AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
N
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm
insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı
ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve
KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz.
Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
FİHRİST
· Nâfile
· Namaz(Salât)
·
“Namaz” , Niçin “Din’in Direği”dir?
·
Namazdan Gâfil Olmak
·
Namaz, “Sarhoş”a Niçin Yasaklanmıştır?
·
Namaz Nasıl "Mi'râc" Olur?
·
Namazın "Mi'râc" ta 5 Vakte İndirilmesi
·
Mülk Âlemi’nin Namazı
·
Melekùt Âleminin Namazı (Orta Namaz-salât-ı Vusta)
·
Ceberût Âlemi’nin Namazı (Dâimi Namaz-“Mukarreblerin Namazı”)
·
Nâfile Namaz
·
Sünnet mi, Kaza mı Kılalım?
·
Cenaze namazı
·
Cenaze Namazında Niçin “Fâtiha Sûresi” Okunmaz?
·
Cuma Namazı
·
Tesbih Namazı
·
İstihâre namazı
·
Kaza Namazı
·
Vitr Namazı
·
Namaz Kılınmaz!
·
İkâme Olunan Namaz
·
Necâsetten Tahâret
·
Setri Avret
·
Vakit
·
İstikbali kıble
·
Niyet
·
Tekbir Almak
·
Kıyam
·
Sübhaneke Okumak
·
Eùzü besmele çekmek
"Fatiha"Okumak (Bkz.Kur'ân Sûreleri Hakkında)
·
Rukù
·
Secde
·
Ettehiyatü Okumak
·
Namaz Sonunda Selâm verme
· "Nankör"
· "Nasib"
· Nâsùt Âlemi
· Nebi
· Nübüvvet
·
Nübüvvet Türleri
·
1-Nübüvvet-i Bâtın
·
2-Nübüvvet-i Zâhir
·
a-Nübüvvet-i Teşriyye
·
b-Nübüvvet-i Târifiye
· Nefs
·
Nefs’in (“BEN”in) Arzuları Nelerdir?
·
Nefsin Arzularından Kurtulmanın Yolu
·
“Nefsini Bilen Rabbını Bilir!”(“Men Arefe” Sırrı)
·
Nefsten Çıkmak
·
Nefs’in Hakikati Nedir?
·
Nefsin Hakikatini Bulmak
·
Nefsinin Hakkını Edâ Etmek
·
Nefsi Küll
·
Nefs Mertebeleri(Klasik Anlatımla)
·
Nefsin Mertebeleri Nerede?
·
Nefs Mücahedesi
·
Nefsi Tanımak
·
Nefsin Kendini Tanıma Aşamaları
·
Nefsin Tezkiyesi
·
Nefse Zulmetmek
· Nifak
· Nikâh
· Nur
· Nüfuz
Arapça
olan, “ nâfi ” kelimesinin anlamı; Yararlı, faydalı demektir.
Ayrıca Esmâ-ül Hüsnâ’daki isimlerindendir.
Nâfilelerle
demek; Bir takım faydalı, yararlı çalışmalarla kişi ancak Allah’a yakîn elde
edebilir, demektir.
Yani
taban, en alt sınır olan çalışmalar zaten kişinin kendini toparlayıp,
kurtarabilmesi için zorunlu olan şeyler. Ama kişi, Allah’a yakîn elde etmek
istiyorsa, bunu dışında daha bir takım yararlı, faydalı çalışmalar yapmak
durumundadır.
Farzları
yerine getirmekle değil, fazladan yapılan nâfilelerle kişi yakîn elde edebilir.
“Tefekkür”,
Allah’a yakînin ilk basmağıdır. Tefekkürü
olmayanın yakîni oluşmaz! Allah’a yakîn elde etmek isteyen kişinin adım
atacağı ilk basamak tefekkürdür.
Yani,
nâfile yapılan ibadetler, tefekkür basamağına basıldıktan sonra kişide tesirini
göstermeye başlar. Tefekkür yoksa, zaten bir yere varılması mümkün değildir.
Çünkü insanı hayvandan ayıran özellik, tefekkür özelliğidir.
hf
Hacca
gitmek günümüzde bir hayli zorlaştı. Büyük paralar istiyor. Ve toplumun büyük
bir kesimi Hacca gitme imkânından mahrum!.
Hacca
gittiğimiz zaman, “Arafat'tan", anamızdan doğduğumuz günkü kadar bütün
günâhlarımızdan arınmış olarak sâf, temiz bir hâlde geri dönüyoruz.
Peki,
bu güzel şey de, ancak, ALLAH’ın kendisine büyük imkân tanıdığı bir kimse ise,
bu şansa sahip oluyor.
Hacca
gidecek mâli imkânları elvermeyen bir kişiyi düşünelim!..
O
kişi Allah’a imân ediyor. Rasûlullah’a imân ediyor,
ama, gayet doğal olarak beşer olduğu için de çeşitli eksikleri, noksanları,
kusurları, yanlışları vs. var. Bilerek veya bilmeyerek işlediği çeşitli kusur
ve yanlışların getirdiği günahlarla da bezenmiş bir hâlde... O zaman, bu
kişinin kurtulma şansı nedir? Kendini nasıl kurtaracak?. Ne yapması gerekiyor?.
Böylesine
imân sahibi olan kimselere Cenâb-ı Hak bir yol göstermiş ve kolaylık
sunmuş. Bu kolaylığı bize Hz.Rasûlullah, Efendimiz Hz. Muhammed
Mustafa S.a.v. şöyle bildiriyor :
“Kılınan
her vakit namazı, kendisinden önceki namazla arasında işlenmiş olan bütün
günâhları siler, temizler, arıtır.”
Ve
bunun misâlini de şu şekilde veriyor.
“Sizin
evinizin önünden bir ırmak aksa ve siz bu ırmağa günde beş defa girip çıksanız,
üzerinizde hiç bir kir, pislik kalır mı?"
Nasıl
ki, günde beş defa yıkanan birinin üzerinde maddi bir kir, pislik kalmazsa,
aynı şekilde günde beş vakit namazını edâ eden kişinin de üzerinde günah kiri
kalmaz.
Ama
burada bir incelik var. Bu anlatımda dikkat etmeniz gereken bir püf noktası
var:
Yine
Hz. Rasûlullah buyuruyor ki:
“Fâtiha’sız
namaz olmaz!“
Namazı
edâ etmiş olmanın ana şartı, her rekâtta Fâtiha sûresini okumaktır. Nedir o
Fâtiha sûresi bir kez okuyalım;
Bismillâhirrahmanirrahim.
Elhamdulillâhi
rabbel âlemin, errahmanürrahim, malikiyevmiddin, iyyake na'büdü, ve iyyake
nestâiyn, ihdinas sıratel müstâkiym, sırat ellezine enâmta aleyhim, gayril
mağdûbi aleyhim, veleddââlliyn, âmin.
Eğer
bu, namazda okunmazsa o namaz yerine gelmiş, edâ edilmiş olmaz, diyor Hz. Rasûlullah.
Ve,
yine buyuruyor ki:
“Namaz,
mü’minin Mi'râc ‘ıdır.”
Buradaki
“namaz mü’minin mirâcıdır” ifadesini iki yönlü ele almak lâzım.
Namazın
Mi'râc olması;
Mirâc'ın
namaz olması…
Namazın
Mi'râc olması ne demek?.. Mi'râcın namaz olması ne demek?..
Edâ
edilen her namaz, kendisiyle öncekilerin arasındaki günâhların affına vesile
oluyor.
Günün
her hangi bir vaktinde, ansızın ölebilirsin. Öldüğün anda artık ana-baba, eş,
çocuk, koltuk, iş, para, mal-mülk gibi değerlerin hiç geçerliliği kalmayacak!
Tek başına başka bir âlemde ve ortamda olacaksın.
Bu
ortama, dünyada yüklediğin tüm beşeri yükler ve günâhlarla gitmek mi?.
Yoksa,
bütün bu beşeri yaşamdaki günahlarından arınarak, temizlenerek gitmek mi evlâ?
Evvelâ buna bir karar vermek lâzım.
Eğer
günâhlardan arınmış, temizlenmiş olarak gitmek istiyorsak, bunun en kolay yolu
günde beş vakit namazı, vakitlerinde edâ etmektir.
Şöyle
dediğinizi işitir gibi oluyorum.
“Eee
canım, Allah ona para vermiş, imkân vermiş. Hacca gitti, bütün günâhlarını
sıfırladı geldi. Benim param olmadığı için gidemedim!.”
Senin
paran yoksa, imkânın yoksa Cenâb-ı Hak sana da beş vakit namazı ihsan
buyurdu. Günde beş vakit edâ ettiğin zaman her bir namaz arasındaki günahlardan
temizlenip, arınıp, sıfırlanıyorsun!.
Peki,
bu beş vakit namaz da neye bağlı?
Fâtiha’nın
okunmasına bağlı. Fâtiha’sız namaz olmaz!
Fâtiha
sûresinde ne var ki, Fâtiha’sız namaz olmuyor?.
Kur’ân
‘ın diğer sûrelerinde olmayıp da sadece Fâtiha sûresinde olan ne?.
Fâtiha
sûresinin en önemli en can alıcı âyeti;
“İyyake nâ’budü ve iyyake nestaiyn,”
dir.
İnsanın bütün günahlarının bağışlanmasına sebep olan âyet, “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn”
âyetidir. Niçin?..
Buna
girmeyeceğim. Herkes kendi bünyesinde, kendi ilmine göre, kendi mertebesine
göre düşünsün araştırsın!..
Ama
buradaki sırrı size söylüyorum.
Buradaki
sır “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn”
dir. Onun için namazda Fâtiha ‘yı okurken özellikle bu âyeti düşünerek okuyun!.
Üstünde durarak okuyun!.
Namaza
durduğunuz zaman, ezbere, düşünmeden, bir teyp gibi değil; namazı düşünerek,
üstünde durarak okursanız, farkını ve faydasını mutlaka görürsünüz.
Bu
masayı üstün körü, şöyle bir silmek var; bir de bastırarak, işine önem vererek
silmek var. Ehemmiyet vererek silersen tozu, masa daha iyi temizlenir.
“İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”
âyetini de düşünerek, anlayarak, hazmederek tekrar edersen, mermerin üzerindeki
kirleri böyle almışın gibi bütün günahlarından arınır, temizlenir, pâklanır ve
o namaz sonrasında vefat edersen, o namaza kadar olan bütün günahlarından
arınmış olarak Âhirete intikal edersin...
Böyle
bir kısmeti böyle bir şansı, imanı olan hiç kimse tepmez!
Öyleyse,
bize verilen beş vakit namaz nimetini çok iyi bilelim.
Vaktin
yok, mümkün değil, sünnetlerini kılamıyorsun. Kılamazsan da hiç olmazsa
fazladan geçtik, farzları edâ etmeye çalış ve Fatihayı okurken de bilinçli,
şuurlu olarak oku!. Özellikle “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”
âyetini bilinçli, şuurlu bir şekilde düşünüp tefekkür ederek tekrar et!.
Allah,
bütün namazlarınızda bilinçli olarak Fâtih’ayı OKUmayı ve özellikle bu
âyetin üzerinde durmayı, anlamını açmayı bize kolaylaştırsın!. Bu sırrı
anlamayı bize nasip etsin!.
Ben
bu sırrı size açamam!.. Niye açamam?..
Çünki
siz, yumurtayı dışarıdan kırarsanız, içindeki civcivi öldürürsünüz.
Civcivin
kendisinin yumurtasını kırıp dünyaya çıkması, açılması gerekir. Vaktinden evvel
yumurtayı kırdığınız takdirde içindeki civcivi öldürmüş olursunuz.
Siz,
kendi yumurtanızı kendiniz kırarak çıkmak zorunda olduğunuz içindir ki, sırrın
“iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” olduğunu söyleyebilirim. Ama, niye
bu âyette böyle bir sır var; bunu açamam!.
Namaz nedir diye sorun çevrenizdekilere… Yüzde doksanbeşi tanrıya tapınma
olarak anlatacaktır…
Bedensel
bir faaliyettir!..
Huzuruna
çıkmaktır!.
Önünde
secde ederek tanrının büyük(!)lüğünü kabul etmektir; diyeceklerdir…
Salât, yöneliştir!…
Bâtının
ve hakikâtın olup, özünden Zâhir olanı hissedip, bunun sonuçlarını yaşamaktır!…
O’nun indinde hiçliğini, yok olduğunu yaşamakla başlayıp; kıyâmda,
kendini dillendirişinin; rükûda, kudretinin önünde yaratılmışın kulluk etmekten
başka şansı olmadığını açığa çıkarmasının; secdede,
“lillahil
vahidil kahhar”
hükmünün
eserini ortaya koyuşunun yaşanışıdır!.. Ve bu salât, mi’râcın kapısını
açar mümine!…
Yukarıdaki
tefekkürsüz şeklî tapınmaya verilen isim ise namazdır!..
İman
ve gereği fiillerle Cennet'e, düşünsel arınmayla “Allah”a
erersin; takdirindeki kadarıyla…
Tefekkürsüz,
sorgulamasız “Allah”a ermiş tek bir ferd yoktur, buna Allah Rasûlü
de dahil!.
Fâtiha’sız
salât olmaz, çünkü yönelişin anahtarı odur!..
Onun anlamının tefekkürüyle başlar “Allah”a yöneliş!… Anlamını
tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe, yalnızca papağan gibi
tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi “bal”dan mahrum, bedeni
onun lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı gibi!.. Sana “bal”ı
öğretmişler ki, alıp yiyerek değerlendiresin, diye!.
Namaz,vehmi
benlikle başlar,secdedeki yoklukla tamam olur.Namazdaki amaç,Allah’ı
görebilmektir !
“Namaz”,
Hak’ka urûctur boyutsal anlamda!..
Namaz
var; kılınır fast food’da sandviç -kola yeri çer gibi..
Namaz
var ; ikame olur,dostlarınla attığın her bir lokmanın lezzetini hisseder gibi…
Genelde
günlük namazların içinde bunu hissedebilmek zordur.Günün şartları yaşam biçimi
içinde zordur.
İşte
onun için denmiş ki,
”Kulum
bana nâfilelerle yaklaşır”.
Yani
gecenin müsait bir saatinde belli bir kitap okumuşsun-tefekkür yapmışın,bir
konsantrasyon oluşmuş az veya çok ondan sonra o konsantrasyonla birlikte namaza
durmuşsun.
”Allahû
Ekber” derken “Allahu Ekber” sözünün anlamını
düşünüyorsun.Allah’ın sonsuzluk denizine dalıyorsun…
”Elhamdü
lillahi rabbil âlemin”derken, “Âlemlerin Rabbı olan ALLAH ancak
kendi kendini anlayıp bilebilir-değerlendirebilir-hissedebilir.Ben O’nun
varlığında bir HİÇ’im.O’nun sonsuzluğu yanında ben neyim ki?diye başlayıp
“Elhamdü lillah” diyorsun!
İşte
,ondan sonra dersin ki;”Gece olsa da namaza dursam!”
İşte
o,”İkâme olunan namaz”dır..
O,hissiyattır!
İşte,
kişi bunlarla Allah’a yakini elde etmeye başlar.
Peki,”ben
bunları yaşayamıyorum,gündüzleri namazı kılmayayım mı?”…Hayır!
O
gündüz namazları sende belli bir taban oluşturacak.Gündüz şuursuz bir
şekilde çektiğin o zikir-tesbih senin beyninde belli bir açılım
yapacak.O açılımın neticesinde işte sen öteki tarafta bunları hissedip
yaşamaya başlayacaksın.Onun için ne diyoruz?…Gündüz aklın fikrin nerde olursa
olsun,o zikri yap! O zikir senin beyninde o kapasiteyi açacak!
"...Ve
yukıymunes salâti..." (2-3)
“...Ve
namazı kaim kılarlar...”
Burada
bir kaç mânâ anlıyoruz...
Şayet
dikkat edersek, "yusallune" yerine "yukıymunes salâti"
denmiştir... "Namaz kılarlar" anlamına olarak "yusallune"
kelimesi kullanılabilecekken; toplu olarak "namazın kaim
kılınmasından", yani, bu kelimeyle işaret edilen mananın toplu olarak,
elbirliğiyle gerçekleştirilmesinden sözedilmektedir; ki, bu üzerinde önemle
durulması gereken bir işaret olmaktadır...
Ayrıca
“salât” hem “dua” anlamındadır; hem de “namaz” anlamına
gelmektedir...
Öyle
ise olayı burada da çift yönlü, yani her iki mânâya da dönük bir şekilde, ayrı
ayrı değerlendirmek mecburiyetindeyiz..
Yani,
“salât”ın hem bireysel işlevi sözkonusudur, hem de toplu işlevine dikkat
çekilmektedir...
Toplu
ve bireysel uygulaması sözkonusu olan “salât”ın hem “dua” yanı, hem de “namaz”
yanı mevcuttur...
Ve
“NAMAZ”ın dahi, “kılınması”; “ikamesi”; “vustası” ve “daimisi”
mevzubahistir!...
Bize
bu konuda açılanlardan, anlatabileceğimiz kadarıyla, bunları izaha çalışalım...
“SALÂT” kelimesinin mânâsını ister “DUA” anlamıyla, ister “NAMAZ”
anlamıyla değerlendirelim, her iki şıktada faaliyet beyinde ve düşüncede
olamaktadır...
Namaz
dahi; “okunan şeylerin mânâsının bilinmesi zorunlu olmadığına” göre bir yönüyle
tamamen beyin faaliyetleriyle ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır...
Böyle
olunca, farkedilmektedir ki, en alt düzeyde yerine getirilen “SALÂT” ile, yani
“namaz kılınarak”, "ALLAH" isimleriyle bezenmiş ve oluşturulmuş beyin
tarafından, okunan âyetler ve dualar ile ilgili konuda “yönlendirilmiş
dalgalar” üretilerek bunlar hem dışa, çevreye yayılmakta; hem de “Ruha
yüklemektedir”!.
Bireysel
mânâda yapılan bu çalışma, şayet toplu olarak yapılma yoluna dökülürse, o zaman
olay çok daha büyük boyutlarda sonuçlar oluşturmaktadır... Yani, “cemaatle
namaz” veya “toplu dua” gibi!...
Çünki
pek çok beyinden yayılan güçlü yönlendirilmiş beyin dalgalarının istenilen
amaca dönük bir şeyler oluşturma ihtimali çok daha fazladır!..
İşin
içyüzü böyle olunca, “salâtı ikâme etmenin”
mânâsını, “inananların inançları doğrultusunda güçlü beyin dalgalarını
kullanmak suretiyle, topluma yararlı yön verme” anlamında
değerlendirebiliriz sanırım...
Bu
mânâda yağmur dualarından; düşmanın kahrına; ya da HACDAKİ milyonların vakfe
duasına kadar çeşitli duaları hatırlıyabiliriz...
Diğer
taraftan olayı “namaz” olarak ele aldığımızda da aynı hususa işaret edildiğini
görmekteyiz...
-"Cemaatle
kılınan namaz, ferdi kılınan namazdan yirmibeş kat daha kazançlıdır"
şeklindeki Rasûlullah açıklaması bu olayı açık-seçik vurgulamaktadır...
Demek
ki, “Salâtın topluluk tarafından ikâmesinin” bir mânâsı da bu oluyormuş..
hf
NAMAZ;
“ALLAH’IN HUZURUNA ÇIKMAK “ DEĞİLDİR!
Namazda
“İhsan” derecesini Efendimiz Aleyhisselâm şöyle anlatıyor:
-"Sen
Allah'ı göremiyorsan dahi, Allah seni görüyor olarak düşünüp, namazını böylece
eda etmendir ihsan!...
Bunu
da, basit bir dille, “Allah'ın huzuruna çıkmak” diye dilimize çevirmişler..
Halbuki,
sadece namazda değil, her an O'nun huzurundasın!... Her an O'nun huzurunda
iken, bundan gaflet edip; sadece namazda O'nun huzuruna girmeyi kabullenmek,
son derece önemli bir “SAPMA”dır!..
“Namazdasın,
Allah'ın huzuruna çıktın”... demek son derece fahiş bir yanlıştır!... Küfre
kapı açan bir yoldur bu düşünce!... Niye?
Çünkü,
namazın dışında iken, O'nun huzurunda, değilsin, o bulunduğun yerde o yok(!)...
Seni görmüyor, bilmiyor; ötelerde bir yerde oturuyor... da; sen namaza durunca
O'nun huzuruna gidiyorsun, giriyorsun!!!... Olmaz böyle şey!..
Bu
“sapmış” düşüncenin kişiyi getirdiği nokta, "ALLAH"ı inkâr ve ötede,
tepede, uzakta bir yerde ya da boyutta bir “TANRI” kavramını kabullenmedir!...
İşte
bu sebebledir ki, bu hususu iyi anlamak ve değerlendirmek zorundayız...
hf
”Namazdan
gafil olmak ” ;haşyet şuurundan ve duygusundan mahrum olmak demektir!
hf
NAMAZ, NİÇİN “DİNİN
DİREĞİ”DİR?
