AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
R
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla
karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur;
dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK
BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah
ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır.
|
Rab
Rabbanî (“Rab Ehli”) Olmak
“İlâhi Olmak” Ve “Rabbani Olmak” Arasındaki Fark Nedir?
Rabbanî Kitap (Bkz.”İlahi Kitap” Bölümü)
“İlâhi” Olan Dilediğini yapar mı?
Rabbın Terbiyesi
“Rabb’a İtaat Etmemek Mümkün mü?
Rabbının Hükmünü yerine Getiren Her Varlık Cehennnem’e mi Gidecek?
“Rab”be Sığınmak
Rab’dan Allah’a Sığınmak
Allah, “Âlemlerin Rabbı”dır!(Rabbül Âlemîn’dir)
“Rabbını Bilen”, “Allah”ı Bilir mi?
Rabbını Farkedip Allah’ı Bilemezse!
Rabbın Namazı (Rabbın Hakkanî Vasıflarla Zuhûru)
“Muhammed A.S’ın Rabbı”
Rabbülâlemîn (Âlemlerin Rabbı)
Râbıta
Râdiye (Râziye) Nefs
Rahman
"Rahman'ın İki Parmağı"
"Rahmaniyet" Mertebesi
Sıfat Boyutu’nun Hakkını Verememek
"Rahman'ın Zikrinden Yüz Çevirme"
Rahmet
Rahmet-i Zâtî
Rahmet-i Sıfatî
Rahmet-i Amme
Hususi Rahmet
Rahmete Nâil Olmak
Rahim'in Rahmeti
Rahman'ın Rahmeti
“Rahmetin Gazâbı Geçmesi”
Herşeyin Allah’ın Rahmetine Ermesinin Sebebi Nedir?
"Rahmetin Herşeyi kuşatması"
"Rahmet Irmağı"
“Rasih”
Rasùl-Risâlet
Hz.Muhammed Mustafa,”Peygamber” Değil;“Allah Rasûlü”dür!
Allah Rasulü'nün Bildiklerine İman
Rasûlullah'ı Değerlendirmek
Rasûlulah’ın Sünneti
Rasûlullah'a Şükür
Hz.Muhammed, “Allah Postacısı “ Değildir!
Hz.Muhammed Allah Resùlüdür,Cibril Elçisi değil!
Allah Rasùlü’nün Beşeriyet Yönü
Allah Rasûlu'nun Yolunda Yürümek
Rasûl ve Nebi’ye Niçin İhtiyaç vardır?
Rasûl Ve Nebi’ye İman Niçin Önemlidir?
Rasûlullah’a Teslimiyet
Reenkarnasyon(Tenasuh)
Yeniden Dünyaya Geri Gelecek miyiz?
Rıza
Rızık
Rical-i Gayb (Görevli Veliler)(Bkz.Veli)
Riyazat
Rubûbiyet
Rubûbiyet Mertebesi
Rubûbiyet Nuru
Ruh
"Ruhulllah"
"Kâinatın Ruhu"
Ruh-u A’zâm(“RUH” Adlı Melek)
(Mutlak Ruh-Mutlak Enerji)
"O Ve Ben"
“Ruh” Hakkında Konuşulur mu?
Sistemin Ruhu
"Ruh'un Kayması" (Bkz."Şuurun Kayması")
Ruh Gücü(Ruhâniyet)
Işınsal Beden
(“İnsan Ruhu”-“Kişisel Ruh”-
“Hologramik Dalga Beden”-“Lâtif Beden”)
1-Taşıyıcı Dalgalar (RUH)
2-Antiçekim Dalgaları
3-Pozitif Enerji Yükü
4-Bellek Dalgaları
İnsan Ruhu’nun Farklılığı Nedir?
Ruhtaki “Kudret” Nedir?
Ruh Görülebilir mi?
Beyin-Ruh İlişkisi (Bkz.Beyin)
Meleğin Ruhu Nefhetmesi
(Melek Ruhu Nasıl Üfler?!)
Varlığın Özündeki “Ruh-ul Kuds”(Sırrı İlâhi-Vücudu Sâri)
Ruhlar Bedenden Önce mi Yaratıldı?
Ruhun Bedenden Ayrılması
Ruh Hastalığı
Rukù(Bkz.Namaz)
Rüya
Rüyet (Bkz."Allah'ı
Görmek")
RAB
Ef’al
mertebesi dediğimiz mertebede tasarruf
Ef’al mertebesini
meydana getirmesi ve ef’al mertebesinde mutlak mutasarrıf olması hasebiyle
"Rab" ismiyle anılır.
"RAB",
her an, her "şey"i varediş gayesine uygun bir biçimde,
hazırlayan, geliştiren, olgunlaştıran, varoluş gayesinin gereğini ortaya
koyduran ve bunun için gerekli herşeyi sağlayan; kısacası, nesneyi mevcut
hâliyle ortaya çıkartma özelliğine sahip olan, demektir...
"RAB"
Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır.
Meseleyi bu şekilde
anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, senin varlığında bulunan,
varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu
ilâhî isimler, sende "bir terkib hükmüyle ve boyutlarıyla" âşikâre
çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta
kendisidir.
“Kişinin
Rabbı”, o kişinin kişiliğini meydana getiren ilâhî isimler terkibidir!.. Bu
ilâhi isimlerin mânâlarının Allah’a ait olması hasebiyle de kişinin Rabbı
Allâh'tır!..
Yani, "Rab"
ayrı, "Allah" ayrı gibi, iki ayrı şeyden kesinlikle söz
etmiyoruz; böyle bir şeyi kesinlikle anlamayalım!..
"RAB"
terbiye edici, mürebbi anlamındadır. Ancak, bir annenin çocuğunu, bir
öğreticinin öğrenciyi terbiyesi gibi bir terbiye asla anlaşılmamalıdır; çünkü
bu tür anlayış, tam bir bataklığa saplar insanı!.. Çünkü bu anlayış, neticede
bir sen ve bir de seni terbiye eden, senden ayrı, yukarıda ikinci bir TANRI
anlayışına sürükler seni!..
“Rabbım”, beni terbiye
eden, yönlendiren, belli bir olgunluğa, kemâle sürükleyendir. Rabbımdan çıkan
kemâldir!.. Ancak, Rabbımdan çıkan mutlak kemâl, Rabbimin kemâlidir!..
Benim Rabbımın kemâli
ile senin Rabbının kemâli birbirlerinden farklıdır ve icâbında birbirine ters
görünür!.. Fakat Rabbımın kemâli, Rabbının kemâli hep gene Allâh'ın kemâlidir.
Şimdi, "Rabbım"
kelimesiyle kastettiğim şey, "benim varlığımı meydana getiren, ilâhî
isimlerin mânâlarının herhangi bir terkibidir".
"Ben" diyen
bir kişi, bu "ben" kelimesiyle "kendi isimler
terkibini" söyler. Bu terkîbi, mâhiyet itibariyle ilâhî isimlerin
mânâlarından başka bir şey değildir. Bu ilâhî isimler de Allah'a ait olması
hasebiyle senin varlığın Allah'a aittir!..
Ancak burada isimlerin
mânâları, bir mahalde değişik bir terkible, bir diğer mahalde de daha değişik
bir terkible meydana gelmiştir.
Bu yüzden dolayıdır ki
"A" kişisi Allah'tandır, "B" kişisinin de Rabbı
Allah'tır!.. A kişisi de "kesinlikle Rabbım kemâl üzeredir" der!.. B
kişisi de "muhakkak ki Rabbım kemâl üzeredir" der!..
Fakat ikisinden çıkan
davranışlar, birbirine zıttır!.. Bu zıddiyeti meydana getiren şey, birindeki
ilâhî mânâların değişik bir terkible meydana çıkması, ötekinde ise daha değişik
bir terkible meydana çıkmasıdır.
hf
Kişi, Allah'a
vâsıl olamaz, nefsine taptığı sürece!..
Kişi, Allah’a vâsıl
olamaz, Rabbının kulu olduğu sürece!..
“Falanca Rabbanîdir”
derler!.. Falanca Rabbanî değil, her kişi zaten Rabbanîdir!.. Her varlık, her
zerre Rabbanîdir!..
Ancak Rabbanî olmaktan
çıkıp da ilâhî olabilirsen, işte o zaman, Allah'a vâsıl olmuşlardan
olabilirsin!..
İşte o yüzden de
Allâh'a vâsıl olan bu kişiler, "ehlullah" diye isimlendirilir.
Yani Allâh ehli!..
Genelde, zaten herkes
“Rabbanî”dir! “Rab ehli”dir!.. Yani, terkibiyetinin gerektirdiği,
verdiği mânâyı ortaya koymaktadır!..
hf
“İLÂHİ OLMAK” VE “RABBANİ OLMAK” ARASINDAKİ FARK
NEDİR?
Rabbım
Allah'tır, diyebilmek için kendi terkibin olan isimlerin kaydından çıkıp,
Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanman, gerekir. Ondan sonra senden çıkacak mânâlar
senin Rabbının Allah olduğuna işaret eder!.. Aksi takdirde, Rabbım Allâh'tır
demen senin Allâh'a vasıl olmanı sağlamaz!.. Ve sen, "Allah ahlâkıyla
ahlâklanmadığın" sürece, ne kadar kendini vahdette, vahidiyette,
hakikatta bilirsen bil, bu sadece aldanıştır!..
Gerçekte sen, zannında
ilâhınlasındır; zannındaki TANRI da Allâh değil, senin rabbının meydana
getirdiği şeydir!..
“Rabbım Allah'tır”
diyebildiğin anda, Allah'a vâsıl olmuşundur. Aksi takdirde Rabbın, ilâhî
isimlerin meydana getirdiği terkibindir.
İlâhî ve Rabbanî
arasındaki fark budur.
Yalnız ilâhî deyince,
orada sanmayalım ki isimlerin mânâları yok! Orada da isimlerin mânâları var,
yani ilâhî de; “ilâhî” dediğimiz de gene isimlerin mânâları ile zâhir olur.
Zâhir olur ama, bu zâhir oluş, isimlerin mânâlarının oluşturduğu terkibin
zaruri olarak ortaya çıkarttığı oluş değil, oradaki Akl-ı Küll’ün, ilâhî
mânâlardan dilediğine bürünmesi suretiyle, dilediği mânâ ile âşikâre çıkması
hükmündedir.
Bu iki olay
birbirinden çok çok farklı olan bir olaydır!
“Rabbanî” olan,
kendi varlığını meydana getiren isimlerin mânâlarının oluşturduğu bir terkib
hükmü ile ve bu terkibin tabiî olarak kendisinden ortaya koyduğu davranışlarla
zâhir olmadadır!..
“İlâhî”
dediğimiz ise, kendi varlığını meydana getiren, kendi varlığının hakikatı olan
isimlerin mânâlarından, dilediği mânâya dilediği şekilde bürünüp, o mânâ ile
âşikâr olandır!..
"Bürünme",
hükmü olmadığı takdirde, o Rabbanî bir yaşamdır!
*Bu rabbanî yaşam
içinde, eğer, genel ilâhî emirlere ve yasaklara uyma halinde ise kişi bunun
neticesi cennettir!.. Cennet ehli olur. Ancak, bu terkibiyet hükmünden kendini
kurtarır, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanırsa bütün ilâhî isimlerin mânâsını
kendisinde bulur, bunların hükmü- kaydı değil; bunlara bürünme suretiyle
yaşarsa, işte o zaman Allah'a vâsıl olur ve bu vâsıl oluşunun sonunda da “ilâhî”
olur. Sûret olarak da adı "abd"dır. “Abdullah”dır!. Allâh'ın
kuludur!
Diğerleri ise Abd-ür
Rahîm'dir. Abd-ül Kerîm'dir, Abd-ül vahhab'dır, Abd-üs samed'dir. Sadece, ilâhî
olan "Abdullah"tır!..
hf
İLÂHİ OLAN DİLEDİĞİNİ YAPAR MI?
İlâhî oldun,
Allah'ın ahlâkıyla ahlâklandın... "Ben Rabbımın hükümlerinden çıktım, yani
Rabbanî kayıtlardan çıktım. Allah'ın genişliğinde yayıldım. Bütün isimler
müşahede edildi. Tesbit edildi. Bunun neticesinde artık dilediğim anda
dilediğim fiili ortaya koyarım. Diler o fiili yaparım, diler bu fiili
yaparım."!
Böyle bir şey
sözkonusu mudur, değil midir?..
İlâhî isimleri tümüyle
kendinde bulduktan sonra, senden artık belli fiilleri yapma yolunda belli istek
ve arzular sâdır olmaz!..
Eskiden, senden o
istek ve arzuların sâdır olmasının sebebi, sende bu mânâların terkib hükmüyle
mevcut olması ve ağırlıklı olan isimlerin neticesinde de belli fiillerin tabii
olarak oluşması idi!..
Bütün bu isimlerin
mânâları dengeli olarak sende bulununca, bu dengenin tabii sonucu olarak
“beşerî istek ve arzular” dediğimiz, istek ve arzular senden meydana gelmez!..
Çünkü beşerî istek ve arzuların temelinde, terkibinin özellikleri yatar!
Terkibinin özellikleri de ilâhî isimlerin bir kısmının ağırlıklı olarak sendeki
mevcudiyetidir. Ama sen belli bir faaliyetle, belli bir çalışma ile belli bir
irfanla, bu terkibiyetinin hükmünden çıkıp, bu ilâhî isimler sende dengeli
olarak zâhir olmaya başlayınca, bu tür istek ve arzular senden meydana
gelmez!..
Bu defa sen, ilahi
hükümler dediğimiz hükümlerin meydana gelmesi istikametinde davranışlar ortaya
koyarsın! Fiîliyatta!.. Yani karşındakinin ebedî saâdete kavuşması yolunda
fiilleri ortaya koyarsan...
hf
“Terbiye”
bir şeyi kademe kademe, peyderpey kemâline eriştirmektir.
Her “Şey”in bu
“terbiye” altında yaşamını sürdürmekte olduğu gerçeği, şu âyetle daha da açık
bir şekilde vurgulanmaktadır:
“HAREKET
HALİNDE OLAN HİÇ BİR ŞEY HARİÇ OLMAMAK ÜZERE, TÜMÜNÜ ALNINDA ÇEKİP YÖNETEN
O’DUR !..” (11-56)
Öyle ise bizim
algılamakta olduğumuz ya da algılayamadığımız her “şey”, her an, O’nun ilmi
kapsamında ve iradesi altında, O’nun kudretiyle yaşamını sürdürüp, fiillerini
ortaya koymaktadır!..
“RAB"
kelimesindeki terbiyeyi nasıl anlıyacağız?..
"RAB"
Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. “Rubûbiyet” ise ilahi
isimler diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma
özelliğidir.
Algıladığımız ve
algılayamadığımız her “şey “RAB”bın “esmâ-ül hüsnâ”da
tanımlanan özellikleriyle yaradılmış ve varlıklarını devam ettirir bir
halde bulunmaktadır,ki bu da onun “RAB” tarafından “terbiye
“edilmesinden başka bir şey değildir.
Meseleyi bu şekilde
anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, senin varlığında bulunan,
varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu
ilâhî isimler, sende "bir terkib hükmüyle ve boyutlarıyla" âşikâre
çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta
kendisidir.
hf
“RABB”A İTAAT ETMEMEK MÜMKÜN MÜ?
Kul
Rabbına tâbidir!
“YÜRÜR HİÇBİR
MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP
GÖTÜREN O’DUR!.” (11- 56)
Âyeti işte bu
gerçeğe işaret eder.Yani;o varlığı bulunduğu haliyle “-alnının arkasındaki
beyninde-açığa çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun
Rabbıdır…Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esmâ terkibinin tabii
sonucudur... Yani, rubûbiyet mertebesinde, bu ilâhî isimlerin mânâlarının
ortaya çıkması, o mahalde “Rabbın hükmünün yerine gelmesi”dir.
Bedende hükmeden,
bedeni yürüten, bedeni götüren Rab, bu ilâhi isim terkibidir.
Her birim için rabbına
tâbi olmak, mutlaktır!.. Rabbına tabi olmayan, hiçbir zerre yoktur!.. Her zerre
Rabbının hükmünü yerine getirir.
İnsanın Rabbî, kendi varlığını meydana getiren bu "Allah" isimlerinin işaret ettiği ilâhî
güçtür!..
Bütün isimlerin
mânâları, kuvvede, sende mevcut!.. Ama senin terkibin bu isimlerin değişik
kuvvetlerde, fiil mertebesinde, fiiller olarak ortaya çıkışına yol açıyor.
Senin “esmâ
bileşimin”deki özellikler sana “kolaylaştırılmış” olanı belirler,
tespit eder!.
Senin “takdir edicin”, yani “RABB”in, senin o “esmâ terkibin-bileşimin”dir!...
Bu yüzden de senin, o
“esma terkibin-bileşimin”e isyan etmen, itaat etmemen kesinlikle
mümkün değildir!...
Mümkün değildir; çünkü
ona itaat etmemek, isyan etmek gibi özellikleri meydana getirecek bir varlığın
yok!.. Nerede kaldı, iraden!
Sendeki bütün
vasıflar, özellikler, senin varlığını meydana getiren “isimler bileşiminin” mânâlarından
başka bir şey değildir!.
Dolayısıyla senin “kolaylaştırıcın”,
yani sende çeşitli isimlere yönelik eğilimi meydana getiren ana faktör, senin
varlığını meydana getiren o “ilâhi isimler terkibi-bileşimi” yani “fıtrat”ındır!...
Yani “RABBİN”dir!..
Senin rabbine
isyanın ise hiçbir şekilde mümkün değildir.
İşte bu sebepledir ki,
sana ne kolaylaştırılmışsa, sana kolaylaştırılmış olanı mutlak olarak
yerine getirmek zorundasın!.
hf
RABBININ HÜKMÜNÜ YERİNE GETİREN
HER
VARLIK CEHENNEM’E Mİ GİDECEK?
Peki herkes, her
varlık böylece rabbının hükmünü yerine getiriyorsa, her varlık cehenneme mi
gidecektir?.
Veya Rabbın hükmünü
yerine getirmek, niçin cehennemi meydana getirir?..
Her varlık cehenneme
gidecek mi?..
İkincisi, cehenneme
niçin gidecek?
Üçüncü bir şık, daha
önemli bir soru, insan niçin cehenneme gidecek?..
Her varlık, Rabbının
hükmünü yerine getirdiği halde cehenneme gitmeyecek!.. Bunlardan sadece insan,
cehenneme gidecek!..
Her varlık cehenneme
gitmeyecek, çünki her varlık rabbının hükmünü yerine getirme durumundadır;
ancak bunun ötesinde, Allah'ı bilme özelliği onlarda yoktur!.. Yani, ilâhi
isimlerin mânâlarının o mahaldeki oluşumu anında, Allah'ı bilme özelliği
dediğimiz özellik, o mânâ terkiblerinin oluşumunda mevcut değildir!.. Bu mevcut
olmayışı sebebiyle de, o Rabbının hükmünü yerine getirir ve böylece de kemâlini
ortaya koymuş olur, geçer gider!..
İnsan ise cehenneme uğrar!..
Cehenneme uğramasının,
cehennemde olmasının veya cehennemde sürekli kalacak olmasının sebebi nedir?..
Çünkü insan, her varlık gibi, Rabbının hükmüne uymak üzere meydana gelmiştir.
Ancak, bu meydana gelişinde, diğer varlıklardan farklı olarak, kendisinde
Allah'ı bilebilme özelliği de mevcuttur!.. Terkibi itibariyle!..
"Her insan
öldüğü zaman hakikatı görür"den murad, kendindeki ilâhi varlığı
müşahede eder demektir!.. Kendindeki ilâhî varlığı müşahede etmesine rağmen,
dünyadaki yaşantısında, o ilâhî varlığa ulaşamamış olduğu için; kendi Rabbı
hükmü altında, kayıtlı kaldığı için, manevî cehennem meydana gelir.
Cehennem zindandır!..
Sicciyndir.
“Mânevî cehennem”, kişinin kendini meydana getiren ilâhî isimlerin terkibi olarak
kalması ve bu terkibin özünde bulunan kendini bilebilme hasletini ortaya
koyamamasındandır!.. Azâbı, yanmasının sebebi de kendisinde mevcut olan bu
haslettir. Terkibinin oluşturduğu huy tabiat ve şartlanmalardan kendini,
Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmak suretiyle kurtaramaması, neticede cehenneme
gidişine yolaçar!..
Kişi terkibiyetinin
hükmünden çıkarsa, mânevî mânâda cehennem diye bir şey kalmaz.Dünyada iken cennete girmişlerden olur. Terkîbiyetinin hükmünden
çıkması lâzım!.. Çünki terkibiyeti onun Rabbıdır! Terkibiyetinden doğan huylarla,
karakterle, tabiâtla varolduğu sürece, Rabbın hükmündedir! Rabbına tâbidir!..
“Benim huyum bu, benim yapım bu !..” gibi görüşlerin ifadesi “benim rabbım
böyle emrediyor ..” demektir.
Bu konuya tasavvufta
şöyle değinirler;
Nefsin hakikatı
Rubûbiyettir!.. Nefis, rubûbiyet mayasından meydana gelmiştir. Nefsin rubûbiyet
hakikatından meydana gelmiş olması demek, ilâhî isimlerin mânâsının oluşturduğu
terkible senin "nefsim" dediğin şeyin aynı olması demektir.
Esasen “ben nefsimin
istediklerini yapıyorum” demen senin, "benim terkibimin gereği olan
fiilleri ortaya çıkartıyorum", demektir. “Ben nefsimin istediklerine karşı
çıkamıyorum, reddedemiyorum, mücadele edemiyorum” demek, "ben
terkibimin gerektirdiği gibi yaşıyorum" demektir ki, bunun tabii
sonucu cehennemdir!..
Terkibinin kaydı
altında olduğun için üzüleceksin, sıkılacaksın, karşılaştığın olaylar sana azâb
verecek! Başka türlü değişmesine imkân yok!..
Dışardaki, ikinci bir
varlığın da seni affetmesi, bağışlaması diye bir şey sözkonusu değil!.. Çünkü suç
böyle bir varlığa karşı işlenen bir suç değil!..
Suç, senin kendi
nefsine zulmetmen!.. Kendi nefsine zulmetmen de nefsinin hakikatı olan
rubûbiyet kemâlini, ulûhiyet kemâline tebdil etmemen!..
Nefse zulmetmenin
mânâsı, nefsinin hakikatı olan Rubûbiyet kemâlini, Ulûhiyet kemâline
genişletmemendir.
Bu noktaya işaret eden
Hz. Rasûlullah, bunun için:
"Allâh
ahlâkıyla ahlâklanın" demiştir.
hf
“KUL EUZÜ
BİRABBİN NAS,MELİKİN NAS;İLAHİn NAS.”
