olursak ve “iyyake na’budu” ifadesindeki “kulluğun” da “irfan” mânâsına işaret ettiğini düşünürsek; o takdirde şöyle bir anlam ile karşılaşırız:

“Âlemlerin Rabbı olan ALLAH’ın bizim Rabbimiz olduğunun bilinciyle her an O’nun varlıkta tasarrufunu seyretmekte olduğumuzu itiraf eder; ve bu bilinçli kulluğumuzun devamı için de o’ndan yardım bekleriz”..

Peki biz ibadetlerimizle cennete gitmeyecek miyiz, bunun için ibadet etmiyor muyuz?

İşte tamamiyle asılsız bir kabulleniş daha!.

Hiç kimse ibadet ettiği için cennete girmez!..

Çok bilinen bir hadisi şerifinde Hazreti Rasûllullah sallallahu aleyhi ve sellem

Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 “Hiç kimse ameliyle cennete gidemez!...”

 Sormuşlar:

 “Sende mi Ya rasulallah?..”

“Evet, ben de!... Ne var ki Rabbim bana rahmet etmiştir!..” (de, amelimle değil; o rahmet sebebiyle cennete giderim)...

 Bu husus tamamiyle “KADER” konusu ile ilgilidir!...

Anlatılagelen ve gerçeğe uymayan “kader” görüşlerinin ötesinde; gerçek kaynak bilgileri edinmek isteyenler, kitaplarımızdaki ilgili bölümleri inceleyebilirler...

Burada kısaca şunu ifade edeyim ki, hiç bir ibadet cennete girmek gayesiyle yapılmaz; ve ibadet eden cennete girer, diye de bir hüküm mevcut değildir!...

Kişinin cennete girmesi, ibadetine bağlı değildir...

Ancak, muhtemelen “Allah”, cennete girecek olanlara ibadeti kolaylaştırmıştır, diyebiliriz...

İbadetler, insanın, bilinçlenmesi ve güç kazanması içindir!.. İnsanlar bu ibadetleriyle, bilinçlenebilir ve güç kazanabilirler...

Ancak ne var ki tüm bunların ötesinde, “ALLAH”ın o bireyin cennete gitmesini takdir etmiş olması işin en önemli ve ana faktörüdür!... Şayet hakında böyle bir takdir yoksa, birey ne kadar ibadet ederse etsin, bilinçlenirse bilinçlensin ve dahi güç kazansın; gene de cennete giremez!..

Yani kısacası, “cennete girmek”, ibadete değil, “ALLAH” takdirine dayalı olarak “İMAN nuru” esasına bağlıdır!..

Niçin cehennemden çıkmak “iman”a bağlıdır?

Bir kısım felç olayları vardır ki, bunlar tamamiyle psikolojik kökenlidir!.

Bedende patalojik hiç bir problem olmamasına rağmen, kişi kendisinin felçli olduğunu ve bir daha asla yürüyemiyeceğini vehmederek; tekerlekli sandalyesinde cehennemini yaşar!.

 Hastalık hastası diyebileceğimiz kişiler kendilerini etki altında tutan vehim gücü yüzünden akıllarını yeterince değerlendiremez, çeşitli kaabiliyetlerini kullanamaz; ve böylelikle de hayatlarını ızdıraba dönüştüren cehennemden çıkamazlar!.

İnsan, hayatını cehenneme çeviren vehim gücünün üstesinden akılla gelemez!. Vehim kuvveti yani “yoku var sanıp, varı yok sayma” özelliğinin üstesinden gelecek olan insandaki güç akıl değil, imandır!.

Vehim, akıl ve ona dayalı olan tefekkür mekanizması üzerinde rahatlıkla tasarruf ederken, fiilleri direkt yoldan etkileyen iman karşısında daima yenik düşer!.

İşte bu yüzdendir ki “Dini” anlaması için akıllıya teklif yapılmış ve iman ederek yürümesi önerilmiştir!.

İnsanın, gerek dünya yaşamındaki cehennemî sürec, ve gerekse de ölümötesi yaşamındaki cehennemi, hep onda galip gelen vehim kuvvesinin sonucudur!.

Bunun sona erdirilmesi ise yalnızca iman kuvvesi ile mümkündür!.

Bedeninde fizikî bir arıza olmadığı halde kendini felçli sanan kişi inanacağı kişiyi buldumu yürür!.

Evhamlı kişi, iman edeceği insanla ya da bilgiyle karşılaşırsa ızdırabı sona erer..

En dar kapsamlı anlamıyla “Allah’a iman” da, kişiye karşılaştığı zorlukları, “Allah”a ait özelliklerin kendisine o konuda yardımcı olacağına ve kendisini o konuda selâmete çıkaracağına iman” sonucunu getirir!. Kişi bu iman ile kendisinde cehennem ortamından çıkacak gücü bulur!. İsterse zerre kadar imanı olsun!. Ama kişinin böyle bir imanı yoksa, kendisini bildiği güçlerinden ibaret sayıyorsa, “Allah”ı anlamamışsa ve iman etmemişse; özündeki Allah’a ait kuvvelerden mahrum kalacağı için” edediyyen cehennemden çıkamayacaktır!. İman etmediği için başkası da, kim olursa olsun ona bu konuda yardım edemeyecektir!.

Aklı vehim gücünün etkisi altında olduğu için kendisinin asla yürüyemiyeceğini sanan kişi gibi!.

Yani ebedî olarak cehennemde kalacak olanlar, yaşamlarını yöneten vehim kuvvetinin etkisi altından kendilerini kurtarıp, iman etmeden yaşadıkları için sonsuza kadar cehennemde kalmaya mahkûm olmaktadırlar!.

hf

4-İHDİNA’S SIRAT’EL MUSTAKIYM

  “Hakkımızda hayr olana erdir”..

 Esasen  herkes hidâyet üzeredir…

İhda”nın mânâsı “hidayet et” demektir...

Hidâyet” ise, “hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lûtfu letâfetle, varlığın yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek”; demektir..

“Hidâyet”, en kapsamlı anlamıyla, yaratılmış her “şey”i, o şey hakkında “hayr” olan hedefine, “LÂTÎF” isminin sırrıyla, yönlendirip, o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır..

Muhakkak ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim, o hedefine kendisine gelen “hidâyet” üzere ulaşacaktır!.. Çünkü  ona, o hedefe ulaşmak “hidâyet” edilmiş, “kolaylaştırılmıştır”!...

Misâli kendimizden verelim...

Biz, takdir gereği, bu kitapları yazıyoruz... Ancak, bu kitapları okuyanların belki de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir!...

Ve nihâyet birazı da, kendisine bu yolda verilmiş olan “hidayet” sonucu olarak;

“Demek olaya böyle de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış” deyip, Kur’ân-ı Kerim’i bu gözle değerlendirmeye başlıyacak.. Böylece, “Kur’ân ‘ın, evrensel SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve yapısını; ve dahi, insanın, yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl değerlendirmesi gerektiği yolundaki uyarılarını farklı bir gözle değerlendirip”, sürekli yeni ufuklara kanat çırpacaktır...

Bir kısım insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin görüşleriyle daha yetişme çağında sınırlanmışlar; ve daha sonra da şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir...

Hatta daha sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki, “KOZA”yı kıramamış; “her şeyi çok dar bir perspektif içinden” görerek yaşamışlardır!

Uzak doğuyu, Amerika’yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama, hala, o yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı görüşlü kişiliğini aşamamışlardır...

Bu “KOZA”sını delip çıkamamış zevâtı kirâma göre...

 “Kur’ân, yukarıdan Mekke’deki Hazreti Muhammed’e inmiş, önce Arapları sonra da insanları “iyi ahlaklı yapmak için gelmiş, Allahtan başkasına tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği kurallarının daha bir gelişmişidir”..

Kur’ân-ı Kerim’de SİSTEM yoktur!...

Kur’ân ‘da bilimsel gerçeklere işaretler aramak abestir!..

Kur’ân ‘dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne kimya ne de başka dalda hiç bir şey öğrenilemez!...

Kur’ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden tapınılması gerektiğini, toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan bir kitaptır”

 “Allah”, “hidâyet” etmedikçe, kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü “kozasını” ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalâde zordur!..

Çağdaş veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak, hele hele geleceğe dönük ve de “KOZASIZ” yaşayabilmek bütün bunların üstündedir!..

Bizim kitaplar bir yana, Kur’ân-ı Kerim’i okuyanların içinde, “okur”ların sayısı sayılacak kadar azdır!..

“Okuma ücretini cennette almak üzere anlaşmalı olduğu” için; ya da “ölmüşlerini rahatlatmak için sevap olsun diye okutanlar ve okuyanlar” ötesinde; gerçek “Kur’an okur”larının sayısı ne kadardır dersiniz?...

Kur’ân-ı Kerim’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi; ve o sistem içindekilerin yapısını; özelliklerini; Allah’ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek okuyanlar ve bundan dolayı “huşû” duyanlar ne kadardır, dersiniz?...

Evet, o çok bildiğini sanan; ancak hiç bir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme birikimi de bulunmayan, “monolog”çular, “vâiz”ler, “koza”larının içinden seslenirler, diğer “kozalı”lara .. “Zinhar, sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa, kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara kulak vermeyin, okumayın!.. Allah’ın çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi dünyadır, her şey dünyanın çevresinde dönüyor diye düşünmekte devam edin!..

Kur’ân ilim kitabı değildir!.. O’nun ilimle yorumlanması caiz değildir!. Bırakın yeni düşünceleri!.. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız”(!)

Neden bu böyledir?...

Önde gelen gerçek ve kesin neden, onlara gelen “hidâyet”in bu yolda olmasıdır!..