Hz
Rasûlullah Aleyhisselâm efendimiz bir açıklamasında:
"Namaz
dinin direğidir"
buyuruyor.
Dinin
direği ne demektir?..
O
zamanlarda, insanların çok az bir kısmı kerpiçten yapılan evde yaşarken, büyük
bir kısmı çadırda yaşıyordu... Çadırın meşhur orta direği vardır. O çadırı
ayakta tutan ana direk gibi; dinin direği de namazdır!
Kişi,
"mi’râc olan namaz" gerçekleşmediği sürece, bir önceki
basamakta yapmış olduğu “kelime-I tevhid”i tasdikinin gereğini hissedip,
yaşayamaz!. Bilgide kalır!.
İlm-el
yakîn, “kelime-i şehâdet”in sırrının kavranmasıdır!.
Bunun
ayn-el yakîni “namaz”ın mi’râc oluşudur!.
Hakk-el
yakîni “oruc”tur.
Buraya
kadarı Fenâ Fillah’tır…
Bakâ
Billah ise “zekât”tır!
Bunlar
bugüne kadar pek bahsedilmemiş şeyler olduğundan, belki de nasıl oluyor diyerek
yadırgayacaksınız, şaşıracaksınız; hatta belki de reddeceksiniz…
Ama
sakın ola ki inkâr etmeyin; nefsinize zulmetmeyin!.
"İlmel
yakîn"de; kişi ilmî idrâk ile "Allah"ın
tekliğini, Hz Rasûlullah’`in elçiliğini ve kulluğunu idrâk ederek şehâdet eder.
Bu
şehâdetin neticesinde, aldığı ilme göre namazı ikâme ederse
(namaz kılarsa değil), o namazı ikâme edişi ile kendisinde mi`râc başlar..
O
yaptığı "uruc" ile oluşan "mi`râc" sonucunda
da "Allah"a vâsıl olur!...
Bunun
da neticesinde kendi varlığı ortadan kalkar; varlığında TEK mevcud olan Hak'tan
gayrı olmaz!.
Bu
halde varlığının Hak'kın varlığı olduğunu kavrayınca; kendisi
varlığındaki ilâhi vasıflarla tahakkuk eder.
Ettiği
zaman, "“oruc”lu olup, zâhir olduğu kapasite çapında aç kalır,
susuz kalır; açlığa ve susuzluğa tahammül gösterir; "Samediyyet
tecellisi olur" böylece de "hakk-el yakîn" hâli
kendisinde zuhur eder.
hf
NAMAZ, “SARHOŞ”A
NİÇİN YASAKLANMIŞTIR?
Sarhoşlar
için gelmiş bir âyet var;
“sarhoşken
namaza yaklaşmayınız!.”
Niye?.
“Sarhoşken” sözünden kasıt ne?
Ne
dediğinizi, ağzınızdan çıkanı bilmez bir halde iken namaza yaklaşmayın! diyor.
Sarhoşluktan
murad, içki içmek değil, içkinin şuuru bulandırmış olması, ve bunun neticesinde
de, ağızdan çıkan sözün idrâkında olmamak demektir.
Yani,
ağzından çıkanın manâsını sen idrak edemiyorsan, o zaman namaza yaklaşma!
diyor.
Biz,
bunu nasıl anlıyoruz?...
İşte;
“Lâ
yemessehu illel mutahharun.”
“Tâhir
olmayanlar Kur’ân ‘a el sürmesinler!”
âyetini
anladığımız şekliyle uygulayıp, haydi duşun altına!. Yıkanıp temizlenmeye
çalışıyoruz...
Duşun
altına gir de, “Kur’ân ‘a öyle dokun” demiyor!.
Kafandaki
şirk düşüncesinden arındıktan sonra, Allah ismi ile neyin kastedildiğini idrâk
ettikten sonra, al bu Kur’ân ‘ı oku! Yoksa, anlayamazsın!. demek olduğu gibi, “sarhoşken namaza yaklaşmayın” âyetinin manâsı
da; “ne dediğinin idrakinde değilsen, namaza yaklaşma “ demektir.
Çünkü,
namazdan amaç; Mi’râctır...
Mi’râc’dan
amaç; Allah’ı bâtınında müşahede etmektir.
Allah’ı
bâtınında müşahede etmek, idrâk ile şuûr ile olur.
NAMAZ NASIL Mİ’RAC OLUR ?
Namazdan
amaç,Mi’râc ‘tır!
İdraksız-şuursuz
bir şekilde namaza yöneldiğin zaman ,namazın şeklini yerine
getirirsin; tıpkı benim buraya hasbel kader
uğramış bir adamın ben konuşurken İstanbul’daki işlerini düşünmesi ve benim
söylediklerimin ona hiç girmemesi gibi!
İstanbul’dan
kalkmış bir yığın cefaya katlanmış buraya gelmiş yarım saat
karşımda oturuyor ama kafasında İstanbul’daki işleri var.benim söylediklerimin
hiçbiri bir kulağından girip bir kulağından çıkıyorl
değil,kulağına bile girmiyor ve ondan sonra buradan kalkıp gidiyor.
”Ne
konuştu Üstad ?” diyorlar,İstanbul’da...
“Sorma
kafamda çok işler vardı ,hiç ne dediğini duymadım bile” diyor.
”Peki,niye
kalktın gittin kardeşim İstanbul’dan taâ Antalya’ya kadar?”Ne konuştu?!”
“Çok güzel konuştu”
“Ne
dedi?” “Çok iyi şeyler anlattı” !
“Ne
dedi?” “Çok güzeldi,çok huzurverdi yahu.çok güzel odası vardı!”
”Ne
dedi?” “Çok iyiydi” !!!???
Namazda
çok iyi,bir çoğumuz için!
Namaza
duruyoruz...Ne amacın farkındayız,ne bir şey!
”İşte,
görev!Görevi yerine getiriyoruz”!!...
Görev
olsun diye namaz verilmedi ki sana!
Namaz
bir amaç uğuruna sana verildi!
Nedir
o amaç?
Bâtınında-hakikatında
Allah’ı müşahede edesin diye!.Sen bu amacı
gerçekleştirmek için namaza gireceksin, namazı edâ edeceksin ki
Mi’râc hâsıl olsun!
Yani
bu ,bir görev değil!
Bu
Mi’râc ‘ı yaşamanın sonucunda da sende hâsıl olacak bazı şeyler var.O
bazı hâsıl olacak şeyler sonucunda geleceğin sıkıntı ve azaplarından kendini
kurtarıp,bir yere varacaksın.
Bir
amaç uğruna sana “Namaz Kapısı” açıldı!
Sen
namazı bir görev gibi düşündüğün zaman,zaten hiçbir şey alamıyorsun-anlamıyorsun
demektir!
Sana,”Git,Ahmed
Hulùsi’yi ziyaret et” dediler....Sana bir görev verildiği için geldin,gördün ve
gittin...Ne aldın? HİÇ !
Yahu
sana dediler ise böyle bir şey sen; “Ne diyor? ,Bana ne anlatmak istiyor?
,Bana vermek istediği ne?” diye gelirsen ve söylenilenleri dikkat ile
dinler-algılar-anlarsan,işte o zaman Ahmed Hulâsi’yi ziyaret etmiş
olursun!Yoksa; ne dediğini anlamadan-ne dedikleri sana ışık tutmadan Ahmed
Hulùsi’ye gelsen ne olur,gelmesen ne olur?!
Önemli
olan Ahmed Hulùsi değil,Ahmed Hulùsi’nin anlattıklarının senin kafanda bir
ampul yakması,bir konuda ışık tutması! İşte o zaman Ahmed Hulùsi’ye
gelmiş olursun!
Namaza
gelmenin mânâsı da, o mi’rac ‘ı yaşamak!
Onun
için Gavs-ı Azâm Abdülkâdir Geylâni diyor ki; “Mi’rac ‘ı
olmayanın namazı yoktur!”
Gavsiye
açıklamasında ,bir çoğunuz okumuştur.Bir şey yapmaktan bir amaç vardır,o da
odur!Beş vakit namaz!
Sana
günde beş defa Mi’râc kapısı açılıyor.O kapıdan girip,sarayın sahibiyle hemhâl
olmayı nasip ediyor.sen de “Öyle bir şeye ihtiyacım yok!”diyorsun..Ondan
sonra “hemde bu yoldayım”diyorsun!..
”O’nun
yolundayım” diyorsun!
Nasıl
O’nun yolunda olmak?!
O’nun
hâlini ve ilmini paylaşmadıktan sonra O’nun yolunda olmak ne demektir?...
Kendini
aldatmak demektir!
Bugüne
kadar çeşitli konuşmalarımda hep bir tek gerçeğin üstünde çok fazla durdum; ”Kendinizi
aldatmayın!” dedim.Kendinizi aldatmanın pahasını ödeyemezsiniz!
“Neyi,niye
yapmak durumundasınız?” , bunu idrak edin ve idrakınızın gereğini de yapın.
Yarın
size kimseden fayda yok!Gideceğiniz ortamda mazeret diye bir şey geçerli
değil! Mâzeretiniz ne olursa olsun ,yarın âhiret yaşamında bir nesne,bir
formül,bir işlev yok!Hiç bir şekilde mazeret geçerli olmayacak!
Mâzeretin
geçerli olmayacağı bir ortama mâzeretle gitmeye kalkmayın, geçersiz akçedir!
Dünyada
insanın var olmasının amacı;insanın dünyada iken Allah’ın yaratmış olduğu
sistem ve düzeni anlayarak,o sistem ve düzeni değerlendirmek suretiyle
kendini geleceğe hazırlamasıdır.
Hangi
mâzereti kendine vesile kılarsan kıl,öbür tarafa gittiğin zaman o mazeret
geçersiz olacak ve sen bu halinin sonucunu yaşayacaksın!
“Allah
İsmiyle İşaret Edilen” varlığın özünü ve özelliklerini kendinde bul ki
gelecekte selâmet olsun yaşamın!”denmiş
Sen;
bunu bulmanın kapısı olan namaza daha girmiyorsun,namazı
yaşamıyorsun-namazı edâ etmiyorsun, ondansonra “ben bu yoldayım”
diyorsun.
O
yolda olmak bir şey ifade etmez ki!
Yola
çıkmaktan amaç,hedefe ulaşmaktır!
Sen
hedefe ulaşmayı amaç edinmemişsin,hedefe gitmeyi düşünmüyorsun,yollarda ömür
harcıyorsun ..Boşa emek!
“İlim
ilim bilmektir
İlim
Allah bilmektir.
Sen
Allah’ı bilmezsen
bu
nice
emektir”
demiş .
.İşte,
Allah’ı dışarıda-ötelerde değil,özünüzde bulma şansına
sahipsiniz!Bunun yolu da ilimden geçer,namazdan geçer , namazda Fâtiha’yı
OKUmakla ancak mümkündür!
“Fâtiha’yı
OKUmak” demek; onun kelimelerinin mânâsını
anlayıp-idrak ederek-o kelimelerin mânâsını hissetmek demektir.
Fâtiha’nın
kelimelerinin mânâsını hissederek okuduğunuz zaman,size Mi’râc ‘ın
basamakları açılır ve o nispette namazınız Mi’râc ‘a döner!
“NUR”,ilim
nùrudur!
Nur’u,ampul
ışığı -güneş ışığı zannetmeyin!
”Nur”
kelimesinin anlamı;”İman Nùru”dur!
İnsanı
Allah’a erdiren şey,”İman Nùru”dur!
Akıl,iman
nùruna basamaktır.Akıl,iman nurunu değerlendiren nesnedir.Fakat iman nuru olmaz
ise kişi Cennete giremez!
Cennetin
anahtarı,”İman Nùru”dur,akıl değildir!
Akıl,insanı
iman nùruna erdirir.
Yol
; akıldır , iman ;saraydır!
Kişide
iman nùru yaratılmamış-varedilmemiş ise o kişi “şaki” olarak
gider.Kişide iman nuru yaratılmış ise o kişi ,”said” olarak gider!
İman
nùru var olmamış bir kişinin sonradan iman nùrunu kazanması mümkün değildir!
Anarahminde 120.günde o kişiye iman nuru verilir veya bir daha o kişi hiç
iman nùrunu elde edemez
İman
nùru ,çeşitli sebeplerle zaman zaman güçlenir-parlar,zaman zaman zayıflar
ama yok olmaz!
İman
nùrunun güçlenmesi kişiye “ED” kapısını açar!
Biz
insanlara öncelikle “MÜRİD” ismini tavsiye ederiz.Çünkü insandaki irade
gücünü arttırır.
Mürid”
isminden sondra,önündeki engelleri-perdeleri aşabilmesi için gerekli olan
hoşgörüyü yani herşeyin yerli yerindeliğini idrak ettirecek olan “HALİM” ismini
tavsiye ederiz,imannùrunun parıldayıp Allah’ın yaratmış olduğu sistemdeki
gerçekleri fark etmesi için!
Ondan
sonra ; algılama hatalarını ortadan kaldırmak-herşeyi doğru dürüst
gerçekçi bir şekilde algılamasını tavsiye etme bâbında “SEMİ” isminin
zikrini veririz.
Aldığını
iyi değerlendirmesini temin etme bâbında “BASİR” ismini veririz.
Sistemdeki
birbirleriyle arasındaki bağlantıları sağlayıp,sentezleri yapabilmesi için “HAKİM”
ismini veririz
.İşte
verdiğimiz-tavsiye ettiğimiz bütün isimler böyle bir komplike sistemin
sonucudur! Böyle bir bağlantılı sistemin sonucudur! Rastgele esmâ zikri
değildir.Bunların her birinin bir diğeriyle bağlantısı,sebep-sonuç
ilişkileri vardır.
Öyleyse
toplayalım...
Amaç;”Allah
İsmiyle İşaret Edilen” varlığı anlayıp tanımaktır!
Amaç
isim değil,müsemmâdır!
İsmin
çevresinde dönüp duranlar,ömrünü boşa harcarlar.
”OKUmak”
demek ,okuduğu kelimelerin manâsını anlapı idrak etmek ve de hissetmek
demektir!Bu hissediş ,kişideki tekâmülü meydana getirir.Bu tekâmülün sonu “Secde”,sonun
başlangıcı da “Kıyam”dır!!
Secdede
varlığını yok etmeyenler ,kıyamda Fâtiha’yı OKUmaktan mahrum kalırlar!
Öyle
ise dualarımız; “Allah’ım bize namazı nasip et” şeklinde olsun!
Namaz
edâ edilmeden-namaz ikâme edilmeden-namaz dâimiye dönüşmeden hedefe ulaşılmış
sayılmaz!
İşte
onun için denmiştir ki,”Namaz dinin direğidir”.
Birçoğunun
dikkatini çekmiştir,pek “namaz”dan bahsetmemeşimdir bugüne kadar.
Birçok
şeylerden bahsetmişimdir ,”namaz”dan bahsetmememişimdir!...Niye?
Çünkü
birçok şeyler anlaşılıp idrak edilmeden namaz girilmez!Namazı anlamayan da
zekât veremez!
İşte
o yüzden
“akıymüs
salâte ve âtüz zekât”-
“Namazı
ikâme ediniz,zekâtı veriniz”
bağlantısı
vardır Kur’ân ‘da!.
Allah
hepimize namazı kolaylaştırsın!Gerçekten namazı isteyenlerden ve hakkını edâ
edenlerden olmayı bize nasip etmiş olsun Cenâb-ı Hak!
Namaz
konusunda Hz.Rasûlullah buyuruyor ki :
“Namaz,müminin
mi’râc ‘ıdır”
Mi’râc
konusunu iyi anlamak lâzım!
Mi’râc
diye bahsedilen olayın ilk bölümü , “İsrâ Hâdisesi”, bir
tayyi mekân olayıdır.Burada mi’rac yok! Bu olay değil Mi’rac!. Kudüs’teki
ziyaret ve kudüsteki Nebilerin ruhâniyetleriyle toplu olarak buluşma...Bu,birinci
bölüm.
Mi’râc
olayının tamamı üç bölüm!.
İkinci
bölümü ; semâları gezişi!..O da mi’rac değil! Kudüs’teki namazdan
sonra Hz.Rasulullah’ın semâları gezişi,Cebrâil’in eşliğinde
yedi kat semâdaki o semâ varlıklarını ,o semâların yaşamlarını ,bu arada
Cennettekilerin yaşamlarını ,Cehennemdekilerin yaşamlarını
seyretmesi , ikinci bölüm.. Bu da mi’râc değil!
Semâları
gezmesi,cennet ve Cehennemi görmesi olayından sonra “Sidret’ül Müntehâ”
denilen -ef’al âleminin-çokluk âleminin -Cebrâil’in “Ben bundan
sonra yokum!”dediği noktadan başlayıp,Hz.Rasûlullah’ın kendi hakikatına
yönelmesi suretiyle Rabbini bâtınında müşahede etmesi olayı ; “Mİ’RÂC”
denilen olaydır!
Bu,üçüncü
bölüm,bâtıni bir seyirdir,afâki bir seyir değil!
Birinci
bölüm ;tayyi mekân olayıdır,Isrâ olayıdır,Mekke’den Kudüs’e.
İkinci
bölüm ; Semâları gezişi,Cennet ve Cehennemi görüşü ,afâki idi,âfâki seyir idi!
Üçüncü
bölüm; enfüsi seyirdir,Rabbını bâtınında görmesidir!
“Kâb-ı
Kavseyn-u Ev Ednâ ; iki yayın
ucunun yakınlığı nispetinde kendi hakikatinde - özünde Rabbı’nı
müşahede etmesidir !
İşte
bu,Mİ’RÂC ‘tır!
Niye
bu mi’râc ‘ı anlattım?...Püf noktası neydi?.
”Namaz,müminin
mi’rac ‘ıdır” diyor.Biz şimdi genelde Mi’rac diye bu üç bölümün tamamını
düşündüğümüz için ,namazda bu üç bölümün tamamı olur diye hayâl
ediyoruz,tasavvur ediyoruz...Hayır!
Bu
üç bölüm namazda tezâhür etmez!
Namazda
tezâhür eden ,üçüncü bölümü olarak anlattığım kısmıdır Mi’râc !Hakiki Mi’rac
odur işte!.
İşte
kişi namazı hakkıyla edâ ederse bu mi’râc O’nda hâsıl olur.
Namazın
amacı-hedefi ,Mi’râc ‘tır!
Şimdi
düşünen beyinler bu cümleden şunu çıkaracaktır...”Namazın amacı ve hedefi
Mi’râc ise,mi’râc ‘ı olanın namazı edâ olmuştur.”::Şimdi daha evvel beni
görmemiş olan birisini burada düşünün.İlk defa gelen..diyelim ki siz!
Daha evvel beni görmediniz ve şu anda beni gördünüz.bundan sonra
hayatınızın herhangi bir döneminde beni görmemiş olabilir misiniz , beni
görmemişlerin hissiyatına sahip olabilir misiniz?..Mümkün mü böyle bir
şey?..Bir kere beni gördüyseniz ,bu,hafızanıza nakletmiştir.Bunu çıkarmanız
mümkün değil.
Mi’râc
‘ı da bir yaşayanın onu kendisinden silmesi mümkün değildir!
Mi’râc
‘ı yapan,”Daimi Namaz” mertebesine atlar!
Salât-ı
vüstâ ‘dan salât-ı Daimi”ye geçer!
Salât-ı
Vüstâ’dan Salât-ı Dâimi”ye geçiş ,M’rac ile mümkündür! Bu , seyr-ü Bâtıni’nin
hâsılasıdır!
”Namaz
müminin mi’racıdır” sözüyle Efendimiz A.s bu gerçeğe işaret ediyor!
Hz.Rasulullah,mi’rac
‘ı yapmış olan bir zât.Hz.Rasulullah A.s mi’râc ‘ı nasıl ve neyle
yaptı?...
Kendisinde
meydana gelen “FETİH” ile yaptı!
Eğer
Rasûlullah’ta bu fetih olmasaydı ,O’nda bu mi’râc meydana gelmezdi!
Cuma
akşamları Kur’ân ‘dan “Yâ-sin”okusak ,ondan sonra “İzâ Vâkıa”okusak
,ondan sonra “İnnâ fetahnâ leke fethan mübiynâ” sözünün
anlamını hiç düşündük mü?
”İnnâ
fetahnâ leke fethan mübiynâ.Liyağfire lekellâhù mâ kaddeme min zenbike ve
ma teahhare ve yütimme.....”
”İnnâ
fetahnâ leke fethan mübiynâ”-
“Biz
sana açık bir fetih ihsân ettik.”
Bu
fetih sende meydana gelmesi dolayısıyla da,
“min
zenbike ve ma teahhare”-
“Senin
geleceğe dönük bütün günahların -eksiklerin-kusurların bağışlanmıştır”
”ve
yütimme ni’metehù aleyke” –
“
Ve sana olan nimet böylece tamamlanmıştır”
”Ve
yehdiyeke sıraten mustakiymen”-
“Ve
sana mutlak gerçeğe yönelme kapıları açılmıştır.Mutlak gerçeğin hakkını
edâ etme kapıları açılmıştır.”
