AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
M
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
FİHRİST
· Madde
-
Madde Âlemi (Bkz."Ef'al Âlemi")
·
Madde Boyutu(Bkz.
· Mahşer Âlemi
· “Maiyet Sırrı”
· Mâlik
Mâna
·
Mânâların Kuvveden Fiile Dönüşmesi
· Mânevi Yardım
· Mantık
· Mantra
· Mardiye Nefs
· Mârifet
·
Mârifet Nûru
·
Kalbin Mârifet Nûru ile Dirilmesi
· Mâsiyet
· Meczub
· Medyum
· "Mehdi"
·
Mehdi Ve Mehdilik
·
Mehdi'ler Niçin Çoğaldı ?!
· Bazı
Velilerin "Mehdi" Sanılmaları
· Mekân
· Mekr
·
İlim Mekri
·
Mekr'in Kesen Tek Şey Nedir?
· Melek
·
Melâike
·
Refik-i A'la
·
Alûn Melekler
·
Azrail
·
Cebrail
·
Mikail
·
İsmail
·
Semâ Melekleri
·
Yeryüzü Melekleri
·
Meleki Boyut
·
Melekî Güç (Melekî Şuur)
·
“Allah’ın İsimleri” Nasıl Ortaya çıkar?
·
Melekler,Allah'la Kulu Arasında Nasıl Aracıdır?!
·
Meleklerin Kanatları Var mıdır?!
·
Melekler Dişi mi, Erkek mi?!
·
Meleklerin Adem'e Secde Etmesi(Bkz.Meleklere İman Niçin Önemli?)
·
Meleklerin Tenezzülü Ne Demek?
·
Meleklerin İşleri
·
Meleki “SIKMA”
·
Meleki Tesir
·
Meleklerin ALLAH ile Konuşması!
·
Meleklerin Adem’e Secde Etmesi
·
Meleğin Ruhu Nefhetmesi(Bkz.Işınsal Beden-
·
İnsanî Ruh)
·
Rüyada Melekleri Görmek!
·
Melekût Âlemi
· "Melîk"
· Melikiyet
· "Men Arefe Sırrı" (Bkz."Allah'a Vâsıl Olmak"Nefsini Bilen Rabbbını bilir!)
· "Mevlid"
· Mevt
· “Meyyit”
· Mezhep
·
Hangi Mezhebe Tâbi Olmalı?!
·
Ölüm Ötesinde Mezhep Ve Tarikattan Sorgu Sual Olacak mı?
· "Mi'rac"
·
" Mi'rac"ın Açıklaması
· Muhakeme
· "Muhammedî"
Olmak
·
Muhammedî Meşrep
·
Muhammed Ümmeti
·
Hz.Muhammed'in Vârisleri
Mukallit-Muhakkik (Bkz.Taklid-Tahkik Ehli)
Mukarrebùn
(Bkz. "Vâkıfıyn")
· "Muntakim"
Esmâsı
· Musevî Meşreb
· Mutmainne Nefs
· Muttaki
"Mübdi Mârifet Sırrı"( Bkz."Allah'a Vâsıl Olmak")
· Mücahede
· Mücahid
· Müceddid
· "Müezzin"
· Müferridun
· Mükellefiyet
· Mülhime Nefs
·
Mülhime Girdabı
Kıyâmet Alâmetlerinin Bâtında Zuhuru(Bkz.Kıyamet)
·
Bilinç Sıçraması
· Mülk Âlemi
·
“Mülk Âlemi”nden “Melekût Âlemi”ne Nasıl Geçilir?
· Mümin
· Münâfık
· Mürşid
·
Mürşid'e Bağlanmak
Mürteci
(Bkz."İrtica")
· Müslim
· "Müslüman"
·
Müslümanlık
·
Materyalist Müslümanlık
·
Hissi Müşahede
"Müşrik"
(Bkz."Kâfir)
"Madde"
, direkt olarak, "nûr"un çok daha yoğunlaşmasıyla meydana
gelmiştir!..
Her boyut, kendi
yapısının varlıklarına veya algılayıcılarına göre "madde"dir!..
Tıpkı rüya içinde yaşarken, rüyada geçen olay ve yapıların bize "madde"ymişcesine
gelmesi gibi!.
hf
“Kabir aleminde
kabuslar içinde veya güzel görüntülerle”
yaşamlarını sürdürenler ile “berzah” aleminde serbest dolaşanların tümünün bir
araya geleceği ve herkesin Dünyada yaptıklarının kesin neticelerini görüp
alacağı süreçtir!
Mahşerin
bedenleri ruh bedendir ve şu anda bize göre latif bedense de o ortama göre
somut bedenlerdir... Rüyada birisini gördüğünde onun latif beden olduğunun
farkında mısın?... Mahşerde de kimse kimsenin bedeni için bu lâtif bedendir,
demeyecektir... Herkes aynen burada olduğu gibi birbirini görecektir...
hf
Her
birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren "ALLAH",
yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan
beri ve ötedir!..
Tüm varlık
isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O'na aittir...
Tüm varlıklar ve
oluşturdukları tasarruflar hep O'na aittir; ve onların her biriyle
bir diğerini etkilemektedir!...
Ancak bütün
bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiç bir "şey"
için "ALLAH"tır denemez!...
Fakat, oradaki
"vücûdu" da inkâr edilemez!.
Bu yüzdendir ki Rasûlullah
Aleyhisselam, şöyle buyurmuştur:
-"İnsanlara
şükretmiyen, ALLAH'a şükretmiş olmaz!...
Ayrıca;
-"ALLAH
iHSAN EDENLE BERABERDİR..."
âyetinde
işaret edilen bir biçimde, "ihsan edende veren Hak'tır"!...
Tasavvuftaki "mâiyyet sırrı"da budur işte!..
Tasavvufta,
"mâiyyet sırrı" denilen hususa işaret
hf
Sahib
olduğu üzerinde, özgürce ve tasarrufundan dolayı kimseye hesap vermeksizin,
dilediğini yapan!
hf
MÂNÂLARIN
KUVVEDEN FİİLE DÖNÜŞMESİ
Bir
mânânın beş duyuya hitap eder şekilde ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz.Yani beş
duyuyla tesbit ettiğin her oluş , bir fiildir.Ve bu fiile de bir isim verilir.O
isimle bir mânâyı kendi içinde taşır ve dolayısıyla isme bağlanır.
Netice olarak
isim ve fiil aynı mânâya işaret eder.
Bir fakire
merhamet edip-acıyıp verdiğin sadakada, fiili “sadaka vermek” diye târif
ederiz.Fakat burada sadaka vermek fiili ile “merhamet” aynı
duygudan çıkmaktadır.Çünkü sendeki merhamet duygusu yani “merhamet”
isminin karşılığı olan mânâ, fiil düzeyinde o kişiye oo nesneyi verme şeklinde
görünür.Yani netice mânânın fiile dönüşmesi belli bir isim olarak sanki fiil
mânâdan ayrı bir yeşmiş gibi görüntü meydana getirir.
İlâhi isimler
mevzuuna gelince;varlıktaki bütün fiiller 99 ilâhi isim olarak adlandırılan
“mânâ grupları” bünyesinde oluşur.Bu açıdan bakılınca evren tümüyle bu ilâhi
isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkmış hâlinden başka bir şey olmaz.
Meseleyi biraz
daha açmak gerekirse ; ister beş duyuyla tesbit sahamız içinde kalsın , isterse
de mevcut algılama sistemimizin dışında olsun,bir şey hariç olmamak üzere
herşey , bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile dönüşmesinden başka bir
şey değildir.
Yalnız burada
dikkat etmemiz gereken bir konu var, bu kuvveden fiile çıkış asla Allah’ın
içinde veya dışında gibi bir mânâ kabul etmez.Çünkü böyle bir mânâyı “Allah”
ismi ifna eder.Biz, Allah’ın dışında bir nesne mevcut değildir derken, varlığını
Allah’tan almayan , varlığı Allah’ın varlığı ile kaim olmayan,
varlığında ilâhi isimlerin mânâ terkiplerinden başka bir şey mevcut olmayan “
anlamını kastediyoruz.Yoksa,Allah’ın içinde veya dışında gibi Allah’a
mekân,mahâl.şekil,ölçü biçici bir mânâyı kastedmiyoruz!..
Aksi takdirde
kâinat ve kâinatın dışında bir TANRI ; ya da kâinatın içinde yer almış bir
TANRI; ya da, kâinatın yer aldığı mahalli paylaşmada olan bir TANRI anlayışları
doğar ki , bu üç anlayışta Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği “Tevhid”
anlayışına ters düşer.
hf
Mânevi
yardım denilen şey, beyinlerin tek bir gayeye odaklanarak güç yaymalarından
başka bir şey değildir...
hf
Akıl, dıştan, bizim farkında olarak ve üzerinde değerlendirme yaparak bir
sonuç çıkarttığımız olayları irdeleme özelliği!.
Bu özellik belli
bir sistematik kullanıyorsa, buna “mantık” adını veriyoruz. Sistematik
değerlendirmeden yoksun fikir zincirine ise “mantıksızlık” ismini
takıyoruz.
“Mantık”, zekâ
tarafından da kullanılır; akıl tarafından da.
hf
Yoga’da
genellikle kullanılan ve budizmde «mantra» kelimesiyle tanımlanan özel
anahtar kelimeler vardır ki, bunların yogada trans ya da teveccüh ya da
yönelim gibi kelimelerle kastedilen hallerde tekrarı sözkonusudur.
Bundan başka böyle
bir kelime de kendisi bulup; bu kelimeyi tekrar ederek bir şey elde edemez mi
insan?..
Bu sualin
cevabını tam olarak anlayabilmek için çok geniş boyutlarda meseleye bakmak
mecburiyetindeyiz!..
İslâm’daki «zikir»
kelimeleri olan Allâh’ın isimleri, esas olarak varlıkta yürürlükte olan
mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler zaten kozmik
plandan düzenlenmiştir. Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik
plana göre bir tür frekans ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile
iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..
Oysa bu anlama
gelmeyen «mantra»larla sadece beyinde rasgele bir hassasiyet, alıcılık
oluşturursunuz ki, bu da sizin «CİN» denilen ateşin-manyetik bedenli
varlıklarla iletişim kurmanıza yol açar!.. Bunların ise en iyileri bile pek çok
şeyden mahrum kalmanıza yol açar!
hf
Mardiye`ye geçmek, evliyaullah içinde yüz binde bir kişiye nasib olan bir
hâldir... Ancak ve ancak Mardiye`de tam olarak şirk-i hafî
kalkar...
Nefs bilinç
olarak, "Mardiye" düzeyine
geldiği zaman, Vâhidiyet mertebesinde kendini bulur. Vâhidiyyet
mertebesinde kendini tanıyan Nefs,ilâhi vasıflarla kendini tanır.
"Hayy"dır,
"Alîm"dir, "Mürîd"dir, "Kâdir"dir,
"Semi"dir, "Basîr"dir, "Mütekellim"dir.
Bütün bu
vasıfların oluşturduğu sonuç, "Mükevvin" oluşudur!.. Yani
"Tekvin" sıfatı!. Bunun tafsilâtına girmiyorum, ehli bilir;
ehli olmayanın da bu mertebeyi anlaması mümkün değildir.. Çünkü orada, Nefs-i
Küll olduğunu anlar, idrâk eder ve tahakkuk eder!..
Yani, Mülhime`de
bilinç Nefs-i Küll olduğunu anlar, fark eder... Ancak bu kemâlin
tahakkuku Mardiye nefs bilincindedir.
Mardiye`dekinde ise, Nefs-i Küll olarak tasarruf edendir!... Burası
7`lerin, 4` lerin makamıdır. Yedi kutub, dört kutub, Nefs-i Mardiye
düzeyindedir, Nefs-i Küll olarak... Onlara 7`ler derler, yedi`dir ama
yedisi birdir. Yedi kişidir onlar, ama aslında yedisi de birdir. Yedi ayrı Nefs`dir,
fakat Bir bilinçtir...
Nefs-i Mardiyye sahipleri, "fetih" sahibidir. Nefs-i Mutmainne`de
ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleriilmi Bâtın`dır.
Kalp gözü açıklığı denen, varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hali vardır. Mardiye
Nefs sahibinde fetih vardır; kedilerinde yaşanılan ilim, ilmi
Ledün`dür!...
"Evliyâya
eğri bakma!.. Kevn-i mekân elindedir." beyiti, Mardiye Nefs
durumundaki Evliyaullah içindir...
Mutmainne`deki, Veli`dir. Radiye`deki, Veli-i Mükemmel`dir.
Mardiye`deki, Veli-i Kâmil`dir. Safiye`deki evliyâullah
ise "Ulül Azm" olarak bilinir, belli bir görevi olan bu zevât
ya "Müceddid"dir; "Gavs"dır ya da Kutb-ul
Aktab veya Kutb-ulirşâd`dır!..
"Mardiye", sıfat mertebesidir, dedik.ilahi vasıflarla vasıflanmış kişidir...
"Mutmainne" ve "Radiye", "Velâyet-i Suğra"dır.
"Mardiye", "Velâyet-i Kübrâ"dır. Enbiyâ velâyetinin kemâlâtından
hisse alınır. Bakâ Billah mertebesidir!. Bu mertebeden evvel kimsedeilmi
Ledün olmaz!..
Bir de "Velâyet-i
Uzmâ", vardır.. Bu, "Müferridûn"un ve Rüesâ`nın
velâyetidir... Bu velâyet mertebesi, Velâyeti Kübrâ`nın üst sınıfıdır;
fakat Velâyeti Ulyâ`nın kapasitesine de sahip değildir
Velâyeti Uzmâ, "Ferdiyet" makâmında olanların velâyetidir. Bunlar, Gavs`ın
tasarruf dairesinin dışındadırlar. "Gavsiyyet" görevini
yüklenecek kemâlâta sahiptirler, fakat "Gavs" bir tane olduğu
için bunlar, Gavs`ın dışındaki kişilerdir.
Varlığın Hakk`ın
varlığı olduğu, Hakk`ın bu sûretlere bürünerek var olduğu ve bu
sûretlerde Hakk`ı seyretme hâli "Mutmainne" ve "Radiye"de
ağır basar.
İşte "Mardiye"nin
en önemli vasfı, şekli budur!.
Burada, şuursal
bir "Tek"lik, yaşamı vardır!. Kesret-çokluk müşahedesi tamamen
kalkar!. "Tecelli-i sıfat" denen yaşam tarzıdır. "Hakk-el
yakin" hâlidir!.Yani,ilâhi vasıflarla tahakkuk etme hali ki; bu
ikisi arasındaki hâl, ancak yaşanarak farkedilir. Dilde bunu anlatmak çok zor
bir şey!.. Çünkü biz, öyle bir şey düşünmemişiz, hayâl bile etmemişiz. Onun
için bunlar böyle mecaz yollu anlatılır ama gerçeği ancak yaşanarak bilinir!.
Burada şuur,
tek varlık olarak kendi vasıflarını seyre koyulur. Burada çokluk müşahedesi
söz konusu değildir, sûrete bürünmüşlük söz konusu değildir...
Bunu basit bir
misâlle şöyle anlatalım:
Gözle bakınca;
koltuk, masa, çiçek, insan, hayvan, tahta, halı vs. vardır. Fakat, bir milyar
defa büyüten bir elektronik mikroskop ile tüm varlığa baktığın zaman bu
isimlerle anılan varlıkların hepsi gözden kaybolur, sırf atomlardan ibaret bir
bileşik kitle görülür!.
Burada artık
ayrı ayrı birimler gözükmez!. Ne ben kalırım, ne sen kalırsın, ne koltuk kalır,
ne de masa!...
İşte bu misâlde
olduğu üzere, "Mardiye" ismiyle anılan şuur boyutunu
yaşayan kişinin müşahadesinde kesret, çokluk hali yoktur!.
O TEK şuur vardır; ve O şuur kendi vasıflarını seyir halindedir.
Bu hal, "Tecelli-i
sıfat" mertebesi olarak târif edilir. Tabii bu, çokluk içindeki bir
izah için, bir yaklaşım için anlatılan bir haldir...
İşte; Evliya-ı
Kamil, Evliya-ı Mukarreb yani Allah`a yakın kazanmış veliler, Kurbet
Velileri bu yaşam içinde olanlardır... Bunlar, sayıları yer yüzünde
gerçekten çok çok mahdut olan kişilerdir. Yüz yirmi dört bin veli içinde bunların
sayısı onlarla ifade edilir...
"Tevhid"in
"vahdet"e dönüşmesi ancak "Mardiye"de hâsıl
olur.
Hakikatın
öncesinde gelen, "mârifet" mülhimede "ilâhî
ikram" yollu kulda hâsıl olan mârifeti ilâhîdir.
Hakikatten
sonra, Mardiyye'de bütün kemâliyle hâsıl olan mârifet ise "mârifetibillah"tır
ki, sanki birincisiyle aralarında sadece bir isim benzerliği vardır... Bu
mârifetin yeryüzündeki zuhur mahallinin 7'ler, 4'ler, 3'ler ve "müferridun"
gibi çok sayılı sınırı vardır.
Mardiye
başlangıç itibariyle sıfat mertebesi, kemâli itibariyle zât
mertebesidir.
hf
"Marifet"
ikiye ayrılır:
1
- Maarifi iLALLAH.
2
- Maaarifi "B"illah.
"ALLAH"a
olan imanın dolayısıyla erdiğin sırlardır.
Henüz nefs
ortadan kalkmamıştır... Yani, şirk-i hafi dediğimiz şey halen
mevcuttur!. Varsayımın olan nefsin vardır!.
Ancak buna
rağmen, nefsinin yöneldiği "ALLAH" ve ALLAH`a ait bazı
hakikatlar
Bu "maarifiiLALLAH"tır...
Yani, "ALLAH"'a yönelik mârifet!.
"Hakikat"a
erip "ikan" noktasını geçtikten sonra artık ikilik
kavramı kalmaz!... Şirk kalkar!.
Var olan tek
varlık, mutlak varlık "ALLAH"tır!.
Bâki olan
"ALLAH"!. Fâni olan zaten yoktu; "yok"luğu
farkedilerek ortadan yani idraktan kalktı!.
"Bâki olan
"ALLAH"" gerçeği ortaya
çıktığı zaman; senin gözünde gören, kulağında işiten, dilinde söyleyen, elinde
tutan, ayağında yürüyen hep ve sadece "ALLAH"'tır!.
"ALLAH"
bilir; "ALLAH" görür; "ALLAH" algılar; "ALLAH"
söyler; "ALLAH" şehâdet eder!.
İşte o zaman
sende izhâr olan ilim, Maarif-i Billah`tır; izhar olana da "Ârif-i
Billah" derler. Büyük kutuplar yani "Kırklar" ve
üstündekiler "Ârif-i Billah" hükmündedir... "Ârif-i
Billah" olanlar her şeyin sırrını bilirler.
Neyle?
Kendilerindeki
ilmi ilâhi ile!
Birinci Mârifet,
"Mülhime"de hâsıl olur.
Belli riyâzetlar
ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur. Bu
marifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!.
Bunlara "ârif" denilir!. Bunlar daha "velî"
değildirler!.
İlmî kerâmetler ise ikinci marifet mertebesi olan "Mârifetullah"
sahibi "mardiye nefs" bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına
aittir... Bununla karıştırılmaya!
Burada, henüz
"benlik" kavramı vardır bilinçte!. Ancak yoğun riyâzet
dolayısıyla beyinde belli bir hassasiyet meydana gelmiştir. Ve bu hassasiyet
ile belli olağan üstü fiilleri ortaya koyar.
Bu, Allah`a
yöneliş sırasında oluşan bir mârifet`dir. Ve, bu düzeydeki kişiye "Ârif"
derler... Yani, işin hakikatına ârif olmuş belli bir "mârifet"
sahibidir. Bu, daha sonra "Mutmainne"de, "hakikat"e
döner...
"Mârifet"den sonra, "Mutmainne"de ve "Râdiye"de
"hakikat" yaşanır.
Bu "hakikat"
sonrasında "Mardiye"ye yükselirse, o zaman "Mârifet-i
Billah" meydana gelir. Yani, "Allah`ın indinden ihsan ettiği
ilimle" bilme hâli ki, o takdirde bu kişiye "Ârif-i
Billah" derler...
"Mülhime" mertebesindeki mârifet sahibi "ârif"dir.
"Mardiye" makamında hasıl olan ikinci mârifetin sahibine "Ârif-i
Billah" derler.
Yani,
varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât
demektir "Ârif-i Billah"!... Bu, "Hakikat"ten
sonra gelen mârifet-i Billah`tır...
İşte,
bazılarının, "Şeriât-Tarikat- Mâ`rifet -Hakikat"
demeleri, bazılarının da, "Şeriât-Tarikat- Hakikat -Mâ`rifet"
demelerinin nedeni, bu farka dayanır.
"Hakikat"den sonra "Mâ`rifet" diyenler, "Mardiye"deki
"Marifetullah"dan söz ediyorlar. "Mâ`rifet"ten
sonra "Hakikat", diyenler ise "Mülhime"de
yaşanılan irfândan söz ediyorlar.
"Levvâme"deki, "Tarikat"dır...
"Mülhime"de,
"Mârifet" hâsıl olur...
Bu "Mârifet"
neticesinde de, şayet takdirinde varsa "Mutmainne" ve "Râdiye"de,
"Hakikat"e vâsıl olunur...
Mârifet devresi olan "Mülhime" bilincindeki ârifte, bu
idraktan sonra "tarikat" kavramı kalmaz!. "Şeyh"
kavramı kalmaz!..
Eğer hâlâ o
kişide bu kavramlar varsa, o zaten "marifet"e ermemiş, "ârif"
olmamış; çokluk kavramından geçip "TEK"lik müşahedesine
ulaşamamış; benlik kavgası içinde, menfaatleri uğrunda savaş verip, tasavvufun
da hoş sohbetleriyle vaktini değerlendiren "dervişân"
sınıfındandır!
Yunus Emre kırk yıl hizmetten sonra "Mülhime"de kemâle ulaşınca, Taptuk
tarafından yanından uzaklaştırılarak, "mutmainne"ye geçmesi
için önü açılmıştır!. Hiç bir ârif, şeyhinin yanında "mülhime"nin
kemâlini yaşayamaz; bu yüzden de "mutmainne" bilinç mertebesi
kendisine açılamaz!
"Vahdet-i
Vücud"un bilgisi "mülhime"de;
kemâl haliyle yaşamı ise "mutmainne"de oluşur!.. Elbette bu
müşahede de "tarikat" kavramlarına yer kalmaz!
Eğer veli, bu
mertebelerden sonra, "Vahdet-i şuhûd" müşahedesinin yaşandığı
"Bakâ Billah"a geçer ve "Mardiye" bilinciyle,
"fethe" ermiş olarak "Mârifetullah"a sahib
olursa, işte o zaman "Ârifi Billah" olur!... Bu durum içinde,
"Hakikaten sonra, Mârifet gelir" derler...
Hakikatın
öncesinde gelen, "mârifet" mülhimede "ilâhî
ikram" yollu kulda hâsıl olan mârifeti ilahîdir. Özellikle "Rufaî"
sisteminde hâsıl olur ve yaşanır.
Hakikatten
sonra, Mardiyye'de bütün kemâliyle hâsıl olan mârifet ise "mârifetibillah"tır
ki, sanki birincisiyle aralarında sadece bir isim benzerliği vardır...
"Rauf" ismi birime izâfeten çok büyük ve geniş bağışlayıcılık olarak
anlaşılır.
"Rauf" isminin gerçek tecellîsi ise "mardiyye" isimli nefs
mertebesinde yaşanır.
Vahidiyet mertebesinin yaşamı olan mardiyye bilincinde, varlıktaki tüm suretler, o
bilincin organları gibidir ve tümünde tasarruf
Bu sebepledir
ki, O'nun yanında tümü de bağışlanmaya değerdir!..
Kendi
tecellilerini seyreden, görür ki, görmektedir ki, onlardaki tüm fiillerin
hakiki mutasarrıfı kendisidir, elbette ki bağışlayıcı olur. Esasen, bu
mertebede, yanlış-doğru yok, hikmetlerin zuhûru vardır.
hf
İnsan,
"iman nuru" ile bilincin sınırlarını aşar, "mârifet
nuru" ile de bilincin sınırları dışında yeralan gerçekleri
değerlendirebilecek kapasiteyi elde eder!..
Allah tüm
yaşamımız boyunca, kesintisiz olarak, bir an bile "iman nuru"ndan
ve "mârifet nuru"ndan mahrûm bırakmasın.
Zirâ, "iman
nuru"ndan mahrûm olan bloke olmuş bir bilinçle "kör"
yaşar; ve "mârifet nuru"ndan mahrûm olan da, bilincinin sınırları
ötesindeki gerçekleri asla düşünemez ve değerlendiremez.Bu yüzdendir ki, her
vesile ile Allah’tan "iman nuru" ve "mârifet
nuru" istemeliyiz; ve bunun sonsuza dek kesintisiz bir şekilde
bağışlanmasını niyâz etmeliyiz.
KALBİN
MÂRİFET NÛRUYLA DİRİLMESİ!
İslâm
terminolojisinde "şûur" ya da bugünkü deyimiyle "bilinç",
"kalp" kelimesiyle, "gönül" kelimesiyle
tanımlanır. Bilincin dirilmesi ise ancak mârifet nûru ile mümkündür.
hf
Kişinin
Allah’ın rızasına uymayan fiil veya düşünce üzere olmasıdır.
Kişinin
kendisine,Allah’ın varlığından gayrı bir varlık ve vücud atfetmesi ise
mâsiyetlerin en başta gelenidir ki, buna” gizli şirk” denilmektedir.
Mâsiyet, genel
anlamıyla kötü davranışlar olarak kullanılır. İnsanı Allâh'tan uzak
düşüren, bencil, bedene dönük çıkarlar peşinde koşturan davranışlar olarak ele
alınmaktadır.
Mâsiyet, kişinin Allah'tan perdeli olmasına yol açar!..
İnsan'ın
"NEFS"ini bilmeyişi, kendini beden
Çünki insanın
bedeni, bedensel zevkleri için yaşaması, onun sadece bir beden olduğu yolundaki
görüşlerinin perçinlenmesine yol açar ki, bu da sonuçta "ÖZ"ündeki
hakikatten ebediyyen mahrum kalmasına sebeb olur!..
Mâsiyet ehli,
fiilleriyle kendi kendilerini Allah'a karşı perdelerler. Çünki, yaşamları ne
doğrultuda sürüyorsa, ölümötesinde dahi o doğrultuda devam edecektir.
"Kişi
ne hâl ile yaşarsa, o hâl ile ölür ve hâl ile bâ's olur!.."
anlamındaki
hadîs-i şerîf gereğince, burada, kimin meşgalesi, konusu neyse, ölümötesi
yaşamda ve kıyâmet sonrasında da odur!..
İşte bu
yüzdendir ki, bir kimse mâsiyetiyle, yani bedene ve bencilliğe dönük
faaliyetlerle ömrünü tüketirse, ölümötesi hayatında da benzeri tür duygu ve
düşüncelerle devam edegider. Böylece de Allah'tan perdeli bir yaşama
kendini mahkûm etmiş olur.
hf
Vuslata
ermişlerin yaşamı ise neticede iki hâlden biridir.
Ya, " meczûb"
olarak kalmak..
Ya da, mânevî
vazife ile halk içinde, halkın yaşamına uygun bir tarzda yeralmak..
"Meczûb" kelimesi genelde halk arasında deli divâne olarak anlaşılır. Yemesine,
içmesine, giyim ve kuşamına, oturup kalkmasına dikkat etmeyip, edep âdap
bilmeyen kurallara uymayan birine şayet biraz da dinsel kelâm ediyorsa, hemen
"meczûb" yaftası yakıştırılıverir.
Oysa gerçekte, "meczûb",
Allâh'ın cezbetmiş olduğu kişi anlamındadır. Allâh'ın cezbetmesi
sonucu, O'na yönelmiş, O'nun varlığı yanında yokluğunu idrak etmiş ve nihâyet
yokolmuş; varlığında Allâh'ın Bakî kaldığı kişidir "Meczûb"!..
"ALLAH
DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER." (42-13)
Âyeti
Kerîmesi bu gibi "seçilmiş"lerin durumunu açık seçik
vurgular!.. Hakiki mânâsıyla meczûblar, Allâh'ın kendine
seçtikleridir!..
hf
Medyum, cinlere aracılık edenlere, cincilere denir.
hf
Yüz
yıllardır olduğu gibi, günümüzde de bir takım insanlar bazı Hadîs-i şerîfleri
yanlış yorumlayıp, âdeta, "BEYAZ ATLI, ELİNDE SİHİRLİ KILIÇ" olan bir
"MEHDİ"nin sanki gökten iner gibi gelip; bütün insanları zorla
müslüman etmesini, dünya devletlerinin rejimlerini değiştirmesini bütün
fakirleri zengin edip, kurtla kuzunun dost bir halde yaşatılmasını
beklemektedirler.
Böyle olağanüstü
güçlü bir kişi gelebilir mi?.. Gelirse, uzay teknolojisine sahip Amerika'nın
tüm gücüyle arka çıktığı İsrail'i nasıl ortadan kaldırır?.. Elindeki sihirli
kılıçla, nasıl bir anda tüm rejimleri yıkıp İslâm dinini esas alan devlet
düzenini kurar!?.. Bilemiyorum!.
Allah'ın
yeryüzündeki en sevgili kulu olduğuna inandığımız Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın
sahip kılınmadığı böylesine olağanüstü güç O'na verilir mi verilmez mi
bilemem!..
Toplumların çok
çok büyük çoğunluğu, dünyevî menfaatlerini ölümötesi menfaatlerden üstün
tutarken; ölümötesi yaşamın gerçeklerini idrak etmeyip, sadece âdet kâbilinden,
şartlanma yollu bazı ibadetleri tatbik edip; idrak düzeyinde din hakkında
hiçbir karara varamazken; böyle bir "BEYAZ ATLI"nın pat diye
orta yere çıkacağını hiç sanmıyorum!..
Geçmişte sayısız
değerli âlim ve evliyâdan olduğu söylenen zevâtı kirâm Mehdî'nin
önlerindeki yüzyılın başında geleceğini umduklarını söylemişler ve bunların
hiçbiri de gerçekleşmemiştir.
Esasen,
gelmemesi için gerekli işaret de söz konusudur ki, gözlerden kaçmıştır. Bu
işaret şudur:
Bu konuyla
ilgili Hadîsi şerîflerde şu hususun üzerinde durulmaktadır.
Hazreti Mehdî
görevde iken İSA Aleyhi's-selâm dünyaya inecektir. Ve beraberce bir süre
yaşıyacaklardır. Ve bu arada Deccal çıkmış olacak, Hz.isa tarafından da
öldürülmüş olacaktır.
İşte Hz.iSA'nın
gelişi sırasında, müslümanların başında olacağına işaret edilen "MEHDİ"den
"Sizden
olan imamınız başında olduğu halde"
diye
bahsedilmektedir konuyla alâkalı Hadîsi şerîflerde. Yani, çoğunluk, İslâm
dînini bütünüyle
Oysa bugün dünya
üzerinde, genelde islâmî esasları arzulayan bir çoğunluk mevcut değildir. Ve
-sizden olan imam’ yani böyle bir topluluğa dayanan -lider’de gelemez.
Hazreti
Rasûlullah , yaşamını insanların belli şeyleri idrak edip, iman edip tatbik
etmeleri ve böylece ölümötesi yaşamın tehlikelerinden kendilerini
kurtarabilmeleri için değerlendirmiştir.
Bizlere de
düşen, çevremizi, ölümötesi yaşamın gerçekleri hususunda uyarmak, ona göre
tedbir alınmasını tavsiye etmek ve bildiklerimizi onların anlıyacağı şekilde
izah etmektir.
Mehdî dahi geldiği zaman, -ki hadîsler böyle bir Zât’ın geleceğini haber
vermektedir- insanları geleceğe yönelik tehlikelere karşı uyarma görevini
yerine getirecektir zannediyorum. Ve bu çalışmalarında, üstün bir kâbiliyetle
yaratılması sonucu takdir sonucu, öylesine muvaffak olacaktır ki; bir hac
döneminde kendisini ilân etmesini isteyecekler; o neticede bunu kabullenecek ve
daha sonra onu ortadan kaldırmak üzere Ortadoğu’dan üzerine bir ordu yollanacak
ve neticede bu ordu yere batacaktır!.. Hadîs-i şerîflere göre!..
Cenâb-ı Hakk’ın
kanunları asla değişmez. Dolayısıyla, yaşamda kitleleri altüst edecek
olağanüstülüklere de katiyyen yer yoktur!.. Endonezya'lı veya
Mehdî gelmeden
öldüğümüz takdirde; "biz Mehdî'yi bekliyorduk da onun için daha
hazır değiliz" gibi bir mazeret, asla bizi ölümötesi yaşamın
gerçeklerinden kurtarmayacaktır!..
Mehdî, zamanı
geldiğinde, gelir ve vazifesi neyse yapar ve ölümü tadar!..
Ancak, biz varız
ve ne zaman da ölümü tadıp, bu dünyayı terkedeceğimiz meçhul!!!.. Belki çok
kısa bir süre sonra.
Soralım
kendimize...
Ölümötesi
yaşamın gerçeklerini biliyor muyuz ve o yaşama hazır mıyız?..
Şayet cevabımız
"hayır" ise, bize düşen, her şeyi düzeltecek olan Mehdî
hazretlerini beklemek değil, bir an önce kendimizi ölümötesi yaşama
hazırlamaktır.
Kendisinin MEHDİ
olduğunu iddia eden; ve MEHDİ ile âhir zamanda yeyüzüne inecek olan İSA`nın
aynı şahıs olduğunu söyleyen; ve sonuç olarak, işte kendisinin "bu"
kimse olduğunu sanan Mirza Gülam Ahmed Kadyani, kaba görüşle her ne kadar
islamiyeti yaymış ve genişletmeye çalışmış ve bunda bir ölçüde de başarılı
olmuşsa da; mesele inceden inceye araştırıldığı zaman görülür ki, ortada,
CİN`lerin önce bir kişiyi, sonra onun aracılığıyla binlerce kişiyi kendilerine
bağımlı kılmaları; ve bu iş için de İSLAMİYETİ KOZ olarak kullanmaları durumu
mevcuttur...
CİN`lerin kendilerine bağımlı kılıp, bu tip özelliklerle donattığı kişlerin en
üstün vasıfları, Muhyiddin A`rabi Hazretlerinin "Fütuhatı
Mekkiye" kitabında da bahsettiği üzere, "kibir ve gurur"dur...
Bu gibi kimseler
genellikle kendilerini zamanın en yüksek kişisi olarak görürler... Hatta
dikkatle incelendiğinde, son Nebi Hz Muhammed Aleyhisselâm’dan sonra
gelmiş, en yüksek kişi olduklarını iddia ettikleri dahi tesbit edilir...
İslam topluluğuna bağlı olanların bir kısmına göre, kıyametin kopmasından yüz
veya ikiyüz yıl önce yeryüzünde görülecek ve dünyaya İslamiyetin
yayılmasına sebep olacak; bir çok olağanüstü güçlere sahip bulunacak bir dini
liderin lâkabıdır "MEHDİ"!..
CİNler, aldatıp kendilerine bağımlı kılarak büyüttükleri pek çok kişiye
kendisinin beklenen "MEHDİ" olduğunu ilham etmiş; ve onların
bu sanı ile yaşayıp; çevrelerini de kandırmalarını sağlamışlardır...
İşte konumuzla
bu yönden ilgisi dolayısıyla "MEHDİ ve MEHDİ`lik hakkında"
kısaca bilgi vemeyi gerekli görüyorum...
hf
Mehdî, "tenzih" ve "teşbih" esaslarının
eşit oranda bileşimi olan İslâm Dini`nin "Tevhid"
ilmini ortaya koyan görüşü temsil eder..
Hz. Muhammed
Aleyhisselâm`ın bazı açıklamalarında görüldüğü üzere, “ALLAH”u Teâlâ`nın her
yüzyıl yılda, bir dini yenileyici, canlandırıcı kişi gönderdiği; ve bu
kişinin İslam dini’nin yayılması için görev yaptığı, İslam dinini
benimsemiş olanlar ve tüm mâneviyat ehli kişiler tarafından
Bu kişinin
görevi, gene Rasûlullah açıklamalarına göre, "İslam dinini günün
anlayışına göre izah etmek", dinin eski insanlara ait bir şey
olmadığını onlara anlatmak; ve böylece onların hakikate yönelmesini
sağlamaktır...
"MEHDÎ" adıyla anılan ve Hz.Rasûlullah’ın onikinci torunu olan kimse daha altı
yaşındayken bir kuyuya düşerek boğulmak suretiyle ölmüş olduğundan, aslında
beklenen şahsın bu kimseyle katiyyen bir alâkası yoktur...
Beklenen kişinin
lâkabıdır "MEHDÎ"...
Bazı
açıklamalarında Hz. Rasûlullah’ın "Benim adımı taşıyan bir müceddid
gelir ki..." sözü bazı yorumcular tarafından, bu kişinin adının "Ahmed"
veya "Muhammed" olacağı şeklinde tefsir edilmiştir... Nitekim
yukarıda bahsettiğimiz Kadyanlı Mirza Gülam, adının Ahmed olması
hesabıyla ve CİNlerin de iğfal edişleriyle kendisinin "MEHDİ"
olduğunu sanmıştır...
Bu konuda "İbn
MACE" isimli hadis kitabında epeyce bilgi vardır...
Tasavvuf ehlinin
çok yakından bildiği 2000 yılının hicri tarih müceddidi diye nam salan İmam-ı
Rabbani Ahmed Faruki Serhendi ise "Mektubat" isimli
kitabında "MEHDİ"nin derecesi hakkında şu bilgiyi vermektedir:
"Geleceği
haber verilmiş bulunan Hz. MEHDİ`nin de Rabbi, ilim sıfatıdır...
Bu zât da, Hz.
Ali gibi İsa aleyhisselam`a bağlıdır...
Sanki İsa
aleyhisselam`ın iki ayağından birisi Hz. Ali`nin başı üzerinde, ikinci ayağı da
Hz.MEHDÎ'nin başı üzerindedir..."
İslam
ansiklopedisinde ise, "MEHDİ" lâkaplı beklenen kişi hakkında
özetle şu bilgi verilmektedir:
"MEHDİ`nin
mânâsı, kendisine "ALLAH" tarafından yol gösterilen kişi
şeklindedir... Kelime, geçmişte bazı kişiler; gelecekte de kıyamet öncesinde
gelecek bir kimse için kullanılmaktadır.
Bu kelime ilk
defa olarak Emevi halifesi 2. Ömer için "müceddid" olarak
kullanılıyor ve 2. Ömer , "ALLAH"`ın rehberliğine mazhar
Daha sonraki
devirlerde ise, müceddidlerin birincisinin 2. Ömer olduğu, nihayet 7`inci ve
sonuncusun da, iki görüşe göre, "MEHDİ" veya "İsa" olacağı
İbn-i Haldun`un
"Mukaddime" isimli eserinin
"Fâtıma nesli ve onun hakkında insanların düşündükleri ve bu meseleyi
saran karanlığın kaldırılması" faslında "MEHDİ" lâkaplı
kişi için de şöyle bahsedilmektedir:
"Muhtelif
devirlerde İslam halkının hepsi tarafından genellikle
Zamanın
sonlarında, kıyamete doğru, Rasûlullah ailesinden, dine yardım edecek ve
adaleti muzaffer kılacak bir kimse zuhur etmesi zaruri olarak icabeder; ki
müslümanlar O`na tâbi olacaklardır...
O, müslüman
ülkelerde hâkim olacak ve kendisine "EL-MEHDİ" denilecektir...