Muradı ilâhi, “meşiyyet-I ilâhi” böyledir!...

Öte yandan bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına karşın, düşünce sınırlarının “koza” ile sembolleştirdiğimiz “darçevre düşünü sınırlarını” aşamamalarıdır!..

Bunun dindeki izah şekli ise, o bireye “KOZA” dışı düşünce ve bakış açısının “KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ” olmasıdır!...

“Özgür düşünce” tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme zorunluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.

Bu sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hatta hoşgörürüz; ve deriz ki, onlar da Allah’ın takdiri üzere “hidayette”dirler...

Evet, “İHDA”nın getirdiği “kolaylaştırma” kavramı, bilelim ki konunun anlaşılmasında anahtardır!

Burada, hemen şu işareti Rasûlullah Aleyhisselam’a kulak verelim;

Hazreti Âli anlatıyor:

“Biz bir defasında Baki’ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk...

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelip oturdu... Biz de etrafını sardık...

Rasûlullah’ın beraberinde bir âsâ vardı...

Rasûlullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki âsâ ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı... Sonra şöyle buyurdu:

 “Sizden hiç bir kişi ve yaratılmış hiç bir nefis istisna olmaksızın, hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLAH yazmıştır!... Ve herkesin said veya şaki olduğu kesinlikle yazılmıştır!..”

 Bunun üzerine oradakilerden biri sordu:

Ya Rasûlallah öyle ise bizler yaptığımız çalışmaları terkedip, bu yazımız üzere mi kalalım?..

Rasûlullah şöyle buyurdu:

 “Said olan kimse, saadet ehlinin fiîllerine ulaşacaktır... Şakî olan kimse de, şekâvet ehlinin ameline ulaşacaktır...

Sizler, amel edip çalışın... Çünkü, herkese KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR!.

Said olan saâdet ehlinin ameline KOLAYLAŞTIRILIR; şaki olan da şekavet ehlinin FİÎLLERİNE KOLAYLAŞTIRILIR !...”

 Şu da aynı hususa işaret eden başka bir olay...

Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah naklediyor babasından...

Soruyor Hazreti Ömer radıyallahuanh:

“Ya Rasûlallah... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?.”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdi:

 “Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!...

HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR...

Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekavet için çalışır!..”

 Son olarak Rasûlullah Aleyhisselâm’ın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim:

Süraka bin Cü’şum şöyle soruyor Rasûlullah Aleyhisselâm’a:

Ya Rasûlallah... Fiillerimiz, kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki, artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?... Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir sözkonusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?

Buyurdu ki Rasûlullah:

 “FİÎLİN, kader ile tesbit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!...

Herkes, ne için yaratıldı ise, ona KOLAYLAŞTIRILIR!..”

 Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... KOLAYLAŞTIRILIYOR... HİDÂYET EDİLİYOR?…

Yukarıda izah etmiştik ki, “hidâyet”, “LÂTÎF” ismi yönünden oluşur!...

Şimdi “LÂTÎF” ismi sırrıyla, “hidâyetin” oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...

Önce, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şu açıklamasına kulak verelim:

 “Muhakkak yüce ALLAH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı.. Sonra onlara “nur”undan saçtı!.. Bu “nur”dan nasibini alan hidayete erdi!... Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!...

Bunun için, ALLAH’ın ilmine göre kalem kurudu!.”

 Şimdi de şu âyetleri dikkate alalım:

 “ALLAH DİLEDİĞİNE HİDÂYET EDER!...” (22-16)

 “YILDIZ iLE HİDÂYETE ERERLER !...” (l6-l6)

 “BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTEDİRLER...” (12-16)

 “EMRİ SEMADAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER.... “ (32-5)

 “ALLAH YEDİ KAT GÖĞÜ VE YERDEN DE ONLARIN BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMRİ ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR... “ (65-12)

 “ALLAH SİZİ YARATTI VE DÜZENLEDİ, BİÇİMLENDİRDİ.. DİLEDİĞİNCE TERKİP ETTİ!...” (82-7/8)

 İmam GAZALİ merhum, meşhur eseri “İHYA”da, ashabın âlimlerinden olan ibni Abbas radıyallahu anh’ın şöyle dediğini yazar:

 O ALLAH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN emir inip duruyor!...(65-12)

 âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız... Bana kâfir derdiniz!...”

 Şimdi de

 EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBÎR EDER

 ayetideki, “TEDBÎR”in mânâsına gelelim..

Bakın Hamdi Yazır merhum “TEDBÎR”i nasıl açıklıyor:

“TEDBÎR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir.. Allah tealanın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır..

Şu halde burada “EMÎR”, umurun tekili olarak “şein” manâsınadır..

Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMAVÎ ESBAB VE KUVAiLE YUKARIDAN AŞAĞIYA iNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve iDARE EDER..” (C.6; s:3859)

Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı...

Bakın, “BÜTÜN YILDIZLAR EMRİYLE FAALİYETTELER”..

Peki ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..

Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaradilmış bu yıldızlar?...

 ALLAH YEDİ GÖĞÜ VE ARZDAN (YERYÜZÜ) DA BİR MİSLİNİ YARATMIŞ; EMİR (hüküm) , ARALARINDAN NÂZİL OLMAKTADIR”

 Âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’AN DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:

“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zahirde seyyarelerden her biri kendi seması dahilinde bir arz(yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLAH’IN BİR TAKIM MAHLUKATI VARDIR; demek oluyor!..” (c:7;s:5078)

Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır..

Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin azçok arzımız gibi kendi alemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlukata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı havi birer cirm oldukları sezilebilir...” (c:7;5081)

Evet, artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhalde...

Lûtfen gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından, gerçekçi ve objektif bir biçimde, olduğu gibi görme noktasına oturtalım...

 “ALLAH” ismiyle işaret edilen, “SINIRSIZ vücüd” sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur...

Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O’nun varlığı, vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kâim ve dâim ve harekette ve bilinçte varlıklardır!...

Her birinin diğer birinden farkını, yapısını, terkibini oluşturan Allah isimlerinin özelliklerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır...

İşte bu yüzdendir ki; Her birimde tasarruf eden, ve o birimle diğerlerini etkileyen; yönlendiren; biçimlendiren; yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLAH’tır’...

O’ndan gayrı “YARATAN”; O’ndan gayrı “RAB”; O’ndan gayrı ”HÂDİ” (hidayet eden); O’ndan gayrı “MEHDΔ; O’ndan gayrı “MUHYΔ, O’ndan gayrı “MUMİT” (ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!..

Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü farkedemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkar etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz...

Ya, O’nu yüceltme tahayyülü ile, O’nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine, arş’ın ötesine, kısacası hayalimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!...

Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi “O” yapıp; “O”nu orada ortaya konulan mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi “ALLAH” kabulleniyor; ve böylece geri planda “birimselliğimizi ALLAHLAŞTIRIYORUZ”!...

Ve yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu isbat eder bir düşünce ile; sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut, artı, bir de “O” var!... deyip; “O”na “SINIR” getiriyoruz!.. Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, “O”nun bizlere, makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!..

Oysa, nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da, hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın kişiliğinden, “oluşturduğu” kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren “ALLAH” da, o yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan beri ve ötedir!..

Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O’na aittir...

Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O’na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini etkilemektedir!...

Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiç bir “şey” için “ALLAH”tır denemez!... Fakat, oradaki “vücûdu” da inkâr edilemez!.

Bu yüzdendir ki Rasûlullah Aleyhisselâm, şöyle buyurmuştur:

 “İnsanlara şükretmiyen, ALLAH’a şükretmiş olmaz!...

 Ayrıca;

 “ALLAH iHSAN EDENLE BERABERDİR...”

 âyetinde işaret edilen bir biçimde, “ihsan edende veren Hak’tır”!...

Tasavvuftaki “mâiyyet sırrı”da budur işte!..

Ve sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayalinde “tasavvurun olan tanrına” şükretmiş olursun; ki, bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş olman sonucunu doğurur...

İşte eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani “OKU”muş olacağız...

Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli “ALLAH” isimlerinin mânâlarını hâvi “BURÇLAR”ın, yani günümüz deyimiyle “takım yıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada dünyamızı da etkilemektedir!..

Semâdan, yıldızlardan gelen ve “ALLAH” isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol açmaktadır..

İşte bu sebebledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullahtan ve o devrin “OKU”muşlarından olan Muhyiddin A’rabi, “Fütuhat’ı Mekkiye” isimli eserinde;

“Dünyada, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN iNEN TESIRLERLE meydana gelir..” demiştir!..

Ve işte bu sebebledir ki, “EMİR”, yani “HÜKÜM”, yani, o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir...

Esasen “EVRENSEL SIRLAR” isimli 70’li yıllarda yazmış olduğumuz kitapta, bu gezegenlerden bazılarındaki canlı türleri hakkında sözetmiştik...

“Din”de “melek” diye tanımlanan ve bizden ayrı bir boyutta yaşadıkları için de bizim tarafımızdan algılanmaları asla mümkün olamayan bu varlıklar dahi bizi çeşitli şekillerde etkilemektedir; ve bunların aramızda yaşamakta olan “CİN”lerle hiç ilgileri yoktur!..

Ancak bu arada çok büyük bir aldatmaca da sözkonusudur...

Günümüzde “UZAYLI” olarak lanse edilen ve kabul ettirilmeye çalışılan “CİN”lerin ilişkide oldukları kimselere, cinlerin kendilerini zaman zaman da “melek” olarak empoze ettiklerini duyuyoruz...

İster kendilerinin “uzaylı” olduklarını söylesinler, ister “Mevlana” ya da başka birinin “RUHU” olduklarını iddia etsinler; ve hatta kendilerinin “melek” olduklarını kabul ettirmeye çalışsınlar, kesinlikle bilelim ki, bunlar hep “CİN”lerdir!...