”Yensurekellâhù
nasren aziyzâ”-“Artık Allah sana çok aziz-çok değerli -karşı çıkılması
mümkün olmayan bir mutlak zaferi ihsân etmiştir.”
İşte
Mi’râc ile Fetih sùresinin başında bahsedilen hâlin bağlantı noktası
,mi’râc ‘ı olanda bu âyetler tezâhür eder!
”
Efendim..bu âyetler Hz.Rasûlulah’a gelmiştir,O’nun hâlini
anlatır.Basılan Kur’ân ‘da Hz.Muhammed A.S ‘a ait
bir kitaptır zaten .Biz koyalım bir kenara..Hz.Muhammed de okudu
,geçti-gitti”!!!
Kur’ân
‘ın her âyeti ,ümmetten her bir ferdi ilgilendirir.
İçindeki
hiçbir âyeti ,”bu Ebu Bekir ile alâkalıdır,O’na aittir..Bu
Hz.Muhammed’e aittir..” Denemez!
Her
bir âyet , her bir birimi ilgilendirir.Her bir birim kendi
kapasitesi kadar O’ndan âyet alır.
Kimi
Kur’ân ‘dan bir âyet okur bütün hayatı boyunca, geçer -gider.Kimi
Kur’ân-ı Kerim’den 50 âyet okur,geçer-gider.Kimi 500 âyet okur
-gider.Hatmedene ne mutlu!
Kur’ân
‘da diyor ki ;
“Namaz
müminin mi’racıdır!”
Peki,bu
mi’râc nasıl oluşacak?..Nasıl oluşacak veya
oluşmayacak?Oluşmasını sağlayan nedir,oluşmamasını sağlayan nedir?
Allah
Rasûlu diyor ki;
“Fâtiha’sız
namaz olmaz!” ...
Başka
bir şey söylemiyor!..Tekbirsiz namaz kılınmaz “ demiyor!
Namaz
da mi’rac olduğuna göre ,Mi’rac ‘ın yolu Fâtiha’dan geçer” dir,bunun anlamı!
Mi’rac
‘ın yolu ,Fâtiha’dan geçer “ demektir!
Başka
bir hâdisi şerifte ne diyor?..
”Her
kılınan namaz kendisinden önceki vakitle kendisi
arasındaki bütün günâhları siler-bağışlar-affettirir”
diyor.Namaz
Fâtiha’sız olmadığına göre ,Fâtiha ile namaz yerine geldiğine
göre demek ki Fâtiha’daki bir sır,senin bir önceki kıldığın namazla senin o
kıldığın namaz arasındaki günâhların hepsini bağışlatıyor!
”Allah’a
şükür,ben namaza Duruyorum..”Elhamdü lillâhi rabbül
âlemiyn.Errahmanirrrahim....”...!!!
Ben
namaz kılmadım!
Fâtiha’yı
OKUMADIM! Dil ile Fâtiha’yı tekrar etmekle OKUmadım!
Hatırına
nerede geldi ki “Kul HùvAllahù Ahad.Allahüs samed.lem
yelid ve lem yùled..” “Lem yelid”...
Kal
orada!,geri dön,besmeleyi çek ,”Elhamdü lillâhi rabbil âlemiyn” diyerek “Elhamdü
lillâhi rabbül âlemiyn”in mânâsını idrak etmeye çalış!
İşte
o zaman namazın yerine gelir,mi’râc
basamaklarında yukarı adım atarsın,işte o zaman namazın ne olduğunu da
anlarsın!
Fâtiha’dan
sonra kısa sùreleri okuyoruz hani,ne bulursak...orada da bir şeyler
okuyoruz....Biz farkında değiliz galiba ,
“Eraeytelleziy
yukezzibù biddiyn”...
”Eraeyte”-“Gördünmü?”
“elleziy”-“Onu ki”..
”yükezzibù
biddiyn”-
Allah’ın
sistemini yalanlıyor!
Allah’ın
yaratmış olduğu bu sistem ve düzeni yalanıyor!
”Fezâlikelleziy
yedu’ul yetiym.Velâ yehuddù a’lâ ta’a milmiskiyn”-
“Yetimlerin
hakkını yiyor,gariplerin-fakirlerin hakkını vermiyor.”
O
sistemi yalanlaması dolayısıyla da ...
”Feveylün
lil musalliyn,elleziyne hüm ansalâtihim sahun”-“
Namaza
duruyor,yatıp kalkıyor ama namazın ne olduğunundan gâfil!..Yıllar boyu
yatıp kalkmış-namaz kılıyorum sanmış,namaz kılmayanları cehennemlikle suçlamış
-“siz cehennemliksiniz” demiş ama kendisi namazın ne olduğundan gâfil,namazın
mi’râciyetinden bihaber!
O,
mi’râciyeti yaşamamış.
“elleziyne
hüm an salâtihim sahun”..
Fâtiha’dan
sonra birçoğumuz okuyordur bunu,Kur’ân ‘daki 8 kısa sûreden
biri..
”Aman
çabuk okuyalım da bitsin namaz”!!!
Pardon,hanginiz
bir an evvel bradan kalkıp gitmek istiyor?...O namaz durduğunuz
zaman bir an evvel “şu namazı bitirip de gitsek”
diyorsunuz,Allah’ın huzurundan çekip gitmek istiyorsunuz!
Şurayı
bırakıp gitmeyi kimse istemiyor,kimseden “gık” çıkmadı...Ben öyle zannediyorum.Ama
Allah’ın huzuruna durmuşsun,Mi’rac ‘a niyetlenmişsin,”bir an evvel şunu
okuyayım da ,namazı bitiireyim de çekip gideyim” diyorsun!
Bakın,şimdi
size nasıl bir Ku’rân sentezi çıkardım ,açıklamaya çalıştım!
Kur’ân
‘ı hatmetmekten -benim anlayışıma göre-daha
değerli olan , Kur’ân ‘ı anlamaktır ,Kur ‘an ‘daki bu
değişik işaretleri - mânâları bir araya getirip bir sonuç
çıkartmaktır ve de düşünürek yaşamaktır!
Sen
ey Allah’ı isteyen kişi!...Bir sohbet ortamını bırakıp gitmek
istemezken Allah’ın huzuruna çıktım” diyorsun,Allah’ın huzurundan
bir an evvel okuyacaklarını okuyup kaçmaya niyetleniyorsun..Bu ne çelişkidir ya
hù!.
hf
NAMAZIN
“Mİ’RAC “TA 5 VAKTE İNDİRİLMESİ
Hazreti
Rasûlullah Mir’âc ‘ta yaşadığı hakikatın bütün kendisine inananlarca
yaşanmasını arzuladı... Müminlerle paylaşmak istedi...
Mir’âc ‘ta yaşadıklarını onlarla paylaşmak için de namazın onlara farz
kılınması gerekliydi...
Ne
var ki, O'nun bu çok büyük paylaşım arzusunun kaynaklandığı insanın hakikatını
görme tesbiti; insanın fıtrat, istidat ve kabiliyeti yönünden onu
perdeledi...
İnsanlara
olan bu sevgisi sebebiyle.... Onlara namazı olabildiğince fazla yaşatmayı
düşünürken; Musa Aleyhisselâm, insanlar hakkında yaşadığı tecrübeye dayanarak;
insanların büyük çoğunluğunun bu olayı kaldıramıyacağı gerçeğini ona
hatırlatmak istedi...
İşte
bu hatırlatma, Rasûlullah’ın müminlere olan teklifinde, (senin isteğin
Allahın isteğidir) açısından, namazın 5 vakte kadar indirilmesine sebep
oldu
MÜLK ÂLEMİNİN NAMAZI
Beden
boyutunun namazıdır !Avamın namazıdır!
MELEKÛT ÂLEMİNİN NAMAZI
Melekût
âleminin, ârifinin namazı ise müşahedelerin etkisinde olarak ikâme
edilir.
Mânâ
boyutunun bu namazında kişi, fâili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf eden,
onları her an yaratan ve yok eden, onları heran dilediği şekle sokan Rabbül
âlemîni seyreder.
Bu
mânâdaki namazda, bir kişi hem beden boyutundaki namazını edâ eder; hem de
Hakk'ın fiillerini müşahede halindedir.
Tüm
varlıkta tasarruf edenin; hem de her an ve her zerrede tasarruf etmekte olanın
Allah olduğunun ayn-el yakîn müşahedesi halindedir.
Ancak
bütün bunlara rağmen de, "fetih" gelmemiş olduğu için, Hakk-el
yakîn hasıl olmadığı için; vehim kalkmamış; kendisi olarak Hakk'ı seyretme hali
devam etmektedir. Yani, "ikilik" ortadan kalkmamıştır!..
Kendisini
müşahede eder, şuûri bir birim olarak kendini görmekte devam eder; ancak
bununla beraber, kendisi de dahil olmak üzere, mevcûdatta tek bir mutasarrıfın
hüküm, irade, kudret ve kuvvetinin geçerli olduğunu da devamlı olarak seyir
halindedir. Ki onun bu seyir hâli, melekût âleminin seyri namazı hükmündedir.
Bu
namaz hâli içindeki kişi, tüm varlıklardan çıkan fiillerin tamamiyle hikmet
olduğunu idrâk ederek, kimseyi ve hiç bir varlığı, yersiz ya da yanlış iş
yapmakla itham etmez veya suçlamaz...
Eğer,
bu namazda biraz daha kemâl sahibi olursa, varlığın her zerresinde O'nun
varlığını müşahede ettiği için; o zerrede, daha doğrusu zerre gördüğü şeyde,
O'nun dışında bir şey olmadığını farkederek; artık her sûrette O'nu seyretmeğe
başlar.
Ve
bu hâl, o kişide AŞK hâlini meydana getirir. Her birime karşı büyük bir
sevgiyle dolup taşar.
Ne
ak kalmıştır onun gözünde, ne de kara!.. Tüm varlığa hizmet, yardım, onun en
büyük gayesi olur. "Yetmişiki milleti bir gözle görmeye başlar";
Yûnus Emre'nin dediği gibi!..
Çünkü,
onun nazarında yetmişiki millet değil, TEK varlık vardır!..
Ârifin
bu namazı "orta namaz"dır!.. "Salâtı vusta"dır.
Ve bunun hükümlerine göre karşılığına ulaşır!..
Müşahadelerin
etkisinde olarak ikâme edilen namazdır!
Mânâ
boyutunun bu namazında kişi,faili hakikiyi ve varlıklar üzerinde tasarruf
eden,onları her an yaratan ve yok eden,onları dilediği şekle sokan Rabbül
alemini seyreder.
Bu
mânâdaki namazda kişi,hem beden boyutundaki namazını eda eder; hem de
Hakk’ın fiillerini müşahade halindedir.
Melekùt
aleminin namazı ; vakitle kaim olmayarak devamlı ikame edilen bir tür “daimi
namaz”dır ki,beden boyutuyla madde boyutuyla Vahidiyet âlemi
arasında tam orta noktada yani şuurun kendisinin beden ve ruh olmadığını
farkettiği ancak TEK’lik noktasında da kendini henüz bulamadığı,bu
ikisinin ortasındaki noktada daha doğrusu tam ortada ikâme edilen namazdır.
Şuur,beşer-
birim olmadığını farketmiştir;varolanın TEK olduğunu farketmiştir;ancak ne var
ki,hâlâ birimsel bir şuur olarak TEK’e yönelik bir halde,”O”nu seyretme
durumundadır.
hf
(DÂİMÎ
NAMAZ - MUKARREBLERİN NAMAZI)
Ârifi
billah'ın namazıdır bu!.. "Namaz mü'minin mi'râcıdır"
şeklindeki Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işaret ettiği namazdır bu
namaz!..
"Kâ'bı
kavseyn" boyutuna urûc ettiği zaman Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem mi'râcda, nakledilir ki kendisine,
"Dur!..
Rabbin namazdadır!.." denilmişti.
Rubûbiyet mertebesinin namazından sözedilmektedir burada.
Rabbin
namazı, Rabb-ül âlemiyn rubûbiyet hükümlerinin ef'âl âleminde yürürlükte
olmasıdır.
Rabbin
hükümlerinin, Rabbanî kudretiyle tahakkukundan "Rabbin namazı" diye
sözedilmektedir.
Rabb,
esmânın mânâları üzere mahlûkatı varedip yönlendirendir!.. Bu tasarruf, "terbiye"
diye anılır.
Bu
mertebe, boyutsal bir mertebedir ve "şuur sıçraması" diye
adlandırdığımız bir tür mi'râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!..
"Şuur" kendisini "ceberût" boyutunda tanıdığı zaman, kendi
vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakk'anî
vasıflar ile Rabb zuhur eder.
İşte
bu namaz, bir mânâda "Rabbın namazı" denilerek, Rabbe izâfe
edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu dışında kalan hiç bir şey yoktur.
Esasen,
Rabbanî seyr, kendi esmâsı üzerinedir. Ef'al ise esmânın tabiî neticesi olarak
meydana gelir.
Hazreti
Rasûlullah aleyhisselâm, Allahu Teâlâ’nın ikrâmı olarak mi'râc ‘a
çıktığı zaman, ceberût âleminde, Rabb-ül âlemînin tüm mevcûdat üzerinde esmâ
yollu mutlak tasarrufunu müşahede etti. "Kâ'be kavseyn"
noktasında.
"Ev
ednâ". Hatta bunun da ötesinde, Hazreti
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ismi altında, "gören
gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak";
"Şahadet
etti ki Allah, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcût değildir"!..
Ve
sonra Rabbı ile mükâleme etti Rasûlullah Aleyhisselâm!..
Ve
sonra Rabbının emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına döndü Muhammed
Mustafa adıyla, RASÛLULLAH!..
Acaba,
bu cümleler bize Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hüviyeti,
eniyyeti ve kişiliği hakkında bazı ipuçları verebiliyor mu?..
Birincisi
insanlara emrolunan, farz olunan bildiğimiz namazdı.
İkincisi,
"orta namaz" diye bahsedilen.
Üçüncüsü
ise, "Dâimi namaz" diye anlatılmak istenen.
Esasen,
ikinci tür de vakitle kâim olmayarak devamlı ikâme edilen bir tür "dâimi
namaz" olmasına rağmen; gerçek "dâimi namaz" bu
üçüncü namazdır.
İşte,
en makbul namaz, "kılanın içinde olmadığı" olarak belirtilen
bu üçüncü namazdır
Havâs’ın
“ikâme” ettiği namazın ötesinde, bir de “has-ül havâs”, “mukarreb” denen,
“Allah”a kurbiyet kazanmış, evliyânın ileri derecelilerinde yaşanan “dâimî
namaz” hâli söz konusudur.
“Dâimî”
namaz nedir?
Namaz,
ana yapısı itibarıyle, “ikâme” olunan namazdır dedik.
“İkâme”
namaz sonucunda “secde” ile namazın kemâline ulaşırsan; bu “ikâme”
olunan namaz kişiye “uruc” sağlar ve “mi`râc” hâsıl olur!.
“Mi`râc”
kişinin “Kâ`bı kavseyn” veya “ev ednâ” makamında, “Allah”ı
müşahede etmesi!..
Ya
da, daha açık ifadesiyle, kendi varsayım benliğinin, hiç varsayılmamışçasına
ortadan kalkıp, “BÂKİ ALLAH”tır hükmünce bütün esma ve sıfatlarıyla BÂKİ
olması hâlidir.
“Uruc”un
neticesinde hâsıl olan “mi`râc” ile o kişi, İlâhi bakâ ile “BÂKİ” olur!... Sen,
onu kendin gibi sanırsın; ama o, “Allah`la bâki” durumdadır!.. Ve bu hâl ile
hayatını sürdürür.
Hz.
Rasûlullah’a baktıkları zaman; O da bizim gibi yiyip içiyor, aramızda
dolaşıyor, çarşı pazar geziyor, ne ayrıcalığı var dediler... Ama O, ilâhi
hakikatı hissedip yaşayan, “mi`râc” sahibi olan; ve bunu bize bildiren “Allah
Rasûlü” idi!.
Dışarıdan
bakanlar, o “daimi namaz” ehlini kendileri gibi görürler; ama bilmezler ki O,
varlıkta “Bâki olan Allah”ın yalnızca bir esmâ zuhurudur!.
İşte
bu hâl, “ölmeden evvel ölerek”, şuur boyutunda kişisel kıyâmetin kopup;
“Sümme
ileyna turceûn”,
“ve dahi bize döneceksiniz”
âyetinin
mânâsı ortaya çıkıp; basit tâbiriyle “kişinin Allah’a rücû etmesi”dir.
Allah’tan
gelenin Allah’a rücû etmesidir!...
“Daimi
Namaz”sa ;haşyet duygusunu hissederek yaşama
halidir!
İşte
bu da “mukarreb”lerin “dâimi namazı”!.
Bunu
başka nasıl anlatmak lâzım bilemiyorum!.
Ancak
yaşayan bilir!. Daha fazlasıyla anlatılması bizce mümkün değil!.
NÂFİLE NAMAZ
“NÂFİLE”,
yani Türkçe mânâsıyla “YARARLI” namazları araştırmacılar kendi
aralarında çeşitli şekillerde değerlendirmeye tabi tutmuşlardır... “Vâcip,
sünnet, müstehap, mendup” vs. gibi tâbirlerle...
İsteyenler,
Bu “farz” namazların öncesinde ya da sonrasında, vaktin elvermesine ve içinde
bulundukları hâle göre, diledikleri kadar bu namazlardan kılabilirler!... Ancak
bunlar “farz” değildir!.
Bugün
câmilerimizde kılınan namazların Rasûlullah Aleyhisselâm devrinde kılınan
namazlarla tek benzerliği, farzların imamla kılınmasıdır!.
Şayet
bir kişi öğle vakti dört-beş dakikasını ayırıp bulunduğu yerde, veya camide
imama uyarak dört rekatlık öğle namazını kılıyorsa, bu kişi üzerine “farz”
olanı yerine getirmiştir!.
“Farz”
namaz önce ve sonrasındaki “nâfile” namazların, “sünnet” adı altında âdeta
“farzlaştırılarak”; müezzin yönetiminde tesbihler ve dualarla birlikte dinsel
bir tören havasına sokulması tamamiyle sonradan düzenlemedir!.
Rasûlullah
aleyhisselâm zamanında kılınan “terâvih” namazı yalnızca “sekiz” rekât idi!…Bu
arada yanlış anlaşılmasın!.. Biz, “farz”lar öncesinde ya da sonrasında “nâfile”
namaz kılınmasına karşı değiliz!..
Dileyen
dilediği kadar “nâfile” namaz kılar; ve bunun karşılığında da büyük ecir ve
sevap alır!.. Ancak, bu “nâfile” namazların, bugünkü uygulamalarla,
zorunluymuşçasına, “farz”mışçasına takdiminin yanlış olduğunu vurguluyoruz!.
“Nâfile”nin
bir türü olan “sünnet” namazı, “farz” namazmış gibi göstermek, bu zannı vermek
büyük hata ve gaflettir!.. Belki iyiniyetledir; ama kesinle bilgisizlik ve
düşüncesizliktir!.
“KOLAYLAŞTIRIN,
ZORLAŞTIRMAYIN; MÜJDELEYİN, NEFRET ETTİRMEYİN”;
buyuran
Rasûlullah aleyhisselâm efendimize düşüncesizce karşı çıkmaktır!.
“DÖRT”
ya da “ÜÇ” veya “İKİ” rekat için birkaç dakikayı ayıramayan insanın pek mâzeret
gösterme şansı yoktur!.
Ancak,
günümüz telâşesi içindeki insana, içine beş-on dakikalık “farz”ın da katıldığı
yarım saat hatta kırkbeş dakikalık, şişirilmiş, ibadetler bütününü, “farz” diye
göstermek ve kabul ettirmek oldukça güçtür!..
hf
Ebû
Hureyre radıya’llâhu anh şöyle nakletti:
Rasûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem’den şöyle işittim:
“Kıyâmet
gününde kulun fiîllerinden hesab vereceği ilk şey
namazdır!
Eğer
tam ve sahih olursa kurtulur ve gayesine ulaşır. Eğer bozuksa mahrum olur,
hüsrana düşer!.. Şayet farzlardan eksikleri var ise. Rabbi tebâreke ve teâlâ
Bakın,
kulumun nafileleri var mı?..’ der.
Farzlardan
eksik kalanı böylece tamamlanır.
Ve
sonra sâir âmeli bu minvâl üzere olur.”(Tırmizî)
Bu
hadîs-i şerîf esasen sünnet mi kılmalı-kaza mı kılmalı tartışmalarını kökünden
kesip atan çözümü bildirmektedir.