Dünya`ya
hâkimiyeti ise, İsa aleyhisselam`ın nüzulü ile birlikte olacaktır...
Mevsuk (sahih)
hadislerle tesbit edilmiş olan, kıyamet gününü diğer alâmetleriyle Deccal`in
zuhuru, ondan sonra vukua gelecektir...
İsa Aleyhisselâm
O`nun ortaya çıkmasından sonra inecek; ve O`nun çıkışından bir müddet sonra
ortaya çıkacak olan Deccal`ı öldürecektir"
İbn-i Haldun
"Mukaddime"sinde
"MEHDİ" ile alâkalı 24 hadisi uzun uzadıya nakledip 6 değişik
şekli ilave ve hepsinin de sıhhatini münakaşa eder... Bu hadislerden 14`ünde
yenileyiciye -müceddide- "MEHDİ" denilmiştir...
Evet, işte "MEHDİ"
hakkında İslam dünyasında düşünülenler, konuşulanlar, bu minval üzere
sürüp gitmektedir.
Keza kıyamet
konusunda da, İslam dünyasındaki genel kanaat, hicri takvimle 1600 yılından
evvel kopacağı şeklindedir... Ki bu da gene birgün Hz.Rasûlullah kendisine
sorulan:
-Kıyâmet
ne zaman kopar ya Rasûlullah?..
Sorusuna:
-Ümmetim
iyi giderse 1000`i geçer!..
Şeklinde
vermiş olduğu cevaptan çıkartılmaktadır...
Keza halk
arasında dolaşan:
"1500`de
varmam, "1600`e kalmam"
Şeklinde
söyleyişler dahi aslında bu hadise dayanmaktadır...
Çünkü yorumcular
2000 rakamının verilmemesinden kıyametin 1000 ila 2000 yılları arasında
kopacağını çıkartmışlardır ki, bu da yaklaşık bir hesapla 1400 ile 1600 yılları
arasına rastlamaktadır.
Nitekim bu hesap
üzerinde duran bazı müslümanlar, her müceddid`in 200 yılda bir gelmesi hesabına
da katarak 7. ve son müceddid`in 1400 yılı başlarında geleceğini ve bunun da
son müceddid olması hesabıyla lâkabının "MEHDİ" olması
gerektiğini ileri sürmektedirler...
Gene bu
çevreler, "MEHDİ" denilen kişinin en yüksek dereceli veli
olacağını; istediği anda dünyanın istediği yerini görebilecek; istediği anda
istediği yerde yönetim gücünü kullanabilecek güçte olacağını İslam
dünyasından küfrü kaldıracağını; daha sonra da, nüzul edcek olan İsa
A.S ile birlikte bütün yeyüzünde tek din olarak İSLAM`ı anlatıp bütün
MEZHEPLERİ kaldıracağını; tarikatları kaldırarak, Rasûlullah Aleyhisselâm`ın
devrindeki inanç sistemini ihya edeceğini söylemektedirler...
Çeşitli yerlerde
ve tarihlerde bazen ortaya çıkıp, bazen de gizlice çevrelerine "MEHDİ"
olduğunu empoze
Öte yandan bu
kişilerin büyük bir kısmı da zaten farkında olmadan CİNLERİN HÜKMÜ
ALTINDA olan kişilerdendir. Ve CİNlerin oyununa gelerek kendilerini
"MEHDİ" sanmaktadırlar. Çünkü ya gördükleri CİN kaynaklı
rüyalar, ya da aldıkları çeşitli CİNNİ ilhamlar onlara kendilerini "MEHDİ"
sandırmaktadır.
Kendilerindeki CİNni
destek ile çevrelerindeki insanları etkileyebilen bu insanlara karşı, ilim
sahibi olmak ile "CİN DUASINI" okuyarak etki alanlarından
kurtulmaktan başka çare de söz konusu değildir, bildiğimiz kadarıyla..
Gelişi
müslümanlarca her an beklenen "MEHDİ"nin kesin geliş tarihine
dair hiç bir delil yoktur ve "DİVAN" ehli hariç, evliyaullah
dahi bu konuda bilgisizdir..
İslami takvimle zamanın 1400 yılını onyedi geçeye yaklaşması, konuyu günümüzde
daha da konuşulur hale getirmiş; ve bu yüzden çeşitli yerlerde kendini "MEHDİ"
sanan kimseler bir hayli türemiştir!.
Günümüzde, esef
vericidir ki, ilimsiz pek çok kişi, kendini sırf CİNlerin aldatıcı ilhamları
yüzünden boş hayallere kaptırarak, "MEHDİ" sanmakta ve çevrelerini de
yanlış yollara sürükliyerek topluca CİNLERİN EĞLENCESİ olmaktadırlar.
Oysa,
"MEHDİ", Rasûlullah açıklamalarına göre, Mekke`de ortaya çıkacak;
sonra Medine`ye geçecek; üzerine bir ordu gönderilecek ve bu ordu tamamiyle
yere batacaktır. Bu olaylar, O`nun "MEHDİ" olduğunun delili
olacaktır..
Aklı başında hiç
bir insan, İstanbul, Ankara, İzmir, Denizli ya da başka bir şehirde oturup
kendinin "MEHDİ" olduğunu iddia etmez!. Şayet ediyorsa, konu ya
psikyatrinin sahasına, ya da CİN tedavicilerinin ihtisas alanına giriyor
demektir..
Bu konudaki
düşüncemize gelince...
Biz, bu konunun
zamana bırakılması; ve "bekle gör" görüşünün tatbik edilmesi
taraftarıyız.. Zira, her hac mevsiminde "MEHDİ" bu yıl ortaya
çıkacak beklentisi içine girip; tüm geleceğe dönük planlarını yapan insanların
yaklaşık yirmi yıldır sürekli hüsrana uğradığını gördük..
Buna rağmen...
Ne aczin dile
gelişi anlamında inkâra sapar; ne de hakkında kesin deliller olmadığı ve imanın
şartlarında bulunmadığı için, tasdik eder;
Şüphesiz ki
zaman, en iyi açıklayıcıdır!.
Kıyâmet alâmeti
olarak bildirilen Deccal’in çıkışı gerçekleşmeden, o devrin müceddidinin kim
olduğunu da kimse bilemez!.
Çünkü, “Müceddid”lik
bâtında görülen bir işlevdir; ve Kutbul irşad gibi bâtınen yapılan bir
yayın sözkonusudur bu görevde... Geldikleri çağın toplumunun anlayışına
göre İslâm Dini’ni anlatan, açıklayan, “Din” anlayışını
geçmişteki eklenti ve hurâfelerden arındıran zâtlarmış “müceddid”ler.. Kendilerini
yaşadıkları topluma açıklamaları gerekmezmiş…
Nitekim, şu an
hicrî 1418’de olmamımıza ve yüzyıl başını 18 sene geçmemize rağmen, -kesinlikle
bu devrin müceddidi gelmiş olmasına rağmen- ortada bir müceddid görememekteyiz
Dünya üzerinde!
Demek ki bu
yüzyıln müceddidi de, -Allah bilir nerede ve ne zaman- gelmiştir ve bâtınen
görevini yapmaktadır… Ama ne yönde ve nasıl?
Ayrıca, “müceddid”ler,
bir ülkeye değil, dünya toplumuna ve dünya yaşamına dönük olarak görev yaparlar
duyduğum kadarıyla...
Halbuki
insanların çoğu siyasi anlamda bir müceddid ve halife hayaliyle yaşamaktalar;
siyasî anlamda İslam saltanatı beklemektedirler benim düşüncemin tersine
olarak!.
İnsanlar İsa
Aleyhisselâm’dan siyasi krallık ummuşlardır; yanılmışlardır; çünkü o kendi
krallığına değil semânın krallığına yani ölümötesi boyutta saltanat sürmeye
davet etmiştir onları.. İnsanlar yanılmıştır O'u değerlendirme konusunda..
İnsanlar
Muhammed Aleyhisselâm’ı da siyasî lider gibi görmek, kral gibi düşünmek
istemişlerdir; yanılmışlardır; çünkü O da insanları gidecekleri boyutun sultanı
olarak yaşamaya davet etmiş ve bu dünyada bir yolcu gibi yaşamaya davet
etmiştir onları..
Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın bütün vârisleri dahi, siyasetle ilgilenmemiş ve “Rasûl”lük
yolundan yürüyerek, insanlara ölümötesi yaşama kendilerini hazırlamalarını; “Halife”
olarak bu dünyadan ayrılmalarını tavsiye etmişlerdir…
Bizim tesbitimiz
-yanılıyor olabiliriz ama- böyle!.
hf
Günümüzde
"MEHDİ"lerin sayısında bir hayli büyük artış gözlenmektedir.
Neredeyse her şehirde bir kaç tane "MEHDİ" olduğu hayaliyle
çevresini kandırmakta olanlar vardır; ve üzücüdür ki, bu saf bilgisiz insanlar
kendilerini o kişilerin CİNlerine kaptırmışlardır bir kere!.. Artık
tesirden kurtulmaları çok zordur!..
Bunların kimisi
basın aracılığıyla iyice şişirilerek patlatılmak isteniyor; kimisi de sessiz
sedasız, elde kılıç kıyâm(!) edeceği günün hayâliyle yaşıyor!..
Neredeyse,
kendisine her selâm vereni dervişi sayarak, kendisini onbinlerin
"ŞEYHİ"
Şimdi de işin
ikinci yanından sözedelim...
Önce, o
aradığınız yayının parazitli, çarpık-çurpuk, görüntüsü net olmayan dalgaları ekranınızı
kaplar!.. Sonra seçilemeyen dalgaları ekranınızı kaplar!.. Sonra, biraz daha
yayına yaklaşırsınız, çarpıklıklar kaybolur ve karlı bozuk görüntüler ekranda
yer alır... Ve nihayet biraz ötede net orijinal yayının görüntüsü ile karşı
karşıya kalırsınız!..
Daha önce de
anlattığımız gibi, dünyada oluşan, tüm olup bitenler çeşitli kozmik dalgaların
etkisiyle, aşama aşama meydana gelir... Sıfırdan başlar en yükseğe kadar çıkar,
zirveyi bulur; tekrar inişe geçer ve sıfır olur!.. Sistemin kesin ve şaşmaz düzenidir
bu!..
Her şey dünyada
belirli sikluslar halinde oluşur; belirli devirlerde belirli akımlar ve
eğilimler günümüz tabiriyle "MODA" olur!...
Bize belki 20
yıldır, çeşitli çevrelerden o yıl "MEHDİ"nin çıkacağı söylenirken
cevabımız hep "Hayır" oldu!. Ve de ilâhi lütuftur ki mahcup
olmadık!... Çünkü, yaptığımız araştırmalar "MEHDİ" denen kişinin
çıkışına daha epeyce zaman olduğu yolundaydı...
Öyle iken, niçin
günümüzde daha "Âmentü"nün getirdiklerini ve sonuçlarını idrak
edemeyen; hayali tanrı ve din anlayışı içinde olan kişiler kendilerini "MEHDİ"
zannediyorlardı!..
Bu durumun iki
ana sebebi vardı...
Birincisi,
farkında olmadan CİNlerin hükmü altına girerek ihtiyatsız bir şekilde
olaya kendilerini kaptırmaları ve bu konuda ilmi olmayan kişileri de böylece
peşlerinden sürüklemeleri...
İkincisi
de, orijinalinden önce gelmeye başlayan parazitli yan dalgalar!..
"MEHDİ"lik anlamını ve duygusunu taşıyan yan dalgalar dünya üzerine ulaşmaya
başlamıştır...
Keza "MESİH"iyet
dalgaları da öyle!..
Bu sebeple önümüzdeki
yıllarda çeşitli şekillerde kendilerini "MEHDİ" ve "İSA"
olarak
Bu durum
karşısında insanların kanmamaları ve gerçekçi bakış açısına sahip olabilmeleri
içi bazı belirli ve kesin gerçekleri bilmeleri gerekmektedir...
Başta Kütüb-ü
Sitte denen hadis kitapları olmak üzere pek çok eserde ittifak halinde, Hz.
İSA`nın yeryüzüne geri geleceği bildirilmektedir. Ve bu geliş Hz. İSA
tarafından, o devirde yapılan açıklamaya göre 2000 yıl sonra olacaktır...
Bu arada
dikkat!...
Hz. İsa eğer
2000 yıl sonra geleceğini söylemiş ise, ve bunu ölmeden önce söylemişse, 33
yaşında yani milâdi 33 yılında söylemiş olur ki; bu olayın gerçekleşmesi de
2033 yılını bulur; anlamına gelebilir.
Hz. İSA yeryüzünde ortaya çıkmadan önce "DECCAL" ismiyle
işaret edilen ve olağanüstü sayısız güçler ortaya koyan bir varlık insanlık
için büyük bir fitne olacaktır...
Kendisinin
“TANRI” olduğunu; göklerden geldiğini; yıllardır beklenen, insanlığın
"RABBİ" olduğunu belirtecek bu varlık yeryüzünde 40 gün kalacak ve bu
sürenin sonunda yeryüzüne inecek olan Hz.iSA tarafından öldürülebilecektir!..
Hz. İSA
yeryüzünde 40 yıl yaşayacaktır. Bu 40 yıllık sürenin 9-11 senelik süresi de MEHDİ
ile birlikte geçecektir.
Yani, "MEHDİ"
ömrünün son 9-11 senesini İSA Aleyhisselâm`la birlikte geçirecek ve
ondan sonra ölümötesi yaşama geçecektir.
Deccal da, "MEHDİ"
lâkaplı kişinin ömrünün son 9 veya 11 sene öncesinde ortaya çıkacaktır.
Rahmetli hocam, (Medine`li veya Beykoz`lu da denilirdi) Hacı Osman
Efendi, 1963 yılında bana şöyle demişti:
-MEHDİ`nin
yıldızının doğmuş olduğunu yaklaşık şu kadar yıl önce Kahire gazeteleri
yazmıştı, Mısır`lı müneccimlere atfen... O şimdi aramızda(dünyada) büyüyor..."
Bütün bu
bilgiler ve yazamadıklarıma dayanarak görüşüm odur ki...
Allah'ın sünneti
olduğu üzere, önce insanları ALLAH'a inanmaya, O'nun SONSUZ - SINIRSIZ TEK
olduğuna; tapınılacak bir TANRI olmadığına, her türlü, şekil, renk, ışık ve bu
tür kavramlardan münezzeh yüce bilgi ve güç sahibi evrenüstü, enerji üstü bir
kavram olduğuna işaret edip uyaracak olan "MEHDİ" lâkablı kişi
çıkacak.
Arkasından da bu
anlayışın imtihanına tâbi tutulmak üzere insanlar, DECCAL ortaya çıkacak; ve
insanların asırlardır tapındıkları gökyüzündeki TANRISI olduğunu bildirecek ve
onları kendine tapınmaya, kendi TANRI'lığını
"MEHDİ"nin
açıkladığı ALLAH kavramını idrâk etmiş olanlar, bu gerçeği farkettikleri için,
ne kadar olağanüstü olaylar ortaya koyarsa koysun, DECCAL lâkablı TANRI"lık
iddiasındaki varlığa inanmıyacaklar ve Hazreti Muhammed'in Kur'ân-ı
Kerîm ile bildirmiş olduğu esaslara bağlı kalarak ölümötesi yaşama
geçeceklerdir.
Kur'ân-ı
Kerîm'de "İHLAS" sûresinde açıklanan "ALLAH"
kavramının mânâsını anlamamış; kafasında yarattığı bir TANRI'ya "ALLAH"
ismini etiketliyerek yönelen insanlar ise, tasavvurlarındaki gökte bir yerde
yaşayan TANRI'larını karşılarında bulunca, hemen O'na koşacaklar ve sonuçta,
kendilerine yapılan uyarıya kulak vermemenin cezasını büyük bir hüsran ile
alacaklardır.
MEHDİ`nin ortaya çıkmasından önce, 3. dünya savaşının olacağı, Avrupa da taş
taş üstünde kalmayacağı; bunlardan sonra "MEHDİ" lakaplı
kişinin bir Hac sırasında Mekke`de Ricali Gaybın ısrarları
üzerine ortaya çıkacağı; sonra Medine`ye geçeceği; orada üzerine Şam
tarafından bir ordu gönderileceği ve bu ordunun Medine yakınlarında
tümüyle yere batacağı; ve O, İstanbul`da iken DECCAL`ın
ortaya çıkacağı; çeşitli değerli kaynaklarda anlatılmaktadır...
Dolayısıyla MEHDİ`nin
Mekke`de ortaya çıkmadan önce; Avrupa, Amerika, Rusya
ve Ortadoğu`da çok büyük siyasi değişiklikler ve savaşların beklenmekte
olduğuna işaret edilmektedir.
Kısacası bu
olayların başlanıcı, nereden bakılsa, en yakın 2000`li yılların başlarına doğru
uzanmaktadır...
Zaten astrolojik
veriler de Uranüs`ün 1996`da Kova burcuna geçişinden sonra önemli
olayların başlamasına dikkati çekmektedi... Keza, yaklaşık aynı tarihlerde, Plüton`un,
Yay burcuna gireceği de dikkate alınırsa, ne gibi önemli olaylarla
karşılaşılacağı konunun ilgilileri tarafından görülebilir...
Evet. bu sürenin
böylesine yaklaşması kendini "MEHDİ" veya "İSA"
Aleyhisselâm gibi düşünenler çıkmasına yol açacağı gibi, sahte DECCAL`lar
çıkmasına da sebep olacaktır.
Hz.
Rasûlullah’ın bir açıklamasına göre, gerçek DECCAL çıkmadan önce 30`a
yakın sahte DECCAL ortaya çıkacak ve bunlar kendilerinin "PEYGAMBER"
olduklarını iddia edeceklerdir...
Bu da her
orijinalin öncesinde ve sonrasında yan dalgalardan oluşan sahtelerin ortaya
çıkacağına işaret etmektedir...
Yukarıda bir TANRI;
veya "ALLAH "ı âdeta bir "GÖK TANRISI" gibi
DECCAL`a karşı insanların kendilerini koruyabilmelerinin tek yolu ise Hz. MUHAMMED`İN
AÇIKLADIĞI "ALLAH"`ın ne olduğunu iyi idrak etmeleridir...
Kur`ân-ı Kerim`in tarif etmiş olduğu "ALLAH "ın ne olduğunu idrak
etmemiş olanlar ise bir sahte "TANRI"nın kurbanı olmakla
yüzyüzedirler bizim görüşümüzce!..
Herkes,
Hz.Muhammed’e tâbi olup yolundan gitmekle mükelleftir ;kendi yararı
için...Bunun dışında hiç kimseye tâbi olmakla mükellefdeğilsiniz...
Herkes kendi
ilmi ve aklı kadarıyla kendi yolunu çizecek ve sonucuna da hiçbir mâzeret
gösteremeden kendisi katlanacaktır...
Bu konu sizin için
ne kadar önemli ise , ona göre değer ve zaman verip ona göre de yolunuzu
çizersiniz...Kimsenin kimseye tâlimat verme veya din koltuğunu kullanarak
hükmetme hakkı ve yetkisi yoktur...
Artık şunu iyi
bilin ki...
Günümüzde bir
takım insanlar hâlâ bir müceddit, bir MEHDİ, bir kurtarıcı bekliyorlar; gelip
kendilerini kurtarsınlar diye...
İşte bu sebeple,
beklentileri bırakıp, herkes kendini geliştirmeye ve hazırlamaya
baksın... Öbür boyuta geçiş, beklentilerimizden çok daha yakın
bizler için!.
Önemli olan
mertebe isimleri değil, yaşamının kendini tatmin etmesidir...
İsimler daima
perde teşkil etmektedir müsemmâya!..
BAZI
VELİLERİN "MEHDİ" SANILMALARI
Ancak
burada, sırası gelmişken, bir konu üzerinde daha durmak istiyorum...
Gerçekten CİNlerle
ilgisi olmayan, bazı büyük velilerin yolunda ve onların koruması altında
yetişen kişlerde de "MEHDİ"lik anlayışı ve zannı meydana
gelmektedir... Peki, CİNlerin etkisi olmadığı halde ve korumada
bulunmalarına rağmen nasıl olup da bunlar kendilerini "MEHDİ"
zannetmekte ve çevrelerindekilere o zannı verebilmektedirler...
Tasavvufta,
kişinin devam ettiği yolda ilerlemesi sırasında rastladığı ve geçtiği bazı
haller vardır... Meselâ "Makamı Gavsiyet", "Makamı
Hızır", "Makamı MEHDİyet" gibi...
İşte bu yolda
ilerleyen kişi, ehlince bilindiği gibi, bu makamdan geçerken, kendisine o
makamın özellikleri yansır... Ve o da aynen kendisine yansıyan güneş ışıklarını
çevresine aksettiren ayna gibi, bu defa kendisini ışık kaynağı zannetmeye
başlar...
İşte bu durumda
olan kişiler, bulundukları yerin verdiği zevk dolayısıyla da bazan uzun bir
süre oradan ayrılamazlar ve kendilerini makamından geçtikleri kişiler sanmaya
başlarlar... Keza, çevresinde hakikatı henüz tam anlayamamış olanlar da onu,
makamından geçtiği kişinin hakikatı sanmaya başlarlar...
Bu durumda olan
kişi
hf
Deccal devrinde olacakları söylenenlerin neredeyse hepsi gerçekleşmiş… İnsanlar, cennet
diye cehenneme davet ediliyor; cehennem cennet gösteriliyor; cennetse
cehennem!…. Ve hâlâ daha, DECCAL bekleniyor!.
Dünya
Mehdî’lerden geçilmiyor, belki de bunlardan biri gerçeği; biz hâlâ eli
kılıçlı beyaz atlı Mehdi gelip yeldeğirmenleriyle savaşacak beklentisi
içindeyiz!
Acaba gerçek
Mehdi ya da nezir veya her ne isimle anılırsa anılsın o işlevde biri, böyle bir
dünyada elinde kılıçla ortaya çıkıp yeldeğirmenleriyle savaşacak kadar salak
bir savaşçı olabilir mi!.
Beyni iflas
etmiş, düşünmesini unutmuş, emir-komuta ile denilenleri yayan yaşayan ölüler
olan zombiler arasında kalmış beyin sahiplerine, iman ehline, Allah güç
kuvvet, direnç, sabır ve yürek ihsan buyursun… Gerçekleri idrâk ettirsin.
hf
Mekân
kavramı, Güneş sistemi dışında, galaksiye uzanır...
“Din”deki bunun
dışında kalan tüm tanımlamalar varlıklar ise tamamiyle BOYUTSALDIR!...
Esasen bizim
kullanmakta olduğumuz "KOZMİK" kelimesi dahi günümüzdeki kullanım
şekliyle, “BOYUTSALLIĞI” ifade içindir... Yoksa kasdımız, bu kelimenin orijinalinden
gelen "Evrene ait" anlamında olarak “mekân” ifade eder bir anlam
değildir...
hf
Dünyadayken,
yaptığının cezasını çekmeye başlama sisteminin adı Kur’ân dilinde “MEKR”dir!.
Erkekse, günü,
yatakla-işi; kadınsa günü, yatakla-mutfak arasında geçer!… Yarın âhırette
kendisine hiç bir yarar sağlamıyacak dünya işleriyle ömrünü tüketir!… Hatta
dünyası eskisinden daha da mâmur olur; ki bu da “MEKR”in sonucudur!…
Ne varki, o kişi
bunu bir türlü değerlendiremez, “Allahtan” lânetlenmiş (uzaklaşmış) olduğunu
farkedemez; ve hatta temiz kalpli(!) bir insan olduğu için Allahın kendisini
nimetlere boğduğunu sanır!… Söylenir, anlamaz!.. Rahmet üzerine yağar, fakat
içine nüfuz edip, tesirini icra etmeden, üzerinde kurur gider!..
“Allah”
adıyla işaret edileni idrak ve günlük yaşamda, O’nun bakışıyla yaşamak
kavramından ne kadar uzak olduğunu; başta “kader” olmak üzere, imana
taalluk
Bilmiyerek Allah
Rasulü’ne uzatılan dil; kişinin tüm basiretini kör eder!…
Bilinçsizce
Allah velisine uzatılan dil, kişinin tüm velâyet nurlarından mahrum kalması
sonucunu getirir!…
Bu sonucu da bir
başkası ona hazırlamayıp; yalnıca kendi kendisini cezalandırmaktadır sistem
gereği!.
“Mekr”,
insanın, taklitte olduğu halde, kendini tahkik ehli olarak zannetmesinin
adıdır!.
Önemli olan, “mekr”e
uğramamaktır!…
Zira uğradıktan
sonra, bundan kurtulabilmek fevkalade ender sayıda insana nasip olabilen bir
nimettir… Çünkü yanlış yanlışı getirirken, arada doğruyu farkedebilmek, son
derece güç bir iştir…
Bunu şöyle de
izah edebiliriz…
Beyinde, ilgili
konudaki hücreler arasında bir faâliyet vardır; ve bu faâliyet zaman içinde
kendi doğrultusunda yayılır ve genişler… Dolayısıyla da yanlış günden güne
artar!. İşte bu gelişme ortamında iken, insanın İlahi bir zorlama olmaksızın,
düzen değiştirmesi fevkalâde güçtür!…
O sebepledir ki,
bizler düşüncelerimize hâkim olmak; ve hangi konu içinde olursak olalım, o
konuya Allah gibi bakmak ve değerlendirmek; ya da en azından, iman
esasları noktasından o konuyu ele alarak değerlendirmek zorundayız.
Bir insan, iman
bilgisini, iman esaslarına imanın gereği gibi yaşam, hâline dönüştürmedikçe,
“mekr” belâsından kendisini kurtaramaz!.
hf
PARAnın
MEKR olmasından daha büyük MEKR nedir bilir misiniz?
En büyük MEKR
nedir bana göre onu söyliyeyim size...
İLİM dir!.
Allah yoluna baş
koyan insanlar için,
Allah yolundayım
diyen kişi
Bilebildiğim
kadarıyla arzu ederseniz onu anlatmaya çalışayım...
İlim sahibi olan
kişi çevresindekilere o ilmi naklederken...
YALAN
SÖYLİYEBİLİYORSA sıkıştığında...
DEDİKODU
yapıyorsa...
İnsanlar
arasında birleştirici değil gruplaştırıcı, ayırıcı oluyorsa...
Çevresindekiler
ilmin vakarına değil laubaliliğe ve şaklabanlığa dönük
Kendisi ilmin
gereğini yaşamıyorsa...
O ilimle
insanların hizmetinde değilİ onlara hükmetme ve kendini tatmin etme
mesabesinde ise...
Derim ki ben
AHMED HULUSİ olarak o kişi İLİM MEKRİNE UĞRAMIŞTIR: bunun farkında
değildir.
Dostlarım bilin
ki MEKRin en şiddetlisi İLİM MEKRİDİR!.
İLMİN MEKR oluşu
ne demektir?...
İsterseniz bu
konu üzerinde duralım biraz...
Allah Rasülü’nün
açıklamasına göre ilim esas olarak ikiye ayrılır... Din ilmi ve Tıb
ilmi...
Tıp ilmi insanın
sağlıklı yaşamı için gereklidir... Din=sistem ilmi ise
insanın içinde yaşamakta olduğu ve yaşayacağı boyutları
farkedip değerlendirebilmesi içindir...Yani ilim tahsili bu
ikisine dönük olur...
Ancak bu
ilimlerle uğraşanların amaçları farklı farklıdır...
Kimi bu
ilimlerle uğraşır, para kazanmak için... Kimi isim yapmak nam
kazanmak için...Kimi de varlığın ve kendinin hakikatını anlamak için...
“Din ilmi”,
bildiğimiz bütün ilimleri kapsamına alan genel isimdir.
Hangi
ilimle uğraşılırsa uğraşılsın, sonuçta Allah adıyla işaret edilenin
yaratmış olduğu SİSTEM ve DÜZEN ile ilgili birşeyler öğrenilmektedir...
Hangi ilimle
uğraşılırsa uğraşılsın, sonuçta Allah adıyla işaret edilenin yaratmış
olduğu SİSTEM ve DÜZEN ile ilgili birşeyler öğrenilmektedir...
Şimdi varlıktaki
canlıları bir düşünün... hepsi birbirinin yararına dönük olarak
çalışmakta ve yaşamaktadır, ister bunun farkında olsun ister olmasın...
Bu mahlûkat
içinde istiyerek verme özelliği olan tek tür ise İNSAN türüdür...O
başkalarına bir şey kazandırmak için karşılıksız verebilmek
yetisine sahiptir...
İnsanın bu
karşılıksız verebilme özelliği, Allah için verme diye tanımlanmıştır...
Bir insan,
ilmini insanlarla karşılıksız olarak paylaşmıyorsa; para, pâye, ünvan,
saygı vs. vs. bekliyerek onlara açıklıyorsa o kendi hakikatına
yazık ediyordur!.
Gerçek ilim
adamı, yağmur gibi herkesin üstüne yağar... Bir kısım insanları
kendine seçip onlara açıklayıp, diğerlerinden esirgemez...
Yalan söylemez;
dedikodu yapmaz, insanları arkalarından çekiştirmez; gıybet
etmez; iftira kavramını bilmez!.
İlim sahibi
bilir ki, herkes her şeyi FITRATI kadarıyla
değerlendirebilir; dolayısıyla kimseyi kınamaz, küçük görmez!.
Dini dedikodu;
dedikoduyu din edinmez!.
İlim, insanın
öncelikle kendi araştırmacılığını ve gerçeği bulma arzusunu
tatmine yönelikse, çıkar için tahsil edilmiş olur..
Ben 35 yıldır bu
ilimle uğraşıyorsam ve daha yaşadığım kadar uğraşacaksam nasipse;
bunu sırf kendim için yapıyorum; öğrendiklerimi de kendime
saklamayıp, karşılıksız olarak tüm insanlıkla paylaşıyorum..
Bunlar doğru
veya yanlış olabilir ama benim çalışmalarımın mahsulü budur
işte!.
Ama bir kişi
elde ettiği bilgileri nakde tahvil ediyorsa bir kişi bu onun için
biraz sorun getirecek demektir sistem gereği!.
Şimdi bir kişi
kendini bilgili görüp, âlim sanıp, diğer yandan da yalan
söylüyorsa, dedikodu yapıyorsa, insanlarla uğraşıyorsa, gıybet ediyorsa,
pâye bekliyorsa, o kişi ilim yollu MEKRE uğramış demektir!.
İlim
sahibi SİSTEMİ ve FÂTIR’ı bildiği için bunların hiç birini
yapmaz!.
Birleştiricidir;
parçalayıcı-bölücü değil!.
Hoşgörülüdür;
azarlayıcı değil!.
Herkesi inancı
gereği davranışlarda serbest bırakır; zorlayıcı değil; iş ki başkalarına zarar
verici olmasın!.
Evet dostlar...
Yaşamımıza bakalım...
Hayatımızda, hiç
yalan söylemediğimiz kaç kişi var?
Hiç dedikodusunu
yapmadığımız kaç kişi var?
Hiç gıybetini
yapmadığımız kaç yakınımız var?
Öyle ise soralım
kendimize ne kadar dürüstüm, diye...
Kişisel
çıkarları için yaşayan ve en yakınlarına bile yalan söyliyecek kadar enteresan
bir yaşam süren bizler...
Alim miyiz?...
Evliyadan mıyız?... Mertebemiz nedir?... Ne bekliyoruz hayattan?...
Gerçekçi olmak
çok zordur!...
Kendini
aldatmamak ise hiç kolay değildir!.
Kim olursanız
olunuz, lûtfen gerçekçi bir şekilde mercek altına koyup seyrediniz kendinizi...
Ne kadarıyla kendiniz için yaşıyorsunuz; ne kadarıyla
çevrenizdekilere birşeyler kazandırmak ve bunu karşılıksız yapmak için
yaşıyorsunuz?
hf
”Mekr”
ateşini söndürecek tek unsur ise iman esalarına göre yaşamı değerlendirmek
ve geçmişteki yanlışlarına tevbe edebilmektir.
Hiç bir iyilik “ceza”sız
kalmaz!.
Hiç bir yanlış
da karşılıksız kalmaz!.
Kimse, yaptığı
yanlıştan dolayı nasıl cezalandırılmış olduğunu pek farketmemektedir!
Zira, yanlış
yapan, yaptığı yanlıştan dolayı cezalandığını farketse, ya da etrafındakiler
anlasa, bu defa zorunlu inanca kapı açılacaktır!… Oysa, sistem, kimsenin dünya
hayatı içinde, kolay kolay yaptığı yanlışların cezasını çektiğini anlamaması
üzerine kurulmuştur!. Artık o kişi taklidi din anlayışıyla yaşar
ve tüm uğraşısı dünyada bırakıp gideceği şeyler olur!.
“Mekr”i kesen
tek şey kişideki “tevbe-i nasûh”tur!.
Bunun da
işareti, kişinin, “Allah Rasûlü”nün yolunda yürümeye başlamasıdır…
hf
Ruh-u
Muhammedî ya da Ruh-u Âzam ismiyle
işaret edilen orijin ilk varlıktan O’nun ilminde-O’nun enerjisiyle-kudretiyle
meydana gelmiş nur yapılı varlıklardır.
Işık
kuantlarından yani Nur’dan varolmuştur.
“Melek”
kelimesi” ,melk”ten gelir ki , “güç,kuvve” anlamınadır.”ALLAH”ın
kuvvede mevcut özelliklerinin-esmâsının-açığa çıkması ile oluşan birimler
anlamınadır.
Bu itibarla ;Melekler,
“ALLAH” Rasûlleridir!
Melâike varlığını
“ALLAH”ın “Esmâ-ül Hüsnâ”sından alır! “ALLAH”’ın isimleri yani
Esmâ-ül Hüsnâ,(güzel isimler) mânâlarını ortaya koymaya başladığı anda oluşan
mânâ varlıklar “melek” adını alır.
“Melek” ler de
insanlar gibi “esmâ terkipleri”dirler!..Tek bir ismin açığa çıktığı
birimler değil!...
Yani,
"melek" denen varlıklar da ana yapılarının mâhiyeti itibariyle
"ALLAH" isimlerinin bir bileşimidirler... Ne var ki, bileşimlerinde
bir veya bir kaç ismin mânâsı büyük ağırlıklı olarak açığa çıkmaktadır...
Belirli çok çok
yüksek frekanslardır,titreşimlerdir!
Melekler aslında
, orijin yapı olarak sûretsiz ve şekilsiz varlıklardır.Ancak meleğin ,işlevi ve
bağlantılı bir frekansı vardır! Ve bu titreşimlerin ihtiva ettiği
anlamlar sözkonusudur.
İnsan bedeninde
nasıl bir karaciğer, canlı ve bilinçli olarak yapısının özelliklerini ve
gereğini ortaya koyuyorsa; ve öte yandan bedeninin diğer organlarıyla da
birleşerek, beden dediğimiz üst yapıyı oluşturuyorsa; ve bu bedenden de
bedenüstü bir varlık olan "İNSAN ŞUURU-BİLİNCİ" meydana
geliyorsa;
aynı biçimde
atomaltı ve atomüstü boyutun kendine özgü canlı-şuurlu varlıklarından oluşan
sistemik, galaktik ve galaksiler bileşiği "CANLI BİLİNÇ SAHİBİ"
özgün varlıklar da sözkonusudur ki, bunların da dini terminolojideki adı "MELEK"lerdir!..
Melekler nur
yapılıdır.bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.
Herşey enerjiden
meydana gelmiştir dendiği zaman , burada bahsedilen enerjidir!
Enerji ,”ALLAH”ın “kudret” vasfının kuvveden fiile çıkması halindeki
adıdır.Yani “Nur”dur.
”Nur”diye
bahsedilen şey “salt enerji”dir.Bu bilinçli enerji(kudret),-kozmik
bilinç- evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.
Bir diğer ifade
ile, bu kâinatta var olan herşey , O “RUH” adlı meleğin
gücünden“O”nun ilmiyle meydana gelmiştir!
Varlıkların tüm
nesneler,yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya
algılayamadığımız ; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını
Esasen yaşamda
varolan her şey, “CAN”lılığını ve “BİLİNCİNİ” bahsetmekte olduğumuz
“MELEK”lerden alır..
Kâinatta yaygın
ve de evrenin hammaddesi varlıklar da “MELEK”ler…
“MELEK” denilen
varlıkların yapısının anacevheri, foton türlerinden bir yapıdır. “NURÂNİ”dir
yapıları…
Hatta bir diğer
ifade ile şöyle izaha çalışayım.
Biz sayısız
türden ışınları incelerken, aslında “Melek”lerin orijin yapısını incelemekteyiz
ve bunun bilincinde değiliz!..
Bilgisayar
kelimesiyle işaret ettiğimiz yapının varlığındaki atomlar ve ışık kuantları,
nasıl bir boyutsal derinlik ve öze işaret ediyorsa; “insan” veya “hayvan” veya
“cin” dendiğinde de, onların alt yapısını oluşturan öze, cevhere, alt yapıya “MELEK”
denir..
Bu yüzdendir ki,
insan ve cin ve hayvan denilen tüm varlıkların orijini tümüyle meleklerdir..
Meleklerin
varlığı da “nur”dur ;Dolayısıyla, meleklerden meydana gelmemiş hiç
bir şey yoktur!
Atomüstü boyutun
tüm birimleri gerçekte “melek”diye anlatılmak istenen boyut
varlıklarıdır.
“İnsan” denen
varlığın aslı,orijini de melektir
İnsanlar,
Cennete meleki yapıya dönüşmüş olarak gireceklerdir.
“Genetik yapı”
dahi bir melek kökenli yapıdır
Cin veya
bunların insanları saptırıcı türü olan şeytanların, iblis’in orijin hammaddesi
de melektir!
Cehennem
varlıkları olup “zebâni” adıyla tanınanlar da “melek”tir!
Maddenin aslı
melektir!
"Melek"
dendiği zaman iki tür yapı anlayacağız;
Birinci tür yapı; Evren`de ve içinde bulunduğumuz sistemde var olan her şeyi meydana
getiren, bu günkü tanımıyla, kuantsal kökenle açığa çıkan yapıdır... "Melk"
kökünden gelen melek, kuvvet, enerji yapı anlamındadır.
Bildiğimiz gibi
enerjinin yoğunlaşması ile kuantlar, mezonlar, nötrinolar, nötronlar. elektron,
pozitron, atom ve atom bileşiklerinden, atom moleküllerinden oluşan maddeler...
Evet!... Biz,
her hangi bir madde, dediğimiz zaman, bu madde, beş duyu verilerine göre,
maddedir!.. Yani, "görece madde"dir!.
Bugün modern
bilim tesbit etmiştir ki, gerçekte madde diye bir şey yoktur!. Beş duyu
dolayısıyle, biz maddenin varolduğuna hüküm veriyoruz.. Oysa gerçekte,
evrende var olan her şey, çeşitli dalga boylarındaki mânâlardan ibarettir.
Her ne kadar
1900`lerin başına kadar, koyu bir maddecilik, "madde vardır, ötesi yoktur"
görüşü hâkim olsa da , dünya üzerinde, 1910`lardan, 1920`lerden, bilim
dünyasında başlayarak günümüze gelen bilim seviyesi artık, madde diye bir şeyin
var olmadığını, sadece, bizim beş duyumuzun maddeyi bize var gösterdiğini,
esasında madde denilen her şeyin atomlardan ve atomların da ışık kuantlarından,
çeşitli dalga boylarından var olduğunu gösterdi...
İşte var olan;
Dünya üzerinde ve Evrende var olan her şeyin meleklerden meydana gelmesi demek,
bu dalgasal yapı ve atom altı boyutun, ışınlarından ve kuantsal enerjiden
meydana gelmesi demektir...
Yalnız, burada
çok önemli bir husus var. Burayı hiç bir zaman gözden kaçırmamak gerekir...
