AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
O-Ö
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm)
bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin
hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam
sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için,
tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm
yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza
indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her
yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz.
Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır. |
FİHRİST
"OKU"mak
Hz.Muhammed Neyi OKUdu?
İlk Âyetler
Cibril
Niçin Sıktı?
Niçin Kan
Pıhtısı?
Niçin "BİSMİRAB"
Oruc
Avamın Orucu
Havasın Orucu ("Kalb"in -
"Şuur"un Orucu)
Has-ül havasın Orucu
Ölüm (Fiziki Ölüm)
Diri Diri Gömüleceğinizi
biliyor musunuz?
Ölüm Öncesindeki “İyileşme”
Ölümü Tadan Her İnsan Hakikati Görür!
Keşfi Şak
Ölmeden
Evvel Ölmek
Fiili Ölüm
Hükmi
Ölüm
"OKUMAK" kelime olarak iki anlam taşır;
Birincisi, "bakmaya" dayalı bir biçimde baktığı şeyin
ne olduğunu anlamak..
İkincisi, "görmeye" dayalı bir biçimde baktığı şeyi
"değerlendirmek"!..
"Bakmak" ayrı şeydir; "görmek" ayrı şeydir!.. Herkes "bakar", ama bazıları "görür"!..
"Basar",
bakar; "basiret" görür!.. Yani "görmek"ten
murad gördüğünün anlamını çözüp onu değerlendirmektir..
Bir şeyi dinliyebilirsiniz, ama o
dinlediğiniz şeyi anlayıp değerlendirebilmek güçlü bir akıl, mantık ve muhakeme
kuvveti ister.. Bunun gibi, baktığını görmek de ayrı
bir özelliktir!.İşte "okumak" da bir
anlamıyla baktığın yazılı metini deşifre etmek, çözmek anlamına geldiği gibi;
bir diğer anlamıyla da baktığını görmek; güçlü bir mantık, muhakeme ile ondan
yeni anlamlar çıkartmak suretiyle o şeyi değerlendirmek anlamını taşır..
hf
En çok sevdiğimiz şey tartışmak; en sevmediğimiz şey de
tartıştığımız şeyin aslını araştırmaktır!..
Yaptığımız tartışmaların pek çoğu kulaktan dolma, duyuma dayanan
verilere dayanır.. Sözlerimizin, düşüncelerimizin ne
dereceye kadar mantıklı ve mâkul olduğunu hatıra bile getirmeyiz!.
Bugün gerçeğini hiç düşünüp araştırmadığımız bir konuya
dikkatinizi çekmeye çalışacağım...
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm
okuma-yazma biliyor muydu?
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm neyi
"OKU"du?
Yüzyıllardır insanlar ikiye bölünmüş tartışıyorlar; acaba
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm okuma-yazma biliyor
muydu, yoksa bilmiyor muydu?
Kimi diyor, O okuma-yazma bilmiyordu "Ümmî"ydi!... Kimi de diyor,
biliyordu;
"Ümmî"nin anlamı başkadır!..
Bir an durun ve hatırlayın o ân’a ait bilgileri!..
"OKU" hitabı geldiğinde,
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın eline yazılı bir
metin verilmiş miydi?
Elbette ki hayır!.. Allah Rasûlü’nün eline verilmiş yazılı bir metin yoktu!..
Peki, yazılı bir metin eline verilmediğine göre, o kişinin
okuyup-yazma bilip bilmemesini tartışmanın âlemi var mıdır?..
Eline yazılı bir metin verilmediğine göre; "OKU"
uyarısıyla Allah Rasûlü Muhammed Aleyhisselâm’ın
neyi "OKU"ması istenmişti acaba?..
Konumuz yazılı bir metni "okumak" olmadığına göre; Hazreti
Muhammed'e yapılan "OKU" hitabının anlamını acaba nasıl
değerlendireceğiz?.
"OKU" hitabıyla, Allah Rasûlü
olarak Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın, Allah'ın
yaratmış olduğu düzeni, ”SİSTEMİ
OKUMASI” istenmiştir!..
"OKU" hitabının muhatabını iki şıktan biri olarak
değerlendirmek zorundayız!.
"OKU" istemi ya özel olarak yalnızca Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a aittir, genel olarak bizi hiç ilgilendirmez;
"Oku"mak gibi bir mükellefiyetimiz yoktur!.. Bu durumda, gerek Kur'ân-ı
Kerîm’in ve gerekse Allah Rasûlü’nün ne dediğini
anlamaya kavramaya çalışmak gereksizdir!.. Bize düşen
körü körüne, beyinsizce, eğitilmiş bir mahlûk gibi sadece denilenleri yapmaktır!..
Ya da...
"OKU" istemi
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın şahsında, tüm
ümmetine yapılan bir hitaptır; Hazreti Muhammed'e inanan herkesin
"OKUMASI" istenmektedir!.
Bu takdirde de, tüm
inananlar, Allah'ın yaratmış olduğu YAŞAM SİSTEMİNİ, ALLAH DÜZENİNİ
"OKUMAKLA" görevlidirler!..
Bu hususu çok iyi düşünmeli ve anlamalıyız!
Kur'an-ı Kerim’in ilk gelen âyeti ve hükmü
"İkra"dır!...
"İKRA"
hitabının şeklen kendisine nasıl ulaştığını ve o anda neler hissettiğini önce
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın
ağzından dinleyelim...
Cebrail Aleyhisselâm isimli melek
nasıl gelmiş; nasıl "OKU"
demiş; nasıl "SIKMIŞ";
ardından neler hissedilmiş; bütün bunları önce umuma anlatış şekliyle sahih
hadislerden görelim, okuyalım...
Sonra bugüne kadar elimize geçmiş tüm verilerin üzerinde duralim..
Sonra da, üzerinde sesli düşünmeye başlıyalım...
Sahihi Buhari' de ve Sahihi
Müslim'de nakledilen hadisi şerif şöyle:
“Resuli
Ekrem sallallahu aleyhi vesellem,
evvela gerçekleşen rüyalar görmeye başlamıştı... Bir rüya görmezdi ki, fecri
sâbit gibi zuhur etmiş olmasın..
Sonra halvetten
hoşlanır oldu,.. Hıra tepesindeki mağaraya çekilip, birçok
gece, orada kulluk ederdi!.. Bunun için de, azığını
yanında götürürdü...
Sonra tekrar hazreti
Hatice'nin yanına gelir, bir miktar azık alır, gene giderdi...
Nihayet bir gün Hıra
tepesindeyken, Ona, hak geldi!...
Şöyle ki...
Kendisine, bir melek
geldi ve “İKRA'“ - “OKU” dedi... O da...
-Ben OKUYANLARDAN
değilim!...
Cevabını verdi...
Rasûlullah şöyle buyurdu:
-Bu cevab üzerine melek hemen beni tuttu ve vücudumu sarıp
öylesine sıktı ki, takatım neredeyse tükeniyordu..
Sonra gene salıverdi
ve
“İKRA'“ - “OKU”
dedi!...
Ben de:
"Ben okuyanlardan
değilim" dedim...
Derdemez beni yine tuttu ve öyle bir sıktı ki, canıma tak dedi... ve salıverdi ve tekrar;
“İKRA'“ dedi...
Ben de yine;
"Okuyanlardan
değilim", değilim, dedim..
Binaenaleyh, beni
üçüncü defa, yine sıktı, sonra bıraktı, ve derhal:
"OKU!...Seni halk eden rabbinin adıyla OKU"
âyetlerini okudu...
Bundan sonra Rasûlullah evine avdet etti... Yüreği oynuyordu!... Hazreti Hatice'nin yanına girdi; "beni örtün,
örtün"; dedi... Örttüler!..
Nihayet heyecanı
geçti, o zaman Hazreti Hatice'ye durumu anlatıp;
-Kendimden cidden korktum... Buyurdu...
Hatice:
-Hayır, vallahi cenabı Allah hiç bir vakit seni perişan etmez...
Sen, akrabana iyilik eder, külfetlere tahammül edersin, yoku kazanır, yoksulu
kazandırırsın... Misafire ikram eder, ihtiyaç duyanlara yardım edersin...
Ve bundan sonra , onu
alıp, amcazadesi Meleketül Nevfel'e
götürdü..
Varaka, adıyla da
bilinen Nevfel cahiliyet zamanında iken, nasraniyeti kabul etmiş bir zat idi... ibranice
yazmasını bilir ve ilamaşaallah ibranice
İncil yazardı...
Artık pek ihtiyarlamış
ve a'ma olmuştu..
Yanına varınca Hatice:
-Amcazadem, bak biraderzadeni bir dinle...
dedi.
Varaka sordu:
-Biraderzadem ne görüyorsun? ... dedi...
Rasûlullah gördüklerini anlattır... Bunun üzerine Varaka,
-Bu o namustur ki, Cenâb-ı Allah Musa’ya indirmiş idi!..
Ne olurdu ben genç olsaydım ve kavminin seni çıkaracağı zaman sağ olaydım! ... dedi.
Rasûlullah sordu;
-Acaib
!.. Onlar beni çıkaracaklar da mı?..
Varaka;
-Evet senin getirdiğin
gibi bir şeyi getiren hiç bir insan yoktur ki, düşmanlığa maruz kalmasın ve
bulunduğu yerden çıkartılmasın..
Eğer o gününe
yetişirsem, her halde sana kaviyyen yardım ederim.. dedi... "
Bu olay
gerçekleştikten kısa bir süre sonra gene hitap gelmişti...
Bu tekrar Hazreti Rasûlullah’ı gene çok korkutmuştu...
Resuli Ekrem, Hazreti Hatice' ye geldi ve şöyle dedi:
-Ben halvette yanlız kaldığım zaman, bir hitab
işittim!.. Vallahi bunun bir emir olmasından cidden
korktum...
Hatice cevap verdi:
-Maazallah, sana Allah'tan
korkulacak bir ºey gelmez!.. Sen emaneti korursun,
akrabana iyilik edersin, doğru söylersin... dedi ve
böylece onu teskin etti...
Sonra Ebu Bekir geldi... Rasûlullah
yoktu o sırada...
Hatice , Rasûlullah'ın
sözlerini Ebu Bekir' e anlattı ve:
-Muhammed ile beraber
Varaka' ya git!.. dedi..
Rasulullah gelince, Ebu Bekir onu tutup,
- Hadi bizi Varaka' ya götür... dedi..
Ebu Bekir böyle deyince; Rasûlullah
sordu...
-Kim söyledi bunu sana?
Bunun üzerine o da..
-Hatice!... dedi..
Birlikte Varaka' ya gittiler
ve olayı anlattılar...
Rasûlullah şöyle dedi:
-Yanlız halvette iken, arkamdan, ya Muhammed Ya Muhammed diye bir
nida işitiyorum... Ve hemen koşup kaçıyorum...
Varaka cevap verdi:
-Öyle yapma!... Geldiği zaman söyleyeceğinin iyice anlıyana
kadar bekle ve iyi dinle... Sonra da ne dediğini gel bana haber ver!... dedi...
Daha sonra Rasûlullah halvete çekildiğinde bu defa şöyle hitap geldi:
-Ya Muhammed, şöyle de:
“Bismillahirrahmanirrahim
elhamdulillahi rabbil alemin” diyerek “ve laddaliyn”e
kadar vardı... Ve bir de:
“lâ ilâhe illalllah” diye ilave etti...
Bunun üzerine, o da
gelip, bu olan biteni Varaka' ya nakletti!..
Bunun üzerine Varaka
da şöyle dedi:
-Müjdeler olsun sana!... Ben şehâdet ederim ki, Sen ibni Meryem' in tebşir ettiği zâtsın!..
Ve sen, Musa' nın namusu gibi bir namus üzeresin...
Sen nebiyyi mürselsin ve
cihada memur olacaksın!...”
Şimdi burada görülüyor ki, ilk nâzil
olan âyet; yani Hazreti Muhammed' e
gelen ilk emir "OKU" emri
yani "İKRA'" ...
Ve geçmişteki hemen hemen çok büyük bir
grup İslâm âlimleri bu konuda ittifak üzereler...
Burada düşünülmesi gereken ilk konu, "OKU" kelimesinin neye işaret ettiğidir !..
Eğer, bizim klasik mânâda anlayışımız
üzere bir "OKUMAK" ise
burada murad olan; bunun için eline bir kitap
verilmesi, O'nun da eline aldığı bu
kitabı okuması gerekirdi...
Oysa eline böyle yazılı bir metin verilmiş değildi!.... Ne bir sahife halinde, ne bir perşomene
veya deriye yazılmış bir metin kendisine verilmiş değildi!..
Yazılı bir metin verilmediğine göre de, burada bizim, klasik anlamda
değerlendirdiğimiz biçimde bir "okumak"
söz konusu değildir..
Bu takdirde. "OKU"
sözünün mânâsını nasıl anlamak ve değerlendirmek durumundayız?..
Okunacak herhangi bir metin olmadığına göre, kendisinden neyi "OKU"ması talebediliyordu?... Ne, nasıl okunacaktı?...
Bunu anlıyabilmek için, meseleye çok
geniş bir perspektifle bakmak zorundayız!...
Yani... O zamanda, toplumun hangi şartlar içinde yaşadığına;
neye nasıl inandığına; ve ne tarz düşünce yapısına
sahip olduğuna bakmak lazım...
Bilindiği gibi, o devirde Kâbe'de 360 adet "sanem" yani "put" vardı!..
Ve insanlar pek çok tanrılara tapıyorlardı...
İnsanların kimisi, yeryüzünde kimisi semâda mekan tutmuş,
dünyayı yönettiğini tasavvur ettikleri tanrıları varsayıyorlar; onları övüp
yüceltmek suretiyle de kendileri için bir menfaat umuyorlardı!..