Burada üç mertebeye
işaret olunmaktadır;
“Bi rabbin nâs”;”insanların
rabbine” âyetinde, ef’âl mertebesine ve bu ef’âl mertebesinde rubùbiyet
hükümlerinin yürümesine, dolayısıyla rubùbiyet hükümlerinin yürüdüğü mertebede,
“rabba sığınma” hâlinden söz edilmektedir...
hf
RAB’DAN
ALLAH’A SIĞINMAK
Rasùlullah
(Salla’llahu Aleyhi ve sellem)in Allah’a şu şekildeki yönelişine kulak verelim:
-“Allahım...SEN’den
SANA SIĞINIRIM...”
Ne demektir
bu?..
Rabbının sendeki
hükmünden,Allah’a kaçmaktır!..
hf
(RABBÜL
ÂLEMİN’DİR)
Ef'âl âlemi
içinde mevcut bulunan varlıkların hepsinin, Rabbı Allâh'tır!..
Âlemlerin Rabbi Allâh
ismiyle işaret edilendir!
Allah, Rabbül
âlemindir!.. Bütün âlemleri meydana getiren,
yöneten, bütün âleme tasarruf
Buradaki "Rab"lık
kavramı. "Rab"lıkla kasıt nedir? "Rab"lığı
meydana getiren, "Rab"lık mefhumunu meydana getiren şey, esmâ
mertebesidir; yâni Rubûbiyet mertebesi dediğimiz mertebe, Esmâ mertebesidir
İlâhî isimler diye
bilinen, Esmâ-ül Hüsnâ diye bilinen isimlerin müsemması, Rubûbiyet
mertebesidir.
Bütün âlemler, ilâhî
isimlerin mânâlarının âşikâre çıkışından başka bir şey değildir; ve âlemlerde,
ilâhî isimlerin mânâlarından başka bir şey yoktur.Ancak bu âşikâre çıkış, bütün
isimlerin mânâlarının bir terkib hükmüyle âşikâre çıkışıdır.
hf
“RABBINI BİLEN” , “ALLAH” I BİLİR Mİ?
İnsanın "Rabbını"
bilmesi; "insan" ismiyle kastedilen varlığın, "İlâhi
isimlerin bir terkibi" olduğunu bilmesidir!..
"RAB",
Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. “Rubûbiyet”ise ilahi
isimler diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre çıkartma
özelliğidir.
Meseleyi bu şekilde
anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, senin varlığında bulunan,
varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!. Ancak bu
ilâhî isimler, sende "bir terkib hükmüyle ve boyutlarıyla"
âşikâre çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel manâdaki varlığının kaynağı ve ta
kendisidir.
Evet sen, terkibin
hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları
itibariyle, Rabbinin kulu’sun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de
Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını ve sıfatlarını
tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi
oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikatı tanıma yolu
açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve
mânâlar şeklinde tanırsın.
Senin Rabbın, sendeki
mânâların terkibiyet hâlidir!..
Senin Rabbınla,
Ahmed'in Rabbı hem ayrıdır, hem aynıdır!.. Terkibiyetleri yönüyle ayrıdır;
terkiblerin mahiyeti yönüyle aynıdır!..
Rabbını bilen,
-isimleri yönüyle- Allah'ı bilmiş olur!.
Yani, isimlerin mânâları yönüyle Allah'ı bilmiş olur!.. Yani isimler
mertebesinde, Allah’ı bilmiş olur!.. Halbuki, "ALLAH" ismi
ise, zât, sıfat, esmâ ve ef’âl mertebelerinin tümünü içine alan bir isimdir.
Oysa burada “Rabbı" bildiğin zaman, esmâ mertebesi itibariyle bilmiş
oluyorsun! İsimleri bilmek hasebiyle, Allah'ı bilmiş oluyorsun! Her ne
kadar isimlerin mânâları, o benliğe, o hüviyete ait ise de; o benliği ve
hüviyeti, isimleri perdesi arkasından müşahede edebiliyorsun!..
Peki, isimler perdesi
arkasından değil de, bizâtihi sıfat mertebesiyle bilmek nasıl olur?
Terkibiyetin;
terkibiyetinden doğan huy ve karakterin ve tabiatın; tabiat kaydı altında
bulunman sözkonusu olduğu sürece, sıfat mertebesindeki benliğini bilebilirsin
fakat bu, bilgiden öteye geçmez!..
İşte bu sebepledir ki,
"Rabbını bilen" "Allah'ı bilmiş" olmaz!
Rabbını bilmesi, bir
kişinin cehennemden kurtulmasına yol açmaz!
Rabbını bilmesinin ötesinde; kendi rabbının hükmü altından çıkabilmesi
zarureti sözkonusudur!..
Rabbının hükmü
altından çıkabilmesi de, rabbını bilmesi, rabbının ötesinde Allah adıyla işaret
edileni bilmesi; ve Allah'ın hükümleri gereğince, Rabbının kaydından kurtulması
gerekir!..
Demek ki "Allâh
ahlâkıyla ahlâklanmak", zâtında ve benliğinde Allah'tan gayrının var
olmadığını müşahede etmekle ve ef'âl mertebesinde bütün ilâhî isimlerin
dengeli, ölçülü, kontrollü ve bürünme hükmüyle ortaya çıkışını seyretmekle
mümkün olur.
Bütün bunlar ancak ve
ancak, kendinde vehmettiğin, birimsel, izâfî şartlanmadan doğan "kişisel
benlik" duygusunun ortadan kalkmasından sonra oluşan yaşam şekilleridir.
Varlıkta, Allah'tan
gayrının mevcut olmadığına şahîd olacaksın. Artık vehmî, şartlanmadan ve beş
duyunun aldatmacalarından ileri gelen varlıklar zannı senden kalkacak!..
Bütün varlığın, kül
halinde, tek bir varlık olduğunu müşahede edeceksin. Hak'tan söz edildiği
zaman, "Hak" isminin mânâsını Zâtında göreceksin, müşahede
edeceksin; ondan sonradır ki, bu söylenilenler sende yaşanacak!.. Ondan evvelki
biliş, sadece öğreniş, kabulleniş, imân, takliden tasdiktir!.. Yaşama olmaz!..
İşte bunu
yaşayabilmek, bunu hissedebilmek, bunu fiiller düzeyinde müşahede edebilmek
için, izâfî varlığa ait izâfî (göresel) benliğin ortadan kalkması için, buna
ait huyların ortadan kalkması lâzımdır, zaruridir!
İzâfî varlığın
"yokluğu" konusundaki şüphe ve endişeler gittikten sonra; şuurunda,
izâfî varlık hükmünü doğuran huyların, davranışların, şartlanmaların,
tabiatların da ortadan kalkması sözkonusudur.
Bunlar kalkmadan,
TEK'liği yaşayabilmek gene mümkün olmaz. Evvelâ bunlar kalkacak, sonra gereken
isimlerin mânâlarına bürünmüş olarak fiilleri ortaya koyacaksın.
hf
RABBİNİ FARKEDİP ALLAH'I BİLEMEZSE
Bilgi yoluyla
rabbını biliyor. Bilgi yoluyla rabbini bilmesi sebebiyle de tasavvuftaki,
tarîkâttaki "küfür hâli" dediğimiz hâl meydana geliyor!..
Fakat Rabbini bilmesine rağmen, rabbinin hükmüyle hareket etmesi, onu
cehennemden kurtarmıyor; bu küfür haliyle giderse cehennemi kalkmıyor!..
Çünkü, rabbini
biliyor, ilâhî hükümleri kabullenmiyor! İlâhî hükümleri yerine getirmediği için
de, kendi geleceğini elleriyle hazırlamış oluyor ve bu halden dolayı da
neticede cehennemde duraklıyor!..
Ama o, Rabbini
bilmenin ötesinde Allah'ı da
hf
(RABBIN
HAKKANÎ VASIFLARLA ZUHÛRU)
Rabbın namazı,
Rabb-ül âlemiyn rubûbiyet hükümlerinin ef'âl âleminde yürürlükte
olmasıdır.
Rabbın hükümlerinin,
Rabbanî kudretiyle tahakkukundan "Rabbın namazı" diye
sözedilmektedir.
Rabb, esmânın mânâları
üzere mahlûkatı varedip yönlendirendir!.. Bu tasarruf, "terbiye"
diye anılır.
Bu mertebe, boyutsal
bir mertebedir ve "şuur sıçraması" diye adlandırdığımız bir
tür mi'râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!..
"Şuur" kendisini "ceberût" boyutunda tanıdığı zaman, kendi
vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakk'anî
vasıflar ile Rabb zuhur eder.işte bu namaz, bir mânâda "Rabbın
namazı" denilerek, Rabbe izâfe edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu
dışında kalan hiç bir şey yoktur.
Esasen, Rabbanî seyr,
kendi esmâsı üzerinedir. Ef'âl ise esmânın tabiî neticesi olarak meydana gelir.
Hazreti Resûlullah Aleyhisselâm,
Allahu Teâlâ’nın ikrâmı olarak mi'râc ‘a çıktığı zaman, Ceberût
âleminde, Rabb-ül âlemînin tüm mevcûdat üzerinde esmâ yollu mutlak tasarrufunu
müşahede etti. "Kâ'be kavseyn" noktasında.
"Ev ednâ". Hatta bunun da ötesinde, Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi ve sellem ismi altında, "gören gözü, işiten kulağı, söyleyen
dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak";
"Şehâdet
etti ki Allah, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir"!..
Ve sonra Rabbı
ile mükâleme etti Rasûlullah Aleyhisselâm!..
Ve sonra Rabbının
emirlerini hâmil olarak tekrar insanların arasına döndü Muhammed Mustafa
adıyla, RASÛLULLAH!..
hf
Soru
-Genelde
dualarımızda “Allah’ım”, “Rabbım” ifadelerini kullanıyoruz.
“Dua ve Zikir”deki
duanızda, "Efendimiz Muhammed Mustafa SAV'in Rabbi" olan
Allah’ım diyorsunuz. Bu şekildeki ifadede bir incelik ve farklılık var mıdır?..
Cevap
-“Muhammed
Aleyhisselâm’ın Rabbı” demek; “O'ndaki kemâlâtı izhar eden Rabbim” demek!
Aradaki fark, bizimle
Muhammed Aleyhisselâm’ın arasındaki fark kadardır.
RABBÜLÂLEMÎN
(ÂLEMLERİN RABBI)
"Rabbülâlemin"...
Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız
varlıkların meydana getirildikleri Rububiyet mertebesidir.
hf
RUH kelimesini,
insandaki beynin ürettiği beden gibi anlamayın yalnızca...
RUH kelimesi aynı
zamanda, “sen bu işin ruhunu anlamamışın” cümlesinde olduğu
gibi de anlaşılır ...
Dünyanın veya insan
dışındaki objelerin ruhları varoluş amaçlarına hizmetleri
şeklinde anlaşılır... Kâbe’yle konuşmak, onun varoluş hikmetiyle
görüşmek anlamına da alınır...
İnsanlar,
birbirlerinin ruhunu okumak isterler meselâ...
Bu ne
demektir?...
Karşısındakinin
varlığındaki özellikleri farketmek...
Bakın şu an aşağı
yukarı 150 kişiyiz...
Yani PC...
Çoğumuz önümüzdeki
ekrana bakıyor, ama gerçekte...
Hepimiz ekran objesi
ötesinde karşımızdaki bir beyne telepatik bağ kurup beyinden beyine iletişim
içindeyiz... Bu işte “ruhtan okuma” ya da “ruhunu okuma” diye
târif edilen olaydır...
Geçmişte tasavvufta
buna “rabıta” denmiş...
Kişinin kendisinden
daha kapsamlı olduğunu düşündüğü beyinle iletişime girmesi...
hf
Mutmainne`yi
tâkiben Râdiye "Fenâfillah"dır...
Mutmainne`de kişide Allah`ın Tek`liği konusunda tam bir itminan
hâsıl olur.
Nerede, ne fiil
görürse görsün, "bu fiilin fâili hakikisi Allah`tır" der ve
nerede, kimde ne hâl görürse görsün, "Hak böyle yapmayı diliyor, böyle
yapıyor" der...
Kınama, ayıplama, ters
görme, yanlış görme gibi haller, Mutmainne’deki Veli`de
kalkmıştır... "
Bu, Mutmainne`de
oturma hali- yerleşme hali neticesinde kişide "tecelli-i esmâ"
meydana gelir ve "Rıza hali" oluşur...
Görmektedir ki her
şeyi meydana getiren Hakk`ın kendisidir!. “Hakk`ın kendisidir” derken, Nefs`in
hakikatının da Hak olduğunu bilir ama gene de kendini bir beden görme hâli tam
kaybolmamıştır... Şirk-i hafî, henüz burada mevcuttur...
Mutmainne`de ve Radiye`de Şirk-i hafî henüz mevcuttur; tam olarak
yok olmamıştır!. Yani, varlığın aslının Hak olduğunu bilir; "Ene’l
Hak" der!... Ama buna rağmen, "Ene`l Hak" sözünün
içinde gizli bir benlik vardır.
Oysa bu hâl
içindeyken, her şeyden razıdır!... Ne duysa, ne görse, ne olsa, "Böyle
dilemiş, böyle yapmış" der ve o hal içinde, razı`dır... "Nefs-i
Râziye" tâbir edilir...
Yalnız burada bir fark
var... Mutmainne`de iken fiilleri seyreder, o fiillerin fâili olarak
Hakk`ı görür. Nefs-i Râziye`ye geçtiği zaman Fiiller
Boyutundan,isimler Boyutuna çıkmıştır...
Artık, fiiller
üzerinde durmaz; o fiilleri meydana getiren mânâların müşahadesine geçer. Yani,
o ismin neticesinde, meselâ "Rahman, Rahiym tecelli etti ve merhametle
böyle yaptı" der.
Mutmainne`de; "Merhamet etti, şu parayı verdi!.." der. Fiili
konuşur.
Râdiye`de; rahmeti, merhameti müşahade eder. Oradan özellikleri meydana
getiren isimleri, mânâları seyretmeye başlar.
Burada, Tecelli-i
Esmâ vardır... Burada isimlerin zuhûru seyredilir ve onlara dayalı olarak
fiîllerin varlığından sözedilir..
Yani, birinde bir fiîl
var, o fiil bu isimler bileşiminin doğal sonucu olarak zaten çıkacaktır ortaya,
başka çaresi yok!...İşte bu fiîlin ortaya çıkışı bir isimler bileşiminin
otomatik olarak oluşturduğu bir görüntüdür. Bu anlayışa gelince kişi, isimlerin
ağırlığını seyretmeye başladı.İşte bu isimleri ağırlıkla seyretmesi ile "Radiye"
oluştu, ve Tecellî-i Esmâ`ya geçti.
124 bin evliyânın çok
büyük bir kısmı şerîat evliyâsıdır... Geriye kalan tasavvuf yollu kemâle
ulaşmış evliyanın büyük çoğunluğu da Mutmainne düzeyindedir.
Bunun diyelim dört
bini de Radiye`dir.
Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri ilmi
Bâtın`dır. Kalp gözü açıklığı denen, varlığın bir takım sırlarına vâkıf
olma hali vardır.
Mutmainne`deki, Veli`dir.
Radiye`deki, Veli-i Mükemmel`dir. "Velâyet-i Suğra"dır.
"Mutmainne"de
"İlmel Yakîn" hâsıl olur. Bu, "Radiye"de
"Aynel Yakîn"e döner.
"Râdiye"de,
"Tecelli-i Esmâ" vardır.
"Mârifet"den
sonra, "Mutmainne"de ve "Râdiye"de "hakikat"
yaşanır. Bu "hakikat" sonrasında "Mardiye"ye
yükselirse, o zaman "Mârifet-i Billah" meydana gelir.
Mülhime"de, "Mârifet" hâsıl olur...
Bu "Marifet"
neticesinde de, şayet takdirinde varsa "Mutmainne" ve "Râdiye"de,
"Hakikat"e vâsıl olunur...
hf
"Mü’min’in
kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır"
hadîs’inin
işaret ettiği şekilde, kalplerimiz yâni bilincimiz her an ilâhî kudrete
tabiîdir. Bu sebeble ne kadar gerçeğe ermiş olursak olalım, her an o gerçekten
sapmak mümkündür
hf
“Rahman Arşın
üstünü istıva etmiştir”(20/5)
âyetinde işaret
edilen mertebedir yani çokluğu, kesreti, birimleri meydana getiren isimler ve
vasıfların, soyut özelliklerin olduğu Sıfat mertebesi demektir.
Allah’a ait Esmâ’ların
topluca bulunduğu ve sâdır olduğu boyuttur!
“Rahmâniyet”
mertebesinden, “ilmi ilâhi’deki ilâhi esmânın toplu halde bulunduğu
mertebedir” diye söz edilirse de; gerçekte burada topluluktan veya
ayrılıktan söz edilemez.
“RAHMANİYET”, ilâhi
esmâ’nın hazinesidir.
hf
SIFAT BOYUTUNUN HAKKINI VEREMEMEK
Zât boyutuna
geçememektir! Bu da, mecâzi bir ifadedir... Gerçekte, böyle bir tanımlamadan da
münezzehtir “ALLAH”!
hf
RAHMAN’IN ZİKRİNDEN YÜZ ÇEVİRME
“RAHMAN’IN
ZİKRİNDEN GÖZ YUMUP YÜZ ÇEVİRENE BİZ ŞEYTANI MUSALLAT KILARIZ.” (Zuhruf-36)
Âyetiyle
kendi hakiki benliğinden, yani sıfat mertebesindeki benliğinin idrakından,
yaşamından, ilminden yüz çevirip; vehminden doğan bir şekilde; kendini bir kişi
olarak kabûlü neticesindeki yaşantısı, onun “şeytana tabi olarak Rahmân’a
yüz çevirmesinden” başka bir şey değildir!..
Kendini bir Atasay bir
Cemîle olarak kabûlü, Rahman’ın zikrinden yüzçevirmesi demektir. Ki bu
da şeytana tâbi olmanın, fiil düzeyindeki ortaya çıkışıdır.
hf
Kale kapısındaki
bir insana “ Hulûsi’yi duydun mu?.” desem, hasbelkader Antalya’da yaşıyorsa,
“duydum” der.
Hulûsi ismini
duyduğuna göre, “Bana anlat Hulûsi’yi! “ dersem; Hiçbir şey anlatamaz!
Çünkü, Hulûsi bir
isimdir. Bir kelimedir. Bir varlığa, bir objeye verilen addır.
Hulûsi bir isim olduğu
gibi, her nesneye de konmuş bir isim var. O isimle o objeye, o varlığa işaret
edilir.
Allah kelimesi de bir
isimdir. Bir objeye, bir varlığa işaret eden bir isimdir.
Bu ismin karşılığını
kavrayabilmemiz için bir yol var. O da bu içinde yaşadığımız âlemi,
evreni olabildiğince tanıyabilmekten geçer.
Çünkü, varlığı meydana
getiren gücün kökenindeki, bilinç tek olduğuna göre, varlığın tekliğini de
artık bildiğimize göre, bizim Allah’ı tanıyabilmemizin yolu, O’nun yaratmış
olduğunu tanımaktan geçer.
Ayrıca, Kur’ân’
daki “O’nu“ anlatan işaretleri değerlendirmekten geçer.
Allah’ın yaratmış
olduğu bir sistem var. Bir düzen var.
Yani, Allah ismi
ile işaret edilen bir varlık ve O’nun vasıfları var.
Bu varlığın vasıfları
arasında ilk başta tanıdığımız, gördüğümüz nedir?
Hayat, ilim, irade ,
kudret sıfatları.
Hayat, ilim, irade
sıfatları kendisine dönük sıfatlardır.
Kudret sıfatı ile
birlikte kendindekini açığa çıkarmaya dönük özellikler meydana gelir.
Bu sıfatlar içinde,
dördüncü sıfat diye bilinen, bahsedilen Kudret sıfatı çok önemlidir.
Kudret sıfatından
sonra da, Semi, Basir ve Kelim gelir.
Bu sıfatlar, ilâhi
rahmetin neticesi, sonucudur.
“İlâhi rahmet”
deyince, bizim genellikle anladığımız nedir?
Genelde anladığımız,
merhamet’tir...
Halbuki, “İlâhi
rahmet”in mânâsı, “merhamet” kelimesinin anlamı gibi dar bir kapsam
ifade etmeyip, daha genel olarak; “İlâhi Rahmet” tüm varlığın oluşmasına yol
açan vasıftır!.
Sizin kafanızdaki
“Tanrı” anlayışı tamamen yıkılmadan “Allah” kavramı size anlatıldığından; siz,
bu kavramı alıp kafanızdaki “Tanrı” anlayışına enjekte ediyorsunuz. Kafanızda
“tanrı” anlayışı gitgide büyüyor. Bu ise çok tehlikeli ve gitgide büyüyen bir
beyin kanserine dönüşüyor!
İşte bu anlayışı
yıkmak için, “Sistemde “merhamet” var mı?” sorusuna cevap bulmak
gerek!
Allah’ın
merhametinden-rahmetinden bahseden bunca âyet,Allah’ın merhametinden bahseden
bunca âyet ve hadis varken nasıl olur da su kenarına susuzluğunu gidermek için
gelen mâsum bir ceylanı, hiç acımadan,bir timsah suyun içinden fırlayarak
kafasını koparıyor?Ya da mâsum ve etrafına zararı dokunmayan bir geyiği
parçalayarak yutan leoparı düşünün...
İşte bunlar olurken
nerede RAHMET?!
Sistemde “güçlünün
güçsüzü yok etmesi” var!.
Güçlü güçsüzü
yiyor,parçalıyor,yutuyor!
Eğer tüm bunlar
oluyor ve hâlen Allah’ın rahmetinden -merhametinden bahis olunuyorsa,nedir “Allah’ın
rahmeti”? ve bizim anladığımız gibi bir rahmet mi,yoksa başka bir şey mi?
Allah’ın “RAHİM”
ismi kendi esmâlarının dışında nerede kullanılıyor?
Göreceksiniz ki
kadının cinsel ve doğurganlık organı olan bölge için..Yani kadında doğurganlık
olayını oluşturan ve insan türünün çoğalmasını ve bekâsını sağlayan cinsel
organına verdiğimiz isim!
Mikro plânda kadındaki
rahim,makro plânda ise Allah’ın”RAHİM” ismine karşılık geliyor!
Allah’ın “Rahim”
ismi ,”Rahmet” ve “Rahman” mânâlarının kökenidir!Yani Allah’a ait
esmâların üreticisidir!
Üretim yapıldıktan sonra
bu isimlerin topluca bulunduğu ve sâdır olduğu boyuta “RAHMANİYET BOYUTU” diyoruz.