Bunlardan, müşahedemize göre yegâne korunma yolu da şu aşağıda yazacağımız

Kur’ân âyetlerini ezberleyip okumaktır...

“Rabbi innî messeniyeş şeytanu binusbin ve azab.. Rabbi euzübike min hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun.” (Saffat:7 Sad:41)

Bu okumanın nasıl ve hangi sistemle fayda sağlayacağını ise en tafsilatlı bir biçimde “D U A ve Z i K i R” isimli kitabımızda anlatmıştık...

Bu tür ilişkilerde olanlar, sabah-akşam l50 veya 200’er defa okumaya devam ederlerse, ayrıca gene aynı kitabın 268. Sayfasındaki duaya günde 100 defa devam ederlerse kısa sürede bu kandırmacanın sona erdiğini görürler...

Tabii, okumamaları için üzerlerine yapılan baskıya karşı koyup; içlerinde, okumamaları için oluşturulacak sıkıntıya direnebilirlerse...

Evet, hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar adı ardındaki, Mutlak İrade’den her an evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!...

Ve bu etkileme “hidâyet” kelimesinin ihtiva ettiği “lütfu letâfetle”, yani biz hiç farkında olmadan, bünyemizde en gizli “Lâtif” bir biçimde cereyan etmektedir...

İşte günümüzde “astroloji” diye tanımlanan “Burçlar ilminin” temelinde böyle bir sistem mevcuttur... Bu konunun detaylarını öğrenmek isteyenler Sayın Nuran Tuncel’in hazırladığı “A’dan Z’ye ASTROLOJİ” isimli kitabı okusunlar..

Evet, “ihdına”nın nasıl olduğunu, “hid3ayet”in hangi sistemle meydana geldiğini izah sadedinde mecburen buralara kadar geldik...

Nitekim az önce görmüş olduğumuz şu âyette “hidâyetin oluşması” apaçık ve kesin bir şekilde vurgulanmıştır:

 YILDIZ İLE HİDAYETE ERERLER”

 Bu âyet görüldüğü gibi, “hidâyet”in yıldız kanalıyla oluştuğunu vurgulamaktadır...

Özellikle “B” sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak, şu çok orijinal mânâ ile karşı karşıya kalırız...

“HÂDİ olan ALLAH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı takılmış nesneden yolladığı tesirle-melekle- ışınlarla hidâyetini onlara ulaştırır...”

Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı itibariyle Allah’tandır!...

Tıpkı, “yemek yedim, Allah kuvvet verdi”deki gibi... “İlaç aldım, Allah şifa verdi”deki gibi!.

Eğer bunu da anladıysak, konu iyice açıklık kazandı demektir..Artık hidâyet “emr”inin yani “hükmü”nün semâdan arza nasıl “nâzil olduğunu” farkediyoruz, demektir..

“Hidâyet” mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet” sözkonusu, bir de onu görelim:

Bu arada bilelim ki, Allah’ın hidâyet ölçüsünden bahsetmek, onu sınırlamak olur ki elbette bu mümkün değildir..

Öyle ise “hidâyeti” en geniş kapsamlı olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine göre yönlendirilmesi, yapacakları işlerin onlara kolaylaştırılması, onların işlere kolaylaştırılması olarak anlıyabileceğimiz gibi...

Daha sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki farkı görebilme anlamına da değerlendirebileceğiz...

Ayrıca, varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek olan nebilere, rasûllere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan “hidâyet” dahi gene “ihdına” derken düşünülebiliyor...

“SIRAT”a gelince...

“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına kullanılmasına karşın, “sırat-ı mustakim” deyimi Dinsel mânâda, “Allah yolu üzere olmak” şeklinde anlaşılır...

Mustakıym” ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne de iniş-çıkış,,, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!...

Esas itibariyle her yaradılmış kendi yolundan, “ALLAH yolu üzerindedir”..”ALLAH’a giden yolun sayısı nefslerin adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes kendi rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de... ve bu duruma;

 “HEPSİ DE PROGRAMLANDIKLARI DOĞRULTUDA FİİLLER YAPARLAR...”

 (17-84)âyetiyle de işaret edilmişse de...

Ve bu mânâya olarak;

“İhdınas sıratel mustakıym”in mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak:

”Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da...

“Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan sıratı var” ise de…

Özel anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin “en’âm” yolundan ebedi huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir “sırat”ı istemesi gerektiğini; “Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır” anlamında bunu değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler göstermektedir...

Öyle ise geldik şimdi, bir sonraki son âyete:

hf

İSTENMESİ ZORUNLU SIRAT!

 “sırat’elleziyne en’amte aleyhim; gayrıl mağdubi aleyhim ve laddaalliyn””O yola ki senin in’âmını hâvidir, bağışladın onlara; gazablandıklarının ve sapmışların yoluna değil!..”

İn’âm” yani nimetleri hâvi “sırat” neleri ihtiva eder:

“Bunda dikkat çeken üç nokta mevcuttur:

Evvela, bizzat yol ve sırat en önemli nimet olan azâmetli bir nimettir...

Saniyen, in’âm -ı sırat, çok önemli bir yardım olarak anlaşılır...

Sâlisen, onlara izafe kılınan bu sırat, kendi vazıları olmayıp; vazı ve in’amı ilahi olduğu ve onların sıratı olması mazhariyet ve sülukları itibariyle bulunduğu, anlaşılır...” (c:1;s:130)

Esasen, “Rahman”ın “rahmet”i sonucu oluşan bu “in’am olan yol”, elbette ki kişiyi, Rabbine kulluğunun bilincine kavuşturacaktır; ki bundan da daha büyük mutluluk olamaz!

 hf

ÖZEL İN’ÂM

 Allah’ın bu genel “in’âm”ı dışında bir de özel “İn’âm”ı vardır... Buna erenler kimlerdir?...

Bunlar gene Kur’ân açıklamasına göre, derece derece “sâlihler, şehidler, veliler ve nebilerdir”... Bu nimetler ile derece derece Allah’a yakîn ve kurbet eylemişlerdir. Ki, “İHDA”yı “yakîne ve kurbete götüren yol” anlamında da anlayabiliriz.

İçlerinde olunmaması uyarılan “mağdubın” ve “daaliyn” kimlerdir?...

“Mağdubin”, “gazaba uğramışlar” anlamına kullanılmıştır...

“Zulmedenin fiîlinin neticesini oluşturma düşüncesi”, “gazab” olarak tanımlanır...

En büyük zulüm de, kişinin, “nefsine olan zulmüdür”; ki buna “şirk” denir!...

“ŞİRK”, “özellikleri ve sıfatlarıyla sonsuz-SINIRSIZ” ve “Vahid-ül AHAD” olup “ALLAH” ismiyle işaret edilenin yanı sıra bir tanrı kabullenme, anlamını meydana getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!.Ki bu hal netice itibariyle “gazab”ı doğurur...

Bu durumda “mağdubin” diye işaret edilenlerin “şirk” ehli olan “müşrik”ler yani “tanrı kavramına inananlar” olduğu mânâsı anlaşılır...

“Daâlliyn”e gelince…

“Dalâl ve dalâlet” doğru olan yoldan hataen veya kasden “sapmak”tır...Yani, doğru yol üzere iken, hata yapmak suretiyle veya kasdı mahsusa ile, yürüdüğü istikâmetten başka bir yöne yönelmektir “dalâl”...

Şayet bir kişi gerçeği bulmuşken, o gerçek üzere iken, gerçekten ayrılmasına yolaçan fikri kabullenir ve o görüşe yönelirse, buna “dalâlete sapma” denir..

Doğrusu Allah indindedir elbet; ancak, bizim anladığımız kadarıyla, âyette geçen “MAĞDUBÎN” denilenler, “şirk” yollu, baştan beri “tanrı kavramını kabul edenler”dir ki bunun da din terminolojisinde karşılığı “müşrikler”dir...

DAÂLLİYN” ise, “ehli kitap” denilen; kendilerine işin doğrusu bildirilmiş, ALLAH indindeki tek DİN’den yani İSLÂM’dan, yani Hazreti Musa veya Hazreti İsa öğretisinden “SAPANLAR”dır!..

 hf

FÂTİHA SONUNDA  NİÇİN  “AMİN”  DENİR?

 OKUduğun Fâtiha’nın anlamının seni algılayan tüm birimler tarafından tasdikini istemektir...

hf

“KEVSER”

 “Allah" adıyla işaret olunanı ilmen müşahededir ,  enfüste ve âfâkta!...

 hf

“ALÂK”

 “Alâk” ; tüm genetik verileri kendisinde toplamış gelişme düzeyindeki hücre grubudur! Genelde “pıhtılaşmış kan” olarak tercüme edilmektedir.

 hf

YUNUS A.S’IN  TESBİHİ

 “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke inniy  küntü minezzâlimiyn”(21-87)

 Anlamı :“Tüm sınırlılık ve eksiklik ifade eden ilkel kavramlardan beri olan sonsuz sınırsız AHAD olan sen  varsın,tanrı yoktur;bense nefsimin hakkını edâ edememekten dolayı zulmedenlerim”

Rivâyete göre  Kur’ân  ‘ın zâhir anlatımına göre Yunus Nebi insanlara ilâhi  hakikatları anlatmış ama insanlar bunu anlamayınca- riâyet etmeyince O da kızmış  ,onları bırakmış   ,bir gemiye binmiş ,gemi  ile yola  çıkmış ,bir müddet    sonra açık denizde  iken gemidekilerin birisinin eşyası kaybolmuş ,aramışlar eşyayı Yunus Nebi’nin çuvalında veya torbasında bulmuşlar,demişler ki;”bunu sen çaldın!”