En azından,
olaya basit bir şekilde baktığımız zaman, evrenin tüm katmanlarında, boyutlarda
geçerli olan bir "sistem" görüyoruz.
Her boyutun, her
katmanın kendine has bir "sistemi ve düzeni" var!.
Kısaca, evrende kaos yok, kargaşa, karmaşa yok!. Belki, sistemin ve düzenin
getirdiği, gerekçesini henüz farkedemediğimiz lokalize kaoslar var; ya da bize
öyle geliyor ki gerçekte o da sistemin bir parçası!. Her şey bir sistem içinde
doğuyor, büyüyor, ölüyor!. Yok olmuyor, bir başka şekle dönüşüyor!. "Yok"
olmuyor, yani, yok olma diye bir şey evrende yok!. Çünkü zaten "yok"tan
varolmuş ve aslı yok olan, hiç bir zaman "var" olmadı ki,
"yok" olsun!. Bu da bir sistemin sonucu; sistem ise bir
bilincin ifadesi...
Maalesef, batı
bilim dünyasının çok iyi bildiği bu gerçekleri, henüz Türkiye`de bilen adam
sayısı parmakla gösteriliyor. Ve... Bugün ilim, artık Batı`dan geliyor... Güneş
dünyaya batıdan doğuyor(!).
Şu anda biz,
"madde var" diyoruz!...
Bilim dünyası
diyor ki:
"Madde diye
bir şey yok, bu gözle gördüğümüz, içinde yaşadığımız her şey bizim
hayâlimizden, şuurumuzun oluşturduğu hayâlden ibarettir!.."
Bu varlıkta
gördüğümüz her şey, enerjiden, enerjinin yoğunlaşması ile meydana geldiğine
göre, demek ki bu varlıkta olan her şey, dinî tâbirle meleklerden
meydana gelmiştir!. Her şeyin aslı melektir!...
Cüz`i mânâda,
zerresel mânâda, senin şu vücudun, trilyonlar kere trilyonlarca meleklerden
meydana geldiği gibi, çeşitli katmanların yoğunlaşması ile meydana gelen
ayrı melekler vardır. Bunu şöyle izah edelim:
Sizin vücudunuz,
sayısız hücrelerden meydana gelmiştir... Bu hücreler değişik terkipler şeklinde
bileşimler meydana getirerek, bir karaciğeri, bir kalbi, bir mideyi, bir beyni
meydana getirmiştir. Karaciğerin görevi ayrıdır, karaciğerin kendine has bir
bilinci vardır. O bilincin meydana getirdiği karaciğerin bir çalışma sistemi
vardır. Kalp böyle, beyin böyle, mide böyle... Her bir organın kendine has bir
bilinci vardır...
Ama, bizim
beynimizde oluşan bilinç, buralardaki bu bilinç türlerini algılayamaz. Çünkü
onu algılamak için, gerekli açılıma, gerekli kapasiteye sahip değildir... Bunu,
basit olarak şöyle izah edelim:
Gözünüz, şu sehpayı
görür; ama şu odada, şu salonda boşluğa baktığı zaman bir şey görmez. Halbuki
şu odada, şu anda belki milyonlarca ses ve milyonlarca görüntü dalgası var.
Ancak bu odada
mevcut olan milyonlarca ses ve görüntüyü, ancak o dalgaların dalga boyuna ayarlı,
bir televizyon veya radyo ile tesbit edebiliriz!.
O dalga
boylarını kulağımız ve gözümüz almaz!. Çünkü gözümüz, santimetrenin on binde
dördü ile on binde yedisi arasındaki dalga boylarını alabilecek kapasite ile
kayıtlıdır, sınırlıdır...
Kulağımız ise,
16 ile 16.000 hertz arasındaki dalgaları alabilme kapasitesiyle sınırlı ve
kayıtlıdır!...
Bu ikisi
arasında çeşitli mânâlar ihtiva eden, milyarlar ve milyarlarla dalga boyu var
olmasına rağmen, biz bunlardan gâfil yaşıyoruz...
Burada şu hususa
dikkat etmeliyiz!..
Biz, ilkel
bir şartlanma sonucu olarak, sadece beş duyu verilerini var
Bundan yüz sene
öncesine kadar böyle düşünülebilirdi; ancak günümüzde bu tür fikirler geçersiz
sayılmaktadır!. Çünkü, göremediğimiz bir çok şeyin varolduğunu kesinlikle
biliyoruz artık...
Kesinlikle,
tutamadığımız birçok şeyin, varolduğunu biliyoruz!. Duyamadığımız pekçok şeyin
mevcûdiyetinden haberimiz var; ne çare ki, bunlarla iletişim kurma imkanımız
yok!.
Din bize, 1400 sene öncesinden, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın
ağzı ile bu gerçeği sanki şöyle haber veriyor:
"Sizin,
hücresel yapılı bir bedene sahip olmanız gibi; ışınsal bedenli yapıyla meydana
gelmiş cinlerin var olması gib; bunun ötesinde, ışık kuantlarından, yani Nur`dan
varolmuş melekler de vardır!. Ki, evrende, bünyesinde bunları
barındırmayan, bunların varlığından meydana gelmemiş hiç bir nesne yoktur!.
Evrende var olan
her birim-nokta, bu ışık kuantlarından meydana gelmiştir. Yani, meleklerden
meydana gelmiştir!. Ve bunlar, evrendeki mutlak bilinçten gelen bir şekilde,
yapısal özelliklerine göre bilinçli birimlerdir!.
hf
“Melâike”
kelimesi çoğul bir kelime!
Bunun aslı,
orijin mânâsı “MELK” yani “kuvvet” anlamında...
Allah'ın
kuvvetlerini ulaştırıcı varlıklar; veya Allah'ın kuvvetlerinin ulaşması, İlâhi
kuvvetler, anlamında anlaşılıyor!. Her kuvvede bir mânâ!..
REFİK-İ
A’LÂ
"Refîk`i
a`la" da gene semâ meleklerinden olan
mukarreb meleklerdir.
Refik-i Âlâ
,"ALLAH" isminin anlamına yakîn kazanmış birimlerdir...
Çeşitli âlemlerden!.
hf
Meleklerde
öyle sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a
secde" emrini almamıştır!.
Buna karşın,
"Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine tâbi olan
yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde etmişlerdir.
Fakat,
"Adem`e secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün
olmayan melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani,
"Makam-ı illiyin" diye bildirilen, o yüce makama has
meleklerdir, varlıklardır.
Bu melekler
öylesine büyük, yüce ve azâmetli varlıklardır ki, basite indirgeyerek bir
misâlle anlatmak gerekirse..
Senin şu
varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de
onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin
Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lâzım!
hf
Ölüm-dönüşüm
görevlisi olan melektir.
Vehimler
üzerinde tasarrufu olan melektir!
“MELEKLER” canlı-cansız diye göresel bir biçimde ayırdedilen her şeyin
aslını ve orijinini meydana getirdikleri gibi; ayrıca çeşitli ölçülerde ve
boyutlarda canlı-bilinçli varlıklar olarak da mevcutturlar..
Meleklerin insanlar
üzerinde nasıl tasarruf ettikleri çok merak edilen bir konudur..
Meselâ Azrail
isimli canlıların “ölüm”üne vesile olan melek... Sorulur ; Tek midir, çok
mudur?... Bir anda sayısız canlıyı nasıl öldürür?...
Bunu basit bir
misâl ile açıklamaya çalışayım.. Uranüs’e gitmekte olan gök aracı, NASA
merkezinden gönderilen radyo dalgaları ile yönlendirilmekte veya çeşitli
işlevlere hazırlanmaktadır..
Bunun gibi
yörüngemizdeki sayısız uydular, hep NASA merkezi tarafından gönderilen radyo
dalgaları ile yöneltilmektedir...
İşte, Azrail
isimli melek de, yaydığı dalgalar ile, beyinlerdeki bir tür kontağı etkilemekte
ve “ölüm” denilen beynin durmasını oluşturmaktadır... Nasıl, NASA`nın
bir merkezden yaptığı yayın aynı anda binlerce uyduya ulaşıp hükmünü icra ediyorsa,
Azrail`in yaptığı yayın da, aynı anda binlerce alıcı tarafından algılanarak
gereği oluşmaktadır..
Azrail gibi
diğer bütün melekler dahi yaymış oldukları dalga yayınlar ile beyinleri veya
daha derinlemesine söyleyelim genetik dizinleri ve hatta “ruh” dediğimiz
“dalga bedenlerin beyinlerini” etkileyerek hükümlerini uygularlar...
“Mümit” isminin mânâsı ağırlıklı olarak mevcut olan bir bileşim kuvveden fiile
çıktığı zaman,”nur”diye bahsedilen enerji boyutunda bir varlık , bir
birim oluşturulmuş ve buna da “Azrail”denmiştir,ki görevi “ölüm”
denen dönüştürme” olayını oluşturmaktır.
Sadece insanın
ölümünü Azrail’e bağlamak son derece yanlış ve sınırlı bir anlayıştır..ilkel
bir yaklaşımdır!
“Azrail”in
görevi, bir yapının varlığına son verip, o yapının son buluşu ile birlikte
, ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamaktır.Ancak ikinci yapıyı
başlatan Azrail değildir.
İkinci yapıyı
başlatan “EL BAİS” isminden oluşan melektir! Azrail, ölümü
tattırır;yani, o birimin mevcut yapısıyla alâkasını keser ; o yapıyla alaka
kesilmesinin hemen akabinde, “BAİS” isminden var olmuş melek görevi
alır,o birimin yeni yapısını meydana getirerek, ikinci anda o yapı ile o
varlığı meydana getirir.
hf
Cebrail
adlı "MELEK" yapısını oluşturan "ALİM", "BASİR",
"FETTAH", "HAKİM" ve "MUHYİ" gibi ağırlıklı
anlamların sonucu olarak görev ifa eden bir üst boyut bilincidir...
Ve görevi,
seçilmiş kişileri "SIKARAK" açmak; ve daha sonra da "Allah'ın
evrensel düzeni ve değerleri hakkında bilgilendirerek" o topluma yol gösterilmesine
vesile olmaktır!..
İnsanların
arasından seçilmiş elçilerin,nübüvvet ile görevlendirilmesi ve insanlara yön
verilmesi hususunda ALLAH tarafından vazifelendirilmiş olan
melektir ki,Kur’ân-ı Kerim’i “LEVHİ MAHFUZ”dan bir defada “OKU”muş,daha
sonra da peyderpey Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a tebliğ etmeye başlamıştır.
Cebrail adlı
"MELEK" yapısını oluşturan "ALİM", "BASİR",
"FETTAH", "HAKİM" ve "MUHYİ"
gibi ağırlıklı anlamların sonucu olarak görev îfa eden bir üst boyut
bilincidir...
Ve görevi, seçilmiş
kişileri "SIKARAK" açmak; ve daha sonra da "Allah'ın
evrensel düzeni ve değerleri hakkında bilgilendirerek" o topluma yol
gösterilmesine vesile olmaktır!..
İşte bu
sebebledir ki, Cebrail Aleyhisselâm ismiyle bildiğimiz "meleğin"
zâtı, Hakkın varlığı; mânâsı, esmâ terkibi; yapısı ise “nur” yani
“enerji”dir!...
"NUR"
yapılı "bilinç birim" olması sebebiyle, iletişim kurduğu
kişiye, eriştirmek istediği anlamı taşıyan ışınsal impals göndererek, onda
dilediği görüntüyü oluşturur!..
Cebrail'in
"görüntüsü" olarak anlatılan, biri hariç hemen tüm
"görüntü"ler, onun "algılanmasını istediği görüntüler"dir..
Çünkü orijini itibariyle, bize göre, görüntü kavramından soyut-mücerred varlık
sınıfındandır..
hf
Kişilerin
ve tüm sistem varlıklarının rızıklarının ulaşmasında görevli olan melektir!
hf
Kişilerin
amellerinden oluşan meleklerin düzeniyle ilgili görev yapan melektir!
SEMÂ
MELEKLERİ
“Yeryüzü
Melekleri”nin boyutsal olarak fevkindeki melekler “semâ melekleri” olarak tanımlanmaktadır
ki bunların içinde "mele`i
a`lâ", "hazire`i kuds", "melaikei
ulül`azm" gibi isimlerle işaret edilen melekler mevcuttur.
Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın âhırete intikâl etmeden önce sık sık duasında işaret ettiği "refîk`i
a`â" da gene semâ meleklerinden olan mukarreb meleklerdir.
hf
Yeryüzü
melekleri;yaşamakta olduğumuz madde boyutu nurânî yapılarıyla etkilemekte olan
meleklerdir.
hf
Teklik
boyutu ile Ef’al âlemi arasındaki elçilik boyutudur!
Meleki etkileri
yanlızca astrolojik etkiler olarak değerlendirmek çok yetersizdir!...
İnsanın orijin
varlığı meleki boyut kökenlidir ve bu algılanan boyuta kadar olan tüm
katmanlar meleki boyutun eseridir...
İnsan adıyla
anılan meleki kökenli varlık, ayrıca dış diye
İnsan kendi
“hakikatını” anladığı anda,meleki boyutta kendini tanımaya başlar!
Meleki
boyutunuzu kendi dışınızda aramayınız!.
Düşündüğünüz her
şeyi meleki boyutun sizde yansıması olarak farkediniz...
Gerçekleştirdiğiniz
her şey sizdeki meleki boyutun kuvveti iledir!.
hf
Meleki kuvvetler , isimlerin mânâlarının aşikâre çıkışı halindeki, çeşitli
adlarıdır!.
Yani her
melek veya her meleki kuvvet gücünü bir ilâhi isimden
alır!..
Yaşamda, bütün
olup bitenler ve bunlarda mevcut bilinçler hep bu meleki güçlerle, meleki
şuurla meydana gelmektedir!
Bilelim ki ;
vahiyden , yediğin yemeğin vücutta yararlı hale gelmesine ; bunların beyinde
değerlendirilip, madde beden ötesi ruh bedeninin yani,halogramik mikrodalga
bedeninin oluşturulması dahi hep meleki güçlerledir!
Varlığında,
özünde meleki güçler vardır !
Düşünme dahi
meleki boyuta dair bir olaydır.
hf
ALLAH’IN İSİMLERİ NASIL ORTAYA ÇIKAR?
-"HİÇ
BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HER ŞEY O'NU HAMDIYLA TESBİH
İşbu
canlı bilinçli katmanların varlıkları "Din" terminolojisinde "MELEK"
diye adlandırılmıştır..
Din dilinde, “evrensel
anlamlar ve kavramlara” "ALLAH"ın iSİMLERİnin ortaya çıkışı”
denilerek işaret edilmiştir..
Evren içre
boyutsal evrenlerde mevcut olan HER ŞEY, evreni oluşturan mânâ gruplarının
boyut varlıklarınca algılanmasından başka bir şey değildir..
hf
MELEKLER, ALLAH İLE KULU ARASINDA
NASIL ARACIDIR ! ?
İlâhi
kuvvetlerin bir diğer ifade ile İlâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile
dönüşmesi melekler ile olmaktadır
Melekler, Allah’la
kulu arasında aracıdır,deniyor.”Kul” dediğimiz,Ef’al mertebesinde
terkibin ortaya çıkışı değil mi?Allah da ,zâtı değil mi,yani mertebeler
arasındaki ilişki bu kuvvetlerle oluyor. Senin ef’al mertebesinden esmâ
mertebesine,urûcun bu kuvvetlerledir.
Nitekim Hz.Rasùlullah
Aleyhi’s-Selâm da Mi’raca çıktığında yanında melek eşlik etmiştir. Ama belli
bir noktaya kadar...O noktayı geçemez meleki kuvvetler!Çünkü zaten o meleki
kuvvetler, esmâ mertebesinde hâsıl olmuştur.
Esmâ
mertebesinde,meleki kuvvetler terkedilir;sıfat mertebesine geçilir. Meleki
kuvvetler , isimlerin mânâlarının aşikâre çıkışı halindeki,çeşitli
adlarıdır!.Yani her melek veya her meleki kuvvet gücünü bir
ilâhi isimden alır!..
hf
MELEKLERİN KANATLARI VAR MIDIR?(!)
Hem
gerçektir,hem de işaret yollu bir açıklamadır!
İşaret yollu
açıklama olması şu yöndendir ; iki kanatlı,üç kanatlı,beşyüz kanatlı gibi
ifadeler, bu sayılara tekâbül
hf
ERKEK Mİ ?!
Meleklerde,
orijinal yapıları itibariyle dişilik-erkeklik mefhumu yoktur! Neden?...
Gayet basit!..
Onlarda bizim gibi bir madde beden veya madde bedenden oluşan ışınsal bir beden
yok ki!..
Bir enerji
dalgasının dişiliği-erkekliği olur mu?... Düşünün!..
Bir telsiz
dalgasının, radar dalgasının erkekliği-kadınlığı olur mu?.
Bunların
erkekliği-dişiliği olmadığı gibi; bunların çok daha alt boyutlarındaki;
dalgasal yapının çok daha alt boyutundaki, ışınsal yapıda da elbette ki
erkeklik-dişilik diye bir kavram olmaz!.
Bu kuantsal
yapıdan meydana gelmiş "NUR" kökenli varlıklarda
erkeklik-dişilik olmaz!.
hf
Meleklere
iman niçin önemlidir; ve imanın şartları arasına girmiştir?
Allah’a imanı anladık..Rasûle imanı anladık. Zarùri!...Kur’ân şart, hükümleri
ulaştırıyor!..
Peki hayatımızda
hiç melek görüyormuyuz?...Hayır!..
Görmek mümkün
mü?..Bizimle konuşuyor mu, bir ilintisi var mı?..Hayır!..
Peki, meleği
bilsek n’olur, bilmesek n’olur?..
“Âmentü
billâhi ve melâiketihi” diyorsunuz...
Dikkat
edin...”Ve kütübihi ve resùlihi”,daha sonra geliyor. Allah’tan sonra iman
sırasında “meleklere iman” çok önemli.Niye?..
Allah’ın
hükümlerinin bize ulaşmasında en başta gelen aracı kat, “melekler” !
Sistemin
işleyişinde ana mekanizma ,”melekler”!
Allah’ın
esmâsının açığa çıkmasında ilk merhale,”melekler”!
Allah’ın
esmâsını bizim anlamamıza vesile olan aracı kat, “melekler” !
Üzerinde “DİN”
dendiği zaman en az düşündüğümüz-en az ilgi duyduğumuz konu , yine ,”melekler”
!
Halbuki Allah’ın
yarattıklarının tamamı,( azı-birazı-biraz çoğu- biraz çoğu nun daha
çoğu demiyorum!)Allah’ın yarattıklarının tamamı , melekler ve
meleklerin varlığından oluşmuş varlıklardır!
Gözünüzün
gördüğü-kulağınızın işittiği-5 duyu dediğimiz duyularınızın algıladığı ve
5 duyu ötesinde, belki 5 bin duyunun varolduğu
beyninizin tüm
algıladığı her şey , esasında meleklerdir
Atomüstü boyutun
tüm birimlerinin gerçekte “melek” diye anlatılmak istenen “boyut
varlıkları” olduğunu farkedeceksiniz..
İnsanın veya
daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde “Meleki
yapı” olarak isimlendirilmiştir...
Dolayısıyla insanın
varlığı gerçekte bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...
İnsan kendi
hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya başlar...
Tasavvuftan amaç
da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Şimdi, Allah’ın
varlığını
Senden herhangi
bir nesne, kuvveden fiile çıkmak sùretiyle gerçekleşiyor.. Kuvvede kaldığı
sürece, zaten tüm varlıkta ve özde mevcut!
Onun, müşahede
edilmesi, tesbit edilmesi, seyredilmesi denen olay ortaya çıkmasıyla mümkün.
İlâhi kuvvetler de mânâların fiil düzeyinde seyredilmesine vesile
oluyor!..Yani, esmâ âleminin, ef’al âlemi şeklindeki müşahedesi, bu ilâhi
kuvvetler dediğimiz şekilde meleki güçlerle gerçekleşiyor...
Farzımuhâl
herhangi bir yıldızdaki mânâ radyasyon adını verdiğimiz kozmik ışın dalgaları
ile Dünya üzerine ulaşıyor...Buna eski tâbirle 3.kat gökteki veya 7.kat gökteki
emirlerini yere taşıyor deniyor.
İşte, bu İlâhi
kuvvetleri tanımak, kendini tanımakta bir aşama , bir merhale..
Bu sebepten
dolayıdır ki , bu ilâhi kuvvetleri tasdik etmek gereklidir, ki onları
tasdik ettikten sonra da bulasın tanıyasın ve Allah’ın gücüyle,
kudretiyle-kuvvetiyle onları kullanabilesin!..
Bilmediğin,
haberin olmayan bir şeyi nasıl kullanabilirsin?Ama bileceksin ki o şeyi, ondan
sonra da onlar üzerinde senin tasarrufun olsun!
Ama bu senin
değil, Allah’ın tasarrufu olur!..Allah ikram yollu, kulunda bu
tasarrufu ortaya koyar.
Demek ki
meleklere imanın zarùreti , o meleklerin ilâhi kuvvetler olması
hasebiyle!..İlâhi kuvvetlerin bir diğer ifade ile İlâhi isimlerin
mânâlarının kuvveden fiile dönüşmesi melekler ile olmaktadır.
Dolayısı ile
melekleri inkâr neticede İlâhi isimlerin yani Allah’a ait mânâların
inkârı demek olacağı için, bu hususa iman bu derece önemlidir.
hf
MELEKLERİN TENEZZÜLÜ NE DEMEK ?
Meleklerin
tenezzülü iki yönlüdür:
1- Varlığındaki, özündeki kuvvetlerin senin şuurunda ortaya çıkması,
açılması anlamındadır...
Hakk`ın, kişinin özünden gelen meleki yoldan zuhuru; yani, tenezzülüyle
varlıkta tasarrufudur...
İşte
birçoklarının kafasını karıştıran bir nokta burası...
Sanıyoruz ki ötende bir tanrı var; o gökten birilerine tâlimat yağdırıyor; sonra
da birileri onun istediklerini yerine getiriyor...
Oysa...
Hakkın kişinin
özünden gelen melekî yoldan zuhuru; yani tenezzül yollu varlıkta
zuhurunun en açık misali Nebiler
ve Rasûller "Ricali Gayb"tır!.
2-İkinci
tenezzül yolu ise...
Meleklerde öyle
sınıflar vardır ki, meleklerin içindeki bu sınıfların bir kısmı, "insan`a
secde" emrini almamıştır!.
Buna karşın,
"Adem`e secde edin!." şeklindeki Allah`ın hükümlerine tabi
olan yeryüzü melekleri vardır; ki bunların hepsi de Adem`e secde etmişlerdir.
Fakat, "Adem`e
secde edin" emrini almamış, Adem`e secde etmesi mümkün olmayan
melekler de vardır!.. Bunlara, "Alûn" denilir... Yani, "Makam-ıilliyin"
diye bildirilen, o yüce makama has meleklerdir, varlıklardır.
Bu melekler
öylesine büyük, yüce ve azametli varlıklardır ki, basite indirgeyerek bir
misalle anlatmak gerekirse..
Senin şu
varlığında, yapında, beynindeki bir hücre neyse, bizim tüm güneş sistemi de
onun varlığında basit bir nokta hükmündedir. Bunu anlayabilmek için, senin
Galaksideki 400 milyar yıldızlık muazzam bir varlığı hafsalanın alması lazım!
-Sohbetin
yapıldığı 17.4.989 tarihinde-, Milliyet Gazetesinde bir yazı çıktı... Bir
batılı bilim adamı:
"Dünya`nın
tümüyle, canlı bir organizma olduğunu ve bir canlı olarak; nasıl insan bedeni
canlı olarak düzenli, sistemli bir yaşam içindeyse, dünyanın da canlı bir
organizma olarak tümüyle sistemli, düzenli bir yaşam içinde olduğunu" söylüyor...
Her canlı
organizmanın, kendine has, kendi boyutuna göre bir ruhu yani dalgasal ikiz
vardır.
Yani, onun madde
yapısına karşılık, bir de, bir manâda "maddeötesi"
diyebileceğimiz bir dalgasal yapısı, bedeni vardır. Bu da onun ruhudur!.
Nitekim
geçmişteki keşif-fetih sahibi tasavvuf ehlinin eserlerini okursanız,
"Ben dünyanın
ruhu ile buluştum, görüştüm. Bana şöyle bir sûrette göründü, şöyle şöyle
muamele etti" diye anlatır.
Tasavvuf kitaplarında böyle yazar...
Bu hususu biz
daha evvel söyleseydik, "hadi canım hurafe!..." denirdi... Ama, bugün
bir batılı bilim adamı, dünyanın tümüyle organik yapıya sahip bir canlı
olduğunu ortaya koyuyor.
Her canlının,
bir ruhu vardır... Her ruhun, şuuru vardır!.
Niye?...
Çünkü, bu
kâinatı meydana getiren ana güç, cevher, enerji dediğimiz şeyin,
bilinçli-şuurlu bir kudret olduğunu artık biliyoruz!...
Gene biliyoruz
ki, evrenin her boyutunda, her kesitinde bir düzen, sistem var!. Bu da aynı TEK
özden oluşmanın getirdiği bir şuurun, bir bilincin eseri!.
Her şey, TEK
bilincin yani ALLAH ilminin eseri olduğuna göre; O`ndan
meydana gelmiş her yapının da, kendi yapısına, boyutuna, kapasitesine göre bir
bilinci var, demektir...
Dolayısıyla, her
organik veya inorganik yapının kendine göre bir ruhu ve o ruhun da kendine göre
bir şuuru vardır!.
Öyleyse, burada
dikkat edeceğimiz nokta,
Varlığın, mevcûdatın
her boyutunda ve katmanında bilinçli varlıklar mevcuttur!...insanın dışında, cinlerin ve meleklerin sınıfları olarak!
Esasında, cinler
de, insanlar gibi çok basit, sınırlı bir yapıdır birimsel özellikleri
itibariyle!.
Yani, nasıl
insan bu dünyada yaşıyor, cinler de bizim güneş sistemi içinde var olan
varlıklarsa...
Güneş sisteminin
dışındaki sayısız yıldızlarda; güneş sisteminin içinde bulunduğu galakside,
Samanyolundaki sayısız yıldızlarda aklın almayacağı kadar sayısız varlıklar
var...
Bunları "görmek"
denen olay ise, bizim hayâlimizde olur!.
Yani insanlar
tasavvurlarına göre, hayâllerinde onları şekillenmiş olarak görürler!.
Kim, "ben
cini gördüm, meleği gördüm" derse, bu gördüğü varlığın orijinali değil,
"kendi hayâlinde oluşan görüntüsü"dür!..
Zaten, gerçeği
itibariyle, biz bir insan olarak, hiç bir zaman karşımızdaki kişiyi değil, o
kişinin beynimizdeki hayâlini görürüz!.
Sen, karşımda
oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor,
göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir
mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi
hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.işte senin, "görüyorum!..."
dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir...
Nasıl ki rüya
görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey
yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekânizman sonucunda bir hayâl
görüntü şekline dönüşüyor.
Aynı şekilde göz
açıkken gördüğün her şey de, aslında beyninde oluşan hayâller şeklindedir.
Birisi bakıyor,
o şeyi orijinal olarak görüyor. Öteki bakıyor, görme bozukluğu var, görme
bozukluğu nedeni ile o şeyi deforme olmuş bir şekilde görüyor!. Niye öyle
görüyor?.. Çünkü, görme cihazı arızalı!... Arızalı araçtan beyne yanlış bilgi
gidiyor. Yanlış bilgi gelince de beyin yanlış bilgiye göre bir değerlendirme
yapıyor, yanlış bir hayâl oluşturuyor...
Meleği veya cini
görüyorum diyenlerin, görme olayı da şu:
O varlığı,
karşısında olarak gözüyle görmüyor!.
Beynin sadece
beş duyuyla çalıştığını öğrenmişiz ve her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.. Yani,
görme, işitme, koklama, tad
Oysa beynin,
bunun dışında sayısız algılama sistemleri var!. Tıb, henüz bunu çözemedi...
Çünkü tıb, beynin mikrodalga faaliyetleri alanına giremedi!.
2000`li yıllara
girerken, insanlığın önündeki en büyük bilinmez, insan beynidir!.
Zira bunu
keşfolması için önce beynin dalgasal faaliyetlerinin ve bu dalga boylarını
çözecek bir cihazın icadedilmesi zorunlu!..
Sonra da dalgaboylarının
anlamını çözebilecek bir cihaz gerekli!.
Ki, bu dalga
boylarının deşifresine dayanılarak beyindeki sırlar, beynin ürettiği dalgalar
ve de ruh dediğimiz ışınsal beden gerçeği çözülebilsin.
Bu arada, bu
konuda önemli bir olay söz konusu!.
Bir
açıklamasında Rasûlullah aleyhisselâm diyor ki:
"Âhir
zamanda cinler, yer yüzünde açık seçik bütün insanlara görünecek!..."
Bu, ya
insanların beyninin, cinlerin dalga boyuna açık olması sebebi ile
gerçekleşecek. Veya beli bir araç geliştirilecek ve bu araç vasıtasıyla...
Mesela, TV gibi bir araç oluşacak, bu araç vasıtasıyla cinlerin varlıkları
bütün insanlar tarafından görülebilecek...
hf
"Tenezzül"den bahsederken, az önce anlatmıştım ki...
1-İçinden-özünden
şuuruna yansıyan bir fikir ya da güç kullanımı şeklinde ortaya çıkar meleki
ilham... Ki tenezzülün bir yönü bu!.. Nebi ve Rasûllerde ve Ricâli Gayb’ta
olduğu gibi...
2-
Bir yönüyle de gerçekten, bilfiil dışımızda yaşayan birimsel varlıklar,
melekler olarak aramıza inişleri...
Mesela,
normal olarak insanların arasında dolaşan, insan sûretinde melekler vardır!...
Görünmeyen, çeşitli olaylarda vazifeli melekler vardır...
Çocuk 6. kattan
aşağı düşüyor, bir şey olmuyor!... Akıl mantığın kavrayacağı bir olay değil!...
Evet, o anda orada görevli bir melek, onun eceli gelmediği için (takdire göre)
o çocuğu düşmeden evvel tutar, yumuşak bir şekilde yere bırakır. Ve çocuğa hiç
bir şey olmaz!...
6 ncı kattan
düşüp de bebeğe bir şey olmaması mümkün mü?... Bütün kemikleri kırılır ve
ölür!. Ama bu anlaşılamadığı, idrak edilemediği için halk arasında, "melekler
tuttu, korudu!" denir de bilimsel olarak da buna bir çözüm
getirilemez!. Ölmeyeceği varmış, ölmedi, denir ve olay kapanır...
Rahmet melekleri
ayrıdır, gazap melekleri ayrıdır vs. Şimdi, olaya şöyle bakın!...
Bir deyişe göre deprem,
doğal bir olaydır!.
Bildiğimiz,
depremin gerçekten doğal bir olay olduğudur.. Yer altındaki yerleşme olayları,
fay kırılmaları vs. bir takım olaylar...
Ne var ki aynı
olaya, bir başka yönden bakarsak farkederiz ki, bütün doğal olaylar,
meleklerin iradesi ve gücü ile oluşur!.
Peki bu iki
apayrı değerlendirmeyi nasıl bağdaştıracağız?...
Son bilimsel
bulgulardan haberiniz varsa ve bu ilimleri Din ile birleştirebildiyseniz
olayı çözmek çok kolay!...
Problem, işin
mahiyetini çözme noktasında. Burası gerçekten çok önemli bir husus!.
Biz, yıllar
yılı, yani 1800`lerin ortalarından bu yana, 1920`lere, 30`lara kadar koyu bir
maddecilik felsefesi ile şartlandığımız için olayları çözemiyoruz!... Halbuki,
1920`lerden sonra, hele hele 1950`lerden sonra ortaya çıkan bilimsel bir gerçek
var.
O gerçek şu!..
"Madde"
diye bir şey yoktur!... Maddenin var
kabulü, ancak beş duyunun algılamasına GÖRE söz konusudur. Beş duyu,
bize maddenin varlığını gösteriyor. Gerçekte madde dediğin şey,
moleküler-atomik bir yapıdır!.
Meselâ, şu odayı
bir milyar defa büyütme gücüne sahip olan bir elektron mikroskobunun lâmına
koyarsak, aynı beynimizle, aynı göz bebeği ile yukarıdan baktığımızda, lâmda,
ne senin varlığın, ne benim varlığım, ne sehpanın, ne halının, ne de masanın
varlığı kalmaz!... Burası, tek bir bileşik atomik kütle olarak gözükür,
mikroskopta...
Yani,
Yani, varlığın
aslı, orijinali; elektromanyetik dalgalardan oluşmuş, kozmik ışınlardan oluşmuş
bir yapı...
Bu varlıkta
esas, enerji dediğimiz öz - cevher, biliçli olduğuna göre; bir "Kozmik
Bilinç" söz konusu olduğuna göre; varlığın katlarındaki her bir yapı
da bu evreni meydana getiren kozmik enerjiden meydana geldiğine göre;
her bir yapıda ve birimde bir şuur, bir bilinç vardır!...
Dolayısıyla,
madde adını verdiğimiz, esasında atomlardan veya onun özü olan elektromanyetik
dalgalardan oluşmuş her bir yapıda da kendine özgü bir bilinç vardır.
Evrenin her
boyutunda, katmanında ve yapısında, dolayısıyla biriminde, bilinç mevcut
olduğuna göre...
Şİmdi...
Konumuzun can
damarı olması hasebiyle, "melek" bahsini biraz daha, açmak
istiyorum...
"Melek"
adı verilen varlık, orijini itibariyle, mâhiyeti itibariyle kuantsal yapı, yani
bir tür enerjidendir.. Bu enerjinin yoğunlaşmış hâli olan yapı, atom boyutunu
ve nihayet moleküler yapıyı meydana getirir. Bu moleküler yapılar da, çok büyük
miktarlarda birleşerek, bizim, "madde"
diye tesbit ettiğimiz yapıyı meydana getirir. Maddenin özü ve cevheri olan şey,
orijini itibariyle melektir işte bu sebeple!.
"Melek" kelimesi ile işaret edilen melk, kuvvet, güç ve de enerji olduğuna
göre; enerji de, bilinçsiz, kör-sağır bir yapı olmayıp, şuurlu olduğuna göre...
İşte bu atomaltı
kuantsal yapı, atomun yapısını, özünü oluşturan yapı, melek adıyla
isimlendirilmiştir, eski dilde!
Şimdi sen,
istersen işin madde boyutuna bakarak değerlendirme yap, "fay kırılması
depreme yol açmıştır" de; ister olayın boyutsal derinliğinden
değerlendirme yap, "Melekler yol açmıştır" de!..
Hiç
farketmez!.işleyen sistem, yapı, mekânizma aynıdır!.
Bu tanımlamaları
sadece dünyaya has düşünmeyin.. Atomun içinde derken sadece, dünyayı oluşturan
atomlar olarak düşünmeyin!.
Evrende mevcut
olan her noktada, bu ışınsal yapılar vardır ve bunlar katman katman üst
yapıları oluştururlar!.
Meselâ, basit
dediğimiz bir yapı, enerji temelli olarak varolduğu gibi; en komplike yapılar
dahi böyledir.
Yani, her
yapının özü, bu boyuttan bakıldığı zaman melekten başka bir şey değildir!.
İşte bu
yüzdendir ki, evrende madde olarak algıladığımız herşeyin orijini "MELEK"tir...
Ve o şeyin bir "RUH"u vardır!..
Dünyanın da
böyle bir "RUH"u mevcut, güneşin de; güneş sisteminin de!.
Sayısız yıldızların da ruhları mevcut!.. Galaksilerin dahi
kendine mahsus bir ruhu mevcut!... Yani bu yıldızların
"mikrodalga ikizleri" onların "RUH"larıdır!.
Her yapıyı,
kendisinden fevkalade büyük olan bir üst yapının, katmanın parçası, organı;
şeklinde düşünün!...
Dolayısiyle tüm galaksinin
bir ruhu mevcut!.
Ayrıca
galaksilerin dahi, bir ruhu mevcut!.
Hafsalaları son
derece zorlayıcı bir olay bu!.
Biz, bu
boyutlara gitmeyelim de şöyle düşünelim...
Yeryüzünde ve
evrende mevcut olan bildiğimiz her nesne, esasında orijini, ışınsal yapısı itibariyle,
meleklerin varlığından meydana gelmiştir.
Yani, senin
"Ben!.." dediğin şu bedeninin "mikrodalga ikizi"
olarak beyninin ürettiği bir "ruhun" var olduğu gibi; ayrıca,
vücuttaki hücrelerinin, organlarının varlığı dahi meleklerin varlığından,
yani atom altı boyuttaki kuantsal yapıdan oluşan bir özü vardır!.
Hatta basit
manâda, vücudun meleklerinden söz ederiz!... Yani, bu kuvvetlerin
kendiliğinden, programları gereği olarak çalışması halinden söz ederiz!.
İşte, bu
varlıktaki görevli ve şuurlu varlıklar, "melek" diye tavsif
olunmuştur...
MELEKÎ
“SIKMA”
Dindeki
bir çok izahın "mecâzi" yani benzetme yollu yapılmış olduğunu bundan
önceki kitap ve kasetlerimizde anlatmıştık... Şimdi "sıkma" olayının
gene mecaz yollu anlatımına bir örnek verelim.
Hazreti
Rasûlullah ,kabre konan kişinin haliyle ilgili olarak şöyle buyurur:
-"Kabir
öylesine “sıktı” ki, neredeyse kaburgaları birbirine geçecekti...
Feryadı ta arşa kadar yükseldi de insan bunu işitmedi !..."
Burada bahsi
geçen "SIKMA”, anladığımız fiziksel mânâda bir "SIKMA"
olmayıp, toprağın maddi olarak o kişinin üzerine yıkılıp "sıkması"
olmayıp; çok daha farklı bir olaydır ki, bu olayın, bırakın o günleri bir yana,
bugün dahi izahı son derece güçtür...
Ancak, ne var ki
Allah'ın takdiri ve kolaylaştırmasıyla elimizden geldiğince izaha
çalışacağız... Çünkü bizim varoluş görevimiz de, bu güne kadar dinde izah
edilememeiş hususları olabildiğince anlaşılır hale getirmektir..
İnsan beyni,
dinde "melek" diye tanımlanan ve "nur" yapılı
olarak tarif edilen son derece yüksek frekanslı ışınsal varlıklar tarafından
belli bir programlamaya tabi tutularak, "Allah"ın isimlerinin
çeşitli formüller şeklinde açığa çıkmasını sağlarlar...
Bizler, genetik
yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan oluşturulan kapasitedeki
anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz zihinsel yetenek ile
yaşarız..
Beyin
hücrelerimizin her biri belirli anlamlar ihtiva
Esasen bizden
ortaya çıkan ya da çıkmayıp zihnimizde kalan her düşünce, gerçekte, "Allah"
isimleriyle işaret edilen kavramların beynimizdeki bir terkibidir!. Ve bu
terkip, az önce de bahsettiğim üzere, genetik’kozmik etkiler yani,-
meleki tesirler- sonucunda oluşur!.
“İnsan” ismiyle tanımlanan varlıklar, tümüyle birer "isimler terkibi"
olduğu gibi, varlığını algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız tüm varlıklar
ve elbette ki "melek"ler dahi birer "esmâ terkipleridirler"!...
İşbu sebeple...
bir "esma
terkibi" olan ve varlığındaki ağırlıklı isimlerin anlamları dolayısıyla da
seçilmiş kişilerin beyinlerinde gerekli programlamayı yaparak onları
"okuyamamaktan" kurtarıp "OKUR" hale getiren Cebrail
Aleyhisselâm, Hazreti Muhammed'i “sıktı” !...