”Rahim” isminin en
geniş ve kapsamlı ortaya çıktığı mahal,Cennet’tir!
Dolayısıyla,
“Cennet
anaların ayağı altında”
derken;mikro
plânda çoğalmayı-üremeyi sağlayan kadındaki rahmin makro plânda karşılığı olan
Allah’ın “Rahim” isminden cennetteki mânâların ürediği mecâzi olarak
anlatılmıştır.
“Her şey Allah’ın
rahmetinin eseridir.” demek; “Her şey, Allah’ın rahmetinin
neticesi olarak var olmuştur.” demektir.
Yani, daha genellersek; “Allah’ın üretmesinin neticesi olarak” vardır.
Çünkü, Rahmeti meydana
getiren “Rahim” ismi ne yapar?.
Üretir!...
Bunun da en orijinal
yapısı, kadında mevcuttur. Kadındaki üreme, daha doğru bir deyişle üretme
organının adı “Rahim”dir.
Allah’ın “RAHM”
ismi kendi esmâlarının dışında nerede kullanılıyor? Göreceksiniz ki kadının
cinsel ve doğurganlık organı olan bölge için.. Yani kadında doğurganlık olayını
oluşturan ve insan türünün çoğalmasını ve bekâsını sağlayan cinsel organına
verdiğimiz isim!
Mikro plânda kadındaki
rahim, makro plânda ise Allah’ın ”RAHİM” ismine karşılık geliyor!
İşte Allah’ın rahmet
sıfatı da, üretme sıfatıdır. Bu üretme sıfatı
Allah’ın esmâsının işaret ettiği mânâların özelliklerinin eserlerini üretir.
Fakat, bu üretilen varlıkların
yer aldığı sistemde hakim unsur, “Kudret” tir.
Allah’ın sıfatları
arasında kudret sıfatı vardır. Acz, yoktur!..
Bunun neticesi olarak
da kudret sıfatı sayısız varlıklarda zahîr olur. Ve her kudret sıfatının izhar
olduğu varlık, kudret sıfatının izhar olmadığı varlığı yer, yener, yok eder.
Sürekli olarak
varlıkta hep bir şeyler, bir şeyleri yok eder. Bu bir şeylerin bir şeyleri yok
etmesi; “Yok edende kudret sıfatının açığa çıkmasının neticesidir, eseridir!. “
Bunun kudretinin sonu
olmadığı gibi, var olan bu varlıkta da, yok etmenin sonu gelmeyecektir. Her an
bir şeyler bir şeyleri yok edecektir.
Biz kendi varlığımızda
mevcut olan bütün esmâ-i ilâhi’nin mânâlarını ne kadar bilip, tanır, bulursak o
nisbette Mutlak Varlığı tanımış oluruz.
"RAHMET"; "zâti" ve "sıfati" olarak ikiye ayrıldığı
gibi; "Rahmeti amme" ve "Rahmeti hassa" olarak dahi
müşahede edilir...
hf
Bütün
varlıkların zâtının ancak ve sadece Allah'ın Zâtı ile kaim ve var olmasıdır; ki
bundan dolayı, varolan her şeyin "Allah'ın rahmetine" ermişliğinden,
sözedilir.
hf
Varlıklarda
zuhur eden tüm mânâların orijinalinin (terkipsellik sözkonusu olmaksızın)
"ALLAH" isimlerine dayanmasıdır.
hf
“Rahmet-i
amme”, yaygın rahmettir ki, bu “rahmet” sonucu, ölümötesi yaşamda, tüm
insanların azabları, bir gün gelir sona erer... Ebediyyen cehennem ortamında
kalacak olsalar bile!.. "Rahman"ın rahmeti cehennemdekilere bile
erer!..
Bir kısım insanların
"ebeden cehennemde kalacaklarına" dair Kur'ân-ı Kerim'de hüküm
bulunmasına rağmen, ebeden azab çekeceklerine dair bir açıklama mevcut
bulunmamaktadır!işte bu da "rahmeti amme" yani yaygın rahmet
iktizasıdır...
"Rahmet" her şeyde "EŞİT" olarak mevcuttur. Her şeyde "EŞİT"
olarak mevcut bulunan bu rahmet nedir?..
Her şey varlığını
Allâh'ın esmâsından aldığı için; her varlığı kuşatan "Rahmaniyet"
mertebesinin eseri olarak, Hakkın zâtı ve esmâsı ile kâim varlıklar oldukları
için, hepsi de Hakkın rahmetine "eşit" bir biçimde sahib
olmuşlar; yani, "rahmet"ten yaratılmışlardır!.
Bir kimsenin "rahmete"
nail olması demek, o "rahmet" ile varolmuş olduğunun bilincine
ermesi demektir.
Herkes, kendi zâhir
olan esmâsı yönünden rahmete nail olmuştur. Zâtı itibariyle de, ilâhî Zât ile
kaimdir ki, bir diğer zâtî rahmet de budur. Bunların her ikisi de umumi
rahmettir... Rahmeti amme!..
hf
Evliyaullaha has
rahmettir!.. Bu hususî rahmet ikiye ayrılır. Rahmeti zâti ve sıfati...
Rahmeti Zâti, İnsân-ı
Kâmil, Gavs, müferridûn, Kutb-ül aktâb
ve Kutb-ül irşâda mahsustur.
Rahmeti sıfatî ise dörtler, yediler gibi fetih ehli zevâtta izhar olur!..
Yani, bu rahmete eriş neticesinde bu mertebeler kendilerinde zuhur etmiştir.
"Rahmeti Hassa",
"özel rahmetidir" ki, bunu "kendine seçtiği"
kullarına ihsan eder!..
-"ALLAHU
yectebiy ileyhi men yeşau” !...
-ALLAH
DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER !.. (42-13)
Ve;-YAPTIĞINDAN
SUAL SORULMAZ !... (21-23)
Bu rahmetiyle
kendine seçtiği kulunu, önce “şirki hafi” denilen “gizli şirk”ten, yani
“benlik”ten ve O'nu, "öteNde bir tanrı sanma" düşüncesinden
arındırır; sonra, kendi “ahlakıyla ahlaklandırır”; ve bütün bunlardan sonra da
“keşif” veya “fetih” ile mükafaatlandırarak cennet yaşamına başlatır! Ötesini
ise ancak yaşayanlar bilir!. Zira, "Allah" “isim ve sıfatlatıyla tahakkuk
etmenin” ne olduğunu anlatmanın yeri bu kitap değildir!..
"RAHİM"
isminin işaret ettiği mânâlardan bir diğerine gelince
Netice olarak bütün
varlıklar varoluş yönünden rahmete ermişlerdir. O rahmet neticesi olarak da
"ADL" ismi gereğince herkes hakkettiği nimeti sürekli olarak
almaktadır.
Allah “Rahm”
sahibidir! Rahman’dır . Rahim’dir!
Üretir ve ürettiğini
korur, muhafaza eder, âşikâre çıkma zamanı gelinceye kadar ; sonra da açığa
çıkartır.
İşte bu O’nun “RAHMETİ”dir
Herşey bu yoldan, Allah’ın “Rahm”inden yaratılmış,üretilmiştir!
Âlemler ve alemlerden
biri olan kâinat,Allah’ın “Rahmet” sıfatından yaratılmıştır!
Karşılıksız olarak
”üretir “, vareder!
Kâinat, Allah’ın
zekâtıdır! Ürettiğinin bir kısmı “Rahman”dan
gelendir..Acıyla karışık nimettir üretilen.Bir kısmı “Rahim”den gelen
üretimdir,sırf nimet olarak!
Besmelenin bir anlamı
da anlayabildiğimiz kadarıyla şudur;
“Bismillahirrahmanirrahim”…
”Allah
ismiyle işaret edilen ve varlığımın hakikatı olanın rahmetiyle üretiyorum,ki bu
rahmet bir yönüyle acıyla karışık olsa dahi neticede sırf nimettir,mutluluk
getirir”
”ALLAH” ismiyle
işaret edilen, mutlak varlığın yeryüzündeki sembolü, ”Anne”dir!
“Anne” üretir ve
karşılıksız verir!
”Anne”de “rahim”
sahibidir, yavrusunu orada üretir! Ürettiği yavrusunu kâh “Rahmaniyet”
yönünden nimetlendirir, terbiye için azarlar-cezalandırır-onun hoşuna
gitmeyecek kurallar koyar…Hep Onun iyiliği için!
Kâh da en güzel
şeyleri yedirir-giydirir-gezdirir,”Rahimiyeti” yönünden!
ALLAH,
“Rahm”inden yaratıp ürettiklerine karşılıksız verendir HER AN!
“Anne”, rahiminde
ürettiklerine karşılıksız vermektedir ÖMÜR BOYU!
hf
Birimin, O
“rahmet” ile varolmuş olduğunun bilincine ermesidir.
hf
"RAHÎM"in
rahmeti; herhangi bir “arındırma” ya da “ıstıfa” gayesi gütmeyen;
sırf zevk veren, güzellikleri tattıran, kişiye hoş gelen halleri yaşatan "rahmet"tir..
Rahim isminin en geniş
ve kapsamlı ortaya çıktığı mahal, Cennet’tir!
Esasında, kitaplarda
"müminlere cennette sunulacak rahmet" diye anlatılan bu "RAHÎM'in
rahmeti" anlatılagelenden hayli farklı bir olaydır...
Bir kere şunu
kesinlikle bilelim ve hiç unutmayalım ki, "ALLAH"ın bütün
isimlerinin mânâları, her an geçerli ve yürürlüktedir!..
İşbu sebeple, “RAHÎM”
isminin mânâsı “şimdi geçerli değildir de, cennete girildikten sonra geçerli
olacaktır" şeklindeki anlayış, tamamiyle asılsızdır.
"ALLAH"ın
“RAHÎM” isminin mânâsı, her an, her yerde yaşanmaktadır!.. Bizim bunu
farketmemiz ya da farketmememiz hiç bir şeyi değiştirmez..
Ancak ne varki, bunun
daha fazla açıklanması mahzurludur... Ancak ehli bilir!..
Cennet ehli, bu ismin
mânâsını yaşarken; ve belki de bir çoğu bunun orada nasıl ve nereden oluştuğunu
farketmemişken; Dünya üzerinde bu ismin mânâsını yaşamış ve yaşamakta olan bir
çok zevat bulunmaktadır...
"Evliyaullah"ın
“keşif ve fetih” sahibi olanları yanı sıra, “mukarrebler”, “muhakkikler”,
“müferridun” ve "mârifeti Billah" sahipleri, hâlen
farkında olarak, "B" harfinin sırrıyla “RAHÎM” isminin
mânâsını yaşamakta ve tecellilerini seyretmektedirler...
Ayrıca, "Lâ
havle velâ kuvvete illâ “B”illah" ifadesinin manâsı dahi “RAHÎM”dendir!.
Öyle ise, “RAHÎM”
isminin mânâsını, sanki "ölümötesi yaşamda, cennet ortamında ortaya
çıkacakmış" gibi düşünmek tamamiyle gaflettir!..
“Allah” ismiyle
işaret edilenin, bütün bildiğimiz isimlerinin işaret ettiği özellikler, her an
ve her boyutta sürekli olarak açığa çıkmaktadır..Üstelik, evrendeki sayısız
"melek"ler dahi her an bu ismin mânâsıyla kaim bir yaşam
içindeyken!..
hf
Meselâ operatörün, tüm
bedeni kangren olmaktan kurtarmak için, bir bacağı kesmesi kişiye olan
merhametinin getirdiği bir rahmettir... Ve biz, bu işlemin getirdiği bütün
acıya ve ızdıraba rağmen, o doktora teşekkür ederiz!...
İşte bu, başlangıcında
bize acı veren, fakat neticesi iyi olan "rahmet"tir!. Rahman'dandır...
hf
Rahmet, merhamet
değildir!.
“Allah’ın rahmetinden
geldi.” demek; “O’nun üretmesi ile meydana geldi” demektir.
Allah’ın üretmesinin
sonsuzluğu yanında, varlığın yok olması diye bir şey söz konusu değildir demek,
“Allah’ın rahmeti, gazâbını geçmiştir.” sözü.
hf
ERMESİNİN SEBEBİ
NEDİR?
"Rahmet-i Zâtî"
bütün varlıkların zâtının ancak ve sadece ALLAH İsmiyle İşaret Edilen’in Zâtı
ile kâim ve var olmasıdır; ki bundan dolayı, varolan her şeyin "Allah'ın
rahmetine" ermişliğinden, sözedilir.
hf
"Rahmet"
her şeyde "EŞİT" olarak mevcuttur. Her şeyde "EŞİT"
olarak mevcut bulunan bu rahmet nedir?..
Her şey varlığını
Allah'ın esmâsından aldığı için; her varlığı kuşatan "Rahmaniyet"
mertebesinin eseri olarak, Hakkın zâtı ve esmâsı ile kâim varlıklar oldukları
için, hepsi de Hakkın rahmetine "eşit" bir biçimde sahip
olmuşlar; yani, "rahmet"ten yaratılmışlardır!.
hf
İnsanlar
cehennemden geçtikten sonra “Rahmet Irmağı”na dalarak ruh bedenlerinin yapısı
değişecek ve meleki =nûri bedene kavuşacaklar.
hf
“İlmi ledün”e
erdirilenlerdir!...Perdesiz yaşayanlardır!... Gerçeğe ermiş kişilerdir!..
Onlar, kendilerine
kimse ses etmeden gerçek yolu bulmuş kişilerdir.
hf
RASÛL , “TANRININ ELÇİSİ” DEĞİLDİR!
Rasûl,
vahiy yoluyla aldığı ilâhi hakikatı, beşere nakleden insan, kişi... Bir diğer
anlamıyla, ilâhi hakikatı bir alt boyutta ortaya çıkaran aracı kat anlamında..
Nitekim Kur’ân-ı
Kerim'de yalnızca Nebiler için değil, melekler için de "Rasûl"
tâbiri kullanılıyor... Melekler de "ALLAH'ın Rasûlleri”
olarak geçiyor. Zaten o yüzden biz, "Cebrâil Aleyhisselâm"
diyoruz.
"Aleyhisselâm" tâbiri kime kullanılır...?
Rasûllere ve Nebilere
kullanılır!.
İşte "RİSÂLET"
görevi yapması ve Kur’ân ‘da da meleklerden "Rasûl" diye
bahsedilmesi sebebiyle, "Cebrâil aleyhisselâm, Mikail aleyhisselâm,
İsrafil aleyhisselâm" diyoruz..
Bu
"melekler" bizim dışımızda birer kişilik sahibi varlık olduğu gibi;
ayrıca bizim yapımızda da birer boyut veya katman olarak mevcutturlar!..
Yani "Risâlet
boyutu” aslında hepimizin nefsinde var olan bir mertebe ya da katman...
Ancak bizlerin kendini o boyutta bulup hissedebilmesi mümkün değil!. Enfüs
derken senin bedeninden zâtına giden bir derinlikte demek istiyorum..
Bütün Nebilerin ve
Rasûllerin görev yapmalarını oluşturan Risâlet boyutu senin varlığında
katmansal olarak mevcut!...
Ancak, senin bilincin o
boyuta ulaşamadığı için, bulunduğun boyutun yani mertebenin kemâlâtıyla
yaşamına devam ediyorsun...
O Risâlet
boyutuna ulaşabilme istidadına sahip bilinç ise, Cebrail’in o boyuttan
ve frekanstan kendisiyle iletişim kurması sonucu Nübüvvet görevi ifa
etmeye başlıyor...
Ayrıca, senin
varlığında İsevi, Musevi, İbrahimi, Ademi boyutlar mevcut.. Bu ne
demektir?..
Yani, bu Nebilerin
ortaya koymakla görevlendiği hakikatlar, esas olarak senin varlığında da
mevcut!... Ancak, sen varlığındaki bu hakikatları keşfedemezsin.. Ama
Rasûl , velâyet hakikatından gelen,varlığın hakikatı ilmine elçilik yapan
zâttır!
Rasûller de rasullük
ettikleri mertebenin rasulleridir...
“Risâlet”
işlevi olan “Râsül”lük , kıyamete kadar geçerli bir görevdir.
“Risâlet” hem
dünya hem ölümötesi yaşam için geçerli olan bir işlevdir.
“Nebi”lik
geçicidir; “Rasûl”lük” ise asâletendir ve dünyadan ayrılmakla son
bulmaz, zira kendini tanımanın sonu yoktur ve dolayısıyla bu işlev sonsuz devam
eder “Rasûl”ler için... Bu yüzdendir ki bizler, İslâm Dini’ni
“Risâlet”in
mânâsı, Ulùhiyetin hükümlerini; Ulùhiyetin beşeriyetin ebedi saadetine dönük
emirlerini, ef’al mertebesinde ortaya koymaktadır!..
Efal mertebesinde
Ulùhiyetin hükmü ve gereği olan yeni emirleri ortaya koymak “Risâlet”tir!..Ve
bu efal mertebesinde gerçekleşir!..
“Risâlet”,
içinde yaşanılan topluma, kendi hakikatlarını bildirmek ve bunun gereğini
yaşayabilmeleri için gerekli olan çalışmaları ve yaşam biçimini tebliğ ederek,
onlara bu yolda yol göstermektir.
Toplumla ilgili yani
dışa dönük olarak, hangi işlevler “Risâlet” kapsamında ise orada “Rasûl”
kelimesi kullanılmıştır...
Şeriat getirmeyip,
insanları hakikatlarının gereğini yaşamaya davet edenlere “Rasûl”
denilmiştir!
Geçmişteki her “Rasûl”,
zâhiri itibariyle “Nebi” olabilir veya olmayabilir; bâtını itibariyle “Veli”dir.
hf
PEYGAMBER
DEĞİL; ALLAH RASÛLUDÜR!!!
“Peygamber”
kelimesi İranlıların konuştuğu Farsça kökenli bir kelimedir; Perslerin
“tanrı” anlayışıyla beraber kullanageldikleri çok eski bir kelimedir... Bu
kelime Farsçada, Kur’ân ‘da geçen hem “Nebi” hem de “Rasûl”
kelimeleri yerine kullanılmaktadır. Dilimizde de böyle kullanılmaktadır.
“Tanrının elçisi”
= ”peygamber” anlamında olarak kullanılan bir kelimedir bu kelime..
Uzaydaki bir Tanrı’nın
ya da Tanrısal gücün elçisi = postacısı anlamına “peygamber”!!!...
Oysa...
“Allah” ismiyle işaret
edilen, algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız her birimin varlığını,
orijinini oluşturuyor esmâ ve sıfatlarıyla; Zâtına sınır getirmek de muhal!...
hf
ALLAH RASÛLÜ’NÜN
BİLDİRDİKLERİNE İMAN
Allah
Rasûlü’nün bildirdiklerine iman etmekten amaç, onun gösterdiği doğrultuda
fiilller ortaya koyarak yaşamaktır.
Allah Rasûlü, tüm
yaşamında insanlara ölümötesi gerçekleri anlatarak, onların gerekli ÇALISMALARI
UYGULAMAK SÛRETİYLE kendilerini ölümötesi ebedi azap ve sıkıntılardan
korumaları yolunda mücadele vermiştir.
O’na iman ediyorsak;
bize düşen, hiç olmazsa, zamanımızın bir kısmında, insanlara ölüm ötesi
gerçekleri idrak ettirerek, onların ölümötesi ebedi azaptan kurtulmaları
yolunda çalışma yapmaktır...
hf
Hz. Rasulullah’ın
söylediği sözler, kişinin şartlanmasına ters düşünce, hiç araştırma yapmadan-
düşünmeden.” Olmaz böyle bir şey!.” diyor.
İyi ama, senin
şartlanman lokalize bir şartlanma, lokalize bir değer yargısı.
Birisi Türkiye’nin
bilmem neresinde doğmuş, büyümüş... Bu kişi, doğduğu toplumun değer yargılarına
göre yetişmiş, büyümüş, şartlanmalarına göre hareket ediyor.Diğeri ise,
Avrupa’nın bilmem neresinde büyümüş, yetişmiş... O da, içinde bulunduğu
toplumun şartlarına göre hareket ediyor, olayları değerlendiriyor.
Hz. Muhammed a.s.’ı
değerlendirebilmek için evvelâ “evrensel düşünebilme kapasitesi”ne
ulaşmak lâzım.
Böyle bir kapasiteye
ulaşmamış, göresel değer yargıları ve şartlanmaları olan insanların, Hz
Muhammed Mustafa a.s.’ı anlamaları ve değerlendirebilmeleri asla mümkün
değildir.
Göresel değer
yargılarından arınıp, evrensel düşünebilme düzeyine çıkabilen biri ancak, Hz.
Rasulullah’ı değerlendirebilir.
Hz. Muhammed s.a.v.,
sistemi OKUduktan sonra İslâm Dini’ni tebliğ etti.
Sen Sistemi OKUdun
mu?.. Hayır!..
O halde, şartlanma
yoluyla gelen birikimler insana gerçeği göstermez!. İnsan, aklını ve mantığını
kullanabildiği kadar değerlidir.
Tarih, insana gerçeği
değil, saptırmaları gösterir. Ne Emevi, ne de
Abbasi tarihine inanırım. Ne Alevî tarihine ne de Sünni tarihine inanırım.
Efendimizden 30 sene
sonra, saltanat devirleri başlamış. Sultanların yönetimi altında tarihçiler,
tarih yazmaya başlamışlar.
Şimdi, bu
dedikodularla kafanızı yormak yerine, yaşamın gerçeklerini görüp, değerlendirmek
ve o gerçeklere göre de hayatımızı bir düzene sokmak gerek!.
Ne yapacağız, bunun
için?..
Bunun için; Hz.
Muhammed s.a.v ‘in karşısına oturacağız. Onun dediklerini anlamaya
çalışacağız. Onun anlattıkları istikametinde Kur’ân ‘ı anlamaya çalışacağız.
Ve Kur’ân ‘ı anlamak için de, yaşamın gerçekleri ile âyetleri
özdeşleştirerek, bütünleştirerek deşifre etmeye çalışacağız.
hf
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın da sahip olduğu Kur`an ‘da açıklanan "ALLAH"ın
zamanüstü "AHLÂK" ve "SÜNNET" anlayışını
hakkıyla anlayamazsak; konuyu fevkalâde basit ve dar kapsamlı değerlendirme
vartasına düşeriz!.. ki bu değerlendirme yanlışının bize kaybettirdiklerini de
bir daha hiç bir şey kazandıramaz!...
"ALLAH
indinde din İslâm`dır"..!
"ALLAH
SÜNNETİNDE ASLA YENİLENME (değişme) OLMAZ"..!
Âyetleri
dikkat ediniz, zamanüstü gerçeklere işaret buyurmaktadır!