Varsaydıkları tanrıları ile olan diyologları
neticesinde, onlara yönelik olarak ortaya konulan çok değişik fiiller
mevcuttu... Adaklar; kurbanlar; tapınmalar; yalvarıp yakarmalar!..
O devirde, içinde yaşadıkları toplum gibi düşünmeyen, saneme
tapınmayan; semâda bir tanrı düşünmeyen; ancak ve
sadece yerleri ve gökleri meydana getiren sonsuz-sınırsız yaratıcı bilinçli
güce inanan sekiz-on kişilik de bir grup vardı...
Bunlara, "HANÎF"ler deniliyordu!..
"HANÎF"
diye adlandırılan bu küçük grubun üyelerinden birisi Hazreti Ebu Bekir; bir diğeri de Hazreti Muhammed Mustafa idi !..
Varlığın ve yaşamın içinde gökte bir tanrının yeri olmadığını tesbit eden Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm, konuyu tam anlamıyla çözüme
ulaştıramamanın getirdiği bir sıkıntı içindeydi!... Bu
sıkıntı, O'nun yaşamını oldukça önemli bir şekilde etkilemeğe başlayınca,
ticareti yanındakilere bırakarak, az bir azık alıp, bir mağarada inzivaya
çekilmek ve orada derin tefekküre girmek zorunluğunu
hissetti!..
Ve bir gün...
Hazreti Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm, içinde bulunduğu mağarada MUTLAK GERÇEĞİ bulmak için çeşitli
düşünsel çalışmalar yaparken; bir gün ansızın hayatının dönüm noktasını
oluşturan olağanüstü olayla karşılaştı.
Karşısına aniden bir "melek"
çıktı ve O'nu şiddetle “sıktı”;
sonra da;
-"IKRA' !..." ... "OKU"
dedi...
Burada, kendisinden istenilen şey, "OKU"ması idi!...
Neyi...?
Hazreti Muhammed kendi
beyanına göre, "oku"yamıyordu!...
"OKU"ması
gereken şeyi "OKU"yamıyordu!... Çünki, "ÜMMİ" idi!...
"ÜMMİ" ne
demekti?...
Birbiri ardında yazılı olan harfleri okuyamamak mı?..
Esasen, Kur'an-ı Kerim’e göre, araplar
bu konuda iki sınıfa ayrılıyorlardı:
1-"EHLİ KİTAP"...
Yani okuyanlar!...
Yani, Tevrat ve İncil'i okuyanlar ve yazanlar...
2-"ÜMMİLER"...
OKUMAYANLAR!...
Yani, Tevrat ve İncil'i okumayanlar -yazmayanlar- yani yazı yoluyla
çoğaltılmasında görev almayanlar-...
Burada detayına ve açıklamasına girmek istemediğim bir hususa
dikkatinizi çekmek istiyorum...
Yazarak çoğaltma olayı geçmiş topluluklarda, teknik yazı imkanları gelişmemesi sebebiyle elle devam ettiği gibi;
çağımızda dahi, gerekçesi bilinerek ya da bilinmiyerek,
gelişen yazım teknolojisine rağmen "elle"
yazıma özel bir önem verilmekte ve bu yola devam edilmektedir...
Meselâ, günümüzdeki bir dinsel grubun içinde "yazıcılar" denilenleri vardır;
bunlar bütün gelişmiş yazı tekniklerine rağmen gene de "elle" yazmaya devam
etmektedirler... Gene bu cümleden olarak, günümüzde "UZAYLILAR" ile görüştüklerini sanan bir grubun aldıkları
tebliğleri mutlaka "el yazısıyla
çoğaltmak" ve yaymakla görevlendirilmeleri... Keza "RUHLARLA" görüştüklerini zanneden
nice Türkiye içi ve dışı grupların aldıkları tebliğleri "el yazısıyla" çoğaltma ve yayma
görevlerinin benzerliği üzerinde durmak ve bu konuyu araştırmak gerekir
kanaatindeyim..
Kur’ân-ı Kerim, o gün yaşamakta olan Arapları ve diğerlerini,
Tevrat ve İncil'i okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayırıyor; ve bu
kitapları okumayanları ise "ÜMMÎ" olarak nitelendiriyordu..
Bu husustaki yaklaşım şuydu...
Bir kısım insanlar vardı ki, bunlar sadece Tevrat'ı veya hem
Tevrat'ı hem de İncil'i okuyor; ve dahi bazıları, bu kitapları yazarak
çoğaltmayı görev biliyorlardı..
Bir kısım insanlar ise bu kitapları okumuyorlar ve Kâbe'deki
çeşitli putlara tapıyorlardı..
Pek küçük bir grup da, ne kitapları okuyup-yazarak çoğaltıyor;
ne de putlara tapıyorlardı; ki bunlara da "HANÎF"ler denmekteydi..
İşte gerek Hazreti Muhammed
Mustafa aleyhisselam, gerekse Ebu Bekir Sıddık
bu "HANÎF" ler grubuna dahil olarak, "ÜMMÎ"ler diye adlandırılan
ve "EHLİ KİTAP" olmayan
kimselerdendi!. Yani, o günkü insanlar ya “ehli kitaptan” (Tevrat ve İncili
okuyup-yazanlardan) ya da “ümmî”lerdendi!.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve “hanîf”ler de, Tevrat ve İncil'i okuyup-yazmışlardan
değillerdi!..
Bu sebepten dolayıdır ki, Kur'ân-ı
Kerim’de ilgili âyetlerde Efendimiz Muhammed
Mustafa Aleyhisselâm’a ,
"Sen okur-yazar
değildin";
"sen
ümmisin" (7-158)
"Ehli kitaba ve
ümmi araplara sor" (3-20)
"Bundan önce bir
Kitap okumuyordun, sağ elinle de O'nu yazmIyordun!" (29-48)
diye hitap edilmekteydi!..
Şayet dikkatle ve peşin hükümsüz olaya yaklaşırsak, görürüz ki,
sadece
"ehli kitaba ve ümmi
araplara sor"
âyeti dahi, o gün için yaşayanların, Kur'ân
anlayışında ikiye ayrılmış olduğunu; Tevrat ve İncil'i okuyanların "ehli kitap"; buna karşılık Tevrat
ve İncil okumamış olanların ve bunlara inanmayanların da “ümmi” diye adlandırıldıklarını rahatlıkla farkederiz!..
Kur’ân'da Hazreti Resul-i Ekrem’e
,
"sen ümmilerden
olduğun halde onlara Kitabı ve hikmeti öğretirsin"
gibi tanımlamanın getirilmesinin mânâsı ise şudur:
"Sen, Daha önce tevrat ve İncil'i okumadığın halde, bu Kudsal
Kitaplarda yazılı olan bilgilere uygun bir şekilde, geçmiş olaylara dair
haberleri onlara ulaştırmaktasın!...
Bu da senin, O
Kitapların kaynağından bu haberleri aldığını, yani vahye dayalı bir biçimde,
Nübüvvet görevi dolayısıyla diğer Nebiler gibi aynı kaynaktan beslendiğini
ispat eder!..
Şayet sen Ümmi
olduğun, yani daha önceden Tevrat ve İncil'i okumamış olduğun halde, O
kitaplarda yazılı olanları biliyor ve onlara anlatıyorsan, bu demektir ki, sen
de bir nebi olarak Musa ve İsa' nın aldığı kaynaktan
vahiy almak suretiyle gerçekleri toplumuna iletiyorsun!"
Yani, netice olarak burada ortaya çıkan gerçek şudur ki:
O devirde insanlar "ehli
kitap" ve "ÜMMİ"ler olarak ikiye ayrılmaktaydı; İncil ve Tevrat'ı
okuyanlar ve elle yazarak çoğaltılmasında görev alanlar, “EHLİ KİTAP”; buna karşılık bu kitapları yazmayanlar, ve dahi
okumamış olanlar da “ümmi”ler olarak
isimlendiriliyordu.. Hazreti Muhammed Mustafa dahi bu
kitapları okumamışlar grubundan bir ferd olarak genel
tanımlama içinde "ümmi"
diye nitelendiriliyordu!... Bu bir...
Bir de işin diğer yanı var...
"OKU"MA ya
da "okuyamama"
kavramlarının burada taşıdığı anlam !...
"İKRA" yani
"OKU" hitabında işaret
edilen mânâ neydi acaba?..
"İKRA"
sözünün Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a söylendiği anı, yeri ve şartları gözönüne getirelim...
Yer, Hıra Tepesindeki bir mağaranın önü!..
Zaman yaklaşık l400 küsur yıl evveli!.. Ve elde olan
hiç bir yazılı metin yok!..
Şimdi bu hususa lütfen çok dikkat edin!..
Cebrail isimli melek tarafından, Hazreti Muhammed Mustafa'ya hitap ediliyor:
-İkra!.. yani, "OKU"!..
Ama bu hitapla birlikte de olsa, eline hiç bir yazılı metin
verilmiyor!...
Şayet bir yazılı metin verilse idi!...
Ama kağıt üzerine; ama deri üzerine; ama kemik üzerine; ama taş üzerine; her ne
üzerine yazılı bir metin olursa olsun; şayet bir yazılı metin verilmiş
olsaydı...!
Ve Hazreti Muhammed
de buna karşılık;
“Ben ümmiyim, onun için
bunu okuyamam” deseydi; bu olayı Hazreti Muhammed'in bildiğimiz anlamda okuma-yazma bilmeyişine işaret
olarak alabilirdik belki!... Ancak ne var ki, olay
asla böyle cereyan etmiyor!..
Cebrail Aleyhisselâm’ın;
-"İKRA" !... Yani , “OKU”
hitabına, Hazreti Muhammed şu cevabı veriyor:
-Ma ene bikariyyun!..
-Okuyabilenlerden
değilim!..(1)
(1)Bakınız: Hamdi Yazır' ın "Hak Dini
Kur' an Dili " tefsiri cilt 8..
Burada önce şu hususa dikkatinizi çekelim...
Bir kişiye durup dururken "oku" deseniz, bu isteğe karşı alacağınız cevap kim olursa
olsun, şu olacaktır:
- Neyi okuyayım?
Çünki, o kişi sizin neyi oku dediğinizi
bilmediği için tabii olarak neyi okumasını istediğinizi soracaktır...
Şayet, "OKU"
hitabına karşılık olarak, "NEYİ
OKUYAYIM" sualiyle karşılaşmamışsak; bu durum bize şunu gösterir:
Hitabedilen kişi, kendisinden
neyi okuması istenildiğini bilmektedir!..
Evet, nitekim Hazreti Muhammed
dahi, kendisine "İKRA",
yani "OKU" dendiğinde,
neyi okuması gerektiğini biliyordu!..
Ancak ne var ki, "OKUYAMIYORDU"
!..
Bu "okuyamama"nın
anlamı yazılı her hangi bir metni eline alıp da harfleri deşifre edememek
değildi!..
"Okuma-yazması
olmamak" anlamında okuyamamak değildi!..
Öyle ise neydi?..
Evet, o ana kadar "okuyamamış"...
"Okuyamamanın"
sıkıntısı içinde olan...
"Okumak"
için aylar boyu mağaraya inzivaya çekilen Hazreti Muhammed Mustafa'nın
"okumak" istediği şey ne idi?
Ayrıca, burada bir de şunu hatırlayalım...
Söz konusu edilen şey şayet bildiğimiz basit mânâda okuma-yazma
olsaydı....
Okuma-yazma bir mağaraya çekilmek suretiyle tek başına mı
öğrenilir?...
Yoksa, okuma-yazma bilen bir kişinin karşısına geçilip, ikinci
bir şahıstan mı elde edilir, toplum içersinde!..,
Üstelik bir de bu kişinin yıllardır ticaretle, hesap-kitapla
uğraştığını düşünürsek!...
Geçmişte, birtakım insanlar, olayın derinliğine girmedikleri
için, ancak okuma-yazması olmayan bir Rasûlün tebliğ edeceği Kur'an’ın
mucize olacağını, sanmışlar;
ve dolayısıyla da işin derinliğine hiç inmeden; hatta bazı gerçeklere giden
yolları dahi tıkayarak; "okumak ve
yazmak bilmeyen" anlamına bir "ümmi Rasûl" kavramına saplanıp,
herkese bu imajı yerleştirmişlerdir...
Zannetmişlerdir ki, böylelikle Allah Rasûlü
daha bir büyüyecektir!!!..
Bu hazreti Resûl-i
Ekrem'in getirdiklerinin, bildirdiklerinin azametini ve O'nun gerçek büyüklüğünü kavrayamamanın
sonucudur!.
Onların anlayışına göre, çöl ortasından çıkan bir Rasûl okuma-yazma bilmemelidir ki, getirdiği bilgiler,
açtığı yepyeni düşünce ufukları mucize sayılabilsin!!!.
Sanki bu Rasûl, okuma yazma bilseydi,
getirdikleri mucize olmazdı!!!.
Bu tartışma sırasında şunu da dikkatimizden kaçırmayalım...
Biz, Muhammed Mustafa'nın
"Rasûlullah ve son nebi" olduğuna iman
etmekle mükellefiz!... O'nun okuma-yazma bilmesinin ya
da bilmemesinin iman şartları ile de hiç bir ilgisi yoktur..
Esasen takibeden sayfalarda
göreceksiniz ki, zaten olayın “bizim bildiğimiz anlamda okur-yazar olmakla”
dahi hiç bir ilgisi yoktur!..
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın "ÜMMÎ"
oluşunun anlamı, onun "ehli kitap" olmayışıdır!.
Bu, konunun zâhirdeki anlamıdır!... Yani, Yahudi veya
Hıristiyan dinine mensup iken, daha sonra Rasûl olup
da yeni bir din getirmemiştir..
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın “ÜMMΔ
oluşunun bir de batını, yani iç ya da "SIR" anlamı vardır; ki bu çok daha önemlidir!.