Yani, Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm’ın beynine "Alim", "Basir",
"Hakim", "Fettah", "Muhyi" gibi bir kısım “isimlerin
frekansından impulslar” göndererek, bu yolda açılım oluşturdu!... Esasen,
bu “Rabbani isimlerin frekansı”, herkes gibi, doğuştan O'nun yapısında
da mevcuttu... Ancak, yapısını oluşturan "terkip içindeki" oranı
Nebilik kemâlâtını ortaya koymak için yeterli değildi!...
Cebrail'in
müdahalesi ile, bu isimlerin beyindeki oranı, son Nebinin açıklaması gerekli
olan kemâlâta yeterli kapasiteye dönüştürülüyordu...
Bu etki sonucu
beyinde meydana gelen yüksek faaliyet ise kişi tarafından ancak "SIKMAK"
diye tanımlanabilirdi...
İşte bu "SIKMA";
yani, “beyne gönderilen impuls sonucu oluşturulan yeni açılımlar”
neticesinde Hazreti Muhammed "OKU"MAYA başladı...
İşte bu duruma
işaret
-OKU!...
RABBİNİN iSMİYLE iŞARET EDİLEN MANALAR ÖZÜNDE OLARAK HALKOLDUN!... Kİ
PIHTILAŞMIŞ KANDAN iNSAN MEYDANA GELMİŞTİR... OKU!... RABBİN EKREMDİR... Kİ O
YÜZDEN KALEMLE BİLDİRMİŞTİR... iNSANA BİLMEDİKLERİNİ TALİM ETMİŞTİR...
hf
İnsanın
bütün özellikleri genetik yapıda BİLKUVVE gizlidir. Bu bilkuvve
(potansiyel olarak) mevcudiyetin açığa çıkması ise dışsal tesirlerle,yani
onun dışındaki tesirlerle mümkündür, ki buna genel anlamı ile “meleki
tesirler”denilmiştir.
Bizim doğa
şartları dediğimizden tutun,astronomik bütün etmenlere kadar, beynin bir
organ üzerindeki tasarrufuna kadar her olay,gerçekte din ıstılahında “meleki
tesir” diye anlatılır.
İnsan
organlarının tümünün çalışması dahi dinsel tabirle meleki tesirledir... Meselâ
düşünme melekesi der eskiler... Düşünme dahi meleki boyuta dair bir olaydır...
Meleki etkileri
yanlızca astrolojik etkiler olarak değerlendirmek çok yetersizdir!...
İnsanın orijin
varlığı meleki boyut kökenlidir ve bu algılanan boyuta kadar olan tüm
katmanlar meleki boyutun eseridir...
İnsan adıyla
anılan meleki kökenli varlık, ayrıca dış diye
İnsan adıyla
anılan meleki kökenli varlık, ayrıca dış diye
MELEKLERİN
ALLAH İLE KONUŞMASI !
Kur`ân-ı
Kerim, insanın yeryüzünde "Halife"
olarak "meydana getirilişini" "Bakara"
Sûresinde 30. ayetten başlayan bölümde şöyle anlatır:
"Ve
düşün ki Rabbın melâikeye;
-Ben
yer yüzünde muhakkak bir Halife meydana getireceğim" dediği vakit, onlar da "orada fesat edecek ve kanlar dökecek
bir mahlûk mu yaratacaksın, biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip
dururken" dediler.
-Herhalde
ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim!..
buyurdu;
ve Ademe bütün esmâyı tâlim eyledi!...
Sonra
O, âlemini melâikeye gösterip;
-Haydi davanızda
sâdıksanız bana şunları isimleri ile haber verin buyurdu...
-Subhansın
ya Rab!.. Bizim için senin bildirdiğinden başka ilim ne mümkün... Alîm ve Hakîm
olan Sensin, dediler...
-Ey
Adem!... Bunları onlara, isimleri ile haber ver, buyurdu.. Bu emir üzerine,
Adem onlara isimleri ile onları haber verince de buyurdu ki:
-Demedim
mi size Ben?... Her hâlûkârda semâların ve yerin gaybını bilirim ne açığa
çıkarıyorsanız, ne gizliyorsanız!...
Ve
o vakit, melâike`ye,
-Adem`e
secde edin", dedik. Derhal secde
ettiler.
"Adem`e
bütün isimleri tâ'lim etti" (2-31)
Âyetinde,
bize göre, "isimler" sözcüğü ile işaret edilen anlam "Esmâullah",
yani "Allah`ın isimleri"dir!. Çünkü, insan var olana kadar
mevcut olan bütün varlıklar, sadece belirli Allah isimlerinin mânâlarıyla
var olan varlıklardı.
Meselâ; bir
kısım melekler, "Subbûh" ve "Kuddûs"
isimlerinin manâlarını izhâr için vardır... Bir kısım melekler, "Cebbâr"
ve "Kahhâr" isimlerinin manâlarını izhâr için vardır.
Bunlar gibi
sayısız melekler, yani bizim gözümüzün göremediği sayısız varlıklar, hep,
çeşitli isim bileşimlerinin anlamlarını ortaya koyabilmek, aşikâr edebilmek
için vardır.
İşte bu
noktadaki durum soru cevap sembolü içinde misâl yollu anlatımdır!.
Yeryüzündeki
meleklerin, bu durumu anlayamaması, kavrayamaması son derece tabiidir. Çünkü,
yeryüzündeki meleklerde bu isimlerin tamamı mevcut değildir.
Yeryüzü
melekleri, o ana kadar yeryüzünde yaşamakta olan cinleri, "insansı"ları
görmüşler; onların kendi aralarında
Burada, olayın
zâhiri ve de mecazî - sembolik anlatımına bakıp gerçekten böyle olmuş gibi
değerlendirmek insanı yanılgıya götürür!.
Melekler ile
Allah`ı iki ayrı, karşılıklı varlıklar gibi düşünüp, Allah`ın meleklere hitap etmesini, meleklerin de Allah`a
seslenişini iki ayrı varlığın birbirine hitabedişi gibi düşünmek son derece
olgunluktan uzak bir görüştür!.
Yani, melekler
de dahil olmak üzere hiç bir şeyin Allah varlığı dışında bağımsız bir
varlığından sözedilemez!.
Çünkü, ne Allah,
meleklerden ötede, meleklerin dışında bir yerdedir; ne de melekler, Allah`ın
varlığı dışında ayrı bir vücuda, varlığa sahip varlıklardır!.
Allah, tüm
varlığın olduğu gibi, meleklerin de varlığında hulûl sözkonusu olmaksızın
mevcuttur!.
İşte
burada anlatılan,
Allah`ın "yeryüzünde bir Halife meydana getireceğim"
hükmünün
âşikâr olmaya başlaması; buna karşılık yeryüzü meleklerinin
"Sen,
yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıkları mı -halife olarak- meydana
getireceksin?"
hayretinin
oluşması, iki ayrı varlığın karşılıklı konuşması şeklinde
değerlendirilmemelidir.
hf
MELEKLERİN
ADEM’E SECDE ETMESİ
"Adem"
ismiyle işâret edilen "şekillenmiş çamur" yani "hücresel
beden" sahibi varlığa, yani, "insansı"ya, belli bir
kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allah "ruhundan
üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti!..
Bundan sonra da "insansı"lar arasında da ilk "insan"
olmuştu Hazreti Adem !.
"Onu
kıvama erdirip, ruhumdan üflediğim zaman"
(Sad-72)
Burada
dikkat edilmesi gereken husus, öncelikle insan bedeninin, "insanî"
hakikatı ortaya çıkartabilecek bir "kıvama", kemâle
gelmesidir... Ki bu da yukarıdaki ayette ön oluşum olarak belirtilmiş;
daha sonra da "ruhum" ifadesiyle "esmâ-i ilahinin
mânâları" anlatılmak istenmiştir! Bilindiği gibi "ruh"
kelimesinin çok önemli bir anlamı da "mânâ"dır..
"Allah,
Adem`e bütün isimleri tâ`lim etmişti"!.
"Ruh
nefhi" ifadesiyle anlatılan, "esmâ-i
ilâhinin" kapsamlı bir kapasiteyle ortaya çıkarılabilmesi yeteneğini
oluşturan "mutasyon" olayı sonucunda, beyin kapasitesi Allah-u
Teâlâ`nın "talim edilen" tüm esmâsının özelliklerini
ortaya koyabilecek kemâlâta ulaşmış; böylece de cennet hâli diye
bahsolan yaşama geçmişti Adem!..
Yani, kendi
esmâ-i ilâhisini, zâhiren ve bâtınen bütün boyutlarda ortaya çıkarabilecek
kemâl üzere Adem`i meydana getirdiği için, bu kemâlinin neticesi olarak Adem,
varlıkları, mevcûdâtı değerlendirmeğe gitmişti..
Ademin, bütün
varlığı ve mevcûdâtı kendisindeki geniş mânâ kapasitesi ile değerlendirmesi
sonucunda, melekler şaşırmışlar, hayrete düşmüşlerdir!... Ki bu da gayet
doğaldır!. Çünkü kendi bileşimlerinde o isimlerin mânâları yok, ortaya
çıkmıyor...
Bunun neticesi
olarak:
"Sen
mutlak olarak münezzehsin, biz ancak senin bizde izhâr ettiğin ilim kadar
değerlendirme yapabiliriz..." (
2-32)
demişlerdir...
Ve bu deyişin
ertesinde de, Adem`e "secde" etmişlerdir!.
Yani, Adem`in
kemâlini, Adem`de çıkan mânâların,ilâhi isimlerin yanında kendi kapasitelerinin
yetersiz kaldığını itiraf etmek sûretiyle secde etmişlerdir!... Buradaki "secde"yi,
"O`nun Halife`lik kapasitesi önünde yetersiz ve âciz kaldıklarını
itiraf" diye anlamak mümkündür.
hf
Melekler
aslında, orijin yapı olarak suretsiz ve şekilsiz varlıklardır. Ancak, meleğin
işlevi ile bağlantılı bir frekansı vardır!. Yani, melekler, belirli çok çok
yüksek frekanslardır, titreşimlerdir!. Ve, bu titreşimlerin ihtiva ettiği
anlamlar söz konusudur.
Bu frekans, her
hangi bir şekilde kişinin beynine ulaştığı zaman; beyin onu, kendi veri
tabanına göre tarar ve kendi veri tabanındaki en yakın frekansa uygun şekilde
değerlendirir, deşifre eder!. Yani, o frekansa uygun, hayâli sureti meydana
getirir. Böylece beyinde belirli bir suret oluşur.
Meselâ, rüyada
ağaç konuşur!.. "ağaç konuşması" şeklinde algıladığın şey,
esasında bir melek!.. Ağaç, meleğin, beyindeki veri tabanına göre en yakın ya
da uygun bir şekilde sembolize olarak deşifre edilip mânâlandırılışıdır!.. Bu
mânâlandırılış, veri tabanındaki tarama esnasında, o frekansın en yakını olan
frekanstır.
Beyindeki veri
levhaları, frekanslardır.. Beyne ulaşan frekansa en yakın frekans, beyinde
hangi anlam olarak tasavvur edilmişse önceden, ona uygun suret olarak, o
dalgalar beyinde açığa çıkar ve böylece rüyalar, semboller şeklinde görülmüş
olur!.
hf
Görme,
duyma, hissetme, algılama gibi özelliklerinizin olduğu boyut, melekût âlemi
olarak anlatılır
Sezgi, ilham ve
benzeri yollu farkında olmadan algıladığımız; üst beyin faaliyetleri sonucu
algıladığımız, kozmik yapılı âlemdir.
“Melekût âlemi”,
melekler âlemi olmanın ötesinde mânânın maddeye dönüştüğü âlem olarak da
bilinir.
.Bir başka
anlatım ile “Melekût âlemi”, “aklı kül âlemi”dir ki, mânâları seyir
hâlidir. Ve bunlar dahi, Zât'ın kendi özelliklerini, mânâlarını seyir için
meydana getirdiği tecellîlerdir.
hf
"Üstmadde" tâbiriyle anlatmak istediğimiz şey ne?...
Bu güne kadar ki
sohpetlerde, "Evrenin gerçek yapısını değil, kesitsel algılama
araçlarımıza göre olan yapısını", değerlendirebildiğimizi açıklamaya
gayret ettim...
Maddeden
enerjiye doğru, yani madde-hücre-atom-atomaltı ve nihayet enerji yapı boyutu
sıralamasını defalarca izah ettik.
Yalnız, bunun
bir de "Üstmadde yapı" yanı var!. Ki buna pek değinmemiştik..
"Üst
madde" var derken, "bir madde var, bir
de bunun üstü var" şeklini anlamayalım!.
Madde, bizim
algılama organlarımıza göre varsaydığımız yapı!. Fakat, bir de bunun bir
"Üst Boyut"u var!...
Bu "üst
boyut"u, bu güne kadar algılamamış, hatta üzerinde düşünmemiş bile
olduğumuz için, direkt olarak anlatmam mümkün değil!.
Bunu misâl yollu
anlatmaya çalışayım :
Şimdi, bir
insanın vücudunu, bedenini ele alalım...
Bu bedende
trilyonlarca hücre var. Bu hücreleri biz bugün, çok yüksek büyütme kapasitesi
olan mikroskoplarla görebiliyoruz. Ve, esasında vücudumuzdaki bu hücrelerin
milyarlarcasının faâliyetinden haberimiz yok. Farkında bile değiliz...
O hücreler ne
yapıyor?. Ne tür ilişkiler içinde? Nasıl yaşıyor, nasıl ölüyor? Yerine yenileri
nasıl meydana geliyor?.. Bunların hiçbirinden haberdar değiliz..
O hücrelerin her
biri, belli bir canlılık ve kendi yapısal özelliği içinde de bir faâliyet
halinde. Ama, dediğim gibi, biz bunun farkında değiliz!.
Trilyonlarca
hücreden meydana gelmiş beden, aslında tek bir hücreden oluşmuş!... Bu tek
hücrede mevcut kromozomlardaki genler, sayısız bilgileri ihtiva ediyor. Bu
sayısız bilgileri ihtiva
Tümüyle apayrı
görevler yapan organlar, o tek hücreden meydana gelme!. Ve, her bir organın
kendine has bir bilinci, bir görevi ve bir çalışma sistemi var.
Ama, biz
dışarıdan baktığımız zaman, "insan bedeni" diyoruz. Ve bunu, bir
tek yapı olarak ele alıp değerlendiriyoruz.
Nasıl ki, biz
hücreleri göremiyorsak, biz kendi algılama boyutumuza ve kendi algılama
araçlarımız olan organlarımızla bedendeki bu faaliyetleri değerlendiremiyorsak;
kütlesel bir isimle, karaciğer, kalp, böbrek gibi tanımlamalarla kaba bir
biçimde olaya yaklaşıyorsak; şimdi bunun aynını bir "üst boyut"ta
ele almaya çalışalım:
Tüm Galaksiyi,
yaklaşık dört yüz milyar yıldızdan oluşan galaksiyi bir beden olarak ele
alalım... Bu galaktik bedenin hücreleri gibi düşünelim yıldızları!. Galaktik
bedenin organları veya hücreleri gibi...
Nasıl ki,
karaciğerin kendine has bir yapısı, bir çalışma sistemi, bir kendi bilinci,
organik bilinci ve bu bilinçle yaptığı bir görevi varsa; aynı biçimde Galaktik
bedenin de organları veya hücreleri gibi olan yıldızların canlılığı söz
konusudur...
Ama, dünya üzerinde
bir insanlık âlemi var, hayvanlar âlemi var, sayısız nebatlar var. Bunlar da
kendi içlerinde sayısız türe ayrılırlar. Herbirinin kendine has özelliği
vardır..
İşte galaktik
yapı da, aynı şekilde dışarıdan bakıldığı zaman, bir beden, bir birim, bir kişilik
hüviyetiyle var olan bir yapıdır!.
Bu galaktik
yapı, bizim "Samanyolu" adını verdiğimiz, batının ingilizcede,
"Milkyway", diye adlandırdığı galaktik yapı, gerçekte bir
canlı birimdir, bir canlı varlıktır... Ancak, bir başka galaktik bilinç
tarafından, bu galaktik yapı bir canlı birim, bir canlı yapı olarak algılanır;
bizim yapımız tarafından değil...
İnsanlık denen
yapının bilinci olduğu gibi; aynen dünyanın da kendine has bir bilinci vardır.
Dünya ismi ile işaret ettiğimiz bu planetin de kendine özgü bir şuuru
vardır!...
Dünya`nın bir
şuuru olduğu gibi, Güneş`in de bir bilinci vardır!... Güneş`in bir şuuru olduğu
gibi, Galaksi`nin de bir şuuru vardır!.
Bu Galaktik
bilinç indinde güneşin bilinci, bizim yapımızın şuuru yanında bir hücremizin
bilinci mesabesindedir. Galaktik yapı, aynen, bir insanın bilinci gibi, evren
içinde bir bilinç sahibi birim olarak mevcuttur!. Ve böylece milyarlarla
galaktik birimler mevcuttur!...
Evrende
milyarlarla galaksi var, diyoruz ya!. Aslında bunun anlamı, evrende galaktik
boyutlarda mevcut, milyarlarla birim var demektir!...
Bizim yapımıza
göre, bize oranla bir hücrenin bilinci ne düzeydeyse; Galaktik bedene, Galaktik
kişiliğe nisbetle de, bu Güneş Sisteminin, Güneşin bilinci odur. Galaktik
birime, benliğe göre bir yıldızın, bir güneşin şuuru ne ise, dedik...
Şimdi o güneşin
yanında dünyanın, dünyanın üzerinde bir birimin yerini düşünün!... Hafsalanız
acaba alabiliyor mu?.
Bir yıldızın
yanında bir insanın yerini; ve de o yıldızın, Galaktik beden boyutunda
yerini... Bunu anlatabilmek çok güç!...
Çünkü biz, beş
duyu dediğimiz yalnızca kesitsel algılama organlarıyla ve yardımcı araçlarla
hep "maddealtı"na girdik; "maddealtı"
dediğimiz enerjiye giden boyutta mikrokozmosa gittik, makrokozmosu hiçbir zaman
değerlendiremedik...
Neye benzer
bu?...
Bir hücrenin
çekirdeğinden veya bir kromozomdan, insan bedenine bakmaya benzer!.
Bir hücrenin
çekirdeğindeki bir gen, bu bedene, bu bilince, bu ana yapıya bakabilir mi?.
Hayır!...
O gene göre, bir
organı dahi idrâk etmek, hafsalasına sığdırmak mümkün değildir!. O hücre
çekirdeğini kapsayan mevcut stoplazma, sonsuz bir deniz gibi görünür, o
gen`e!...
Biz de diyoruz
ki;
"Bizim
yaşadığımız gezegenle, falanca gezegen ile falanca yıldız arasında boşluk
var, hava var"(!)... "Boşluk" kelimesi boş!...
Burayı çok iyi
anlamaya çalışalım!..
Daha önceki
konuşmalarımızda dedik ki :
Her şey
atomlardan oluşmuş bir yapı. Ve, aslında biz, bileşik bir kütleyiz. Benim
vücudum da atomlardan oluşmuş, bir başka madde de...
İşte bu nedenle,
biz
İşte bu, "bileşik,
bir kütleyiz" realitesi, bir alt boyuta, atom boyutuna indiğimiz
zaman, "yıldızlar arası boşluk" kavramını ortadan
kaldırıyor... Bir Tümel Yapıyı, bir tekil yapıyı farkettiriyor
bize, atom boyutu itibariyle Galaktik boyutta!...
Biz, kopuk
kopuk, biribirlerinden ayrı yıldızlar tasavvur ediyoruz ya gözbebeğinin
verilerine GÖRE; bir yıldız burada, bir diğeri bilmem kaç ışık yılı
ötede, diyerek!... Oysa gerçekte, şu bedende hücreler biribirinden ne kadar
uzaksa, bunu üst boyuta aktardığımız zaman farkedeiz ki, galaktik boyutta da, o
yıldızlar biribirlerinden o kadar uzaklıkta!...
İki yıldızın
arasındaki boşluk, esasında boşluk değil, doluluk!... Ama biz, bu doluluğu,
gerek ilmimiz, gerekse algılama araçlarımız kısıtlı olduğu için yeterince
değerlendiremiyoruz; ve onun için de o muhteşem dev galaktik bedeni
farkedemiyoruz. Ve, elbette o Galaktik bedende mevcut bilinci!.
Nasıl, şu
bedende mevcut bir benlik kavramı ve bilinç mevcutsa, bu bedendeki benlik ve
bilinç gibi, o galaktik bedende de bir benlik ve bilinç var; her ne kadar genelde
algılayamıyorsak da!....
Diyoruz ki:
Evrende, bir
yerel gökadalar grubu içindeki Samanyolu`nun dış çeperinde, kenarda kıyıda bir
yerdeyiz... 30`a yakın galaksi var civarımızda bizim!.işte bu otuza yakın
galaksi esasında, otuza yakın, "Bilinçli Galaktik Varlık"tır!.
Belki de bir aile!!!.
O otuza yakın
Galaktik bilinç varlığın bir tanesinin bedenindeki bir "hücre" bile
değiliz biz!... Belki bir hücre, Güneş!... Biz, o Güneş Sisteminin uydularından
birinin üzerindeki milyarlarla insandan bir tanesiyiz!...
İşte, din
terminolojisinde, "melek" kelimesi ile kastedilen varlıkların
bir türü de bu galaktik boyutlardaki "Ruh"tur, galaktik
şuurdur, galaktik bilinçtir...
Nitekim geçmiş
Öz`e Ermişlerden birisi diyor ki:
"Biz, öyle
bir melek tesbit ettik, öyle bir varlık tesbit ettik ki, O`nun bizden haberi
bile yok!... Bizim varlığımızdan haberi bile yok." Diyor.
Ve, onun
büyüklüğünü çeşitli misâllerle anlatmaya çalışıyor... Detayına girmeyeceğim.
Tıpkı bizim
boyutlarda olduğu gibi... Bizim bedenimizin herhangi bir yerindeki hücrenin
beynimizden, beynimizdeki bilinçten haberi olmayışı gibi; beynimizin ve
beynimizdeki şuurun da o hücreden haberi yok!.. O hücre, vücutta doğuyor,
büyüyor, gelişiyor, çoğalıyor, ölüp gidiyor.
İşte bu yapıyı
"üstmadde" adını vererek anlatmaya çalışıyoruz.
Zirâ her boyut,
kendi yapısının varlıklarına veya algılayıcılarına göre "madde"dir!..
Tıpkı rüya içinde yaşarken, rüyada geçen olay ve yapıların bize "madde"ymişçesine
gelmesi gibi!.
Varlık skalasını
Ve biz, o
varlıkların yanında, "hiç" hükmündeyiz!.
O varlıkların sonsuz-sınırsızmışçasına
değerlendirebileceğimiz yapısını hafsalamıza sığdırmamıza imkan yok!...
Ancak, bunu
farketmek ve düşünmek de zorundayız!..
Nasıl, atomdan
hücreye, hücreden bedene bir sıralama mevcutsa; her biri bir diğerinin içinde
milyarlarca defa küçük, ama kendi yapısına ve varlığına göre bilinçli ise, aynı
biçimde bizim, yanında milyarda bir veya trilyonda bir oranında kaldığımız ana
dev yapılar da mevcut!...
Ve biz, o
bedenlerin içinde, bir "hiç" mesâbesindeyiz...
Galaksi`nin,
Galaksi adını verdiğimiz varlığın bilinçli bir birim, belli bir yaşamı olan,
bir bedeni olan bir canlı tür olduğunu farketmeğe çalışalım!...
Bizim
yaşadığımız dünya ve bu dünyanın devamı olan, "Âhiret" adı
takılan, ölümötesi yaşam platformu... Cehennem veya Cennet hep o bedenin içinde
bir organ!... Belki bir organ bile değil!...
Ve, büyüklüğünü,
ihtişâmını, azâmetini anlatmağa çalıştığım Galaktik büyüğümüz, Kâinattaki
milyarlarla bu tür birimden bir tanesi!... Galaksimizin dahil olduğu evrenin bu
köşesindeki otuz kişilik grup veya aileye mensup biri!... Neyi konuşuyor, neyi
tartşıyor, neyi düşünüyorlar?... Bunlardan bîhaberiz!...
Bedende bir
hücre; Galakside bir Güneş Sistemi!...
Ne hücrenin
şuûrundan, yapısal özelliklerinden, duygularından haberdarız!... Ne de "Güneş`in
Ruh"undan!...
Peki, bunlardan
tüm insanlar bîhaber olarak mı geçip gidiyor?.
Hayır!...
İşte, işin püf
noktalarından, öz noktalarından biri burası...
Ana yapı ne
kadar küçülürse küçülsün veya ne kadar büyürse büyüsün, ister mikrokosmoza
inelim, gen boyutuna gidelim, bakteri boyutuna gidelim, muon, kuanta boyutuna
inelim... İster Güneş veya sâir yıldızlar boyutuna çıkalım, Galaktik birim,
Galaktik varlık boyutuna çıkalım...
Hepsinin, "Öz"ü
ve "Zât"ı itibariyle, "hologramik" esasa göre
aynı varlık ve aynı cevherden meydana gelmesi nedeniyle; skalanın her hangi bir
boyutundaki birim, "Öz"üne, "Zât"ına doğru
bir yolculuğa çıkabilirse; veya bir diğer ifadeyle, "Zât"ına
doğru bir sıçrama yapabilirse, o Nokta`da, kendisinden sayısız defa mikro veya
sayısız defa makro plandaki birimlerle iletişim kurabilir!.
Bu iletişim,
Zâtî iletişimdir... Ama bunun için de kişinin ilk önce kendi Zât`ını bilmesi
gerekir...
Kendi Zâtını
bilmekten murad nedir?
Önce, kendi
bilincini, bulunduğu boyutun bir bilinci olma, kaydından soyutlayacak, bu
blokajdan kurtulacak!. Şartlanmalar, değer yargıları, duygular, birimsel
kabuller gibi tüm hâllerden uzaklaşacak!. Bilincini arındıracak!.
Çünkü, evren,
kâinat biliyoruz ki, Sonsuz-Sınırsız Tek`in ilminden hâsıl olmuş
bir yapı... Bu yapıda Evrensel Öz, Zât, İlim, her nokta`da
ve zerre`de mevcuttur!...
Dolayısıyla,
sizin gerçek "Öz Şuurunuz", Öz`ünüz, Zât`ınız,
mikro plandaki veya makro plandaki, bir atom şuuru veya Galaktik bilinçle
aynıdır..
Ama bir bedende
onun şartları içinde oluşmuş "Bilinç", olmamız nedeniyle,
çeşitli var kabullerle, var sayımlarla, gerçekten kopmuş, kalıplanmış,
bedenlenmiş, bloke olmuş ve "birimsel bilinç" haline
gelmiştir...
Oysa, bilinç
dediğimiz şey, eni boyu ağırlığı, şekli olan bir şey değildir!.
Bilincin
sınırları, kayıtları, blokajı kendisine yüklenen yanlış bilgilerle meydana
gelir. Bilinç bu yanlış bilgilerden
arındığı oranda da, mikro ve makro plandaki varlıklarla zâtî boyuttan
iletişim kurabilecek hâle gelir.
Bizim altımızda,
yani bizim altımızda derken; Maddeden hücreye, atoma doğru giden boyutta,
çeşitli varlıklar var olduğu gibi; bizim, içinde sanki bir hücre gibi
kaldığımız sayısız çeşitlikte varlıklar da mevcuttur; ve onlarla iletişim kurma
imkânı dahi bazı kişiler için mevcuttur...
Belki bu
anlatmaya çalıştıklarım, hafsalanızın alamayacağı boyutlarda bir konu ama bu
bir gerçektir!... Ve, bilinmelidir!...
Dünyayı, Evreni,
her şeyi, sadece bu gördüğümüz, algıladığımız, var
Beş duyu
verilerinin oluşturduğu, kesitsel değerlerden bilincimizi arındırıp, gerçek
boyutlarıyla âlemi, âlemleri ve âlemlerdeki varlıkları tesbit etmek
zorundayız!.
Kelimede;
kelimenin şeklinde, isimlerde kalmayalım!.
Bilelim ki,
şuurumuzu örten, bilincimizi örten, en büyük perdeler; Kelimeler, kelimelerin
sûretleri, o kelimelerin hayâlimizde meydana getirdiği imajlardır!.. Biz o
imajları gerçek sanarak, onların ardındaki mutlak gerçeklerden perdeli yaşıyoruz.
Ondan sonra,
dünyamız daralıyor, basıyor üstümüze!.
Bütün davamız;
yedik içtik, aldık verdik!... Niye verdik, niye alamadık?.. Neden kaybettik?...
Bunların hepsi,
bu dünyada olup biten şeyler. Maddenin dar ve ilkel değerleridir bunlar...
Biliyoruz ki,
çok kısa bir süre sonra, şu madde kabulettiğimiz ortamından geçip gideceğiz...
Ve, oranın zaman boyutu az önce de açıklamaya çalıştığım gibi milyonlarla, yüz
milyonlarla seneleri içine alıyor.
Ve de maâlesef o
boyutun varlıklarından üç beş kelimeyle söz ediliyor!...
"Melek"
ismiyle geçiştirilen çok büyük varlıklar mevcut o boyutta!. Mikro boyutta var
olan melekler gibi, çok büyük kuvvetlere sahip makro boyutta yaşayan canlılar
da var!... Ama, hep tek bir "melek" kelimesi ile bahsedilip
geçilmiş!. Oysa bunlar, hep yüksek bilinç düzeyindeki varlıklar...
Bu bedende
nasıl, hiç görevi olmayan bir varlık, bir birim yoksa; her organın, her
hücrenin, her birimin nasıl belli bir vazifesi varsa; bu bedenin içindeki mikro
dalga bedenin görevi vazifesi, şuuru olduğu gibi; görev şuuru ve bilincinin
getirdiği görevi olduğu gibi, makro planda da böylesine şuurlu, bilinçli
varlıklar ve onların îfa ettiği görevler mevcuttur...
Ne diyoruz...
Güneş,
Samanyolu`nda bir turunu, 255 milyon senede tamamlıyor... Güneş var oldu olalı,
bu güne kadar, ancak sekiz tur atmış merkez çevresinde, yani 8 yaşında... Biz o
Galaktik bedenin, merkezinden 32 bin ışık yılı mesafedeyiz!.
32 bin ışık yılı
ne demek?... Saniyede 300 bin km... 300 bini 60 ile çarp dakikasını, 60 ile
çarp saatini, 24 ile çarp gününü bul!.. 365 ile çarp, neticede çıkan ışık
yılı... 32 bin ışık yılı mesafedeyiz, merkezden!...
Düşünün ki o
galaktik bedenin kalbi, galaksinin merkezi ise, biz tepesindeki bir hücrenin
içindeki bir elektronuz belki de!
Bu Galaktik
varlığın boyutlarını hafsalanızda canlandırabiliyor musunuz?... Hiç
Sanmıyorum!...
Ve, böyle
milyarlarla galaktik dünya... Son bir sene, bir buçuk sene içinde yapılan
araştırmalara göre yeni bir galaksinin doğuşu tesbit edildi.
Yani, doğan,
büyüyen sonra da dönüşen galaktik birimler mevcut. Nasıl insan doğuyor,
büyüyor, ölüyor; hücre doğuyor, büyüyor, ölüyorsa, aynen galaktik birimler de
doğuyor, büyüyor, ölüyor...
Ama bilinç
boyutu itibariyle "yok" olmuyorlar!. Bilinçler yaşam boyutlarını
değiştiriyor sadece1.
Öyleyse,
dünyanın dar sınırları içinde, kazandığına sevinip, kaybettiğine üzülüp,
gördüğün rüyâdan uyandığın andaki hâl gibi, yaşadığın günü boşa geçirme!... Çok
güzel bir rüya görürsün, uyandığında "vah vah ne güzel rüyaydı" dersin...
Elinde ne kalmış?...
Aynı şekilde, bu
dünyadan gittikten sonra da, o geçtiğin boyutta, "dünya şöyleydi, dünya
böyleydi, şuna sahiptim, buna sahiptim, şu vardı şu yoktu"nun derdine
tasasına düşeceksin; o ortama göre belli bir hazırlığın yoksa, çok büyük
sıkıntılara, azaplara da mâruz kalacaksın!...
Zira o içine
girdiğin boyutun yaşam şartları senin bugünkü ortamına hiç benzemeyecek!. Bunun
misâli rüyadır...
Rüya âleminde
sen hep varsın; karşında çeşitli varlıklar var. Rüya âleminde bu bedenin kâh parçalanır,
kâh bozulur; eni boyu değişir, deforme olur, sonra bir anda eski haline girer,
fakat asla ortadan yok olmaz!...
Rüyada bedene ne
olursa olsun, senin "benlik" bilincine hiçbir şey olmaz!...
Çünkü rüyada gördüğün beden, ruh türünden bir bedendir; ve ruh cüzlerden
oluşmamıştır; parçalanmaz da!.
Aynı şekilde,
ölümötesi yaşamda da, nelerle karşılaşırsan karşılaş, ne büyük azaplar veya
zevkler yaşarsan yaşa, benlik bilincin ve Ruh`un hiç bir zaman yokolup
kaybolmayacak!...
Ama, bu benlik
bilincinin ve ruhunun kapasitesi ne olacak?...
O benlik
bilincinin kapasitesini ve ruhunun kuvvetini şu anda dünyada yaşarken ne düzeye
getirebilirsen, artık sonsuza dek öylece kalacak!.
Bu dünyada idrâk
edemediğin şeyleri daha sonra idrâk etmen mümkün değil!...
Bu dünyada elde
edemediğin ruh kuvvetini, daha sonra orada elde etmen veya geri dönüp telâfi
etmen kesinlikle mümkün değil!.
Anlayamadığın,
değerlendiremediğin, hafsalanın alamadığı şeyleri daha sonra
değerlendirebilmen, alabilmen, hafsalana sığdırabilmen mümkün değil!. Bunun
açıklamasını da bir çok defa yaptım. Burada detayına girmeyeceğim.
Esas anlatmak
istediğim konu şu...
Bilelim ki biz,
yalnızca mikrokozmozun makrosu değil, aynı zamanda makro varlıklarında
mikrokozmosundayız!... Makro varlıklar, canlı şuurlu öyle makro varlıklar ki
bizim yaşadığımız sistemlerden bile haberleri bile yok, çoğunun!...
Bunu, bakın!..
Din`de, Allah Rasûlu nasıl söylüyor :
"Allah`a
yakîn sahibi bir takım melekler var ki, onlar dünyanın ve insanın varoluşundan
bile haberdar değillerdir."
Tıpkı,
senin, vücudundaki hücrelerin doğuşundan, büyüyüşünden, çoğalışından ve yok
oluşundan haberdar olmadığın gibi...
Eğer biz, bu
dünya yaşamında bilincimizi genişletip, hafsalamızı genişletip, hatta bunların
ötesinde Zât boyutunda kendimizi tanımak sûretiyle, bu yüce varlıklarla
iletişim kurup evrensel gerçeklere vukûf elde edemezsek, "ölüm"
dediğimiz olayla birlikte yeni bir takım özelliklere kavuşarak o boyutu
değerlendirebilmemiz asla mümkün olamayacaktır!.
İşte bu
yüzdendir ki, şu dünya hayatını yaşarken, yarın zaten zorunlu olarak bırakıp
gideceğimiz şeylerin kavgasıyla, derdiyle, sıkıntısıyla, üzüntüsüyle günümüzü
boşa harcamayalım!...
Malımızı,
mülkümüzü, çocuğumuzu, her şeyimizi burada bırakıp gideceğiz başka bir âleme...
Üstelik o âlemin
değer yargıları buradakilerden son derece farklı, apayrı!...
Senin yapına
göre bir hücre ne ifade ediyorsa; o Galaktik varlığa göre güneş sistemi ne
ifade ediyorsa; gittiğin ortamda da, şu dünya ve dünyanın içinde olan her şey
onu ifade ediyor!... Tıpkı, uykudan uyanan bir insana, rüyada gördüklerinin bir
şey ifade etmemesi gibi...
Öyleyse, bunları
anlamaya çalışalım, idrâk etmeye çalışalım. Aksi takdirde,
"Bu
dünyada kör olan, öbür dünyada da kör olacaktır." (17-72)
Hükmü, bizim
için geçerli duruma gelecektir.
Elbette burada
bahsi geçen "körlük" gözlerin değil, "basiretlerin"
yani algılama ve değerlendirme kapasitelerinin yetersizliği anlamına gelen
"mânevî" körlüktür..
"Kör"lükten
kurtulmanın da yegâne yolu, önce bilincimizi, gereksiz ve yanlış bilgilerden
arındırmaktır.
Bu gereksiz ve
yanlış bilgilerden bilincimizi arındırıp, o gerçekleri idrâk edemezsek;
o gerçeklerin gerektirdiği biçimdeki yaşam düzenine giremezsek, bilincimizi
yarın bizim için hiç bir şey ifade etmeyecek şeylerle harcarsak, doldurursak,
bloke ederek perdelersek, ölümden sonra bu perdelerden asla ve asla
kurtulamayacağız...
Onun için de,
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm diyor ki :
"
Dünyada
yaşarken, bu gerçek değerleri, bu gerçek âlemleri anlayıp kavrayalım; veya hiç
olmazsa o âlemleri kavrayabilecek hâle gelelim ki orada bu nimetten ebediyyen
mahrum kalmayalım... Bunu yapamazsak çok yazık olacak!...
Öyleyse, konuyu
özetlemeye çalışayım :
Biz, sanki bir ara
boyutta yaşıyoruz!. Enerji`den, bulunduğumuz madde boyutuna kadar olan
boyut katmanları ve bizim bulunduğumuz noktadan evrensel büyüklüklere kadar
uzanan boyutsal katmanları...
Her boyutun
kendine has birimleri, o birimleri değerlendiren algılama sistemleri; ve bu
algılama sistemlerinin değerlendirmesine göre var olan kendi madde boyutları...
Hücre boyutu,
hücrenin kendine göre var olan madde boyutu...
Atomun kendi
şuuruna göre var olan madde boyutu...
Bedenin ve beynin
algılama sistemlerine göre var olan algılama boyutu... Galaktik birimin,
algılama sistemine göre var olan madde boyutu...
Ve, bunun
ötesindeki algılayamadığımız sayısız katmanlar boyutu!...
Ama, özü
itibariyle, orijini itibariyle hepsinde mevcut olan bilinç, Tek bir "NEFS"ten
geliyor!. Tasavvufta, hüviyetine "İnsan-ı Kâmil"; bilincine de
"Aklı Evvel" denmiş...
İşte biz,
bulunduğumuz yeri, yapımızı, makro veya mikro plandaki âlemlerin ve bunlarla
olan ilişki şeklimizi çok iyi anlamak zorundayız...
Ya bunu yapacak,
ya da bunu yapamadan giden milyarlar gibi bu dünyadan geçip gideceğiz..
Görenler, bunları göremeyenlere bakacak, "Biri daha gitti!.."
diyecekler... Onlar bize bakıp belki de, "vah!.." bile demiyecekler!.
Daldan bir yaprağın kopması size göre neyse; o gerçekleri idrâk
Öyleyse, şu
dünyayı boşa geçirmeyelim!.. İlme sarılalım!.. Bilincimizi, ilim
ile, şartlanmalardan, değer yargılarından ve bu değer yargılarının getirdiği
duygulardan arındırıp, blokajdan ve sınırlarından kurtulup, "sınırsız
bilinçli" varlık olmaya çalışalım!...
Umarım ki, bu,
bize kolaylaştırılmıştır...
Bu bölümde,
dünya bilincine göre "üstmadde" adını verdiğim makro
varlıklara bakış açımızdan sözetmeye çalıştım..