Kişinin
esasen üzerine farz olan 17 rek’ât namazdır; ki bunlar, 2 rek’ât sabah, 4
rek’ât öğle, 4 rek’ât ikindi, 3 rek’ât akşam, 4 rek’ât yatsı
namazlarıdır; bir de 3 rek’ât vitrin gerekliliği söz konusudur. Bunların
dışındaki “Sünnetler” diye bilinenler ve diğerlerinin tamamı “nâfile- yararlı”
namazlar sınıfına girer.
Öyle
ise farzların dışında kılınan tüm namazlar ister “kaza” diye niyetlenilsin,
ister “sünnet” diye niyetlenilsin, hep aynı işi görmektedir.
Dolayısıyla
neticede hep aynı yolda çıkacak bir iş için, şöyle veya böyle olmalı cinsinden
tartışmalara girmek ancak meselenin özüne vâkıf olmamaktan dolayı ortaya çıkan
bir hâldir ki, ehline de bu durum açıktır.
Namazdan
sonra, kişi tüm yaptıklarının hesabını bu devrede verir; neticelerini görür.
CENAZE NAMAZI NİÇİN KILINIR?
Cenaze
namazında amaç nedir?..
Peki
ben anladığım kadarıyla anlatayım dinleyenlere... Mevtâ (yani ölümü tadmış
kişi) o anda şuurlu ve dışarıdakileri görür vaziyettedir... bunu
biliyorsunuz...
Allah
Rasûlu bunun böyle olduğunu söylüyor... O anda orada toplanan kişiler onun
arkasından değil, gözünün önünde ona temennîde bulunuyorlar yeni ortamında
zorluklarla karşılaşmaması amacıyla... Ve hepsi de ona beyin dalgalarını
yollayarak o ortamda güçlü olması için destek veriyorlar... Kişi o anda
kendisine bu desteği verenleri görüyor ve seyrediyor...
Gene
Allah Rasûlu’nün bir açıklaması var... 40 sâlih kişi bir kişinin cenaze
namazını kılarsa o kişinin günahları bağışlanır... Bu arada başka bir ifade
daha var... Ölen salih kişi ise cenaze namazındakilere şefaat eder... diye...
Yani buradan da anlaşılıyor ki, olayda karşılıklı bir alış-veriş söz
konusudur!..
hf
CENAZE
NAMAZINDA NİÇİN “FÂTİHA SÛRESİ” OKUNMAZ?
Musalla
taşına konan kişinin artık dünyada götürebileceği bir şeyi kalmamıştır!...
Fâtiha'nın
o kişiye getirebileceği hiç bir tey yoktur; çünkü artık o dibi mühürlenmiş
mektuptur, ki, yazılacak ilâve yeri kalmamıştır!...
Dünyada
yaşarken Fâtiha'nın ona getirisi neyse onunla mühürlenmiştir... Ve artık daha
fazlasının olması da mümkün değildir...
hf
Yöneticinin
toplumsal tebliğ toplantısıdır, Cuma Namazı!..
Cuma
namazı toplu olarak kılınan bir toplumsal tebliğ namazıdır.. Normal 4 rekât
olan öğle namazının iki rekâtı kaldırılmış ve o iki rekât yerine insanlara dini
(sisteme dair) veya sosyal uyarılar yapmak üzere hutbe eklenmiştir..
Haftada
bir kere bütün o yöre halkının toplanması amacıdır olay... Olay böyle olunca,
Cuma namazına gitmeyen kişi, o toplumu ve yöneticisini yani imamını hiçe saymış
olur.
Toplumu
ve yöneticiyi hiçe sayanın cenaze namazına o toplumun da katılmasına elbette ki
gerek yoktur!..
Konuları
ve hadisleri ele alırken daima o işin gayesini ve orijinal devrindeki
uygulamayı esas almak gerekir...
Cuma
namazına kadınlar da gider isterlerse... Yani Cuma namazı topluluk olayıdır;
ferdi olarak uygulanacak olan bir şey değil!...
CUMA
Namazları", günümüzde, tam bir câmiden insan
kaçırma uygulamasıdır!.
Rasûlullah devrinde, bizâtihi Rasûlullah Aleyhisselâm tarafından "İKİ"
rekât olarak kılınan CUMA namazları, “hakikat” şuuru olmayanlar
tarafından "YİRMİ" rekâta yükseltilmiştir!.. Hele buna bir de
upuzun “buldum kaçırmayım” zihniyetiyle düzenlenen ve “Din”in
amacına hizmet vermeyen hutbeleri eklerseniz; insanları "CUMA"
namazından kaçırtmak için daha güzel bir yol bulamazsınız!.
Rasûlullah zamanında ezan okunduktan sonra kâmet getirilir ve bu kâmet sonrasında
hutbeye çıkılarak müslümanlara yeni gelen vahiyler duyurulur; ya da onlara
çeşitli vahiylerle ilgili açıklamalar yapılır; sonra da iki rekât cuma
namazı kılınır ve dağılınırdı!.
Bu
"iki rekâtlık CUMA namazı" sonrasındaki bugünkü "zuhru
âhir" dedikleri namazlar tamamiyle uydurma olup; Kur`ân ve
Rasûlullah kaynaklı Dinde yeri yoktur!.
"CUMA
GÜNÜ HUTBEYİ KISA, NAMAZI UZUN TUTUN"
şeklindeki Rasûlullah buyruğu günümüzde tam tersine döndürülmüştür...
Hutbeler,
“Din”le alakası olmayan konularda, upuzun kendini tatmin konuşmalarına
dönüştürülmüş; namaz da iki-üç ayetle geçiştirilmeye başlanmıştır!... Oysa
gerçekte hutbenin, elden geldiğince kısa tutulması, namazında olabildiğince
uzatılması; okunan ayetlerin de dikkatli seçilmesi gerekmektedir!
Ayrıca,
namaz sırasında el bağlama şekillerinin, ya da otururken ayağını
altına almanın veya yana çıkarmanın; zorunlu örtünme miktarı dışındaki kıyafet
tarzlarının, namazın "KABUL OLMASIYLA"da hiç bir alâkası yoktur!...
Bu konuda getirilen tüm şartlar uydurmadır; sonradan kişilerin kendi dar
anlayışlarına göre konulan yakıştırma kurallardır!.
hf
Son
derece önemli bir namaz târifiyle devam etmek istiyorum. Bu ÇOK DEĞERLİ NAMAZI,
Efendimiz Hazreti Rasûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem, Amcası
Abdulmuttalib'in oğlu Abbas radıyAllahu anh’a öğretmiştir.
Abbas
bir gün Resûl-i Ekrem'e sorar, der ki:
-Yâ
NebîyAllah, ben hayli yaşlandım, zamanımı geçirdim. Bana öyle bir şey öğret ki,
bunca boşa geçen yıllardan sonra birşeyler yapmış olarak huzurullâhta yerimi
alayım?..
İşte
bunun üzerine Rasûlullah sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
-Yâ
Abbas, ey amcam!. Sana vereyim mi?.. Vermemi ister misin?.. Sana 10 özelliği
olan şu namazı öğreteyim mi ki; onu edâ ettiğin zaman, Allah günâhlarının
ilkini de sonunu da; eskisini de yenisini de; bilerek yapılanını da bilmiyerek
yapılanını da; küçüğünü de büyüğünü de; gizlisini de açık olanını da AFFEDER!..
İşte bu on günâhtır (bütün günâhlar).
Yeryüzündekilerin
en büyük günahkârı dahi olsan, bu namaz sebebiyle günâhların affolur. Alic (çok
kumlu bir çöl) kumları kadar günâhın olsa dahi Allah onları affeder"!..
İşte
böyle buyuran Rasûlullah aleyhis-selâm, namazı da şöyle tarif ediyor hadîsin
devamında:
"Dört
rekâtlık bir namazın her rekâtın da, "Allahuekber" deyip namaza
durduktan sonra 15 defa
"SUBHANALLAHİ
VELHAMDULİLLAHİ VELÂ İLAHE İLLALLAHU VALLAHU EKBER"
dersin;
sonra Fâtiha ve bir sûre okur; sonra 10 defa daha aynı tesbihi tekrar edersin;
sonra rükûa eğilir, 10 kere daha tesbih edersin; sonra rükûdan kalkıp ayakta
dururken 10 kere daha tesbih edersin; sonra secdeye varır 10 kere tesbih
edersin; sonra secdeden kalkıp oturur ve 10 kere tesbih edersin; ve nihayet
tekrar, ikinci defa secdeye varır 10 kere tesbih edersin ki, toplam 75 eder.
Bunu dört rekâtta da aynen tekrar edersen, toplamı üçyüz olur.
Böyle
bir namazı her gün kılmağa gücün yeterse, her gün kıl; yetmezse, Cumâ günleri,
haftada bir kere kıl; bunu da yapamazsan, ayda bir defa kıl; buna da gücün yetmezse
ömründe bir defa kıl!..
Tesbihin
okunuş hızına bağlı olarak 20 ile 30 dakika arasında zaman alan, böyle bir
namazın insana kazandırdıkları iyice bir düşünülürse; sanırım, en az haftada
bir defa cuma gecelerinde mutlaka bu namaz edâ edilir.
Tasavvufla
iştigal edenlerin ise, bu namazlara mümkün ise her gece yatmadan evvel veya
gece kalktıklarında devam etmelerini özellikle ve önemle tavsiye ederiz. Zirâ,
bu namazın getirdiği ruhanî güç, ancak tatbik edenler tarafından anlaşılır.
Tesbih
namazı ömrünün son günlerini yaşayan Rasûlullah’ın amcasına tavsiye ettiği bir
namazdır... Değerini siz takdir edin...
İSTİHÂRE NAMAZI
"İstihâre"
İslâmiyette çok önemli bir husustur!.. Yapılacak bir işte gaybı bilen Allah’tan
danışmak, bütün inananlar için son derece önemli bir imkândır.
Bu
yüzdendir ki Rasûlullah Aleyhi'sselâm’a inanan yakın sahâbesi şöyle derdi:
-Rasûlullah
salla'llâhu aleyhi ve sellem bize tüm işlerimizde istihâreyi tavsiye ederdi!.."
Hazret-i
Rasûlullah aleyhi's-selâm'ın tavsiye ettiği "istihâreyi" bize
Hazret-i Ebû Bekr, İbn Mes’ûd, Ebû Eyyûb el-Ensarî, Ebû Saîd el Hudrî, Sâ’d bin
Ebî Vakkas, Abdullah bin Abbas, Ebû Hureyre gibi birçok önde gelen ashâbı Resûl
nakletmekte.
Evet
nedir bu nakil?.. Ne buyuruyor Rasûlullah aleyhi’s-selâm:
-Biriniz
bir işi ciddî olarak düşünüp karar aşamasına geldiğinde, farzın dışında iki
rek’ât namaz kılsın ve ardından şu duâyı yapsın.’
Duâ,
yukarıda verdiğimiz metindir.
Namazda
bilenler, birinci rek'âtta "kul ya eyyühel kâfirûn" ikinci
rek'âtta da "İhlâs" sûresini okurlar
Fâtiha'dan sonra; bilmeyenler de her iki rek'âtta da "İhlâs"
okurlar.
Şayet
o gece gerekli ve yeterli işaret alınmazsa, yediye kadar devam etmek icabeder.
Çünki Resûl-i Ekrem Enes bin Mâlik'e bu konuda şöyle demiştir:
-Ey
Enes, Bir işe teşebbüs etmek istediğinde, o iş hakkında yedi kere istihare et.
Sonra gönlünden geçen karara, eğilime bak. Çünki hayır, gönüldeki temâyüldedir."
Ancak
iş acele ise, daha fazla süre de yoksa?.. O zaman iki rek'ât namaz kılıp,
istiğfar edip, salâvat getirdikten sonra şu şekilde duâ edilmelidir:
-Allah'ım
herşeyi ve bütün gaybı, geçmişi ve geleceği bilen sensin. İçinde olduğum durum
da bilgin içindedir. Beni nefsime, kendime bırakma; bana hayrı hissettir ve
hayrı kolaylaştır. Beni şerri seçmekten koru ve şer yolunu kapa!.. Senin
mülkünde ortağın yoktur, her şeye gücün yeter, ben senin kulunum ve sen de
benim rabbim olan Arşın âzim Rabbisin. Lûtfen bana yol göster, gerçeği ilham
et."
Bundan
sonra Allah’a tevekkül edilip, içe doğan biçimde hareket edilir.
İstihârede
şayet güzel şeyler görülürse, din büyükleri görülürse, Yeşil, beyaz gibi
renkler görülürse, hayra; siyah, mavi, sarı gibi renkler görülürse de o işten
uzak durmaya gayret edilir.
Özellikle,
tasavvufla ilgilenmek istiyenlerin, yanlış bir kapıyı çalmamaları için istihâre
ehemmiyetle tavsiye olunur.
Bazıları,
zaman zaman kendi durumlarını sorma amacıyla da istihâre yaparak bir tür
oto-kontrolda devam ederler.
Şunu
unutmayalım ki.
Bize
hayır gibi gelip, şiddetle arzuladığımız nice şeyler vardır ki, onlar gerçekte bizim
için şerdir.Bize şer gibi gelip, o şeyden uzak durmak için şiddetle
direndiğimiz nice şeyler vardır ki, onlar da gerçekte hayırdır. Allah bilir,
biz bilemeyiz.
Öyle
ise Allah’a soran, kesinlikle bilelim ki, asla pişman olmaz!..
hf
Dinde
kaza namazı diye bir namaz yoktur!..
hf
Vitir
namazı çift rekâtlı namazların tek rekâtla sonlanması amacıyladır... İnsanın
daima teke yönelmesi amaçlanmıştır...
hf
“NAMAZ KILINMAZ !”
Namaz,
kılınmaz!
Kur’
ân , namaz kılmaktan söz etmez!
Aksine
“Yazık o namazdan gâfil olarak namazı yerine getirmeğe çalışanlar”der.
Kılınan
namaz, genelde pekçoğumuzun her gün kılmakta olduğu namazlardır... Namaza
durur, okunması gerekli olanları, bir çoğumuz mânâlarını dahi bilmeden okur,
gerekli hareketleri yaparak ibadetimizi tamamlarız
Bu
çalışmadan amaç, ruhun pozitif enerjisinin kuvvetlenerek, kişinin kendisini
ölümötesi yaşamda güçlü bir hâle getirmesi hedeflenmiştir. Genelde pek
çoğumuzun her gün kılmakta olduğu namazlardır. Belli hareketler arasında,
belli zikirlerin yapılmasıyla,bu zikirlerden ve dualardan hâsıl olan enerjinin
beyin tarafından ruha yüklenmesi hedeflenmiştir...
Namaza
durur,okunması gerekli olanları,birçoğumuz mânâlarını bilmeden
okur,gerekli hareketleri yaparak ibadetimizi tamamlarız.Bu arada aklımıza
çeşitli olmadık fikirler de gelebilir ve elde olmaksızın onları
düşünebiliriz.
Bu
konuda söylenen, “namazda aklına başka şeyler geliyorsa namazın kabul olmaz”
fikri de kesinlikle uydurmadır!.. Elbette o sırada aklına başka şeyler gelebilir;
ve buna rağmen de namazın geçerlidir!..
Namazı
“kılan” bir kişi velev ki, o âyetleri okurken veya tesbih ederken aklı başka
yerde olsa bile, bu okuduklarından meydana gelen veriler ve enerji beyin
tarafından ruha yüklenir!. O anda başka şeyler düşünse de!.
Çünkü
beyinde aynı anda pek çok devre çalışır. Her biri kendi devresinde, kendi
varoluş gayesine ve sistemine göre görevini iîa eder.
Biz
beynimizin faâliyetlerinin pek çoğundan bîhaberiz!.
Ancak,
haberdar olmamamız, bir şeyi değiştirmez; ve biz, beynimizin yaptığı sayısız
işlevden habersiz olsak da beyin bu görevlerini yapar...
Ayrıca,
biliriz ki, biz bir yandan araba kullanır, bir yandan radyo dinler, bir yandan
yolu gözler, bir yandan yanımızdakine kulak ve cevap verir, bir yandan da yediklerimizi
hazmederiz!... Ve hatta da farkında olmadığımız bir çok işi yaparız!.. Bunların
hepsi de aynı anda beyin tarafından düzenlenir ve kontrol edlilir!..
Bu
yüzdendir ki, siz namazı kıldığınız zaman, o namazda okuduğunuz âyetler ve
dualarla elde edilen enerji, siz farkında olmasanız da ruhunuza yüklenir; siz
de ruhunuzun ölümötesi yaşam enerji ve bilgisini böylece dünyada iken elde
etmit olursunuz.
Namazın,
herkese ortak kazandırdıkları, bu yönüyledir!.
Bu
kılınan namazın faydası,öncelikle emre uymanın getirdiği imanı,kuvveden
fiile dönüştürmektir.
İkinci
kazanç da,namaz içinde okunanların farkında olmasak dahi , bu mana ve
enerjinin(nurun) beyin tarafından mikrodalga enerjiye çevrilerek ruha
yüklenmesi,böylece kişinin “nurunun” artmasıdır.
Bu
sebepledir ki,”ben namazın tam hakkını veremiyorum;öyle ise hiç kılmayayım”
denerek terki kişi için çok büyük kayıptır!
Maalesef,
namazın “ikâmesi” denen husus günümüzde namaz “kılınmasına” dönüşmüştür!...
Yani, genelde edâ edilen namaz, “ikâme” derecesinden, “kılınma” derecesine
inmiştir!...
Halbuki
namazın “ikamesi” ile “mi'râc” hasıl olur!..
hf
Mi’râc
hâsıl olan namazdır!
Kur’ân
‘da devamlı tekrarlanan “namazı ikâme et , zekâtı ver” ifadesindeki
“Namazı ikame et”teki murad,NAMAZIN MİR’ÂC’A DÖNÜŞMESİDİR!
Hazreti
Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyurur:
-"Namaz
müminin mi’râc ‘ıdır!.."
Namazın
“müminin mi’râcı olması” kişinin "Allah"a vuslatı demektir!..
“Varsaydığın”
benliğinin “yok”luğunu müşahede ile "ALLAH BÂKİDİR" diyebilmendir.
Eğer
ki sen, namaz halinde, namazın hakkını veremiyorsan, henüz namazı “ikame”
edemiyorsun demektir... Zira namazın hakkını vermenin en alt derecesi “İHSAN”
halidir...
Namazda
“İhsan” derecesini Efendimiz Aleyhisselâm şöyle anlatıyor:
-"Sen
Allah'ı göremiyorsan dahi, Allah seni görüyor olarak düşünüp, namazını böylece
eda etmendir ihsan!...
Bunu
da, basit bir dille, “Allah'ın huzuruna çıkmak” diye dilimize
çevirmişler..
Halbuki,
sadece namazda değil, her an O'nun huzurundasın!... Her an O'nun huzurunda
iken, bundan gaflet edip; sadece namazda O'nun huzuruna girmeyi kabullenmek,
son derece önemli bir “SAPMA”dır!..
“Namazdasın,
Allah'ın huzuruna çıktın”... demek son derece fâhiş bir yanlıştır!... Küfre
kapı açan bir yoldur bu düşünce!... Niye?
Çünkü,
namazın dışında iken, O'nun huzurunda, değilsin, o bulunduğun yerde o yok(!)...
Seni görmüyor, bilmiyor; ötelerde bir yerde oturuyor... da; sen namaza durunca
O'nun huzuruna gidiyorsun, giriyorsun!!!... Olmaz böyle şey!..
Bu
“sapmış” düşüncenin kişiyi getirdiği nokta, "ALLAH"ı inkâr ve ötede,
tepede, uzakta bir yerde ya da boyutta bir “TANRI” kavramını kabullenmedir!...
İşte
bu sebepledir ki, bu hususu iyi anlamak ve değerlendirmek zorundayız...
Namazın
ikâmesi, ve mir’âc’ın oluşması kişinin yaşantısıyla bütünleşmiştir... Normalde
yaşayamadığını namazda da yaşayamaz... Namaz, mir’âc’ın yaşanması
içindir... Müşriğin yaptığı hiç bir ibadetin yararı olmayacağı Kur’ân ‘da ifade
edilmiştir...
Tasavvuf
çalışmalarının temeli, şirki hafiden kurtulup, Başını nereye döndürsen, yani ne
yöne bakış atsan TEK'liği görebilmek içindir...
Namazdan
amaç, Allah'ı görebilmektir!... Ama körlere de
namaz yasaklanmamıştır!... Zira kör de olsa, sağır değildir hiç
olmazsa!... Namazı kılamayan; yani âfakta, karşısındakinde Allah nurunu
göremiyenin yaptığı ibadet kendine ZULÜMDÜR!..
Namazın
mirac’a dönüştüğü zaman sen mâneviyatta sayısız hallerle
bezenirsin,yaşarsın,hissedersin! Mâneviyatta aldığın bu hal akabinde
gelen “Zekâtını ver” ifadesinin mânâsı ; mânen yaşadığın güzellikleri
çevrendekilerle paylaş,onlara bunu anlat onlar da yaşasınlar yaşamayanlar
bundan hisse alsınlar-pay alsınlar’dır.