Hazret Muhammed Aleyhisselâm “ÜMMΔ
olmasının; yani, hâlâ kitabı "okuyamamasının"
sıkıntısı içindeydi!..
Bu sıkıntı öylesine büyük boyutlara ulaşıyordu ki; günlerle,
haftalarla kimseyi görmüyor, görmek istemiyor; sadece düşünce dünyasındaki o
muazzam sorunu nasıl çözebileceğini düşünüyordu...
Zira, kafasında oluşmuş bulunan suallerin hiç birinin cevabını
sözü edilen dinlerde ve putperestlikte bulamıyordu!..
Orijinal düşünce şekli kaybolmuş Yahudilik veya Hıristiyanlık ile, düşünen insana hiç bir tey
vermeyen ilkel PUTATAPARLIK, o devirde dahi Hazreti Muhammed Mustafa, Ebu Bekir gibi bazı Zevâta hiç bir şey ifade etmiyordu...
O yüzden de, bu zevat "ehlİ kİtap"
dışındaki “ÜMMİ”ler sınıfında yer alıyorlardı...
Ne var ki, iş bu kadarla kalmiyor,
"ehlİ kitap" içinde yer almadıkları gibi, putataparlar
arasında da bir yerleri bulunmuyordu!... Çünki “ÜMMİ”ler arasındaki “HANÎF”ler
grubunu oluşturuyorlardı..
“HANÎF”ler... Dini İbrahim, yani "tevhid"
anlayışı üzerine olanlardı!...
Bize ulaşan bilgilere göre...
İDRİS Nebi, görev süreci
içinde, insanlara, yeryüzünde olup-bitenler üzerinde gök cisimlerinin
tesirlerinden bahsetmiş; yani “BURÇLAR
iLMİNİ” açıklamıştı... Ancak, kendisi bu açıklamayı yaparken, elbette ki
bütün bu güçlerin idaresinin de Allah'ın ilim, irade ve kudretiyle meydana
geldiğini bildiriyordu...
"ASTROLOJİ"
yani eskilerin deyişiyle "BURÇLAR iLMİ" denilen sistem, İDRİS Aleyhisselâm tarafından açıklandıktan sonra; derin düşünce
yeteneğinden mahrum insanlar olayın kökündeki ve sistemdeki ana güçten perdelenerek;
tesirlerini kesinlikle tesbit ettikleri
"BURÇLAR" ilmine sarılıp, her şeyin yaratıcısı ana kudret olarak
yıldızları kabullendiler!..
Bu yanlış tesbit, daha sonraları, dar
görüşlü insanların, bu gök cisimlerini "TANRILIK TAHTINA"
oturtmalarına; ve böylece birer tanrı kabul ettikleri gezegen ve burçlara
tapınmaya kadar uzandı!..
Esasen her Nebi’nin getirdikleri, o toplum içindeki dargörüşlüler tarafından zaman içinde saptırılmış, sistem
içindeki doğruluk noktasından kaydırılarak; lokalize doğruluk veya yerel
doğruluk noktasına oturtulmak suretiyle deforme edilmiştir..
İşte, "BURÇLAR iLMİ"nin (astroloji) konusunu oluşturan "ALLAH'ın varediş sistemi
içindeki bu mekanizma"nın yanlış kavranılması sonucu; gök cisimleri,
toplumlar tarafından tanrılaştırılmaya başlanınca, bu kavramlar adına putlar
yapılmaya başlanmış ve nihayet ayın, güneşin, yıldızların birer tanrı oldukları
ve bunlara tapınılması görüşü o devir toplumlarına yerleştirilmiştir..
Böyle bir akış içinde iken insanlar, bu defa İBRAHİM Nebi gerçekçi
düşünce yoluyla bu yıldızların, ayın, güneşin tanrı olduğu yolundaki iddiaların
üzeride derin düşünceye girmiş ve bunların tanrı olamıyacağı
gerçeğine ulaşmıştır..
Bu eriştiği gerçek neticesinde de halini şöyle dile getirmiştir:
-İnni
veccehtu vechiye lilleziy fatIres semavati vel ardı HANİFen ve ma ene minel müşrikin!.. ( 6-79
)
-Vechİmİ
o veche döndürdüm ki, yeryüzünün ve göktekilerin
hepsinin FÂTIR'ıdIr!.. HANİF
olarak... Şirk ehlinden değilim!.
İLK
ÂYETLER
İşte, Hazreti Muhammmed Aleyhisselâm, “HANÎF”
olarak böylesine düşünceler içinde, gökte bir tanrıya, ya da putlara inanmıyor;
tapmıyor; "Allah"ı
anlayıp, idrak edip O'na "kulluğunun"
gereğini yaşamayı arzu ediyordu..
Bu varlık, bu alem, bu sistem, bu düzen
nasıl meydana gelmişti... Nasıl işlemekteydi?
Elbette ki, her oluşan şey, ya bir şuurun, ilmin eseridir; bir
sistem ile, bir düzen içinde meydana gelmiştir... Ya
da, o şeyler kör bir tesadüf eseri oluşmuştur... Ki bunun doğal sonucu da
kaostur!..
Şayet, bütün göktekileri ve yerdekileri bir düzen, bir sistem
içinde yaşamlarını devam ettiriyor olarak algılıyorsak, elbetteki
bunları bu şekilde vareden bilinç sahibi bir ZÂT da mevcuttur!...
Öyle ise bu neydi?
Varlıkta yeri var mıydı?
Varlıkla ilişkisi neydi?
"Ben" üzerinde nasıl tasarruf etmekteydi?
Bu yüce varlığa ermek mümkün müydü? ..
Mümkün ise bu nasıl gerçekleşebilirdi?...
İşte böylesine çeşitli düşünsel sorunlar içinde olan ve bunlara
çözüm bulamadıkça da iç huzuruna kavuşamayan Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhisselâm bir gün hiç
ummadığı bir olayla karşılaştı..
Hıra tepesindeki mağaranın önünde beliren olağanüstü
boyutlardaki görüntüsüyle Cebrail
isimli “melek” onu şiddetle sıkarak
şöyle dedi:
-İKRA'! ... Yani, “OKU”!.
Bu sırada, daha önca de belirttiğimiz
üzere Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın eline verilmiş herhangi bir yazılı metin
yoktu!...
Eline verilmiş, ya da önüne koyulmuş hiç bir yazılı metin
olmadığı halde; sormadı Hazreti Muhammed
şu soruyu:
-Neyi okuyayım?...
Çünkü, biliyordu, neyi “OKU”MASI
gerektiğini!... Zaten, onu "OKU"yamamasının getirdiği
sıkıntı içinde, aylardır bu mağarada âdeta çile doldurmaktaydı!..
Bu yüzden, bu sıkıntısını, çaresizliğini dile getirir şekilde cevab verdi:
-”Oku”yabilenlerden
değilim!... “Oku”yamıyorum!..
Bu cevab üzerine Cebrail Aleyhisselâm, O'nu takrar “sıktı” ve uyarısını tekrarladı:
-İKRA !...
Ne çare ki, hala “oku”yabilmiş değildi!... “Oku”yamıyordu!.. Tekrar cevapladı:
-”OKU”yamıyorum!... “Oku”yanlardan değilim!..
Nihayet üçüncü defa “sıktı”
Cebrail Onu; ve şöyle dedi:
-İKRA' Bismi rabbikelleziy halak!.... halekal
insane min alak...ikra' ve rabbükel ekrem; elleziy alleme Bilkalem; allemel insane ma lem
ya'lem!... (96-1/5)
-OKU..
rabbinin ismiyle işaret edilen KUDRET, özünde olarak HALKOLDUN!... ki PIHTILAŞMIŞ kandan insan
meydana gelmİştir... Oku; Rabbin ekremdir; ki o yüzden
kalemle bildirmİştir... insana
bilmediklerini talim etmiştir...
Şimdi hemen şu âyeti hatırlıyalım:
-Alleme
adem el esmâe külleha!... (2-31)
-Ademe isimlerin tümünü talim etmiştir...
Bu iki âyet arasındaki bağlantı noktası nedir?..
Her iki âyet de insanın varoluşundan; ve bu varoluş sırasında insana
bahşedilen yüce özellikten sözetmekte...
Şimdi, en önemli noktayı açıklamaya çalışalım..
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm'ın eline herhangi bir yazılı metin verilememiş
olduğuna göre, kendisine vahiy getiren “melek” neyi “OKU”masını
taleb etmişti?... Nasıl okuyacaktı ?
Şimdi anlatmaya çalışacağımız şeyleri, çok iyi anlamaya
çalışalım...
Hazreti Muhammed, “HANÎF” inancına sahip olduğu için, bir
tanrıya tapanlardan değildi. Bir..
İçinde yaşadığı sistemi ve bu sistemi meydana getiren GÜCÜ
anlamaya çalışıyordu...iki...
Cebrail diye bildiğimiz meleğin vahyi ile kendisinde “OKU”ma özelliği oluştu... Üç..
“OKU”masını sağlayan özellik ve güç
esasen kendisinde mevcuttu; fakat bunu kullanamıyordu... dört...
İşte bu şartlar altında Cebrail diye bildiğimiz “melek” ona
"OKU" dedi...
O ise buna cevab verdi:
-”OKU”YAMIYORUM !..
Ve Cebrail isimli “melek” O'nu “sıktı” !..
Şimdi, önce bu noktayı iyi anlamak gerek...
Cebrail'in "sıkma"sından murad nedir?...
Cebrail, bizim gibi topraktan yaratılmış, yani maddi bedeni olan
bir varlık olmadığına göre, bu "sıkma"
işlemini nasıl anlıyacağız?
"Melek"ler, orijin yapıları itibariyle "NUR"dan varlıklardır...
"CİN"ler ise "NÂR"dan yaratılmış varlıklardır..
Yani, her iki varlık türü de, bilmekteyiz ki, maddi yapıya sahip
değillerdir..
Ve her iki yapı da, bilmekteyiz ki, insanlar üzerindeki
etkilerini, beyinlere yolladıkları “ışınsal impals”larla
meydana getirmektedirler...
Bundan önceki kitaplarımızda, insan beyninin kozmik ışınlarla
nasıl programlandığından sözetmiştik...
İşte kitaplarımızda anlattığımız tarzda, insan beyni her an cinni ve meleki etkilere açık
vaziyette, sürekli olarak etki almaktadır..
Peki, öyle ise “Melek”
nedir ?
Hamdi Yazır merhum tefsirinde şu
bilgiyi veriyor:
"....Cinsi melâike, kudret ve tekvini ilahinin, VAHDETTEN
KESRETE TEVEZZÜUNU ve onun tenevvüat ve taayyünatı mahsusasını ifade eden
mebadii faile olarak mülahaza edilmek lazım gelir..
Ve kâinatta hiç bir
şey, hiç bir hadise, hiç bir fiili hareket tasavvur olunamaz ki, böyle bir risâlet ile vaki olmuş olmasın....."
"...ve
binaenaleyh melaikesiz bir hadise tasavvuru gayrımümkindir,
melaikesiz bir katra yağmur bile düşmez...."(cilt: 1, sayfa:303)
"Şu da anlaşılır ki,
melâikeye olan kelamIn hakikati ancak manadan
ibarettir... Suverİ lafzIye
ve ismiye değildir.."
(C:1 s:316)
"Cenâbı Allah bütün sun'ı ilahisini
böyle esbab ve hikemi hafiye rabt
etmiştir. ..O bir şey murad
ederse böyle yeni sebebler halkeder....Sebebi
asli ve hakiki ancak O'nun iradesidir, Hikmet de onun lazımıdır..."(c:1 s:317)
İnsana, ruhun nefh edilmesinin
manasıyla ilgili izah da şu; aynı eserde 321. sayfada:
"...Nefhi ruhtan murad hayyolması değil, hayyı natık olmasıdır.... Hakikatı adem nefsi natıkadır.. ve
nefhi ruhun manası, nefsi natıkanın nefhidir..... Halkı Ademin Arzda olduğunda ittifak vardır..."c:1 s:321)
Cebrail adlı "MELEK"
yapısını oluşturan "ALİM", "BASİR", "FETTAH", "HAKİM" ve "MUHYİ" gibi ağırlıklı anlamların
sonucu olarak görev ifa eden bir üst boyut bilincidir...
Ve görevi, seçilmiş kişileri "SIKARAK" açmak; ve daha sonra da "Allah'ın evrensel
düzeni ve değerleri hakkında bilgilendirerek" o topluma yol gösterilmesine
vesile olmaktır!..
hf
Evet, nedir Cebrail isimli meleğin "SIKMASI"nın
mânâsı?..
Dindeki bir çok izahın "mecazi"
yani benzetme yollu yapılmış olduğunu bundan önceki kitap ve kasetlerimizde
anlatmıştık... Şimdi "sıkma" olayının gene mecaz yollu anlatımına bir
örnek verelim, ve sonra da buradaki olaya dönelim...
Hazreti Rasûlllah , kabre konan kişinin haliyle ilgili olarak şöyle buyurur:
-"Kabir öylesine
“sıktı” ki, neredeyse kaburgaları birbirine geçecekti... Feryadı ta arşa kadar
yükseldi de insan bunu işitmedi !..."
Burada bahsi geçen "SIKMA, anladığımız fiziksel mânâda bir "SIKMA" olmayıp, toprağın maddi olarak
o kişinin üzerine yıkılıp "sıkması" olmayıp; çok daha farklı bir
olaydır ki, bu olayın, bırakın o günleri bir yana, bugün dahi izahı son derece
güçtür...
Ancak, ne var ki Allah'ın takdiri ve kolaylaştırmasıyla
elimizden geldiğince izaha çalışacağız... Çünkü bizim varoluş
görevimiz de, bu güne kadar dinde izah edilememiş hususları olabildiğince
anlaşılır hale getirmektir..