Bir başka
anlatımla, "ÜSTMADDE" bölümünde "Melekût"
âlemine dikkatleri çekmek istedim...
hf
Yönetim,
kurallandırma, fiilleri değerlendirme, yetki güç sahibi!
hf
Bütün “ALLAH
İSİMLERİNİN mânâları”, “ALLAH” ilminde mevcuttur, dedik.
İşte bu “Rahmaniyet”
mertebesinde mevcut olan esmâ-i ilâhi, “O”nun, “melikiyet”
mertebesi özelliği ile mülküdür.
Bir yönü itibarı
ile “Melîk”tir, bir yönü itibarıyle “Mâlik”tir.
Ancak, “melîk”
ismi, “mâlik” isminden daha kapsamlıdır.
“Mâlik”
ismi,” “bir şeyin sahibi” anlamındadır.
“Melîk”
ise o şeyin hem “sahibi”, hemde “o şeyler üzerinde mutlak hükümdar” olandır.
Yani, “ALLAH”ın
“Melîkiyet”i, “kendi esmâlarını dilediği gibi açığa ortaya çıkarması,
seyretmesi” anlamındadır.
“DİLEDİĞİNİ
YAPAR.”
“YAPTIĞINDAN
SUAL SORULMAZ!” (21-23)
Bu
âyetler “O”nun “Melikiyeti”nin eseridir..
Şartlanmaları
oluşturan değişik mânâlar; yeryüzünde mevcut olan bütün şartlanmaları oluşturan
manâlar, esas itibariyle ilâhi isimlerin bileşimleri sonucu olarak meydana
çıkar.
Her birimde,
kendi terkibine uygun bir biçimde, çeşitli ilâhi isimler ağırlıklıdır. Ve o
isimlerin oluşturduğu terkib, bir mânayı ortaya koyar. O mânâ, ağırlığı
nisbetinde şartlanmaları meydana getirir. Bu, Allah`ın "Melikiyet"
vasfının eseridir. Yani, bir diğer ifadeyle, "Esma Mertebesindeki"
mânâların, yaşanılan âlemde ortaya çıkması şeklinde görülür.
hf
Para
karşılığı okunan, "mevlid"
adı verilen törenler tamamiyle sonradan icâd olup, ibadet’le hiç ilgisi
yoktur!...
İslâm
Dini’nde "mevlid" diye bir ibadet mevcut değildir!.
"Mevlid",
Hz. Rasûlullah Efendimiz Aleyhisselâm’ın âhırete
intikâlinden yüzlerce yıl sonra, O`nu övme amacıyla yazılmış bir
şiir olup; bu şiirin gazel havasında okunmasının da ibadet olması, elbette kesinlikle
sözkonusu değildir!
Hz. Rasûlullah,
ancak "Âlemlerin Rabbı olan "ALLAH"
tarafından övülebilirdi ki; bu da Kur`ân-ı Kerim’de gerçekleşmiştir:
-"ÂLEMLERE
RAHMET OLARAK SENİ İRSÂL EYLEDİK" (21-107)
hükmü,
O`nun yüce şânını gösterir!..
Bizim gibi
sınırlı anlayışlı insanların, O yüce Zâtı övmeye kalkışı ise, O`nun
yüce şânına ancak kısıtlama getirir!
Ayrıca Rasûlullah
bizden, kendisini övmemizi değil; getirdiklerini anlıyarak çevremize
olabildiğince verici olmamızı istiyor ve bekliyor!... O`nun ulvî
şahsiyetini, kendimize geçim kaynağı yapmamızı değil!.
Ayrıca
kesinlikle bilelim ki, para karşılığı yapılan hiç bir çalışmanın “İslâm
Dini”nde yeri yoktur!
Parayla, ne
"Kur`ân" okutturabilirsiniz; ne "hatim"
indirtebilirsiniz; ne de ölmüş kişilerin “namaz” veya “oruc”
borçlarını ödetebilirsiniz!..
Kesinlikle
bilelim ki, Kur`ân ve Rasûlullah açıklamaları kökenli “İslâm Dini”nde
belirtilen ibadetler arasında, ne "mevlid"; ne de ölünün
namaz-”oruc” borçlarını kapatmak için yapılan "ıskat ve devir"
törenlerine yer vardır!..
Bunları
yapıyorsanız, kesinlikle biliniz ki, sadece kendinizi tatmin ediyor; bu arada
bazı kişilerin de bu bahaneyle geçimine yardım ediyorsunuz!..
Mevlîd okumayı ibadet sanıp, "kandil"(!) gecelerini kutlayan;
müslüman olmanın ilk şartı olarak kadının başını örtmesini bilen; namaz ya da
orucun göktürklerin gökteki tanrısını hoşnud etmek içinteklif edildiğini
sanan dar anlayışılı kişilerin "müslüman"lığına, "İslam
Dini" diye bakar ve değerlendirirler!.
Mevlid`in
Süleyman çelebi`nin şiiri olup, Kur`ân-ı Kerîm’in teklif ettiği
ibadetlerle hiç bir ilgisi olmadığını anlamazlar!.. Ölülere mum dikip kandil
yakmanın "Din"le hiç bir ilgisi olmadığını; yalnızca, Mi`râc,
Berâat, Kadir gibi gecelerin değerli saatler ihtiva ettiğini farketmezler..
Şeker ve Kurban bayramlarının olmadığını, FITR ve Hac
bayramlarının yaşandığını duymamışlardır bile!. Kur`ân-ı Kerîmde teklif
edilen namaz, oruç, hac gibi çalışmaların, gökteki tanrının hoşnutluğu
için değil; kendi geleceklerini kurtarmaları için önerildiği hiç
anlamamışlardır!
hf
Ölüm!.
Mevt, yani ölüm tadılan
birşeydir!...
Bir başka
tanımlama ile "MEVT", "Kontrolundaki yapıyı kullanamaz
hale gelmek" demektir!... Özellikle, insanın, bedeninin "kullanım
dışı kalmasını" târif sadedinde bu kelime söylenir..
hf
Ölümü
tadmış kişi!
“Ölüm” denen
madde bedeni kullanamama hâlini tadmış kişi!.
hf
Kur’ân-ı
kerim ,”ALLAH” isminin mânâsını târif sadedinde
iki usul ,iki yol tatbik eder.
Birincisi ,”ALLAH”
isminin işaret ettiği anlamın ,insanın anlayışına göre târifidir.
İkinci tarz “ALLAH”ın
anlatımı ise “ALLAH’ın bizâtihi kendisini” târif edişidir.
Bu iki yoldan “ALLAH”
târifinin Kur’ân ‘da herkesin anlayacağoı bir ifadeyle yer almaması , “olayın
bütünlüğünü idrâk edemeyen” insanlarda çelişkileri meydana getirmiş ; ve bu
çelişkilerin sonunda da olayı çözemeyenlere göre büyük bir kaos oluşmuştur!...
İşte bu kaosun
sonucunda da “kader”i değişik mânâlarda anlayan çeşitli “anlayış” lar
yani “mezhep”ler meydana gelmiştir.
Mezhep; anlayış demektir.
Allah
Rasûlü’nden sonraki asırlarda gelen bu konudaki belli araştırmacılar o günün
şartları altında açıklamışlar, kendi aklıyla hareket edemiyenler de onları
kendilerine örnek alarak bugünkü “mezheb” kavramını
oluşturmuşlardır...
hf
«Benim
velilerim, kubbemin altındadır; onları kimse tanımaz» buyruluyor...
Bilir
misin bunlar kimlerdir?..
ALLAH’ın bazı kulları vardır ki, onlar dünyadan ve ukbadan
sıyrılmışlar, deryaya erişip deryadan bir zerre olmuşlardır.
Bunlar, «Allah
ahlakı ile ahlaklanın» buyruğuna uymuş tecellilerdir!.. Onların ne
istemekle alâkaları vardır, ne de istememekle.
Onlara Rab,
“sen ne dilersin”, dediği zaman; onlar, «Sen ne dilemişsen»
derler!..
Çünkü onlar,
daha evvelki mertebelerde idrak etmişlerdi ki, değil istek, istememeyi istek
dahi bir istektir! ... Ve, bu dahi istenemez.
Zerre deryaya
diyebilir mi ki, beni şu tarafa götür diye. Derya ne tarafa dilerse, sevkeder
dalgalarıyla onu... Gerçek, derya ise; dalgalarda tecellileri midir acaba?...
İşte bu kişiler,
sadece ve sadece, yaradılmışlar için Rabbin bir rahmet tecellisi olarak,
yaşarlar... Yaradılmışlara onlardan erişir Rabbin nimeti.
”ŞÜPHESİZ
Kİ RABBİN NİMETİ MUHSİNLERDEN ULAŞIR YARATILMIŞLARA” (7-56)
Onlar,
birer “ayna” olmuşlardır!... Kim baksa, onlarda, kendinden başkasını
göremez olur!.
Onların sadece
Efendileri ve Rableri vardır. Aralarına kimse giremez. Birbirlerini tanırlar
onlar, bazan buluşur konuşurlar... Ama bilirler ki hepsi de tek bir
gerçektendirler.
«Müferridun sizi
geçti» diyerek, Efendimizin ashabına bahsettiği
kişilerdir bunlar!...
Ne, bir
tarikatları vardır; ne de, bir mezhepleri!.
Gazalî’nin (selâm olsun) ölürken, Kur’ân’ı göğsüne koyup «Benim
mezhebim budur» dediği gibi; onlar da, bunu farketmişlerdir... ve ehlini bu
konuda uyarırlar!..
Yaradılmışlar,
ölmüşlerdir onlar; ve bundan dolayıdır ki. artık bir daha düşünmezler ölümü,
çünkü onlar bir daha ölümü tatmazlar!
“ONLAR,
iLK ÖLÜMDEN BAŞKA ÖLÜM TATMAZLAR” (44-56)
Ölümü,
çoktan tatmışlar, sıratı geçmişler, cennete, huzur âlemine, girmişlerdir.
Onlar, Rablerini
seyirle meşguldürler... Her an O’nu temaşa etmektedirler... O’nunla
beraber!..
İşte bunlar,
Rabbin örtüsü altındaki veli kulları, sıddîklar, müferridundur.
Eğer sen, susuz
kaldıysan, onları ara ve bütün örtü ve engellerine rağmen onları tanımaya
çalış... Onların halleriyle hallen; ki, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma yolu
açılsın!..
Onlar “Ferdiyet”
sahipleridir!.
Bizler
sadece Kur’ân ’a...Rasûlullah’a ve dolayısıyla Allah'a tâbi olmakla mükellefiz.
Mezheb imamları
ya da tarikat şeyhlerinin âhıret itibariyle hiç bir tâbi olunurluluğu yoktur...
Ama bütün onlardan yansıyan bilgilerden günümüz şartlarına uygun
olanlarından istifade edilebilir.
Şunu kesinlikle
bilelim ki...
Herkes, Hz. Muhammed’e
tâbi olup yolundan gitmekle mükelleftir; kendi yararı için... Bunun
dışında hiç kimseye tâbi olmakla mükellef değilsiniz...
Herkes kendi
ilmi ve aklı kadarıyla kendi yolunu çizecek ve sonucuna da
hiç bir mazeret gösteremeden kendisi katlanacaktır.
Bu konu sizin
için ne kadar önemli ise, ona göre değer ve zaman verip ona göre de
yolunuzu çizersiniz... Kimsenin kimseye talimat verme veya Din
koltuğunu kullanarak hükmetme hakkı ve yetkisi yoktur...
İnsanlar benim
bilgi birikimimden de istifade ediyor ama bana tâbi olmak diye bir
kavram sözkonusu değildir...
Bilgiden
istifade etmek ayrı şeydir, tâbi olmak ayrı şey... Bütün insanlar
her dalda birbirlerinden yararlanırlar ama tâbi olunacak tek zât
Rasûlullah'tır!..
Ben tahkike
erecek gücü, aklı kendimde bulamıyorum diyenler, diledikleri
kişinin görüşlerinin yolundan gidebilirler... Ama hataları ve sevapları
kendileri sırtlanarak!...
Öbür tarafta ben
şuna tâbi olmuştum da ondan dolayı bu yanlış fikre kapıldım, ya da şu
yanlış davranışı ortaya koydum gibi bir mazeret geçerli
olmayacaktır.
Kişinin
sorularının bittiği yer, onun tatmin olma noktasıdır... Buna
da duygularla değil akılla erişilir!...
Hz. Muhammed
aklı olanlara ve ilmi duyguyla değil akılla değerlendirebileceklere
yararlı olmuştur.
Duygu ve
şartlanmalarla O'na yanaşanlar ise neticede O'na karşı
cephede yer almışlardır..
Dostlar, ilme
sarılan kurtuluşa erer...
Kişilere
sarılanın işi ise şansa kalmıştır!...
Sağlam yoldan
gitmek isteyen daima akıl ve mantığını kullanarak ilim yolunu
seçsin..
Âhirete
taşıyacağınız gerçek sermayeniz ilminizdir... Bilinçsiz tâbi
olmalar size yanlızca TAKLİT getirir...
Ben bilginlerin
bilgisinden yararlanın ama körü körüne tabi olmayın, aklınızı
kullanarak ele aldığının konunun her yönünü kavrayın, taklitten kurtulun
diyorum.
Bilgi ezberlemek
değil, irfan tahsil etmektir önemli olan.
Bilgi insanın
kendisini geliştirmesi ve gereğini yaşayabilmesi içindir.
İlim sahiplerinin ilminden istifade edilecektir elbette ama
körü körüne, kafa çalıştırmadan ben falancaya bağlıyım diyerek, kafa
çalıştırmadan yaşamak bana göre yanlıştır.
Biz
insanların taklit yolundan gitmeyi bırakıp, tahkike yönelmelerini ve Din
konusunu hobi olmaktan çıkartıp hayat memat meselesi olarak
değerlendirmelerini arzu ediyoruz.
Çünkü
herkes sonuçta herşeyini bu dünyada bırakıp, sonsuzluk boyutuna geçecek
ve orada yanlızca bu dünya yaşamında edindiği sermaye ile yaşayacaktır..
Dünya hayatı her
yönüyle sonuçta bir oyun-eğlence olarak nitelenmektdir...
Öyle ise,
herkesin tek hedefi ölümötesi yaşam yolunda Hz. Muhammed adı
altında birleşerek yürümek olmalıdır.
Herkes kendi
meşrebine göre bir anlayıştan hoşlanabilir ama bu onun özel
hayatı olmalı; diğer insanlarla ilişkilerinde bu husus araya girmemelidir.
ÖLÜM
ÖTESİNDE, MEZHEP VE TARİKATTAN SORGU
SUAL
OLACAK MI?
Şeriat,
Allah Rasùlü’nün buyruklarından ibarettir!..
Şeriat ; Kur’an
ve Hadisten ibarettir!..Çünkü Kur’ân mutlak olarak, direkt ilâhi hükümleri
bildirendir...Bunun dışındaki görüşler beşeri-terkibi kayıtlardır!..İlâhi hükümlerin,beşere göre yorumlanmasıdır!..
Dolayısıyla beşeri
yorumlar ilâhi hükümleri kaydı altına almaz; tâbi olma zorunluluğu getirmez!..
Burası çok ince
bir noktadır..
Buranın çok iyi
anlaşılması gerekir!..
Ulûhiyetten
gelmeyen hükümler, mutlaka beşeriyettendir!..Yani terkibiyettendir!
Ama Nebi veya
Rasûl değilse yani Allah’ın elçisi değilse, Allah’ın hükümlerini
bildirmiyor ; Terkibinin meydana getirdiği hükümleri bildiriyordur...O
zaman ona uymak farz değildir, gerekli değildir! Ama sen, o hükümlerde, seni
ilâhi saadete ermeye götürücü bir anlam bulabiliyorsan uyabilirsin;
bulamıyorsan uymayabilirsin ve bundan da mesûl değilsin!
İşte bu
yüzdendir ki öldükten sonra, kimse mezhebinden veya tarikatından sual
olmayacak; mezheb veya tarikat diye bir şey geçerli olmayacak; ancak ilâhi
hükümlere uyup uymamanın neticeleri ile karşılaşacaktır!..
hf
"Mi`râc" konusunu anlatan âyetleri, Elmalılı Tefsiri diye bilinen "Hak
Dini Kur`an dili" isimli eserin 3142. sayfasından okuyacağımız bir
hadisle açmak istiyorum...
İsrâ sûresinin ilk âyeti...
Elmalı`lı Hamdi
Yazır`ın verdiği meâl şöyle:
Mi`rac nedir, şimdi de bunun üzerinde duralım...
"Tenzih O Suphan`a
ki, Kulunu bir gece Mescid-i Haram`dan, O havalisini mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksa`ya "İsra" buyurdu. O`na Âyetlerimizden gösterelim diye.
Hakikat bu. O`dur işiten, gören."
Bizim, "Mi`râc"
diye bildiğimiz olayı, Kur`ân,İsrâ Sûresinin ilk âyetinde
anlatıyor.
Bu "Mi`râc"
olayı öyle entresan bir olay ki, "Mi`râc" hadisesinin
akabinde, o güne kadar iman ettiklerini söyleyen bazı kişiler, bu olayı
hafsalaları almadığı için, reddedip dinden çıktılar!... Hazreti Ebu Bekr
de "Sıddık" lakabını "Mi`râc" olayı
vesilesiyle aldı!.
Ertesi sabah,
"Mi`râc" olayını Rasûlullah Aleyhisselâm
çevresindekilere anlatmağa başladığı zaman, bunu duyanların bir kısmı,
münafıklar, şüpheliler, koştular, Ebu Bekr`e...
-Ya Eba Bekr!...
Bak, senin adamın diyor ki; bu gece Mescid-i Aksa`ya gitmiş, oradan da göklere
çıkmış. Orada gördüklerini anlatıyor. Ne dersin sen bu işe ?...
- O`nun ağzından
böyle mi çıktı, böyle mi dedi ?...
-Evet!. Aynen
dediğimiz gibi dedi...
-
ve sözlerine
şunu ilave etti :
"Siz bana
ne şaşıyorsunuz!. Hiç bir yere gitmediği halde, gökten geldiğini söylediği o
emirlerin hepsine bu kadar zamandan beri inanıyorum da, buna niye
inanmayayım..?"
Ebu Bekr`in bu ifadesi Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’e ulaşınca :
" O,
Sıddîk`dır; tasdik edicidir!." dedi...
"Mi`râc" olayı nasıl gerçekleşti ?...
"Mi`râc" olayında, "İsrâ" ve "Mi`râc"
aşamaları var.
Mekke`den,
Mescid-i Aksâ`ya, yani Kudüs`e bir anda gidişinin adı, "İsrâ"dır.
Kudüs`den göklere
yükselmek, diye anlatılmaya çalışılan, oysa gerçekte dalga(wave) boyut olan
berzâh âlemini gezmesi de, "Mi`râc" denen olay...
Evvela bunu
öğrenelim. "İsrâ" kelimesi, Mekke`den Kudüs`e gidişi
anlatıyor.
Kudüs`den sonra,
göklere yükselmesi, çeşitli âlemleri gezmesi olayı da "Mi`râc"
kelimesi ile tanımlanıyor.
Bundan sonrasını
bu tefsirden naklediyorum aynen...
Daha sonra,
bunları anladığımız kadarı ile izâha çalışacağım.
"Hazreti
Rasûlullah Aleyhisselâm, o gördüğü, yaşadığı hâli, yani Kudüs`e gidip orada
gördüklerini anlatmağa başlayınca, bulunduğu topluluğun içinde Kudüs`ü
bilenler, görenler vardı ki...
Bunlar Kudüs`ün
haline müteallik bir takım suallar sordular, târiflerini istediler.
O anda
Rasûlullah`ın karşısında "Beyt-ül Makdis" görünür hâle geldi ve oraya
bakarak, karşısında gördüğü Kudüs`e bakarak, Mescid-i Aksa`ya bakarak tarif
etmeğe başladı.
Hz. Rasûl,
kendisinin ifadesinde;
-"Sual
sordular" diyor... "Suali sordukları
zaman, onların sordukları şeylerin hiç birine, ben oraya gittiğim zaman dikkat
etmemiştim... Fakat, Cenâb-ı Hak o anda perdeyi kaldırdı ve sanki karşımdaymış
gibi Mescid-i Aksâ`yı görmeğe başladım ve cevap verdim onlara" diyor.
Ne kadar
pencereleri vardı?... Kapısı nasıldı?... Bu gibi sualler soruluyor.
Bu suallerin
cevabını da anında görerek veriyor!. Daha sonra soruyorlar, peki diyorlar:
-O yolda bizim
bir kervan var, o kervandan haber ver bakalım?. Bizce bu daha mühim. Gerçekten
gittin mi? Madem ki gittin, yolda onlara rastladın mı ?...
-Evet!...
filanların kervanına rast geldim. Revha denilen yerdeydi. Hatta bir develerini
yitirmişler, onu arıyorlardı. Yüklerinde bir de su çanağı vardı, susadım, o
çanağı alıp su içtim. Sonra da aldığım yere koydum çanağı, geldiklerinde sorun
bakalım, çanağı bulmuşlar mı ?...
-Bu bir işarettir!.
Dediler... Sonra
da kervan hakkında başka sorular sordular.. Develerin adedini, yüklerini,
heyette kimlerin bulunduğunu vs...
Bu defa da
gözümün önüne kervan temessül ettirildi; ve sorduklarının hepsine tek tek
cevapla kervandan haber verdim.
Buyurdu ki :
-İçlerinde falan
filan var, Önde de karamtırak bir deve, beyaz bir deveyi güdüyor ve üzerinde de
iki tane "harar", iki tane yük var ve falanca gün, güneşin doğuşu ile
birlikte buraya gelecekler!...
Onlar:
-Bu da başka bir
işarettir, senin doğruluğuna dediler ve o hızla yola çıktılar.
Güneşin
doğuşunda kervanı beklediler; ta ki gelmesin de, yalancı çıksın ve herkese bu
yalanı yayılsın, diye...
Derken
içlerinden birisi, "Güneş doğduuu" diye haykırdı, bir diğeri de:
-Kervan
geliyooor!.. Önünde de o karamtırak deve vaaar!.. Aynen dediği gibi falan var,
filan da var!" deyip saydılar...
Hâl böyle iken,
iman etmemişlerin bir kısmı gene iman etmedi!.
Rasûlullah buyurdu ki;
:-Beyt-ül
Makdis`de, yani Kudüs`de Kudsal Câmi`de onlardan ayrıldıktan sonra, "Mi`râc"
getirildi. Ben, ondan güzel bir şey görmedim ve o getirilen şey, Mi`râc o dur
ki, ölümü tadan kişi, intizâr vaktinde gözlerini o`na diker.
Sahibim, beni
onun içinde ta kapılardan bir kapıya varana kadar çıkardı ki, ona
"Hafaza" kapısı denir.
Semâ muhafızlarının
beklediği, Semâi dünya kapısıdır.
Bilahare o
kapıda Cebrail de yanımdaydı...
"Kim o
?.." denildi...
Denildi ki,
"Muhammed!..." Cebrail tarafından!...
-Peki, çağırıldı
mı?...
"Evet
!..." dedi Cebrail ve hemen açtılar.
Derken, bir
erkekle, bir kişiyle beraber oldum ki, görünüşü Allah`ın halk ettiği günkü
gibi!. O`nda hiç bir şey değişmemiş ve kendisine zürriyetinin ruhu arz
ediliyor.
Mü`min ruhu ise,
hoş bir rayiha!... " Bunun kitabını illiyin`de kılın" diyor!.
Kâfir ise, habis
ruh, habis koku!. "Bunun kitabını da Siccîn`de kılın" diyor.
-Ya Cebrail, bu
kim?.. dedim.
-Baban Adem!...
dedi.
Ve, O bana selâm
verdi, hoş eyledi, hayır ile dua eyledi.
Sonra baktım,
bir kavim gördüm civarda, dudakları deve dudağı gibi... Bunlara bir takım
memurlar bağlanmış, onların dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir
taş koyuyorlar. Ağızlarına koydukları bu taş içlerinden geçiyor ve aşağlarından
çıkıyor.
-Ya Cebrail!..
Bunlar kimler?.. dedim.
-Bunlar, yetim
mallarını zulmen yiyen kişiler... dedi.
Sonra baktım,
bir kavim var ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor ve yediğiniz
gibi yiyin burada da, deniliyor. Bu onlara iğrenç bir şey oluyor.
-Ya Cebrail!...
Bunlar kimler?... dedim.
-Bunlar, o
hammazlar, gammazlar ki, insanların dedikodusunu, gıybetini yaparlar
böyleceinsanların etlerini yerler; onların ırz ve namuslarına dil uzatırlar,
dedi.
Sonra baktım,
bir kavim var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin
en güzellerinden kebaplar var, fakat etraflarında da cîfeler var. Onlar o güzel
etleri bırakıp bu ci`felerden yemeye başladılar.
- Bunlar kim?..
Ya Cebrail!... dedim.
-Bunlar, zinâ
yapanlardır!. Allah`ın helâl kıldıklarını bırakır da, Allah`ın haram
ettiklerini yerler. dedi...
Sonra baktım bir
kavim var, karınları evler gibi şişmiş ve bunlar Firavun`un nesli üzerinde
bulunuyor.
Firavun nesli, sabah
ve akşam ateşe arz olunurlarken bunlara uğruyor; uğradımı da, bunlar bir
fırlıyor üstüne basılmasın diye; fakat fırlayınca her biri karnının meyline
düşüyor ve binaenaleyh Firavun nesli de bunları ayaklarıyla çiğneyip geçiyor...
Cebrail’e dedim
ki;
-Bunlar
kimler?...
-Bunlar, ribâ
yiyenler!... dedi.
Sonra baktım.
bir takım kadınlar memelerinden asılmış ve bir takım kadınlar baş aşağı
ayaklarından asılmış.
-Ya Cebrail!...
Bunlar kimler ?... dedim.
-Bunlar, zinâ
eden kadınlarla, evlatlarını doğduktan sonra öldürenler veya doğmadan
öldürenler. Dedi...
Ondan sonra
ikinci kat Semâ`ya çıktım. Orada Yusuf ile buluştum. Ümmetinden kendisine tâbi
olanlar etrafında idi. Yüzü, dolunay gibiydi.
Bana selâm verdi
"merhaba!..." dedi...
Sonra, üçüncü
semâ`ya geçtim. Orada iki teyzezâde Yahya veisa ile buluştum. Giyimleri
her şeyleri biribirlerine benziyordu. Bana selâm
verdiler."merhaba!..." dediler...
Sonra dördüncü
semâ`ya geçtim.idris`le buluştum Bana selâm verdi,
"merhaba!..." etti...
Nitekim beşinci
semâ`ya geçtim. Orada kavmine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum.
Etrafında ümmetinden bir çok teb`ası vardı, uzun sakallıydı. Sakalı neredeyse
göbeğine değecekti. Selâmlaştık. "Merhaba !.." etti.
Sonra, altıncı
semâ`ya geçtim. Orada Musa ile buluştum. Üzerinde iki gömlek olsa,
kılları ondan çıkacak şekilde vücudu kıllıydı. Musa dedi ki :
"İnsanlar
beni en ekrem kişi diye bilir... Halbuki sen varken bana söz söylenmez."
Sonra, yedinci
semâ`ya geçtim. Oradaibrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma`mûr`a
dayamış, beni selâmladı.
Ve, bana denildi
ki:
"Senin
mekânın ve ümmetinin mekânı burasıdır."
Ondan sonra,
"Beyt-i Mamûr"a girdim, içinde namaz kıldım ki o "Beyt-i
Ma`mûr"a her gün yetmiş bin melek girer, kıyamete kadar dönmezler. Bir
daha geri gelmezler.
Sonra baktım bir
ağaç var. bir yaprağı bütün bu ümmeti bürür!. Bunun kökünde bir menbâ akıyor
ki, iki şubeye ayrılmış.
-Ya Cibrîl!...
Bu nedir? dedim
-Şu Rahmet
Nehri... Şu da Allah`ın
Bunun üzerine
Rahmet ırmağında yıkandım. Geçmiş gelecek bütün günahlarımdan mağfiret olundum.
Sonra, Kevser
istikametini tuttum, ta Cennet`e girdim!.
Ne bakayım,
orada göz görmedik, kulak işitmedik, insan aklına, şuuruna, hayaline gelmedik
şeyler var!.
Bundan sonra,
Allahü Teala bana emrini verdi ve elli vakit namaz farz kıldı bir günde!.
Daha sonra,
dönüşte Musa`ya uğradım.
-Rabbin ne
emretti?.." dedi.
-Üzerime elli
namaz farz kıldı, dedim.
-Senin ümmetin
bunun altından kalkamaz, git bunu hafiflet, niyaz et!", dedi.
Bunun üzerine
tekrar Rabbime döndüm, hafifletilmesini niyaz ettim. O da bunu on tenzil etti.
Sonra tekrar
Musa`ya döndüğümde, Musa,
-Tekrar
hafifletilmesini iste!.." dedi.
Tekrar gittim,
tekrar azaltıldı; ve sonunda beş vakit namaz farz kıldı.
Bundan sonra
Musa:
-Yine
başaramazlar, hafifletilmesini iste!.." dedi.
-Artık çok fazla
istedim, müracaat ettim, daha fazlasını isteyemem, dedim...
Bunun üzerine
bana;
-Beş vakit namaz
farz oldu, fakat hasenede elli namazdır!... Her kim iyiliğe himmet eder de
işleyemezse, ona bir iyilik yazılır. O iyiliği işleyene de on iyilik yazılır.
Her kim de bir kötülük ederse, o kötülüğü meydana getirmedikçe ona bir şey
yazılmaz.
Burada,
namaz bahsine ilâve olarak şu gerçeği belirleyelim:
Namazlar, beş vakit
namaz farz olunmadan evvel, sabah ve yatsı olmak üzere iki vakit namaz
kılınıyordu.
Ondan önce de
namaz, sadece gece kılınan bir namaz şeklinde idi.
Daha sonra sabah
namazı ve yatsı namazı şeklinde günde iki defaya çıktı.
Efendimiz, Rasûlluğünü, bildirmesinden on sene sonra, bu, "Mi`râc"
ve "İsrâ" olayı gerçekleşti; bu olayla namaz beş vakte
çıkarılmış oldu. Yani, belli bir tekâmül bekleniyor kişilerden, beş
vakit namaz istenene kadar... Kur`ân ‘da gördüğümüz bir incelik bu husus!.
Şİmdi gelelim
"İsrâ" gecesiyle ilgili diğer bilgilere...
Efendimiz Aleyhisselâm’ın Mekke`den Kudüs`e gittiği, "İsrâ"
dediğimiz olayı gerçekleştiren araca, "Burak" tabir
ediliyor... "Mi`râc"a çıkış olayı başlangıçta, "Mi`râc"
ile...
"Mi`râc" bizim bu günkü anlayışımıza göre, bir tür, boyut değiştirme!..
Madde boyutundan dalgasal boyuta geçerek, o boyutun yaşamını seyretmei..
Daha sonraki,
"Allah`ın huzuruna çıktı" diye târif edilen olaydaki "Mi`râc"
yani yükseltici de "Refref"...
Bunu böylece
öğrendikten sonra, bu günkü anlayış içinde olayı nasıl
değerlendirebileceğiz?...
hf
RASÛLULLAH,
MİR’ÂC ‘TA GÖKLERE Mİ ÇIKTI ?!
Şimdi
bunun üzerinde duralım..
"Mi`râc"
konusu bu güne kadar,İslam`da, gördüğü kadar düşünebilenler için
anlaşılması en zor, en çetrefilli konulardan biri olarak kalmıştır!... Çünkü
buna, mevcût ilmimize göre bir izâh yapılmamış.
Böyle bir olay
oluyor; Rasûlullah Aleyhisselâm bunu yaşadığını söylüyor!.
Bize, ya O`na
itimat edip, güvenip, inanıp, "tamam, madem ki O böyle bir şeyin
olduğunu söylüyor, olmuştur.. Anlayamasam da nasıl olduğunu, O`na inandığım
için,
Ya da "bu
O`nun uydurmasıdır" diyerek herşeyiyle Rasûlullah`ı reddetmek!.
Çünkü bu olayın
somut bir şekilde izah edilebilmesi için, o şeyin benzerlerinin olması lazım;
ki biribirine kıyas yoluyla, olayları biribirine bağlamak yoluyla, bir açıklama
getirilebilsin!.
Durum böyle, ama
gene de bu konunun üzerinde biraz durmak gerek.
"İsrâ",
denen olay, yani bir anda Mekke`den, Mescid-i Aksa`ya gitme denen olay;
evliyânın yapmakta olduğu ve bizim "tayy-i mekân" diye
bildiğimiz olaydır... Mesafenin kısaltılmasıdır. Bu, evliyâya, Rasûlullah
mûcizesinden mirâstır!.
Yalnız, "tayy-i
mekân"dan farklı bir yönü vardır, buradaki "İsra"
olayının...
Velilerin yaptığı
tayy-i mekân" iki türlüdür;
Birinci tür "tayy-i mekân"da; bir veli bedenini bırakıp, ruh
olarak her hangi bir yere gider; ve orada ruh, bir madde görüntüsü verir
bir hâlde görünebilir.
Hızır Aleyhisselâm’ın günümüzdeki yaşamı bunun benzeridir.. Hızır
Aleyhisselâm, madde boyutundaki biyolojik bedenden, "berzah"
denilen dalgasal boyutun ışınsal beden yaşamına geçmiş olmasına rağmen;
istediği zaman, bu ışınsal bedenini yani "ruh"unu, biyolojik
bedene dönüştürerek dünyamızda yeralmaktadır..
Kısa bir süre
sonra dünyamıza geri gelecek olan İSA Aleyhisselâm
da, halen ışınsal bedeniyle dalga boyutta yaşamaktadır!. Bir süre sonra
Allah`ın hükmü ve iradesiyle bu ışınsal bedeni yoğunlaşarak, biyolojik beden
şekline dönüşecek ve böylece dünyamızda yerini alacaktır..
Bunları niye
anlatıyorum...
Bilelim ki
ışınsal bedenin, biyolojik bedene dönüşmesi mümkündür; Allah`ın dilediği
hâllerde, dilediği kişiler için!... Mümkün olan bir şeyin de Allah`ın
dilediği bu kişiler için gerçekleşmesi son derece kolaydır!.
İkinci tür "tayy-ı mekân"da, beden, ruh gücünün
oluşturduğu bir koruyucu manyetik alan içine girer, yani çevresinde
koruyucu bir manyetik alan oluşur. Bu koruyucu manyetik alan, yüksek hızın
getireceği zararları keser!. Çünkü aşırı hıza bu vücut, normal şartlarda dayanamaz!.
Fakat O Zât, belli ruh kuvvetiyle çevresinde belli bir koruyucu
alan meydana getirir ve o hız ona zarar vermeden istediği yere gider.
Ancak, burada, Efendimiz
Aleyhisselâm’a has olmak üzere, orijinal bir olay var ki bu olay, tayy-i
mekândan farklı kılıyor "İsrâ" hadisesini... O da "Burak"
denen nesne!. Bir taşıyıcı güç, bir melek!...
Şimdi, bunun
sebebi nedir?...
Bir veli`de
mevcut olan tayy-i mekân gücününün kat bekat üstünde bir güce sahip olan
Rasûlullah Aleyhisselâm, tayy-i mekân yoluyla yani, bir velideki
gibi, kendisindeki üstün ruhanî kuvveti kullanmak sûreti ile değil de, bu
seyahati neden "Burak"la yaptı?...
Siz
İşta burada "Burak",
Efendimiz aleyhisselâmın yüceliğini ortaya koymak için sunulan
bir araçtır!. Hz. Rasûlullah aleyhisselâm, kendisinde ki kuvvetle gidebilirdi.
Fakat, O`nun şerefine, O`na "Burak" denilen bu
araç tahsis olunmuş!.
Burada birinci
olay, Mekke`den Kudüs`e gitmesi...
Oraya,
"Burak" denen taşıyıcı araçla gitmiştir!...
Orada, gelmiş
geçmiş bir çok Nebi ve Rasûl, hazır bulunuyordu..
Onlarla beraber
orada namaz kıldı.. Rasûlullah Aleyhisselâm imam oldu ve onlara namaz
kıldırdı!. Bu bildiğiniz şekli bir namazdan ibaret kulluk değildi yalnızca!...
Bu namaz, bilinç boyutunda yükseliş; ya da bir başka ifade ile "Hakikat"ının
semâsında özüne erişi sağlayan bir "URÛC" idi!.. Bu namaz "urûc"un
hazırlanışıydı!..
Bu namaz
sonrasında, "Mi`râc" denilen olay meydana geldi... Boyut
değiştirdi!...
"Mi`râc"da
evvela dünya semâsına çıktı.
Öncelikle şunu
iyi farkedelim ve anlayalım...
"Mi`râc"
yani yükselme ile "berzâh âlemi" de denilen kabir âlemindeki yani
semâ katlarındaki gezinti tamamiyle BOYUTSAL bir olaydır!.. Kesinlikle fizik
beden-madde boyutunda cereyan
"Dünya
semâsının kapısında..." denildiği
zaman, bununla, madde ötesi boyuta geçiş, yani bir başka ifade ile
ervâh(ruhlar) âlemine geçiş anlatılmak istenmektedir!..
"Ölümü
tadan her kişi gözünü Mi`râca diker"
şeklindeki Efendimiz Aleyhisselâm’ın açıklaması da buna işarettir!
Dünya semâsı
içinde bir takım ruhların, kişilerin çektiği azapları müşahede etti ki, Berzâh
Âlemi denen âlem, bu yedi kat semâyı içine alan bir âlemdir!...
Daha sonra da, Adem
Aleyhisselâm’ın ruhu ile karşılaştı.
Ölmüş kişilerin
ruhlarının ne halde olduğunu orada Adem Aleyhisselâm müşahede ediyor... Rasûlullah
Aleyhisselâm, Nebi ve Rasûller ve şehitler âyet hükmü ile sâbittir
ki, kabirlerinde hapis değillerdir. Onlar serbest dolaşırlar...
Birinci kat semâ
dediğimiz gök; 2. kat semâ, 3. kat semâ, yani 7 kat semâ... Güneş sistemi
içindeki yedi gezegenin yörüngeleridir. Kısacası Güneş sistemidir!.
Güneş sistemi, içinde bulunduğumuz Galaksi`de bir hiç mesabesindedir!.
Son tesbitlere,
verilere göre; Samanyolu adını verdiğimiz Galaksi`de 400 milyar güneş
var... "İNSAN ve SIRLARI" isimli Kitabı yazdığım zamanki -1984-,
verilere göre, Samanyolu`nda 100 milyar yıldızın tesbiti yapılmıştı. Şu anda
(sene 1994), aldığımız verilere göre Samanyolu`nda 400 milyar güneşin var
olduğu tesbit edilmiş.
Bir
açıklamasında Rasûli Ekrem şöyle diyor:
"Dünyanız
ve yedi kat semâ, Kürsi`nin içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır.
Kürsi de Arş`ın içinde gene çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir." diyor...
Burada
bahsedilen, "Kürsî" kelimesi ile ifade edilen saha, yapı,
bizim Galaksi dediğimiz ve Samanyolu ismiyle tanımladığımız
yapıdır; bizim tesbitlerimize göre. Yani, 400 milyar güneşten, yani
yıldızdan oluşan bir sistem...
Eğer gerçekten,
şöyle bir hafsalamızı genişletip de biraz düşünürsek, o 400 milyar güneşin
içinde bizim güneş, çöldeki bir yüzük halkasından başka bir şey değildir.
Ayrıca bu 400
milyar güneş benzerinin meydana getirdiği Galaksi gibi; şu andaki tesbitlere
göre milyarlarla Galaksi var!. 400 milyar güneşten oluşan Samanyolu Galaksisi
gibi... Milyarlarla galaksi var evrende!...