Örf,
âdet, zaman, mekân üstü "ALLAH", AHLÂKIYLA AHLÂKLANIN!." buyuran
Rasûlullah Aleyhisselâm, elbette ki "ALLAH Ahlâkıyla ahlâklanmıştı!..
-"Benim
sünnetimden yüzçeviren bizden değildir!...."
buyuran o
yüce Zât, acaba "SÜNNET" kelimesiyle neye işaret
etmişti?
Toplumlara,
zamana, örf ve âdetlere GÖRE değişebilen değerlerden mi
sözediyordu "SÜNNETİM" diyerek?...
Yoksa, "ALLAH
AHLÂKIYLA AHLÂKLANMIŞ" bir kişi olarak, "ALLAH SÜNNETİNE"
mi işaret ediyor; "ALLAH SÜNNETİ OLAN SÜNNETİMDEN YÜZÇEVİREN"
mi demek istiyordu?.
"ALLAH" beşeri kavram ve değer yargılarından beri olduğuna göre, acaba zamanüstülükte,
"SÜNNET" kavramını nasıl anlamamız gerekir... Ki bu "SÜNNET",
zamanla hiç değişmemektedir!..
Kesin kuraldır
bu!...
Çünkü senden
meydana gelmeyen çalışmanın neticesi de asla senin için geçerli olmayacaktır...
Ayağını bir
adım ileri attınmı, bir adım ileri gidersin; iki adım ileri attınmı, iki adım
ileri gidersin!. Çünkü ilâhi sistem, nizam, düzen, bu esas üzerine
kurulmuştur..
"VELEN
TECİDE Lİ SÜNNETALLAHİ TEBDİLÂ"...
"ALLAH`IN
SÜNNETİNDE ASLA YENİLENME (değişiklik) OLMAZ"!...
Falanca
için "SÜNNET" başka türlü, filanca için "SÜNNET"
başka türlü, fişmekanca için "SÜNNET" başka türlü olmaz..
Herkes için
geçerli tek bir "SÜNNET" vardır!... "ALLAH
SÜNNETİ"!.
Şimdi burada
üzerinde düşünmemiz gereken önemli bir konu daha var gibi geliyor bize...
"SÜNNET"
deyince, sadece Hz. Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın sakalını, bıyığını, entarisini, başına doladığı sargıyı,
üzerine oturduğu hasır yaygıyı; ya da elle yemesini mi anlayacağız?... Ya da
diğer bir ifade ile, sadece O`nun "ÂDETLERİNİ" mi
anlayacağız?...
Bildiğimiz,
inandığımız,
Yine,
bildiğimiz, inandığımız,
Hz. RASÛLULLAH`ın
"SÜNNETİ", "ALLAH SÜNNETİ" ise; acaba
"ALLAH" "SÜNNETİ" nedir ki, Rasûlullah
"SÜNNETİ" de o ola?...
Ki bu arada
yukarıda naklettiğimiz ayette, "ALLAH SÜNNETİNİN HİÇ BİR ZAMAN
DEĞİŞMEDİĞİ" vurgulanmaktadır!..
Buna göre,
hangi zamanda yaşanırsa yaşasın, yani ister bin küsur yıl önce ister beş bin
yıl sonra, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın da hiç değişmiyecek
"SÜNNETİ"dir bu!.
Yüzbin ya da
onmilyon yıl önce de, sonra da "ALLAH SÜNNETİ" değişmediğine
göre... Hz.Rasûlllah’ın "SÜNNETİ" de "ALLAH
SÜNNETİ" olduğuna göre; hâlâ sadece, Allah Rasûlü’nün biçim,
kıyafet ya da davranışlarını mı anlayacağız "SÜNNET"
kelimesinden?...
Yoksa, "ALLAH"ın
zaman üstü yaratış hüküm ve sisteminin Allah Rasûlü tarafından
farkedilip; ALLAH sistem ve düzeninin zaman üstü değerlerinin benimseniş ve
bize farkettirilmek istenişinden mi sözedebileceğiz?
Unutmayalım
ki!...
Hatırlayalım
ki!...
Ya da
farkedelim ki!...
Allah Rasûlü
bize "ALLAH"ı bildirmek, farkettirmek, kavratmak, hissettirmek
ve sonuçlarını yaşattırmak için görevlendirilmiştir!
Alah
Rasûlü’nün yaşadığı zaman ve ortam gereği zorunlu olarak ortaya koyduğu
davranış ya da görünüşlerle "ALLAH"ı
kayıt altına almak; bize "ALLAH"ı tanıma konusunda sayıya
gelmez çok önemli gerçekleri kaybettirir...
Şunu çok net
bir şekilde farkedelim ki !..
"ALLAH"ı tanıma babında gerekli olan tüm ipuçları Kur`ân-ı Kerim’de bize
bildirilmiştir...
Ayrıca, Hazreti
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın dahi tarafımızdan nasıl değerlendirilmesi
icabettiği hususunda gerekli bütün işaretler gene Kur`an-ı Kerim
tarafından bize açıklanmıştır...
Bütün bunların
ışığında; biz Rasûlullah Aleyhisselâm’ın da sahip olduğu Kur`anda
açıklanan "ALLAH"ın zamanüstü "AHLÂK" ve "SÜNNET"
anlayışını hakkıyla anlıyamazsak; konuyu fevkalâde basit ve dar kapsamlı
değerlendirme vartasına düşeriz!.. ki bu değerlendirme yanlışının bize
kaybettirdiklerini de bir daha hiç bir şey kazandıramaz!...
"ALLAH
indinde din İslam`dır"..!
"ALLAH
SÜNNETİNDE ASLA YENİLENME (değişme) OLMAZ"..!
Âyetleri
dikkat ediniz, zamanüstü gerçeklere işaret buyurmaktadır!
Örf,
âdet, zaman, mekân üstü "ALLAH", AHLÂKIYLA AHLÂKLANIN!." buyuran
Rasûlullah Aleyhisselâm, elbette ki "ALLAH Ahlâkıyla ahlâklanmıştı!..
-"Benim
sünnetimden yüzçeviren bizden değildir!...."
buyuran o
yüce Zât, acaba "SÜNNET" kelimesiyle neye işaret
etmişti?
Toplumlara,
zamana, örf ve âdetlere GÖRE değişebilen değerlerden mi sözediyordu
"SÜNNETİM" diyerek?...
Yoksa, "ALLAH
AHLÂKIYLA AHLÂKLANMIŞ" bir kişi olarak, "ALLAH SÜNNETİNE"
mi işaret ediyor; "ALLAH SÜNNETİ OLAN SÜNNETİMDEN YÜZÇEVİREN"
mi demek istiyordu?.
"ALLAH" beşeri kavram ve değer yargılarından beri olduğuna göre, acaba zamanüstülükte,
"SÜNNET" kavramını nasıl anlamamız gerekir... Ki bu "SÜNNET",
zamanla hiç değişmemektedir!..
“Rasûlullah’ın
Sünneti”,“ALLAH Sünneti”dir ki, 48/23 âyette;
“Allah’ın
sünnetinde asla yenilenme-değişiklik- bulamazsın!
”Allah Sünnetinin hiç bir zaman(yenilenmediği) değişmediği “
vurgulanmaktadır!
Allah Rasùlü Muhammed
Mustafa Alehisselâm’ın sünneti Arap âdet ve örfleri değil; Allah
sünnetidir!
Buna göre,hangi
zamanda yaşanırsa yaşansın,yani ister bin küsur yıl önce ister beş bin yıl
sonra , Rasûlullah Aleyhisselâm’ın da hiç değişmeyecek sünnetidir bu!
Yüz bin ya da onmilyon
yıl önce de,sonra da “ALLAH SÜNNETİ” değişmediğine göre, “Rasûlullah’ın
SÜNNETİ” de “ALLAH SÜNNETİ” olduğuna göre;hâlâ sadece, Rasûlullah’ın
biçim-kıyafet ya da davranışlarını mı anlayacağız “SÜNNET” kelimesinden?
Yoksa,”ALLAH’ın
zaman üstü yaratış hüküm ve sisteminin Allah Rasûlü tarafından
farkedilip; ALLAH sistem ve düzeninin zaman üstü değerlerinin benimseniş ve
bize göre farkettirilmek istenişinden mi sözedebileceğiz?
Allah Rasûlü’nün
yaşadığı zaman ve ortam gereği ortaya koyduğu davranış ya da görüşlerle
“ALLAH”ı kayıt altına almak ; bize “ALLAH”ı tanıma konusunda sayıya gelmez çok
önemli gerçekleri kaybettirir.
hf
Efendimiz,
Rasûlümüz,basîretimizin nùru,Allah’ın Habîbi’ne Salâvat getirmemiz Âyet-i
Kerime ile bize emrolunuyor...
Niçin bu böyle?..
Buyuruyor ki Rasûlùllah
Sallâllâhù Aleyhi ve Sellem:
“İNSANLARA
ŞÜKRETMEYEN HAK’KA ŞÜKRETMİŞ OLMAZ”
İşte bu
açıklama,tasavvufun en derinliklerine ait bir gerçeği bizim basîretimiz önüne
sermekte;şâyet biraz olsun kalp gözümüzü örten perdelerden kurtulmuş isek!..
“ALLAH
MUHSİNLERLE İHSÂN EDİCİDİR”
Âyetinin inceliğine
vâkıf olursak,anlarız ki,herhangi bir ihsân ediciden o şeyi bize ihsân
Allah mutlak gerçeği
bize göstermek ve idrâk ettirmek için Rasùlullah Salla’llâhu Aleyhi ve
Sellem ile bize ihsanda bulunduğuna göre; Rasùl-u Ekrem’e şükür Allah’a
şükür olacaktır!..
hf
Hz
MUHAMMED, “ALLAH POSTACISI” DEĞİLDİR!
Olayın
"hakikatına karşı "perdeli" olan bazılarından yayılmak istenen
asılsız ve hatta "edepsiz" bir görüşe göre:
"Hazreti Muhammed
iyi-dürüst bir insandır!!!... Eh biraz da akıllıdır!!!...işte bu yüzden Cibril,
Allah'ın emriyle peygamberlik görevini ona vermiş ve o da Cibril'in ona dikte
ettiği biçimde yaşayıp, geçmiştir!!!... O sadece Allah'ın haberlerini bize
ulaştıran bir postacıdır!!!.. Allah'ın postacısıdır!!!.
Gerçekte, Hazreti Muhammed'in
hiç de büyütülecek bir yanı yoktur!!!... Tasavvuf ehli O'nu gereksiz yere
hayalinde büyütüp paye vermektedir(!).. O tamamiyle bir beşer olarak yaşamış,
sadece Cibril'in direktifleri doğrultusunda insanlığa Allah emirlerini tebliğ
etmiş, bu yönüyle farklı bir insandır!!! Hazreti Ali'den, Hazreti Ebu
Bekir'den, Şah Nakşıbend'e, Abdulkadir Geylâni'den Abdülkerim Ceyli'ye, imam
Gazali'den ibrahim Hakkı Erzurumi'ye kadar bütün mânâ ehli zevat Hazreti
Rasûlullah’ı boş yere gözlerinde büyütmekte, O'nun sözlerine yani hadislerine
değer vermektedirler!!!.
Bize sadece, O'nun
tebliğ ettiği Kur'ân yeter!!!... Hadisleri ciddiye almamıza gerek yoktur!!!...
Çünkü , çok büyük bir kısmı da uydurmadır!!!..."
Ve daha böylesine bir
takım saçmalıklar!... Mantıksal bütünlükten uzak laflar!...
"Postacı"
birinden diğerine bir şey taşıyan, götüren; ancak ne götürdüğünden de haberi
olmayan kişidir... Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’a "ALLAH’IN
POSTACISI" demek, en azıyla, O'nu, “yaptığı görevin şuurundan yoksun
olmakla” tanımlamaktır ki, böyle bir anlayıştan O yüce Zâtı tenzih ederim...
Bize göre bu yanlış
tanımlamanın sebebi, Hazret Muhammed Aleyhisselâm’ın gerçek büyüklüğünü
ve derinliğini müşahede edememektir.. Bu durum neticede bu kişileri sahih
hadisleri bile inkâr noktasına getirmiştir!..
Halbuki Kur'ân-ı
Kerim’in oturtulduğu tahtın ayakları "Hadisler"dir!...
Bize âyetlerin nasıl
anlaşılması, yorumlanması ya da tatbik edilmesi konularını Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın hadisleri öğretir...
Nâzil olan Kur'ân
ışığında İslam'ın nasıl yaşanması gereğini bize bizzat Hazreti Rasûlullah
öğretmiş ve O'nun açıklamaları doğrultusunda biz bugün bu noktaya gelmişiz!...
İslâm Dini, Kur'ân-ı
Kerim ve Rasûlullah Aleyhisselâm’ın hadislerinden ibarettir!...
Asırlardır yapılan
derin araştırmalar sonucu olarak en azından "kütübü sitte"
denilen ve hatta buna ilave edilen bir kaç hadis külliyatındaki hadislerin
kesinlikle doğruluğu tesbit edilmiştir... Bu konuda hadis kitaplarında geniş
bilgiler vardır... Arzu edenler olayı araştırarak haklılığımızı
anlıyabilirler...
Biz şayet okuduğumuz
bir hadisin gayesini veya hikmetini anlıyamıyorsak, onun hangi boyuttan, hangi
müşahede içinde söylenmiş olduğunu bilemiyorsak; hiç değilse, onu bir gün
anlıyacağımız seviyeye ulaşıncaya kadar susup, beklemesini bilelim..
Unutmayalım ki,
inancımıza göre, yarın Hazreti Rasûlullah'ın huzurunda O'nunla yüzyüze
geleceğiz!
Bize göre...
Hazreti Muhammed
Mustafa olağanüstü özelliklerle bezenmiş muhteşem bir Zât'tır!... Şerefimiz,
O'nu tanıyabildiğimiz, anlıyabildiğimiz ölçüdedir!..
Onsekiz yaşından beri,
çağdaş bilimler eşliğinde, O'nu ve getirdiklerini; açıkladığı gerçekleri ve
sistemi anlamaya; ve dilimiz döndüğünce de anlatmaya çalışıyorum...
Bütün bunlara rağmen,
O yüce Allah Rasûlü’nü anlama ve anlatma konusunda bugüne kadar yapabildiklerim
bir hiçtir!...
Evet, Hazreti Muhammed,
"Cebrail'in dikte ettiği fikirleri bilgileri insanlara dikte
Ve geldik, Risâlet
kemâlâtından anladıklarımızı, müşahedelerimizi nakletmeye...
Hazreti Resûl
Aleyhisselâm, Cebrail'in "SIKMA"sına mâruz kaldığı zaman, daha
önce de izah ettiğimiz yönüyle, Allah’ın bazı "isimlerinin mânâları"
istikametinde son derece önemli "FETİH"lere kavuştu.!..
Bu "isimlerin
mânâlarının" kendisinde daha büyük kapasiteyle ortaya çıkması, O'nun
basiretinin, ferasetinin, nüfuziyetinin (yani yöneldiği varlığın bâtınına nüfuz
ederek onun yapısını, özelliklerini, varoluş gaye ve hikmetini sezme hassası)
çok büyük ölçüde gelişmesine vesile oldu...
Bu bir anda, şıp diye
ortaya çıkan, veya çıkacak olan bir olay değildi...
"SIKMA"
neticesi beyinde hazımlı bir şekilde meydana gelecek kapasite, oldukça uzun bir
zaman istiyordu...
İşte bu yüzdendir ki,
ilk vahiyden sonra, üç seneye yakın bir zaman yeni vahiy gelmedi ve Cebrail ile
bir görüşmesi olmadı...
Hatta bu yüzden zaman
zaman "terkedildiği" düşüncesine kapılarak büyük endişe duydu...
Ne var ki bu süreç
gerekliydi..ilk farklı ve güçlü açılımı yani bir üst boyut katmanına ait
varlıkları ve bilgileri değerlendirecek kapasitenin oturması zaman istiyordu..
“Ayânı sâbitesi” ve
“varoluş istidadı” itibariyle zaten "Allah" isimlerinin tümüne sahip
olan varlığı, bu etkiye de mâruz kalınca; artık o isimlerin mânâları daha güçlü
bir şekilde ortaya çıktı; ve böylece de mutlak gerçeği, Evrensel SİSTEMİ "OKU"maya
başlamış oldu!
hf
Hz.
MUHAMMED, ALLAH RASÛLÜ’DÜR;
CİBRİL ELÇİSİ
DEĞİL
Normaliyle, her
işte kural; işe ehlini tâyin etmektir!.. Şayet o işe ehlini tâyin etmezseniz,
hem o işe, hem de tâyin etmiş olduğunuz kişiye zulmetmiş olursunuz!..
Şimdi bir düşünün...
Sürekli Cebrail ve
diğer meleklerle iletişim içinde olan; Cinleri görüp, onlarla iletişim içinde
olan; içinde yaşadığı ve yaşayacağı sistemi "OKU"yan; daha aramızda
yaşarken cennet ve cehennemi bizâtihi görüp, orada yaşanmakta olanları ya da
yaşanacakları anlatan; kabirde yaşanılanları müşahede edip, yanındakilere kabir
âlemindeki kişilerin içinde bulundukları halleri haber veren; gösterdiği yoldan
gidenleri türlü olağanüstü özelliklere kavuşturan; ve daha sayamadığımız pek
çok olağanüstü özellikleri olan bir ZÂT, nasıl olur da basit, sıradan bir
“dikte makinesi bir beşer” ya da “hoparlör” ya da "postacı" olarak
nitelendirilebilir... Ne getirdiğinden gafil midir Allah Rasûlü ?..
Bırakın bu devri bir
yana..
Bugüne kadar gelmiş
geçmiş sayisız evliyadan zâtları düşünün...
Kimi keşif yollu, kimi
fetih yollu müşahede sahibi zevat!...
Bunlardan hangi bir
tanesi ortaya çıkıp da, Rasûlullah’n hadislerini "uydurmadır" diyerek
safdışı etmeye kalkmış?...
Üstelik, bunların
önemli bir kısmı, mânen Rasûlullah Aleyhisselâm ile olabildiğince sık biraraya
gelen ve gerçekleri O'nun ağzından kendi kulaklarıyla duyan zevat!...
Şayet bu hadisler,
iddia edildiği gibi "uydurma olsaydı"; keşif ve fetih sahibi olup
bugün dahi bu yoldan Hazreti Rasûlullah ile görüşme imkânına sahip bulunan
zevat tarafından, Müslümanlar uyarılmaz mıydı?...
Allah ilmi, iradesi ve
kudretinin aramızda ve aramızdan zâhir olmasıyla korunan İslam Dini, asırlardır
Hazreti Resûlün hadisleri istikametinde yüzmilyonlarla ifade edilen kitlelere
yol göstermiş; ve herkes varediliş gayesi nisbetinde bu pastadan pay
almıştır...
Bütün bu çalışmalar
sırasında, unutulmamalıdır ki, "ALLAH ELÇİSİ"nin yani “Rasûlullah Muhammed
Mustafa”nın rolü, basiretsizlerin, mâneviyattan, "hâl"den nasibi
olmamışların göremeyeceği ölçüde çok büyüktür!...
“ELÇİ”nin seviyesi
gönderenle mütenasiptir!... Hiç bir zaman bir devlet başkanı, bir musluk
tamircisini "elçisi" olarak bir yere yollamaz!..
Kesİn olarak bilelim
ki...
Hazreti Muhammed
Mustafa, “ALLAH RASÛLÜ” yani “ALLAH ELÇİSİ”dir!...
Yoksa, günümüzde
bazılarının iddia ettiği ve tefsirlerine yazdığı gibi "CEBRAİL'İN
ELÇİSİ"; yahut da bir "gök tanrısının elçisi" değildir!..
Dikkat edelim...
“UZAY DİNİ” diye tanımlanan ve “UZAYLILARIN TEBLİĞ ETTİĞİ” iddia edilen "CİN
KÖKENLİ" “ALTIN ÇAĞ BİLGİ KİTABINDA” şöyle denilmektedir:
"İslâmi
bütünlük ışık dost MUHAMMET'i “RESUL” ZANNETMEKTEDİR.. Halbuki O, ALLAH'ın
habibi “RESUL”ün ELÇİSİDİR.. RESUL, büyük ASHOT yani SULH'dur"(Fasikül:42;
s:408)
Bu “UZAYLILAR”a göre,
“Muhammet'in elçisi olduğu büyük ASHOT'un Rabbi olan ALLAH da, bedenlenmiş
olarak BETA NOVA gezegeninde yaşamakta ve orada bizi yanına
beklemektedir”!!!...(Fas:46;s:447)
Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm’ı, Cebrail'in “RESULÜ-ELÇİSİ” olarak tanımlayan zâtı muhteremler
kimlerle aynı parelele düştüklerinin; ve kimlerin etkileri altına girmiş
olduklarının†farkına varacaklar mı acaba?
"ALLAH KULU ve
ELÇİSİ" olma şerefine sahip bir ZÂT için
ise, biz ne söylesek azdır!... O'nun yüceliğini anlatmak bizim gibiler için
asla mümkün değildir!..
hf
ALLAH RASÛLÜ’NÜN BEŞERİYET YÖNÜ
Yunus Nebi
balığın karnından çıktıktan sonra hâlsiz kalıp kıyıda kabak türü bir
bitkinin yaprakları altında dinlendi...
”Yaprak O’na
gölge yaptı,gölgeledi”
diye
anlatılan durum ise; O’nun kendisindeki nübüvvet kemâlâtının beşeriyet sùreti
altında açığa çıkmasıdır
”Beşeriyet sùreti”ni
,”Dünya sùreti” olarak anlayacağız.
Bu durum,bütün
Nebilerde-Rasûllerde böyledir!
Çünkü biz
Hz.Rasûlullah’a baktığımız zaman “beşer” olarak görürüz.
Bizim gibi yiyip-içip-uyuyup-konuşup-eğlenen bir insan olarak
gördüğümüz için Nebileri-Rasûlleri inkâr ederiz.Fakat Nebi ve Rasûlleri sırf
kerâmetleri yönüyle görürsek yine inkâr ederiz.Çünkü “bizim gibi değil, O özel
bir insan..O halde özel olduğu için bunları yapıyor” deriz!
Biz, Hz.
Rasûlullah’a baktığımız zaman beşer olarak görürüz. Bizim gibi yiyip içip,
uyuyup, konuşup, eğlenen insanlar olarak gördüğümüz için tüm Nebi ve
Rasûlleri inkâr ederiz. Fakat, onları sırf kerâmetleri yönüyle görürsek
gene inkâr ederiz. Çünkü, “bizim gibi değil, o özel bir insan. O halde özel
olduğu için bunları yapıyor.” deriz.