Tabii ki Yunus Nebi’nin hiç bir şeyden  haberi yok.Ama gemi yetkilileri suçun cezası olarak Yunus Nebi’yi denize atmışlar.O’nu bir balık yutmuş,balığın karnında iken Hz.Yunus;”Ben  ne yaptım.bir Nebi olduğum halde niçin insanlara tebliğ-uyarıcılık görevimi terk ettim” diyerek hayıflanmış ve yukarıdaki âyette geçen cümleyi söyleyerek ,

 Ya Rabbi!Ben nefsime zulmettim,zâlimlerden oldum”

  demiş.

Bunun üzerine balık karaya yanaşmış,Yunus Nebi balığın karnından çıkmış,insanları irşad etme  görevine devam etmiştir.Hikâye ve rivayet ve misâl yollu anlattım.

Öbür yanda Kur’ân  ‘da bir âyette şöyle der, meâl olarak;

 Biz insanlara çeşitli misâller verdik,artık  bu  misâller üzerine tefekkür edip akıllarını kullanıp bu misâllerle neyi anlatmak istediğimizi anlasınlar!” 

 Yani    ana olay; o misâl değil, misâlle işaret edilmek istenen mânâ ve gerçeklerdir.

Kur’ân bu misâlle neyi anlatmak istiyor,bunu anlayın,idrak edin,tefekkür edin” denmektedir.

Yunus Nebi aldığı vahiy  ile insanların Tanrılara tapmasının yanlış olduğunu-tanrılardan meded  ummanın yanlış olduğunu-insanların  ne şekil çalışmalar yapmak suretiyle neleri elde edebileceğini anlatıyor.Ama bu  konuda başarılı olamıyor.Başarılı olamayınca bu başarısızlığı kendine maletti. ”Hidâyet Allah’tandır” gerçeği O’nda perdelendi ki anlatıp ta inandıramamanın başarısızlığını kendisinden bildi!

Bu sebeple de insanlara yaptığı tebligat işini bıraktı.Kendisini salıp koyverdi! Kendisini salıp koyvermesi “Balığın karnına girmesi “ diye anlatılan olayı meydana getirdi.

“Balık” , Dünyadır, dünyayı  temsil eder!

Yani;kendisini dünya işlerine bıraktı.Fakat sonra dünya işleri ile  meşgul olmanın sonucunda vahiy ile Rabbından aldığı mesaj;

 Hidâyet’i ben veririm,sen hidâyet edecek değilsin,sen sadece bir tebliğci-uyarıcısın.Nebi’nin görevi tebliğ etmektir,”hidâyet” etmek  değil! Zira Allah’ın hidâyet ettikleri hidâyet bulur,hidâyet etmediklerini ne kadar uyarırsan uyar,hidâyet bulacak değildir!”

 İşte bunu fark edince yani kendisini hidâyet edici olarak değerlendirdiği “perdelenmeden” dolayı “İnniyküntü minezzâlimiyn” yani “Ben nefsime zulmettim,nefsimin hakikatını   veremedim,Cenâb-ı Hak’kın bendeki zuhur kemâli tebliğ etmek üzeredir,hidâyet etmek üzere değil.Dolayısıyla ben nefsimin hakkını hakkıyla edâ edemedim” diyerek yanlışını anladı.

Bu yanlışını anlamanın neticesinde ise balığın karnından çıktı.Yani;Dünya ile uğraşmayı bir yana koydu,tekrar yeniden nübüvvet görevinin gereği olarak insanları uyarmaya başladı ve ondan sonra da o toplumdaki insanlar Cenâb-ı Hak’kın hidâyeti ile-ihsânı ile  birlikte birtakım  gerçekleri görüp ona  göre yollarını çizmeye başladılar.

Burada ibret almamız gereken  konu; İnsanlara bir takım bilgileri aktarırken bizim sadece ilâhi hidâyete vesile olmak durumunda olduğumuzu,hidâyet edicinin biz olmadığını-hidâyetin yani “sadece gerçek olanları görebilme durumununCenâb-ı Hak’ka ait olduğunu bilmemiz gerekir.

Toparlarsak; Biz insanlara gerçekleri gösteremeyiz,ancak biz onların gerçekleri görmesi için birer vesileyiz!

Bunu iyi idrak etmek lâzımdır.

Bunu bir kişinin idrâk etmesi demek; o kişide  artık kendini büyük görme-böbürlenme-gururlanma gibi bir hâl olmayışı demektir!Artık o kişi izhar olan kudretin yanında gerçekte acz içinde olduğunun idrâkı içindedir. Acz içinde olanğunu idrak edende büyüklenme-böbürlenme-gururlanma olmaz,kendini bir başka varlığa karşı büyük göremez!

Kendinde bir varlık  görememin-kendisinin acz içinde olduğunu görmenin sonucu ,”kendisindeki kemâl sıfatlarının Allah’a ait olduğu müşahedesini” getirir!

Kendindeki kemâl sıfatların zuhûru ,” ADN” denen Cenneti doğurur.Onun içindir ki Rasûlullah A.S;

 “Kendini büyük görenler-kibirlenenler,ADN Cennetine giremez”

 buyurmuştur.Bu hâdisin manâsı;

”Kendisinde birvarlık-kuvvet-kudret gören,varlığındaki ilâhi sıfatlardan gelen büyüklüğü müşahede edemez,onun sonucunuyaşayamaz” demektir!

Çünkü “ADN Cenneti”,ilâhi sıfatların birimden zuhuruyla yaşanan hâl demektir!

Kendini diğer varlıklardan daha güçlü-daha kudretli olarak gören birim,Allah’ın sıfatlarını örtme durumundadırki,ilâhi sıfatları   örtme durumunun adı  da “küfür”dür!

Neticesi de,o izhâr ettiği şeyin  hakikatını yaşayamamaktır!

Öyleyse bir kişi  bu anlatılan idrâkı ortaya çıktığı ve hazmettiği zaman,”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” diyebilir!

ADN”,Cennetlerden birinin  adıdır,”sıfat cenneti”dir!İlâhi sıfatların kişide zuhuru halinde yaşanan hâlin adıdır!

Havl” kelimesi,”kuvvet” anlamınadır.Türkçeye “kuvvet” olarak çevirebiliriz.Yani  herhangi bir kuvvetin kendisinde izhârıyla,kendisinden açığa çıkan ahval.

Yunus Nebi balığın  karnından çıktıktan sonra hâlsiz kalıp kıyıda kabak türü bir bitkinin yaprakları altında dinlendi.

Yaprak O’na gölge yaptı,gölgeledi” diye anlatılan durum ise; O’nun kendisindeki nübüvvet kemâlâtının beşeriyet sùreti altında açığa çıkmasıdır

Beşeriyet sùreti”ni ,”Dünya  sùreti” olarak anlayacağız.

Bu durum,bütün nebilerde-Rasûllerde böyledir!

Çünkü biz Hz.Rasulullah’a baktığımız zaman “beşer” olarak görürüz.  Bizim   gibi yiyip-içip-uyuyup-konuşup-eğlenen bir insan olarak gördüğümüz için Nebileri-Rasûlleri inkâr ederiz.Fakat Nebi ve Rasûlleri sırf kerâmetleri yönüyle görürsek yine inkâr ederiz.Çünkü “bizim gibi değil,O özel bir insan..O halde özel olduğu için bunları yapıyor” deriz!

Yani,bir Nebi iki yönü kendisinde birleştirir;

 1-Beşeri yanı

 2-İlâhi  nùrun zuhûru yanı.

 Eğer bunlardan bir tanesi ile açığa çıkarsa biz O’nu inkâr etme durumuna gireriz.Çünkü” bizden farklı bir varlık” deriz.

“Beşeri “yanı ile görürsek  ,”bizden ne  farkı var” diye inkâr ederiz.Onun içindir ki bir Nebi’de bu iki yönünde açığa çıkması lâzım.

Yunus’un denizden çıkması”demek;”ilmin nùru ile parlaması “demektir.İlmin nùru ile parlayan bir  Nebi’nin mutlaka beşeriyet yanı ile dengelenmesi lâzım ki iman edilsin,inkâr edilmesin!

İşte  oradaki  “kabak yaprağının gölgesi” de, “Dünyanın gölgesi”dir!

Dünyanın gölgesi” de,Nebi’nin beşeriyet yanıdır!

“Gemi “ ise,O’nun ilim üzerinde dünya  ile gezmesidir!Yani “Gemi” , zâhir yaşamı (görünen yaşamı) ifade eder.

Yunus Emre de bir şiirinde der ki;”Çokları gemiye bindi,lâkin denize dalmadılar”.

“Gemide kaldı”.Yani “ ilmin  zâhirinde kalıp zâhirin bâtını olan (şeriatın bâtını olan) “HAKİKAT”ı müşahede edemediler”,demektir.

“Gemi” şeriattır,”Deniz” hakikattır!

“Şeriat “ demek;işin zâhir plânı demektir.İşin zâhiri ile oyalanmak,zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir!

 hf

NÂS  SÛRESİ

 Lûtfen elinizden geldiğince hakikatı araştırınız ve yarın size hiç bir faydası olmayacak "dedi-kodu"yu "gıybeti" derhal terkediniz!.

Neyinize gerek insanların halleri, yaşamları!.. Siz, geleceğinize ışık tutacak fikirlerle, düşüncelerle ilgilenin!.

Siz bu dünyaya başkalarının neler yapıp neler yapmadığıyla uğraşmak ve onları yargılamak üzere gelmediniz!.

Zaten hepimiz bu dünyada yaptıklarımızın cezasını tam hakkıyla göreceğiz!. Bundan kesinlikle kuşku duymayın!. Çünkü sistem, bir mekanizma olarak yürürlüktedir.