Namaz
denilen nesnede, eğer Fâtiha’yı mânâsını düşünerek okuyamıyorsan, acaba
ne kadar namazını edâ ettin?
Arapça
Fâtiha bilmiyorsa, yanındaki teyp Fâtiha’yı okuyup, sen de rükua gitsen, namaz
olur mu bu?
“Namaz”ın
“ikâme” edilmesi için, önce “Allah” ismi mânâsının ne olduğunun anlaşılması
gerekir.
Burada
ince ve hassas bir noktaya dikkatinizi çekelim!...
Namazın
“ikâme” edilmesini sağlayan şuur, idrâk önce namaz dışında oluşur; kavranır;
hissedilir; namazda da bu hâl devam ederek “ikâme” edilir!.
Eğer,
namazı “ikâme” etme durumuna girmişsen, namaza dururken “ALLAHÛ EKBER”
dersin... Dersin de, gerisinde ne olur?..
Bunu
yaşayan bilir!..
-"Namaz
dinin direğidir!"...
Buyuruyor
Hazreti Resûl Aleyhisselâm... Niçin?...
“Namaz
dinin direğidir” deniyorsa şayet; önce anlamak gerek... Nedir dinin direği?...
“NAMAZ”!... Nedir “NAMAZ”..? Ki “ikâme” oluna...
İkâme
olunan namaz; “HUŞÛ” ile edâ edilen “namaz”dır!..
Bu kişilerden "Namazlarında haşyet halindedirler"
denerek sözedilir!...
“Haşyet”,
bilelim ki “korku” değildir...
“Korku”, kişinin zarar göreceği bir şey karşısında “eyvah ne yaparım”
duygusudur...
“Haşyet”
ise, karşılaşılan azamet, ihtişam, yücelik, olağandışılık, ve daha bir çok bu
tür tanımlamanın getirdiği ulvilik önünde; aczini, yetersizliğini ve nihayet
“hiçliğini” hissetme halidir.. Bu hissediş, “haşyet duyma” olarak tanımlanır...
“Ben
yokum,varlığımdaki varlık O’dur ama O ,”ben” ismiyle işaret ettiğim
varlık olmaktan münezzehtir.” Bu anlatmağa çalıştığım konuyu hisseden
kişi ,Allah indindeki hiçliğini fark eder -hisseder.bu hissedişin
adı,Kur’ân ‘da bahsedilen “HAŞYET” duygusudur.
“Namaz”daki
“haşyet”e gelince...
“Allah’tan
âlim olanlar haşyet duyar”
âyeti
de buna işaret eder ve gerçek namaz ; haşyet duygusu içinde olandır ve
gerçek namaz ikâme olunandır ,kılınan değil!
Namaz,
kılınmaz!
Kur’ân
, namaz kılmaktan söz etmez! Aksine, “Yazık o
namazdan gâfil olarak namazı yerine getirmeğe çalışanlar”der.
”Namazdan
gâfil olmak ” demek;haşyet şuurundan ve duygusundan mahrum olmak
demektir!
Basiret
sahibi bir kişinin “haşyet” halini hissetmesi için “ALLAHU EKBER” sözcüğünün
mânâsını tefekkür etmesi yeterlidir!..
Namazın
Kur’ân ‘da târifi yoktur!. Namaz hadislere dayalı bir şekilde edâ edilir...
Dindeki
tâbirleriyle namazın tamam olması için şu şartlar gereklidir... Necasetten
taharet, hadesten taharet, setri avret, vakit, niyet, kıbleye yöneliş...
Bu
altıya bir altı şart da namaz içi olarak eklenir:iftitah tekbiri, kıyam,
kıraat, rüku, sücud, teşehhüd miktarı ka'de-i âhıre...
Şimdi
bu toplam oniki şartı kısaca açıklayalım...
hf
Necasetten
tahâret, pislikten arınmaktır.. Görünür ve görünmez olmak üzere iki türlü “necis”
yani “pislik” vardır...
Görünür
olanı malûm; büyüğüyle, küçüğüyle...
Görünmez
olanı ise daha mühimdir ki, Kur'ân-ı Kerim bu pisliği "ŞİRK" olarak
açıklamış ve
"ŞİRK
EHLİ NECİSTİR"
hükmünü
duyurmuştur!.
Kişinin
namaza yönelmesi için önce "ŞİRK"ten arınması gerekmektedir...
hf
Genel
anlamıyla, avret kabul edilen yerleri namazda örtmek demektir. Erkek ve
kadınlar için farklıdır!..
Düşünsel
boyuttaki setri avret için beşeri
şartlanmaların, değer yargılarının ve duyguların üzerine şal atarak; objektif
olarak "ALLAH" ilmine açık olmak gerekir... Bu yapıldığı
zaman, “benlik” kavramı örtülmüş olur!.. Zira, “benlik” insanın ayıp
yeridir; ki atılamıyorsa dahi, hiç olmazsa örtülmelidir...
hf
Vakit,
namazın gerçekleşmesi için gerekli olan bir husustur.. Hangi vaktin içinde
iseniz, o vaktin namazını kılabilirsiniz ancak!...
O
vaktin namazı dışında kıldığınız tüm namazlar “yararlı” namazlar
sınıfındadır...
Zâhirde,
namazın bilinen beş vakti vardır... Derinlik mânâsı itibariyle vaktin girmesi
ise; kişinin “benlik”ten arınmasıyla huzurullahta “benliksiz” olarak
yeralmasıdır!..
İSTİKBALİ KIBLE
Derinliği
itibariyle ise..Özündeki “ALLAH” a yöneliştir ki,tüm özlerde
mevcud olan O’dur!
Hakiki
Faile yöneliştir!
“Yok“
olan “benliğin deki”gerçek vücud sahibini”hissediştir!
hf
Kişinin
namaza hazırlanma düşüncesidir!
Yöneliştir..Karardır…
Hedef
“ALLAH” ta yokluğunu farkedip; dilinde okuyanın “O “
olmasıdır!Mutlak Gayb olan “ALLAH “ indinde “HİÇ”liğini farkediştir!Ki
böylece namaz başlar.
TEKBİR ALMAK
Namaza
dururken “ALLAHU EKBER” deriz.
Başlangıç
“tekbir”iyle birlikte, eller avuç ayaları karşıya bakar şekilde yukarı kalkar;
ama kolunu kaldırma işini başına veya omuzuna kadar kaldırmışsın, veya ellerini
kulağına değdirmişsin bu önemli değil!.
Mühim
olan, vücuda paralel bir biçimde ve avuç ayaları karşıya bakar bir şekilde
ellerini başa doğru kaldırmandır... Bunun mânâsı “Allah ile aramdaki tüm
perdeleri kaldırdım arkama attım”; demektir.
“Tekbir”,
yani “Allahuekber” sözünden murad, “O” öylesine sınırsız, sonsuz ilim
ve güç kuvvet sahibidir ki, “O”nun dışında bir varlık yoktur”; demektir.
Şimdi
bunu düşünerek namaza girdiğimizi düşünelim... “Allah”ın Tekliğini, yüceliğini;
her varlıkta her zerrede var olanın “O” olduğunu müşahede ederek namaza durduk.
İşte
“namazın ikâmesi” başladı...
“İnni
veccehtu vechiye lillezyi fataras semâvati vel ardı haniyfen ve ma ene minel
müşrikiyn”
“İnnes
salâtiy ve nusûkiy ve mahyaye ve mematiy lillahi rabbil âlemiyn; ve la şeriyke
lehu ve umirtu; ve ene minel müslimiyn”
“Şuurumla
bütün boyutların ve varlıkların Fâtır’ı olana her hangi bir tanrı kavramını
kabul etmeksizin yöneldim… Şirk koşanlardan değilim!”
“Şüphesiz
ki benim namazım ve kulluğum, hayatım ve ölümötesi yaşantım âlemlerin rabbı
olan Allah’a aittir!. O’nun yanısıra bir tanrı yoktur.. Bunu idrak ve itirafla
hükmolundum… Ben müslümanlardanım!”
KIYAM
Allah’ın
“Bâki sıfatının zuhur mahallidir.
Kur’ân
kıyamda okunur.Kıyam Bekabillah’tır!
Mi’rac
‘ın kapısı olan Fâtiha ,kıyamda okunur.
hf
“Subhaneke
ve bihamdike”yi okudun; her zerrenin “O”nu tesbih ettiğini, “O”nun bütün eksik
kavramlardan münezzeh olduğunu; her bir yaptığının mükemmellik olduğunu; her
bir var ettiğinin ayrı bir mükemmeliyeti sergileme amacına dönük olduğunu idrâk
etmiş olarak dile getirdin.
“O”nun
“hamd”ı ile “hamd” ederim... dedin... Yani, sadece “Allah” kendi kendini idrâk
edip, değerlendirebilir; dedin...
Zirâ,
“ALLAH”ı “ALLAH”ın dışında bir varlığın idrâk etmesi mümkün değildir!.
Övüp,
yüceltmek ancak idrâk etmekle mümkündür!.. Bizim “Allah”ı değerlendirip,
övmemiz, yüceltmemiz mümkün değildir… ve hatta böyle bir şeye kalkışmamız “O”na
bir nâkısiyet atfetmektir!.
Gerçeğiyle,
ancak ve sadece, “ALLAH” kendi kendini anlayıp, bilir ve değerlendirir demektir
“hamd”in mânâsı!..
EUZÜ BESMELE ÇEKMEK
EUZÜ
BESMELEYİ çekip; yani, seni tanrına tapınmaya yönelten ve de
varsayımdan oluşan düşüncelere saptırıcı
olan
“CİN KÖKENLİ” ilham ve vesveselerden “ALLAH”a sığındın...
“B”ismillah`ir
Rahman`ir “RAHÎM”...
“Varlığımı
da oluşturup ismi “Allah” olan Rahman’dır Rahîm’dir”… Ki O’nun namınadır
eylemim! dedin... Ve...
Bu
arada “ALLAH”, dilinde okudu!..
Kendi
kuvvet, kudret ve ilmiyle varolan âlemlerin, Rabbı olan “Allah”ın,
özelliklerinin eseri olan alemlerini seyr halinde olduğunu; ve o âlemlerin
terbiye edici, yönlendirici, varedicisinin de “Allah” olduğunu açıkladı... Daha
doğrusu bunun böyle olduğunu sende dile getiren Allah oldu!. Sen, “yok”luğunu
farkettin, böylece çıktın aradan, ortada kaldı sadece Yaradan; ve “ALLAH” sende
bu mânâyı ifade etmeye başladı.
RUKÛ
Niçin
"rükû"; nedir "rükû"?...
Evet
namazda böylece Fâtiha’yı okuduktan sonra biraz daha ilâve âyet yahut sûre
okuyup, sonra rükûya gidiyorsun.
Ondan
sonra rükuya giderken de, “Allahuekber” diyorsun.
Belden
yukarısı yere paralel, bele kadar dik bir biçimde...
"Rükû"
hareketinde bele kadar olan bölüm dik dururken, belden başa kadar olan üst
bölüm ise 90 derece eğilerek yere paralel bir hâle gelir... Bunun anlamı nedir?
Deminki
âyetleri okurken, kıyâm halinde ayakta dik duruyordun.. Varlıkta hükmünü icra
eden “HAYY” ve “KAYYUM” Hak’kın kelâmı senden “kıyam”da açığa çıkıyordu!..
"Kıyâm"
hâli, kişinin tüm benliğiyle, ben kendi kendime varım; anlamına gelir!. Okunan
besmele ve Fâtiha ise ayakta duruşun Allah halifeliği dolayısıyla yapılmasının
itirafı anlamınadır.. Okunmazsa bunlar, o takdirde kişi varlığını Allah`a şirk
koşmuş olur!
Varlıkta
dimdik duran, her an geçerli sistem ve düzen olan “ALLAH” hükmü senden açığa
çıkıyordu... Bunun için dimdik ayakta idin..
Ayakta
Kur’ân okurken, gerçekte dilinde okuyan ; Kur'ân sahibidir... Onun önünde
zâhirinle sen eğilirsin...
İsimlerin
özelliklerine dayanan bileşik yapın nedeniyle; terkipsel yapıların Rabbül
âlemin önünde boynu eğik olması sebebiyle; bu varlıkta ilâhi hükümlerin
gereğinin senden çıkmasına işaret eden bir biçimde rükûya eğildin...
Belden
aşağın dik, belden yukarın yere paralel; varlığın bir kısmı ile kulluğunu
yerine getirmedesin, varlığının belden yukarısı yani, idrâk yanıyla, şuur
yanıyla bu evreni var eden mutlak varlık önünde eğilme durumundasın. Onun
varlığını, tekliğini tasdik etme durumundasın...
Ayrıca...
Belden
yukarısının eğik, yere paralel durması, “fıtrî kulluğu” ifade ediyor!.
Belden
yukarının yere paralel olması, senin, varlıkta Hâkim olan mutlak varlığı idrâk
etmek suretiyle; “O”nun ilmi, kuvvet ve kudreti önünde eğik, teslim olmuş bir
durumda olduğunu ifade ediyor... Bu idrâkın sende varolduğunu gösteriyor.
Buna
karşın yere dik bele kadar olan bölümünle de mutlak vücudun varlığıyla
varlığının idamesine işaret etmektesin!..
Esmâ
terkibi sonucu varolan vücudun varlığını oluşturan “hakkanîyet” yönünden bele
kadar dik; İsimlerin özelliklerinden meydana gelmesi sebebiyle de Rabbül
âlemiyne tâbi olması yönünden “O”nun önünde belden yukarısı bükülü!.
"Secde" ise ben "yok"tan varolmuş "yok"um,
sadece sen varsın; mânâsı taşır.
"Rükû" ise biliyorum ki ben yokum, sen varsın; ama bu bilgi varlığımı
ortadan kaldırmaya yetmiyor; sen bundan dolayı beni bağışla; anlamı taşır!.
Zirâ,
daha evvelki ümmetlere verilmemiş olan "VAHDET" irfanı ve ilmi
Muhammed Ümmetine bahşedilmişti; buna karşın, Ümmetin tamamının
secdeyi gerçekleştiremiyeceği de bilinmekteydi.. Bu yüzdendir ki, secdeyi
başaramayan hiç olmazsa "rükû" yapabilsin, istenildi... Ve bir
rahmet olarak onların namazına "rükû" ilâve edildi.. Ki bunun
anlamını da yukarıda açıkladık.
“RÜKÛ”;
Ulûhiyet önünde, Rubûbiyet hükümleriyle varolan varlığın sembolizesidir!.
Bu
durumda tesbih yapıyorsun;
“Subhane
rabbiyel azim”
“Azim
olan, azamet sahibi olan Rabbim subhandır”
Her
bir zerrede “O”nun hükmü yerine gelmektedir. Her bir zerre “O”nun varediş
gayesine uygun davranışlar ortaya koymak suretiyle; kulluğunu ifâ edip fıtrî
tesbihini yapmaktadır!..
Ondan
sonra:
“Semi
Allahu limen hamideh”...
“Semi
Allahu” : “Allah algılamadadır”.
“Limen
hamideh”: “Hamd edenin hamdı, Allah`ındır!.”
Yani,
benim yaptığım her hareket ilâhi kudretin tasarrufu neticesinde meydana
çıkmaktadır ki, “ALLAH” fiilimin gerçek fâili olarak ne yaptığımı bilmektedir;
çünkü ilminde takdir eden “O”dur; anlamı var orada.
Doğrulduktan
sonra tam dik vaziyete geliyorsun!. Tam doğrulmadan, dik vaziyette bir lâhza
durmadan secdeye gitmiyor, dimdik duruyorsun!.
Dik
dururken, “Rabbena lekel hamd” diyorsun veya daha uzun şekli ile;
“Rabbena
lekel hamdu kemâ yenbagıy licelâli vechike ve liazıymi sultanik.”
diyorsun...
Ki
Efendimiz S.a.v çoklukla böyle söylerdi.
Daha
tam anlamıyla dik durmadan, secdeye gitmek yok!.
Bu
tesbih de tam dik dururken söyleniyor!. Hemen rükudan kalkarken ve dik halde
iken... Anlamı ise yaklaşık şöyle:
“Kendi
kemâlini, azâmetini, hikmetini, idrâk, değerlendirebilme Rabbime mahsustur; ki
onun kadrini ve kıymetini, sonsuzluğunu ve sınırsızlığını idrâk etmek, ihâta
etmek mümkün değildir”!..
Ondan
sonra “Allahuekber” deyip “secde”ye gidiyorsun...
hf
Namaz,
ayakta dururken okunan sûreyle, âyetle başlar, secde ile tamamlanır.
Secde için Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm diyor ki:
“Secde,
kulun Allah`a en yakîn olduğu hâl`dir.”
O
anda Allah ile kulu arasındaki perde kalkar!. Ve secdede edilen duayı
Cenâb-ı Hak geri çevirmez!.
Secde nedir?...
“Secde”
kelimesinin anlamını fizik hareket değil, işaret ettiği anlam bakımından ele
alma mecburiyeti vardır!.
Secde,
kişinin, kendi varlığının, benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek
varlığın Allah olduğunu idrak etmesi, hissetmesi hali`dir...
Secde`nin mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta dururken tüm varlığı ile
varsa... Buna karşın Secdede de tam bir “yok olmak” hâli var!.
Vücudu ortadan kalkıyor, kapanıyor...işte fizikman yok olma gibi... Secdenin
“sırrî” mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak
etmesidir.
Ne
anlıyorsun o anda?...
Secdedesin
ve secde halinde iken bu halinle sen diyorsun ki;
“Ey
Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer ben yokmuşum!...”
Tabii
bunu diyebilmek için, Allah`ın “Ahadiyet”ini, “vahidiyet”ini,
“vahdet” ve “vahdaniyet”ini anlamış olmak lazım...
Yani
kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...
Bahsettiğim
konular, “ALLAH” kitabında açıklamaya çalıştığımız “İhlas” Sûresi`nin
mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir olay!...
İşte,
secdeye vardığın anda, “varlığımda var olan mutlak gerçek varlık Sensin” idrakı
içinde, kendi varlığın yok oluyor!. Ve o anda Sen`den meydana gelen dua,
Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği de olur elbette!..
İşte,
bu “secde hâli”ne en yakın bir hâl “Kadir” hâlidir!.
Secde
hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay
kolay oluşmaz!... Çok uzun çalışmalara bağlı... Yani, kişinin varlığındaki
bir takım şeylerden, hatta tüm varlığından arınmasına bağlı, secdenin tam
tahakkuk edebilmesi!..
Her
namaz kılan “secde” edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve çalışmasına
bağlıdır
“Secde
hâli, kulun ALLAH`a en yakın olduğu hâldir” buyuruluyor...
“Secde”
nedir ki “ALLAH”a en yakın hâl oluyor?
“Secde”de
kul ile Allah arasında perde yoktur!. Deniyor…
Nerede
deniyor?
“Secde”
de!.
Kimde?
Secde edende!.
Kıyamet
günü, mahşer yerinde “Allah’a secde edin”, denecek...
Bir
kısmı secde edecek, birçokları da secde etmek isteyecek fakat başaramayıp tahta
gibi öne, ya da yana devrilecek!. Beli dümdüz olup âdeta betonlaşacak!.
Bir
türlü secdeye gidemeyecek!.
Dünyada,
istemedikleri için secde etmeyenler var...
Secde
etmek istedikleri halde, secde edemeyenler var!.
Bir
de şu anda namaz kılan, ama secde etmeyenler(!) var!.
“Secde”
etmek ne demektir?
Kişinin
varlığının Allah önünde yok olması demektir..
Secde,
fenâfillah’tır
“Allah”a
secde etmek, O mutlak varlık yanısıra, ne senin ne de bir başka varlığın,
vücudunun “var” olmadığını idrâk etmek, müşahede etmektir!.
“Ben
yokum, sadece ALLAH var!” demektir.
Veya
bir diğer anlamıyla, “var olan yegâne varlık Vahidül Ahad olan Allah”,
demektir, “secde”nin mânâsı...
“Sadece
bedenimle değil, şuurum, ruhum ve varlığımla sana secde ediyorum” demek için
secdeye erdiğin anda, secde halindeyken, “var olan yegâne varlık, Vahidül Ahad
olan Allah”tır!. “O”nun dışında “biz” yokuz... diye düşünebilmek lazım.
“Biz”
derken burada neye atıf yaptık?
“İyyake
na’budu” ya!...
Bu
“secde”yi yapabildiysen, ondan sonra kalkar oturursun, oturduğun zaman Hz.
Rasûlullah gibi:
“Va’fuanna,
vağfirlena, verhamna” dersin; ve ayrıca istersen “vehdina”yı da
ilave edersin.... Secdeden kalkıp oturduğun zaman!.
Bunu
söyledikten sonra, bu “secde”den hâsıl olan mânâyı farketmeyi takdir ettiği
için, şükür olarak ikinci defa secdeye gider; üç defa daha “Subhane rabbiyel
âlâ” veya “subhanallahi ve bihamdihi” dersin.