Yani, Allah Rasûlü
iki yönü kendisinde birleştirir.
İlâhi nûrun zuhûru
yanı.
Beşerî yanı,
Beşerî yanı ile
görürsek, “bizden ne farkı var?.” Diye inkâr ederiz.
Onun içindir ki, bir
Rasûl’de bu iki yönün de açığa çıkması lâzım!.
“Ben de sizin
misliniz olan bir beşerim”
diyen en
muhteşem insan, Allah Rasûlü ve hatemen nebiyyin Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm bizler gibi bir bedene sahip!.
Kerâmetleri hadsiz
hesapsız Gavsı Âzâm Abdülkâdir Geylâni, Ahmed Rufâi ve
niceleri; bizler gibi bir bedene sahip!.
El-kol, bacak beyin
aynı da....
Tıpkı kâfirlerde olan
el-kol, bacak, beyin gibi...
Farklı olan tek bir
yanları var bugünkü bilimsel verilere göre....
BEYİN İŞLETİM
SİSTEMLERİ!.v
hf
ALLAH RASÛLU’NUN YOLUNDA YÜRÜMEK
Ne demektir “Allah
Rasûlü”nün yolunda yürümek?.
“Allah Rasûlü”nün
yolunda yürümek, onun gibi oturup kalkmak, onun gibi yiyip içmek; onun
kullandıklarını kullanıp, kullanmadıklarını kullanmamak değildir!.
“Allah Rasûlü’nün yolunda yürümek” demek, O Zâtın beşeriyetinin ve yaşadığı
devir ve ortamın şartlarının gereklerini taklit değil; “Allah Rasûl”lüğünün
gereği olarak insanlara verdiği hizmetin, devamı yolunda görev yapmak
demektir!. Bu husus çok iyi anlaşıla!.
Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın temelini İbrahim Aleyhisselâm’ın HANİF'liği oluşturur!... Bu da
demektir ki, Hanif olamadığımız sürece, bu temeli elde edemediğimiz
sürece Hz. Rasûlullah’ın yolundan gitmemiz -düşünsel olarak- mümkün
değildir!...
hf
RASÛL VE NEBİ’YE NİÇİN İHTİYAÇ VARDIR?
Mutlaka
Nebi ve Rasûle ihtiyaç vardır...
Nebi ve Rasûl "vahiy"
gücüyle "ALLAH"ı bilmiştir... Normal bir kişi ise akıl
gücü ile "ALLAH"ı bilir!.
Vahiy gücü ile akıl gücü arasında çok büyük fark vardır.
Vahiy yolundan "ALLAH"ı bilmek, varlığın hakikatının melek
aracılığıyla kişiye açılması sonucunda varılan hakikattır... Yani, akıl,
fikir, mantk kullanılmaksızın; kendi özündeki hakikatın, sende melek aracılığıyla
açığa çıkmasıdır.
Hz. Muhammed
Aleyhisselâm bu yoldan "ALLAH"ı bildiği için, bütün insanlara
yol gösterici olmuştur!.
Ama sen kendindeki
hakikatı, "ALLAH"ı akılla bilmeğe kalktığında ne
oluyor?... Bunu biraz düşünelim...
Genele bir bakalım....
Bugün sayısız insan "ALLAH"a
inanıyorum" diyor.. Ancak, araştırmacılar bir yana, hiç kimse "Rasûlullah
Hz. MUHAMMED`in açıkladığı Kur`ân ‘ın târif ettiği "ALLAH"a iman
etmiyor!..
İşte bunu kesin bir
dille vurgulayan âyet:
"İNSANLARDAN
BİR KISMI ALLAH`A VE GELECEĞİMİZE İMAN ETTİK, DERLER; AMA #B#NİN İŞARET ETTİĞİ
MÂNÂNIN BİLİNCİNDE OLARAK İMAN ETMEMİŞLERDİR." (2-9)
Hepsi de kendi
kafasında, hayâlinde, şartlanmaları neticesinde oluşan "ötesindeki"
bir gök tanrısına inanıyor; ve ona "ALLAH" adını
veriyor!.
Ondan sonra da, O`nu
hesaba çekiyor!!!...
"Bunu da böyle
yaptı olur mu"; "bunun da sırası mıydı", diye ona bir yığın "eksiklik"
atfediyor!... Kime?..
Kendi kafasında
yarattığı tanrısına eksiklik atfediyor!. Neden?... Çünkü, Allah Rasûlü’nün
bildirdiği "ALLAH"tan haberi yok!.
Hz. Muhammed
Aleyhisselâm efendimizin bize bildirdiği "ALLAH" ile, bugünkü
sayısız insanın inandığı ve "ALLAH"ın adını verdiği tanrısının
hiç alâkası yok!. Zira bugünkü insanlar tasavvurlarında yarattıkları ötelerindeki
bir gök tanrısına "ALLAH" adını veriyorlar!.
Hz. Muhammed'in
bildirdiği "ALLAH"a iman etmek için önce "Lâ
ilahe illallah"; sonra da "Kul hu VALLAHU ahad"
âyetlerinin mânâsını idrak etmek zorunludur!
Bu ikisinin arasındaki
anlam farkı kavranılmadan Hz. Muhammed'in bildirdiği "ALLAH"a
iman etmek asla ve asla mümkün değildir!.
Bu fark anlaşılmadığı
takdirde de, düşüncende tasavvur ettiğin, aklının gücüne göre kendi hayâlinde
oluşturduğun bir tanrıya "ALLAH" adını verirsin!...
İşte o takdirde Kur`ân
'daki şu âyeti hatırlamamız icabeder:
"Sen
kendi hevasını kendine tanrı edineni gördün mü?" (25-43)
Niye..?
Çünkü, kendi basit
anlayışına, sınırlı fikrine, vehmin hükmü altındaki aklına göre bir tanrı
varsayıp yarattın!. Sonra da, onun kimi işinden memnun olup, kimi işini de
eleştiriyorsun!...
Oysa, “Âlemlerin
Rabbı olan ALLAH"'tan haberin bile yok !.
İşte bu sebepten
dolayı, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın vahiy yoluyla alıp bize bildirdiği "ALLAH"a
iman etmek; ve aklı o istikamette kullanarak değerlendirmek, ancak ve
ancak yaratılışında "iman nuru" nasib olmuş kişiye mümkün
olur. Başka türlü mümkün olmaz!.
Olmadığı zaman da biz
o kişiyi eksik kusurlu görmeyiz!. Şükrederiz, bize nasib etmişse; ne âlâ !..
Nasip etmemişse, takdiri ilâhi, deriz.. Hükmüne razı olmaktan başkaca bir şey
elimizden gelmez!.
hf
RASÛL VE NEBİ’YE İMAN NİÇİN ÖNEMLİDİR?
"Korunmak
isteyenlere", Rasûle iman iki sebepten önemli ve
gerekli;
Birinci sebep, sonsuz
yaşamın boyunca karşılaşacağın tehlikelerden, azaplardan, sıkıntılardan
korunabilmen... Bunun için de bir takım çalışmalar yaparak tedbirler alman
zorunlu !...
İkinci sebep
olarak da Rasûle iman etmen gerekiyor ki, kendi derinliğine,
özüne inesin; derinliğinde özünde ilâhi hakikatları bulasın!. "ALLAH"
varlığı ile kâim bir varlık olduğunu anlayasın, bilesin, idrak edesin!...
Elbette bunun gerçekleşmesi için de, önce buna "iman etmen"
gerekiyor.
Sonra da, o
"İMAN"dan ileri gelen çalışmaları ortaya koyarak, özündeki hakikata
eresin!.
İşte bu iki
sebepten dolayı "Rasûle İman" zorunludur...
Kime zorunludur?...
Akıl sahiplerine!. Beyin sahibi olup da, tefekkür edebilme özelliği,
düşünebilme özelliği olan insanlara.
Şefkat,
merhamet gibi duygular bütün hayvanlarda vardır; zaman zaman bunu ortaya
koydukları hepimizin malûmudur.
İnsanı
hayvandan ayıran özellik, şefkati, merhameti, iyilik yapması değil; akıl sahibi
olması ve geniş tefekkür gücünün bulunmasıdır..
İnsanın
şerefi aklı kadardır!..
Güçlü
akıl ise "İMAN" zorunluluğunu rahatlıkla farkedebilir...
Elbette ki bu "İMAN",
kendisine en yakın olandan başlayacak ve "RASÛL"ün kendisine
yani "Rasûllüğüne" olacaktır... "O"nun Rasûllüğüne
"iman" edecektir; ki daha sonra da "Rasûl"ün
bildirdiklerine iman etsin!.. Ve böylece aklıyla, iman yolunda yürümeye
başlasın...
hf
RASÛLULLAH’A
TESLİMİYET
Akıl yolu kapanınca tek bir geçiş köprüsü vardır...
O da "İMAN"
köprüsü!...
Yani, sen ancak, Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın söylediğine iman edip, bu inancın istikametinde O`nun
dediğini yaparak; akıl yoluyla geçemediğin bu engeli iman
desteğini kullanarak geçebilirsin... Zira başka türlü takıldığın o engeli geçme
imkânın yoktur!.
Niye?...
Rasûlullah`ın seni uyarmasına karşın, vehmin ya da cinin seni sürekli baskı
altında tutarak şöyle düşündürtecektir:
"Hayır! Sen bu
kadar senedir biliyorsun, bu bedensin veya ruhsun, birimsin; senin hakikatın
nasıl "ALLAH" olur. "ALLAH" nerede sen nerede..
"ALLAH" o kadar büyük ki, sen çok ufaksın. Sen ondan ayrı bir
şeysin!..."
Evet, vehmin ya da
cinin bu gibi fikirlerle, sürekli olarak bu gerçeği kabullenmemen
yolunda etkiler..
İşte bu noktada sen,
KUR`ÂN-I KERİM ne buyuruyor:
"BAŞINI
"NEFS`İNİZDE
MEVCUT!.. HÂLÂ GÖRMÜYOR MUSUNUZ?"
"BİZ
gibi âyetlerle
bu gerçekleri
Buna "iman"
ederek; “evet, benim de, bütün varlığın da hakikatı ALLAH’'tır; ve "O"nun
dışında bir şey yoktur”; diyebiliyorsan "iman" yollu, ne
âlâ!... Evrensel mutlak tek hakikatın yolu
Gerçekte kim, "BEN"
derse, bu "BEN" kelimesiyle özündeki varlığını oluşturan "ALLAH"ın
isimler bileşimine (terkibine) işaret etmektedir!..
Bu imana sahip
olursan, ve bu istikametle
Bu da ancak iman ve
Rasûlullah`a teslimiyet yoluyla mümkündür!. Bundan öteye akılla
geçilmesi mümkün değildir!.
İşte o yüzdendir ki iman,
aklın önüne alınmıştır..
Bu noktaya kadar akılla
gelinir... Ancak, bu "hakikat" sırrına ermek; "hakikat"ı
yaşamak; "benlik"ten yani "nefis"ten
kurtulmak; veya dini tâbiriyle "şirki hafi"den arınmak, ancak
ve sadece "iman" ve “Rasûlullah`a teslimiyet”lemümkündür.
Nasıl iman ve
teslimiyet..?
Veya senin ters
bildiğin bir şeyi
Vehim,
"Rasûlullah`ın
benden ne menfaati var ki bunu böyle demiş...Allah Rasûlü , benim iyiliğim için
demiş!. Madem ki böyle demiş, ben bunu böyle yaparım"; deyip yapacaksın!. Neticesi de senin için mutlaka selâmettir.
Bu "İMAN"
yoluna karşılık, şeytâni cinler de senin vehmini tahrik edecek;
aklına, çeşitli şartlanma yollu edindiğin verilerle oluşmuş mantığa dayalı
fikirler getirecek; böylece de seni imanının gereği olan şeyi yapmaktan
alıkoyacaktır..
Yani, cinler
seni "ALLAH" yolunda mantık oyunlarıyla vurmak isteyeceklerdir
ki; bundan da tek kurtuluş yolu "İMAN" ipine sarılmaktır!
İşte bu yüzden Din,
"iman" esası üzerine kurulmuştur!..
Tasavvuftaki bütün gerçek
tarikatlar da, Rasûlullah`a teslimiyet esasına dayalı olarak,
gelen kişiye yardımcı olabilirler. “
Mutlak teslimiyetin, söz konusu olmadığı yer ve hâl ve ortam, tarikat değil "iyi
ahlâk derneği" çalışmalarıdır!.. Onun için teslimiyet şarttır!.
Rasûlullah`a
teslimiyet olmadığı sürece, yetiştirici yardımcı
olamaz. Çünkü herşeyi akılla izah etmesi mümkün değildir..
İnsanın "ALLAH"a
yakıyn sahibi olabilmesi için önce akla ihiyacı vardır.. Bu akıl
yolu ile önce şartlanmalardan yani adetlerden oluşan bakış ve
değerlendiriş açısından kendisini kurtarması gerekir...
Ayrıca, tabiatı
ile mücadeleden yani bedenin doğasından gelen gelen istek ve
bağımlılıklarıyla mücadeleden başlayarak yola çıkması gerekir.
Bu arada "nefs"inin
hakikatına irfan sahibi olması gerekir!...
"Men arefe
nefsehu fekad arefe rabbehu",
uyarısında işaret
edilen bir biçimde "nefs"inin hakikatını bilmesi
icabeder.
"Nefs"inin hakikatını bildikten sonra da, nefsinin hakikatına
ermesi için dahi, o hakikatı yaşayan birini bulup, ona varlığını teslim etmesi
gerekir; ki, bu teslimiyet gerçekte kişiye değil, "ALLAH"a
olan teslimiyettir!...
Çünkü o hakikatı
yaşayan kişide gören göz, söyleyen dil. işiten kulak, tutan el, yürüyen ayak "ALLAH"`a
aittir. Dolayısıyla, bu vasıflarla vasıflanmış kişiye olan teslimiyet ancak ve
ancak "ALLAH"'a olan teslimiyettir!.
"ALLAH"a teslimiyet, hayâldeki, varsayılan bir kavrama teslimiyetle olmaz!..
ALLAH"a
teslimiyet RASÛLULLAH`a teslimiyet ile mümkündür:
"ALLAH`A
VE RASÛLE UYUNUZ"
âyeti bunun
sonucudur.
Ben kendi düşüncemdeki
"ALLAH"a teslim oluyorum, diyen kişi; ben Allah Rasûlü’nü
Halbuki; Allah
Rasûlü’ne gerek olmadan "ALLAH"a vâsıl olmak, "ALLAH"ı
bilmek idrak etmek hiç mümkün değildir!.
hf
YENİDEN
DÜNYAYA GERİ GELECEK MİYİZ?
Binlerce yıl
öncesine dayanan Hint felsefesinin "TENASUH", yani, ölümü
tadıp biyolojik beden yaşamından ruh beden yaşamına geçtikten bir süre sonra
yeniden bir biyolojik bedene girerek dünyaya geri dönme görüşü günümüzde yeni
bir olguymuşçasına pazarlanmaya çalışılmaktadır.
Üstelik bu olay, İslam
Dinince
Ölüm olayının
sonrasında yaşamın değişik bir bedenle devamı kaçınılmaz bir gerçektir!. Zira
madem ki tüm bilim dünyası "varolan hiç bir şey yok olmaz"
prensibinin kesin olduğunu kabullenmiştir; öyle ise varolan
şuurunuzun-benliğinizin de yok olması asla düşünülemez!.. Bu da İnsan
şuurunun, yani bilincinin-benliğinin asla yok olmayıp; ölüm olayının hemen
sonrasında da hiç bir kesintiye uğramadan devam etmekte olduğunun açık
göstergesidir..
İnsanın şuuru yani
"benliği" bu aşamada bu biyolojik bedenle varolduğuna ve bununla
yaşamına devam ettiğine göre; ve bu benlik, varolması hasebiyle asla yok da
olamıyacağına göre; öyle ise ölüm sonrasında da kesinlikle bellidir ki
bulunduğu ortamın türünden bir bedenle yaşamına devam edegidecektir...
Madde ötesi boyut
mikrodalgaboyut olduğuna göre... İnsan beyni biyoelektrik enerjiyi mikrodalga
yapıya dönüştürdüğüne göre, demek ki, insanın ölüm ötesi bedeni de mikrodalga
beden olacak ve bu bedenle mikrodalga boyutta yaşamına devam edecektir...
Peki madde dünyasında
yani atomüstü boyutta biyolojik bedenle varolan ve beyniyle de biyoelektrik
enerji kökenli zihinsel fonksiyonlarını mikrodalga yapıya dönüştürdüğü
kesinlikle belirlenen insan, ölüm yani mikrodalga boyuta geçiş sonrasında
tekrar dünyaya geri gelecek midir?
REENKARNASYON, yani
yeniden bedenlenmek suretiyle ayrıldığımız bu dünyaya geri gelme görüşünü,
ancak İSLAM`ın açıkladığı yaşam SİSTEMİNİ ve İSLAM`ın "ALLAH"
kavramını; ve bu kavramın doğal sonuçlarını fark ve idrak edemiyen;
"TANRI" kavramından yola çıkarak olaya yüzeysel yaklaşan kişiler
"TANRI" ile;
İSLAM DİNİ ve KUR`ÂN 'ın açıkladığı "ALLAH" kavramı arasındaki farkı
idrâk edemeyen; "ALLAH" kavramını ve bu kavramın içeriğine dayanan evrensel
sistemin işleyişini bilemeyen insanların, hayal ettikleri "ruhların gelip
bedenlere girmesi" varsayımı tamamiyle asılsız bir görüştür!.. Nİçin?...
Şunu öncelikle bilelim
ki; İnsanların ruhları yukarıdaki bir tanrı tarafından, geçmişte herhangi bir
zamanda ve herhangi bir yerde toplu olarak yaratılmış da; sonra da peyderpey
dünyaya gönderilmekte değillerdir!.. Ne, yukarıda herhangi bir yerde oturmakta
olan tanrı vardır; ne de yukarıdan dünyaya gelme sırası bekleyen insan
ruhları!.. Bu sebepledir ki, ruhun dışarıdan gelip bir bedene girmesi
asla sözkonusu değildir...
Gerçekte
algılayabildiğimiz iki boyut vardır..Atomüstü boyut, ki buna "madde
âlemi"deriz... Atomaltı boyut, ki buna da "mikrodalga
boyut" ya da "RUHLAR ÂLEMİ" denir..
Evrende her şey salt
enerji-bilinç boyutundan mikrodalga boyuta ve oradan da atomüstü madde
boyutuna; ve daha sonra da tekrar atomaltı mikro dalga boyuta doğru yolculuk
etmektedir..
Beşer bilinci ve
benliği atomüstü boyutta insanın beyin cevherinin oluşmaya başlamasıyla
birlikte beden fabrikası tarafından üretilen ruha yani mikrodalga bedene
yüklendiği içindir ki, biyolojik bedenin yaşamının son bulmasıyla birlikte ruh
adı verilen yeni yapıyla devam eder...
Her insan, yani beyin,
beden, kendi mikrodalga ikizini üretir ve bu ikiziyle yaşamına devam eder.
Esasen insan beyninin
ana işlevi insanın öiümötesi sonsuz yaşamını oluşturacak mikrodalga bedeni inşâ
etmek ve bilinci yani tüm zihinsel fonksiyonları buna yüklemektir.
Her RUH yani
mikrodalga beden ise sadece kendi beyni tarafından oluşturulur ve yüklenilir..
Bu sebepledir ki, artık o ruhun yeniden dünyaya geri gelip, bir biyolojik bedene
girerek yaşamına devam etmesi kesinlikle sözkonusu değildir.. Yaşamda
sürekli ileriye gidiş sözkonusudur; asla geri dönüş yoktur...
Bu sebepledir ki
KUR`ÂN, ölümden sonra her ne şekilde olursa olsun dünyaya geri gelmenin mümkün
olmadığını pek çok âyette vurgulamış; Hazreti Muhammed`de bu konuda açıklamalar
yapmıştır... İşin sır yönüne vâkıf olan İslam velileri ve mutasavvıfları dahi
bu yolda düşüncelerini açıklıyarak "İnsan ruhunun beden yaratılmadan önce
varolmadığını, bedenin varoluşundan sonra ruhun meydana geldiğini"
açıklamışlardır..
Nitekim, yaklaşık 900
sene önce yaşamış olan en büyük İslam âlim ve mutasavvıflarından İmam Gazali,
ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğu yolundaki safsatayı red için "Ravzatüt
Tâlibin" isimli kitabında şöyle der:
"Allahu Tealâ'nın
fiilllerini; ve melâike vasıtası ile yıldızları, semâları hareket ettirerek
yeryüzündeki canlıları ve bitkileri nasıl vücuda getirdiğini bilen kimse; hem
Âdem'in kendi âlemindeki tasarrufunun, Halik Tealâ'nın büyük âlemdeki tasarrufuna
benzediğini ve hem de Rasûlullah'ın: "Allah, Âdemi kendi sûretinde
yarattı" açıklamasının mânâsını anlar..
Denilirse ki ruhlar
bedenlerle yaratıldığı halde, Rasûlullah'ın;
"Ben
yaradılışça Nebilerin ilkiyim; Nebilikçe de sonuncusuyum.. Ben nebi iken, Âdem
su ile çamur arasında bulunmaktaydı!."
sözünün
mânâsı nedir?
Hakikat şu ki:
Bunların hiç birisinde ruhun kadim [bedenlerden önce geçmişte varolduğuna]
olduğuna dair bir delil yoktur!..
Fakat
"Yaratılışça Nebilerin ilkiyim" sözünün zâhiri mânâsına göre, O`nun
varlığının bedeninden önce yaratıldığına delâlet ihtimali mevcuttur. Zâhiri
olmayan mânâsı ise bellidir.. Tevili, açıklaması da mümkündür.. Fakat kat`i
delil zâhire meyletmez.. Bilâkis zâhirin teviline hükmetmede kullanılır..
Nitekim Allah Teâlâ
hakkındaki benzetmenin zâhirlerinde olduğu gibi.
"Allahu
Tealâ ruhları cesedlerden ikibin yıl önce yarattı"
sözüne gelince
buradaki "ruhlar”dan maksad "melâikenin ruhları"dır..
“Cesetler”den
maksad da, arş, kürsi, semâlar, yıldızlar topluluğu; hava su, yeryüzü gibi
âlemlerin cesedi, bünyesidir..
"Ben yaratılışça
Nebilerin ilkiyim" sözüne gelince, buradaki "yaratılışça"
[HALK] kelimesi "TAKDİR" mânasınadır.. "İCAD" yani
yaratıp vücutlandırma mânâsına değildir..