Herkes yaptığının sonucuna katlanacaktır!..

Öyle ise, bırakın insanların yaptıklarıyla kafanızı meşgul etmeyi!. Başkalarının kulvarlarıyla ilgilenip yolalmaktan geri kalacağınıza; kendi kulvarınızda olabildiğince ileriye gitmeye çalışın!.

Biliniz ki,İNSANLAR FİTNEDİR; yani imtihan vesilesidir!.

Onlardan Rabbinize, Melikinize ve ilahınıza sığının!.

Şu âyeti kerimeye çok dikkat ediniz:

 "Kul:

euzü bi`RABB`in nâs;

MELİK`in nâs;

iLÂH`in nâs;

min şerr`il vesvâsil Hannas;

elleziy yüvesvisü fiy sudûr`in nâs...

Min el CİNNETİ ven NÂS!."

 Hemen hepinizin bildiği "NÂS"="İNSANLAR" sûresinin yorumuna girmeyeceğim burada elbette... Ancak, son âyetindeki çok çok önemli bir noktaya, değerli bir arkadaşım istediği için dikkatinizi çekmek istiyorum...

Bu sûrenin son âyetinde, hiç bir sınırlama ve ayırım yapılmaksızın şöyle uyarılmaktayız:

 "Bütün görünmeyen varlıklardan; veiNSANLARDAN sığınırım!." de... "RABB`ıma, MELİK`ime veiLAH`ıma!."..

 Tek şansımız olan şu kısacık dünya yaşamını, Hakikatı kavrayıp gereğini yaşamak ve ölümötesi boyuta hazırlanmak yerine; insanların dedi-kodusuyla harcarsak, sonuçta çok çok yazık olacaktır bize!..

"İNSANLARDAN sığınmak" demek, "onların bizim için oluşturacağı fitne yani imtihanlardan sığınmak", demektir!.

"İNSANLARIN hakikatı olan ALLAH`ı" göremiyerek, onlara kötü davranmak, hakkını yemek, dedi-kodu ve gıybetini yapmak, iftira etmek; kısacası, yüzünü çevirdiğin her mahalde ALLAH`ı değil İNSANLARI görmek, Allah`a sığınılması gereken en önemli belâdır!..

İşte "tasavvuf" çalışmaları ve terbiyesinin çok önemli bir amacı da insanı bu en büyük belâdan; perdelilikten korumaktır...

Bu yüzdendir ki "tasavvuf" en değerli konudur!.

Allah nasibede...

Kolaylaştıra...

Muvaffak ede!.

 hf

ZİLZAL  SÛRESİ

 Anlamı:

 1. Arz şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığında;

2. Ve arz içindeki gizli ağırlığı dışarı çıkardığında;

3. Ve insan "buna ne oluyor" dediğinde;

4. Arz bütün haberlerini açıklar,

5. Rabbinden vahiy alarak!..

6. O anda insanlar gruplar halinde fiillerini görmek üzere çıkarlar.

7. Kim zerre ağırlığında bile hayır işlediyse onun sonucunu görecek..

8. Kim de zerre ağırlığında bile kötülük yaptıysa onun sonucunu görecektir.

  Zelzele sûresinin ilk okunduğu anda anlaşılan en zâhir mânâsı yukarıda ifade ettiğimizdir. Ancak ne var ki, bu sûrede sadece bu mânânın anlatıldığını sanmak, sadece yedide biri su üstünde görülen buzdağını, gördüğünden ibaret zannetmek gafletine benzer!..

Bu hususa bir misâl oluşturması için bu sûrenin iki ayrı mânâsından daha açıklayabileceğimiz ölçüler içinde sözetmeye karar verdik. Umarım bu hususların derinliğini düşünmemize faydalı olur.

Birinci iç mânâ.

"Arz" tâbiri dünya ve yeryüzü olarak anlaşıldığı gibi, aynı zamanda tasavvuf ehli tarafından kişinin "bedeni" olarak da anlaşılır. İşte bu yönüyle konuyu ele alırsak; bu sûrenin bildiğimiz klâsik ölüm öncesini anlattığını kolaylıkla farkedebiliriz.

"kişi ölümü tadınca kıyâmeti kopar"

hükmünce; kıyâmet ahvalini anlatan Zelzele sûresi, kişinin kıyâmeti olan ölüm halini burada şöyle anlatıyor kabuledilebilir;

 1-Beden, sinir sistemindeki bioelektrik gücün kesilmesiyle şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp, tükenişe gittiğinde;

 2-Beden içindeki gizli ağırlık noktası olan RUH’u yâni halogramik dalga bedeni serbest bırakıp dışarıya saldığında;

 3-Kendinde hiç bir değişiklik olmaksızın, bedeninde olan bu değişikliği hissedip, görüp, yaşayıp, kendini RUH bedeniyle tanımaya başlayan insan büyük bir hayret, şaşkınlık ve telâş içinde buna ne oluyor dediğinde.

 4.5-Rabbinin vahyi sonucu olarak beden, bütün özelliklerini ve çalışma sistemini, halini ve âkıbetini, kişinin kendisiyle neler yapabileceğini ve artık kendisi olmaksızın, neler elde etmekten mahrum kalacağını, bedenli yaşamın kendisi için geçmişte ne kadar büyük bir nimet olduğunu açıklar lisânı hâl ile.

 6-İşte ölümü tadış anı olan o bedenleri terk anını yaşayan insanlar, tüm yaptıklarının ve neticelerinin görülmesi için yeni bir bedenle bâ’s olarak, biolojik bedenlerinden çıkarak kişisel kıyâmetlerini yaşarlar.

 7-Kim zerre ağırlığında bile olsa yâni en önemsiz gördüğü düşünce ve fiillerinin sonucu olan hayrı, kitaplarında yazılı olarak ve eserlerini karşılarında görürler.

 8-Kim zerre kadar kötü bir düşünce ya da fiil gerçekleştirmişse, bunu da kitabında ve kendi beyin dalgalarından forme olmuş biçimde karşılarında görürler!..

 Evet, bu açıklamaya çalıştığımız husus, kişinin, bildiğimiz fizik - biolojik yapısıyla ilgili olan kıyâmetiyle, alakalı olan husus idi.

Şimdi de bazı kişilerde gerçekleşen "ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK" diye tanımlanan başka bir bâtınî anlam ile Zelzele sûresindeki mânâyı yorumlamaya çalışalım.

 1-Mevcûdat şiddetli bir sarsıntı ile sarsılıp basiretinde dağılmaya başladığında. Varlığın aslının, orijininin, Hakkın esmâsı olduğunu müşahede ederek; bu hakikatın ortaya çıkması sonucu, zâhir görüntü basiretinde parçalanıp yokolmaya yüztuttuğunda.

 2-Mevcûdatın özündeki Hakkın varlığı, yâni, o mevcûdâtı var gösteren Allah isimlerinin manâları, sırları b3atınken zâhir olmaya başladığında;

 3-Ve insan, tüm mevcûdatta var sandığı varlıkların bir serâp gibi yokolup, Hakkın varlığı yanında bunların yok hükmünde olduğunu müşahede etmeye başladığında büyük bir hayret ve şaşkınlık içinde, buna ne oluyor böyle ki, her şey yokolup, sadece Allah vechi Bâki kalıyor, dediğinde.

 4-Mevcûdât, kendisindeki bütün esmâ mânâlarını o basireti açılmış kişiye açıklamaya başlar. Her bir birimin hangi Allah isminin mânâsını açığa çıkarmak üzere varolmuş olduğunu haber verir. Ve anlar ki böylece insan, gayrı bildiği, hep O’nun esmâsının eseri imiş!..

 5-Ki bütün bunlar Rabbinden vahiy ile meydana gelir. Rubûbiyet mertebesinin hükümleri tüm mevcûdatta vahiy yollu aşikâr olur. Ve kişi bunu da farkeder!..

 6-İşte bu ölmeden önce ölmüş insanlar, daha önce neleri nasıl yapmış olduklarını apaçık görecekler ve bunların altındaki sırları da farketmeye başlıyacaklardır.

 7-Kimden zerre kadar hayırlı bir fiil meydana geldiyse onu ve dolayısıyla neticesini görecek.

 8-Kimden de zerre kadar şer meydana geldiyse onu da tesbit edecektir.

 Kim karşılaşacağı şartlara, ortama ve o ortamın canlılarına karşı kendini hazırlarsa, bunun sonucunda o zarar görmez!. Kim de karşılaşacağı şartlara kendini hazırlamazsa, bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalır!.

Allah Rasûlü, ölümötesi yaşam şartlarını insanlara bildirmiş; ve o şartlara göre insanların kendilerini hazırlamaları zorunluluğunu tebliğ etmiştir!.insanlar birine tapınma amacıyla değil; Allah`ın yaratmış olduğu sistem ve düzen gereği olarak bir takım çalışmalar -ibadetler- yapmak suretiyle kendilerini ölümötesi yaşam koşullarına hazırlamak mecburiyetindedirler!.

Dolayısıyladır ki bizler, öncelikle Din denilen ALLAH SİSTEMİ`nin ne olduğunu çok iyi öğrenmek ve idrak etmek mecburiyetindeyiz!.. Ki böylece neyin neden teklif edilmiş olduğunu kavrayıp, yapılması bizim için hayati önem taşıyan çalışmalardan geri kalmayalım..

Bilelim ki...

“İslam Dini”nde önerilmiş bulunan bütün çalışmaların, birer teknik, bilimsel, yapısal gerekçesi ile bu çalışmaların otomatik olarak oluşacak sonuçları vardır!. Yapılan tekliflerin hiç birisi havadan konulmuş karakûşi hükümler değildir!..