"İNSAN ve SIRLARI"isimli
kitabımızda detaylı bir şekilde izah ettiğimiz üzere, insan beyni, dinde "melek" diye tanımlanan ve "nur" yapılı olarak târif edilen son derece yüksek frekanslı ışınsal varlıklar
tarafından belli bir programlamaya tâbi tutularak, "Allah"ın
isimlerinin çeşitli formüller şeklinde açığa çıkmasını sağlarlar...
Bizler, genetik yoldan bize ulaşan tüm verilerin, kozmik yoldan
oluşturulan kapasitedeki anlamlar ölçüsünde ortaya çıkışıyla elde ettiğimiz
zihinsel yetenek ile yaşarız..
Beyin hücrelerimizin her biri belirli anlamlar ihtiva eden
belirli frekanslarla programlanarak yeni düşünsel anlamlara sahip olur; ya da
genetik yoldan gelen verilerin ortaya çıkışına yolverir..
Esasen bizden ortaya çıkan ya da çıkmayıp zihnimizde kalan her
düşünce, gerçekte, "Allah" isimleriyle işaret edilen kavramların
beynimizdeki bir terkibidir!. Ve bu terkip, az önce de
bahsettiğim üzere, genetik’kozmik etkiler -yani meleki tesirler- sonucunda oluşur!.
“İnsan” ismiyle
tanımlanan varlıklar, tümüyle birer "isimler
terkibi" olduğu gibi, varlığını algılayabildiğimiz ya da
algılayamadığımız tüm varlıklar ve elbette ki "melek"ler dahi birer "esmâ terkipleri”dirler!...
İşbu sebeple...
bir "esmâ terkibi" olan ve varlığındaki ağırlıklı
isimlerin anlamları dolayısıyla da seçilmiş kişilerin beyinlerinde gerekli
programlamayı yaparak onları "okuyamamaktan" kurtarıp "OKUR" hale getiren Cebrail Aleyhisselâm, Hazreti Muhammed'i
“sıktı” !...
Yani, Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm’ın beynine "Alim", "Basir",
"Hakim", "Fettah", "Muhyi" gibi bir kısım “isimlerin frekansından impulslar”
göndererek, bu yolda açılım oluşturdu!... Esasen, bu “Rabbani isimlerin frekansı”, herkes
gibi, doğuştan O'nun yapısında da mevcuttu... Ancak, yapısını oluşturan
"terkip içindeki" oranı Nebilik kemâlâtını
ortaya koymak için yeterli değildi!...
Cebrail'in müdahalesi ile, bu isimlerin
beyindeki oranı, son nebinin açıklaması gerekli olan kemâlâta
yeterli kapasiteye dönüştürülüyordu...
Bu etki sonucu beyinde meydana gelen yüksek faaliyet ise kişi
tarafından ancak "SIKMAK"
diye tanımlanabilirdi...
İşte bu "SIKMA"; yani, “beyne gönderilen impuls sonucu oluşturulan “yeni açılımlar” neticesinde
Hazreti Muhammed "OKU"MAYA
başladı...
İşte bu duruma işaret eden âyetler:
-OKU!...
RABBİNİN iSMİYLE iŞARET EDİLEN MÂNÂLAR ÖZÜNDE OLARAK HALKOLDUN!... Kİ PIHTILAŞMIŞ KANDAN iNSAN MEYDANA GELMİŞTİR... OKU!... RABBİN EKREMDİR... Kİ O YÜZDEN KALEMLE BİLDİRMİŞTİR...
İNSANA BİLMEDİKLERİNİ TÂLİM ETMİŞTİR...
Burada hemen akla şu soru geliyor... "KALEM" nedir?..
"OKU"mak yazıp-çizmeyle
alakalı olamadığına göre, yazan "KALEM"
acaba neydi?
Meşhur müfessir Fahreddin Razi, "KALEM" "akıldır" der... Bu
konuda şu işareti Rasûlullah meşhurdur:
-"Haberiniz olsun ki, Allah ilk halkettiğinde,
kalemi halketti; de ona “yaz” dedi...”Ya Rab ne
yazayım” , diye sordu... “kaderi yaz” dedi...işte o
saatte kalem, olmuş ve ebeden olacak her şeyi yazdı..."
Burada bahsedilen "Kalem" tasavvufta tahkike ermişlere
göre "İnsan-ı Kâmil"dir... Bu "İnsan-ı Kâmil"in aklına “aklı evvel”,
ruhuna "Ruhu Muhammedi”,
derler... "Hakikatı Muhammedi" ismiyle işaret edilen
dahi budur!..
diğer taraftan şu âyeti hatırlayalım:
-"ALLAH YAZDI...."
Yazan "kalem"dir; fakat "ALLAH" kendine izâfe etmektedir; çünkü “Kalem” O'nun varlığıyla kaim ve
daimdir... Tıpkı, "SEN ATMADIN,
ATAN ALLAH'TI !" âyetinde olduğu gibi...
İşte tasavvufta “maiyyet sırrı” denen
hususu bu gibi âyetler tanımlamaktadır..
Çağdaş tanımlama ile, evrende varolmuş
ve olacak her şeyi meydana getiren "Kalem"e günümüzde bir kısım
çevrelerce “KOZMİK BİLİNÇ” denilmektedir!..Yani,
"İLİM SIFATININ MAZHARI" olan "SALT ŞUUR"!...işte bu
"TÂLİM ETTİ"...
-ADEM’E iSİMLERİN TÜMÜNÜ
TÂLİM ETMİŞTİR !.. (2-31)
Adem'e isimlerin tümünün talim edilmesinden murad,
hiç şüphesiz ki, Ademin Allah'ın isimlerinin mazharı olarak ortaya çıkışıdır!..
Ancak ne var ki, bütün bu isimler insanın yapısında bir terkip
halindedir... Kimi isimlerin mânâları daha güçlü ve kimi isimlerin manalaı da daha zayıf olarak..
İşte bu isimlerin mânâlarının kişinin yapısında mevcut olmasına
yukarıdaki âyette "bismirabbik" ifadesiyle işaret
edilmiştir..
NİÇİN KAN PIHTISI
Peki burada akla gelebilecek şu soru vardır:
-Yukarıdaki âyetler, okumaktan ve okuyabilmek için özüne
bahşedilmiş ilim ve kudretten, özelliklerden sözetmektedir...iş bu
durumda iken, insanın "kan pıhtısından" yaratılmasının yeri bu
konunun içinde nedir?
Bunu da izah edelim:
Şayet dikkat edersek, birinci bölümde, insanın “Rabbani isimler terkibi” olarak mânâ
boyutundaki varoluşundan sözedilirken;
ikinci bölümde ise, "ALAK"
kelimesiyle, “genetik verilerle bu kemâlâtın insandan
insana naklinden ve bu yolla her insandaki mevcudiyetinden” bahsolmaktadır!..
"Alak" kelimesi, genelde hep
"pıhıtılaşmış kan" diye çevrilmesine
karşın, günümüzde "tüm genetik verileri kendinde toplamış gelişme düzeyindeki
hücre grubu" olarak değerlendirilmelidir... Zira önemli olan, o kelimenin
işaret ettiği yapının kapsadığı anlamdır!
Eğer yukarıdaki âyetleri bu
değerlendirilişle ele alacak olursak, bu ilk nâzil olan beş âyeti şu şekilde
mânâlandırabiliriz:
-Oku!..
Rabbin ismiyle
işaret
edilen anlamlar, mânâ boyutunda yapını teşkil ederek halkoldun...
Ve bu mânâ boyutundaki kemâlât genetik intikal ile
sana da ulaşmıştır!.
Oku!...
Rabbin Ekremdir,
yani sonsuz mânâ zenginliğine sahiptir; ki o sebeple kozmik
kalemle beynine o mânâları yazmıştır...insanın
bilmediklerini, yapısında ortaya çıkartmıştır...
Şimdi burada şu akla gelebilir:
-"allemel" kelimesini
tefsirler hep “tâlim etme”, “bildirme”, “öğretme”,
diye çevirirken, nasıl oluyor da siz bunu “yapıyı programlama”, “yapıda ortaya
çıkartma” diye anlıyorsunuz?
Gayet basit ... Hemen şu âyeti hatırlıyalım...
-Alleme Adem el esmae külleha...(231)
Bu Ademin ilk varoluş
safhasını anlatmakta olan bir âyettir ki, daha bu safhada Adem
bilinçlenmemiştir... Bu isimlerin “TÂLİM EDİLMESİ”nden,
yani, “Allah isimlerinin” mânâlarının onda açığa çıkacak şekilde
yaratılmasından sonradır ki Ademde şuur meydana gelmiştir!...
Yani, Adem’i “şuurlu bir varlık” haline
getiren gerçek, ana ve tek faktör, yapısında ortaya çıkan esmâül
hüsnâ diye bildiğimiz Allah isimlerinin mânâlarıdır
ki, bunlar ona henüz yaratılışı safhasında bağışlanmış; ve bu bağış sonucu, bu
“TÂLİM EDİŞ” sonucu Adem “şuurlu bir varlık” yani “nefsi nâtık”
olarak yeryüzünde yaşamına başlamıştır...
İşte bu sebeble Cibril (ya da Cebrail)
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a
sanki şöyle demektedir:
-Sen Rabbinin esmasıyla (ALLAH isimlerinin
mânâlarıyla) meydana gelmiş bir birim olarak halkolan
İNSAN türündensin... Bu esmâ kemâlâtı genetik yoldan
sana intikal etmiştir.. Beyninde bu mânâları
anlayacak, YAŞAMI, SİSTEMİ, ALLAH NİZÂMINI, DÜZENİNİ "OKU"yacak
güç ve özellik mevcuttur...
İş bu sebeple "O K U"
!... Senin bilmediklerini bildirecek bütün isimlerin mânâları sana talim edilmiş, yani beyninde
programlanmıştır...
Ve bu programlama KALEM ile, yani MELEKİ GÜÇ tarafından beynine
yazılmıştır.... Bu yazgı sonucudur ki, artık
bilmediklerini bilebilir; "OKU"yamadıklarını
"OKU"yabilirsin !.
Cibril isimli "NUR" yapılı varlığın Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın
beynine yolladığı "NURLAR"; ya da günümüz anlatımıyla...
Cibril isimli "ışınsal" varlığın, Hazreti Rasulullah'ın beynine yolladığı ışınsal impuls,
onda büyük bir "SIKIŞMA" duygusu oluşturmuş,
ve bu olay sonunda beyinde açılan ek kapasite ile de "Nebilik kemâlâtı" kendisinde açığa çıkmıştır...
Dikkat buyrula... açığa çıkmıştır; diyoruz; o anda oluşmuştur,
demiyoruz!...
Çünkü, kişi doğuştan o istidada sahip
değilse, sonradan gelen tesirler “Nebilik” kapasitesini meydana getiremez...
Sonradan yapılan çalışmalar ve elde edilen özellikler kişide ancak “velâyet” kemâlâtının ortaya çıkmasına yol açabilir...
Şimdi bu âyeti anlamaya çalışırken
üzerinde dikkatle durmamız gereken bir başka önemli husus daha var...
“O K U”mak
hangi seviyeden ya da mertebeden olacaktır?...
Diyeceksiniz ki, bu soru da nereden çıktı!...
Yukarıdaki âyette geçen "BismiRAB"
kelimesi, ister istemez dikkatlerimizi bu noktaya çekiyor da ondan!..
Görüldüğü üzere, âyeti kerimede "BismiLLAH" ya da "BismirRAHMAN"
değil, "BismiRAB" denilmiştir...
Kur'an-ı Kerım, “HAKİM” olan "ALLAH KELÂMI" olduğuna göre, metin
içindeki her kelime elbette ki bir hikmete, işaret edilmek istenen mânâya uygun
olarak cümleler içinde yeralmıştır...
Ancak ne var ki, üzülerek ifade etmek zorundayım, bir çok Kur'ân tercümesi veya meali yazan kişi tarafından bu
inceliğe dikkat edilmemiş ve orijinal kelimeler, bu meâl
veya tercemelerde orijinalindeki anlamı vermeyen,
başka anlamlı kelimelerle, veriliş gayesi örtülerek, dilimize çevrilmiştir...
Bunun en açık örneklerinden biri de aşağıdaki âyettir:
-Va'bud rabbeke hatta ye'tiyekel YAKIYN! (15-99)
-Kulluk et RABBİNE,
YAKIYN gelene kadar !
Şayet, çeşitli meâl ya da tercümelere
bakacak olursanız...
“Y A K I Y N” kelimesinin hep “Ö L
Ü M” olarak dilimize çevrilmiş olduğunu görürsünüz... Halbuki,
Cenâb-ı Hak dileseydi ve burada hasseten
"ölüm"ü kastetseydi, “yakıyn” yerine “mevt”
kelimesini kullanırdı... Ki zaten pekçok yerde “ölüm”
kelimesinin karşılığı olarak Kur'ân-ı Kerimde “mevt”
kelimesi kullanılmıştır...
“Mevt” kelimesinin
dilimizdeki karşılığı "ölüm"dür!...
Oysa "ÖLÜM", "YAKIYN" türlerinden sadece
biridir....
Şayet biz gerçekten Kur'an-ı Kerimi
iyi anlamak ve O'ndaki derin mânâlara vakıf olmak istiyorsak, kesinlikle
âyetlerin içinde yer alan kelimeleri ve bunların niçin o âyet içinde tercih edilmiş
olduklarını iyi değerlendirmeliyiz..
Evet. bu uyarıyı yaptıktan sonra, şimdi
gelelim yukarıda bahsettiğimiz “BismiRAB” konusuna...
NİÇİN "BİSMİRAB"
“OKU” kelimesinin
ardından “BismiRABBİK” denilmesi, “OKU”MAK işleminin
"RUBUBİYET KEMÂLÂTI" üzerinden yapılması icabettiğine işaret etmektedir...