Böylece
namazın o rekatı, bu şükür secdesi ile tamamlanmış olur!.
Birinci
“secde” yokluk; ikinci “secde” yokluğun müşahedesini ihsan eden “Allah”a şükür
secdesidir.
Secde,
ancak Fâtiha'nın "oku"nmasıyla mümkündür!...
Kıyamın,
yani ayakta Kur`ân okuma sürecinin; ve rükûnun sonrasında “secde”nin iki
olmasının sebebi, birinci secde ile rekatı tamamladıktan sonra, bunu
tamamlamayı ihsan eden “Allah”a şükürdür.
Anlayabileceğimiz
kadarıyla işte bu havas’ın namazıdır.
Haşyet,
Allah ismi ile işaret edilen varlığın sonsuz azâmet ve kibriyâsı önünde bir hiç
olduğunu hissetme hâlidir.
İşte
bu, hiç olduğunu hissetme hâlinin adı, “Haşyet!.” Yaşamı da, “Secde” dir.
Hakiki
secde, “tahkiki secde” budur.
“Taklidi
secde” ise, işte benim yere yatıp alnımı
toprağa koymamdır.
Biz
toprağa bile koymayız. Öyle büyüğüz ki, halının üstünde seccade arıyoruz.
Allah
Rasûlü, yağmurda çamurda, toprağa secde ediyormuş.
Biz,
halının üstünde, halılar yetmiyorsa bir de seccade arıyoruz.
“Namaz”daki
“haşyet”e gelince...
Basiret
sahibi bir kişinin “haşyet” halini hissetmesi için “ALLAHU EKBER” sözcüğünün
mânâsını tefekkür etmesi yeterlidir!..
Resme
bakmak başka şeydir,resmi görüp resmi okumak başka şeydir.
Ben
şurada karşıma bir resim asmışım.Bu resim,samanyolu Galaksi’sini
gösteriyor.Ben bu resme bakıyorum,”Samanyolu Galaksisi” diyorum...Ortası
biraz sarı- hiç bir şey belirgin değil,kenarlara doğru parlak noktalar
var falan...ben resmi görmüyorum,şu an resme bakıyorum!
Ben
ne zaman resmi görmeye başlarım?..Bu galakside bir yığın yıldızlar var ve bu
yıldızların içinde bir nokta sadece Güneş, bu kadar büyük bu galaksinin içinde
koskoca dev dünyamızın tâbi olduğu Güneş adını verdiğimiz-orada bir nokta
olursa ya bu galaksinin içinde dünyanın yeri ne?benim yerim ne ? diye düşünmeye
başlarsam ,işte resme BAKMAK durumundan çıkıp resmi GÖRMEYE başlamış olurum!
“Bu
galaksinin içinde benim yerim ne?” diye düşünmeye başladığım zaman,işte o resmi
okumağa başlamışımdır.Okumam biraz daha sürerse , bu galaksi gibi sayısız
galaksileri yaratan güç yanında bu galaksi ve bu galaksileri
yaratan “Allah” diye isimlenmiş olan - bütün bu galaksileri yaratmış olan
yanında bu galaksinin yeri ne-benim yerim ne?” diye düşünmeğe başlar da
beynimin durduğunu ve hiçbir şey düşünemez hale geldiğimi-hiçliğimi
hissedersem; işte o resmi oraya asmaktan gaye yerine gelmiş ben resme
önce BAKMIŞ-sonra GÖRMÜŞ-sonra OKUMUŞ ve bunun neticesi olan HAŞYET
DUYGUSUNU HİSSETMİŞ ve de SECDE denilen hali yaşamış olurum!
İşte
bu karşımdaki resim beni secde ettirmiştir ,Âlemlerin Rabbı’na-Rabbül Alemin’e!
Ben
olaya böyle bakarken bir başkası da “Hadi ezan okunudu,gel namaz kılalım
“der,iki takla-bir bakla tavuk yem yer gibi iki secde,”namazımı
kıldım-secdemi ettim,Elhamdüllillah” der!
O
, yaradılış gereği programının gereğini öylece yerine getirmiştir!
Buradaki
programın gereği de böyle bakıp değerlendirmektir!
Ama
bu “şuur boyutunun secdesi”dir,öteki “beden boyutunun secdesi”dir!
Bu
ikisi birbirinden ayrı şeylerdir,hiçbirisi birbirinin yerini
tutmaz. Ne tavuk yem yer gibi secde etmek
,”secde”nin yerini tutar,ne de bu secde onun yerini tutar. Biri “şuur boyutunun
secdesi”dir,diğeri “toprak boyutunun secdesi”dir!
hf
Secdeden
kalkılıp, oturulur ve sesleniş yükselir:
-"Et
tahıyyatu lillah, ves salavatu vet tayyibat!.."
Cevap
ise Rabbindendir, “özündeki Hakikatı Muhammedi”ye hitaben:
-Es
selamu aleyke ya eyyühen nebiyyü, ve rahmetullahi, ve berekatuh!...
Selâm,
dalga dalga yayılır “özündeki Hakikatı Muhammedi”den “kulluk” görevini
yerine getirmekte olan tüm “salih”lere... “benliğinden kurtulmak suretiyle tüm
SALÂHA ermişlere”...
-SELÂM,
üzerimize ve “kulluk” îfa etmekte olanların içindeki tüm “salih”lere dir!...
“Mi`râc”da,
Hazreti Rasûlullah, Rabbi ile karşı karşıya geldiği zaman Hazreti
Rasûlullah`a:
“Et
tahiyyatu el mubareketu ves selavatu vet tayyibat” demiştir.
Buna
karşın, Rabbi`sinden kendisine gelen cevap:
“Es
Selâmu aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullahi ve berekatuh” olmuştur...
Bunun
üzerine âlemlere rahmet olarak var kılınmış Hazreti Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm;
“Es
selâmü aleyna ve âlâ ibâdillahis sâlihin”.
“Selâm”, Allah`ın bütün ibadına, Allah`a kulluk eden bütün varlıklara da
yaygındır... Anlamında cevap vermiştir...
Ki,
namazlarda son oturuşta ve orta oturuşlarda, okuduğumuz, “Et tahiyât”
diye bildiğimiz duadır bu. Esası bu, “Mi`râc”da meydana gelmiştir...
Cenâb-ı Rasûlullah Aleyhisselâm’ın Rabbi ile konuşması
neticesinde...
Ondan
sonra bize de şehâdet gereklidir elbet;
“Eşhedü
en lailahe illallah ve eşhedü enne Muhameden abduhu ve Rasûluhu”..
Burada
bir nükteyi işaret ederek geçeceğim, derinine girmeyeceğim...
İstidadı
olan, istidadı ölçüsünde bunu değerlendirebilir..
Bütün
mü`minlere namazda, “Et tahiyyatu”yu okumak şarttır. “Et tahiyyatu”da
siz, “Et tahiyyâtu lillah, ves salâvatü vet tayyibât” dersiniz ve
Rabbinizden karşı cevap gelir...
“Es
selâmü aleyke eyyühen nebiyy!...”
Burada
bir açıklamaya dikkatinizi çekeyim... Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm
buyurur ki :
“Cenâb-ı
Allah, benim nurumu yarattı ve bütün mahlukatın nurunu da benim nurumdan
halketti...”
O`nun
Nur`undan halk olan bütün mahlûkatta, O`nun Nur`u mevcuttur!.
Dolayısıyle,
Cenâb-ı Hak`dan; “Es selâmü aleyke eyyühen nebiyy” hitabı gelen
mahal, sizdeki Hazreti Nebiyullah`ın makamıdır!...
Ama,
bu makam size örtülü kalırsa, siz Cennetteki basîret ehlinden olmazsınız.
Eğer bu makam açılırsa size, o zaman Cennetin kemâl ehlinden olursunuz.
Siz,
namaz ile “Mi`râc”a çıkarsınız; “Esselâmü aleyke eyyühen
nebiyyü” diyen “Zât”, size değil, “mertebe-i nübüvvete” demiş
olur bunu!.. Eğer kaldırırsanız kendinizi aradan, ortaya çıkar sizin
bâtınınızı oluşturan mertebe-i nübüvvet ...
Zira
halografik esasa dayalı olarak evren varolduğu içindir ki, evrende var olan her
mertebe ve boyut ve katman, her zerrede mevcuttur!.
Hazreti
Rasûlullah, “Mi`râc”da “Kâ`be Kavseyn” denen, beşeriyetin
tümüyle yok olma durumunda, âdeta bir yayın iki ucu, hatta daha da ötesi, “Ev
ednâ” tâbiriyle ifade edilen makamda, “Rabbi”yle karşılaştı..
“Kâ`be
Kavseyn, ev ednâ” denen bu makamda, Hazreti Rasûlullah, tüm
varlığının eriyip gittiğini, varlıktaki Mutlak Tek Varlığın, Hakk`ın
varlığı olduğunu müşahade etti...
Ve
bu müşahadenin, bu yaşantının, bu hissedişin ötesinde, gecelediği Ebu Talib`in
kardeşinin evi olan Ümmü Hani`nin evinden sabahleyin çıkarken;
Beni
gören Hakk`ı görmüştür!.
sözleriyle
bir gerçeği ifade etmek istedi..
Öyleyse,Hazreti
Rasûlullah`a nasip olan bu “Mi`râc”; eğer namaza, beşeriyetten
arınmak sûretiyle, şuur boyutunda, tefekkürün derinlikleri ile girilirse,
kişiye de nasip olan bir “Mi`râc” olur ki; o “Mi`râc”ın neticesinde,
teşehütte`de, “Ettahiyyatü”`yü okur...
Rabbıyla
karşı karşıyadır!...
Rabbi,
enfüsüyle, âfâkıyla ona;
“Es
selâmü aleyke eyyühen nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuh” der.
bunun
sonucunda da bize şunu demek düşer:
“Şahadet
ederim ki, tanrı yoktur sadece Allah var; ve Muhammed O`nun Rasûlü`dür !...”
der.
Söylediğinin
farkında olmadan “Eşhedü en lâ ilahe illallah”, demekle, “şehadet
edilmiş” olmaz!..
“Haydi..
aşk ile şevk ile bir daha...” demekle de, “Eşhedü en lâ ilahe illallah” denmiş
olmaz!...
Bu
kelimelerin, cümlelerin mânâsını anlamak; idrak etmek; ve ondan donra da idrak
ettiğini ifâde sadedinde, bu kelimeleri dile dökmek gerekir!..
Aksi
takdirde, mânâsı anlaşılmadan, idrak edilmeden, bir papağanın veya bir teyp
bandının tekrarı gibi tekrardan öteye gitmez, bu kelimeleri söylemek...
Ve
böylece, müşahedemizden anlatabileceğimiz kadarıyla “müminin mi'rac ‘ı” olan
namaz gerçekleşir..
Şayet,
bu yaşanılanlar, o kısa süreçten taşar, tüm zamanlara yayılırsa...işte o vakit,
bu "daimi namaz" adını alır; ve bu tâbirle, kişide yaşanılanın
sürekli o müşahede hali olduğuna işaret edilir... Allah bu hale hidâyet ede!..
Ancak,
sırası gelmişken, burada, çok önemli bir konuda uyarıda bulunmak istiyorum!.
Kişi,
namazı derinliği itibariyle hangi mertebeden “ikâme” ederse etsin; kesinlikle
bedenen yapılan uygulamadan da geri kalmamalıdır..
Nasıl,
benim yemeğim yenmiştir, deyip yemek yemeden duramıyorsak... Aynı şekilde,
benim namazım kılınmıştır, gerekçesini de kabul edemeyiz...
Zira
bedenen uygulanan namazın yeri ve getirileri ayrıdır; bilinç boyutunda yaşanan
namazın getirileri ayrıdır... Hiç biri, diğerinin yerini asla tutmaz!...
Unutmayalım
ki, bu dünyada bir beden koşullarımız mevcuttur, bir de bilinç... Aynı tarzda,
ölüm ötesindeki tüm aşamalarda da gene bir “beden” yapımız olacaktır,
bir de “bilinç”...
Bizim
bunlardan herhangi birini ihmal etmemiz, aynen burada olduğu gibi, gelecekte de
hatamızın neticelerine katlanma zorunluluğunu getirecektir...
“Arifi
Billah” olmayanlar, yani “B” sırrıyla “OKU”yamayanlar, genellikle batının
nurlarıyla zâhirden perdelenirler!... Yani, müşahede ettikleri sırların
kendilerinde oluşturduğu mânâlarının bilinçlerini kapsaması sebebiyle,
yaşanılan gerçekleri gözden kaçırırlar!...
İşte
bu durumdakilerin yanlış davranışlara sapmamaları için, geçmişte yaşamış
“özeermişleri” örnek alıp, en azından onları taklit ederek yollarına devam
etmeleri gerekir...
Ki
böylece "Allah" mârifeti yolunda ilerlemelerine devam etsinler...
Aksi
takdirde, belli bir müşahedede kilitlenirler ve ötesindeki hayal bile
edemedikleri sonsuz mârifetten mahrum kalırlar!..
NAMAZIN SONUNDA
NİÇİN SELÂM VERİLİR?
Namaz,
kişinin beşeriyet dünyasından arınıp; Allah hakikatına yönelmesidir!...
“Namazdan
çıkmak” demek, tekrar insanların arasına dönmek, aralarına girmek
demektir... İnsanların arasına girerken de elbette selâm verilir...
hf
Nankör,
ilmin gereğini yaşamayandır!.
hf
“NASİB”
”O
birimin esmâ terkibi”ni anlatmaktadır!
NÂSUT ÂLEMİ
(Not:Daha
geniş açıklama için bkz.”Ef’al Âlemi”)
hf
Nebi;
Dini yani sistemi anlatarak , insanların ölümötesi gerçeklere hazırlanması için
görev almış kişidir!
Yeni
emirler getirmeksizin,daha evvel gelmiş olan emirleri tebliğ
Nebiler,
kendi hakikatlarını bilerek, geldikleri toplumların yaşam düzeylerine göre bir
ileri basamağı öneren görevli zâtlardır...
Nebi
,bütün bu varlık âleminin tasarrufunun ötesinde,beşere ilâhi hükümleri tebliğ
ederek,ilâhi mânâları açıklayarak,Allah’a vâsıl olmalarını temin yolunda
çalışma yapar..
Nebi
âlemin ve varlığın hakikatına,aslına ermiş olarak insanları Allah’a
davet durumuna girer.
Toplumla
ilgili hangi işlevler “nübüvvet” kapsamında ise, o işlevlere işaret
edilirken Kur’ân-ı Kerim’de, “nebi” kelimesi kullanılmıştır
Her
“Nebî”, her “Rasûl” ve her “Velî” varlığını “Velâyet”
hakikatından alır..
Her
“nebi” zâhiri itibariyle “nebi”, bâtını itibariyle “velî”dir.
Bir
diğer tanımlama ile, şeriat getiren “veli”lere “nebi”
denilmiştir!
“Nebi”lerin
bazıları aynı zamanda “Rasûl”dür...
hf
Nübüvvet
gereği konulan kurallar geri dönülmez, asgarî, taban sınırlardır. İlerisi ise
açık ve sınırsızdır. Burası çok önemlidir ve iyi anlaşılmalıdır.
“Risâlet”
ve “Nübüvvet”, “Velâyet”in içindeki üst sınıftır... Tıpkı “askeriye”
genel tanımı içinde “generaller” sınıfı gibi...
Varlıkta
asâleten var olan ve ebediyyen sürecek olan kemâlât "velâyet"tir.
"Nübüvvet" ise "veli"ler içinde üst sınıfı
teşkil eder. Cennet yaşamında "nübüvvet" görevi yoktur;
onların her biri "velâyet" kemâlâtının en yüksek halleriyle
yaşamlarına devam ederler
Velâyet
asıldır, daimîdir; hükmü sonsuza dek geçerlidir!.
Nübüvvet
ise geçicidir; dünya hayatı ile sınırlıdır; velâyet ile kâimdir!.
Nübüvvet bir görevdir; velâyet ise yaşanılan bir kemâl, bir hâl, bir
mertebedir.. Her nebi, veli olması yani varlığındaki velâyet kemâlatı sebebiyle
nebi olmuş nübüvvet görevini yüklenmiştir.
Her
nebi, velîdir; kıyâmetten sonra, cennette velâyet kemâlâtının
mertebesini yaşar. Nübüvveti ise son bulur!.
Her
veli ise nebi değildir!.
"Rasûl"lük ise "nübüvvet"ten ayrı bir özelliktir!.
"Nübüvvet",
Alemlerin rabbı olan Allah`ı bilip, O`nun
dilediğini "insan"lara tebliğ ile görevlenmektir.
Toplumla
ilgili hangi işlevler “Nübüvvet” kapsamında ise, o işlevlere işaret
edilirken Kur’ân-ı Kerim'de, “Nebi” kelimesi kullanılmıştır.
“Nübüvvet”
görevi dünya yaşamıyla ilgili bir görevdir ve “nebi”nin âhıret yaşamına
intikâliyle son bulur... Esasen “nübüvvet”, “hatemin nebi”
olan Muhammed Mustafa ile son bulmuştur; ondan sonra kıyâmete kadar
başka “nebi” gelmez."Nübüvvet"
işlevi bitmiştir!.
“Nebi”lerin
bazıları aynı zamanda “Rasûl”dür... “Risalet” işlevi olan “Rasül”lük
ise kıyâmete kadar geçerli bir görevdir.
“Nebi”lik
geçicidir; “Rasûl”lük” ise asâletendir ve dünyadan ayrılmakla son
bulmaz, zira kendini tanımanın sonu yoktur ve dolayısıyla bu işlev sonsuz devam
eder “Rasûl”ler için... Bu yüzdendir ki bizler, İslâm Dinini
kabul ve tasdik anlamında ifâde ettiğimiz “Kelime-i Şehadet”te Hazreti Muhammed
Aleyhisselam'ın “Rasûl” oluşuna şehadet ederiz; ki bu onun
sonsuz işleviyle ilgilidir. Bu yüzden “Abduhu”dan
sonra “Nebiyyihu” değil, “Rasûluhu” deriz..
NÜBÜVVET TÜRLERİ
Nübüvvet`in
iki yönü vardır:
1-Nübüvveti
Bâtın
2-Nübüvveti
Zâhir
“Nübüvveti
Bâtına” ikiye ayrılır:
a-Velâyeti
cihetiyle ilmi, Hak`tan alanlar (İlmi Bâtın)
b-Keşfi
rabbanî ile âlemi gaybtan alanlar (İlmi Ledün.. Hızır a.s. gibi rüesa`nın ilmi)
"Nübüvveti
Zâhir" ikiye ayrılır:
A-Nübüvveti
Teşrîiyye (Şeriat getiren nübüvvet)
B-Nübüvveti
Tâ`rifiyye (İrfan getiren nübüvvet)
hf
"Nübüvvet-i
teşriiye" bir "şeriat göreviyle görevli nebi"
demektir.
Halkın
içinde belli bir şeriatı anlatıp, izah edip; onlara kabul ettirmekle görevli
kişidir. Ama bunda muvaffak olur veya olmaz!. O ilâhi takdire bağlıdır.
"Nübüvveti
teşrîiyye"de ikiye ayrılır:
1-Şeriâtı
müceddede nübüvveti (eski şeriâtı yenileyen görev)
2-Şeriâtı
hassa nübüvveti (yeni şeriât getiren görev)
"Şeriâtı
Müceddede nübüvveti" dahi iki aşamalıdır:
a-Nübüvveti
mutlakai külliyei âmme (Adem`den Efendimize olan nübüvvet)
b-Nübüvveti
mukidei cüziyei hassa (Efendimizin nübüvveti)
hf
"Nübüvvet-i
tarifiye" sahibi nebi ise "Ârif-i Billah"
kemâlâtına sahiptir.
Ama
sakın ola ki bu mârifet kemâlâtını, velâyet kemâlâtı gibi anlamayalım... Belki,
velideki kemâlât nebideki bu kemâlâttan bir hissedir!.. Meselâ Hızır
Aleyhisselâm’ın nübüvveti, Lokman Hekim`in nübüvveti hep bu "nübüvveti
târifiyye" hükmündendir!
"Târifiye",
"irfan" anlamındadır... Yani, "Maarifi Billah"a
âgâh olan ve bu mârifetin gereklerini zâhirde yaşayan; gerekiyorsa yaşatan
anlamındadır.. Velâyetin en üst basamağı "Nübüvveti târifiyye"ye
dayanır!.
Bu
basamağın kemâlâtı çalışmakla elde edilen bir kemâlât değildir. Tamamen ilâhi
ihsan yollu kişide meydana gelen bir açılım neticesi olur.
Hz.
Muhammed`den sonra "Nübüvvet-i teşriye" söz konusu
değildir. Fakat nübüvvetin irfanı, Hz. Rasûlullah’'dan sonra
gelen velilerden bazılarına ihsan olunur.