  Allah Rasulünün bahsettiği sistemi anlıyanlar elbette ki yaşamlarında  ondan ibret alarak o yolda yaşarlar...

   Herkes yaptığı çalışmaların karşılığını alacaktır... Ayetin uyarısına göre... Yemediğiniz yemeğin enerjisi sizin için oluşmaz bedeninizde...

  Takdirin oluşturdugu sistemde; her şey bir öncekinin dogal sonucu olarak ve ayni zamanda takdirin geregi bir biçimde, açiga çikar...

  Sistemin gereği ve sonucu olan çalışma şekilleridir ibadetler ve biz artık ALLAH iNDİNDEKİ SİSTEM VE DÜZENİ ÇOK İYİ ANLAMAK ZORUNDAYIZ!..

Elbette bunun da derinliğinde daha başka mânâlar mevcut ki, bunların yeri bu kitap olmadığı için bu mânâlara değinmiyoruz.

Allâh cümlemizi, yüzeyde, şekilde, görünüşte kalma belâsından korusun; görünenlerin ardına geçmeyi, iç mânâları, derinlikli anlamları müşahede etmeyi nasib etsin.

hf

KURBAN

Kurban kesmek imkânı olan, kurban keser ve etini mümkünse tamamıyla, et alma imkânı olmayan fâkirlere dağıtır…

Bu bir yoldur…

Ancak, yenilip ertesi günü dışarı atılacak et yerine, o parayla insanlara âhıretlerini, ebedî yaşamlarını kazandıracak bilgileri ihtiva eden kitaplar  veya  kasetler de dağıtılabilir!.

Bu da bir yoldur!.

İslâmiyete düşmanlığın bu kadar açık ve güçlü olarak sergilendiği;  insanların, “DİN”den uzak kalmaları için bu kadar mücadele edildiği bir ortamda, insanlara ilim verilmesi, imkânı olanlar için farzdır!.

Eğer müslümanlar yıllarca, bina-yurt-cami gibi toprağa ölü yatırım yapacaklarına; onlara, gerçek İslâm Dini’ni insanlara öğretecek yayınları dağıtsalar; insanları ilimle mücehhez kılsalardı, sanırım bugün çok daha farklı şartlar altında olurduk.

Ne yazık ki, insanları ilimlendirmek için kullanılması gereken para, uzun yıllardır, cennette köşk ya da huri satın almak isteyen bilinçsiz müslümanlar tarafından, taşa-toprağa yatırılarak bugünkü ortama gelinmiştir.

Lâfta yüzde 99’u Müslüman olan ülkede, İslâm Dini tanınmıyor; insanlar Kurân hükümlerinden öcü gibi kaçıyorlarsa, bunun vebâli, biraz da onlara bu ilmi ulaştırmayanlardadır.

İlim kadın-erkek her müslümana en öncelikli farzdır… Maddi imkânı müsait olan tüm müslümanlara, imkânlarını, insanlara ilmin ulaşması için değerlendirmeleri de farzdır.

Elbette bu, bizim anlayışımızı paylaşanlara göre.

hf

Adam bir hata yapmış!..

Bağışlamamışlar, çaresiz kolunu kesecekler… Diyetini ödeyecek parası da yok… Çıkmış biri, adamın kolu kesilmesin diye diyetini ödemiş… Kolu kurtulmuş… Sevinmiş adam…

Mesleğini icraya devam etmiş… Kasapmış…

Diyetini ödeyen de uğrarmış dükkanına… Selâm sabah, sevgi dilekleri… Derken, dermiş…

-Unutma bu iyiliğimi… Kolunun diyetini ben verdim!.. Vermeseydim diyetini, bugün kolsuzdun!. Aç açık değilsin; bunu bana borçlusun!.

Bir defa…İki defa… Üç defa… Beş defa… On defa!

Boğazına kadar gelmiş nihayet kasabın… Atmış kafatası!.. Kaldırmış kemik kestiği satırı havaya ve indirmiş koluna!. Demiş:

-Al diyetini verdiğin kolu!. Sen yoluna, ben yoluma!.

Allah rahmet eylesin Ömer Seyfettin’den okumuştuk bu hikâyeyi çocukluğumuzda!.. Neyse ki artık böyle kol bacak diyetleri yok…

Kol bacak diyetleri yok da…

Çok daha büyük beynelmilel diyetler var!… Ya da… Ev, araba, iş, eş, aş, kitap, ilim, nâm, isim!

Sana bunları ben verdim, ben kazandırdım; diyen hazımsızlar!.

- “Ben”!. Der…

Aynı anda “Allah” der, “BEN”!.

Derken, âlemlerin Hâliki ve Rabbi Allah “BEN”, dersen sen de “ben”!… Bil ki sonra çok yanarsın sen!.

Kulunu yaratmış, yaratmadan önce de rızkını takdir etmiştir!.

Kulun rızkı, yaratıldığı andan sonsuza kadar, kendisine takdir edildiği kadarıyla ulaşacaktır; dem be dem!.

Zâhirde ve Bâtında kulluğunu yerine getirmesi için, ihtiyacı ne kadarsa, o kadar rızk her an kendisine ulaşmaktadır gene Allah eliyle!..

Kişi, takdir edilenin eline geçmesi için, fıtratı üzere gereken kadar çalışmayı ortaya koymaktadır.

Kimse, ne bir eksik ne de bir fazla alamaz!. Şunu yapsaydım veya yapamadım da alamadım derse; bu onun içinde yaşadığı gerçek sistem ve düzenden gâfil olmasındandır!.

Gözleri görmeyen değil; basîreti sistem ve düzeni görmeyen, âmâdır!.

Allah verir!…

Bazen de kurban ister!.. Diyet ister!.

Kurban, arınmak içindir!… Diyet, kurtulmak içindir!.

Besili, semiz, ama boynunda tasma izi olan köpekle, kuru kemikleri çıkmış kurdun konuşmasını dillendirmişlerdir! Tasmalıyla tasmasız arasındaki fark anlaşılsın için!.

Bazen kurtlar da tasmalanır takdiri ilâhi!

Ama tasmalar, asla takılamaz sonsuza dek, başkaları tarafından!. Birinin taktığı tasma er geç çıkar…

Ya senin kendine taktığın tasma!.

İşte onu bu dünyada çıkaramazsan tasmanı, ebeden çıkaramazsın boynundan!…

O elinle, beyninle, taktığın tasmanın adı “BEN”dir!

Bu tasmadan kurtulmanın yolu, diyetini vermektir!. Kendini kurban etmektir…

“KURBAN KES”, hükmüne itaat edip, gerçekte varolmayan “BEN”ini (eneni) yok etmek; Bâki’ye Fâniyi kurban etmektir!.

Kâmiller, “al” elimi derler…

Kâmiller, karşılıksız verirler…

“Ben”le tasmalılar ise “ver” elini derler…

Verdiklerini başa kakarlar…

Karşılıksız, belki selâm bile vermezler!.

Allah ahlâkı odur ki…

Yağmuru karşılıksız yağdırır!. Havayı karşılıksız solutur… Gözü karşılıksız vermiştir güzellikleri seyredesin diye; eli karşılıksız vermiştir, güzeli tutasın, zevkine eresin, diye…

Ya Hulûsi hâlin nîcedir, Allah ilmini, dağıtırsın karşılıksız diye de; hâlâ, ne beklersin bu ilmin gereğini yaşasınlar diye!. Bu ilme vesile kılınmanın karşılığı olmaz mı? Derler…

De, öyle mi acaba?

Var mı, bir beklentisi Hulûsi’nin bu yolda!.

Biliriz ve dillendiririz ki…

Herkes kendisine takdir edileni yaşayacak ve bunun sonuçlarını da daha sonraki anda görecektir…

İnsanlar birbirlerine sadece onun takdirinde olanı ulaştırabilir; veren ise yalnızca Allah’tır!. Herkes, yaradılışında kolaylaştırılanı kolayca başarır; başaramadığı da takdirinde olmayandır!.

Nice çöllere karşılıksız yağar yağmur ama, kum taneleri sadece seyreder damlaları!

Beklenti ya umuttandır, ya ilimsizlikten!.

Toprak mezarını sırtında taşıyanlar, geçmiştir dünyadan ve içindekilerden… Zira “fefirru ilallah” onlarda zuhûr etmiş, firar etmişlerdir Allah’a!.

Allah ef’âlini seyreder onlar, acaba bir gül daha açacak mı bahçede diye… Umutla… Sevgiyle… Bu da beklenti sanılır başkalarınca…

Gönül ne mey ister, ne meyhâne; gönül yâr ile dostluk ister, mey bahâne… Dedikleri gibi, hemhâl olacak bir yâr ararlar cihânda.. Bu da kesretin gereğidir, ve sonucu!… Kesret mertebesinde, bu durum sonsuz devam eder…

Neyse dostlar, sizin fazla vaktinizi almayayım…

Verin…

Karşılık beklemeden verin…

Gerekirse diyetlerini de verin!

“Ben”inizi de verin!

Allah ahlâkıyla ahlâklanmak için sahip olduğunuz ne varsa verin!.

Zaten alacaklar; mertlik yiğitlik sizde kalsın; verin!.

Çıplak geldik; çıplak gideceğiz!…

Dünyalığınızı verin; ahretliğinizi verin!. Yaksa da yana yana verin!

Altıncı bilir, altın yanmadan saflaşmaz!.

“Kurban”dan bahseden âyetteki “nusûk” da, gümüşün saflaşması için arıtılması işlemi anlamına geliyor..

Bize teklif edilen belli…

“Saf”laş… “Safiye” ye ulaş!.