Çünkü Rasûlullah
Aleyhisselâm ANNELERİ TARAFINDAN DÜNYAYA GETİRİLMELERİNDEN ÖNCE MEVCUT VE
YARATILMIŞ DEĞİLDİ.
Fakat gayeler ve
kemâller, takdir hususunda önce, varlık hususunda sonradır. Zira Allah
Tealâ ilâhi meseleleri, olayları kendi ilmine uygun olarak önce levhi
mahfuzda takdir eder, şekillendirir.
Buraya kadar, şayet
varlığın iki şeklini de anladıysan; Rasûlullah`ın varlığının, Âdem'in
varlığından önce; yani gözle görülen varlık değil de, ilk takdir edilen varlık
olarak "önce" olduğunu anlamış olursun. " Gazali`nin sözü burada
bitti...
Evet, İmam Gazali gibi
Abdulkadir Geylani gibi işin hakikatına vakıf pekçok evliya insanların
ruhlarının bedenlerinden önce yaratılmış olduğunu reddetmekte ve her insanın
ruhunun bedeniyle birlikte ve bu bedenl tarafından üretilerek meydana geldiğini
söylemektedirler...
Bu konudaki çok geniş
bilgi "RUH İNSAN CİN" isimli l0. baskısı yapılmakta olan kitapta
mevcuttur.
Burada çok özetle
belirtelim ki... "RUH" adıyla bilinen yapı kişinin ana karnında
120. günde üretilmeye başlanan halogramik esaslı mikrodalga bedenidir; ki, esas
itibariyle beyin mahsulüdür. Her beyin dünyada kendi mikrodalga bedenini yani
ruhunu üretir ve beynin durmasından sonra da bu mikro dalga beden bir daha
dünyaya geri gelmek sözkonusu olmaksızın ileriye doğru yaşamına devam eder..
Yeniden bedenlenerek
insanların dünyaya geri geleceğini savunan ruhçular Kur'ân 'ın bazı âyetlerini
de çarpıtarak yorumlamaktadırlar.Davalarına delil olarak kullanmak istedikleri
âyetlerin gerçek yorumları ise şunlardır;
1.ALLAH'A
NASIL OLUP DA KÜFREDİYORSUNUZ?..SİZ ÖLÜLER İKEN , O DİRİLTTİ.. SONRA , SİZİ
YİNE O ÖLDÜRECEK ,TEKRAR O SİZİ DİRİLTECEK VE NİHÂYET O'NA
DÖNDÜRÜLECEKSİNİZ...(2-28)
2.GECEYİ
GÜNDÜZÜN İÇİNE SOKARSIN; GÜNDÜZÜ GECEYE SOKARSIN...ÖLÜDEN DİRİ
ÇIKARTIRSIN; DİRİDEN ÖLÜ ÇIKARTIRSIN...DİLEDİĞİNE HESAPSIZ RIZIK
VERİRSİN..(3-27)
3.(Nûh
Nebi,kavmine hitap etmekte devam ederek; ) ALLAH SİZİ YERDEN OT GİBİ
BİTİRDİ..
SONRA SİZİ
YİNE ONUN İÇİNE DÖNDÜRECEK ; SONRA SİZİ YENİ BİR ÇIKIŞLA ÇIKARTACAK...
ALLAH YERİ
SİZİN İÇİN BİR DÖŞEK YAPMIŞTIR...
ONUN GENİŞ
YOLLARINDA,GEZİP DOLAŞASINIZ DİYE...(71-17/18/19/20)
Evet,işte
reenkarnasyodncuların ,İslâm câmiasını yanlarına çekebilmek için davalarını
ispatlamaya çalıştıkları birkaç âyet meâli..Âyetleri izah ettiğimiz zaman ,ne
kadar çaba sarfettikleri ve mânâyı dejenere ettikleri ortaya çıkacaktır..
1.Âyetin
mânâsı;
Ey insanlar,siz
nasıl olup da Allah'a küfreder , yani Allah'ın mevcudiyeti gerçeğini örtmeye
çalışırsınız?..Kİ
“SİZLER ÖLÜ
İKEN ,..”
yani insan
bahsinde ölümün ne demek olduğunu izah ettiğimiz gibi , daha bedene sokulmadan
madde kaydı altına alınmazdan evvel, sizi
“O
DİRİLTTİ...”
yani sizi
maddeye sokarak bir bedene sokulmadan ,madde kaydı altına alınmazdan
önce;
“SONRA SİZİ
YİNE O ÖLDÜRECEK...”
yani tekrar
bürünmüş olduğunuz bedenle irtibatınızı keserek madde kaydından kurtaracak ve
bedeninizi gelmiş olduğu asıla yani toprağa döndürecek;
“TEKRAR
O SİZİ DİRİLTECEK...”
yani kıyamet
akabinde hesab gününde tekrar maddeye bürüyerek dünya üzerinde madde kaydıyla
var olmanızı yani dirilmenizi sağlayacak;
“VE NİHÂYET
O'NA DÖNDÜRÜLECEKSİNİZ”
yani artık
bir daha geriye gelmemek yani tekrar madde kaydına bürünmemek üzere maddeden
ayrılacak ve
“ALLAH'A
KAVUŞACAKSINIZ.”
Görüldüğü
gibi âyet incelendiği zaman asla yukarıda da belirttiğimiz gibi ,defalarca
dünyaya gelip gidip tekâmül etmek ve tekâmül edene kadar da sayısız defa
dünyaya gelip gitmek diye bir şeyden asla bahsedilmemektedir..
Eğer onların iddia
ettiği gibi ,defalarca gelip gitmek olsaydı mutlaka bu durum bu veya başka bir
âyette belirtilmiş olacaktı...
2.olarak
verilen âyetin mânâsına gelince;
“GECEYİ
GÜNDÜZÜN İÇİNE SOKAR..”
yani geceyi
gündüze dönüştürür ;
“GÜNDÜZÜ
GECEYE SOKARSIN...”
yani gündüzü
geceye çevirirsin... yani hiçbir şeyi bir minval üzere bırakmaz,her şeyi bir
aksine tebdil edersin..
”ÖLÜDEN DİRİ
ÇIKARTIR...”
madde kaydına
girmemiş olanları madde kaydına sokarak ete-kemiğe bürüyerek dünyada var eder,
diriyi ortaya çıkartır ; sonra da
“DİRİDEN
ÖLÜYÜ ÇIKARTIR...”,
ete-kemiğe
bürünüp madde dünyasında bedenle görünen diri diye adlandırılanları
“ÖLDÜRÜP...”
yani madde
kaydından çıkartırsın...
Dilediğine hesapsız
rızık verirsin..
Görüldüğü gibi bu
âyette de asla ve asla tekrar tekrar dünyadan gidip de sonra tekrar tekâmül (!)
etmek için dünyaya geri gelmekten değil bahis, îmâ bile edilmemektedir...Ancak
ne çare ki , iddiasını ispat çabası içine düşmüş bulunan bazı cinlerin
kandırdığı bu gibi kişiler maalesef bu âyetlerden yardım almak için , bu
şekle sokmuşlardır âyetlerin mânâsını kendi mantıklarınca...
Nitekim bu kişiler
tetkik edildiği zaman görülecektir ki , gerek İslâmiyet ve gerekse Kur'ân
hakkında zerre kadar bilgiye sahip değillerdir...
3.olarak verilen
âyetin mânâsına gelince...
“ALLAH SİZİ
YERDEN OT GİBİ BİTİRDİ”
yani
ceddiniz ve yeryüzünde görülen ilk insan olan ÂDEM'i topraktan halketti ;
bedeninin cüzlerini aslı toprak olan bir takım elementlerin birleşmesinden
meydana getirdi...
“SONRA SİZİ
TEKRAR ONUN İÇİNE DÖNDÜRECEK”
yani
sizin bedenle ilişkinizi keserek madde kaydından ayıracak ve bedeninizi aslı
olan toprağa dönüştürecek..
“SONRA SİZİ
YENİ BİR ÇIKIŞLA ÇIKARTACAK”
yani hesab günü
gelip çattığında sizi bu defa yeni bir çıkışla yani eskisi gibi küçükten
maddeye bürünüp de tâ büyüyene kadar bir devre geçirmeden , mezara
konulmuş olduğunuz andaki yapınızla bir anda bedeninizi halkedip ana
yapınızı ona sokarak YENİ bir şekilde topraktan çıkartacaktır...
“ALLAH , YERİ
SİZİN İÇİN BİR DÖŞEK YAPMIŞTIR”
yani maddi
yapınızla üzerinde yaşayabileceğiniz bir şekilde var etmiştir.
“ONUN GENİŞ
YOLLARINDA GEZİP DOLAŞASINIZ”
diye ,yani tâ ki
dünyanın istenen yerinde dilediğiniz gibi gezip istediğiniz yerde yaşayasınız
diye...
Burada bir
de daha öte bir mânâ üzerinde duralım iki kelimenin ...Tasavvufik
mânâda VER'den kasıt , kişinin "AKIL" ı kastedilmektedir ki, eğer bu
mânâda yukarıdaki iki âyet incelenirse, o takdirde mânâ " Allah, aklı sizin
için bir döşek yani geniş bir saha olarak vermiştir ki, onun geniş yollarında
çeşitli kullanılış şekillerine göre ortaya çıkan düşünce yollarında gezip
dolaşasınız "diye izah edilir...
Yani insana çeşitli
yollar üzerinde dolaşabilecek bir yapı ,buna karşılık da Allah'ın yürünmesini
istediği yolu "sırat-ı mustakim"i gösteren Kur'ân -ı
vermiştir..
Bilmem bir parça olsun
izah edebildik mi, cinlere tâbi olarak reenkarnasyonu güyâ dini yoldan
ispatlayabileceklerini sananların ne kadar çürük temellere fikirlerini inşâ
ettiklerini...
Ölümü tadıp biyolojik
bedenle ilişkisi kesilen kişinin bir daha dünyaya geri gelmeyeceğini vurgulayan
KUR`ÂN'daki şu âyeti iyi anlamak gerekir:
"HERBİRİNE
ÖLÜM ERDİĞİNDE; RABBİM BENİ GERİ DÖNDÜR DÜNYA YAŞAMINA DA, YAPMADIKLARIMI
YAPAYIM; DERLER..
BU KESİNLİKLE
MÜMKÜN DEĞİLDİR!. (MAHŞERDEKİ) BA`S (tüm insanların biraraya gelmesi) GÜNÜNE
KADAR BERZAHTADIRLAR" [Sûre: 23 âyet: 99/100]
Râsûlullah
"ÖLDÜKTEN
SONRA GERİ DÖNDÜRÜLECEK YOKTUR"
buyurmuştur.
[HAK DİNİ c: 6, s: 4197]
KUR`ÂN 6. sûrenin 128.
âyetinde ise insanların farkında olarak veya olmayarak CİN etkisi altına
girmeleri gerçeğine söşle işaret eder:
"... EY
CİN TOPLULUĞU, İnsanların EKSERİYETİNİ hükmünüz altına aldınız!.."
Kur`ân-ı
Kerim'de "CİNLER" Hakında bir sûre ve pekçok âyet vardır...
"CİNLERi" inkâr eden, gerçeği inkâr edenlerden olur..
Yukarıdaki âyetin
devamında şöyle der:
"İnsanlardan
onları (CİNLERİ) dost edinenler de -Rabbimiz biz birbirimizden faydalandık, ve
bizim için takdir edilen vakte ulaştık- derler.. Allah, yeriniz ateştir;
Allah`ın diledikleri dışındakiler ebedi olarak orada kalıcıdırlar.."
"ŞEYTAN"
denilen "İBLİS" dahi "CİNLER"DENDİR.. BU gerçek de
KEHF Sûresinin 50. âyetinde şöyle vurgulanır:
"...
ANCAK İBLİS SECDE ETMEDİ (Âdem'e) CİN TÜRÜNDEN OLDUĞU İÇİN!."
Cinlerin en
büyük arzusu insanların inançlarını saptırarak Kur`ân'ı reddettirmektir.. Bunun
içinde tamamiyle asılsız ilhamlar vererek İslam dışı düşünce sistemlerine hind
inançlarına sapmalara yol açarlar.. İnsanları "ALLAH" inancından
saptırarak "TANRI" inancına yönlendirip; tevhid inancına ters
varsayımlara sokarlar...
İnsanların, kendi
türlerine çok büyük bir fitne olan "CİN"lerden ve onların
tehlikelerinden korunabilmeleri için önce "CİNLERİ" İYİ TANIMALARI
ZORUNLUDUR!. Zira Kur`ân-ı Kerim'de sayısız defa uyarıldıkları "ŞEYTAN"
bu cinlerdir!.
"CİNLERİN"
yapıları Kur`ân 'da "Dumansız ateş" yani "mikrodalga"
ya da "mesamata nüfuz
Son olarak şunu
bildirelim...
"Rabbi
inniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azâb. Rabbi euzü bike min hemezatiş
şeyatıyni ve euzü bike rabbi en yahdurun.. Ve hifzan min külli şeytanin
marid".
CİNLERİN
TOPLUMU DİNDEN-İSLAM’DAN UZAKLAŞTIRMA PROGRAMI içinde yer alan bir çalışma
türü de, olabildiğince HİND Felsefesini yaymaktır.
Gerek UZAYLILAR
kisvesi altında, gerekse de RUHLAR adı altında verilen tebliğlerde BUDA
övülmekte, yüceltilmekte ve HİND felsefesinin üstünlüğü, hüküm altına
aldıkları bireyler tarafından topluma yayılmaya çalışılmaktadır.
BİLGİ KİTABI
ALTIN ÇAĞ
Fasikül: 20/ Sayfa:
177
"Teozofi,
TANRIYA ERMİŞLİĞİ gaye edinen bir öğreti sistemidir. Bu BİLİM ilk defa portakal
tarikatı ile evrensel bilince ulaşma yolu takip etmiştir. Ondan sonra BUDA
rahipleri bu yolu izlemiştir. BUDA, planetinizde bu yolda resmen çığır açan, bu
bilince yetiştiren TEK ULUDUR..."
Bu felsefenin
temelinde de "reenkarnasyon" yani, "ölümden sonra
tekâmül etme amacıyla yeniden bir bedenle dünyaya gelme" görüşü yatmak
tadır.
İslâm Dini
böyle bir olayı kesinlikle reddetmekte; ölümü tadmış kişilerin, ruh
bedenle sonsuza dek, geri dönüşsüz bir biçimde başka platformlarda yaşamına
devam edeceğini vurgulamaktadır.
"Reenkarnasyonun" asla sözkonusu olmadığını anlatan bir çok âyet ve hadis mevcuttur ki
biz bunları ilgili bölümlerde bütün tafsilatı ile açıkladık.
Örnek olmak
üzere burada bir âyet meâli verelim:
-Rabbim
şeytanların saptırmalarından
"Rabbim
beni dünyaya geri gönder!.. Tâ ki boşa geçirdiğim yaşam yerine yararlı
çalışmalar yapabileyim.
Hayır, onların
söylediği boş sözden ibarettir. Önlerinde mahşer gününe kadar kalkmalarını
engelleyen berzah vardır..."(Mü`minun
Sûresi: 23/ Ayet: 97-100)
Görülüyor ki, bu
âyette, insanların, ölüm olayını geçirdikten sonra "HAŞR"
denilen tüm insanların birarada toplanacakları zamana kadar bir daha dünyaya
geri gelmeleri asla söz konusu değildir.,
RIZA
Olana
isyân etmeyip,yersiz görmemektir.
hf
Son derece geniş
kapsamlı bir kelime olup yenen-içilen-hertürlü kullanılan-yararlanılan şey
olduğu gibi,çocuk-eş-yapılan çalışmalar -kişide meydana gelen ilim-yaşanılan
tüm mânevi haller dahi bu kelime kapsamında mütalâa edilir.
Rızık tamamiyle
ALLAH takdiridir.Nedeni-niçini sorulmaz! Dilediğine dilediği kadar verir ve
dilediğinden de dilediğini alır.
Bil ki, yaradan bütün
mahlûkatını her an nice rızıkla rızıklandırmaktadır.
Önce zâhirde, birçok
yiyecek ve içecekle maddeni rızıklandırmaktadır, bu bir...
Sonra, ilimle
bilincini rızıklandırmaktadır, bu da iki.
Daha sonra, her an
yeni bir tecellî ile cesedinde ve mânânda tecellî etmektedir, bu da üç!..
Bu daha derinleştikçe
gider, ama şimdilik, biz bu kadar ile yetinelim; bu üç mânâ kâfi bize!.
Bu rızık, her
mahlûkatın fıtratına en uygun bir tarzda onu bulmaktadır. Şüphesiz ki bu
rızık ile o mahlûkat, her an bir nebze daha tekâmül eder ve aslına yaklaşır.!.
Bu rızık umumi ise de,
herkes ancak kabiliyeti ve istidadı miktarınca alır. Kabı büyük
olan elbette daha fazla rızık almış olur. Tabiî ki bu kişinin vüs’atincedir.
“DİLEDİĞİNE
HESAPSIZ RIZIK VERİR.” (2-212)
Âyetinde bu
incelik vardır.
Efendimiz yağmurun
yağdığı üç çeşit topraktan bahsetmişti. Yağmur, yağarken, hiçbir şeyi
diğerinden ayırmaksızın, hepsine eşit şekilde yağar!...
Bazı topraklar da
vardır ki, suyu muhafaza eder - havuz, kuyu gibi de halk onunla faydalanır,
kendileri içerler, hayvanlarını sularlar, ekinlerinin sulanmasında
yararlanırlar.
Bazen de verimli bir
toprağa yağar ki, bu toprak suyu emer ve onunla nice nebatın yetişmesine vesile
olur.
İnsanlarda
fıtratlarına göre çeşit çeşittir.
Kimi hikmetten,
yaradanın uyarılarından anlamaz, dinlemez!.
Kimi onlardan
yararlanır; ama ancak kendisini kurtarabilir, başkasına faydası olmaz!.
Kimi de onlardan
kendisi faydalandığı gibi, pek çok insanı dahi faydalandırır.
Öyle ise kendini şöyle
bir kontrol et bakalım, bunlardan hangisine daha ziyade benziyorsun?
hf
Tabiatla
Mücadele!.
Kişinin nefsani
tabiatından yani terkibinin meydana getirdiği tabiatından kurtulmanın
zarureti ve kurtulmamanın cehennemini meydana getireceği hususunda “İnsan-ı
Kamil”de şöyle bir kayıt var;Sùret-i Muhammediye bahsinde...Abdülkerim
Ceyli Hazretleri şöyle anlatıyor;
“Dünya hayatındaki
nefsani tabiat,anlatılan duruma benzer.Bir kimse hakkın cezbesine
kapılır;Mücahede ve riyazatla tezkiye yolunu tutursa,bahsedilen,cehennem ateşi
diye anlatılan durum,bu kimsenin haline benzer.Bu mücahede ve riyazatla,nefsani
tabiat yok olup gitti dersen bu sözünde de sadık kalırsın.
Yani senin yaptığın
mücahede ve riyazatlar neticesinde,sendeki o tabiat ortadan kalktı dersen
doğru..”
Niye?..Çünkü o
mücahede ve riyazat denen şey,senin belli fiilleri ortaya koymandır..Bu
fiilleri ortaya koyarken,bu fiilleri ortaya getiren isimlerin mânâları sende
âşikâre çıkıyor.
Onlar kapalı
kalmıştı,o mânâları kullanmıyordun .terkibin ilk oluşması hasebiyle,o kapalı
kalan isimleri ortaya çıkarmak,ancak bu “mücahede ve riyazat” adı
verilen belli fiilleri ortaya koymakla mümkün olur!..Aksi takdirde de o
isimler,mutlak olarak sende kuvvede kalır...Kapalı kalışı,sende tabiat
dediğimiz oluşumdur!Ve bunun neticesi de “cehennem” denen tabii
gelişmelerdir...
Âhirette azab’ın
çeşitli oluşu, fazlası noksanıyla burada yapılacak zikir, riyazat, mücahede ve
nefse muhalefet durumları misâl gösterilir.Ama nefsâni tabiatın tezkiyesinde
yerini bulan kimse için!..
Zikir, devamlı
mücahede, riyazat ve muhalefetle zâhir olup giden bu işler ancak, Allah
ehli olan kişilerin hazzıdır..Rab kulu değil, Allah kulu olan ; Allah
ehli olan kişiler , bunlardan ancak haz duyar..
Birimsellikten uzaklaştırıcı
olarak yaptığı her bir fiille, Allah’a yaklaştığını müşahede eder
ve onları yapmaktan zevk duyar!..Mücahededen, riyazattan, zikirden , nefse
muhalefetten zevk alır!..
Herkes , doğuşu
,oluşumu , belli bir yaşa gelişi itibariyle bedeni tabiatına sahip oluyor ,
terkib itibariyle !..Dolayısıyla bu hale geliş , cehennem azabına giriş
noktasıdır!..
Tabii terkibini, yani
terkibinin oluşturduğu tabiatı, zikir, nefse muhalefet, mücahede, riyazat
gibi hallerle atamazsa o takdirde , öldüğü anda kabir cehennemine
girer,burada yeteri kadar yandıktan sonra,yani bu hallerden arındıktan sonra
neticede cennete girebilir!..Aksi halde bunlar gitmeden,atılmadan,cennete
girmek mümkün değil..
Ama onlar bunu dünyada
iken geçirirlerse,dünyada iken atlatılan sıkıntıdan sonra cehennem
ateşine uğramazlar.
Dünyada iken uğranılan
bu sıkıntılar,âhirette olacak bir başka azab’a karşılıktır.
Nitekim Hâdis-i
Şerif’te Rasùlullah:
”Sıtma her mü’minin
cehennemden hazzıdır”
demiştir.
ıtma cehennem ateşinin
yerine kaim olunca,riyazat,mücahede,nefse muhalefet gibi durumlar,artık
ne olur sen düşün!..Halbuki bu mücahede her şiddetli şeyden daha şiddetlidir.
hf
Terbiyenin
oluşması!.
Rubûbiyet ;”ilâhi isimler” diye bildiğimiz Esmâ-ül Hüsnâ’nın, hükümlerini âşikâre
çıkartma özelliğidir.
“ALLAH” ismiyle işaret
edilen’in “Esmâ-ül hüsnâ” diye tanımlanan bir kısım özellikleri, onun
“RUBÛBİYET”ini oluşturur!.
hf
Allah'ın
isimlerinin mânâlarının müşahede edildiği mertebe rubûbiyet mertebesidir
ve bu mânâların neticelerinin ef'âl âleminde ortaya çıkışını sağlamakta olan
da” Rab”dır!..
Rubûbiyet mertebesi
neresidir?..
Nerede, Rab hükmünü
icra eder?..