İş bu kadarla da
bitmiyor!...
Bu yıldızların,
galaksilerin her birinde bizim algılayamadığımız dalgasal boyutlarında ve onun
da altındaki kuantsal boyutta sonsuz sayıda âlem ve canlı-bilinçli varlık türü
mevcut!..
Ve eğer
anlayabilirsek, o milyarlarla galaksinin içinde bizim Samanyolu dediğimiz 400
milyarlık galaksi, çöldeki bir yüzük halkası gibidir...
Nitekim bu
konuda Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
-Fesubhânallah!...
Semâ gıcırdıyor!.. Secde edilmedik bir karış yer yok semâda!..
Elbette bu "semâ"
tanımlamasıyla "göze" hitabeden yapıyı değil, "berzah"
denilen "âhıret" denilen evrendeki dalgasal boyutu
anlıyacağız..
İşte bu
milyarlarla galaksiyi ilminde barındıran, kapsamına alan yapının bilinç
yani dinî tabirle ilim boyutu, tasavvufî deyimiyle esmâ âlemi o
günde "Arş" kelimesi ile izah ediliyor!..
Daha evvelki
konuşmalarımızda, üzerinde durduğumuz gibi, şunu hiç hatırdan çıkarmayalım:
Efendimiz
Aleyhisselâm, gördüğü, tesbit ettiği, hissettiği, aldığı, kendisine vahyolunan
bilgileri; o günkü insanların anlayışını da göz önüne alarak, onların
hafsalalarının alamayacağı ve inkarlara yol açacak bir biçimde, GERÇEK HALİYLE
DEĞİL, benzetme yollu, misal yollu, teşbih yollu anlatmıştır.
Dolayısıyle,
aklımızın almadığı veya ters düşen bir şeyle karşılaştığımız zaman, ilkel
bir insan gibi hemen inkâr etmeyip; evet bu böyle ifade ediliyor, ama,
acaba bu anlatımla neyi anlatmak istedi, diyerek o söyleneni anlamaya
çalışalım.. Bu, din konusunun en önemli, püf noktasıdır!.
Evet!.. Bu yedi
boyut semâyı aştıktan sonra, sayısız âlemleri gezdi ve bu sayısız âlemlerde
çok çeşitli melekleri gördü..
"Melek"
dendiği zaman iki tür yapı anlayacağız.
Birinci tür yapı; Evren`de ve içinde bulunduğumuz sistemde var olan her şeyi meydana
getiren, bu günkü tanımıyla, kuantsal kökenle açığa çıkan yapıdır... "Melk"
kökünden gelen melek, kuvvet, enerji yapı anlamındadır.
Bildiğimiz gibi
enerjinin yoğunlaşması ile kuantlar, mezonlar, nötrinolar, nötronlar. elektron,
pozitron, atom ve atom bileşiklerinden, atom moleküllerinden oluşan maddeler...
Evet!... Biz,
her hangi bir madde, dediğimiz zaman, bu madde, beş duyu verilerine göre,
maddedir!.. Yani, "görece madde"dir!.
Bugün modern
bilim tesbit etmiştir ki, gerçekte madde diye bir şey yoktur!. Beş duyu
dolayısıyle, biz maddenin varolduğuna hüküm veriyoruz.. Oysa gerçekte,
evrende var olan her şey, çeşitli dalga boylarındaki mânâlardan ibarettir.
Her ne kadar
1900`lerin başına kadar, koyu bir maddecilik, "madde vardır, ötesi
yoktur" görüşü hakim olsa da , dünya üzerinde, 1910`lardan,
1920`lerden, bilim dünyasında başlayarak günümüze gelen bilim seviyesi artık,
madde diye bir şeyin var olmadığını, sadece, bizim beş duyumuzun maddeyi bize
var gösterdiğini, esasında madde denilen her şeyin atomlardan ve atomların da
ışık kuantlarından, çeşitli dalga boylarından var olduğunu gösterdi...
İşte var olan;
Dünya üzerinde ve Evrende var olan her şeyin meleklerden meydana gelmesi demek,
bu dalgasal yapı ve atom altı boyutun, ışınlarından ve kuantsal enerjiden
meydana gelmesi demektir...
Yalnız, burada
çok önemli bir husus var. Burayı hiç bir zaman gözden kaçırmamak gerekir...
En azından,
olaya basit bir şekilde baktığımız zaman, evrenin tüm katmanlarında, boyutlarda
geçerli olan bir "sistem" görüyoruz.
Her boyutun, her
katmanın kendine has bir "sistemi ve düzeni" var!. Kısaca,
evrende kaos yok, kargaşa, karmaşa yok!. Belki, sistemin ve düzenin
getirdiği, gerekçesini henüz farkedemediğimiz lokalize kaoslar var; ya da bize
öyle geliyor ki gerçekte o da sistemin bir parçası!. Her şey bir sistem içinde
doğuyor, büyüyor, ölüyor!. Yok olmuyor, bir başka şekle dönüşüyor!. "Yok"
olmuyor, yani, yok olma diye bir şey evrende yok!. Çünkü zaten "yok"tan
varolmuş ve aslı yok olan, hiç bir zaman "var" olmadı ki,
"yok" olsun!. Bu da bir sistemin sonucu; sistem ise bir
bilincin ifadesi...
Maalesef, batı
bilim dünyasının çok iyi bildiği bu gerçekleri, henüz Türkiye`de bilen adam
sayısı parmakla gösteriliyor. Ve... Bugün ilim, artık Batı`dan geliyor... Güneş
dünyaya batıdan doğuyor(!).
Şu anda biz,
"madde var" diyoruz!...
Bilim dünyası
diyor ki:
"Madde diye
bir şey yok, bu gözle gördüğümüz, içinde yaşadığımız her şey bizim
hayâlimizden, şuurumuzun oluşturduğu hayâlden ibarettir!.."
Bu varlıkta
gördüğümüz her şey, enerjiden, enerjinin yoğunlaşması ile meydana geldiğine
göre, demek ki bu varlıkta olan her şey, dinî tâbirle meleklerden
meydana gelmiştir!. Her şeyin aslı melektir!...
Cüz`i mânâda,
zerresel manâda, senin şu vücudun, trilyonlar kere trilyonlarca meleklerden
meydana geldiği gibi, çeşitli katmanların yoğunlaşması ile meydana gelen ayrı
melekler vardır. Bunu şöyle izah edelim:
Sizin vücudunuz,
sayısız hücrelerden meydana gelmiştir... Bu hücreler değişik terkipler şeklinde
bileşimler meydana getirerek, bir karaciğeri, bir kalbi, bir mideyi, bir beyni
meydana getirmiştir. Karaciğerin görevi ayrıdır, karaciğerin kendine has bir
bilinci vardır. O bilincin meydana getirdiği karaciğerin bir çalışma sistemi
vardır. Kalp böyle, beyin böyle, mide böyle... Her bir organın kendine has bir
bilinci vardır...
Ama, bizim
beynimizde oluşan bilinç, buralardaki bu bilinç türlerini algılayamaz. Çünkü
onu algılamak için, gerekli açılıma, gerekli kapasiteye sahip değildir... Bunu,
basit olarak şöyle izah edelim:
Gözünüz, şu
sehpayı görür; ama şu odada, şu salonda boşluğa baktığı zaman bir şey görmez.
Halbuki şu odada, şu anda belki milyonlarca ses ve milyonlarca görüntü dalgası
var.
Ancak bu odada
mevcut olan milyonlarca ses ve görüntüyü, ancak o dalgaların dalga boyuna
ayarlı, bir televizyon veya radyo ile tesbit edebiliriz!.
O dalga
boylarını kulağımız ve gözümüz almaz!. Çünkü gözümüz, santimetrenin on binde
dördü ile on binde yedisi arasındaki dalga boylarını alabilecek kapasite ile
kayıtlıdır, sınırlıdır...
Kulağımız ise,
16 ile 16.000 hertz arasındaki dalgaları alabilme kapasitesiyle sınırlı ve
kayıtlıdır!...
Bu ikisi
arasında çeşitli mânâlar ihtiva eden, milyarlar ve milyarlarla dalga boyu var
olmasına rağmen, biz bunlardan gâfil yaşıyoruz...
Burada şu hususa
dikkat etmeliyiz!..
Biz, ilkel
bir şartlanma sonucu olarak, sadece beş duyu verilerini var
Bundan yüz sene
öncesine kadar böyle düşünülebilirdi; ancak günümüzde bu tür fikirler geçersiz
sayılmaktadır!. Çünkü, göremediğimiz bir çok şeyin varolduğunu kesinlikle
biliyoruz artık...
Kesinlikle,
tutamadığımız birçok şeyin, varolduğunu biliyoruz!. Duyamadığımız pekçok şeyin
mevcûdiyetinden haberimiz var; ne çare ki, bunlarla iletişim kurma imkanımız
yok!.
Din bize, 1400 sene öncesinden, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın
ağzı ile bu gerçeği sanki şöyle haber veriyor:
"Sizin,
hücresel yapılı bir bedene sahip olmanız gibi; ışınsal bedenli yapıyla meydana
gelmiş cinlerin var olması gib; bunun ötesinde, ışık kuantlarından, yani Nur`dan
varolmuş melekler de vardır!. Ki, evrende, bünyesinde bunları
barındırmayan, bunların varlığından meydana gelmemiş hiç bir nesne yoktur!.
Evrende var olan
her birim-nokta, bu ışık kuantlarından meydana gelmiştir. Yani, meleklerden
meydana gelmiştir!. Ve bunlar, evrendeki mutlak bilinçten gelen bir şekilde,
yapısal özelliklerine göre bilinçli birimlerdir!.
Bu açıklama ne
zaman yapılıyor?... Bundan 1400 sene evvel!. Kimlere...!?
Bunu iyi
değerlendirebilmek için, 1400 sene öncesinin şartlarının ne olduğunu araştırıp;
o günkü insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl taşları dikip karşısında
tapındıklarını; ayıp olmasın diye kız çocuklarını nasıl diri diri toprağa
gömdüklerini; ölen bir adamın karısını oğlunun nasıl aldığını bilmek lazım!.
Böylesine ilkel
değerlerle yaşayan bir toplumda, bugünün ilmiyle bile çözemediğimiz
şifreleri veren, açıklayan bir Zât!... Hazreti Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm...
Ve bu Zât,
bizim bugün bile hafsalamızın almayacağı bir takım olayları bize anlatıyor...
Aslında bu,
büyük bir müjde!...
Çünkü, şu madde
boyutundan kurtulmamızdan sonra, şayet belli çalışmalar yaparak ruhumuzu
güçlendirebilirsek, nelere ulaşabileceğimizi müjdeliyor!.
Yani, "Ben
bu ruh gücüyle, buralara ulaştım, bunları gördüm, yaşadım. Böyle şeyler var ve
bunlar sizin için de mümkün olabilir." diyor...
"Mi`râc"
hadisesi, bedenle mi oldu, ruhen mi oldu? Anlaşılmamış ve geçmişin bilgileri
ışığında çok tartışılmış bir konu...
Kudüs`e kadar
olan kısmı biyolojik yani maddi bedenle oldu!...
Kudüs`den sonra
"Mi`râc" olayına çıkış; "Berzah" içindeki
yolculuğu da ışınsal bedenle yani ruhla gerçekleşti.
Zira bize
intikal eden bilgilere göre, nice veliler var ki, onlar da benzer türden "Mi`râc"
yaptılar... Bu değişik âlemlere giderek oradan bilgi topladılar.
Bunlardan biri
de Muhyiddin-i A`rabi`dir... "Âlemi Semseme" -kendisi
bu ismi veriyor- denilen bir yere gittiğini; o âlemin canlı varlıkları ile
görüştüğünü, konuştuğunu, sohbet ettiğini, onların dünyayı bildiğini, dünyadan
haberler sorduklarını" açıklıyor "Fütühât-ı Mekkîye"
adlı kitabında...
Evet.. Bu
semâlarda yapılan yolculuk da bedenle; fakat az önce belirttiğim üzere bu bir ışınsal
beden!.
Rasûlullah Aleyhisselâm "Mi`râc"a çıktığı zaman, mikrodalga boyuta
geçerek, çeşitli gezegen ve yıldızların İKİZLERİNDE yani mikrodalga
boyutlarında yaşayan ve Din`de kısaca melek adı altında
sözedilen, değişik boyutlardaki varlıklarla ilişki kuruyor...
Onların yaşam
şartlarını, güçlerini, dünya ile olan ilişkilerini görüyor. Ayrıca gelecekte
kişilerin çekeceği azapları gördüğü gibi, cennetleri de görüyor... Cennetlerde
insanların ne şekilde bir yaşama gireceğini görüyor...
"AKIL
veiMAN" isimli kitabımızın "Meleklere iman"
bahsinde ve meleklerin yapısından söz ettiğim bir konuşmamda;insanların,
cehennemden geçtikten sonra, Rahmet Irmağına dalarak, ruh bedenin
yapısının değişeceğini ve meleki, "nurî" bedenlere
kavuşacaklarından söz etmiştim...
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın açıklamalarında da, cehennemden geçip, cehennemde
yapıları yıpranmış kişilerin, Rahmet Irmağına daldırılarak yepyeni bir
bedenle var olacakları, onların yapılarının son derece şeffaf olduğu, hatta
içine bakıldığı zaman iliklerinin görüleceği ifade edilir!.
Bizim
anlamayanlar da sorar...
-Canım!..
Cennet`de insanlar var, huriler var, baktığın zaman onların iliğini
görüyorsun... Ne gereği var ilik-kemik görmenin?.."
"İlik
görmekte" diye anlatılmasından gaye, o boyuttaki yapıların şeffaf,
latif, ve nurânî bir yapı olduğudur!. Yani, bizim bugün bildiğimiz
yoğunluklu maddemsi bir yapı olmadığını ifade sadedindedir.
Ve insanların,
bu boyut değiştirmelerinden sonra; geçtikleri ortamda, meleki bir yaşam
sürecekleri; bedenlerinin, meleki vasıflarla vasıflanmış melek, yani "nur"
yapılı... Ancak insanların bilinç düzeylerinin bir kısım meleklerden üstün
olacağı da ifade ediliyor!.
Bir hususa da
açıklık getirmek gerekir.
Hazreti Rasûlullah
Aleyhisselâm, Cebrail’i gördüğünü ifade ediyor, "Mi`râc"dan
dönerken... "Altı yüz kanadı ile bütün ufku kaplamıştı."
diyor.
Altı yüz kanadı
ile bütün ufku kaplayan Cebrail Aleyhisselâm,
bu derece büyüklüğe sahip olmasına karşın; kendi varlığında, Cebrail`in
varlığını hissetmeyen Melekler de mevcut!...
Sen, nasıl
vücudunda, bir karaciğerini, bir mideni, hiç hissetmiyorsun, iç organlarının
varlığının farkında bile değilsin, dışarıdan söylemeseler...
Aynı şekilde,
öyle melekler var ki, Cebrail, o meleğin yanında, yapısı içinde bir melek, bir
kuvvet, bir organ!. Ve O varlık, O`nun varlığını hissetmiyor, farkında bile
değil!..
Öyle bir
Melekten söz ediliyor ki, insanın ve dünyanın varlığından, var oluşundan
habersiz!!!.
400 milyar yıldızlık
galaksinin içinde, Güneş`in yeri nedir?... Hiç!!!.
"Mi`râc"da,
Hazreti Rasûlullah, Rabbi ile karşı karşıya geldiği zaman Hazreti
Rasûlullah`a:
"Et
tahiyyatu el mubareketu ves selavatu vet tayyibat" demiştir.
Buna karşın, Rabbi`sinden
kendisine gelen cevap:
"Es Selâmu
aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullahi ve berekatuh" olmuştur...
Bunun üzerine âlemlere
rahmet olarak var kılınmış Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselâm;
"Es selâmü
aleyna ve âlâ ibâdillahis sâlihin".
"Selâm", Allah`ın bütün ibadına, Allah`a kulluk eden bütün varlıklara da
yaygındır... Anlamında cevap vermiştir...
Ki, namazlarda
son oturuşta ve orta oturuşlarda, okuduğumuz, "Et tahiyât"
diye bildiğimiz duadır bu. Esası bu, "Mi`râc"da meydana
gelmiştir... Cenâb-ı Rasûlullah Aleyhisselâm’ın Rabbi ile
konuşması neticesinde...
Ondan sonra bize
de şehadet gereklidir elbet;
"Eşhedü en
lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhameden abduhu ve Rasûluhu"..
Burada bir
nükteyi işaret ederek geçeceğim, derinine girmeyeceğim...
İstidadı olan,
istidadı ölçüsünde bunu değerlendirebilir..
Bütün mü`minlere
namazda, "Et tahiyyatu"yu okumak şarttır. "Et
tahiyyatu"da siz, "Et tahiyyâtu lillah, ves salâvatü
vet tayyibât" dersiniz ve Rabbinizden karşı cevap gelir...
"Es selâmü
aleyke eyyühen nebiyy!..."
Burada bir
açıklamaya dikkatinizi çekeyim... Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm
buyurur ki :"Cenab-ı Allah, benim nurumu yarattı ve bütün mahlûkatın
nurunu da benim nurumdan halketti..."
O`nun Nur`undan
halk olan bütün mahlûkatta, O`nun Nur`u mevcuttur!.
Dolayısıyla, Cenâb-ı
Hak`dan; "Es selâmü aleyke eyyühen nebiyy" hitabı gelen
mahal, sizdeki Hazreti Nebiyullah`ın makamıdır!...
Ama, bu makam
size örtülü kalırsa, siz Cennetteki basîret ehlinden olmazsınız. Eğer bu
makam açılırsa size, o zaman Cennetin kemâl ehlinden olursunuz.
Öyleyse,ilâhi
hitabın niçin bizler tarafından da okunduğu ve tekrar edildiğini çok çok iyi
düşünmek lazım!.
Niye lazım?...
Çünkü:
"Namaz
mü`minin Mi`râcıdır" buyuruluyor...
"Mi`râc"ı
olmayanın namazı olmaz!.." diyor, Abdülkadir
Geylanî Hazretleri, "Risâle-i Gavsîye" isimli eserinde...
"Mi`râc"
namazdır!... Namaz ise "Mi`râc"!. Öyle ise namazın amacı
"Mi`râc"!.
"Mi`râc"ı
yaşayan ise, "devamlı
namaz" hâlindedir!..
Bu "Mi`râc"
olayını yaşadıktan sonra Hazreti Rasûlullah, gerçekten insanlar için
büyük bir imtihan vesilesi oldu...
Bir çokları,
hafsalaları almadığı için, böyle bir olay olabileceğini inkâr etti. Bu olayı
gerçekleştiği yönüyle düşünüp, anlayıp, idrak edebilen bir çok kişi de çok
yüksek mertebelere ulaştı!..
Kimini inkâr,
ebeden mahrumlardan kılarken; kimini de tasdik, en yüce mertebelere ulaştırdı..
O, imanı tasdik
sayesinde, en başta, Hazreti Ebu Bekr, "Sıddıkiyet"
vasfını aldı. Hazreti Ebu Bekr es-Sıddık diyoruz. Sıddıkiyetin
mertebesi odur ki:
"Yer
yüzündeki bütün insanların imanı terazinin bir kefesine, Ebu Bekr`in imanı öbür
kefesine konsa, Ebu Bekr`in imanı ağır basar..."
diyor, Hazreti Rasûlullah
...
Bunun getireceği
neticenin bir tanesi de şudur:
İnsan, hiç bir
zaman, o ana kadar için öğrendiklerinin; hafızasına girmiş olan verilerin
sonucu ile, söylenen herhangi bir olayı inkâr etmemelidir!.
Evet senin bu
ana kadar bildiklerin, böyle bir şeyi idrak etmene müsaade etmeyebilir; ama,
yarın yeni öğreneğin bir takım şeyler neticesinde onu bal gibi de kabullenmek
mecburiyetinde kalabilirsin.
Öyleyse, niye
bugün inkar?...inkar etme!... Evet, böyle bir şey olabilir, ama ben şu anda
bunu anlayamıyorum, idrak edemiyorum, araştırıyorum. aslını ve nedenini, de!...
ve, müsbet yaklaş!.
Çünkü; bak!..
"Ben insanı
yeryüzünde Halife yarattım."
diyor Kur`ân`da,
Bakara Sûresinde...
Burada çok
önemli bir nokta, erkeklere ve kadınlara çok büyük müjde var... Ben erkekleri
Halife olarak yarattım, demiyor!...
Âyet-i
Kerime`de, "Ben insanı yeryüzünde Halife olarak var
ettim!." diyor...
Öyleyse, "Halife"
olma, yani ilahi özelliklerle bezenmiş olma hali, her bir insana verilmiş!.
Şu bildiğimiz
maddi güçler ötesinde,ilâhi güçler, hepimizde mevcut!...
Yok; ben sadece
et-kemikten ibaretim; dersen, sen bu güçlerin hiç birini bilip, bulup, ortaya
çıkaramazsın...inkarın, seni bu güçlerden mahrum bırakır!.
Buna karşın,
"madem ki böyle deniyor, bu güçler bende var, inanıyorum"
deyip de bunları araştırmaya, bu yolda çalışmaya başlarsan, bunları peyder pey
ortaya çıkarırsın, başarırsın...
Bu güçlerin en
başında ilim gücü gelir.
Bak!.. Dün
bilmediğin bir çok şeyleri bugün öğreniyorsun... Bugün bilmediğin bir çok
şeyleri de yarın öğreneceksin!.
"Her şey
benim bildiklerimden ibarettir, başka bir şey yoktur!.." der kendini
yeniye karşı kilitlersen, daha fazlasını asla elde edemezsin.. Burada tıkanır
kalırsın!.
Ama, "benim
bildiklerimin ötesinde, bilmediğim pekçok şeyler var, bunları da
öğreneyim!..." der; haddini bilirsen, gün be gün yeni şeyler
öğrenirsin.
"ALİM"
ismiyle işaret edilen ilim gücünden başka, "MÜRİD"
ismiyle işaret edilen irade gücün de var!...
Senin bundan on
sene evvel, irade gücün ne kadar basit şeyler yapmaya yetiyordu?...
Geçen on sene içinde irade gücün
Esasen, bu irade
gücü dediğimiz güç, meleki diye tabir edilen güçlerin bir tanesi..
İşte "Mi`râc"
ile insan bu meleki güçleri de tanımış olur..
Peki ya "Mi`râc"
yapamayanlar?...
Onlara da bir
hak tanınmış!..
“KADR Gecesi"!
hf
Farklı şeyleri
değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma özelliğidir.
İnsanı bilinçli
bir varlık olarak diğer mahlûkattan ayıran şey; “tefekkür” dediğimiz
derin ve kapsamlı düşünce ve “muhakeme”dir.
Yani bir insanın
, insan olabilmesi için , gerçek yaşam değerlerini iyi kavraması, yaşam sistemi
üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara
göre de kendine yön çizmesi zorunludur.
hf
FAKR yani tam olarak "yok"luğunu hissedip yaşama hâli ancak
Hz.Rasûlullah vârisi olan son derece yüksek mertebeli evliyaullahtan
bir-ikisine nasib olur. Ki bu zâtlara "Muhammedî meşreb"
denilir.
Velilerin hepsi
de belli bir kemâlâta erdikten sonra ya "Museviyyül meşreb" ya
da "İseviyyül meşreb" olarak iki meşrebten birinde yerini
alır.
Ancak,
İnsân-ı Kâmil, Gavsı zaman olan Gavs-ı Âzam, gibi "vârisi
Muhammedî" olan zevâtı kirâm bu görev öncesinde, "Muhammedî
meşreb" olarak "tenzih ve teşbihi" görüşlerinde cem
ederler.
Bunların
dışında, fakr halindekilerin hepsinde de ya tenzih ya da teşbih ağırlıklı görüş
hakimdir. Ve bunların cümlesi de Hak'tır!..
Fakr tamam
olduğunda o mahalde seyredilen, görülen, konuşulan artık kişi değil, Hak'tır;
esmâi ilâhîdir!..
Mukarreb Velilerin bir kısmı Hz.Musa’nın meşrebi üzere,kimisi de Hz.İsa’nın
meşrebi üzeredir.
Eğer velâyette “Ulül
Azm” mertebesine geçerlerse ve “Aktabiyet” veya “Müferridun”luk
durumu hâsıl olursa, “Muhammedî Meşreb”e geçerler; ve bunun sonucunda
onlarda “Tenzih” ile “Teşbih” görüşünün eşit ağırlıkta sentezi
olan “Tevhid” müşahedesi meydana gelir...Onlar,Muhammedî meşrebdir.
hf
Soru:
-Sizin
tarikatınız ne?. Hangi yolu tâkip ediyorsunuz?
Cevap:
-Ben,
“yollar” düşünmüyorum. Benim yolum, benim anlayışım; “Muhammedîlik” tir.
Bağlı olduğum;
Kur’ân ve Hazreti Muhammed’tir.
Bunun dışında,
gelmiş geçmiş ne kadar hakikate ermiş zât varsa, hepsinden de istifade ederim.
Hepsi, Allah’ın
yarattığı ayrı bir mükemmeliyete sahiptir.
Bendeki
mükemmeliyet, hiç bir insanda yoktur!..
Her hangi bir
insandaki mükemmeliyet de bende yoktur!.
Allah, her bir
insanı ayrı bir mükemmeliyetle var etmiştir.
Dolayısıyle, her
birimiz bir diğerimizden istifade etmek durumundayız,
Bunun için ben,
Ahmed Rufaî’dan da istifade ederim, Abdulkadir Geylani’den de istifade ederim,
Muhittin Arabi’den de!..
Ne kadar
tahkike erdiğini fark ettiğim kişi varsa hepsinden de ayrı ayrı istifade
ederim.
Her birinde
açılan ayrı bir sır vardır.
Dolayısıyle ben,
“yol” adamı değilim!. Ben, Muhammedîyim!.
Temelde tâbi
olduğum, bağlandığım, inandığım, yoluna baş koyduğum kimse Hazreti
Muhammed’dir..
Ben Melâmi, O
Kadiri, diğeri Nakşi, gibi ayırımlar başlar, “yol” deyince!..
Ama, “Ben
Muhammediyim!.” Dediğim zaman, hepsini kucaklamış oluyorum.
Bu nedenle ,
benim bakış açımda; Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Nakşi, Kadiri, Şia vs. gibi bir
ayırım yok!.
Biz hepsini
kucaklıyoruz.. Bizim için hepsi değerli!..
Önemli olan,
insanın taklitten kurtulup tahkike ermesi. Yaptığının gerçeğine ermesi!.
Neticede yaptığından pişmanlık duymaması!..
Bunun için en
çok yapacağınız dua;
“Allahım!.
Sonunda pişmanlık duyacağım şeyden beni koru!.”olmalıdır..
“Zâhiri veya
bâtıni, Allahım!. Sonunda pişmanlık duyacağım şeyden beni koru!..”
hf
İlâhi
hükümler , 4 yönde mütalâa edilebilir...
Birincisi, kişinin tabiâtına yönelik ilâhi hükümler...
İkincisi,terkibiyetine yönelik ilâhi hükümler...
Üçüncüsü ,
nefsinin hakikatını bilmeye yönelik ilâhi
hükümler...
Dördüncüsü de zâtını bilmeye yönelik ilâhi hükümler...
Bunlardan
dördüncüsü,sadece Ümmeti Muhammed’e , yani Hz.Muhammed
Aleyhi’s-selâm’ın ümmetine gelmiş hükümlerdir!...
Bu lütfa mazhar
olmuş kişiler , “Hz.Muhammed’in ümmeti”dir!..daha önceki hükümlerse
diğer Nebilere varolan kemalâttır!..
hf
İlâhi
Zât’ı zâtında müşahede
Bu yönden de
O’nun mertebesi , târifi mümkün olmayan,eşsiz bir mertebedir!
Hiçbir Nebi ve
Rasûl , onun yanında ismini geçiremez!
Hz.Muhammed’in
vârislerinin de O’nun bu mânâsının vârisi olması hasebiyle,diğer Nebi ve
Rasûllerin arasında geçer adları,mânâ âleminde!
O’nun vârisleri
kimlerdir?
O’nun vârisleri
ancak “İNSAN-I KÂMİL”lerdir!..
“İnsan-ı
Kâmil”ler umùmi mânâda anlaşılan “kâmil insanlar” değildir!..
“İNSAN- KÂMİL”
ler,Gavsiyet mertebesini dahi ihraz
hf
Doksandokuz
isim olarak özetlenen esmâdan bir isim de "El Muntakim"dir.
Yapılan bir fiilin karşılığı olarak, kişiyi fiilinin neticesini yaşamaya mecbur
edendir...
Herkes, er ya da
geç yaptıklarının neticeleriyle karşılaşacaktır. Ki bu "cezâ"dır!..
Kişinin hoş olmayan fiillerinin neticesiyle karşılaşması "müntakim"
isminin mânâsının oluşturduğu bir hâldir.
"BU
SENİN FİİLLERİNİN KARŞILIĞIDIR(sonucudur)!
ALLAH KULLARINA ZULMEDİCİ DEĞİLDİR." (22-10)
Bir
misâl olarak verdiğimiz bu ve gerekse de aynı mânâdaki pek çok âyet, insanın
hep amellerinin (yaptıklarının) sonuçlarıyla karşılaşacağını;
bunun mevcut ilâhî sistem neticesi olarak meydana geleceğini anlatmaktadır.
Esasen "Muntakim"
isminin mânâsı, halk arasında kullanıldığı gibi bir intikâm
"Muntakim" ismi, karşısındakine veya başkalarına zarar verme veya onları istismar
etme gibi davranışların karşılığının, benzeri davranışlarla karşılaşmak
suretiyle ödenmesini amaç edinmiş sistemin adıdır!.. Ve bu sistem otomatik
olarak çalışmaktadır.
Dolayısıyla, bu
sistemden bahsedilerek, bilmeyenler uyarılmaktadır ki, ne yaparsanız,
yaptıklarınızın neticesine katlanmak zorunda kalacaksınız, bundan asla kurtuluş
yoktur; öyle ise ona göre davranışlarınızı düzenleyiniz!!..
hf
Velilerin
hepsi de belli bir kemâlâta erdikten sonra ya "Museviyyül
meşreb" ya da "İseviyyül meşreb" olarak iki meşrebten
birinde yerini alır.
"Musevî meşreb" olanlar , tenzih ağırlıklı müşahede halindedirler.
"Bâtın" ismi varoluşlarında ağırlıklı olduğu için, Hak’kı her şeyin bâtınında,
özünde müşahede ederler ki, bu "neyi görsek, özünde Hak'kı müşahede
ederiz" cümlelerine yol açar. Elbette ki bu görüşte "Tenzih"
esası ağırlık kazanır.
Musa Aleyhisselâm’ın vârisi olanlar, -ki bu gün de Musa`nın vârisleri
vardır-; kendilerinde “tenzih” görüşü ağır basan velilerdir!..
Hz. Musa
Aleyhisselâm’ın zamanımızdaki vârisleri, çevresindekileri, “göremezsiniz”
hükmünden yetiştirir!.
hf
Kişi
ilhamlarının, müşahedelerinin neticesinde, eğer meseleyi daha da bir tahkik
yoluna giderse; o zaman görür ki, kendindeki ilâhi isimler, yani "Hak"
oluşu bir terkib yönüyledir!..
Yani, kendindeki belli isimler, çeşitli
anlarda, kendinde olan mânâları meydana getirecek bir biçimde, bir terkib
şekliyle, o fiilleri meydana getiriyor.
Allah’da ise, bu
isimler terkib yönüyle değil, mutlâkiyeti yönüyle mevcuttur!
Bunu müşahede
edebilirse, o zaman Cenâb-ı Hak ona, -“Mutmainne nefs” olma yolunu açmış
demektir!.. Niçin?..
Kendi varlığının
ilâhi isimlerin bir terkibi şekliyle varolduğunu gördüğü zaman, bu isimlerin
hepsini, dilediği anda, dilediği şekilde, dilediği biçimde kullanamadığını
müşahede edecektir!.. Bütün isimlere dilediği anda dilediği şekilde
bürünemediğini, bu isimlerde tasarruf edemediğini görecektir. İsimlerin onun
varlığına hâkim olduğunu görecektir!..
O zaman, hem
varlığının -Hak’ olduğunu kabullenecek; hem de ilâhi emirlere kulak vermek
mecburiyetinde kalacaktır!..
Rasûlullâh'a
kulak verecektir. Allah Rasûlü ilâhi emirleri tebliğ etmiştir. Bu tebliğ
kapsamında, ulûhiyet mertebesinin, isimler mertebesine sâri olduğu gibi; sıfat
mertebesini ve zât mertebesini de içine alan bir mertebe olduğunu görecek;
dolayısıyla, o isimlerin ait olduğu varlığın, dilediği gibi isimlere
bürünebilme durumunda olduğunu idrak edecektir.
Oysa kendisinde
bu isimler dilendiği gibi o anda zuhur ediyor!.. Ve böylece kendisinin, bir
isim terkibi olduğunu müşahede edecek ve bu terkibiyetinin neticesinde de belli
bir tabiatı, belli bir huyu, belli bir kişiliği, yapısı, davranışları olduğunu
hissedecektir.
Ancak bundan ilahi emirlere uymak
suretiyle yani Rasûlullah’a tam anlamıyla tabi olmak suretiyle, isimlerin
terkibiyet kaydının dışına çıkıp, Allah’a vâsıl olabileceğini; bundan sonra
Allah’a vâsıl olmanın mümkün olduğunu görebilecek, anlayabilecektir.
İşte bu
serbestlikten bu bağımsız anlayıştan sonra yeniden Hz. Rasûlullah’ın bildirdiği
bütün emirlere tâbi olmak yoluna gidecektir.
Duyguların ve
tabiâtın hükmü altında iken, velîsi rabbı idi. Kendi terkibini meydana getiren
isimlerdi!..
Halbuki şimdi
velîsi Allâh oldu!..
Velisinin Allâh
olması, Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya başlaması demektir!
İşte böylece
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başladığı andan itibaren "Mutmainne
Nefs" olur. Yani Allâh’ın varlığına itminan hâsıl olmuş, Allâh’ın
ahlâkıyla ahlâklanmaya başlamıştır.
Bu durumda o
kişide zâhir olan isimler bileşiminde "VELÎ" isminin mânâsı
ağırlık kazanır.
Mutmainne`den sonra Mülhime`ye geri dönüş olmaz!.
İşte onun için :
"Allah
velileri için ne bir korku, ne de mahzun olurlar" (10-62)
uyarısı
gelmiştir...
Artık sanma ki, Mutmainne`ye
geldikten sonra onda bedene dönük istek ve arzular görülür!. Artık, onda bedene
dönük istek ve arzular kalmamıştır... Niye?... Çünkü, Hak`ın hakikatını
yaşamağa başlamıştır... Cem makamı denilen bu bilinç seviyesinde
varlıkta "Hak"tan gayrı bir şey olmadığı müşahede edilir.
"Ene`l
Hak" anlayışı burada açığa çıkar.. Vahdeti
vücud anlayışı buradan başlanarak yaşanır..
"....Görür
gözü, işitir kulağı, söyler dili BEN olurum"!...
Kudsî Hadisinin
işaret ettiği anlamda, orada "Ene`l Hak" diyen Hak`kın
kendisi olur!... Tıpkı, ateşten Musa aleyhisselama "Kesinlikle
Ben ALLAH`ım" hitabının gelmesi gibi... Sanma ki, gördüğün kuldur o
sözü söyleyen!.
"ATTIĞINDA
SEN ATMADIN, ATAN ALLAH`TI" (8-17)
Âyetinin
anlamı bu mertebede farkedilir ve yaşanır!.
"Fenâ
Fillah" yani Allah varlığı yanında kendi "yok"luğunu
yaşama mertebesidir; ki "velâyet" dahi burada başlar.
Velâyetin ilk
basamağı, girişidir Nefs-i Mutmainne bilincindeki idrâk ve
yaşam...
Nefs-i Mutmainne halini yaşayan ne kendinde, ne de çevrede Hak`kın varlığından
başka bir şey görmez!. Var olan sadece, Hak`tır! Hak`kın dışında
da hiç bir şey yoktur, der...
Bazı
kişilerde, yapılan belli çalışmalar sonucu, Ruh kuvvetinde gelişme olur.
Beynin çalışan
kapasitesi belli çalışmalar sonunda bazı özelliklere ve kuvvetlere kavuşur!. Bu
hassasiyete kavuşma neticesinde de ruhâniyetinde yükselme olur. Ve, beynindeki
bu kapasitenin getirdiği özellik ile belli şeyleri görebilir, sezebilir veya
belli mânevî çalışmaları yapabilir, mânevî seyahatleri gerçekleştirebilir ve
hatta mânevî bazı görevleri yapabilecek düzeye ulaşabilir...
O zaman bu
kişiye belli çalışmalar, görevler yaptırılır. Gerek alıştırma düzeyinde,
gerekse ihtiyaç duyulan düzeyde, üsttekiler tarafından ona belli görevler tevdi
edilir.
Fakat bu kişi, Nefs
terbiyesi aşamasından tam geçmediği için, yani Nefs, bilincini tam
arındırıp, kendini beden kabul etme aşamasından geçemediği için, onda keşif
ve fetih denen haller kesinlikle olmaz!.
Avam, "keşf"in
ne olduğunu bilmediği için, cinlerden aldığı bilgileri satan kişileri evliyadan
ve "keşif" sahibi sanır!. Oysa "keşif" ancak
Mutmainne mertebesinde "veli"lerde başlayan bir kemâldir.
İşte, "sen
kapalı gidiyorsun, sen kapalı olarak bazı görevler yapıyorsun" denen hâl, Nefsin
kendini beden kabul etme halinden kurtulamaması dolayısıyle, onun beyin gücünün
üst düzeydekiler tarafından kullanılmasıdır.
O, kendindeki bu
kuvvetin ve kullanılışın farkında değildir... Ancak, onun bu yeteneğini daha
üst mertebedekiler, onun beyni vasıtasıyla kullanırlar. O kişi birtakım şeyler
yapar, fakat bundan haberdar değildir.
Bundan haberdar
hale gelebilmesi ancak kendisinin, kendini beden kabul etme halinden kurtaracak
çalışmalarla bundan kurtarabilmesiyle mümkündür.
Aksi takdirde, o
kişinin beyininin devrede olan kapasitesi kuvve olarak "Mutmainne"
düzeyininkine ulaşmıştır; ama Nefsi bilinci itibariyle, henüz "Levvame"de
veya "Mülhime"dedir!...
Oysa önemli
olan, her ikisinde de "Mutmainne"ye ulaşmasıdır. Her iki
yönden de "Mutmainne" kemâlâtında bütünleşmedikçe o kişi kendi
yaptığı mânevî görevlere, mânevî çalışmalara muttali olamaz.
Bir de, "Falanca
evliyâdan kişi derecesinden düştü, Velâyetini kaybetti" derler. Bu,
falanca "velinin mertebesinden düşmesi, Velâyetini kaybetmesi"
denen olay vardır...
Bu durum kişinin
sadece ruhâniyeti ile Mutmainne`ye ermiş, fakat Nefsin bilinci
itibariyle Mülhime`de olmasından; yani Velâyeti kazanamamış, velâyete
alışma düzeyinde olmasından ileri gelir.
Yoksa, hem Nefs,
hem Ruh olarak, Mutmainne`ye ulaşmış kişide kaybetme, geri dönme,
kayma olmaz!.. O, Âyet`in kapsamı altındadır:
"Allah`ın
Evliyâsı için hüzün ve korku yoktur.."
hükmü, ancak Nefs ve Ruh`un, yani benliğindeki Tek`lik
şuuruyla birlikte ruh gücünün bir arada olması ile mümkündür...