Yani, istenilen "OKU"MAK, "ULÛHİYET" veya
"RAHMANİYET" mertebesinden değil, "RUBUBİYET" mertebesinden olacaktır...
Şayet, "Bismillah" denilseydi "İKRA"
dendikten sonra, muhatabın "Ulûhiyet" kemâlâtı
üzerinden "OKU"ması icabedecekti...
Oysa, "ULÛHİYET" kemâlâtı "ZÂTI"
da kapsamına aldığı için, bu kemâlât üzerinden "OKU"mak muhaldir, yani olanaksızdır!..
Nitekim bu duruma Hazreti Resûl şu
sözlerle işaret etmiştir:
-ALLAH ZÂTI üzere tefekkür
etmeyiniz !.
Yüce ZÂT'ın, tüm vasıflarıyla kendini bilmesi demek olan
“RAHMANİYET” mertebesi üzerinden de "OKU"mak
mümkün değildir, zira "Beşer"in buna kapasitesi yetmez!...
Nitekim bu duruma da Hazreti Muhammed'in gece teheccüd namazı kılarken
secdede söylediği şu duasındaki sözler işaret ediyor:
-La uhsiy senaen aleyke,
ente kema esneyte ala nefsik!..
-Senin NEFSİNİ bilip
değerlendirişin gibi benim seni değerlendirebilmem, sena etmem asla mümkün
değildir!..
Burada akla şu soru gelebilir:
-"RAHMAN, Ademi kendi sûreti üzere halketti"
işareti üzere,insan,
"RAHMANİ" hakikat üzere halkolduğuna göre,
niçin aynı insan "RAHMANİYET" üzere "OKU"yamaz?
"RAHMAN"ın
"Ademi kendi sıfatları üzere halketmesi"
son derece tabii bir olaydır, çünkü kendi varlığı dışında başka bir varlık
yoktur ki, onun sıfatları üzere halketsin... Elbette
ki kendi sıfatları üzere halkedecektir!...
Ancak unutulmamalıdır ki, "insan" bir "beşer"dir"...
Varlığını meydana getiren Allah esmâsı
dolayısıyla “MÜJDELENMİŞ” varlıktır... Ve bu şekilde “Rahmet” ile
yaratılmıştır...
Rahmet, gazabın önüne geçmiştir!...
İnsanın karşılaşacağı va karşılaşmakta
olduğu tüm haller, -velev ki ona ters gelse, bir süre azab
verse dahi-, cehennem yaşamı da dahil olmak üzere, tamamiyle bir "RAHMET"
sonucudur...
Ne var ki, bu "rahmet" ile ve "RAHMANİ"
hakikat üzere varolması dahi, "beşer"in
"RAHMANİYET" üzere "OKU"masını
sağlamaz...
Çünki, "RAHMANİ" hakikat üzere yaratılmış bulunan “beşer”, "RUBÛBİYET" mertebesinde “BEŞER” olarak; "BİRİM"
şeklinde, bir “ESMA TERKİBİ” olarak,
“kesret” yani “ÇOKLUK” boyutu içinde ortaya çıkmıştır..
"RUBÛBİYET"
mertebesi, "ALLAH iSİMLERİ"nin mânâlarının, sonsuz-sayısız terkipler halinde ortaya çıktığı
âlem ya da boyut demektir...
"Ef'al âlemi" denilen, tüm birimlerin
-insan, cin ve melek- ve oluşların meydana geldiği boyut, varlığını
"RUBÛBİYET " mertebesinden elde eder...
"RUBÛBİYET" mertebesi, Rabbani kuvvelerin geçerli
olduğu ve açığa çıktığı, bu kuvvelerin biribirinden
fark ve temyiz edildiği mertebedir...
“Kesret âlemi” ya da
“çokluk” âlemi dediğimiz boyut
burasıdır... "ARŞ"ın altıdır !...
Mutlak mânâda kainatı meydana getiren
ve kainat içinde yer alan her nesnesnin, birimin
orijinini teşkil eden ana yapının adıdır “MELEK”...
Evrende algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız her şey bu
“melek” adı verilen yapıyla oluşmuştur.. Yapıları tamamiyle "NUR" ya da tasavvuf deyimiyle
"esma terkibidir"... Ve bunun sonucu olarak da hepsi, yapılarının ve
boyutlarının gerektirdiği ölçüde bilinç ve güç sahibidirler..
Evrende meydana gelen her şey ve her olay, bu “bilinç güç”
terkiplerinin yapısal oluşumları sonucudur...
İşte bütün bu evreni meydana getiren ve “melek” ismiyle dinde
tanıtılmış olan sayısız varlıklar-canlılar, ve onlardaki türlü özellikler,
"FİİLLER ALEMİ" dediğimiz
boyutu oluşturur..
Ve bu alemde mevcut olan, ortaya çıkan
bütün fiiller, onları meydana getiren ana kaynak olan "Rabbin",
"RUBUBİYET" kemalatının özelliklerinden
başka bir şey değildir...
Öyle ise, Rabbin sayısız özelliklerinin ortaya çıktığı, sonsuz
manaları ve kemalatı sergileyen bu "EVRENSEL
SİSTEMİ" “OKU”mak, ancak kişinin kendisindeki
“Rabbani kapasitenin”, gene “Rabbani güç” tarafından ortaya çıkartılmasıyla
mümkün olur demektir...
Evet, Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm, kendisinden istendiği biçimle, ve vahyedilen güçle,
"evrensel SİSTEM KİTABI"nı
“OKU”muş;
böylece de "RAB"binin sistemini, düzenini,
nizamını tanımaya başlamıştır...
Bu "OKU"yuş kendisini sarsmiş, ürkütmüş, “OKU”duklarının
azameti karşısında haşyet duymuş; vebildiklerini
örtmek zorunluluğunu hissetmişti.. Örtmüştü kendini.. Belli bir hazım döneminden sonra artık bu örtünün kalkıp
gerçeğin insanlara bildirilmesi gerekiyordu:
-Ey ÖRTÜYE BÜRÜNMÜŞ
OLAN, KALK ve UYAR !.. (74-1/2)
Emri gereğince insanları uyarmaya başlamıştır...
Evet...
Sanırım, bütün bu izahlardan sonra, açık-seçik ve kesin bir
şekilde “OKU”manın bizim klasik manada anladığımız
şekilde “okur-yazarlıkla” bir ilgisinin olmadığı; “OKU”ma
olayının ele verilmiş bir yazılı kağıt ya da kemik
parçasıyla alakası bulunmadığı iyiden iyiye anlaşılmıştır...
Gene de konuyu anlayışında tam olarak oturtamamış bulunanların
çıkabileceğini düşünerek, bu genç arkadaşlarımıza spordan bir misâl verelim...
Bugün futbolda kullanılan bir deyim vardır...
“OYUNU OKUMAK” !.
Biline ki, burada da “okumak”tan murad asla yazılı metni okumak değildir...
"MAÇI OKUMAK" demek, maçın gidişini, oyunun stilini,
tarzını, takımların taktiklerini, oyuncuların kapasite ve özelliklerini ve
zaaflarını değerlendirmek demektir...
"MAÇI, OYUNU OKUYAN" teknik direktör, oyun içinde
gerekli tedbirleri alarak, icabeden taktik ve
değişiklikleri yaparak takımının maçı kazanmasını sağlar...
İyi bir teknik direktör, daha maçın başlarında “OYUNU OKUR”, ve
ona göre gerekli değişiklikleri oluşturarak, oyuncularına gerekli taktikleri
verir ve neticede de kazanır...
Demek ki burada da olay bir "yazılı metni okuma" olayı
değildir...
İşte bu misâlde olduğu gibi, “DİNİ” mânâda "OKU"mak dahi, herhangi bir harf dizelerini birbirine
bağlıyarak bundan bir anlam çıkarmak değil; basiretle, ferasetle, nüfuzetle (yapının özüne girerek onu değerlendirmek
suretiyle), "RUBÛBİYET" mertebesinin sayısız özelliklerinin
oluşturduğu bütünlük içinde, SİSTEM olarak ortaya çıkan evrensel KİTABIN, SİSTEM KİTABININ
sırlarını "OKU"maktır !..,
Buraya kadar,”OKU”mak işleminin kağıt üzerindeki metin olmadığını iyice anladık herhalde...
İkinci olarak “OKU”mak işleminin nasıl
ve neyle olduğuna da dikkati çektik...
“ORUC”
“Ramazan” ayı diye bildiğimiz ayda “oruc”lu
olmak, sağlığı yerinde olan her müslümana; yani
“İslam”ı farketmiş, idrâk etmiş, kabul etmiş her
kişiye zorunlu!. İdrak etmemiş, anlamamış, kabul
etmemiş kişiye zorunlu değil!.
Ermeni, Yahudi, Museviye “oruc” zorunlu değil... Onlar “oruc”lu
olmayabilir!... Çünkü “Allah”ı anlayıp, İslam’ı
anlayıp, gereğini idrâk edene zorunlu hâle geliyor “oruc”!.
Peki “oruc” nedir?
Kaç türlü “oruc” vardır?
Orucun da “avam”a dönük
yönü var…
“Havas”a dönük yönü var...
“Mukarreb”lere yani “hass-ül havas”a dönük yönü var!.
Oruç; zâhiri
itibariyle bedeni belli
bir takım hareketlerden- fiillerden kesmek
gibi düşünülürse de, batını ve hakikatıyla oruç, Allah’tan gayrını görmeme halinin adıdır!
Allah’tan gayrını görmeme halini yaşayan,”Daimi
oruç”tadır!
Biz senede 30 gün oruç tutarken , evliyaullah gecesiyle gündüzüyle dâimi oruçtadır!
Oruç tutmamızın sebebi
bedeni isteklerimize hâkim olmasını öğrenmektir!...
Beden doğal olarak her an yemek içmek ister.. Biz ise
gerçekte bedensel bir varlık olmayıp, bedeni kullanan şoför gibi olan
düşünceden ibaret varlığız...
Eğer gerçek kendimizi,
yani bedenin ötesindeki gerçek beni tanımak istiyorsak; bunun için ORUC tutarak
önce bedensel isteklerimizi kontrol etmeyi öğrenmeliyiz!..
Bu anlattığım orucun beden boyutudur... Orucun ayrıca bir de şuur boyutuyla
alâkalı yanı vardır.
AVAMIN ORUCU
Oruçlu kişinin bedeninin orucu vardır ki nasıl olduğu herkes
tarafından bilinir. Yemek, içmek, cinsel münasebet gibi fiillere, dedikodu,
gıybet, aldatma gibi hallere düşmekten kişinin kendinin muhafazası gereklidir
bu oruçta!..
Avamın orucudur bu!..
Oruç nedir?.. Aç’ın
halinden anlamak!..
Oruç nedir?.. Nefsi terbiye!..
Oruç nedir?.. Mideyi dinlendirme!..
Bunların hepsi de doğru. Ama bu kadar mı?..
Sadece bunlar mı gerekçe?..
Beyin, kendi ihtiyacı olan ve bedenin diğer organlarının
ihtiyacı olan tüm enerjiyi bildiğimiz gibi katı - sıvı çeşitli yiyeceklerden
elde eder.
Bedendeki tüm hücrelerin hayatiyeti ise beynin yaydığı bioelektrik ile kâimdir. Yâni beyin bir yandan, ruha dönük, dışa dönük çeşitli
dalgaları sürekli yayarken; diğer yandan da kendi yaşamına yardımcı, destek
olan çeşitli organların ihtiyacı olan enerjiyi onlara göndermekle yükümlüdür.
Üstüne üstlük bir de bütün bunların ihtiyacı olan enerjiyi temin
için, dışarıdan giren katı - sıvı hammaddeyi yâni
yiyecek ve içecekleri kendisine ve organlara dönük bir enerji biçimine çevirmek
için enerji tüketir.
Oysa beyin bunlara dönük bir biçimde o enerjiyi harcamayı, ruha
yükleme ya da dünya üzerine çeşitli dalga boylarında yayın yapma şeklinde de
değerlendirebilme imkânına sahiptir.
İşte bunun için, hiç değilse senede bir aylık oruç süresi
getirilmiştir.Oruçlu iken elinden geldiğince daha fazla ibâdet yâni zikir
yaparsın!.. Böylece, bu çalışmaların daha güçlü olarak
ruha yüklenir. Böylece beynin daha yüksek enerji kapasitesiyle üretim yapar!.
“Oruç”lu olunan sürede,
beyin dışarıdan alınan hammaddenin, tüketilmesi, sindirilmesi,
ve çeşitli organlarda değerlendirilmesi yönünde enerji harcamasını çok alt düzeye
indiriyor.
İnsan bedenine iki tür enerji giriyor.
Birinci tür, yiyip içtiklerimiz.
Dünyanın ağırlıklı elektrik potansiyeli negatiftir. Gıdalarla
vücuda giren, yenilen ve içilen nesnelerde de çoğunlukla hâkim olan enerji yükü
negatiftir!.
Buna karşılık solunum yoluyla aldığımız havadaki oksijen
vasıtasıyla vücuda giren enerji yükü de pozitiftir.
Bu pozitif ve negatif enerji yükleri beyinde değerlendirilerek
eskilerin ruh adını verdikleri dalga(wave) bedene
yüklenir. Böylece ölümötesi bedenimiz, şekillenir ve
güçlenir!..
Bizim tesbitlerimize göre...
Beynin ruha yüklediği pozitif ağırlıklı enerjiyi mümkün
olabildiğince artırabilmek; ruhtaki negatif yüklü dünyanın yapısı türünden olan
enerjiyi de asgariye indirmek amacıyla, asgari sınır, limit olan, senede bir
aylık “oruc” zorunlu kılınmıştır!.