“Şehâdet âlemi”
dendiği zaman, bazılarının anladığı gibi, biz sadece “madde âlemi”ni
anlamayız!.. “Melekût âlemi” denen melekler âlemi de gene bu ef'âl âlemi içine
girer. Yani Esmâ âlemi dışında kalan âlem, ef'âl âlemidir!..
Bu şehâdet âlemine,
“ruhlar âlemi” denilen âlem, “melekler âlemi” denilen âlem, “cinler âlemi”
denilen âlem girer; hepsi de ef'âl âlemi hükmündedir!..
Ef'âl âlemi içinde
mevcut bulunan varlıkların hepsinin, Rabbı Allâh'tır!..
Kısacası “Âlemlerin
Rabbi”, “Allâh İsmiyle İşaret Edilen”dir!
Allah, Rabbül
âlemindir!.. Bütün âlemleri meydana getiren,
yöneten, bütün âleme tasarruf
Buradaki "Rab"lık
kavramı. "Rab"lıkla kasıt nedir? "Rab"lığı
meydana getiren, "Rab"lık mefhumunu meydana getiren şey, esmâ
mertebesidir; yâni “Rubûbiyet mertebesi” dediğimiz mertebe, Esmâ
mertebesidir.
“İlâhî isimler” diye
bilinen, Esmâ-ül Hüsnâ diye bilinen isimlerin müsemması, Rubûbiyet mertebesidir.
Bütün âlemler, ilâhî
isimlerin mânâlarının âşikâre çıkışından başka bir şey değildir; ve âlemlerde,
ilâhî isimlerin mânâlarından başka bir şey yoktur.
Ancak bu âşikâre
çıkış, bütün isimlerin mânâlarının bir terkib hükmüyle âşikâre çıkışıdır.
Fiiller mertebesinde,
mânâlar mertebesinin âşikâre çıkışı, terkibiyet hükmüyledir. Burayı iyi anlamak
lâzım.
İsimler mertebesi
dediğimiz mertebede, bütün isimler tüm hâldedir. Bir bütün halindedir!.. Yani,
isimler arasında bir tefrik yoktur. Esmâ mertebesinde, târif sadedinde, varlık
"tek"dir denir. Bütün mânâlar kendinde mündemiç olan tek bir
varlık!.. Bu tek bir varlıkta, bütün mânâlar, tek bir mânâ halinde mevcuttur.
Bu mânâlar âşikâre
çıktığı zaman, çıkış şekline göre terkibler hükmüyle ortaya çıkar! İşte bu
terkibler hükmüyle âşikâre çıkışı da çokluk kavramını meydana getirir!.. Çokluğu
meydana getirir ama kesretin aslı vahdettir!.. Yani, çokluğu meydana getiren
isimler ayrı ayrı isimler olmasına rağmen, aynı varlığın isimleri olması
hasebiyle aynı, tek bir varlıktır.
Şimdi burada bir misâl
verelim. Meselâ bir kişiyi ele alalım; bu kişide çeşitli vasıflar var, diyoruz.
Cömertlik, zekâ, korkaklık, asâbiyet v.s. Bu ayrı isimlerle kastetdiğimiz
vasıflar hep aynı kişiye ait mânâlar değil mi?.. Bu mânâların çokluğu o kişinin
çokluğuna mı delâlet eder?.. Hayır, bilâkis tekliğine delâlet eder; aynı
kişinin değişik yönleridir! Kendinde mevcut bulunan değişik mânâlarıdır!
Bunun gibi, isimler,
değişik isimler olmasına rağmen, tek bir mânâ ve tek bir varlıktır!
İşte “esmâ mertebesi”
dediğimiz mertebede, bu isimlerin mânâları tek bir mânâ olarak mevcuttur!
“Ef'âl mertebesi”
dediğimiz mertebede; -ki bu mertebeye dediğimiz gibi melek, cin, insan ve diğer
bütün mahlûkat girer-, varlıklar bu isimlerin, yani bu mânâların değişik
ölçülerle biraraya gelişiyle ortaya çıkar.
Meselâ insan dediğimiz
varlıkta, bu 99 ismin mânâsını çeşitli zamanlarda çeşitli ölçülerde
görebiliriz. Bir hayvan dediğimizde 99 ismin mânâsını değil de 70 ismin
mânâsını veya bir maden dediğimizde 30 ismin mânâsını görebiliriz.
Fakat her insanın, bir
diğerinden farklı olması, her birinin terkibinin, değişik isimlerin, değişik
ağırlıklarla ortaya çıkmasından dolayıdır.işte bu isimler, bu mânâlar o kişinin
Rabbıdır ve bu mânâların Allâh'a ait olması hasebiyle de o kişinin Rabbı
Allâh'tır!..
Allah'ın isimlerinin
mânâlarının müşahede edildiği mertebe “Rubûbiyet Mertebesi”dir ve bu
mânâların neticelerinin ef'âl âleminde ortaya çıkışını sağlamakta olan da Rab’dır!..
Rubûbiyet
mertebesinden kasıt, “nefs” olduğuna göre her varlık üzerinde tasarruf
hükmü, hüküm icra eden “nefs”tir.
Ama “nefs”, her
birimde, bürünmüş olduğu ya huylar istikametinde o fiili meydana getirir, ya
şartlanmalar doğrultusunda meydana getirir ya bedenin istek ve arzuları
istikametinde meydana getirir..
Neticede, her beden
üzerinde, insan olsun hayvan olsun, ne olursa olsun, hükmünü icra
Rabbani kuvvelerin
geçerli olduğu ve açığa çıktığı, bu kuvvelerin birbirinden fark ve temyiz
edildiği mertebedir.
“Rabbülâlemin”...
Âlemlerin Rabbı, yani âlemler kelimesiyle işaret edilen, sonsuz sınırsız
varlıkların meydana getirildikleri Rubûbiyet mertebesidir.
“Melikiyet” mertebesinin tenezzülü ile “Rubûbiyet” mertebesi oluşur.
“Rubûbiyet” mertebesi; çeşitli esmânın, çeşitli terkipler -bileşimler-
şeklinde açığa çıkmasını sağlar. Bu esmâ, çeşitli terkipler şeklinde ortaya
çıktığı anda “abd” meydana gelir...
“Rabb” yani “ALLAH
isimleri”nin bir terkip -bileşim- hali, bir birimin, bir isim
ardındaki varlık halinde ortaya çıkışını sağlar.işte bu ortaya çıkış “rubûbiyet”
mertebesinin hükmünün zahir oluşudur.
hf
"Nefs",
varlığını esmâ mertebesinden yani Hakk`ın varlığından alıp "Rububiyet
Nuru"ndan yaratıldığı için, "yapısının gereği olarak
dilediğini yapmak ister ve yapar"... Engel tanımaz!.. Hayır veya şer,
iyi veya kötü diye bir kavram bilmez!.. O, sadece dilediğini yapmak ister ve
yapar. Çünkü var oluşu "Rubûbiyet nuru"ndandır...
hf
“RUH”
"RUH"
kelimesi başlıca iki anlamda kullanılır ;
1-"Ruhlar
âlemi"; "Ruh-ül Kuds", "insanın ruhu",
"nebati ruh", "Dünyanın ruhu", cehennemin
ruhu", "galaktik ruh" tâbirlerinde işaret edilen
anlamıyla, "yer aldığı boyuta göre olan somut bir yapı"
ifâde eder şekliyle... Bu tanımlama "Ef`âl âlemiyle"
ilgilidir.. Birimsellik ifade eder.
2- "RUHULLAH";
"sen bu işin ruhunu anlamamışsın"; "ruhsuz adam";
gibi çeşitli fakat aynı kökenli kullanımda olduğu gibi soyut olarak!.
"Ruhsuz
adam" demek, mânevi değerlerden ve bunların sonucu olan duygulardan yoksun
kişi, demektir.
İşin
"RUH"unu anlamak demek, o işin oluşundaki öz mânâyı kavramak,
demektir..
"RUHUMDAN
nefhettim"in anlamı ise, "Zâtıma ait sıfat ve esmâm ile
var kıldım"dır... Burada hiç bir boyuta göre hiç bir somut varlık
sözkonusu değildir.. Bu ifade tamamiyle "ceberût âlemine" ait bir
tanımlamadır!..
Bu yüzdendir ki,
"RUH" kelimesini geçtiği yerdeki genel anlama uygun bir
şekilde yukarıda belirttiğim iki ayrı mânâdan birine göre değerlendirirsek,
konuları anlamamız daha kolaylaşır sanırım..
hf
"RUHULLAH"
iki anlama gelir:
a- Hayat
sıfatının zuhûru..
b- Allah
isminin işaret ettiği mânâların varlığı..
hf
Kâinatta var
olmuş olan herşey ,”Ruh”la ve “Ruh”tan meydana gelmiştir!..
Mutlak mânâda “RUH”
kelimesiyle kastedilen kavram ,”Kâinatın Ruhu”dur.Bu Ruh ,bütün ilâhi
isimler diye kastedilen mânâları kendinde toplamıştır...daha doğrusu bu
isimler, ondaki mânâları târif sadedinde kullanılmıştır!...Buna “Ruh-u A’zâm”
da derler,”Hakikat-ı muhammediye” de derler,”Akl-ı evvel”de
derler!
hf
MUTLAK
RUH-MUTLAK ENERJİ
"RUH"
ismiyle işaret edilen varlık, orijinal yapısı itibarıyle TEK'tir ve akla
gelen her şeyin orijini ve aslıdır...
ALLAH İLMİNDE İLK
YARATILAN EN MÜKEMMMEL VARLIK, MÂNÂ, Hakikat -ı MUHAMMEDİ’dir
“ALLAH”
evvelâ aklımı yarattı,”ALLAH” evvelâ nurumu yarattı”
diyen
Hz.Rasûlullah’ın açıklamasında yer alan “akıl” ve “nur” , işte bu
“Ruh” adlı melek , yani “RUH-U A’ZAM”dır.Yani bölünmesi
parçalanması sözkonusu olmayan, manada beliren ilk tekillik, birimlik
kavramıyla mevcud olandır.
Soyutun somuta
dönüşmesi sınırında oluşan varlıktır..
Elbette burada, beş
duyuya göre somutluktan sözetmiyoruz!
Yani, “İlmi
İlahi”de ilk mânâ sûretinin belirmesidir.
Arş ve bunun altındaki
oluşan ilk melektir!
Bu melek’ten katman
katman, boyut boyut diğer melekler meydana gelmiş ;ayrıca her bir boyutun da
kendine has melekleri oluşmuştur.
“RUH”, boyut
boyut yoğunlaşarak,
Esasen, Abdülkerim
Ceyli`nin de bahsettiği gibi, “RUH” bir “melek”tir.. Öyle bir “melek”
ki, varlık aleminde, hangi isimle anılan, hangi varlık olursa olsun, her şey,
hep bu “melek”ten oluşmuştur!... Her şeyin aslı, orijinidir!... Ve dahi bütün
meleklerin ve varlıkların aslı O`dur!...
Buzdan meydana gelmiş
sayısız nesneleri düşünün... Buzdan yapılmış insan, hayvan, eşya ve her şey!..
Bunlar her ne kadar ayrı ayrı varlıklar ise de, gerçekte hepsinin aslı aynı tek
şeydir... “SU”dur!... “GAZ”dır; (H2O)!... Hepsinin orijini atomlardır; gibi...
Şimdi biz gelelim
günümüz anlayışı ile “RUH”un ne olduğu hakkındaki bildiklerimizi
sıralamaya...
”RUH” ismiyle işaret
edilen varlık, orijinal yapısı itibarıyle TEK’tir ve akla gelen her şeyin
orijini ve aslıdır...
“RUH” kelimesi ise burada Ruh-u A’zâm’ın ilim yönünün zâhir oluşudur...
Esasen âlemde «TEK»
bir «RUH» vardır ki, buna tasavvuf lisânı ile «RÛH-U
A’ZÂM» denilir. Evrende var olan her şey bu «Rûh-u â’zâm»ın
varığından meydana gelmiştir.
«Rûh-u â’zâm»,
bugünkü ifade ile anlatmak gerekirse, varlığın özündeki “Kudret- İlim
Boyutu”dur. Bu diğer ifâde ile Allâh’ın ilk tecellisidir!..
İlmi, şuuru itibariyle
aldığı isim, “Akl-ı Evvel”`dir. Ki bu vasfa işaret için günümüzde “Kozmik
bilinç” tâbiri kullanılmaktadır..
Her nesnenin
yapısındaki “bilinç”, onun özünü oluşturan aslı ve orijini olan “RUH”ta mevcut
olan “bilinç”ten ileri gelmektedir...
Ancak onda ortaya çıkan bilinç, ortaya çıktığı mahallin kabiliyet ve istidadı
nisbetinde olmaktadır.
“RUH”
Rabbin zuhur hükmüdür!...
Tıpkı Cibrîl,
yani emir âleminden bir şuûr gibi...
Bu çok iyi bilinir ki,
meleklerin yani âlemi emrin, ne yemesi, ne gıdası; ne yorulması, ne uyuması; ne
oturması, ne kalkması; ne terbiyesi, ne terbiyesizliği, kötülüğü; ne hastalığı
ve ne de sağlığı olmaz!.
Ki, bundan dolayı da
ne bozukluğu, ne sapıtması ne de tezkiyeye ihtiyacı gibi halleri kat’iyen
olmaz.
Keza ne
de azabı veya huzuru olur “RUH”un!..!..
Bilinsin
ki, “RUH” orijinali itibariyle tektir ve
Rabbin hükmüdür!...
Ruh,
insana hayatiyet verir...
Hayatiyetimizin
cevheridir. Varlığımızı meydana getiren ana cevherdir. ki bu “Ruh-u A’zam”dır!..
Kişinin Ruhunu beyin
meydana getiriyor! Ruhu beynin meydana getirmesi hasebiyle, nasıl oluyor da
cevher oluyor ve yoğunlaşarak ölüm ötesi bedeni meydana getiriyor.
«Ruh», esas
itibariyle, kâinatta var olan mutlak enerji ve "ŞUUR"un, o
günkü adıdır. Kâinatta var olan mutlak enerjinin eski dildeki adıdır.
Dolayısıyla kâinatta var olmuş olan her şey, bu «Ruh»la ve «Ruh»tan
meydana gelmiştir!..
Galaktik bilinç
vardır...
Galaktik
bilinçler-ruhlar da birleşerek, “Kozmik Bilinç” dediğimiz, Evrensel
Bilinç dediğimiz O, Kozmik Bilinci oluşturur!..
Gerçek odur ki, “Ruhu
A`ZÂM” adı verilen “Kozmik bilinç” ilmi ve kudretiyle Galaktik
bilinçleri-ruhları kendi varlığından meydana getirmededir!... Hâlâ!
İşte, mutlak
manâda “RUH” kelimesi, sadece “O” varlık, “O” yapı
için kullanılır.
Öte tarafta, “insanî
ruh” deriz; O Ruh`dan ayırmak için birimsel ruhu!..
Evreni meydana
getiren, “Kozmik Bilinç”-“akl-ı evvel” dediğimiz yapının canlılık
yönü, varoluş yönü, “ruh” kelimesi ile tanımlanır...
”RUH”
kelimesi bize iki büyük özelliği ifade etmektedir;
1-Bilimin de son
olarak eriştiği ve foton adını verdiği, şimdiki verilere göre maddenin
özü mahiyetinde olarak bildiğimiz, ışıklı enerji zerreciklerinin sahip olduğu
enerjiyi meydana getiren bir “ÖZ”dür “RUH”!.. Yani, Evrensel
Kuantsal bütünlük!..
Bu açıklamadan da
anlaşılacağı üzere;
Evrenin her zerresi
“RUH”la ve “RUH”tan meydana gelmiştir..
“RUH” olmadık hiç bir
zerre mevcut değildir... Zira; zerre, “kuant” onunla mevcuttur!..
Her ışıklı zerrecik,
hareketini sağlayan enerjiyi “RUH”tan almaktadır...
Dolayısıyla evren, ilk
varolduğu andan itibaren “RUH”a sahip ve “RUH”la kaim olmuştur; kâinatın
yokoluşuna kadar, yani kıyâmete kadar da sahip olacaktır...
Dini tâbirle, “RUH”
ile kâinat yaradılmıştır... “RUH” ile kaim ve var olan varlıkta gerçeği
itibarıyle asla yok olma düşünülemez...ŞUUR” kaynağıdır...
Yani, evrende mevcut
bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç
bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.
Dolayısıyla kâinatta
var olan her hareket asla tesadüfi olmayıp, taşıdığı “ŞUUR”un sonucu
olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler
göstermektedir...
”ŞUUR”suz sanılan
hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel
bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler...
Ancak, kendileri bu durumu idrak edecekleri bir sistemden, yapıdan öte
oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun
kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrak edememekteyiz...
"Akl-ı
Evvel"ismiyle "Hakikat-ı
Muhammedî" denilen varlığın ilmine işaret edilir.
Bu yüce varlığın "canı" ise "RUH-U A'ZAM"
ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan bütün ruhlar, bu tek ruhtan meydana
gelmiştir cüzlere ayrılma sözkonusu olmadan.
Bu sebeple de hiç bir
zaman, bu işin hakikatını bilenler tarafından "ruh-u cüzi"
diye bir tanımlama kullanılmamıştır. Zirâ "ruh-u cüzi" diye
bir şeyden bahsolamaz. Ruh-u A'zâm tecezzî kabul etmez!..
Hayat sıfatı yönünden Ruh-u A'zâm, ilim sıfatı yönünden Akl-ı
Evvel ve irade sıfatı yönünden "MÜRİD" olan Hakikatı
Muhammedî'nin âlemi de ceberût tur!..
Bir diğer tanımlama
ile, Hakikat-ı Muhammedî'nin bâtını Lâhût, zâhîri ise ceberûttur
ki, her halûkârda bu mertebede çokluktan bahis açılması mümkün değildir.
Sırf ilim mertebesidir bu mertebe!..
Bildiğiniz ve
düşündüğünüz ve düşünemediğiniz her şey “RUH” tan meydana gelmiştir.
Her şeyin "RUH"tan
meydana gelmesinin misâlini sanırım şöyle verebiliriz:
"Madde" adını verdiğimiz her şey atomlardan meydana gelmiştir... Ne isimle,
hangi özelliğiyle işaret edersek edelim, o şey gerçekte, atomlardan
oluşmuştur.. Atomların özüne, derinliğine inersek, en alt boyutta karşımıza
çıkan şey ENERJİ'dir..
Enerji, bu boyuttaki yapısı itibariyle bölünmez, parçalanmaz, sonsuz-sınırsız
güçtür; çünkü varlığını ALLAH`ın kudreti oluşturmaktadır!..
ALLAH`ın ZÂT`ına göre sonradan yaratılmış olabileceğinden sözedilen enerjinin
geçtiğimiz asırlardaki adı "RUH"tur!...
Ve bu "RUH",
ALLAH`ın "KUDRET" sıfatının zuhuru oluşunun yanısıra; "aklı
evvel" ismiyle işaret edilen "evrensel şuur"; ya da
bir başka tanımlama ile "kozmik bilinç"tir!..
«Ruh», esas
itibariyle, kâinatta var olan mutlak enerji ve "ŞUUR"un, o
günkü adıdır.
Kâinatta var olan
mutlak enerjinin eski dildeki adıdır. Dolayısıyla kâinatta var olmuş olan her
şey, bu «Ruh»la ve «Ruh»tan meydana gelmiştir!..
Mutlak mânâda «RUH»
kelimesiyle kastedilen kavram, «Kâinatın Ruhu'dur».
Hayatiyetin menşei ve
cevheri olması itibariyle, «Ruh», «Ruh-u A’zâm» derler.
İlâhi isimler diye kastedilen
manâları hâvi olması itibariyle «Hakîkat-ı Muhammediye» derler. Bu
manâları müşahede etmesi ve kendini tanıması bilmesi itibariyle de «Aklı
Evvel» derler.
Varlığı meydana
getiren, Hakikat-ı Muhammediye nâmıyla târif edilen ana Ruh... Ruh-u
A`zam, aynı zamanda bir kuvvedir. Kuvve olması itibariyle de "melek"tir.
Bu melek sahip olduğu
ilim itibariyle “AKL-I EVVEL”adını alır.Bir diğer ifadesiyle de “NURLARIN
NURU”dur!
Hz.Rasûlullah
Aleyhisselâm Efendimizin “Hakikatı-aslı-orijini-kaynağı” olması yönüyle da “HAKİKAT-I
MUHAMMEDİ” denilir.
Senin Nefs`inde
hem melekîyet, yani nurâniyyet mevcuttur; hem de şeytaniyet, yani
nâriyyete bürünme yeteneği!. "Nefs"in hakikatı, "melek"
tâbir edilen kuvvedir!.
Ruhun, tasavvufi
deyişle, tecellileri veya bugünki dille yaydığı enerji, yoğunluk kazanmak
suretiyle galaksiler, yıldızlar, gezegenler dediğimiz sistemleri meydana
getirmiş. Bu yıldızlarda, çeşitli mânâlar istikâmetinde radyasyonlar yaymış ve
bu yayılan radyasyonlarda, ilâhî isimlerin mânâları tecelli etmiş. Nihayet bu
mânâları ortaya çıkarabilecek mâhiyette beyin oluşmuş ve her beyin kuvveden
fiile çıkarabildiği mânâlar nisbetinde de kayıtlılık veya kayıtsızlık hükmüyle
kendini seyredebilmiştir.
Bu mânâda mutlak Ruh,
“beyin”i oluşturmuş, beyin de “kişilik ruhu”nu meydana getirmiştir!
Ruh-u A’zâm, en alt
noktada beyni meydana getirmiş ve en alt noktadaki beyin, «insan ruhu»nu
meydana getirerek; bu ruhun, istidatı nisbetinde «Ruhu A’zâm»daki
mânâları yüklenmesini sağlamıştır. (Ruh-u A’zâm en üst noktada diye târif edilir.)
Böylece cüzi mânâdaki
“İNSAN”, ”teklik” anlamındaki «Ruhu A’zâm» veya «Aklı Evvel» veya
«Hakîkatı Muhammediye» denilen varlığa, tüme, ayna olmuştur!.. Amma ki,
ayna olan varlık, aynada boy gösteren varlıktan mâhiyet olarak veya mânâ olarak
ayrı bir şey değildir!..
Arşın altındaki, yani
sırf mânânın çokluğa dönüştüğü mertebedeki ilk varlıktır!
O, “Allah” adıyla işaret edilenin, “NOKTA”dan yarattığı ilk
varlıktır; “Nokta”dır!
Bedeni, “uzay”
adıyla tanıdığımızdır!…
Aklı itibariyle, “Akl-ı evvel” denilir…
Nefs-i itibariyle, “Hakikat-ı Muhammedî” adı verilir…
Ruhu itibariyle, “Rûh-u A’zâm” denilir…
“Esmâ-ül hüsnâ”,
O’nun “Rûhu”dur!.