Bunun için yaratıldı iseniz, bir dem gelecek bu kolaylaşacak; gerekenleri yapacaksınız; saflaşacaksınız, safiyeye ulaşacaksınız!.

Ama bu belki de kolay olmayacak; çok zorlanacaksınız!…

Üzerinizdeki fazlalıkları vermek, bunca yıl çalışıp emek vererek sahip olduklarınızı dağıtmak, hele hele karşılıksız olarak uzatmak çok ağır gelecek ve yanacaksınız!. Belki de yanıyorsunuz!. Ama bilin ki bu yanış hayrınıza!. Çıplak geldik, çıplak gideceğiz, verin kurtulun “BEN”inizi bile!

Yarın ne bayramı?..

Kurban bayramı değil!.. HAC Bayramı!.. Hacc’a gidenlerin bayramı!..

Hacc’a gidenler günâhlarından arınıyorlar. Bu arınmanın bayramını yapıyorlar.

Biz de onların bu sevincine, mutluluğuna iştirak ediyor, onlar bayram ettiği için biz de bayram ediyoruz.

Ve de, şükür olarak kurban kesip onların etini de kendimize hiç bir parça ayırmadan olduğu gibi ihtiyaç sahiplerine, yoksullara yetimlere, fakirlere dağıtıyoruz..

Bu, zahirde kesilen kurban!.

Bir de mânevi kurban var!.

Mânevi kurban nedir?.

 Genelde, klasik anlatımda; “Nefsini kurban etmekten” söz ederler.

 “Nefsini kurban et Allah yolunda!.” derler.

Bu söz ile, aslında başka bir şey anlatılmak istenmektedir.

Nedir bu anlatılmak istenen?..

Kendine ait olarak kabul ettiği bedenin, istek ve arzu ve zevklerinden arın! Bedenini kurban et!.” Denmek istenmektedir.

Bedenini kurban etmekten mânâ, kafayı kesmek değil, bedenin aşırı istek ve hırslarını frenlemek!.

Doğal yaşamı için gerekli olanları verip onun ötesindeki şeylerden bedeni frenlemektir. Yani, tabiatı kontrol altına almaktır.

Bedenin doğasını, tabiatını kontrol altına almak!. Bedeni kurban etmek!.

Daha önemlisi; Allah’tan ayrı olarak var kabul ettiğin “ben”liğinin, gerçekte hiç bir zaman var olmadığını idrak etmek sûretiyle “benlik” kavramını kurban etmek. Daha da zoru!.

Bu durumda, Kurbanın üç derecesi çıktı ortaya!.

 1-Zâhirdeki kurban.

 2-Tabiatın, yani bedenin istek ve arzularını kurban.

 3-Allah’tan ayrı saydığın, ayrı bir varlık olarak düşündüğün “ben” kavramını kurban. 

Madem ki senin varlığın, Allah’ın varlığından meydana gelmiştir, varlığın Allah’a aittir. “sen” diye bir şey yok!..

Yapacağın şey;Bunu anlayıp idrak etmek sûretiyle  “ben” kavramından kurtulmak…

İşte bu üç kurbanı kesebilen sırat’ı geçmiş , cehennemden kurtulmuş, cennet hayatına ermiş olur…

Cehennemin üstündeki Sırat, şu dünya yaşantısıdır.

Şu anda siz, Sırat’ın üstünde adım atıyorsunuz.

Bu attığınız adımlarla, yanlışlık yapıp, cehenneme düşüyorsunuz, bu defa yanmaya başlıyorsunuz, üzülüyor, sıkılıyor, bunalıyorsunuz, isyan ediyorsunuz.

Ama, bütün bu isyan ve üzüntüler, sıkıntılar sizin azabınızı hafifletmiyor. Sonra tekrar o cehennemden, sıratın üstüne sıçrayıp gene yürümeye devam ediyorsunuz!.

Şimdi, burada bir nebze duralım ve, şunu anlamaya çalışalım!.

Bizim, cehennem azâbını şu dünyada iken çekmemizin sebebi, yanlış bilgilenmeler sonucu, bizde oluşan sahiplik duygusu ve hırstır.

İnsanın cehennemde yanmasına; dünyada veya ahirette, kabir aleminde veya mutlak cehennemde yanmasına yol açan şey sahiplik duygusu ile hırs’tır.

Bir insanda kanaat varsa, cehennemin yarısından kurtulmuştur.

Bir insan sahiplik duygusunu atıp da;

“Mülkün sahibi Allah’tır!. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder!” diyebilirse, cehennemin tamamından kurtulmuştur, tamamından azâd olmuştur.

Madem ki, bu varlığı yaratan Allah!..

Ben, mülkün sahibi olarak şu kâğıdın üstünde istediğim gibi tasarruf edebiliyorum; ister yırtar, ister cebime koyar, ister başıma koyar, ister yere atarak üstüne basarım… Bu kâğıt benim olduğuna göre, dilediğim gibi tasarruf edebilirim,” diyebiliyorsam…

Madem ki, “Malik-el mülk,” yani "mülkün sahibi" Allah’tır diyorum; Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, kimse O'na karışamaz, etkileyemez, hesap soramaz!..

Öyleyse, her birimizin üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan Allah’tır!

Dilerse, vezir eder, dilerse rezil!.

Dilerse, başlara tâc eder, dilerse ayakkabı!.

Ona; “Niye beni aç bıraktın,” demeye benim hakkım yok!.

“Niye bu hazımsızlık” demeye de hakkım yok!.

Allah’ın mülkünün içinde isem ben, O'nun tasarrufu altında isem;“Allah dilediğini yapar!..”

Allah’a imân etmiş kişi olarak bize düşen şey; O'nun hükmüne ve takdirine razı olmaktır!.

Ya Rabbi!.. Bu gün aç bıraktın, yarın da, dilersen doyurursun. Bugün rezil ettin, edersin!. Yarın, dilersen vezir edersin. Sen ne dilersen onu yaparsın. İçinde bulunduğum her hâl, senin hükmün ve tâkdirin gereğidir,” diyebilmek!..

Bunu diyebilirsek, işte o zaman, imân sahibi bir kişi olarak, Sırattan kolaylıkla geçer, ateşe, azâba düşmez, cennete ereriz.

Yok eğer bunu yaşayamazsak, “Ben mülkün yegâne sahibiyim! “derken Allah;

O mülkün biraz da sahibi benim. Bana niye böyle davranıyorsun?“ diye Allah’a hesap sormaya kalkarsak,göğe tüküren adama benzeriz.Bir yere ulaşmaz o tükürük, döner kendi yüzümüze gelir…

Akıllı adam, Allah’a isyan edilmeyeceğini idrâk eder.

Zira bu isyan ve itiraz, hiç bir şey kazandırmaz!. Senin hayatını cehenneme döndüren ateşin, biraz daha körüklenmesini sağlar.

İman, insanı cennete sokar.

İmansızlık ve isyan ise, insan hayatını cehenneme çevirir, daha dünyada iken.

Onun içindir ki, önce çok iyi bir biçimde neye iman edeceğimizi bilmemiz gerek!.

Allah’ın, mutlak kuvvet, kudret ve tasarruf sahibi olduğunu bilmek, imanın başıdır.

Her an her zerrede tasarruf edenin Allah olduğunu bilmek ise, imanın kemâlidir.

Karşındakinin fiilini ve hâlini Allah’tan bilmediğin anda, Allah’ı inkâr durumuna düşersin.

Hâlin, “şirk-i hafî” denilen gizli şirk hâlidir.

Şirk hâlinde ölenin âkıbeti ise önce, kabir cehennemidir.

Dünyada yaşarken cehennem azâbını yaşamanın, yanmanın sebebi, şirki hafî denilen, gizli şirktir.

Ancak, gizli şirki atmış olabilenin ateşi, azâbı, cehennemi biter.

“Ey mümin, üzerimden çabuk geç!. Nûrun ateşimi söndürüyor!” şeklindeki hitabı cehennemin; imân ehli kişinin inancının, azâp ortamını ortadan kaldırdığını, anlatmaktadır.

Aynı sıkıntılı ortamı paylaşan iki kişiden biri imanlıdır; “Allah böyle takdîr etti, böyle oluyor, bunda da bir hikmet var,” der, azâbı, sıkıntıyı duymaz!.

Diğeri ise, Allah’ı görmez. Gizli şirk ehlidir, cehenneminde yaşar.

O başına gelen işin Allah’tan olduğunu bilmez… “Falanca yaptı da onun için bu iş başıma geldi,“ der. Ve bu sefer kendini, kendi eli ile ateşe atar.

Bilmez ki, başına gelenlerin tümü, falanca veya filânca kişinin yapmasından değil; Allah’ın ona, o olayı yaşamasını tâkdîr etmesinden, o hâli yaşamasını dilemesindendir.

O yaşadığı kötü olay, tecrübedir.

İnsan, bu dünyaya belli tecrübeleri yaşayarak, belli bir kemâle ulaşmak için gelir.

Yaşanılan her kötü olayda da bir ibret vardır.

Bu ibreti, ya o olayı yaşarken alırsın, ya da, aradan üç ay, beş ay, bir sene, beş sene geçtikten sonra alırsın. Ama neticede, yaşanılan her olayda bir ibret vardır.

Yaşanılan her azap ve sıkıntı bir takım yanlış, eksik bilgilerin giderilmesine vesile olur.

Yaşanılan olaylar, “insan”ı gerçeğin dünyasına yönlendirir. İnsanı, hayâl dünyasından çıkartır.

En önemli nokta burasıdır!.

Hepimiz kendi kafamızda bir hayâli dünya yaratırız. Hayâli değerler oturturuz. Hayâli kavramlar meydana getiririz. Ve, öyle bir dünyada yaşar, orada kendimizi hapsederiz!.