«Çok yemek israftır»
Buyruğuna gelince. Buradaki israf sanıldığı gibi fazladan yenen
nesne yönünden olmayıp; yiyen
yönündendir!..
Çünkü beynin belli bir enerji ihtiyacı vardır, diğer organların
belirli bir enerji ihtiyacı vardır. Fazlası hiç bir işe yaramaz!.. Üstelik bu fazlalığın tüketilmesi için de gene beyin
enerjisi boşa harcanacaktır. Ayrıca bunların bedende birikimi, beyin enerjisini
israf yönünden ekstra bir «delik» meydana getirecektir.
Fazla kilolu kişinin
kendi beynine verdiği zararı kolay kolay başkası
veremez!..
Oruçlu iken yapılan zikrin, normal şartlarda yapılana göre
getirdiği enerji o kadar fazladır ki, bu yüzden oruç Rasûlullah
Aleyhi's-selâm tarafından çok çok
övülmüş ve genellikle de kendisi tarafından sık sık
tutulmuştur.
Kiloların fazlasının beyne verdiği zarar deyince hemen burada
akla içki ve sigara da geliyor.
Orucun başlama saati, gecenin, alaca aydınlığa dönüşü vaktidir!.. Bu saate kadar, sahûr denilen “oruc”
öncesi yemeği yenebilir!.. İftar vakti ise, güneşin
gözden kaybolması ve kızıl ışığının görülmez olmasıdır!..
Rasûlullah döneminde saat
olmadığı gibi; daha sonra da uzunca bir müddet saat bulunmamıştır!. Şu saat şu dakikada sahur kesilecek; şu saat şu dakikada
iftar eçılacak tarzındaki dakik komutlar tamamiyle uydurmadır!.
Keza namazlar için dahi bu böyledir!..
Diyelim ki öğle namazı... Bakarsınız, güneşin bulunduğunuz yere
en dik hale gelmesine, sonra da namaza durursunuz!. Ya
da akşam namazı; bakarsınız güneş gözden kaybolmuştur, namaza durursunuz; veya
orucunuzu açarsınız!..
Akşam namazı ya da iftar saati “18.32”dir gibi bir tanımlama tamamiyle şekilcilik ve uydurmadır!..
Burada iki-üç ya da beş dakikanın evvel ya da sonra olmasının hiç bir önemi
yoktur!.
Bu, dini tamamiyle şekilcilik ve
maddecilik noktasına sürükliyen ve bâtınî değerlere yönelmeyi kesen derinliksiz bir
uygulamadır!..
Evet, şimdi gelelim orucun hikmetlerinden bazılarına... Şimdiye
kadar üzerinde pek durulmamış yanlarına...
“Oruc” niçin güneş batımından, ertesi
gün güneş doğumuna kadar olan bir süre içinde konmamış?
Sen, günde üç öğün yiyorsun, ve beynin
bunları değerlendirmeye dönük enerji tüketiyor.
Beynin enerji tüketimine, sindirimine az enerji sağlayarak
enerjisini kendisinde muhafaza etmesi ve bunu olduğu gibi ruhuna yükleyebilmesi
için, güneşin parazit yayınından daha az zarar görecek bir biçimde güçlü
kalmasını temin etmek gayesine mâtuf...
“Oruc”ta üzerinde öncelikle durulan
kısıtlamalar, yeme-içme, sekstir!.
“Oruc” esası itibariyle sadece
yemek-içmek ve seksten kesilmek değildir!.
Yeme içmede vücuda giren hammadde sözkonusu!... Sekste ise bünyenin elektrik boşalımı söz konusu.! Yani, her iki halde de bedenin ve beynin enerji yitirimi söz konusu!.
İşte birinci gaye bunu olabildiğince önlemek!.
Bunu önleyebildiğimiz zaman, beyinde mevcut olan güçlü potansiyeli, bu “oruc”luluk denen zaman içinde daha da güçlendirerek ruha
yüklemek mümkün olacaktır.
“Oruc”lu birinin yaptığı zikir ve
çalışmalarla, yani beyin çalışmalarıyla; “oruc”suz
birinin yaptığı çalışma arasında muazzam fark vardır!.
Biri %50 kapasite ile yükleme yaparken, öteki %100 kapasite ile yükleme
yapıyor.
“Oruc”la ilgili bir Kudsî hadiste ţöyle buyuruluyor:
“Orucun ecrini ve
sevabını vermek bana düşer”!.
Kişinin yaptığı bütün hayırlı amellerin karşılığı bire ondur!.
Ama hadis-i kudsîye göre, orucun ecri
ve sevabı belli bir miktar değildir..
Yani, herhangi bir kıyasa girmeyecek şekilde orucun insanlara
kazandırdıkları var.
Orucun en zor süresi ilk iki gündür..
Bünye düzenli sürelerle belirli gıdaları almağa programlandığı
için, özellikle şeker düşmesi sonucunda, birinci gün genellikle baş ağrısı olur.. Migreni olanlarda, migren tutar; migreni olmayanlarda
akşam saatlerinde, baş ağrısı tutar. Fakat, en fazla iki gün sonra, bünye
adapte olur; ve baş ağrıları geçer; ve orucunu gayet istikrarlı bir biçimde
devam ettirebilir kişi!. Orucun zahirdeki faydası bu!.
“Oruc”, Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’dan önce gelmiş olan Nebi ve Rasûllerin
zamanlarında da değişik şartlarla vardı.
“Oruc”lu iken özellikle dikkat
edilecek bir husus var.
Bunun en başında Allah için “oruc”
tutmayı idrâk ederek, gıybeti, dedikoduyu insanları kandırmayı, insanları
kandırarak menfaat temin etmeyi kesmek!. Orucun
bedensel yanının ötesinde, düşünsel yanındaki en önemli unsurlar bunlar!..
Gıybet eden bir kimseye:
Oruc”lusun, et yiyorsun!. Bu nasıl iştir? denmiştir...
Çünkü Kur’ân’da “gıybet etmek”, “ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek” diye târif edilmiştir... Bu yüzdendir ki “oruc”lu
bir insan, falanca şöyle yaptı, filanca şöyle yaptı dediği zaman; bu ister
arkadaşın olsun, ister politikacı olsun, kim olursa olsun; yanında olmayan,
arkasından konuştuğun kişi hakkındaki, o davranışın, senin “oruc”lu
iken ölmüş kardeşinin çiğ etini yemendir!.
Hakkında konuştuğun kişi, duyduğu zaman, senin söylediğinden
memnun kalmayacaksa; sen o sözlerinle onun çiğ etini yiyorsun!.
İstediğin kadar, ben “oruc”luyum, de!... Hem de, pirzola değil, çiğ ölü eti yiyorsun!. Orucun ne hale geldi bir düşün!.
Bu orucun “avam”a hitap eden yönü...
hf
HAVAS’IN
ORUCU(“KALB”İN - “ŞUUR”UN ORUCU)
“Havâs”ın orucu ; varlıkta mutlak
tasarruf sahibi olan Hak’kı farketmek
ve kavramak suretiyle; “Allah” dışında bir varlık, “Allah”ın tasarrufu dışında
tasarruf görmekten “imsak”tır.
“Oruc”lu kişi, senden bir fiil
gördüğünde bu fiili senden bilirse, onun orucu bozulmuştur!.
Ama bu havas için geçerli, bizim için değil. Bizimle alâkası yok bu olayın.
Ebrâr denilen ve Havâs durumunda olan
Allah’a ermeyi dileyen, nefsi mülhime, nefsi mutmainne durumunda olanlarla ilgili bir olay..
Ne zamanki sen herhangi bir fiilden, herhangi bir davranıştan
dolayı o fiili meydana getiren o varlığı hor görürsen; eksik, kusurlu, hatalı
görürsen, ona hor gözle bakarsan; sen eğer havas isen işte o anda senin orucun
sakatlanmıştır!.
Veya düşünceye, fikre göre orucun bozulmuştur... Kazası gerekir!.
Saydıklarımıza ilaveten, “havas” durumunda olan kişinin
orucunda, kimden ne fiil görürse görsün, “bu
fiilin fâili Hak`tır!. Hak’kın
her fiili yerli yerindedir. Bİr hikmete dayalı olarak
meydana gelmektedir” görüşü sürecek; kızmayı, üzülmeyi ve sinirlenmeyi
yaşamayacaktır!.
Kızıp, üzülüyorsa, sinirleniyorsa, bir takım oluşları yersiz
görüyorsa o kişi orucunu kaza etmek zorundadır!.
Elbette bizler için söylemiyorum bunu, havas düzeyindekiler için söylüyorum.
Havasın orucunda bu böyledir. Falanca, filanca böyle yaptı demek yok!. Her an müşahede halinde değilsen ebrâr
sınıfından olarak, bu böyle!.
“Fâili hakiki Allah’tır. Allah dilediğini
yapandır. Yaptığından sual olmaz!” müşahedesi “havas”ın orucunda esastır!.
Bu müşahedeyi kaybettiği anda bulunduğu mertebenin orucunu
bozmuş olur!
Havasın orucu , kalbin veya ruhun
orucu olarak bilinen oruçtur!..
"Kalb" ve "ruh"
kelimeleriyle işaret edilen mânâyı iyi bilmek gerektir
evveliyetle.
"Ruh", şu anda bildiğimiz
madde bedenin yerine, ebediyen kullanılacak olan ikinci bedenimizdir;
ki yapısı "halogramik
özelliklere sahip dalga" türündendir. Bu bedendeki şuura da "kalb" denilir.
"Kalb gözü" denildiği zaman gaye "şuur" gözüdür. Bedende nasıl bir "şuur" mevcut
ise, aynı şekilde ruh bedende de bir şuur mevcuttur ki; işte bu "şuur"dan, bu şuurdaki idrâk
özelliğinden "kalb
gözü" veya "basiret" isimleriyle
bahsedilmiştir!..
"Kalb"in
yani "şuur"un orucu nasıl
olur?..
"Kalb" yani "şuur"un,
beş duyu, şartlanmalar ve bunlara dayalı olarak vehmin kendisine var kabûl ettirdiği varlıklardan bilincini arıtması, bu tür
kabullerden kesilmesi, onun orucudur.
Bu oruçta, orucu
kesintiye düşüren şey, mevcûdâtta müstakil varlıkların varolduğunu düşünmektir!.. Tevbesi
ise, Tek'liğe sığınmaktır!..
Falanca şöyle yaptı, filanca böyle yapıyor, fişmekânca
böyle yaptı da onun için böyle oldu, keşke böyle yapmasaydı, böyle olmazdı;
gibi görüş veya düşüncelere dalındığı anda bu oruç bozulmuş demektir!..
Çünki, Hakikatta,
bütün isimlerin ardında tek bir fâili hakiki vardır ki, o da Allâh'tır!.. Ve seyirde olan, bu Hakikatten perdelendiği anda da
orucunu bozmuş olur!..
Ceberût âlemini yaşayanının orucuna sekte vuran hâl ise,
esmâdan bir isimle kayıtlı durumdakendini hissedip, o
ismin mânâsının seyrinde mukayyed olmaktır.
Çünki, ceberût âleminde yaşayanın gayesi,
lâhut âlemine geçip, Zâtı Ehadiyyette, "hiç" olmaktır!.. Perdesi ise esmâ
âlemidir!..
İşte bu öyle bir oruçtur ki, tutan, içinde kaybolmuş; Varlıkta Bakî olan Allâh kalmıştır!..
HAS-ÜL HAVAS’IN ORUCU
Beşerî değerlendirmelerden “oruc”tur!.
Mahlûku görmeden “oruc”dur!.
“Samediyyet”
sıfatının “oruc”luda açığa çıkışıdır!.
Bunu ancak yaşayan bilir!.
Açıklanması, kavrayamayacaklar arasında sorun oluşturur..
hf
Kur'ân-ı Kerim, “HAKİM”
olan "ALLAH KELÂMI" olduğuna göre, metin içindeki her kelime elbette
ki bir hikmete, işaret edilmek istenen mânâya uygun olarak cümleler içinde yeralmıştır...
Ancak ne var ki, üzülerek ifade etmek zorundayım, bir çok Kur'ân tercümesi veya meali yazan kişi tarafından bu
inceliğe dikkat edilmemiş ve orijinal kelimeler, bu meâl
veya tercemelerde orijinalindeki anlamı vermeyen,
başka anlamlı kelimelerle, veriliş gayesi örtülerek, dilimize çevrilmiştir...
Bunun en açık örneklerinden biri de aşağıdaki âyettir:
-Va'bud rabbeke hatta ye'tiyekel YAKIYN! (15-99)
-Kulluk et RABBİNE,
YAKÎN gelene kadar !
Şayet, çeşitli meâl ya da tercümelere
bakacak olursanız...
“Y A K Î N” kelimesinin hep “Ö L
Ü M” olarak dilimize çevrilmiş olduğunu görürsünüz... Halbuki,
Cenâb-ı Hak dileseydi ve burada hasseten
"ölüm"ü kastetseydi, “yakîn” yerine “mevt” kelimesini kullanırdı...
Ki zaten pekçok yerde “ölüm” kelimesinin karşılığı
olarak Kur'ân-ı Kerimde “mevt” kelimesi
kullanılmıştır...
“Mevt” kelimesinin
dilimizdeki karşılığı "ölüm"dür!...
Beynin bioelektriğinin kesilerek
bedenin kullanılamaz vaziyete gelmesi;kişinin biyolojik beden bineğinden,mikrodalga bedene
yani ruh bineğine geçerek yaşamını devam ettirmesidir,ruh boyutunda yaşama
geçiştir
Oysa "ÖLÜM",
"YAKIYN" türlerinden sadece biridir....
Melekler bahsinde Azrail`i
anlatırken de üzerinde durduğum gibi mevt
yani ölüm, tadılan birşeydir!..