"Benim
ümmetimin velileri Beniisrail nebileri gibidir"
buyuran Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm velâyetin bu mertebesine işaret
etmiştir.
Buna
"Nübüvvet-i târifiye" denir. Yani kişinin kendi çalışması
karşılığı olmaksızın, ilâhi lütuf gereği bir takım ALLAH mârifetinin onda zâhir
olması şeklidir. Tasavvuf dilindeki adıyla "velâyeti uzmâ"dır..
Veli yalnız ilham yolu ile bir takım gerçeklere erdiği için; veliye
itaat, teslimiyet zorunlu değildir. Ama nebi için böyle değildir... Nebi'deki
vahye hiç bir şey karışmaz!. Ondan sâdır olan mânâ tamamiyle ilâhi
hakikatlardır.
Demek
ki, ilhamda kişinin birtakım yanılmaları, duyguları, arzu veya
istekleri, ya da o şeyi alış anındaki ruh hali yanılmalara yol açabiliyor.
Burada
açıklığa kavuşturulması gereken bir başka husus da şudur:
Nebi ana karnında nebidir!.
"Nübüvveti
tarifiye" sahiplerindeki de "vahiy"
hükmündedir!.
Ancak
şimdi burada, bir noktanın açıklığa kavuşturulması gerekir.
Diyelim
ki kişi "Nübüvveti târifiye" sahibidir... Fakat o görev
yüklenmeden evvel, velâyeti hükmüyle yaşar. Görevle birlikte ondaki olay
"vahiy" hükmüne dayanır. Fakat zâhiren nübüvvet görevi
açıklanmadığı için aldığına ilham denir. O, doğuşundan görev alışı anına
kadar velâyeti hükmüyle yaşar, aldıkları ilhamdır. Görevinin başlamasından
itibaren aldığının şekli değişir. Fakat bu değişmeyi de ancak kendisi bilebilir.
Başkası dışarıdan bunu bilemez. Çünkü dışarıdan ancak "velâyet"
söz konusudur.
NEFS
Eskilerin
bir çoğu "Nefs" ile "Ruh"u
karıştırmışlardır!.
"Nefs",
bilincinizin rengine bürünen, "ben" kelimesiyle işaret
ettiğiniz soyut varlığınızdır!..
«Nefs»ten,
murad «ben» duygusudur!.
"Nefs", "Ben" kelimesiyle işaret ettiğin varlıktır!.
"Hayat"
sıfatının varlığını oluşturması sebebiyle "Ruh" ismini alır..
Kişilik
bilincinin oluşması ertesinde birim "ruh"a
izâfe edilir..
Bilince
izâfetle "nefs" denilir ve bilinç mertebesine göre isimlenir.
"Nefs"
ve ondaki "bilinç", gerçeği itibariyle, yapısının özü
itibariyle, "Rubûbiyet Nuru"ndan, yani "esmâ"
mertebesinden yaratılmıştır.
Nefsin
hakikatı Rubûbiyet mertebesinden gelir.
“Nefs”
, “Rubûbiyet”hakikatından varolduğu için mutlaka aklettiğini yapmak
ister!
Nefs
için iyi-kötü diye bir ayırım yoktur.Çünkü aslı Rabbani hakikattır!
Rab
ise dilediğini yapar!
Nefs,
hakikatı olan rabbani güç ve kendi hakiki vasfı olan, ilim sıfatından
kaynaklanan bir şekilde;yaşadığımız sebepler âleminde akıl yolu ile varlık
üzerinde hükmünü icra etmek ister.
“Nefs”,sadece
ve yalnızca “benlik”duygusudur.”ben varım” dersin ya; bu,”ben” kelimesi
ile kastettiğin şey nefstir!
"Nefs",
varlığını esmâ mertebesinden yani Hakk`ın varlığından alıp "Rubûbiyet
Nuru"ndan yaratıldığı için, "yapısının gereği olarak
dilediğini yapmak ister ve yapar"... Engel tanımaz!.. Hayır veya şer,
iyi veya kötü diye bir kavram bilmez!.. O, sadece dilediğini yapmak ister ve
yapar. Çünkü var oluşu "Rubûbiyet nuru"ndandır...Yâni, kişinin
kendisini nasıl hissettiği, kendisini ne şekilde hissettiği, kendini ne olarak
kabul ettiği anlamına gelir.
“İnsan”
diyoruz...
Bu
insan kelimesinin mânâsı olan varlığı evvelâ «beden» adı altında duyulara hitab
eder şekliyle görüyoruz. 5 duyuya hitap eder şekliyle gördüğümüz bedendeki
özellikler yeme, içme, uyuma, seks ve bedenin rahatı istikâmetinde davranışlar.
Bunun
ötesinde insanın ikinci olarak eskilerin «nefsi» dediği mânâda bir özellikler
grubu var. Bu guruba da «nefs» diyoruz; akıl, fikir, idrak, vehim, musavvire
(veya buna şekillendirme diyelim), hayâl ve hâfıza. Bu 7 şeyi
sayıyoruz. Birisine insanın zâhiri diyelim ötekine de bâtını!..
Bu
saydığımız özellikler nefs, akıl, fikir, idrak, musavvire, hayal, hafıza
kişinin 9. ay içinde almış olduğu tesirlerle meydana gelir ve aldığı tesirlerin
şiddet durumuna göre etkilenir.
Meselâ
kişinin fikir dediğimiz düzeyi, aynı zamanda zekâ ile de alâkalıdır, bu
Merkür’ün tesirleri ile oluşur.
Akıl
dediğimiz, Uranüs’ün ve Satürn’ün etkileri ile oluşur.
İdrak
dediğimiz güneşin etkileri ile oluşur.
Vehim
dediğimiz, Mars’ın etkisindendir.
Musavvire
Venüs’ün etkisidir.
Hayâl
Ay’ın ve aynı zamanda Neptün’ün ortak etkileridir.
Bunlardan
«Ben» dediğimiz, «nefs» dünya tesirlerindendir.
İşte
bu kişinin kendini bir birim kabûlü dünyanın etkisiyledir. tesirlerle, bir
beyinde bu işlemler oluşur.
Nefs,şartlanmaların
tesiri altındadır.
“Nefs” mertebesinde “Nefs”, Tek`tir!.
Nevzad`ın
“nefs”i, Hulûsi`nin “nefs”i, vs. diye ayrı ayrı “nefs”ler
yoktur, gerçekte!... Ayrı ayrı “nefs”ler sözkonusu değildir
hakikatta!.
“Nefs” boyutuna geldiğin zaman “nefs” Tek`tir!.
"Nefs"in
aslı, "Nefs-i Küll"dür...
İnsanda
var olan "Nefs" nedir?...
"Nefs-i
Küll"den, yani varlığın özünü meydana getiren enerjiden, ana
rahmindeki sperm-yumurta birleşmesiyle hâsıl olan ilk maddeye, 120. gün`de özden
dışa doğru diye tanımlamağa çalışacağımız bir boyutsal geçişle ulaşan
"Nefs-i Küll"ün kudreti, o birim`de, "Ruh-u izâfi"yi
yani "birim ruhunu=ruhu insanî"yi meydana getirir...
Yani,
beyin çekirdeği, 120. günde "can"lılığa kavuşur, faaliyete
geçer... "Nefs-i Küll" dediğimiz varlığı meydana getiren kaynak
enerjiden -Ruhu A`zâm`dan- aldığı hayatiyet, melekî güç tesiriyleile
ürettiği ışınsal yapıyla, kendi ruhunu meydana getirir!.
Ve,
böylece "birimsel izafi ruh", "ruh-u insani"
meydana gelir.
Aynı
zamanda da "hayatiyet" yönüyle "ruh"; "ben"liği
yönüyle "Nefs-i Küll"; "ilmi"
itibariyle de "Akl-ı Evvel" olan cevherden geldiği için o
birimde bilinç oluşur.
Senin
Nefs`inde hem melekîyet, yani nurâniyyet mevcuttur; hem de
şeytâniyet, yani nâriyyete bürünme yeteneği!. "Nefs"in
hakikatı, "melek" tâbir edilen kuvvedir!.
Beyin,
her an, bir yandan ruhu üretir, bir yandan da genetik verilerin +
astrolojik verilerin etkilerin sonucu oluşan bilinci yükler!. Daha sonra, 7. ve
9.ncu aylarda ve doğum anında meydana gelen tesirlerle kişilik özellikleri
oluşur... Ve bu kişilik özellikleri aynıyla da bireysel ruha = kişilikli
ruha yansır.
Daha
sonra, bu kişi büyümeğe başlar...
Bu
arada kişide genetik veriler ‘ astrolojik etkiler ‘ çevresel bir "Benlik"
duygusu gelişir; bilinç birikimine "Ben" demeğe başlar...
"Ben" kelimesiyle işaret ettiği bir varlık var elbet!.. Fakat, şartlanmaları
ne istikamette ise, "Ben"i, o şekilde anlıyor.
"Ben"
kavramı şaşmıyor... Ancak, o "ben"i şartlanmalar nasıl
oluşturmuşsa, öyle bir "ben" kabul ediyor...
Ve
bu "ben" dediği "Nefs"i, şartlanmaları
dolayısıyla oluşan değer yargıları nedeniyle, neyi isterse onu yapmak
istiyor.
NEFS’İN
(“BEN”İN) ARZULARI NELERDİR?
Nedir
"Ben"liğin arzuları..?
Makam,
mertebe, şan, şöhret, isim, ünvan, sayılmak, sevilmek, hürmet görmek, değer
verilmek, methedilmek!..
İşte
bunların hepsi "ben"liğin arzularıdır. Yani nefsin!..
Genelde
tasavvufla derinliğine ilgisi olmayanlar tarafından nefs ile tabiat
birbirine karıştırılır. Oysa nefs ayrıdır, tabiât ayrıdır.
Madde
ile ilgili istek, arzu ve zevkler tabiât ile alâkalıdır; mânevî istek, arzu ve
zevkler ise "nefs" ile alâkalıdır.
Bir
kişi, ben şöyle yemeyi, şöyle yatmayı, şöyle seks yapmayı seviyorum dediği
zaman bunlar hep tabiâtının sonucu oluşan şeylerdir.
Kişinin
tabiatına uygun olan şeyler, ona hoş, güzel gelir; tabiâtına yani bedensel
terkibine uygun olmayan şeyler de tadsız, lezzetsiz, zevksiz gelir. Bütün
bunların direkt olarak "nefs" ile alâkası yoktur.
Buna
karşılık, "Nefs" kelimesiyle anlatılan şey tam türkçe
karşılığı ile kişideki "Ben" duygusudur!..
İçki,
sigara ve bu türden kişinin terkedemediği şeylerin hepsi de nefsin değil
tabiâtın bağlı olduğu şeylerdir.
Nefsin
bağımlı olduğu şeyler ise en başta "hükmetme
- yönetme" duygusudur. "Hayır, ille de BENiM dediğim
olacak" gibi cümleler hep nefisten kaynaklanır ve nefsin kuvvet
derecesine işaret eder.
"Nefs"in
varoluş hükmü, bilinç düzeyine göre dilediğini yapmasıdır!..
"NEFS"
bu eksiklerini farkedip bunları tamamlama yolunda bir takım düşünsel ve
bedensel gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, beyinde belli hassasiyetler
oluşur.
Bu
hassasiyetler sonucunda beyin, âfâkî veya enfüsî belli ilhamlar almağa başlar!.
Bu ilhamların bazıları neticesinde o Nefsin bilinci, aklını üst düzeyde
kullanır. Aklı da, Akl-ı Küll`den ilham almağa başlar.
Çünkü
Nefs`in aslı Nefs-i Küll olduğu gibi, kendinde mevcut bilinci
de, Akl-ı Küll`den akıl almağa başlar...
Ve,
bütün bunlar kendisine ilham yollu gelir.
Bu
aldığı ilhamlar neticesinde, şunu fark etmeğe başlar:
Varlıkta
iki tane mevcut yoktur. Varlık, TEK-BİR`den ibarettir. O da
"Allah" özel ismiyle işaret edilen yüce varlıktır.
hf
NEFSİN
ARZULARINDAN KURTULMANIN YOLU
Nefsin
şehâvetindan yani arzularından sıyrılabilmek için iki yol vardır:
1-Nefsin
isteklerine olabildiğince karşı çıkarak, uzun vadede nefsin bu isteklerini
köreltmek.
2-Nefsin
hakikatını idrâk etmek suretiyle, izâfi ve vehmi (var kabul edilen) nefsin
isteklerini kâle almaz hale gelmek!..
Kişi
normal şartlar ve çevrenin şartlandırması sonucu, kendisini bu beden ve bedene
bağımlı ruh ve dahi bu bedenle kaim varlık kabul ettiği için, tabiîdir ki,
birimsel tatmin için yaşar.
İşte
bu yaşayış da en başta nefsin ve tabiâtın istekleri doğrultusunda olur.
Hakikata
ermek isteyen birim, eğer, en başta kendisini bu yanlış bilgilenmeden
kurtaramazsa, kendini bir birim olarak kabule devam ederse, yolu hayli çetrefil
demektir.
Bu
sebeple en kestirme yol, önce "nefs"in hakikatını
anlayıp idrâk etmek; sonra da artık gerçekte varolmayan fakat kişinin programı
gereği var kabul edilen izâfî (göresel) nefsi kontrol altına
almak gerekir.
NEFSİNİ
BİLEN RABBINI BİLİR!
(“MEN
AREFE” SIRRI)
İnsan;
KENDİ ÖZ GERÇEĞİNİ, "ALLAH"I TANIMAK için varedilmiş
yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir!..
İnsan'ın
kendini bu beden sanması, Kur'ân tâbiri ile "aşağıların en aşağısında
varolması"; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise "cennet
hayatı" diye tanımlanmasına yol olmuştur.. Bu yüzden insana tek bir görev
düşmektedir:
KENDİNİ
ÖZ YAPISINDA TANIMAK!..
Bunu
da din, "NEFSini bilen RAB'bini bilir" diye formüllemiştir.
hf
"BENLİK"siz
kalmaktır!."
hf
Nefsin
hakikatı, Rubûbiyettir!..
Nefis,
rubûbiyet mayasından meydana gelmiştir.
"Nefs"in
hakikatı, "İlâhi isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhi isimlerin
hakikatı olan "Zâtî" Hakikat"tır!.
“Nefsin
rubûbiyet hakikatından meydana gelmiş olması”
demek, ilâhî isimlerin mânâsının oluşturduğu terkible senin "nefsim"
dediğin şeyin aynı olması demektir!.
Esasen
ben nefsimin istediklerini yapıyorum, demen senin, "benim terkibimin
gereği olan fiilleri ortaya çıkartıyorum", demektir. Ben nefsimin
istediklerine karşı çıkamıyorum, reddedemiyorum, mücadele edemiyorum demek,
"ben terkibimin gerektirdiği gibi yaşıyorum" demektir ki,
bunun tabii sonucu cehennemdir!..
“Rasùlullah
Efendimiz’in nefsini de kendi nefsinde yarattı Allah!”
“Nefs”,bir
şeyin zâtıdır.Ve Muhammedi hakikatları da yine kendi hakikatından
meydana getirdi...Rasùlullah Efendimiz’in nefsini anlattığımız mânâda “yarattıktan”
sonra Adem’in nefsini Rasùlullah’ın nefsinden bir sùret olarak yarattı.Bu
ince mânâ sonucu,Cennette,habbeyi yemesi menedildiği zaman , onu yedi
Adem!...çünkü o, Rubùbiyet Zâtından yaratılmıştı.Rubùbiyetin şânı ise
sınırlanmak değildir.ve bu hüküm onun için Dünyada dahi yürüdü...Keza
âhirette de yürüdü.
hf
Nefsin
hakikatını anlamaya yönelik hükümler;varlığın hakikatıyla özdeşleşmek
değildir!..
Yani,bütün
bu âlemde mevcut olan ilâhi kuvvetler,birtakım tabii kuvvetler , benim
varlığımı meydana getiren kuvvetlerdir;öyleyse benim aslım ve hakikatım ve
kâinatın aslı ve hakikatıyla aynıdır;gibisinden bir biliş , belli bir felsefi
araştırma sonunda oluşur ama bu oluşma hiçbir zaman nefsin hakikatını bulma
değildir!..Çünkü bu türden bir bulma , ef’al mertebesinde nefsin hakikatını
bulmadır!..
Kâinat
içindeki kendini buluş , kâinatla kendini özdeşleştiriş , evren bilinciyle
kendini özdeşleştiriş , nefsin hakikatını ef’al mertebesinden buluştur!..
Halbuki
nefsin hakikatını , sıfat mertebesinden bulmak gerekir...
Bu
da ancak ve ancak gene İlâhi Din olan , İslam’ın hükümleriyle
bilinebilir-bulunabilir ve yaşanabilir..
YARADILMIŞLIK
KALKAR MI?
Senin
yaratılmışlığın hiç bir zaman kalkmaz!..Yaratılmışlık hükmün, hiç bir zaman
kalkmaz!..Çünkü,efal âleminin dışına fiil düzeyinde çıkabilmen mümkün
değildir...Bugün nasıl efal âlemindeysen, bundan bir milyon sene sonra da yine
efal âleminde olacaksın!..
Beş
milyar sene sonra da yine efal âleminde olacaksın!..Ef’al âlemi, bugün madde
dediğimiz terkible devam eder; yarın bir tür hologramik ışınsal beden dediğimiz
yapıyla devam eder; ama neticede gene ef’al âlemidir!..
Ancak;
kendi varlığında mevcut olan mânâların, Hak’ka aidiyeti yönüyle, yaratılmış
değilsindir!..Ef’al boyutu itibariyle,yaratılmışsın!..
hf
NEFSİNİN
HAKKINI EDÂ ETMEK
Geniş
mânâda anlattığımız varlıktaki tüm mânâlar , işaret edilen vasıflar , boyutlar
, sende mevcut!..
Demek
ki , senin ilmin veya senin şuuurun , anlayışına göre,bu boyutların herbirine
ulaşıp , her birinin hakkını ayrı ayrı vermediğin sürece , sen “ nefsine
zulmedenlerden” olursun!..
Sende
mevcut olan her boyutun hakkını ayrı ayrı verirsen, o zaman da “nefsinin
hakkını edâ” edenlerden olursun.
hf
Cenâb-ı
Hak, kendi esmâsını yani özelliklerini seyretmeyi dilediğinde, kendi Zât`ındaki
mânâları seyretmeyi dilediğinde, "Zâtı`ndan Zâtı`na tecelli etti"
denen bir biçimde, kendi ilminde kendi esmâsını-özelliklerini
seyretti!...
Bu,
"kendi esmâsının seyri" dediğimiz ilmî seyr neticesi
olarak, bu esmânın toplu bulunduğu mânâlar "Ruhu A`zâm" adlı
meleği meydana getirdi..
"Ruh-u
A`zâm" denilen bu Ruha, sahip
olduğu bilinç ve ilim itibariyle "Akl-ı Evvel" adı verilir.
Esasen
"RUH" kelimesi kullanım yeri ve işaret ettiği anlam itibariyle
çok farklı yapılara isim olmuştur..
Evet,
"Akl-ı Evvel", varlığında mevcut olan kudret itibariyle "Nefs-i
Küll" adını alır.
Hayatiyeti,
canlılığı itibariyle, "Ruh-u Azam, Ruh", adını alır.
Sahip
olduğu mânâlar, Esmâ-i ilâhiyye itibariyle de, "Hakikat-ı
Muhammediye" adını alır...
"Nefs",
öz`ü itibariyle, yani varlığının hakikatı itibariyle, Allah`ın bütün
isimlerinin mânâlarını câmidir... "Nefs"in aslı "Nefs-i
Küll"dür.
"Nefs-i
Küll", esmânın toplu olarak bulunduğu "Ruh-u Âzam"ın varlığıyladır;
kudretinin açığa çıkmasıyladır; yansımasıdır, aynasıdır!.
"Nefs-i
Küll"ün zâhiri ve varlığı, bu kâinatı oluşturan cevher olan, "enerji"
dediğimiz şeydir..
Eni
boyu, derinliği, ağırlığı, sınırı falan yoktur. Sınırsız, sonsuz kudrettir...
Bir diğer ifade ile "enerji", Cenâb-ı Hakk`ın "Kudret"
sıfatının açığa çıkmasından başka bir şey değildir... Var olan her şey,
bundan meydana gelmiştir!...
"Nefs-i
Küll" de mevcut olan bilinç, ilâhi isimlerin mânâlarını yansıtan
bilinçtir, ki kendindeki mânâları ortaya koymayı diler.
"Yef`alü
ma yurid" = "İrade ettiğini = dilediğini yapar"!..
(22-14)
İşte
"MÜRîD" oluşu, yani irade edişi - dilemesi, "Rubûbiyet"in
kuvveden fiile dönüştüğü mertebedir...
Ve
O,
"Rubûbiyetin
gereği olarak, dilediğini halk eder"!.