Velâyet
istidadına sahip, o yolda bir takım çalışmalar yapan kişi, aldığı güçlü ilim, idrâk
ettiği hakikatla, ruhanîler arasında manevî olarak bulunabilir, staj amacı ile
bulunabilir, bir takım görevler yapar. Ancak yeterli Nefs arınması olmadığı
için; yani Nefs, kendini beden kabul etmeyi terkedemediği, bilincini
aldığı müsbet ilhamlar sonucu arındırıp kemâle erdiremediği için Mutmainne`ye
ulaşamamıştır ve hâlâ tehlikededir!.
En büyük tehlike
de buradadır!... Çünkü ruh, o kuvvete kavuşmuş, fakat Nefs, birim olma
bilincini atamamış; ilham yollu aldığı kemâlâtı kaybetme tehlikesi ile karşı
karşıyadır.. Ne zaman ki Nefs de bununla birlikte Mutmainne`ye
oturur, artık onuniçin kaybetme tehlikesi bitmiştir...
Nakşi ve benzeri tarikatlar, ruh gücünü artırmaya gider ve "ruh gücü"
belli bir düzeye geldikten sonra zaten Nefsi de kontrol eder ve onu
yetiştirir" der... Bu tarzı tatbik eder...
Kadirî, Rufaî,
Bedevî ve benzeri tarikatler, "Nefsi"
öncelikle tabiat kaydından kurtarmaya ağırlık verilir.
Nakşibendî`likte ise Nefs`in tabiat kaydından kurtarılmasıyla birlikte Nefs`in
hakikatına dair bilincinin geliştirilmesine de önem verilir.. Tarikatlar
arasındaki farklardır bunlar... Esas olarak, tarikatların tarzı, farkı
buradadır...
Elbette bu
anlattıklarımız, tarikatların orijinal gelişleri itibariyledir; bugünkü
uygulamalarla alakâlı değil.
Mutmainne düzeyine geldikten sonra Nefs, "Velî" adını
alır... Mutmainne düzeyindeki kişi, "ilmel yakîn"
düzeyindedir. Mutmainne, Fenafillah`ın başlangıcıdır.
"Mülhime"de Fenâ-i ef`al ve sonucu olarak "tevhid-i ef`âl";
Fenâ-i esma ve sonucu olarak "Tevhid-i esmâ; Fenâ-i sıfat ve ertesinde de
"tevhid-i sıfat" yaşanılır...
Fenâ-i Zat`la birlikte Nefs, kendini beden
Mutmainne ve Mutmainne`yi takiben Râdiye "Fenâfillah"dır...
Mardiye, "Bakâ Billah"tır...
Mutmainne`de, kişide Allah`ın Tek`liği konusunda tam bir itminan
hâsıl olur.
Nerede, ne fiil
görürse görsün, "bu fiilin fâili hakikisi Allah`tır" der ve
nerede, kimde ne hâl görürse görsün, "Hak böyle yapmayı diliyor, böyle
yapıyor" der...
Kınama,
ayıplama, ters görme, yanlış görme gibi haller, Mutmainnede`ki Veli`de
kalkmıştır... "
Bu, Mutmainne`de
oturma hali, yerleşme hali neticesinde kişide "tecelli-i esmâ"
meydana gelir ve "Rıza hâli" oluşur...
Görmektedir ki
her şeyi meydana getiren Hakk`ın kendisidir!. Hakk`ın kendisidir derken,
Nefs`in hakikatının da Hak olduğunu bilir, ama gene de kendini bir beden
görme hali tam kaybolmamıştır... Şirk-i hafî, henüz burada mevcuttur...
Mutmainne`de ve Radiye`de Şirk-i hafi henüz mevcuttur; tam olarak
yokolmamıştır!. Yani, varlığın aslının Hak olduğunu bilir; "Ene`l
Hak" der!... Ama buna rağmen, "Ene`l Hak" sözünün
içinde gizli bir benlik vardır.
Oysa bu hâl
içindeyken, her şeyden razıdır!... Ne duysa, ne görse, ne olsa, "Böyle
dilemiş, böyle yapmış" der ve o hal içinde, razı`dır... "Nefs-i
Râziye" tâbir edilir...
Yalnız burada
bir fark var... Mutmainne`de iken fiilleri seyreder, o fiillerin fâili
olarak Hakk`ı görür. Nefs-i Râziye`ye geçtiği zaman Fiiller
Boyutundan, İsimler Boyutuna çıkmıştır...
Artık, fiiller
üzerinde durmaz; o fiilleri meydana getiren mânâların müşahadesine geçer. Yani,
o ismin neticesinde, meselâ "Rahman, Rahiym tecelli etti ve merhametle
böyle yaptı" der.
Mutmainne`de; "Merhamet etti, şu parayı verdi!.." der. Fiili
konuşur.
Râziye`de; rahmeti, merhameti müşahade eder. Oradan özellikleri meydana
getiren isimleri, mânâları seyretmeye başlar.
Burada, Tecelli-i
Esmâ vardır... Burada isimlerin zuhuru seyredilir ve onlara dayalı olarak
fiîllerin varlığndan sözedilir..
Yani, birinde
bir fiîl var, o fiil bu isimler bileşiminin doğal sonucu olarak zaten
çıkacaktır ortaya, başka çaresi yok!...işte bu fiîlin ortaya çıkışı bir isimler
bileşiminin otomatik olarak oluşturduğu bir görüntüdür. Bu anlayışa gelince
kişi,isimlerin ağırlığını seyretmeye başladı.işte bu isimleri ağırlıkla
seyretmesi ile "Râziye" oluştu, ve Tecellî-i Esmâ`ya
geçti.
"Tevhid"ler, yani "tevhid-i ef`âl", tehvid-i esma",
tevhid-i sıfat" ve tevhid-i zat" hep uruç yollu, kişini
kesretten vahdete doğru seyrinde yaşanılan idraklardır..
"Tecelli"ler, yani "tecelli-i esmâ", "tecellii
sıfat" ve tecellii zât" ise nüzûl yollu, teklikten çokluğa
doğru olan bakış açısının yaşanılmasıdır.
Levvâme, başlı başına bir grup, Mülhime başlı başına bir grup, Mutmainne
ise, Râziye`yi de içine alan bir gruptur...
hf
Korunan!
"TAKVA", karşılaşacağı bir tehlikeden korunma anlamınadır... Kişinin neticede
azap ve sıkıntı, üzüntü duymasına yol açacak her türlü olay mânâsına gelir...
Muttakî sınıfı
evliyâdır denemez!.. Veli, takva sahibidir!..
"MUTTAKÎ"
ise "KORUNAN" anlamını ihtiva eder...
"KORUNMAK"
isteyenler için olayın üç boyutu vardır...
1- “Şirk”ten korunma... Allah yanı sıra tanrı kabullenmekten kaçınma...
2- “Günah” kabul edilen hususlardan uzak kalmak suretiyle korunma...
3- "ALLAH"ın "KULU"na yakışmayan düşüncelerden arınmak
suretiyle korunma...
Bir
ve ikinci tür korunmalar her yerde anlatıldığı için tekrarını zaid addederek,
kısaca üçüncü tür "korunmayı" izah etmeye çalışalım...
"ALLAH"
"KULU"na yakışan odur ki...
Her an, her
yerde, her nefeste, daima, "ALLAH"a “kulluk” için varolduğunun
bilincinde olarak; O'nun esmâ ve sıfatıyla var olduğunu; O'nun yanında bir
“hiç” olduğunu; tüm duygu, düşünce ve fiilinde “benliksiz” bir biçimde O'nunla
olduğunu hissedip yaşasın...
Karşısındakinin
dahi, "ALLAH" esmâ ve sıfatının mazharı olarak var
göründüğünü; fiillerinin yaratıcısının "ALLAH" olduğunu müşahededen
bir an bile kesilmesin... Ve her halinde bu "korunma" üzere olsun...
Şimdi olaya bir
de en geniş kapsamlı haliyle bakalım... "KORUNMA" neden?... Ve niçin
bütün insanlara "hidâyet değil" de, sadece "korunmak isteyenlere
hidâyet" ?..
Hatırlayalım
Âyetin mânâsını:
-"KUŞKULANILABİLİR
HİÇ BİR YANI OLMAYAN O KİTAP, KORUNMAK İSTEYENLERE HİDÂYETTİR..."
"ALLAH"
düzeni olan bu evrensel SİSTEMDE, görülmektedir ki, her birim varolmakta,
yaşamakta, üremekte ve ölmekte yani dönüşüme tabi olmaktadır.. Herkes için
geçerli olan kural budur!..
Buna göre, bir
insanın geleceğini yani ölüm-dönüşüm ötesini düşünüp, en azından bu köşenin
ardında kendisini bekleyeni araştırması zorunludur...
Burada Hazreti
Ali'nın birisine verdiği cevap son derece ilgi çekici ve ibret vericidir...
Ölümötesinin
konu edildiği sırada, karşısındaki sorar:
-Âhirete
hazırlanmamı istiyorsun Ya Ali; ama ya ölümötesinde dediklerinin hiç birisi
yoksa?.
Hazreti Ali son
derece güçlü bir derin düşünce ve mantık eseri olan uyarıyı yapar:
-Şayet senin
inancın üzere, ölümötesinde hiç bir şey yoksa; şu anda bunları yapmaktan dolayı
benim ölümötesinde hiç bir kaybım olamayacaktır!... Ancak, ölümötesinde
peygamberin haber verdikleri karşına çıkınca; ve sen de o haber verilenlere
göre hazırlıklı değilsen; ebediyyen başına gelecekleri düşünüyor musun?.. Bu
durumda neleri yitirmiş olacağını ve bir daha da asla telâfi edemiyeceğinin
acaba bilincinde misin?..
Şimdi en basit
düzeyde düşünelim...
Ölüm ihtimali
olan yükseklikten kendinizi aşağıya atmıyorsunuz!..
Gene aynı
tehlike sözkonusu ise, denize de girmiyorsunuz!... Başınıza gelecek tehlikeden
"korunmak için"!.
Demek ki doğal
olan, tehlikeden “korunma” düşüncesidir!.. Hele bazılarının şu sözü ne kadar
enteresandır...
-Canım öldükten
sonra bakarız!...
Adama hiç yüzme
bilmiyor... Uyarıyorsun,bir gün denize düşersin; iyisi mi şimdiden tedbirini
al, yüzme öğren!...
Cevap veriyor
size...
-Denize düştüğüm
zaman yüzmeyi öğrenirim elbet!!!...
Öyle ise
evrensel Kitap olan yaşam SİSTEMİ gerçeği de, "okunabildiği" takdirde
farkedilecektir ki; insan için ölümötesi yaşam sözkonusu olduğunda pek çok
tehlikeler mevzubahis olacaktır... Bu durumda akıllı bir insan için de yapılacak
en iyi iş elbette ki bu tehlikelere karşı "korunma" tedbirlerine
başvurmaktır...
hf
Perdelenmiş
bir akıl için , vehmin oluşturduğu değer yargılarından arınmak-hakikati
görmek ve yaşamak için bu yolda yapılan çalışmalardır.
Kişinin nefsani
tabiatından yani terkibinin meydana getirdiği tabiatından kurtulmanın
zarureti ve kurtulmamanın cehennemini meydana getireceği hususunda “İnsan-ı
Kamil”de şöyle bir kayıt var;Sùret-i Muhammediye bahsinde...Abdülkerim
Ceyli Hazretleri şöyle anlatıyor;
“Dünya
hayatındaki nefsani tabiat,anlatılan duruma benzer.Bir kimse hakkın cezbesine
kapılır;Mücahede ve riyazatla tezkiye yolunu tutursa,bahsedilen,cehennem ateşi
diye anlatılan durum,bu kimsenin haline benzer.Bu mücahede ve riyazatla,nefsani
tabiat yok olup gitti dersen bu sözünde de sadık kalırsın.
Yani senin
yaptığın mücahede ve riyazatlar neticesinde,sendeki o tabiat ortadan kalktı
dersen doğru..”
Niye?..Çünkü o
mücahede ve riyazat denen şey,senin belli fiilleri ortaya koymandır..Bu
fiilleri ortaya koyarken,bu fiilleri ortaya getiren isimlerin mânâları sende
aşikâre çıkıyor.
Onlar kapalı
kalmıştı,o mânâları kullanmıyordun .terkibin ilk oluşması hasebiyle,o kapalı
kalan isimleri ortaya çıkarmak,ancak bu “mücahede ve riyazat” adı
verilen belli fiilleri ortaya koymakla mümkün olur!..Aksi takdirde de o
isimler,mutlak olarak sende kuvvede kalır...Kapalı kalışı,sende tabiat
dediğimiz oluşumdur!Ve bunun neticesi de “cehennem” denen tabii
gelişmelerdir...
Ancak,nefsani
tabiat yok oldu gitti deme de,ilâhi nurların tezkiyesi altında o tabiatın ,
sende kapalı kaldı de!..
Sende .belli
fiiller neticesinde belli isimler ortaya çıktı mı,çıktı!..O isimler ortaya
çıktığı anda, o terkibin tabiatını meydana getiren diğer isimler,yok mu
oldu?..Hayır! Onlar gene var!...
Gene var ama bu
yeni çıkan isimlerin ağırlığı dolayısıyla,onların artık eski ağırlığı ile hükmü
geçmez oldu; yani, o oluşu meydana getiremiyorlar,yeni çıkan isimlerin ağırlığı
sebebiyle!..Hatta buna,isimler yönünden bakarak,yeni fiillerle ortaya çıkarttığın
belli isimlerin mânâlarının aşikâre çıkışı dolayısıyla,diğer isimler örtülü
kaldı diyebilirsin;veyahutta ef’al düzeyinden bakarak tabiatını yok edip
alışkanlığını kaldırdı da diyebilirsin!..
Birisi,ef’al
mertebesi düzeyinden tarif edilmiştir;diğeri esmâ mertebesi düzeyinden tarif
ediştir!..
Netice tabiatı
oluşturan isimler,hiçbir zaman yok olmaz,kalkmaz!..
Ancak,diğer
isimlerin mânâlarının aşikâr oluşu o isimlerin dengelenişine,hükmünü artık icra
edemez hale gelişine ; senin terkib hükmünün değişmesine yol açmış olur..
Buna,ilâhi
nurların aşikâre çıkışı da denilebilir!..
Mücahede ve
riyazatlar , bunlar benzeri meşakkat yollu işler..
Bir şeyin
meşakket olması , sana güç gelmesi,eziyet vermesi,senin tabiatına ters düşmesi
dolayısıyladır...Rahatım dediğin şey , senin tabiatının gereğinin yerine
gelmesidir...Rahatını bozan , sana güçlük,eziyet,sıkıntı veren şeyler de
tabiatına ters gelmesi dolayısıyladır..
İşte bu gibi
işler,cehennem ehlinin vehennem günü uğrayacağı şiddet ve azab yerine
geçer!Ayrıca âhirette azab’ın çeşitli oluşu,fazlası noksanıyla burada yapılacak
zikir,riyazat , mücahede ve nefse muhalefet durumları misâl gösterilir.Ama
nefsani tabiatın tezkiyesinde yerini bulan kimse için!..kaldı ki tabii nefse
yani terkibinin oluşturduğu tabiatına tam mânâsı ile yüklenmedikten sonra bu
zâhir olmaz!..Çok çok yorulmak lâzım!..Yani bir konuda büyük gayret
sarfedeceksin!..
Her an şuurlu
olacaksın!..Her an yaptığın işin,tabii terkibinin sonucu olduğunu müşahede
edip, onun aksine olan bir fiili meydana getireceksin..Alışkanlığından dolayı
bir iş yapmayacaksın!..Meleke kesbetmiş olmandan dolayı yapmayacaksın!..Tabii
terkibinin gereği olarak yapmayacaksın!..Burada,elbette ki,nefse çok çok
yüklenmek gerekiyor...
Tabii,hevaya
uymayan arzular,özünde yerleşmeyen için böyle bir durum yok!..Yani şiddetli bir
mücahede ve riyazat yok!..
Yani,bir şey
sende ne kadar çok yerleşmişse,onun atılması için de o kadar çok güç,gayret
sarfetmek gerek!..Ama o şey , senin içine o kadar çok yerleşmediyse , atılması
içinde o kadar çok gayret sarfetmeye gerek yok!..Az bir şeyle, o derhal çıkar
gider..İşte bu kişinin durumu da azab görüp cennete çıkarılan,cehennemden
kurtarılan kişiye benzer!..
Kimi cehennemde
daha çok yanıp gidecek,kimi az yanıp gidecek!..
Sende ne kadar oturmuş
alışkanlıklar,ne kadar gelişmiş bir tabiat varsa,senin azabın o
kadar kuvvetli!..
Adam “SİGARA”ya
öylesine alışmış ki;bırakamıyor!..Serseme
dönüyor,bırakmaya kalksa; bunun azabı elbette daha çok olacak,karşı
mücadelede!...
Burada
yapmazsa,öbür tarafta ister istemez bu oluşacak!..Ya da yeme -içmeye
düşkünlük...Sekse düşkünlük...Ne kadar düşkünsen o kadar azabın olur!...
Zikir, devamlı
mücahede,riyazat ve muhalefetle zâhir olup giden bu işler ancak,Allah
ehli olan kişilerin hazzıdır..
Rab kulu değil,Allah
kulu olan ; Allah ehli olan kişiler , bunlardan ancak haz duyar..
Birimsellikten
uzaklaştırıcı olarak yaptığı her bir fiille,Allah’a yaklaştığını
müşahede eder ve onları yapmaktan zevk duyar!..
Mücahededen,riyazattan,zikirden
, nefse muhalefetten zevk alır!..
Bu zevk,Allah’a
yaklaşmanın , Allah’ı müşahedenin verdiği bir zevktir...Ama bu zevki alamıyorsa
, o nefsinin , hakikatı olan rabbının kuludur.
Nitekim,şu
âyetle de işaret var:
“HERKES
CEHENNEME UĞRAYACAKTIR,BU RABBIN KATINDA KESİN BİR HÜKÜMDÜR”(19-71)
Herkes
, doğuşu ,oluşumu , belli bir yaşa gelişi itibariyle bedeni tabiatına sahip
oluyor...Terkib itibariyle !..Dolayısıyla bu hale geliş , cehennem azabına
giriş noktasıdır!..
Tabii terkibini,yani
terkibinin oluşturduğu tabiatı,zikir,nefse muhalefet,mücahede,riyazat gibi
hallerle atamazsa o takdirde , öldüğü anda kabir cehennemine girer,burada
yeteri kadar yandıktan sonra,yani bu hallerden arındıktan sonra neticede
cennete girebilir!..Aksi halde bunlar gitmeden,atılmadan,cennete girmek mümkün
değil..
Ama onlar bunu
dünyada iken geçirirlerse,dünyada iken atlatılan sıkıntıdan sonra cehennem
ateşine uğramazlar.
Dünyada iken
uğranılan bu sıkıntılar,âhirette olacak bir başka azab’a karşılıktır.
Nitekim Hâdis-i
Şerif’te Rasùlullah:
”Sıtma
her mü’minin cehennemden hazzıdır”
demiştir.
Sıtma cehennem
ateşinin yerine kaim olunca,riyazat,mücahede,nefse muhalefet gibi
durumlar,artık ne olur sen düşün!..Halbuki bu mücahede her şiddetli şeyden daha
şiddetlidir.
Sana birçok
karşılaştığın azab verici olaylardan,daha büyük azab
verir,muhalefet,riyazat,mücahede!Çünkü sende yıllardır oturmuş,kökleşmiş bir
şeyi söküp atmak zorunluğu çıkıyor ortaya!.Bunun içinde çok büyük gayret
sarfedilecek..
Bir olayla
karşılaşıyorsun o gün,3 gün sonra,5 gün sonra unutulur gidilir!..Ama bu
tabiatla mücadele senin yaşamın boyunca devam edecek bir şey!..30 senenin,40
senenin,50 senenin verdiği bir alışkanlık,tabiat var!..
Dolayısıyla her
şeyden daha şiddetlidir.Ta ki nefis asli temizliğini buluncaya kadar bunların
zorluğu devam eder senin için.
Anlatılan mânâ
dolayısıyladır ki Rasùlullah Efendimiz nefisle mücadeleye “Cihad-ı Ekber”
dedi!..Kılıç çalınıp yapılan cihada ise “Cihad-ı Asgar” adını verdi..
Hâsılı düşmanla
çarpışma zamanında hâsıl olan durum çok daha kolaydır.Allah ehlinin
nefsi ile cihada göre...
hf
Nefs mücahedesi denen şey, Nefsi, şartlanmalardan arındırma ve
tabiata tabi kılmama mücadelesidir!.
Bu, öyle bir
mücadele, öyle bir savaştır ki bütün yaşamın boyunca devam edecektir.
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın yanındakilere,
"Biz
küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz"
cümlesi,
bu mânâya işaret eder..
Burada da
farkedilmesi gerekli olan nokta şudur.. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
yukarıdaki açıklamasında kullanılan kelime "cihad"dır.. Bunu
bildiğimiz "harb-savaş" diye anlamak yanlıştır. Buradaki
anlamı "mücahededir".. Yani, kazanmaya azmederek o konuda
mücadele vermek, cihaddır.. Bunu yapan kişiye de mücahid denilir.
hf
Üstün
aklı Uranüs meydana getirir. Uranüs`ün getirdiği feyz
her hicri yüz
yılın başında gelen "Müceddid"ler yani "yenileyici"ler
vardır. Çünkü her yüz yılda bir, dünyanın şartları değişir.
Dünya`nın genel
şartları değiştiği için, o günün şartlarına göre, Din`i tecdit etmek =
değişen anlayışa ve toplumun gelişmelerine göre Dini yeniden yorumlama ve
açıklama gerekir.
Dini tecdit ederken yapılan iş, Din`de yeni şartlar getirmek değil; Dini,
o günün şartlarına, anlayışına göre anlatmaktır.işte bunu, 100 yılda bir
gelen "Müceddid"ler yapar...
"Müceddid"ler
"Rüesa" mertebesinde çok yüksek dereceli zevât`tır... "Müceddit"ler
yenileme görevini yaparlar. Bu yaptıkları görevin gereğini icrâ kurulu tatbik
eder. Bir yandan da "Kutb-ul irşâd" ile ortak çalışır.
"Müceddid"ler esas itibariyle "Kutb-ul irşad"la ortak çalışırlar.
"Müceddid"ler yenilemeyi yapar, o tecdit istikametinde "Kutb-ul
irşâd"la diğer kutuplar feyzi yayarlar...
"Kutb-ul
Aktâb", emrindeki diğer görevlilerle beraber
dünyanın idarî, siyasî veya fizikî olaylarını yönlendirir.
"Kutb-ul
irşâd",ilâhi feyzi yönlendirir.ilâhi feyzin yönlenişi de, "Müceddid"in,
yenilediği konuya dönük olarak oluşur. Dolayısıyla, "Müceddid",
"Kutb-ul irşâd"la parelel çalışır. "Müceddid"in
olmadığı zamanlarda da "Kutb-ul irşad" görevlidir. O, devam
eder... Ancak, tecdit babında, "Müceddid" geldikçe, "Müceddid"in
istikametinde O`nunla paralel çalışır.
"Kutb-ul
irşâd"lar, "Nübüvvet-i
Tâ`rifiyye" kemâlâtıyla görev yaparlar... Tecdid görevini
yaparlar, fakat yüzleri halka dönüktür. "Müceddid" de, "Nübüvvet`i
tâ`rifiyye" kemâlâtından hissedâr olarak gaybından alır, halka
verir.
"Müceddid",
gaybından aldığı ilmi, "Kutb-ul irşâd"ın boyutsal olarak
afâktan aldığı feyizle birleştirir, halka yayar. Çevresine yayışı kendindendir;
dünya üzerine yayışı, "Kutb-ul irşâd"ın gücünden yararlanaraktır...
"Müceddid-i
zaman" yüzyılda bir gelir. Dinin, o günün insanlarının anlayışına göre
yenilenmesi görevini îfa eder. O da “DİVAN” ehlindendir. Son müceddid de
"Mehdî" lâkabıyla bilinen Zât-ı kirâmdır. Aynı zamanda "İnsan-ı
Kâmil"dir Mehdî!..
hf
Dünya imamını
duyduk belki de; ya gerçek “müezzin” kimdir dünyada?
“İnsanların
en kayıpta olanı salâtta secde ve rükûnun hakkını vermeyendir”
şeklindeki
Rasûlullah uyarısından söz
-Secdenin
hakkını vermek, kafatasını, alnını toprak üstünde uzunca tutmak mıdır?
Bilgisiz
insanın, “insan” olduğunu fark etmesi için önce bilgiye ihtiyacı vardır.
“Kur’ân” bilgi
kitabıdır!.
“Allah Rasûlü”,
Allah’tan zâhir olan ilim ile, algıladığı vahiy ile “insan”ı uyaran; HAKİKATE TAM
DÂVET EDENDİR!.
“Tanrı
ve tanrılık kavramı yoktur sadece ALLAH” vardır vurgulamasıyla nâzil olan bu
Bilgi Kitabı'nı; “tanrı” fikrinden “arınmamış” olanların algılaması ise asla
mümkün değildir!.
Kur’ân, baştan
sona, “Tanrı” ve tanrılık kavramı mevcut değildir temeline dayalı
olarak, “insan”lara yol göstermeye çalışmaktadır.
Kur’ân NUR’dur!…
Işıktır!… Karanlıkta kalmış beyinlere, ışık tutmaktadır gerçekleri görmeleri
için!.
Kurân kıyâmete
kadar, nasıl geçerli olabilir?
Bu çağdışı
göktanrı anlayışımızla mı? Yoksa yukarıda anlatılan senaryoyu yazıyor denerek
mi?
Yoksa işaret
ettiği gizli sırlar deşifre edilerek; mecazlar, semboller çözümlenerek
mi?
Sır ,
“Biz
size her şeyi misâllerle anlattık”
uyarısında!
Kitab’ı tebliğ
“Salâta dâvet
edildiğinizde….” Uyarısında bulunuyor!
Kitab’ı, günde
en az beş defa “oku”maya dâvet ediliyoruz!.
Apdestsiz “salât”,
niye olmaz?… nedir apdest; nasıl alınır?
Niçin, “FÂTİHA’sız
“salât” olmaz”?
Acaba farkında mıyız?…
Müezzin…
Ezan…
İle çağrıda
bulunuyor inananlara…
Neye dâvet
ediliyoruz?
Müezzin vâkıf
mı, neye dâvet ettiğine?
Dinleyen
farkında mı neye dâvet olunduğuna? Niye dâvet edildiğine?
Nasıl abdest
almak, yani neden ARINMAK gerekiyor, müezzinin dâvetine icabet
için?
Allah Rasûlü,
“DUA ve ZİKİR” kitabında naklettiğim üzere, her ezan arkasından şöyle başlayan
bir duayı “oku”mamızı tavsiye ediyor:
“Bu TAM
dâvetin Rabbi olan Allah’ım….”
Neden, TAM
dâvet?… Neye, TAM dâvet?
Müezzin, neye
dâvet ediyor?
Sakın, “namaza”
demeyin, tüm ezan duymamışlar gibi!
Her “namaza”
duran, müezzinin dâvetine icabet etmiş midir?
Farkında
mısınız, müezzinin sizi, “müminin mi’râcı olan salâ”ya dâvet ettiğinin!.
Artık fark edin
ki, ezanı seslendiren, “salât”la yaşanan “mi’râc”a dâvet ediyor
günde beş ayrı zamanda!.
“Mi’âc” mı
“salât”; salât” mı “mi’râc”?
“Mi’râc”a
dâvet edene mi, “müezzin” deniyor yoksa?
hf
Allah`ın
yüce velileri içinde "müferridun" farkı vardır"!.
"Ferdiyet
sahibi" olan bu Zâtlar, insanlık içinde
fevkalâde değerli varlıklardır... Yani, Onlara rast gelmek dahi, muazzam bir
lütfu ilâhî`dir...
Yeryüzünde bir
insana ulaşacak en büyük nimet, "Müferridun"dan olan bir Zât`a
rastlamaktır. Bir insan için ondan daha büyük bir nimet düşünülemez!...
Kişi,
Müferridun`dan olan Zât, Gavs`ın tasarruf halkası dışındadır!.
Onlar, isterse
eğer, her hangi birisini, Allah`ın kudret ve kuvvetiyle seçer alır. Hiç
bir tarikat şeyhi O`na karşı koyup, müdahale edemez!.. O, istediğini
seçer, alır!.
"Allah,
dilediğini kendine seçer" (42-13)
Ayeti,
Müferridun`dan da tecelli eder!. Ve o, dilediğini kendine
seçer... Seçen O`dur!.
O adam, şu
hâldedir, bu haldedir... Çamura batmıştır, şöyle olmuştur, böyle olmuştur, şuna
bağlıdır... Bu hiç önemli değildir!... Mühim olan, O`nun dilemesi ve onu
seçmesidir... İcabında en berbat batakhanenin göbeğinde bile olabilir o kişi.
Bir anda döner!..
"Nazar-ı
ilâhîye`ye mâruz kaldı" derler, bu duruma...
Nazar-ı ilâhî tecellî eder, "Müferridun" denen Zât`tan! O,
her şeyi değiştirir!...
Evet biz,
bunların hep hikâyesini yazıp okuyoruz; konuşup, dinliyoruz!... Hakikatı nasıl
olur?.. Onu da ehli bilir...
Aman haddimizi
bilip, "edep" üzere olalım!..
Bilmeden bir
"ehli"nin yanında cahilliğimizi ortaya saçıp, kendimizi
küçültmeyelim!.
Elindeki çemberi
otomobil diye şöföre anlatmaya çalışan çocuk durumuna düşmeyelim!. Sonra gün
olur, çok utanırız!.
İşte bunun için
"edep" çok önemlidir..
Dünyada, Allah'ın
bazı tecellîlerine mazhar olan öyle kullar vardır ki, onların hallerine,
kendilerinde izhâr olan ilahî sıfatlara hiç kimsenin vukûfu mümkün olmaz.
Bir diğer deyiş
ile bu zevât, "vârisi Rasûlullah" olarak öyle bir sırra ve bu
sırrın neticesi olarak öyle özelliklere sahib olmuşlardır ki, bunları dışarıdan
bir kimsenin anlaması imkân dışıdır.
Bu hususa
Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle işaret etmektedir:
"Benim
öyle bir zamanım olur ki ne bir nebiyyi mürsel, ne de meleki mukarreb o hâlime
vakıf olamaz!.."
İşte
yukarıda bahsedilen kişiler, Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’ın
yaşadığı bu halden miras almış "FERDİYET" sahibi kişilerdir
ki, bunların durumuna da şöyle işaret edilmiştir ashaba hitaben:
"-
Müferridûn sizi geçti!.."
"Ferdiyet" sahibi denilen zevâtın sayısı devre göre on - oniki civarında olup,
Gavs'ın tasarruf dairesi dışındadırlar.
Zât tecellîsine
mazhar kişilerdir. İdarî bölümde, sadece "Dİvân"
toplantılarına katılan zevâttır. "Dİvân" ehli dışında kimse
onları tanımaz. "Divân ehli"nin bir kısmı dahi onların
hallerine muttali olamaz. Onlar Allâh'u Teâlânın yeryüzündeki en değerli
kullarıdır.
Bunlar, sadece
Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’a karşı sorumlu olan zevâttır.
Bilmeden,
farkında olmadan, bunlardan birine rastlamak dahi insanın hayatı boyunca rastlayacağı
en büyük nimettir. Onları üzen Allâh'ı üzmüş, onların gönlünü hoş
Gavs-ı zamanda olduğu gibi, bunlarda da zâtıyla tecellî
Bu zevâtın
durumuna ne geçmişteki herhangi bir nebî, ne de herhangi bir melek vâkıf
olamaz. Çünki öylesine örtülüdürler ki, bu örtüleri bile bilmek çok büyük bir
iştir.
Gerçekte, bu
"müferridûn" denilen zevât, sûret âlemi dolayısıyla, bu âleme
izâfeten bu ismi alırlar. Oysa onlar, Hakk'ın zâtî sıfatları ile bu âlemdeki
zuhûr mahallerinden başka bir şey değillerdir. Bundan daha ötesini söylemek de
vardır, ama dar havsala kâselerini çatlatmamak için ötesine gitmeyelim.
Bu zevât, içinde
yaşadığımız şu dünyada kimse tarafından tanınmadığı gibi, öbür âlemde de gene
tanınmayacaktır kimse tarafından!..
Ne cennet
denilen ortamın halkının lideri olan Rıdvan isimli Melek tarafından
bilinir; ne de elbette onun altındakiler tarafından!.. Hele hele, cehennem ehli
tarafından bilinmeleri tamamiyle imkânsızdır. Elbette, Cehennem halkının lideri
Mâlik isimli varlık tarafından dahi bilinmeleri muhâldir.
hf
Mükellefiyet
nedir?
Teklif olunan
şeyi, yerine getirme mecburiyetidir.
Yani,
Şimdi varlığının
bu esmâ terkibinden başka bir şey olmadığını idrak ettiğin anda, Rabbı müşahede
ediyorsun!.. Bu Rabdır!
Peki,
"Rab" nasıl mükellef olur? Rab bir şeyi yerine getirmekle nasıl
mükellef olur?..
O takdirde,
kendi varlığının ve aslının "Hak" olduğunu anladığın için
mükellefiyet hali kalkıyor üzerinden (!) Hak mükellef olur mu?.. Olmaz (!)
diyorsun, kalkıyor!..
Fakat gerçekte
kalkar mı, kalkmaz mı?
İşin önemli yanı
burası!
Halbuki
geçerli!..
Geçerliyse,
nasıl ve neden geçerli?İşte bu noktaya geldik. Senin belli bir esmâ terkibi
olarak, belli fiilleri ortaya koyuşunun neticesinde, beşeriyet yönünden, belli
huy, tabiat, karakter diye adlandırdığımız yönlerin var.
Rabbının hükmü
olan bu esmâ terkibi olarak yaşadığın sürece, sen zaten Rabbının zikrindesin ve
hâkiki mânâda ibâdetini yapmadasın; varoluşunun hakkı yerine gelmede! Ama bir
ince nokta var!
Zâhir yönünden
sen, bu terkib olarak yaşadığın sürece, bu terkibin ortaya koyduğu fiil; zâhir
yönünden konuşuyorum; belli bir enerjinin "ruhâniyet"
dediğimiz radyasyonun, ruhta oluşmasını sağlayamıyor!.. Sadece, normal hayvanın
yaşadığı gibi yiyiyor, içiyor, görüyor, biliyor fakat ekstra bir enerji
üretimine geçerek bu radyasyonla ruhâniyetini kuvvetlendiremiyorsun!.
Bu ruhâniyetin kuvvetlenememesi
dolayısıyla da öldükten sonra cehennemden kendini kolaylıkla kurtarıp, sırattan
kolayca geçip, cennete varılamıyor!..işin zâhir yönünden sebebi bu.
Bâtın yönünden
sebebi: Senin varlığının Hak olmasına ve sen rabbının kulu olmana rağmen, Rabbının
kayıtlarından Rabbani kayıtlardan kendini kurtarıp, Allah'ı tanıyamıyorsun ve
Allah'tan mahrum kalıyorsun!
Allah ismi, 99
ismin, 99 isim diye tarif edilen isimlerin ve daha nice sayısız isimlerin
mânâlarının karşılığıdır. Halbuki sen, bu terkib olarak kaldığın sürece, her ne
kadar bu isimler senden çıkıyorsa da, kendi tabiî haliyle senden çıkıyor!..
Terkib oluş şekliyle senden çıkıyor!.. Tabiî haliyle, senden çıktığı için de,
senin "senliğini" oluşturuyor ve "senliğinde" tahakküm
ediyor!.. Hüküm altındasın!
Burada bu
isimler bunu meydana getirdiği gibi, tabiî olarak daha sonra da yani biyolojik
bedenin terkinden sonraki hayatta da, gene aynı tabiî akış içinde gidecek ve bu
tabiî akışları meydana getirecek!.. Bu da cehennemin mânevî azâb yönü!
Bunun dışında,
Allah'ı tanımaktan mahrum kalmak en büyük azâb!.. Niye?.. Çünkü sen kayıtlı,
sınırlı, ölçülü, tahditli bir biçimde yaşama durumundasın!..
Kendi
Hakikatının genişliğinden mahrumsun! Rabbının hükmünden çıkamıyorsun!..
Rabbının
hükmünden çıkamaman, Allah’ı tanımaman demektir!...
hf
NEFS, bu noktadan çıkışla ve aldığı ilhamlarla, çok değişik tesbitlere erer
ki; ilhamlar alan anlamına "mülhime nefs" diye isimlenir... Bu
kişiye de "Ârif" denilir..
Kendini beden
Bilinç, kendinin beden olmayıp, bedenden sonra da yaşamı devam edecek madde
ötesi bir varlık olduğunu farkettiği zaman; gerek kendi özünü, hakikatını
tanıma yolundan alıkoyan davranışları, günahları, gerekse de düşünceleri
dolayısıyla pişmanlıklar içine girer; yani arapçasıyla kendisine "levm"
eder... Bu yüzden de "levvame nefs" adını alır... Bu anlayış
içinde olan kişiye, abid, zahid, derviş gibi isimler verilir...
Bu pişmanlığın
sonucunda kendi hakikatını araştıran bilinç, yaptığı çalışmalar ve aldığı
ilhamlarla da farkeder ki, evrende varolan her şeyin aslı ve hakikatı "TEK"tir!..
Her şeyi vareden varlık her şeyiyle "TEK"tir ve "O"ndan
gayrı da mevcut değildir!.
Öyle ise yine
farkeder ki, "ben" dediği zaman işaret ettiği varlık eskiden
beri zannedegeldiği kendisi değil, herşeyin hakikatı olan "O"dur!...
NEFS, bu noktadan çıkışla ve aldığı ilhamlarla, çok değişik tesbitlere erer
ki; ilhamlar alan anlamına "mülhime nefs" diye isimlenir... Bu
kişiye de "ârif" denilir..
Madde
dünyasında, fiiller boyutunda, yapılması gereken çalışmaları yaptıktan sonra
bir kişi, kendisinde meydana gelen uyanıklık ile konunun derinliklerini
araştırma gereğini duyar.
Varlığın aslını,
özünü, hakikatı, kendisinin ve gördüklerinin neden, nasıl ve hangi gaye ile
meydana geldiğini araştırarak yukarıda bahsedildiği üzere tarikat çalışmalarına
başlar. Ve böylece melekût âleminin inceliklerine sırlarına nüfuz eder.
Melekût âlemine
nüfuz
İşte bu seyre
târikat seyri denilir ve nihayeti Ceberût âlemine varır. Müşahedesinde çokluk
kavramı kaybolur, çokluk görüntüsünün ardındaki TEK'in irfanı başlar!..
Ancak burada çok
önemli bir nokta var ki,
"Mülhime
Bahsi" ve "Bilincin arınışı"
isimli söyleşi kasetlerimiz de ve "TEK'İN SEYRİ" ismli
kitabımızda çok geniş bir şekilde izah ettiğimiz gibi, bu geçiş basamağı son
derece önemli bir yükseliş bölümüdür.
Eğer
"Mülhime nefs" mertebesi iyi tanınmazsa, kişi yanlış
değerlendirmesi yüzünden "küfr"e veya "gizli
şirke" çok rahatlıkla düşebilir!..
Kişi kendisini
görürken, vehmî benliği ortadan kalkmamışken, Hak'kın dışında varlıklar görme
hali devam ederken ben Hak'kım" demesi "küfr"ü
yani hakikatı inkârı, gerçeği örtme halini meydana getirdiği gibi; Tek'lik
yanısıra, çokluk isbatı dolayısıyla gizli şirke düşme halini dahi yaşayabilir.