Bir başka tanımlama ile “MEVT”,
“Kontrolündaki yapıyı kullanamaz hale gelmek”
demektir!...
Özellikle, insanın, bedeninin “kullanım dışı kalmasını” târif sadedinde bu kelime söylenir..Bu
yüzdendir ki, “ÖLÜM TADILIR”!
Tadan iNSANIN bizâtihi kendisi olan şuuru-bilincidir!...
”Küllü nefsin zaikatül mevt” (29-57)
”HER BİLİNÇ ÖLÜMÜ
TADACAKTIR”,
âyetinde olduğu gibi; her
bilinç,
-burada hususi mânâsıyla insan, genel anlamıyla evrende var olan tüm bilinçler
kastediliyor.
Her bir nefs sahibi,şuur
sahibi ölümü tadacaktır!
Ölüm denen olay.biyolojik madde bedenin
terkedilerek,RUH bedenle dalga âlem yaşamına
geçilmesidir.
Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan bioelektrik
enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromağnetizmasını
yitirir ve böylece, RUH, bedende bağımsız yaşam biçimine geçer. İşte bu olay ÖLÜM kelimesiyle anlatılır.
Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle
karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji
yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji
temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi...
Ölüm, bir tür dönüşümdür.. Herhangi bir
etki ile beyin durduğu anda, sinir sistemi aracılığıyla tüm hücrelere yaydığı bioelektrik enerji ayak uçlarından başlayarak kesilir; bu
anda ruh bağımsız hâle gelerek bedenden soyutlanır!.
Artık o andan sonra bilinç, ruh bedenle yaşamına devam eder!. Ölüm, bilince hiç bir kesiklik getirmez!.
Hatta çok zaman, kişi, ilk anda ölümü tattığını bile farketmez.. Şuurlu bir
şekilde çevresini algılar ve ağlayıp haykıranlar yüzünden ilk anda paniğe
kapılıp, büyük üzüntü duyar!. Bedenin yıkanışını, cenaze namazının kılınışını,
gelenleri seyreder; ve en büyük paniği de bedeni mezara konulduğunda yaşar;
çünkü bilinçli ve diri bir varlıktır; ancak ne yazık ki de bedeniyle birlikte
mezara konmak zorundadır!.
Nasıl gündüz yaşadığınız olaylar zorunlu
olarak gece rüyanıza girer ve bunu değiştiremezseniz rüyada; aynı şekilde tüm
yaşam boyunca kendinizi o beden kabul ettiğiniz için de o anda bedeni bırakıp
uzaklaşamaz ve o bedenle birlikte mezarın içinde bulursunuz kendinizi; ve dahi
uzaklaşanların ayak seslerini işitirsiniz!..isterseniz dünyada iken en zengin,
veya en yüksek rütbeli ya da en meşhur kişi olun; orada tek başınıza ve
tamamiyle yabancı olduğunuz bir ortamdasınız!..
Bugün için bedene göre nasıl bir afakî ve
bir de enfüsî görüş varsa; aynı şekilde ruh bedende de bir afakî ve bir de
enfüsî görüş oluşur.. Ruh, afakî görüşüyle cinlerin içinde olduğu boyutta iken;
enfüsî görüşle de melekî boyutu müşahede eder; Cehennemi, zebanîlerini;
Cennetin içinde yaşayanları algılar!
Bu yaşam kıyâmete kadar devam eder.. Berzâh
âlemi de denen bu âlemde bazıları, yataktakinin rüya görmesi gibi kendi
âlemindedir; şehidler, bir kısım evliya, Nebiler ve Rasûller ise serbest
dolaşım hâlinde..
Ruh bedenler kıyâmet akabinde o şartlara
göre yeni bir yapıya dönüşürler, yeni bir ba’s olur!... ve bu bedenlerle
Cehennem denen ortamı geçmeye çalışırlar..
Cehennem ortamından kurtulanlar ise bir
ba’s daha geçirerek ruh bedenden “nur
beden” haline dönüşürler; böylece de bu bilinçler, “nurâni varlıklar” olarak cennet boyutunda yaşamlarını sürdürürler..
Bu Allahûâlem milyarlarca yıl sürer
Herhangi bir sebeple “ruh”, fizik bedenden ayrılır ve uzunca bir
süre geri dönmez ise, beyin bu enerjiden mahrum kaldığı için durur ve “ölüm” dediğimiz olay meydana gelir...
ÖLÜM tadıldıgı anda kişi bir süre
çevresindeki dünyayı algılamağa devam eder... Çevresinde olup bitenleri,
yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar...
Bu devrede âdeta bitkisel
hayattaki bir insan gibidir.. Dışarıda tüm olup
bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiç
bir mesaj veremiyor..
ÖLÜM, Madde bedenle yaşamın sona erip, RUH bedenle devam
etmesidir.Ne yazık ki günümüzde “ÖLÜM” olayı gerçeğine uygun bir biçimde
bilinmemekte, genelde ÖLÜM’ün bir «son»
olduğu zannedilmektedir!..
Oysa «ÖLÜM, bir son»
olmayıp; madde âlemden, maddeötesi âleme geçişten
başka bir şey değildir!.. Yani bir dönüşümdür!..
İnsan, ÖLÜM denen
olayla, madde bedeni terkederek, «RUH» denilen “halogramik dalga yapılı bedeni “yle ya mezarda, ya da mezar dışında yaşamına devam eder!
«Her NEFS ölümü
TADACAKTIR!..»(29-57)
Yani, “nefs”`in “ölmesi”
diye bir şey yoktur!. “nefs”in
“ölümü tadması”
olayı var!.
Senin o “nefs”im dediğin yapının “ölüp yokolması” diye bir şey kesinlikle sözkonusu değil!..
Dolayısıyle, bu “nefs”
ölmüyor; ölüm denen olayı yaşayarak, tadarak
yeni bir boyuta geçiyor!.
Beden ise kullanılmaz hâle gelerek çözülüyor!.
Beden kullanım dışı kaldığı zaman bedendeyken sahip olduğun
huylar da ortadan kalkıyor mu?
Hayır!.
Bilinç yani şuur, biyolojik
bedendeyken hangi huyları ve değer yargılarını benimsedi ise onlarla yaşamına
devam ediyor... Biyolojik bedeni olmasa da!...
Mikrodalga bedeni ve beyniyle!...
İşte, “nefs” yani
bilinç, biyolojik bedenli yaşamında bunları benimsediği; ve ölümle boyut
değiştirerek bunlardan kurtulamayacağı için; “ölmeden evvel ölmek” çaresini getiriyor Hazreti Muhammed Aleyhisselâm!..
Zira, normal ölümle ölürse kişi; o halinin sonuçlarını
yaşamaktan başka yapabileceği bir şey yok ölüm sonrasında!.
Yaşam boyunca kişinin beyninden geçen tüm faaliyetler, ses ve
görüntü dalgalarıyla yüklenmiş televizyon dalgaları gibi, RUH’a,
yani halogramik dalga bedene yüklenmiş olduğu için,
kendisinde hiç bir değişiklik hissetmeden, ruh boyutunda yaşama geçiliverir...
Ve kişi, RUH olarak, aynen bedende olduğu gibi yaşamına devam eder!..
Ancak bir farkla...
O bedende, tamamiyle canlı ve şuurlu
olmasına karşın, madde bedenini kullanamaz!. Sanki
bitkisel hayata girmiş, canlı, şuurlu bir kişi gibi!..Dışarıda
olup- biten herşeyi görür, duyar, algılar fakat
kendisinden dışarıdakilere hiç bir mesaj ulaştıramaz!.
Şu andaki
aklınla-şuurunla -idrakınla DİRİ DİRİ O TOPRAĞIN ALTINA KONUYORSUN!
Etrafını seyrede seyrede ve yaşamın
hiç kesilmeksizin devam ediyor “kabir âlemi”denen o alemde…
KİŞİ ÖLMEZ,
“ÖLÜM”Ü TADAR!..
Yaşam boyutunu değiştirir!..
Beyninin açılımına göre imanlı veya imansız olarak genetğindeki özellikle doğrultusunda bir yapıya ve ortama
gider..
Ölümü tadmak, denilen olay, kişinin madde bedenin kumandasını yitirip,
«ruh» adı verilen halogramik dalga bedenle yaşamına
kaldığı yerden devam etmesidir.
Bu hâl dolayısıyla, kabre konan her kişinin şuuru yerinde aklı
başındadır!.
Kıyâmete kadar da şuurlu olarak yaşamına devam
eder.
Kıyâmette de o günün şartlarına göre, yeni bedene kavuşur.
Ölümle başlayan hayat üçe ayrılır;
A- KÂBİR yaşamı..
B- KÂBİR âlemi
yaşamı...
C-BERZAH
âlemi yaşamı...
Ölüm kelimesiyle
anladığımı iyi oturtmak gerekir...
Ölüm kelimesi esas itibariyle uyku hali gibidir... Nitekim, uyku da bir ölüm olarak anlatılmıştır KİTAP’ta...
.Bir diğer anlamı ise, bildiğimiz biyolojik bedenin son bulması,
beynin kullanılmaz hâle gelmesi, ve ruhumuza yüklediğimiz ve artık değiştiremiyeceğimiz
kayıtlarımızla başbaşa kalmamız demektir!..
hf
DİRİ DİRİ
GÖMÜLECEĞİNİZİ BİLİYOR MUSUNUZ?..
Diyelim ki yatıyorsunuz yatağınızda!.. an bean tükenmekte olduğunuzu farkediyorsunuz. Kâh dalıyorsunuz rüyâ
gibi bir görüntü. Kâh eski hatıralar, kâh yeni umutlar.
Sonra bir an geliyor. Kolunuzu kaldırmak istiyorsunuz, kalkmıyor!.. O ne?.. kumanda edemiyorsunuz
kolunuza!.. Felç mi geldi ne!?..
"Hey", demek istiyorsunuz ama diyemiyorsunuz!..
Kızınız bir anda üstünüze kapanıyor, haykırıyor!
- Öldü! Annem öldü!..
Anne, bırakma bizi!
Bağırmak istiyorsunuz.
- Hayır!.. Hayır
ben ölmedim.
Ne çare!.. Ne ağzınızı
oynatabiliyorsunuz, ne de sesiniz çıkıyor!..
Bu arada odaya doluşuyor yakınlarınız. Hepsi gözü yaşlı, hepsi
kederli, hepsi göğüslerinde yumru yumru düğümler!..
Doktor?.. Ne yararı var?!..
Başınızda toplananlara karşılık, kendinizde bir serbesti
hissediyorsunuz!.. Ayağa kalkıp odada dolaşmaya
başlıyorsunuz!..
Onlara demek istiyorsunuz, "ben ölmedim, aranızda dolaşıyorum, yavrum kızım ne olur ağlama!"
Ama boş!.. İrtibat kesik!..
Kızınız, yakınlarınız perişan halli; ağlayış-haykırışları sizi
de oldukça perişan ediyor!..
Bir şeyler yapmak, onlara ulaşmak istiyorsunuz, mümkün değil!.. Ne dokunabiliyorsunuz; ne konuşabiliyorsunuz; ne de
herhangi bir eşyayı oynatabiliyorsunuz!..
Oturuyorlar, başucunuzda duâlar etmeye
başlıyorlar. Hakkınızda konuşmaya koyuluyorlar, şöyle iyiydi, böyle iyiydi!..
Sonra bu fasıllar bitiyor. Sizi yıkıyorlar ve tabuta koyuyorlar.
Bunları hep görüyorsunuz!..Ve sizi yüklenip mezâra
getiriyorlar. Açılmış bir mezar ve...
DİRİ DİRİ MEZARA KONUYORSUNUZ!. DİRİ DİRİ GÖMÜLÜYORSUNUZ!..
Şu andaki mevcut aklınızla, idrakınızla
duygularınızla yaşıyan biri olarak!..
Ve üstünüze atılan toprakla beraber orada toprağın içinde hapis kalmanın
korkunç ızdırabını tadmaya
başlıyorsunuz!..
Hatırlayalım şu meşhur hadîs-i şerîfi:
-İNSANLAR
UYKUDADIRLAR; ÖLÜMÜ TADINCA UYANIRLAR!..’
Hazreti Osman radıya’llâhu anh bir kabrin
başında durduğu zaman sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine,
-Cennet cehennem anılınca ağlamıyorsun da,
burada mı ağlıyorsun?’ denildiğinde ise şu cevabı verirdi:
Rasûlullah salla’llâhu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Kâbir, âhiretin konak yerlerinden ilk
konak yeridir. Eğer ondan kurtulursa kişi, gerisi daha kolaydır!.. Şayet kurtulmazsa, gerisi daha ağırdır!..
Her ne (korkunç) manzara gördüm ise, kâbir ondan daha korkunçtur"!.. (Tırmizî)
Kişi beden üzerindeki tüm tasarrufundan kesildi; beyin durdu; ve bozulmaya yüz tutan beden mezâra konuldu.
Sonra...
İbn-i Ömer
radıya’llâhu anh’tan şöyle
naklolunuyor:
-Ölünün dünyadan alâkası kesildiği zaman, oturma yeri kendisine
gösterilir; cennet ehli ise cennet ehlinden olarak; ve cehennem ehli ise
cehennem ehlinden olarak. Ve sonra "Allah seni kıyâmet
gününde yeniden mahşere kaldırıncaya kadar oturma yerin işte burasıdır"
denilir.
Evet bu kabirde, kıyâmete kadar kalma olayını daha
geniş görelim şimdi de:
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh naklediyor:
Rasûlullah salla’llâhu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Ölü -ya da sizden biri- defnedildiği zaman ona siyah ve mavi
iki melek gelir! Birine Münker, diğerine Nekir denir. Müteakiben o iki melek sorar:
-Bu adam hakkında ne
dersin?..’