"Yef`âlullahe
ma yeşâ`".. (14-27)
hf
(Klasik anlatımla)
Kişinin,
kendinden arınması çalışmalarında belli mertebeler tesbit edilmiş. Yani,
kişinin idrak kendini hissediş seviyesi belli "nefs"
mertebeleri şeklinde adlandırılmış.
Bunlar;
"Levvame nefs", "Mülhime nefs", Mutmainne nefs",
Radiye nefs", "Mardiye nefs", "Safiye nefs" diye
târif olunmuş...
Baştaki
"Emmare nefs"i hiç söylemiyorum;i o tamamiyle hayvansal bir
yaşamdır... Bedenin istek ve arzularına dönük bir yaşamdır.
Not:
Nefs Mertebeleri ile ilgili geniş açıklama için ilgili bölümlere bakınız.
hf
Yedi
isimle birbirinden ayrıymış gibi anlatılan bilinç, hakikat itibariyle tek bir
bütündür.
Bunun
yanı sıra, kuvveden fiîle çıkış itibariyle, Emmareden başlayıp, Safiyeye
doğru yedi mertebe gibi saydıysak da, bu tümel yapıyı; gerçekte olay, işleyişi
itibariyle tam tersinedir!.
Dikkat
buyurula!.
Varlığınızda
tüm olup bitenler ve olacaklar daima safiye noktasından başlayıp; bilince doğru
olarak açığa çıkmakta; buna göre çalışmaktadır!. Yani kişi, hangi nefs-bilinç
mertebesinde olursa olsun, kendisinde ve kendisinden açığa çıkan her şey, kendi
safiye boyutundan, bulunduğu nefs mertebesine doğru akarak o bilinçte açığa
çıkmaktadır her an!.
hf
Nefs
mücahedesi denen şey, Nefsi, şartlanmalardan arındırma ve tabiata tabi
kılmama mücadelesidir!.
Öyleyse
bizim, özellikle bilincimizi, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından
korurken; saf bilincimizin sınırsız mânâlarını değerlendirme idrakına
yükselirken, en önemli olarak üzerinde duracağımız husus, bedenin tabiatına,
biokimyasal özelliklerine elden geldiğince tâbi olmamak hususudur..
Bu,
öyle bir mücadele, öyle bir savaştır ki bütün yaşamın boyunca devam edecektir.
İşte,
Rasulullah Aleyhisselâm’ın yanındakilere,
"Biz
küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz"
Cümlesi,
bu mânâya işaret eder..
Burada
da farkedilmesi gerekli olan nokta şudur.. Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
yukarıdaki açıklamasında kullanılan kelime "cihad"dır.. Bunu
bildiğimiz "harb-savaş" diye anlamak yanlıştır. Buradaki
anlamı "mücahededir".. Yani, kazanmaya azmederek o konuda
mücadele vermek, cihaddır.. Bunu yapan kişiye de mücahid denilir.
Harb-savaş anlamı ise arapçada "kıtal" kelimesiyle
ifade edilir.
Bildiğim
bir çok kişi, Teklik esaslarını öğrendikten sonra, kendilerini o Teklik
şuuru içinde salıvermişlerdir..
Yani,
kendilerine Mehdî`leri geldikten sonra Deccal`larına tâbi
olmuşlar; bedenin istek ve arzuları doğrultusunda yaşayıp, Teklik
dünyasında yaşadıklarını vehmetmişlerdir!.
Aynen
bir salyangozun, uyanıkken tâ direğin tepesine çıktıktan sonra gece uyuduğunda
kayarak direğin en altına inip, kendini hâlâ çıktığı o en yüksek noktada
zannederek yaşaması gibi bir olaydır.
Eğer
bu gerçekleri farkedebiliyorsak, çevremizdeki kişilerin bizi dünyada bırakıp
gideceğimiz şeylere dönük şartlandırmalarına kapılmayarak; onların, bedensel
dürtülere, bedenin tabiatına dönük bizi yönlendirmelerine aldanmayarak, ölüm
ötesi yaşama dönük veya Öz Bilincimize ermeye yönelik zihinsel veya bedensel
çalışmalar içinde olmaya mecburuz.
Aksi
takdirde, yitirilecek bu ömürden sonra elimize geçecek ikinci bir yaşam şansı
mevcut değildir...
"Dünyada
a`mâ olarak ölen, Âhirette ebedî olarak a`mâdır"
Hükmü,
asla ve asla hatırımızdan çıkmamalıdır...
Şu
anda tek bir şansımız var... O da sağlıklı olarak dünyada bulunduğumuz bu
günleri çok iyi değerlendirebilmektir!.
Eğer
biz bu günleri ilim istikametinde değerlendiremiyorsak; bilincimizi
ilmin icaplarına göre arındıramıyorsak, geliştiremiyorsak; şartlanmalara
tâbi olarak yaşıyorsak; ömrümüzü tabiatımız, yani bedensel dürtülerimiz
istikametinde harcıyorsak, bunun getireceği manevî azap hiç bir maddi azapla
kıyaslanamayacak kadar büyük olacaktır!.
Çünkü
siz, saflaşmış bilincinizin sahip olacağı ilâhi özelliklerden mahrum
kalacaksınız, bu yaptığınız hatanın neticesinde!.
Allah,
bütün esmâsı, yani isimlerinin mânâlarıyla sizin varlığınızda, beyninizde,
bilincinizde mevcut olduğu halde; siz, şartlanmalara ve bedeninizin tabiatına
bağımlı ve onların yönettiği bir biçimde yaşadığınız için, bu özellikleri
ortaya çıkarmaktan mahrum olarak bu dünyadan çekip gideceksiniz.
Yarın
yanınızda ne anneniz ne babanız ne karınız veya kocanız ne de çocuğunuz olacak.
Tek başınıza gideceğiniz önünüzdeki bu alemde kendi gerçek değerlerinizi ortaya
çıkaramadıysanız çok büyük bir azap sizi bekliyor demektir.
Ben
şu yaşa kadar yaşayayım, ondan sonra yapayım, demek en büyük aldanıştır!. Zira
bir trafik kazasında, rahmetli Ayhan 44 yaşında gitti berzah âlemine. Yanında
eşi vardı, 38 yaşında ona eşlik etti... Yanında oğlu vardı, 16 yaşında ölümü
tattı!.
Erdinç
genç yaşında matkapla duvarı delerken, duvardaki elektrik kablosuna isabet
ederek bir anda elektrik çarpmasıyla geçti gitti aramızdan!.işte bunlar gibi
hergün gazetelerde, televizyon kanallarında sayısız kazaları görüyorsunuz..
Bunlardan
biri bizim başımıza geldiği anda, bütün bunları bilerek üstelik, acaba ne
yapacağız. Kim bizi kurtarabilecek?. Hiç kimse!.
Bilin
ki her birimiz kafamızın içinde bir saatli bomba taşıyoruz; ve saat kaça kurulu
olduğunu da bilmiyoruz!.. Ancak kesin gerçek şu ki, muhtemelen hiç ummadığımız
bir anda bu saatli bomba patlıyacak; dünyadaki yaşamımız son bulacak!.
Kimin
hangi yaşta, hangi zamanda ve şartlar içindeyken bu dünyadan ayrılacağı
bilinmiyor, meçhul.
Peki
hazır mıyız bu yeni yaşam boyutuna ve şartlarına?. Elinizi vicdanınıza koyunuz
ve kimsenin duymayacağı bir şekilde kendinize gerçeği itiraf ediniz... Hazır
mısınız ölümötesi yaşama?...
Kesinlikle
bilin ki, oraya geçtikten sonra artık hiç bir şey yapamıyacaksınız!.
Çünkü
Kur`ân ‘da bir çok defa tekrar edilen şu âyetler çok açık:
Ölümü
tattığın anda, veya Mahşer yerinde, veya Sırat köprüsünde, veya Cehennemde;
yani her bir safhada yaşanılan gerçekleri gören kişilerin şu sözleri
söyledikleri bize naklediliyor:
"Keşke
dünyaya geri dönsek de, yapamadıklarımızı yapsak; derler... Fakat, bu
kesinlikle mümkün değildir"!. (23-100)
Ölümü
tattığımız andan itibaren, yani şu bedenin kullanım dışı kalması anından
başlayarak büyük bir pişmanlık söz konusu olacak, eğer gereken hazırlığı
yapmamış isek!... Çünkü geriye dönüş imkansız!.
Öyle
ise kendimizi böyle bir riske atmak ne dereceye kadar akıllı iş olur?.
Zekî
insan, gününü en güzel şekilde değerlendirmek için yaşar!. Ne var ki günlük
zevkler bir sonraki günde hayâl olur!.
Öte
yandan yaşadığımız günler ebedi olan geleceğe dönük bir biçimde
değerlendirildiği takdirde, bu çalışmalar başımıza gelecek olan azaptan bizi
sonsuz dek korur.
hf
Kendi
hakikatını bilmiş kişiye düşen iş artık kendi hakikatını detayları ile tanımak
ve kendisindeki özellikleri ortaya koyabilmektir... Bu da sadece dünya
hayatında bitirilebilecek bir iş olmayıp, ölümötesi sonsuz yaşamı kapsayan bir
konudur!..
Nakşibendi sisteminin yolunun gereği de; keşif, kerâmet gibi bir takım
olağanüstülükler değil, ilim yollu "NEFS"i tanımak,
"ALLAH`ı bilmek", ve de "ermek"tir!
NEFSİN KENDİNİ TANIMA
AŞAMALARI
1-Aklı
CÜZ
2-Aklı
KÜL
3-Aklı
EVVEL
4-Hak’ka
bağlanan İLİM SIFATI
şeklindedir
Külli
akıl denen, tek akıl, O`nun ilim sıfatının tafsilinden
başka şey değildir.
"Nefs", kendini tanıma düzeyine geldiği zaman ilim sıfatına bürünmüş
demektir.
"Nefs", kendini tanımaya başlayınca yavaş yavaş değişik kademelerde kendini
tanır.
En
alt düzeyde tanıyışı akl-ı cüz, daha sonraki tanıyışı akl-ı küll,
daha üst düzeyde tanıyışı ise akl-ı evvel`dir.
Eğer
"nefs", kendini, kendi aslı ve orijinali, hakikatı ile
tanırsa, kendini ilim sıfatı yönünden, ilim sıfatı ile tanımış
olur...
Akl-ı
evvel sözü biter orada!... Hak`ka bağlanan
"ilim sıfatı" sözü edilir.
O
ve O`ndan meydana gelmiş bir alem müşahadesi kalkmamış olan, Nur
perdelerinin meydana getirdiği bir müşahade içindedir, hala!..
Tek
tek, her nesnenin, "Allah" dediğini duymak, kesrette-çoklukta olana
aittir ve bu hali, henüz Tek`liğe ulaşamadığının, perdeli olduğunun ifadesidir!.
Gerçekte
âlem, "küll"dür ve Tek varlık söz konusudur!.
NEFSİN TEZKİYESİ
“Nefs”,
eğer kendini örtme hükmü ile gelmişse; şartlanmalara, duygulara, huylara
yönelik fiiller ortaya koyarsa, onların neticesi meydana gelir..
“Nefs”,
kendini bunlardan arındırıp, paklarsa, tezkiye ederse, onun neticesi oluşur..
Ne
diyor âyette:
“Nefs`ini
arındıran kurtuldu.”
“Nefs”in
ne yaparsa ne olacağını da âyette anlatıyor.
“Nefs”ini
tezkiye eden kurtuldu”.
Yani,
“nefs”in kendini tanıması halini sağlayan; “nefs”in şuurunu-ilmini”
örten beden, şartlanmalar ve huylar gibi üç kabuktan kendini arındırıp,
paklandıran; orijinal haliyle “nefs”ini tanıyan kurtuluşa erdi!...
Bunun
dışındakiler?...
“Nefs”ini
tanıyamamanın getireceği azaplara kendilerini, kendi elleriyle attılar. Çünkü,
“Nefs” için orijini itibariyle ne azap ne üzüntü, ne sıkıntı, ne nimet
vardır!..
İyi
anlayın!..
“nefs”in orijinal hali için bunların hiç biri bahis mevzuu değildir!...
Yaşamın ne zevk- nimet yanı “nefs” için sözkonusu, ne de azap -
sıkıntı yanı mevcut!. Fakat “nefs”, bu perdeli halle yaşarsa, bu şekilde
yaşadığı beden, varlık azap çekecektir; veya aksine zevki yaşayacaktır
Nefsini
tezkiye etmeye çalış... işe buradan başla!.
“ONU
TEZKİYE EDEN KİŞİ MUTLAKA UMDUĞUNA ERMİŞTİR”
(91-9)
Bak
eğer bu işe girişebilecek meyli hissedebiliyorsan gönlünde, -ki niyetin
gerçek manâsı gönlün bir işe olan meylidir-; bil ki; yaradalışından takdir
gereği bu yol sana kolaylaşdırılmıştır. Artık sakın; değerli
zamanını yarın pişman olacağın işe harcama!..
“SADECE
O’NA YÖNEL.” (73-8)
Çünkü
O,”KENDİNE YÖNELENLERİ HİDAYETLENDİRİR.”
(42-13)
Bu
hâl üzere, çok çalış. Çalış ki aslına yönelişinde güçlü olup, tekâmülün de hız
kazanasın. Zira sen, gerçek yol üzeresin. Çünkü yönelişin sonunda sana hidâyet
verildi. Sana yardım elleri içinden ve dışından
uzanır; okumadın mı Kitabı;
“BİZİM
UĞRUMUZDA MÜCAHEDE EDENİ BİZ DE GERÇEĞE
ERDİRİRİZ.” (29-69)
Böylece
yönelişin sonunda hidâyet verilmiş, yani anlayış kapıların açılmış, gerçek yolu
bulmuş olursun.
“ALLAH
KİME HİDÂYET VERİRSE, O, GERÇEK YOLU BULMUŞ OLUR.”
(7-178)
hf
“Nefse
zulmetme”nin mânâsı, nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet
kemâline genişletmemendir.
Bu
noktaya işaret eden Hz. Rasûlullah, bunun için:
"Allah
ahlâkıyla ahlâklanın"
demiştir.
Adem`le
Havva`nın Cennette, Cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden kabul etmeye
yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, haliyle bazı özelliklerinin
perdelenmesine yol açmıştır...
Bu
hâl, Adem`de belli bir idrâkı doğurmuş, ve bu perdelenme hali,
"Rabimiz
biz nefislerimize zulmettik" (7-23)
demelerini
getirmiştir...
Adem
rabbi olan esmâ terkibinin genişliği içinde hareket edemiyerek, beşerî
kayıtlarla kayıtlanmak suretiyle hakikatına isyan etme durumuna düştü; ve sonra
da bunun farkına vararak Nefsinin hakikatını yaşayamadığı için nefsine
zulmetmekte olduğunu farketti ve bunun üzüntüsünü yaşadı...
"Biz
nefislerimize zulmettik"
ifadesi
çok anlamlı bir ifadedir.
Buradaki
"Nefs`e zulmetme"nin mânâsı, konuyu derinlemesine
bilmeyenlerin anladığı gibi; "Ben, Nefsime yani bedenime zulmettim"
demek değil!...
"Nefsinize
zulmetmeyin"in anlamı da "oruç tutup, aç kalıp bedeninize
eziyet etmeyin" de değil!..
"Nefs"in
hakikatı, "İlâhi isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhi isimlerin
hakikatı olan "Zâtî" Hakikat"tır!.
Gerçekte,
kişinin, "kendi hakikatını tanıyamaması, bilememesi, bunun hakkını yerine
getirememesi", Din dilinde, tasavvufta "Nefs’e zulmetmek”
olarak târif edilir...
İşte
Adem`in,
"Biz
nefislerimize zulmettik"
demesi:
"Kendimizi
bedensel varlık olarak kabul etmek sûretiyle yaptığımız bu fiîl, bizim
hakikatımızın gereğini yaşamamıza engel olmuş, böylece hakiki benliğimizin gereğini
yerine getirmekten perdelenmişiz. Eğer bu durumumuzdan geri dönmezsek,
ebediyyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız" anlamındadır.
hf
"Ya
olduğun gibi görün; ya da göründüğün gibi ol" diyen Mevlâna Celâleddin,
ikiyüzlülüğün ne kadar yanlış olduğunu idrak ettirmek istemiştir. İnsanların
hakkında başka türlü düşündüğü halde yüzüne başka davranan gönlünde nifak
taşımaktadır.
Nifaksa
şirkten bir cüzdür!
Güvenmediğin
insanla aynı mekânda bulunmamak, münafıklıktan çok daha evlâdır.
hf
Şu
hususa DIKKAT!...
Kur’ân
’da, “Kitabın bir kısmını okumanın yetersiz olduğu”na işaret eden
uyarılar vardır...
Eğer
kitabın tamamını okuyamazsanız, konu hakkında yanlış kanaatlere varırsınız!..
Sistem ise tümüyle bir kitaptır!...
“OKU”
mak da, sistemin tümünü okumak demektir...
İçinde
yaşadığınız sistemin yalnızca köyünüzden bahseden sayfalarını okursanız; yarın
başka toplum içine girdiğinizde "ALLAH"ı inkâr noktasına gelir
ve artık hayalinizde yarattığınız "TANRI"nızla başbaşa
kalırsınız...
Sizin
köyünüzün kuralları, örf âdetleri kitabın bir paragrafı olduğu gibi, diğer
sayfalarda da çok daha başka konular işlenmiştir YAZAN tarafından!...
Sizin
köyünüzde İMAM NİKÂHI vardır, diğer köyde Sütçü nikâhı!...
Allah
Rasûlü’nün nikâhını kim kıymıştı?
“İmam”
kime denir; ne anlama gelir; bunu biliyor musunuz?.
Önemli
olan İmamın ya da sütçünün nikâh kıyması değildir!... Önemli olan nikâh
"kavramı"dır!...
Bu
da iki kişinin bir gecelik zevk için değil, uzun süreli birbirinin maddi
manevi sorumluluğunu üstlenmesidir... Bu konuda iki şâhit huzurunda, kişilerin
itirafı nikâh akdidir... Kur’ân’daki nikah kavramı
budur!... Bunun içinde imama ya da sütçüye ihtiyaç yoktur!...
Kur’ân’da
anlatılmak istenenleri çok iyi anlamak gerek...
Yoksa
bugünkü taklidî uygulamanın batağında boğulur insan!...
Kur’ân’ın
nikâh kavramı ile, toplumsal örfün nikâh kavramlarını birbirine
karıştırmamak gerekir...
NUR
Işık
kuantları, enerjinin 1.ci basamaktaki hâlidir!
(bu kuantsal yapı ise,meleklerin hammadesi,varoluş cevheridir.
Fakat sanmayalım ki bu melekler sadece belli enerji odakları!.. Bunların büyük
bir kısmının boyları, boyutları, özbileşimleri mevcut!..)
"nur"dan
murad, "ışık kuantları, saltenerjinin yoğunlaşma spektrumunda 1.nci
basamaktaki hâli"...
Beynin
üretip “ruha” yüklediği, “ruhun” kendini dünyanın ve güneşin çekim alanından
kurtarmasını sağlayacak olan antimanyetik enerjiye eski dilde, din
terminolojisinde “NUR” adı verilmiştir.
Kişinin
“NUR”u ne kadar çoksa, cehennemden o kadar kolay kurtulabilecektir…
Yani
kişi ne kadar ruhuna enerji yükleyebilmişse, bu çekim alanlarından o kadar
kolaylıkla kurtulabilecektir.
NÜFUZ
Bir
velinin ,çevresindeki belli kişilere yardımcı olmak gayesi ile kendi
beyin gücünü kullanmasıdır. Kişisel güçtür!.
Bütün
velilerde ortak olan özellik, “nüfuz”dur. Yani, “kişisel güç”!.
Beyin
gücü veya ruh gücü dediğimiz olay!...
Her hangi bir olayı veya her hangi bir meseleyi çözmek için karşısındakine bir
şey verebilmek için, kendi “nüfuz”unu kullanır.
Yani,
bu demektir ki, kendi beyin gücünü kullanarak, karşısındakinin beyninde
belli bir kapasite açılımı yapar. Yani ona feyiz verir.. Bu kapasite
açılımının neticesinde de onda belli bir idrak oluşturur.işte bu olay “nüfuz”
kullanmadır...
Ancak
ne var ki, o kişinin daha sonra belli çalışmalarla bu beyin kapasitesini
takviye etmesi ve artırması şarttır. Yoksa, belli bir süre görev dışındaki olaylar,
kişisel nüfuz olayıdır!. Onlar, göreve taalluk etmez!.. Yani, bir
velinin, çevresindeki belli kişilere yardımcı olmak gayesi ile kendi beyin
gücünü kullanmasıdır, “nüfuz” olayı; ki, bunu tekrar belirtiyorum “tasarruf”la
hiç bir alakası yoktur!...
124.000
veli için de “nüfuz” dediğimiz, “kişisel nüfuz” dediğimiz olay,
geçerlidir...