Kişi belli
çalışmalar yapar, bu belli çalışmalarının sonunda belli hakikatları idrak etme
durumuna geçer; belli ilhamlar alırsa. Bu aldığı ilhamlar neticesinde,
kendisinin müstakil bir varlık olmayıp, kendi varlığı ile kaim bir varlık
olmayıp; Allah’ın varlığı ile kendi varlığının kaim olduğunu; kendi benliğinin,
ilâhi isimlerin bileşimi olarak meydana geldiğini; kendi varlığının netice
olarak "Hakk"ın varlığına dayandığını, "Hakk"ın varlığı
olduğunu; "ben" diye bir şeyin olmadığını idrak ederse, o zaman bu
nefs, "mülhime nefstir" deniyor.
"Mülhime", ilham alan anlamınadır. Yani bu düzeye gelen kişi kendisinin üstünde
olan çeşitli mertebelerden gelen ilhamları almağa başlar; arınması, nefsini
tezkiye etmesi nisbetinde. Bu sebeple de ilhamın geldiği mertebenin özelliğine
göre haller yaşamaya başlar!..
Kâh,
mutmainneden ilhâm alır, kâh râzıyeden, kâh mardiyye'den!..
ve bu ilhâmlar onda yaşandığı süreç içinde, o kendini sanki o mertebeleri
yaşıyormuş, o mertebelerin ehliymiş gibi hisseder. Oysa gerçekte "mülhime"
nefs durumunun tabiî neticelerini yaşamaktadır!..
Buranın en büyük
özelliği, kişinin kendisini, zaman zaman bir vücud sahibi birim olarak
görmesine rağmen, zaman zaman da varlığın TEK'liğini algılama ve hissetme
yönünden "ÖZÜNDEKİ" Hak'kı müşahede etmesi; ve bu yüzden de "Ben
Hak'kım" diyebilmesidir.
Şayed tahkik
neticesinde kendisinden bu ifade çıkıyorsa, elbette ki bu halinden dolayı
suçlanamaz. Mâzurdur!..
Ancak buralardan
geçmiş, bu mertebenin inceliklerini iyi bilen bir aydınlatıcısı var ise ve
kendisi de o kişiye gerçekten inanıp teslim olmuş ise, burada meydana gelecek
yanılgılardan ve ayak kaymalarından dolayı kolayca kurtularak bir yukarı
mertebeye terakki edebilir.
Tevhid-i ef'âl,
tevhid-i esmâ, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât ve bunların neticesi olarak
fenâ-i ef'âl, fenâ-i esmâ, fenâ-i sıfat ve fenâ-i zât bu makamda yerini bulur
ve neticede Fenâfillah başlar!..
"Mülhime
nefs" yani nefs mertebelerinin üçüncü
basamağı olan ilhama dayalı olan "İMAN" sonucu oluşan idrak
ise kişiyi varlığın "hakikatına dair mârifete" götürür... Ki
bu yüzden de bu kişiye "ÂRİF" ismi verilir!...
Cinlerin,
"ârif"leri kandırmaları ise, "varlıklarının
"Hak" olması sebebiyle hiç bir ibadet ve taate ihtiyaçları
olmayacağı, ne yaparlarsa yapsınlar cehennemin onları yakmayacağı"
yolundaki telkinlere dayanır!.. Ancak burada farkedilemeyen son derece önemli
bir husus vardır:
Her boyutun
kuralı kendine hastır; bir boyutun kuralı diğer bir boyutta geçmez!...
Yani, zât
boyutunun, veya esmâ boyutunun gerçeği, ef’al boyutunun kurallarını ortadan
kaldırmaz, veya geçersiz kılmaz!..
Bu sebepledir
ki... Yeterli çalışmayı yaparak gerekli enerjiyi ya da nuru toplamayan kişi,
hakikatı itibariyle "HAK"da olsa, cehennem ortamına gittiği zaman
yanar!... Tıpkı bugün, hakikatı "HAK" olan kağıdın,
hakikatı "HAK" olan ateşte yanması gibi!...
Tasavvufta, tarikatta öğretilen bilgiler; hakikatte öğretilen
bilgiler; mârifete dair bilgiler; bunların hepsi de doğrudur!... Ama
bunların hepsi de, bilinç boyutunda, şuur boyutunda geçerlidir!.
"Ârif"in şayet bu basamaklardan geçmiş bir yetiştiricisi yoksa, buradayken
rahatlıkla "mülhime mârifetine sahip cinin" yoldan çıkartıcı
telkinlerine kapılarak, "Mülhime nefs" mertebesine gelmişken
yeniden "emmare nefs" düzeyine düşer!..
Taklidi
iman yani "levvame nefs"
düzeyinde olanları cinler "mülhime"nin "mârifetinden"
mahrum bıraktırmak için "B" sırrından perdelerler...
Bunun için de her türlü saptırıcı fikri ilham ederler...
İnsanın kendindeki
üstün özellikleri keşfetmesi; ancak "ALLAH" varlığıyla mevcut
olduğunu" anlamasından ve özündeki "ALLAH"ı keşfetmesinden
geçer!...
ŞEYTAN denen
cinler ise,insanı özündeki "ALLAH"ı keşfetmekten perdelerler; ve
insanın kendini madde bedenden ibaret bir varlık olarak, bir hayvan türü olarak
kabullendirmeye çalışırlar...
"ŞEYTAN"
lâkabıyla bilinen cin neslinin insana verdiği en büyük zarar, onu ÖZÜNDEKİ
"ALLAH"ı keşfetmekten alakoymak; ve bu yolda ona ulaşan bilgilere
karşı perdelemektir!
Şunu kesinlikle
bilelim ki, fiiler sahasında, davranışların ve yapıların kuralları, kanunları
geçerlidir.
Nasıl ki yeterli
gıda almadığın zaman, vücudun enerjisiz kalırsa; aynı şekilde, namaz zikir,
oruç gibi çalışmalar yapılmadığı zaman da ruh yani dalga(wave) beden
enerjisiz kalır!... Bu bedenin kanunudur!...
Beden kanunu,
deyince yalnızca şu andaki madde biyolojik bedeni algılamayın...ister madde,
ister maddeötesi dalga(wave)-ruh beden!.
Yani senin, her
halukarda bir madde beden yapın var!..ister bu dünyada ister bunun ötesinde...
Bugün için beş
duyuna GÖRE, sadece bu bedenine "madde" diyoruz ama;
yarın o dalga(wave) ortama geçince, "o dalga(wave) bedenine de madde
beden" diyeceksin!...
Zira o ortamın
şartlarına ve algılama organlarına göre, o beden de yine "bir
tür madde" bedendir.
Dolayısıyle,
senin madde bedenin sonsuza kadar ortadan kalkmaz!.
Bu yüzdendir ki,
madde bedenle yapman gereken çalışmaları, şu andan, ölüm gerçekleşene kadar,
yapmak zorundasın!.
Ne zaman beyin
ortadan kalkar bu ölüm denen olayla birlikte, ondan sonra zaten bu çalışmalar
da biter; böylece ruha yeni enerji ve ilim yükleme olayıda sona erer.. Ruh
artık, o güne kadar yüklenmişiyle başbaşa kalır.
Burada çok
önemli bir nokta var... Dikkat edin!..
Eğer hakikat
bilincini taşıyan madde bedenin, o bilinci taşıyacak dalga(wave) bedeni, yani
ruh gücünü dünyadayken elde edememişse; vay haline!.
Zira ruh
bedenin, bu enerjiden yoksun kaldığı için, güçsüz bir hal ile son derece güçlü
bambaşka varlıkların ortamına gidecektir!.
Yani, şu anda
sen hakikat bilincini ruhuna yükledin ama maddi çalışmalar yapmadın, namaz,
oruç, zikir, hac gibi... Dolayısıyla da bunların sağlayacağı enerjiden de
mahrum kaldın!...
O ortamdaki
şartlar içinde, mevcut olan yüklenmiş tüm bilgiler, kendini tüketip gidecektir;
çünkü o ilmi değerlendirecek yeterli enerjin yok!... Hakikate dair bildiğin
bilgilerin hepsi de, güneşin altındaki buzdan heykelin yavaş yavaş eriyip buhar
olması gibi eriyip buhar olacaktır... Sana öbür tarafta bir yararı
olmayacaktır.
CİNLERİN de
sahip oldukları "mülhime irfanı";
aynen "mülhime"den "emmare"ye dönmüş
kişilerin hakikate dair irfanının bir süre sonra kayboluşu gibi, cehennem
ortamında yok olup gidecektir...
İşte bunun basit
misâli...
Şu anda hakikate
dair bilgilere sahipsin, ama giriyorsun öyle bir toplumun içine ki, kavga
gürültü, üstünde yoğun baskılar; ve o fiiller devamlı sürüp gidiyor... Derken
yavaş yavaş sendeki o hakikat bilinci, azalıp hafifliyor; ve nihayet o ortama
kendini kaptırıp; oranın bir bireyi gibi davranışlar ortaya koymaya başlıyorsun!.
İşte aynı
şekilde, öbür dünyada, yani ikinci bedenle yaşamda, eğer bu hakikat bilincini
taşıyabilecek düzeyde bir enerji potansiyeline sahip değilse ruh bedenin; içine
gideceği ortamda ister istemez karşılaşacağı şartlar altında, o hakikat bilgisi
yavaş yavaş kaybolup silinecek; neticede, azap verecek olan bir ortamın yaşamı
seni kuşatacaktır.
İşin bu
yanlarına, yani mârifetullaha dayanan bu sırlarına vakıf olmayan
gerek tarikat ve gerekse hakikat ehli olduklarını kabullenen kişiler; o
hissettikleri halin veya saptırıcı fikirler ilham
İşte bu ihmal,
onların öbür tarafta pek çok şeyleri yitirmelerine; ve bildiklerinin gereğini
yaşayamamalarına yol açar, ruhlarındaki güç yetersizliği dolayısıyla!.işte işin
bütün püf noktası buradadır.
İşte ister Hz.
Rasûlullah olsun; ister Muhyiddin A`rabi olsun, ister Abdulkadir
Geylâni olsun; üst düzey mârifete ermiş kim olursa olsun,
çalışmalarına devam etmelerinin kökeninde bu sır yatar.
Hakikati
bilmenin getirdiği sarhoşluk ya da cinlerin bilincine yolladığı saptırıcı
fikirler, mesajlar eğer seni bir takım çalışmaları yapmaktan alakoyuyorsa, bu
hakikat bilgisi senin için yaralı değil zararlı oluyordur!.
Peki "HAKİKAT" ilmini terkedelim mi?
Kesinlikle
hayır!..
O ilmi
değerlendirmezsek pek çok şeyden mahrum kalırız!. O ilme sakın uzak
kalmayalım!.
Evet dostum, "HAKİKAT"
ilmini mutlaka değerlendir!... O ilmin halini şuur boyutunda
muhafaza et; ama beden boyutunda da, nasıl yemenin, içmenin, giyinmenin,
soğuğa-sıcağa tedbir almanın hakkını veriyorsan; aynı şekilde bedenen yapılması
gereken "ibadetlerin" de hakkını vermek zorundasın!...
Kim ki bu
dediklerimin aksini söylerse, o hâl lisanı ile "henüz benim mârifet
konusunda ilmim yoktur" diyerek kendini târif etmektedir...
"mülhime
nefs" mertebesi "TEK"liği biliş mertebesi;
yani "ilm-el yakîn" halidir; ki, orada birimsel "BEN"liğe,
yani "tekebbür"e, yani büyüklenmeğe asla yer yoktur!...
Çünkü
"TEK"lik anlayışında birimsel mânâda "ben"liğe yer
yoktur... Bu anlayış bir alt basamak olan "levvame"
mertebesinde olabilir...
"Mülhime
nefs" ilhamlarının idrakında tüm varlık "TEK"tir, ve dolayısıyla
secde edilen varlık da "TEK"tir!...
hf
"Mülhime
nefs" bilincinde karşılaşılan bu
vartalar son derece önemli olduğu için sık sık bu konu üzerinde duruyorum...
Sayısız insan,
Teklik temasının getirdiği anlayış içinde, tabiatla mücadele dediğimiz olayı
terketmek yüzünden, beden kabulüne dayanan fiiller içinde boğulmuştur...
Teklik anlayışı,
kesin kez, yaşam boyunca tabiatla mücadele ile birlikte sürdürülecek bir
olaydır!.
Bu yüzdendir ki Rasûlullah
eriştiği dereceye rağmen yoğun ibadete vermiş kendini!... Tabiatla mücadele
yolunda yoğun çalışmalar yapmış...
Şimdi, bilgi
veya ilham yollu gelen düşünceler vehimle karışınca iltibasa -ikileme-
düşersin; senin içinde vesvese uyanır, dersin ki :
"Benim
varlığım Hakkın varlığıdır!. Hakkın varlığı dışında da bir varlık yoktur!.
Öyleyse, tabiat diye bir şey de yoktur... Dolayısıyla, "tabiatla
mücadele" de bu idraktan sonra sözkonusu olmaz!
Ben zaten
tabiatla mücadele etmeye kalktığım zaman; Teklik görüşünün içinde olmama rağmen
tabiatla mücadeleye kalktığım takdirde kendimi bu beden
Bu anlattığım
olay çok hassas bir olaydır!. Ve "mutmainne nefs" bilincine
yaklaşmış, evliyalık derecesine yaklaşmış, "veli" olacak
kabiliyette bir çok insan, buradan geri dönmüş; "mülhime irfanı"yla
dönmüş olduğu "emmare" batağında boğulmuştur!.
Sırf, açıklamaya
çalıştığım bu ikilem yüzünden!.
Evet, burada
birçok doğru var; doğrulardan geliniyor buraya...
"Mademki
benim varlığım Hakkın varlığıdır, ve varlık da Tek`tir. Benim varlığım da
Hakkın varlığıdır. Öyleyse ben bu beden değilim, eğer ben kendimi bu beden
kabul edersem bu bedenle bir mücadeleye girmek, bu bedenin tabii arzularını
sınırlamak için ben bu mücadeleye girersem, kendimi bu beden
Ben bu beden
olmadığıma göre, bu bedenin davranışları da beni hiç ilgilendirmez.ister yesin
içsin, isterse seks yapsın, ne yaparsa yapsın beni hiç ilgilendirmez"
Ne var ki, bu
defa da bu bedenin istek ve arzularına yenik düşmek sûretiyle neticede o
Teklik yaşamından uzaklaşmış olursun!.
Teklik konusunu en güzel şekilde açan, yayan Muhyiddin-i Arabi de dahil
bu konunun bütün uzman kişileri, tabiatla mücadeleyi bütün yaşamları
boyunca devam ettirmişlerdir...
Çünkü, bu
mücadelenin olmadığı anda, bilinç, farkında olmadan kendini beden
Mevcut olan
bilinciniz, beynin eseri, beyin faâliyetinin eseridir. Beyin ne ile meşgul
olursa bilinç o şekilde oluşur ve gelişir.
Bu yüzdendir ki
sen, Tekliği anlamâna rağmen ne zaman ki bedenin istek ve arzuları,
içgüdüleri, dürtüleri istikametinde davranışlara girdin; o andan sonra da o
beden istikametinde, bedenin çalışmalarıyla yaşam tarzı istikametinde bir
kişilik bir düşünce, bir bilinç oluşacaktır sende; böylece de Vahdet
bilincinden mahrum bir hâle geleceksin.
İşte bu nokta,
bu yolda ilerlemiş sayısızca kişiyi yolundan alakoymuş, tam bulma, erme noktasına
gelmişken her şeyini yitirme durumuna düşürmüştür.
Öyleyse bizim,
özellikle bilincimizi, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından korurken; saf
bilincimizin sınırsız mânalarını değerlendirme idrakına yükselirken, en
önemli olarak üzerinde duracağımız husus, bedenin tabiatına, biokimyasal
özelliklerine elden geldiğince tâbi olmamak hususudur..
Bu, öyle bir
mücadele, öyle bir savaştır ki bütün yaşamın boyunca devam edecektir.
İşte, Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın yanındakilere,
"Biz
küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz"
Cümlesi,
bu mânâya işaret eder..
Burada da
farkedilmesi gerekli olan nokta şudur.. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
yukarıdaki açıklamasında kullanılan kelime "cihad"dır.. Bunu
bildiğimiz "harb-savaş" diye anlamak yanlıştır. Buradaki anlamı
"mücahededir".. Yani, kazanmaya azmederek o konuda mücadele
vermek, cihaddır.. Bunu yapan kişiye de mücahid denilir. Harb-savaş
anlamı ise arapçada "kıtal" kelimesiyle ifade edilir.
Nefs mücahedesi denen şey, Nefsi, şartlanmalardan arındırma ve tabiata tabi
kılmama mücadelesidir!.
Bildiğim bir çok
kişi, Teklik esaslarını öğrendikten sonra, kendilerini o Teklik şuuru
içinde salıvermişlerdir..
Yani,
kendilerine Mehdî`leri geldikten sonra Deccal`larına tâbi
olmuşlar; bedenin istek ve arzuları doğrultusunda yaşayıp, Teklik
dünyasında yaşadıklarını vehmetmişlerdir!.
Aynen bir
salyangozun, uyanıkken ta direğin tepesine çıktıktan sonra gece uyuduğunda
kayarak direğin en altına inip, kendini hâlâ çıktığı o en yüksek noktada
zannederek yaşaması gibi bir olaydır.
Eğer bu
gerçekleri farkedebiliyorsak, çevremizdeki kişilerin bizi dünyada bırakıp
gideceğimiz şeylere dönük şartlandırmalarına kapılmayarak; onların, bedensel
dürtülere, bedenin tabiatına dönük bizi yönlendirmelerine aldanmayarak, ölüm
ötesi yaşama dönük veya Öz Bilincimize ermeye yönelik zihinsel veya
bedensel çalışmalar içinde olmaya mecburuz.
Aksi takdirde,
yitirilecek bu ömürden sonra elimize geçecek ikinci bir yaşam şansı mevcut
değildir...
"Dünyada
a`mâ olarak ölen, Âhirette ebedî olarak a`mâdır"
Hükmü,
asla ve asla hatırımızdan çıkmamalıdır...
Şu anda tek bir
şansımız var... O da sağlıklı olarak dünyada bulunduğumuz bu günleri çok iyi
değerlendirebilmektir!.
Çünkü siz, saflaşmış
bilincinizin sahip olacağıilahi özelliklerden mahrum kalacaksınız, bu
yaptığınız hatanın neticesinde!.
Allah, bütün
esmâsı, yani isimlerinin mânâlarıyla sizin varlığınızda, beyninizde,
bilincinizde mevcut olduğu halde; siz, şartlanmalara ve bedeninizin tabiatına
bağımlı ve onların yönettiği bir biçimde yaşadığınız için, bu özellikleri
ortaya çıkarmaktan mahrum olarak bu dünyadan çekip gideceksiniz.
Yarın yanınızda
ne anneniz ne babanız ne karınız veya kocanız ne de çocuğunuz olacak. Tek başınıza
gideceğiniz önünüzdeki bu alemde kendi gerçek değerlerinizi ortaya
çıkaramadıysanız çok büyük bir azap sizi bekliyor demektir.
Ben şu yaşa
kadar yaşayayım, ondan sonra yapayım, demek en büyük aldanıştır!. Zira bir
trafik kazasında, rahmetli Ayhan 44 yaşında gitti berzah âlemine. Yanında eşi
vardı, 38 yaşında ona eşlik etti... Yanında oğlu vardı, 16 yaşında ölümü
tattı!.
Erdinç genç
yaşında matkapla duvarı delerken, duvardaki elektrik kablosuna isabet ederek
bir anda elektrik çarpmasıyla geçti gitti aramızdan!.işte bunlar gibi hergün
gazetelerde, televizyon kanallarında sayısız kazaları görüyorsunuz..
Bunlardan biri
bizim başımıza geldiği anda, bütün bunları bilerek üstelik, acaba ne yapacağız.
Kim bizi kurtarabilecek?. Hiç kimse!.
Bilin ki her
birimiz kafamızın içinde bir saatli bomba taşıyoruz; ve saat kaça kurulu
olduğunu da bilmiyoruz!.. Ancak kesin gerçek şu ki, muhtemelen hiç ummadığımız
bir anda bu saatli bomba patlıyacak; dünyadaki yaşamımız son bulacak!.
Kimin hangi
yaşta, hangi zamanda ve şartlar içindeyken bu dünyadan ayrılacağı bilinmiyor,
meçhul.
Peki hazır mıyız
bu yeni yaşam boyutuna ve şartlarına?. Elinizi vicdanınıza koyunuz ve kimsenin
duymayacağı bir şekilde kendinize gerçeği itiraf ediniz... Hazır mısınız
ölümötesi yaşama?...
Kesinlikle bilin
ki, oraya geçtikten sonra artık hiç bir şey yapamıyacaksınız!.
Çünkü Kur`ân ‘da
bir çok defa tekrar edilen şu ayetler çok açık:
Ölümü tattığın
anda, veya Mahşer yerinde, veya Sırat köprüsünde, veya Cehennemde; yani her bir
safhada yaşanılan gerçekleri gören kişilerin şu sözleri söyledikleri bize
naklediliyor:
"Keşke
dünyaya geri dönsek de, yapamadıklarımızı yapsak; derler... Fakat, bu
kesinlikle mümkün değildir"!. (23-100)
Ölümü
tattığımız andan itibaren, yani şu bedenin kullanım dışı kalması anından
başlayarak büyük bir pişmanlık söz konusu olacak,
Öyle ise
kendimizi böyle bir riske atmak ne dereceye kadar akıllı iş olur?.
Zekî insan,
gününü en güzel şekilde değerlendirmek için yaşar!. Ne var ki günlük zevkler
bir sonraki günde hayâl olur!.
Öte yandan
yaşadığımız günler ebedi olan geleceğe dönük bir biçimde değerlendirildiği
takdirde, bu çalışmalar başımıza gelecek olan azaptan bizi sonsuz dek korur.
hf
KIYÂMET
ALÂMETLERİNİN BÂTINDA ZUHÛRU
Açıklama
için “Kıyâmet” bölümüne bakınız.
hf
BİLİNCİN
ARINMASI
Burada
en önemli şey şudur...
Bu vadiye giren
insanların binde biri dahi "Mülhime nefs" bilincinde oluşan
vartalardan kendini kurtaramaz...
Bunu izah etmeğe
çalışalım :
Şimdi sen, gerek
tefekkür yollu, gerekse sezgi yollu, ilham yollu bir gerçeği algıladın...
Farkettin ki, “ben bu beden değilim. Bu beden çürüyüp yok olup gidecek!. Ben
bugün bu bedenle varım, ama bu beden değilim!. Öyle ise yarın da bu bedenin
oluşturduğu ruh bedenle varım; ama gene ben, o ruh beden de değilim. Peki bu
takdirde ben neyim?...” dedin ve bilincinle boyutsal yoldan varlığın özüne
inmeye başladın. Varlığın, mevcudâtın özüne doğru bir yolculuğa çıktın.
Madde
dünyasından başladın, atom altı boyuta indin. Kuant boyutuna ve nihayet kozmik
enerji, Kozmik bilinç boyutuna erdin ve sonunda farkettin ki...
Tümüyle Evren, gerçekte Tek bir varlık, Tek bir bilinçtir!.
Ve gene, bu anda
anlayıp fark ettin ki, bilincinin aslı, gerçekte, evreni meydana getiren
O "Kozmik Evrensel Bilinç"...
İşte bunu
anladığın anda tasavvuftaki tâbiri ile:
"Benim
varlığımda, Hak'tan başka bir şey yoktur!."...
Dedin.
"Ben
kelimesi ile işaret edilen varlık gerçekte Hak`tır!"... Dedin.
Dediğin anda da
hakikata giden yoldaki en korkunç batağa adımını attın!.
Çünkü, sen o
anda bilgi yetersizliğinden dolayı elinde olmadan, "mademki benim
varlığım Hakkın varlığıdır, madem ki bu varlık Tek`tir; bu durumda Hak, hiç bir
şeyle kayıt altına girmez!. Hak dilediğini yapar!. Hak, mes`ûl değildir!"
gibi düşüncelere saplandın!
Sonra da tamamen
bedenin istediği bir biçimde yemeye, içmeye, uyumaya, sekse ve dünyalık işlere
doğru hızla kaydın!.. Artık bundan sonra, canın ne isterse onu yemek, onu
giymek; canın ne dilerse onu yapmak gibi, bilincini tamamen bedenin esiri kılan
davranışların içine girersin.
Ve böylece, her
ne kadar başlangıçta kendi bilincinin Kozmik Bilinç, o Evrensel
Bilinç olduğunu farketsen, kabullensen dahi; "hakikatı"
elle tutacak derecede o "hakikat"e yaklaşsan dahi; edindiğin
bu yanlış kanaat dolayısıyla, bedensellik boyutuna kaydın ve o bilincin gereği olan
yaşamı-hissedişi yitirerek, kendini şu beden kabul ederek, bu bedene dönük yeme
içme, seks, rahatlık gibi konularla bu tabiat batağında boğulma yoluna
girdin.
İşte burada
önemli bir konu daha var :
Bazıları
geçmişte, önce "tabiatı terki" ele almışlar.
Bir diğer kısmı,
"şartlanmaları terki" ele almışlar.
Bir diğer kısmı
da, "vehmi, varsayılan bireysel benliği terki" esas
almışlardır..
Geçmişte,
tasavvufta, "ruhu kuvvetlendirme" denilen bilinci vahdete erdirme
yolunu seçmiş olanlar, Bilinçteki Tek'lik düşünce ve hissini
geliştirerek, maddeden arınma çalışmalarına girmişler; fakat çoklukla bunun
getirdiği "benlik" hâlini genelde tam atamamışlardır.
Buna mukabil, "Nefsi
arındırma" denen çalışmaları yapan bir takım tarikatlar ve ekollerde
aşırı riyâzata, yani tabiatla mücadeleye önem vermişler. Fakat
bunları yapan, yine kendileri olduğu için "Tek"lik
kavramının idrâk edilmesi çok güç olmuştur...
Buna mukabil, Varlığın
Tekliği esasından, yani "Vahdet görüşü"nden hareket
Yükselen, itibariyle, ateş yapılı burçlar, yani koç, aslan, yay
tipi burçların oluşturduğu bünyelerde vehmi benlik, bireysel benlik
kuvvetlidir. Bunun atılması zordur. Bunlarda, "dediğim dedik"
kuvvetlidir. Canlarının istediğini, akıllarına eseni yapmak isterler.
Su grubu olan, yani yengeç, balık, akrep gibi burçların tesiri ile yükselen
burçları oluşan birimlerde tabiat özellikleri yani bedene dönük
istekler ağır basar. Yemeye, içmeye, sekse düşkünlük ağırlıklıdır.
Buna karşılık toprak
karakterli boğa, başak, oğlak burçlarının özellikleri yükselen
burçlarında ağır basan kişilerde de şartlanmalar, değer yargıları
gibi hükümler ağırlıklı olarak yaşamlarına yön verir.
Hava grupları, diğerlerinde görülen birçok dezavantajlardan daha uzak
olmalarına karşın, havanın seyyaliyeti ve istikrarsızlığı dolayısıyle, onların
da herhangi bir konuda istikrarlı bir şekilde yol alabilmeleri güçtür.
Hava grubundan bir kişi, her ne kadar bedene yani tabiata
aşırı düşkün değilse, şartlanmalara aşırı bağlı değilse, benlikçi
değilse de; buna karşılık, istikrarlı, düzenli, disiplinli bir çalışmaya giremediği
için hedefe ulaşması güçtür.
Burada
yetiştiricinin, her kişiye kendine özgü yapısal özelliklerine göre hangi tür
mücadele gerekiyorsa onu öne geçirerek tavsiye etmesi hususu oldukça önemlidir.
Çünkü her birinin öne geçirmesi ve yapması gereken çalışmalar farklıdır.
Birisi, önce tabiatı
esas alan bir mücadele şekliyle daha kolay hedefe ulaşır. Bir diğeri, şartlanmaları
öne alan bir çalışma şekliyle daha çabuk hedefe ulaşır. Bir diğeri vehmi
benliği ortadan kaldıran Teklik görüşünü esas alarak hedefe daha
kolay ulaşabilir.
Ancak, hangisi
ele alınırsa alınsın, birinin ele alınması sonucu, onun hafiflemesi ile
birlikte düşünülecek ikinci bir olay vardır...
Meselâ, siz şartlanmaları
kaldırmak yolunu tutarsınız...
Şartlanmalar,
birtakım toplumsal yasakları getirir.
Siz toplumsal
yasakların şartlanmalarla oluştuğunu, karşınızdakine idrâk ettirdiğiniz
zaman; eğer bu kişi tabiattan arınma yolunda bir takım idrâklara
ulaşamamışsa, "etraf ne derse desin, bana vız gelir", deyip bedenin
tabii istekleri doğrultusunda yemek, içki, seks, kumar ve bedenin değişik
saplantıları istikametinde bir yaşama doğru kayar.
Şartlanmaları
oluşturan değişik mânâlar; yeryüzünde mevcut olan bütün şartlanmaları oluşturan
mânâlar, esas itibariyle ilâhi isimlerin bileşimleri sonucu olarak meydana
çıkar.
Her birimde,
kendi terkibine uygun bir biçimde, çeşitli ilâhi isimler ağırlıklıdır. Ve o isimlerin
oluşturduğu terkip, bir mânâyı ortaya koyar. O mânâ, ağırlığı nispetinde
şartlanmaları meydana getirir. Bu, Allah`ın "Melikiyet"
vasfının eseridir. Yani, bir diğer ifadeyle, "Esmâ Mertebesindeki"
mânâların, yaşanılan âlemde ortaya çıkması şeklinde görülür.
"Nefs", "Rubûbiyet" mertebesinde meydana gelmiş olduğundan; "Rubûbiyet"in
şânında da hüküm altına girmemek yattığından, her bir birimde ortaya çıkan
"nefs" bilincinin gereğini, dilediği gibi yapmayı arzu eder; yaptığı
işi, sonunun kendisine yarar mı zarar mı getireceğini düşünmeden yapar.
İşte bu, "bilincin
Rubûbiyet gereğince özelliklerini ortaya koymasındandır"...
Birisi, önce tabiatı
esas alan bir mücahede şekliyle daha kolay hedefe ulaşır. Bir diğeri,
şartlanmaları öne alan bir çalışma şekliyle hedefe ulaşır. Bir diğeri vehmi
benliği ortadan kaldıran Teklik görüşünü esas alarak hedefe daha kolay
ulaşabilir.
Bunlardan
hangisi uygulanırsa uygulansın, o şıkkın ele alınması sonucu, onun hafiflemesi
ile birlikte, karşımıza olayın ikinci ve üçüncü şıkları problem olarak
çıkacaktır.
Sizin ona,
sadece şartlanmalardan kurtulma yolunda yapacağınız bir yardım, bir çalışma,
onun bu defa tabiat batağında boğulmasına yol açacaktır. “Tamam, şartlanmaları
attım” diyecek; ondan sonra yemeye, içmeye, sekse, bedenin alışkanlıklarına
tabi hale gelecek ve bilinç, beden bataklığında boğulup, helâk olup gidecektir.
Ondan sonra da, beden batağından kolay kolay çıkması imkânı yoktur.
Veya aksini
düşünelim;
Tabiatla
mücadele konusunda yola çıktı...
Tabiatı terk yolunda bir takım riyazâtlar yapıyor. Fakat bu riyazâtlar, bu
çalışmalar bir takım açılımlar getiriyor ve idraklar oluşturuyor. Onda oluşan
bu mânâlar bu sefer kendini değerli bir varlık, bir birim olarak görmeye
düşürtüyor. Yani, "Enâniyete" sürüklüyor...
Tasavvuftaki
tâbiri ile, bu tabiatı terk yolunda başarılı halleri, enâniyete-benliğe
sürükleyince, kendini yüksek mertebede bir kişi olarak hayâl ediyor.
Veya ona "Vahdet"
sırrını açıyorsunuz, gerçek değerleri veriyorsunuz. Bu sefer; "Ben bu
beden değilim" diyerek bedeni salıveriyor; düşüyor bedensel arzu ve
isteklerin içine!. Yani, olay sürekli böyle dönüşümlü. Her an bataklığa
kayışı söz konusu oluyor..
Oysa, şu gerçeği
iyi anlamak icabeder..
Okyanustaki
balık için su bitmez tükenmez olarak algılanmasına rağmen, ona dünyayı kuşatan
gerçeğin hava olduğunu kolay kolay anlatamazsınız!. Dünyayı kuşatan hava
"hakikatı"nı ona anlattığınız zaman o sonunda bu gerçeği
kabullense; ve
Dünyayı kuşatan
hava gerçeğine rağmen, o su içinde dünyaya gelmiştir ve yaşamına su şartlarına
göre yön vermek zorundadır.. Zaman zaman suyun dışına sıçrayıp havayı gören,
tanıyan bu istidat ve kabiliyette balıklar olmasına rağmen, onlar dahi diğer su
mahluklarına örnek olamazlar..
Balık, bedeninin
doğası gereği suyun şartlarına göre kendini geliştirmek zorundadır, her ne
kadar hava gerçeğini bilse dahi!.
"VAHDET"
hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda
yaşanır; insan, bedeni itibariyle, yeraldığı boyutun şartları tâbidir!.
Dolayısıyla,
kişinin bütün yaşamı boyunca, bedenin istek ve arzularından kendini kontrol
edebilmesi, şartlanmaların ve şartlanmaların getirdiği değer yargılarının, bu
değer yargılarının kendisinde oluşturacağı duyguların üstüne çıkabilmesi; daha
sonra da bunlardan arınmış bir halde, varlığı oluşturan "Nefsi
Küll"ün bilinciyle kendini tanıyıp hissetmesi gerekir.
"Rahman
arş üzerine ıstiva etti"
Âyeti
artık onun için tecelli etmiş ve varlık âlemini her an seyreden; varlık
âleminde tasarruf edebilen olmuştur.
Şimdi, bu hususu
biraz daha genişletelim.
"Bilincin
arınışı sonunda" dediğimiz, ya da "Nefsin
tezkiyesi" diye bilinen özbilinç noktasında yani "Sâfiye
Nefs" boyutunda kendini tanıyabilme durumuna işaret eden bir uyarı
vardır:
"Allah`ın
ahlâkı ile ahlâklanınız"!..
Bu
mertebedeki bakışa İsa Aleyhisselâm da şöyle işaret etmiştir:
"Sen
insan gibi düşünüyorsun, Allah gibi değil"!.
Evreni var eden
Mutlak Varlığın ilmi ile, algılananları değerlendirmek; anlamında kullanılan bir ifade.
Şunu
hatırlayalım ki, varlık âleminde ne görüyorsak, ne algılıyorsak, ne düşünüp
tahayyül ediyorsak, bütün bunların hepsi de "Allah" ismi ile
işaret ettiğimiz yüce Zât`ın ilmi ve kudreti ile, ilminde, esmâsındaki
mânâların açığa çıkması sûretiyle meydana gelmede...
Yani, her şey,
"şey"in varlığı, isteği, iradesi dışında; evreni meydana
getiren Zât`ın, ilmi ve iradesi istikâmetinde oluşuyor.
Bütün algılanan
zıtlar aynı Tek kaynaktan meydana geldiğine göre, O Tek kaynak,
bütün bu zıtların fevkindedir!.
Esasen,
kâinatta, mevcudatta "zıt" yoktur!. Çünkü, Allah`ta zıt
yoktur!. "zıt" kavramı bize göredir!.
Burada
farkedilmesi gerekli olan husus şudur:
Zulmet, nur`un
zıddı değil; onun açığa çıkmaması hâlinin adıdır!.
Dalâlet, hidâyetin
zıddı olarak varolmayıp; hidâyetin açığa çıkmaması halinin adıdır.
Varlıkta asıl,
Allah isimlerinin işaret ettiği mânâlardır.. Bu isimlerin işaret ettiği
mânâların ise zıtları varolmayıp, esas olarak bilinen ismin manâsının açığa
çıkmaması dolayısıyla algılanan o durum "zıd" diye düşünülür.
Yani, asıl olan
isimlerin özelliklerinin algılayıcıya yeterli oranda açığa çıkmaması hâli, o
ismin mânâsının zıddı olarak
Meselâ varlıkta
asıl Nur`dur.. Nur`un algılayıcıya göre yeterli oranda açığa
çıkmaması halinde, içinde bulunulan durum o birime göre zulmet olarak
nitelendirilir.
Zıd olarak
Esmâsı yönünden;
"Allah
âlemlerin Rabbı'dır"..
Fakat;
"Allah
âlemlerden Ganî`dir"!.
Allah
âlemlerin hem Rabbıdır ve hem de Allah
âlemlerden Ganî`dir!.
Hiç bir zaman bu
iki ana düsturu, prensibi unutmayacağız ve bu iki prensibe gâfil olmayacağız...
Dolayısıyla,
"Âlemlerin
Rabbı'dır ALLAH"!...
Ve,
"Âlemlerden
Ganî`dir"
istikametinde
hem tüm mânâları ve bu manâların fiile dönüşüş hallerini Allah'a
bağlayacağız... Hem de Allah'ın bu mânâlarla kayıt altına girmekten münezzeh
olduğunu vurgulayacağız..
Yani aynı anda
aynı şekilde geçerli olan iki gerçekten birinde saplanıp kalmayacağız!.
Bu Allah`a ait
bir realite!.
Ve...
Varlıkta da O'nun
varlığı dışında bir "şey" mevcut olmadığına göre, bu senin
"Nefs"ine ait olan bir realite!.
Senin gerçekte, "Sâfiye"
asıllı olan ve o düzeyde olması gereken "nefs"inin bilinci
ne zaman ki bu vasıflarla vasıflanmaktan örtülüyor; ve sen belli kayıtlar
altına giriyorsun, işte o anda sen vehmi, zanni benlikle son derece
sıradan "koza içi" bir yaşama girdin demektir!..
Bu girişin tabii
sonucu olarak da ister istemez çevresel şartlanmalar senin üzerinde etkisini
gösterecektir...
"Saf" olması gereken bilinç kendi öz değerlerinden örtülü olduğu zaman
çevresel şartlanmaların kaydı ve hükmü altına girer.
Ana baba
şartlanmasından, okul şartlanmasından, bulunduğu topluluğun şartlanmasından,
çeşitli TV ve basın yayın organlarının şartlanmasından aşama aşama, sayısız
şartlanmaların içine girer.
Ve, bu
şartlanmaların içine girdiği andan itibaren de artık bütün davranışları, o
şartlanmalar istikametinde kendisinden ortaya çıkar...
Toplum veya
yakın çevresi kendisine neyi değerli olarak empoze etmişse, öyle
şartlandırıldığı için değerli
Yalnız, burada
önemli bir hususu daha vurgulayalım!...
Meselâ, o kişi
ateş karakterli bir burcun karekteristiğine sahip ise, o özellikleri
doğrultusunda o şartlanmaları değerlendirir. Veya toprak özellikleri ağırlıklı
bir burcun karakteristiğine sahipse, şartlanmaları o toprak karakterli
vasıflara göre değerlendirir. Veya su yapılı ise onun karakteristiğine ve
davranışlara doğru yönelir...
Şartlanmalar,
kişinin isimler terkibi doğrultusunda onu etkiler.
Şartlanmalar,
kişide belli değer yargılarını meydana getirir.
Şöyle düşünün bu
olayı...
Siz çevreniz
tarafından bir şey hakkında, "bu değerlidir" diye
şartlandırılmışsınız. Böyle şartlandırıldığınız sırada sizin gerçek
kişiliğiniz, gerçek benliğiniz ortaya çıkmamış; henüz gelişmemiş durumdasınız.
Bir zeki mahlûk halinde yaşıyorsunuz... Çevren de
Benlik,
dilediğini yapıyor!.