Halbuki, yaşanılan gerçekler öyle değildir.

İnsanın hayâl dünyasındaki değerleri ne kadar çoksa, yaşamın gerçekleri ile karşılaştığı zaman duyacağı azap da o kadar fazla olur.

Ne kadar gerçekçi yaşarsan, Allah’ın yarattığı bu Sistem ve Düzeni, ne kadar gerçekçi bir biçimde anlayıp değerlendirebilirsen, olaylar karşısında o kadar az etkilenirsin. Olaylar seni o kadar az sarsar.

Ve, kendini o kadar sağlam bir geleceğe hazırlarsın!.

Dolayısıyla, gerek dünyada yaşarken, gerek daha sonrasında; çeşitli azap ve sıkıntılardan, yanmalardan kurtulmak; dünyada yaşarken huzura ermek, ancak ve ancak Allah’ı bilmek, O'nun var ettiği Sistem ve Düzeni idrâk etmekle mümkün olur.

Kim, Allah’ı ötede bir tanrı gibi düşünüyorsa, o anda veya o düşüncesi devam ettiği sürece, dünyada da, âhirette de azâp çekmeye mahkûmdur. Kendi azâbını kendisi oluşturuyordur.

Nitekim, Hadis-i Şerifte ;

 Cehennemde ateş, odun yoktur!. Herkes kendi ateşini, odununu dünyadan kendi götürür,

 buyuruluyor..

Dünyada edindiğin yanlış değerler, yanlış şartlanmalar, yanlış kabuller, senin bu dünyada da yanmana, azâp çekmene sebep olur, öbür dünyada da!..

Öyle ise…

Biz, zâhiren ve bâtınen kurban edebilirsek benliğimizi; benliğimizdeki yanlış bilgileri, yanlış bilgilerden kaynaklanan yanlış duygu ve düşünceleri atıp arınabilirsek, kendimizi o kadarıyla cehennemden kurtarır, cennete yaklaşmış oluruz.

Bunun en kısa formülü de;

Başımıza gelen, karşılaştığımız her olayın, Allah’ın hükmü ve takdiri olarak başımıza geldiğini, gelmemesinin mümkün olmadığını. Bunun zaten takdir gereği yaşanacak olduğunu, değiştirmenin asla mümkün olmadığını, anlayıp idrâk etmektir. O an için gereken…

Allah’ın bunu takdir edip, bunu yaşattığını, daha sonra da daha güzel şeyler yaşatabileceğini kabul edip, anlayıp, idrâk edip, bunun gereği bir biçimde adım atmaktır..

Selâmet, Allah’a mutlak teslim olup, hükmünden ve tâkdirinden razı olmaktır.

Hepinizin Hac Bayramı mübarek olsun!

hf

 KURBAN BAYRAMI

Kebapçılardan çıkmayanların, barbeküde bonfile, pirzola çevirenlerin, stres atmak için çıktığı  balıktan   dönenenlerin  oturup kurbanlara acıdıklarını söylemelerini “timsahın gözyaşları” olarak nitelesek sanırım hiç yanlış olmaz!..

  “Hac Bayramı”,  zaman içinde “Kurban bayramına” dönünce, halkın dilinde “kavurma bayramı” niye olmasın ki?

  Oysa gözden kaçırılmaması son derece önemli olan bir gerçek var?

  “DİN”deki kurallar uzaydaki bir tanrının, bizim yaptıklarımızla eğlenip zevklensin diye, keyfi kararlarından mı oluşmuştur;?

  Yoksa…

  Her birinde yüz milyarlarla  yıldızın yer aldığı Milyarlarca galaksinin yüzdüğü evreni Yaratan ve “ALLAHadıyla işaret edilenin, oluşturduğu SİSTEM ve DÜZEN bilinsin; onun şartlarına göre yaşanarak, geleceğimiz cehennem olmasın; diye mi Allah Rasülü tarafından bize bildirilmiştir “DİN” ?

  Bu ikisi arasındaki farkı anlayacak çalışır beyin kapasitesi olmayanların; “DİN”deki konuları değerlendirip, günün şartlarına göre gerekli çözümleri bulup açıklamaları mümkün değildir!.

  Gök tanrısına tapınmaktan arınmamış sarıklı-cüppeli veya aydınsı görünümlü “din adamlarının” sunacakları çözümler, mukallitlere sorunlar yumağından başka bir şey getirmeyecektir!.

  1986’da ilk defa yazdığımız “DİN” bir SİSTEM ve DÜZENİ açıklamaktadır” gerçeği kabullenilip; olay bu sistem ve düzen içinde değerlendirilmedikçe; ne göktanrı kavramından arınılır; ne şirkten kurtulunur; ne “Hakikat” görülür; ne “İSLÂM DİNİ”nin yüceliği ve uyulası zorunluluğu farkedilir; ne de güncel sorunlara cevap bulunabilir!.

  Tek kurtuluş yolu, “DİNİ ANLAMADA REFORM” yapıp; “İSLÂM DİNİ”ni ve “Allah Rasülü”nü gerçeğiyle anlayarak, gereklerini günlük hayatımızda yaşamaktır!.

 Hac”cetmek suretiyle anasından yeni doğmuşçasına tüm günahlarından arınan mümin kardeşlerimizin bayramını paylaştığımız bu günde; hepimizin böyle bir bayram yaşamasını diler...

“ALLAH”tan, “ego”muzu kurban etmeyi bize kolaylaştırmasını; gelecekte yanmamıza sebep olacak her şeyden uzak kalmayı; ve hepimizin sonsuz mutluluğa ulaşmasına vesile olacak şeyleri bize nasip etmesini niyâz ederim.

hf

KURBİYYET

 Yakîn..

Kurbiyyet,yakîn bizim için dünyada iken oluşmazsa, ölüm ötesinde bir daha bizim için asla ve asla gerçekleşmesi mümkün olmayan, muhal şeydir!...

hf

 “KURTULUŞA EREN”

 “Kurtuluşa Eren” ; Nefs’in kendini tanıması halini sağlayan;”nefs’in şuurunu-ilmini“ örten  beden-şartlanmalar ve huylar gibi üç kabuktan kendini arındırıp , paklandıran;orijinal hâliyle “nefs”ini tanıyandır!.

İnsanlar, akıllı varlık olarak Allah Rasûllerine iman ederler ve gereğini uygularlarsa kurtuluşa ererler...

Kur’ân ‘da daima “iman ederler ve gereğini yaparlar” ifadesi vardır ki, Kur’ân hep iman ile gereğini uygulamayı bir arada tutmuştur!.

İnsan amelinin karşılığını alacaktır!.

Ameli getirmeyen iman, hoş bir duygudur ve geçici olarak kendini tatmindir!

hf

KÜFÜR

 Kendini diğer varlıklardan daha güçlü-daha kudretli olarak gören birim,Allah’ın sıfatlarını örtme durumundadırki, ilâhi sıfatları   örtme durumunun adı  da “küfür”dür!

Neticesi de,o izhâr ettiği şeyin  hakikatını yaşayamamaktır!

hf

 “KÜRSİ”

 Samanyolu Galaksisi’dir.

"Kürsî" kelimesi ile ifade edilen saha, yapı, bizim Galaksi dediğimiz ve Samanyolu ismiyle tanımladığımız yapıdır; bizim tesbitlerimize göre. Yani, 400 milyar güneşten, yani yıldızdan oluşan bir sistem...

Tüm Galaksiyi, yaklaşık dört yüz milyar yıldızdan oluşan galaksiyi bir beden olarak ele alalım... Bu galaktik bedenin hücreleri gibi düşünelim yıldızları!. Galaktik bedenin organları veya hücreleri gibi...

Nasıl ki, karaciğerin kendine has bir yapısı, bir çalışma sistemi, bir kendi bilinci, organik bilinci ve bu bilinçle yaptığı bir görevi varsa; aynı biçimde Galaktik bedenin de organları veya hücreleri gibi olan yıldızların canlılığı söz konusudur...

Eğer uzaydan, belli bir mesafeden dünyaya bakarsanız, dünyanın üstünde doğru dürüst, ne bitkileri, ne hayvanları ve ne de insanları görürsünüz!. Dünya, tek başına bir kütledir.

Ama, dünya üzerinde bir insanlık âlemi var, hayvanlar âlemi var, sayısız nebatlar var. Bunlar da kendi içlerinde sayısız türe ayrılırlar. Herbirinin kendine has özelliği vardır..

İşte galaktik yapı da, aynı şekilde dışarıdan bakıldığı zaman, bir beden, bir birim, bir kişilik hüviyetiyle var olan bir yapıdır!.

Bu galaktik yapı, bizim "Samanyolu" adını verdiğimiz, batının ingilizcede, "Milkyway", diye adlandırdığı galaktik yapı, gerçekte bir canlı birimdir, bir canlı varlıktır... Ancak, bir başka galaktik bilinç tarafından, bu galaktik yapı bir canlı birim, bir canlı yapı olarak algılanır; bizim yapımız tarafından değil...

İnsanlık denen yapının bilinci olduğu gibi; aynen dünyanın da kendine has bir bilinci vardır. Dünya ismi ile işaret ettiğimiz bu planetin de kendine özgü bir şuuru vardır!...

Dünya`nın bir şuuru olduğu gibi, Güneş`in de bir bilinci vardır!... Güneş`in bir şuuru olduğu gibi, Galaksi`nin de bir şuuru vardır!.

Bu Galaktik bilinç indinde güneşin bilinci, bizim yapımızın şuuru yanında bir hücremizin bilinci mesabesindedir. Galaktik yapı, aynen, bir insanın bilinci gibi, evren içinde bir bilinç sahibi birim olarak mevcuttur!. Ve böylece milyarlarla galaktik birimler mevcuttur!...