Bunun üzerine o
(yaşarken ki) kanâatini aynen söyler:
-O Allah’ın kulu ve resûlüdür. Allah’dan
başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü
olduğuna şehâdet ederim.’
Bunun üzerine o iki
melek:
-Senin böyle söylediğini esasen biliyorduk.’ derler. Sonra onun
kabri yetmiş arşınkare genişletilir, sonra
aydınlatılır ve kendisine "Uyu" denilir. O da,
-Dönüp aileme haber vereyim mi?’ der, melekler de:
-Gelin-güvey gibi uyu ki, onu ailesinden en çok seven kişi
uyandırır’ derler.
O kişi, Allah onu
yatağından mahşere kaldırıncaya kadar (uyur).
Şayet münâfık ise.
-İnsanların -ona peygamberdir’ dediklerini işittim ve ben de aynı
şeyi söyledim. Ama bilemiyorum?.. ‘ diyecek.
Bunun üzerine o iki
melek:
-Senin esasen böyle söyleyeceğini biliyorduk’ diyecekler. (Sonra
toprağa) -çullan üzerine’ denilecek. Toprak onun üzerine çullanır; yan kaburga kemikleri yerlerinden oynar ve Allah onu yatağından mahşere
kaldırıncaya kadar toprakta devamlı azâb içinde
kalır!’ (Tırmizî)
Tüm yaşamınızda, kendinizi bir beden kabul etmenizin tabiî
sonucu olarak ister istemez yaşanacak kaçınılmaz sondur bu!..
Nasıl rüyanızda bütün gün kafanızı meşgul eden şey, otomatik
olarak rüyanıza girer ve o şeyden rüyanızda kurtulamazsınız!..
Nasıl görülen kâbusu değiştirmek elinizden gelmez ise.
Yaptıklarınızın ya da yaşadıklarınızın tabii sonucu ise kâbus; aynı şekilde, kâbir hayatı da, dünyada yaşadıklarınızın, edindiğiniz
duyguların ve şartlanmaların otomatik olarak görülecek konuçlarının,
yaşandığı bir ortamdır!
Eğer dünyada şuûrlu bir şekilde, bedenle ilişkiniz kesilerek
yaşamınıza devam edeceğiniz kâbir hayatına hazırlanmamışsanız; kaçınılmaz bir
şekilde bu âkibet ile karşılaşacaksınız!..
Burada bir sual gelir akla...
Mezara gömülen, bu âkıbet ile karşılaşacağına göre, mezara
gömmesek de yaksak?..
Yakmak daha da korkunç netice verir!.. Zirâ kabirde belki elli, belki yüz belki ikiyüz
sene, beden çürüyüp dağılana kadar bu ızdırap
çekilecek. Ama yakılırsan..? Diyelim ki, cesedin
yakılıyor!.. Sen esasen ölmemişsin, yaşıyorsun!.. Bu durumda yandığını görüyorsun ve bunun mânevî azabını
yaşıyorsun!.. Rüyada yandığını düşün bir kâbus halinde!.. Ve yanma olayı ile birlikte sayısız kereler aynı olayı yaşıyarak sürekli bir azâb sözkonusu senin için!.. Belki ta
kıyâmete kadar!..
Ya da suya attılar. Düşün rüyada suda boğulma halini!..
Gene en ehveni, toprakta bedenin çürüyüp yok olması!.. Ki bu tarz dince gelenekleştirilmiş!..
Ya bütün ölenler kâbirde hapis mi?..
Hayır!..
Ölenler iki gurupta
mütalâa edilir;
1.Gruptan olanlar "Şehidler" yani "fiysebilillah Allah için" can vermiş olanlar.
Ve dünya hayatı içinde iken "Ölmeden
önce ölmek" sırrını yaşamış olan veliler!..
Bunlar ölümle birlikte ilk anda mezara girerler burada
meleklerle karşılaşıp, gereken imtihandan geçtikten sonra kıyâmete
kadar hürriyetleri verilir ve serbest olarak gezer dolaşırlar.
2. Grup. Bunlar çeşitli eksiğiyle kusuruyla yaşamış olan
Müslümanlar ile gayrımüslimlerdir.
Birinciler belli bir kâbir azabından
sonra cennetteki yerlerini görmek suretiyle müjdelenirler ve kıyâmete kadar
uyurlar. Güzel rüyalarla yaşamlarını devam ettirirler gene kıyâmete
kadar. Diğerleri ise kâbir azâbından sonra uyurlar ve kâbus türü rüyalarla
kıyâmete kadar orada yaşarlar!..
Kişi, ölümü tadıp, dalga bedeniyle başbaşa
kalıp, mezara konulduğu anda çok büyük azâb çeker. Niçin?
Düşünün. Normal şartlarda, gündüz şu biyolojik bedenle
yaşıyorsunuz. Ama buna rağmen uyuduğunuzda, görmekte olduğunuz rüyâ ve kâbusta,
kendinizi nasıl hissediyorsunuz?.. Bu ruhbeden ya da manyetik-beden diyebileceğimiz bir yapı ile
değil mi?..
İstediğiniz kadar siz gündüz fizik bedenle yaşamış olun, rüya
devresinde bu bilinciniz hiçbir işe yaramıyor!.. Ve
kendinizi, o rüya içinde sanki bir manyetik bedenmiş gibi hissetmekten alakoyamıyorsunuz!..
İşte bu sebeple de, gördüğünüz kâbuslar, o "ruh beden"
sanısı içinde olan size cehennem hayatı yaşatıyor.
Oysa, o anda biyolojik bedeninize hiçbir zarar verilmiyor; belki
de kuştüyü yastık, pamuk yatak üstünde, atlas yorgan altındasınız!..
Normal şartlarda beyniniz hangi şartlanmaların tesiri altına
girmiş ise. Beyniniz hangi ışın tesirleri altında, hangi tür düşünceleri
oluşturacak biçimde açılmış ise. Ne tür duygularla kayıt altında iseniz.
Bunların sonucunda oluşacak güzel rüyâlar ya da kâbuslar içinde olursunuz
uykunuzda!..
"ÖLÜM UYKUNUN
KARDEŞİDİR!.."
İşte ölümötesi yaşantının bir kısmı da
bu türdendir!
Beyinde şu anda mevcût olan tüm açılımlar ve bunun neticesinde
sizin kendinizde bulduğunuz ya da farkında olamadığınız tüm özellikler aynen
dalga bedeninize ya da bir diğer ifade ile ruhunuza yüklenmiştir!..
Ölüm denen olayla birlikte yaşamınız, bu “dalga beden
bilinci”nde, son andaki şuur düzeyinizle devam eder.
Bir farkla ki;
Dünyada, beyinin madde şartları dolayısıyla perdelendiğiniz pek
çok şeyi, bu "ruh beden"
boyutunda apaçık görebilirsiniz.
Yani GÖRÜŞÜNÜZ
KESKİNLEŞİR!..
İşte bu durumda, içinde bulunduğunuz şartları, geleceğe dönük
olarak başınıza gelecekleri, dünyanın âkibetini çok
iyi farkedersiniz!..
Ve dahi farkedersiniz ki dünya yaşamı
sırasında belirli güçleri elde edememişsiniz!.. Ve
"beyin" sermayesini, "yükleyicisini" de bir daha aslâ elde
etmek mümkün değildir!..
Her ruhbeden-manyetik beden ancak
kendi beyni tarafından açılımlara erişebilir ve bir başka beyin tarafından yeni
açılım alamaz!..
Bu sebeple, öldükten sonra, yani beyniniz çalışmaz hale
geldikten, bozuma geçtikten sonra, artık yeni imkânlar elde etmenize olanak
kalmamıştır!
Bu gerçekleri o anda
idrâk ediş, kişide öyle bir pişmanlık meydana getirir ki, bunun târifi asla
mümkün değildir!..
Önünüzde sonsuz bir
yaşam!.. Siz ise tüm imkânlarınızı beyninizle birlikte
dünyada bırakıp; ne toplayabilmişseniz onunla bu yaşamın eşiğindesiniz!..
Ve artık sizin için yeni bir dünya başlıyor!..
Ne var ki, bu dünyada,
aynen rüyada olduğu gibi olaylara isteğinizce yön verebilme imkânından
mahrumsunuz!.. Dünya yaşamında o yeteneği elde
edemediğiniz için, bugün artık tamamiyle o ortamın
olaylarına tâbisiniz!..
Ve hazırlanamadığınız ölçüde buyurun sonu gelmez, uyanılmaz
kâbuslara!..
İşte, "kâbir cehennemi",
diye anlatılan âleminizin oluşuş şekli.
O yüzden Hz. Rasûlullah diyor ya;
"Kişi mezara
girdiği zaman öyle bir haykırışla haykırır ki; arşa kadar bütün varlıklar
işitir; insden ve cinden maâda".
O içinde bulunduğu pişmanlıkla! O kişiye her gün kabrinde
cehennemden bir pencere açılır, sen cehennemliksin senin gideceğin yer
burasıdır, cennetten de bir pencere açılır cennet gösterilir. “Sen burayı
kaybettin” denir ve bu şekilde ona büyük bir azâb
olur.
İşte bu da kendisinin elde edeceği kuvvetlerle varacağı
cehennemin müşahedesi ile olur!.. Bu, avamın durumudur!
Ve yahut da bu kişi mü’min birisi ise,
yani belli çalışmalar yaparak gitmişse, aksine o da hem cennette gideceği yeri
görür; hem de cehennemden kurtuluşunu görür!
Ona da hadisin öbür şekli karşılık verir!..
Sen cehenneme gidecektin, fakat yaptığın şunların karşılığında bu cehennemden azâd oldun denir! O da cehennemdeki yeri görür, fakat
kurtulmuştur!..
hf
Soru:
-Olümden önceki iyileşmeyi nasıl izah
edebiliriz?...
Cevap:
-Kişinin veya şuurlu nesnenin üst bilinçte
tükenişi farketmesi dolayısıyla, tüm güçlerini
toparlayıp son arzularını gerçekleştirme amacına dayanıyor ve bu toparlanma,
onun yaşamında kullanmadığı güçlerini ortaya çıkarmasına vesile oluyor... Bu da
onun için büyük kazanç elbette!..
hf
ÖLÜMÜ
TADAN HER İNSAN HAKİKATİ GÖRÜR!
"Her insan öldüğü
zaman hakikatı görür"den murad,
kendindeki ilâhi varlığı müşahede eder demektir!..
Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen, dünyadaki yaşantısında, o
ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı
hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.
hf
Keşfi şak, kişinin geçtiği
boyutun gerçekleriyle yüzyüze gelmesidir
.
hf
Biyolojik bedenden ayrılmadan önce,algılama
yetersizliğinden oluşan varsayım benliğin olmadığını idrak suretiyle boyut değiştirmektir.
"Ölmeden evvel ölmek"
demek, senin şuurunda, terkibinin hükmünü ortadan kaldırarak, dilediğin isme
dilediğin anda ve şanda bürünerek, o ismin mânâsı olan
fiili ortaya koyman demektir.
Ölmeden evvel ölmek” olayının
gerçekleşmesi, mutlak mânâda Allah`a
teslim olmana bağlıdır!. Daha doğrusu, Allah`a
teslim olduğunu fark etmene bağlıdır..
“Ölmeden evvel ölünüz!.”
“Biyolojik bedenden ayrılmadan
önce, algılama yetersizliğinden oluşan varsayım benliğinizin olmadığını idrak
suretiyle boyut değiştiriniz”!..
Niye?... Çünkü, “ölmeden önce ölmek” halini yaşayamadığın takdirde, biyolojik
bedenden mikrodalga bedene geçişle problem çözülmez!..
Bu geçiş senin “nefs”ini yani hakikatını tanımana yeterli
olmaz!... Hatta, bunun gerçekleşmesi olanaksız olarak,
sabitler yapını!.
Çünkü, mikrodalga beynin ancak dünyadaki çalışan beyninin
kapasitesine sahiptir!..
Eğer insan, "ölmeden"
yani fizik bedenini yitirmeden evvel, benliğinin gerçekte yok oluşunu idrâk
sûretiyle "ölür" ise,
bundan sonraki yaşamı izah etmek mümkün değildir!.
Bu sebepledir ki, insan, mânevî anlamda yani şuur boyutunda
ölmek, daha doğrusu ölümü tadmak sûretiyle, uykudan
uyanırsa, yakîne erer!.. Çokluk kabulünün getirdiği
türlü sıkıntı ve azablar onun için son bulur.
Beşeriyet isminin ardındaki hakiki "VECH"i seyre başlar.
“Ölmeden evvel ölmek” denen iş kolay
değildir!.
Ancak, “Ölmeden önce
öldükten” sonra, “nefs”ini
tanıyabilirsin!.
“Ölmeden
Evvel Ölmek”denen
SIRRIN Mülhimede İlmel yakini,
Mutmainnede Aynel yakini
Mardiye’de Hakkel
yakini gerçekleşir.
Ölmeden evvel ölmek denen şey; hükmi ölüm
ve fiili ölüm olmak üzere ikiye ayrılır.
hf
"Ölmeden evvel ölmek"
dediğimiz halde, fiili ölümle birlikte şuur boyutunda yaşama geçilir.
Şuurun, bedenin kayıtlarından kendini kurtarmasıdır.
İlâhi kuvvetlerle tahakkuk etmesidir!...
Yani, "Vehmin kaydından"
kendini kurtarmasıdır!.
HÜKMİ ÖLÜM
Kişinin, varlığın Tek`liğini fark etmesi, bunu hissetmesi; ne varki,
bunu hissedip farketmesine rağmen, kendi hakikatının güçleri ile bilfiil yaşayamaması halidir.
"Ölmeden evvel ölmek"
diye târif edilen olayın birinci aşamasıdır!. Bunun
hâsılası "Keşif" dir... Diğer bir ifade ile buna "Hissi Müşahade" de denilebilir...