Evren içre evrenler, “Ruh-u
A’zâm” indinde, âlem içre âlemlerdir!.
Bedeni, “uzay”
adıyla tanıdığımızdır!… Bizler ve varolan her birim, Uzayımızdan gelen
bir şekilde fışkırırız, toplu varlığımız itibariyle!. Bilincimiz ise, açığa
çıktığı katmanın şartları altında düşünür…
Sonluluğu, hükmîdir!.
Âlemlerinin sonu yoktur!… Ehline malûmdur…
“Mi’râc”ın
ereni, O’na erer!…
“Salât”ın
amacıdır!.
“Vahidiyet”
mertebesidir…
“Vitriyet”
sahipleri, O’nu yaşar!.
“O”nda kendini
bulanlar –ki dünyamızdan olmaları şart değil-, “Refîk-i â’lâ” ehli
olarak tanınır…
“Makam-ı Mahmud”,
O’nunla zâhir olur!.
“Melekül mukarreb”, O’nun emrindedir!..
“Tek bir nefs
olarak gelirsiniz” işareti, O’nun yaşamının, işaretidir…
Âlemler, O’nun
indinde bir hayâldir!..
“Hologram” bedendir,
bedeni.. Yani, Uzayın, algılayamadığımız yanı!.
“Gökte ayın ondördü
gibi” sembolüyle anlatılan; Cennet ehlinin göreceği “Rabbi”, O’dur!.
O’na erenin, O’nunla arasına, “ne bir melekül mukarreb ne de
bir nebiyyi mürsel” girer!
“Mukarreb”
olmayanlar, “O”nu, “Allah” adıyla işaret edilen, sanır!
Kesinlikle sanmayın
ki, “Allah” O’nunla kayıtlanır!.
“Allah” adıyla işaret edilen, âlemlerden “Ganî”dir!.
“Leyse
kemislihi şey’”!
hf
Bir büyük
beden… Ama, bugüne kadar gördüğümüzden hayli farklı!.
Boyu eni hayâl
edilemeyecek kadar büyük!
Bize göre, sonsuz!.
Bir azametli beden!.
Düşünemeyeceğimiz kadar derinlikli!.
Bize göre, sınırsız!..
Sanki onun başı var,
milyonlarca; kolları var, milyarlarca; ayakları var yüz milyarlarca!
Bedeninin organları,
milyarla galaksiler!.
Organların hücreleri,
yüz milyarlarca yıldızlar!.
Hücrelerdeki dizinler,
yıldız sistemleri!.
O bedenin, bir de ruhu
var; tıpkı, bizim ruhumuz gibi!.
O bedenin, şuuru
var; tıpkı, bizim şuurumuz gibi!.
O bedenin, “ben”i
var; tıpkı, bizim “nefs=ben”imiz gibi!.
O bedenin “ben”inde
bilinç var, kendi varlığına ve boyutsal sonsuzluğundaki hiçliğe!. Tıpkı,
derûnumuzdaki hiçliğimize olduğu gibi!.
O, sonsuz, sınırsız;
adı “evren”!. Oysa, yaratılmışın rölatif kavramı sonsuzluk,
sınırsızlık!.
“Ben” sonsuz,
ebedî; adım “insan”!.
“O”, mahlûk,
yaratılmış; “RUH” adıyla isimlenmiş!.
“Ben”, mahlûk,
yaratılmış; “insan” adıyla isimlenmiş…
O’nun organları yenileniyor, bedeni yenileniyor; süpernovalar patlayıp,
yerlerine yenileri oluşuyor!.. Sonsuz…
Benim, organlarım
yenileniyor, bedenim yenileniyor; hücrelerim patlayıp ölüyor, yerlerine
yenileri oluşuyor!
O’nun bedeninin ruhu var, bedenini ayakta tutan!. Ruhunun şuuru var
sistemini organize eden!.
Benim bedenimin
genleri var, bedenimi organize edip ruhumu açığa çıkaran!.
Ben yolculuk
yapıyorum, O’nda… O’na… O’nunla!
O seyrediyor bende;
beni, benimle!
Urûc ediyorum semâma!…
“Kalb”ime, “ruh”uma,
“sır”rıma, “hafî”me; “ahfâ”da!
Hiç oluyor insan; Hep
oluyor O!… Seyredilen ve Seyreden!.
“Kalb”imle
düşünüyor, “nefs”im!
“Ruh”umla
esmâyı seyrediyor…
“Sır”rımla
müsemmayı görüyorum…
“Hafî”de
yanlızca “ben” varım diyor!… Hitabı işitense, “Kendisi”!.
“Ahfa”da…
Hişşşt!. Dur ve sus orada!.
O evren!… O, âlemler!… O, “Ruh” adlı melek!.
O’nun da, “nefs”i var…
O’nun da “kalb”i var!.
O’nun da “Ruh”u var!.
O’nun da “Sır”rı var!.
O’nun da “Hafî”si var!.
Ve “Ahfâ”sıyla;
NOKTA !
NOKTA, evren!… Evrende
nokta, ben!
Nokta, mahlûk; nokta
yaratılmış!.
Noktada bir hiç olan
ben; fakîr, garîb, âciz, muhtâç!
Nokta, Yaratan’ı
tesbih etmede; milyarlarca organı, yüz milyarlarca diliyle…
Ben yaratanımı
zikretmekteyim trilyonlarca hücremin her biriyle her an!.
Hücrelerimin her birinin
dili… Organlarımın her birinin dili… Ruhumun dili, şuurumun dili, varlığımın
anlamının dili, varlığım adı altında varolanın dili, ve ötesi zikretmekte, her
an binbir lisan ile Kendisini!.
Âlem zikirde, âlemler
zikirde…
Âlem tesbihte; âlemler
tesbihte…
Nokta dönüyor, kendi
yaratılış amacı çevresinde…
Noktada dönüyor her
nokta kendi yaratılış gâyesi çevresinde!.
Her şey dönüyor, Bir Şey
çevresinde!.
Melek var, “RUH”
adıyla mümtaz!.
“Melek”ten olma
melekler… Meleklerden olma melekler!.
Melekler var âzîm…
Melekler var, perdeli!.. Melekler var, melekeleri seyrettiklerinden perdeli!.
Melekler, nur!.
Melekler, şuur!.
Melekler, gayyûr!.
Melekler kâh oluyor
bir yaratık; kâh oluyor bir başka yaratık!. Melekler kendi aralarında
oynaşıyorlar!.. Evrende, çarkıfelekler dönüyor; çarkı felek iş bitiriyor,
diyoruz biz!.
Melek yaratılış
amacına hizmet veriyor!
Şeytan adı takılmış
olan öyle… Bizler de öyle… Ama kimimiz, kimimize göre, biraz şöyle!
Kimimiz bir derya,
kimimiz deryadan bir damla… Ama hepimiz sonuçta aynı salda!.
Gidiyoruz bir semti
meçhule!..
Varlığın sonu, yokluk!
Cennetin sonu, hiçlik!
Nokta’nın yaşamı,
bitik!
Ganî “Allah”!
Hu “Allah”!.
hf
«RUH»
hakkında sual edenlere şöyle buyurulmuştur:
“SÖYLE: RUH
RABBİN HÜKMÜNDENDİR. SİZE İLMİNDEN AZ BİR ŞEY VERİLMİŞTİR...”(17-85)
Bir başka
âyette de “RUH” ile ilgili olarak:
“İÇİNE
RUHUMDAN NEFHETTİM.” (38-72)
Buyurulmuştur.
Gene bir hadîste de, Efendimiz: «Ruhullah» kelimesini kullanmıştır.
Şimdi burada ilk
olarak izah etmemiz gereken konu şudur:
Görüldüğü gibi âyeti
Kerîme, «Kul» yani «de ki» hitabı ile
başlamaktadır.
Bu hitap,
Efendimiz’edir...
Yani, «şimdi
Efendimiz, hiç
şüphesiz ki «RUH»un ne olduğunu biliyordu...
Fakat kendisine sual
edenler, “RUH”un gerçeğinden bîhaber idiler. Ayrıca, galib ZANLARI da “RUH”un hakikatının kesinlikle bilinemeyeceği yolunda
idi!..
İşte bu sebepten
dolayıdır ki, Efendimiz onların sualini
cevaplandırmaktan kaçındı ve Rabbin bu konudaki ilmine iltica etti.
Çünkü bilmiyor gözükse
idi, alay ve inkâr; gerçeği izah etseydi hadîsin tetkikinde görüleceği üzere,
sual edenlerin bu mevzuda bilgileri olmadığı için, gerçeği idrak edemiyecek,
kendilerine de bildirilmemiş bu bilgiyi inkâr edeceklerdi!
Bundan dolayıdır ki, Efendimiz, sual soranlara gerçeğini izahtan kaçındı “RUH”un; ve vahyi
bekledi.
Görüldüğü gibi inzâl
olan âyet de, O’nun en yerinde ve tam
yapılması icap
O zaman Rab, onların
anlayışına, zanlarına göre tecelli etti ve.;
«RUH RABBİN
HÜKMÜNDENDİR !.»
gibi, kısa ve
özlü bir cevap verildi... Ve ilâve olundu:
SİZLERE
(Onlara) ANCAK PEK AZ BİR İLİM VERİLMİŞTİR!.." (İsrâ - 86) - (Hadîs:
Müslim)
Yani, sizin,
“RUH” hakkındaki gerçeği idraka kapasiteniz yetmez, idrak edemez, isyan
edersiniz; bu sebeb ile size onun hakkında az bir ilim verilmiştir.
Evet, görüldüğü üzere
âyette ki «sizlere» kelimesi, «yahûdî» anlayışını muhatab
olarak almaktadır!..
Hadîsi şerîfte; bu
âyetin «Yahûdilere» geldiğini de bir diğer nakildeki, «ONLARA»
ifadesi son derece açık bir şekilde göstermektedir. Zirâ o okunuşa göre Âyette
«SİZLERE» yerine «ONLARA» kelimesi yer almaktadır. (Bkz: Müslim)
Yani, sizin, “RUH”
hakkındaki gerçeği idraka kapasiteniz yetmez, idrak edemez, isyan edersiniz;
bu sebeb ile size onun hakkında az bir
ilim verilmiştir.
Esasen «Vahdet
sırrı», İslâm ümmeti için «RUH»un hakikatının anlaşılması esasına
dayanmaktadır. Bu sebebledir ki, İslâm’da, sayısız evliyâ bu sırra ulaşarak «vahdet»
kemâlini yaşamışlardır.
Zaten. Temelde, bâtın
kapısı kapanmış olan yahûdî anlayışı «RUH» meselesini kavrayamaz.
Kavradığı zaman ise, zaten yahudilikten çıkmış veislâm itikadını
hf
Bütün varlık
sisteminden sorumlu olan bir ana “Ruh” var!...
Melek sınıfının içinde, bu “Ruh” dediğimiz varlık da!...
Fakat melek
sınıfının içindeki sayısız daha düşük kapasiteli güçlü meleklerden ayırma
gayesi ile onu, hasseten “RUH” ismi ile anıyor. Zira O,
sistemdeki “Halifetullah”tır!
Ehlince bilinir ki...
Bu yaşadığımız tüm
sistemi yöneten bir ana “Ruh” vardır!...
“Ruh-ül Kuds” ismiyle kastedilen bir ana varlık var... Kısaca “RUH” da
denilir O`na... Bu sistem içindeki bütün melekler onun emrindedir!.
Bu bahsedilen “Ruh”,
“Ruh-u A’âm” diye bahsedilen “kâinatın ruhu” değil; “Sistem`in
ruhu”dur!.
Biraz daha ileri
gideyim...
Bu, kıyamet günü;
Bütün insanlara “rabbınızı göreceksiniz!..” anlamında bahsedilen; “rabbınız!...”
diye işaret edilen bu sistemin ana “Ruh”udur...
Burada, bir anda
bocalayacaksınız, ister istemez...
“Yani biz, rabbımızı
göreceğiz derken, ana “Ruh”u mu göreceğiz?...”
Gayet basit!... Size;
“Her ne yana bakarsan,
O`nun vechini görürsün!..” diyor.
Bütün bu varlık, her
zerre dahi, O`ndan meydana gelmemiş mi?... Evet!...
Dolayısiyle, esasında
sen, zaten kime baksan, baktığın kişinin özünde Allah`ın vechi
mevcut olduğuna göre suretin ardındaki mutlak varlığı görme durumunda mısın?..
Evet, gerçekte türlü isimler altında hep O’nu görüyorsun!.
Peki, baktığın her
birimde, Cenâb-ı Hakk`ın esmâsının varlığını görebiliyorsun da; bu
sistemin özü olan o ana “Ruh”un görünme olayında, niye Rabbını
görmüş olmayasın?. Bunun mantığa ters olan tarafı ne?..
Ayrıca, “kıyâmette
Cenab-ı Hakk’ın ayın 14’ündeki görüntüsü gibi görüneceğini” de bildirmiyor mu
Rasûlullah aleyhisselâm?
Evet...
Allah`ın esmâsıyla, Allah`a ait kudret ve mânâlarla oluşmuş bir
varlık, bu ana “Ruh”!..
Ancak “tenezzül”
ise âfâkî yani mekân olarak değil; enfüsî yani boyutsal olarak gerçekleşir...
Yani, kişi, özünden-içinden gelen bir şekilde bu “tenezzül”ü algılar!..
Keza, “Gecenin son
üçte birinde Rabbim dünya semâsına iner de dua edenlerin dualarını
Burada yapıları çok
iyi anlamak gerek!..
Yapıların kademeleri
yok mu?.İşte, bu boyut içinde, bizim sistemin bir üst katman varlığı oluyor, bir
üst planı oluşturuyor bu “RUH”!.. Ama sakın bu “üst”
kelimesini dış-afak anlamında anlamayalım!.. Aksine öze-içe dönük
olarak değerlendirelim...
Adem`e tâbi olmakla
görevli olmayan melekler vardır... Bunlar, Galaktik boyuttaki
meleklerdir!...
Tüm galaktik sistemin
ruhu ayrı, bizim sistemin ruhu ayrı...
Bizim sistemin
ötesinde belli bir kümesel kademe var. Sistemlerin ruhları olarak...
Kademe kademe olan bir
olay söz konusu...
Bu sistemin ana “Ruh”u dediğimiz varlık, nasıl insan Allah’ın güzel
isimlerinden oluşmuş ise; O da aynı şekilde, Allah isimlerinin bileşiminden
oluşmuş!..
Meselâ bir kısım
melekler var. Subbûh, Kuddûs isimlerinden müteşekkil. Bir kısım melek
var; Allah`ın Kahhâr, Cebbâr, Kavi isimlerinden meydana gelmiş!.
Azrâil dediğimiz melek, Allah`ın Kahhâr isminin kuvvet ve kudretiyle
var olan bir melek... Bunlar kuantsal kökenli yapılar!.
Cinlerin yaşadığı
mikrodalga boyut; yani, bizim ruhumuz gibi bir tür dalgadan oluşmuş dalgasal
boyut!
Meleklerden daha üst
boyutta, yani şöyle anlatıyorum. Bak!...
Madde boyutu var, atom
boyutu var, atomaltı elektromanyetik dalgalar, kozmik ışınlar boyutu var! Bir
de onun altında bir boyut var. “Nâr=ışın boyutu” tâbir edilen..
Bizim “ruhumuz”
itibariyle boyutumuz, “nar boyutu”dur. Cinler de, “nâr” diye
târif edilen dalgasal yapılar boyutudur.
Bu bahsettiğim, “Ruh”
dediğim varlık ise, melekî boyut olan, “Nur” ismiyle tarif edilen
kuantsal enerjiye çok yakın plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu
oluyor.. Bildiğimiz meleklerden çok daha güçlü bir ana melek diyelim...
Melekler de cinler
gibi, bir takım işler yapan, çok değişik türleri, yapıları, sûretleri olan bir
sınıf...
Bu “RUH” isimli
varlık da bize göre çok çok özel bir melek zaten!.. Melek dediğimiz sınıfa
giriyor!.
hf
“RUH gücü”
denilen şey, beynin güçlü dalga yayımından başka bir şey değildir.
Ayrıca, beynindeki bu özellik aynen “RUH”a da yüklendiği için elbette ki “ruh”
da bu güce sahip olmaktadır...
“Zikir ,ruhâniyeti
arttırır” demişler.
”Ruhâniyet”,
sendeki meleki gücün gelişmesidir! Ne kadar nùrun fazla ise, meleğin o kadar
güçlü ve kapsamlı bir melektir... Ne kadar çok güçlü ve kapsamlı bir
meleğin gücü varsa, diğer varlıklara o kadar yardımda, inâyette
bulunursun.
İşte, “himmet etti,
feyiz verdi” diye lisânı insaniye çevrilir olay...
“Evliyanın feyz
vermesi” denilen olaya gelince...
Bu kişi, yapmış olduğu
yoğun zikir ve riyazat sonucu, beyninde oldukça önemli bir kapasiteyi
kullanabilir hale galmiştir. Bu sebeple, çok güçlü verici dalgalar
yayabilmektedir.
Böyle birini
bulduğunuz zaman, o kişi, güçlü verici beyin dalgalarını sizin beyninize
yönlendirir...
İşte o anda, sizin
beyninizde, o güne kadar açılmamış ek bir kapasite devreye girer ve o ana kadar
anlamadığınız, farketmediğiniz bir hususu kolaylıkla anlar hale
geliverirsiniz... Konuştuğu birkaç cümle, beraberinde böyle bir güç olduğu
için, sizde önemli gelişmeler sağlar... Ve böylece denir ki “ben filanca zât’a
gittim ve bana şöyle feyiz verdi... O anda çözüverdim bir çok meseleyi!.”
Beyin bir taraftan
kendi ruhunu üretip, meydana getirip, ona belli enerjiyi, kendisindeki
özellikleri yüklerken; bu enerji, “feed back”le, geri dönmek sûretiyle,
aynı zamanda da beynin ve vücudun enerjisini takviye ediyor.
Burada şu noktaya da
dikkat ediniz:
Beynin biliyorsunuz
ki,yüzde üç-beş gibi çok sınırlı bir bölümünü kullanabiliyoruz.
Şimdi buraya dikkat!.
RUHA, yani dalgasal
beyne, biyolojik beynin sadece çalışan bölümü yüklenir!. Yani, çalışan kadarı,
kendi kopyası veya ikizi olan dalgasal beyni üretir!. Ve dolayısıyla da kişinin
ruh gücü ve ilmi, sadece beyninin çalışan bölümü kadar gerçekleşir..
Zira dalgasal beden ve
dolayısıyla ışınsal beyin, biyolojik beyinden ayrıldıktan sonra, bir daha
gelişme şansına sahip değildir!.. Bu yüzden de ruh kuvvetin, kapasiten,
ölmeden önceki son ulaştığın beyin kapasiten olarak sâbitlenir!..
Eğer beynini
geliştirebildiysen, ruhunu güçlendirdin demektir.
İşte, “kuvvetli
ruh” ya da “ruhu kuvvetli”, tasarruf sahibi kişiler dediklerimizin
oluşturdukları olayın sebebi de budur!...
İşte bu yüksek beyin
gücüne sahip kişiler, belli görevli varlıklar üzerinde tasarruf ederek, onlara
istediklerini yaptırıyorlar!. Sadece yaptırtmak değil; onları kullanarak belli
şeyleri haber alabiliyor, belli bir takım şeylere muttali olabiliyor, belli
şeylere yön verebiliyor, çevresine yararlı olabiliyor!. zaten bu kişilerden
çevreye hiç bir zaman zarar ulaşmaz!
Bunlar, hep o
kişilerin beyin kapasitesine ve gücüne bağlı olaylar!.
Yani, biz, beynimizi
ne derecede güçlendirebilirsek, o derecede belli güçlerin bizde ortaya çıkması
söz konusu!.
“Beyin dalgaları”
dediğimiz şey esasında meleki bir tüm yapıdır!
Hepimizde bu meleki
güç açığa çıkıyor fakat biz farkında değiliz. Hep kulakla duymağa, dille
konuşmağa alıştığımız için dilsiz, kulaksız olan birbirimizle olan
iletişimimizin farkında değiliz.
Bir odaya
girersin...Hiç kimse bir şey konuşmaz. .üç kişiye sempati duyarsın,bir kişiye
antipati duyarsın..
Nereden oluşuyor
bu sempati,antipati?..
Sen daha odaya
girdiğin anda senin beyin dalgaların iletişim kuruyor. senin beyin dalgalarınla
onun beyin dalgaları uyuşuyorsa, sen buna “sempati” adını
veriyorsun,uyuşmuyorsa “antipati” adını veriyorsun. İletişim, dalga
boyutunda biz konuşmadan oluyor! Benim meleğim senin meleğinle uyuşursa
sevişiyorsun,anlaşıyorsun ; uyuşmazsa zıtlaşıyorsun. Ama hiç farkında
değiliz..
hf
(İNSAN
RUHU-“KİŞİSEL RUH”-“LÂTİF BEDEN”)
“İnsan”
ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedi yaşamını sürdürdüğü “dalga bedendir”...
Ruh , ölümötesi beden
olarak işlevini ortaya koyar.
“Ruh bedenin”
dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir... İnsan beyninin üretmiş olduğu
dalgalardan oluşan bir tür “HOLOGRAMİK DALGA BEDEN”dir!..
Görüntüsü
hologramiktir!..
Bu hologramik beden,
aynen televizyon dalgaları gibidir... Nasıl ki taşıyıcı dalgalara yüklenmiş
görüntü ve ses dalgalardır televizyon dalgaları; işte “insan ruhu” da
böylece tüm zihinsel fonksiyonların sonucu olan verileri yüklenmiştir!..
Beynin ürettiği,
yüklenmiş dalgalardan oluşmuştur...Beyin tarafından üretilir ve beyin
kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak “RUH”a yükler.”
Rüyada duyduğun acı,
beynin ruha yüklediğini gösterir... Kâbir azabı dahi bu yüklenmeden
dolayıdır...
Beyin, her an,
üretmekte olduğu “Ruh” adı verilen dalga bedene de verilerini
anında yükler!...
Bu arada hemen şu
soruya cevap verelim...
“Ruh”,
dalgalardan oluşuyor ise, bu dalgalar nasıl havada dağılıp gitmiyor da, bir
arada kalıp, bir beden hâlini koruyor?
“Ruh” adı verilmiş bulunan beyin dalgaları hatırlayalım ki beynin ürettiği
dalgalardan meydana gelmiştir. Beyindeki tüm özellikler, “ruh” adı
verilen dalga bedene yüklenmektedir.
Vücutta hücrelerin bir
arada tutulmasını sağlayan “çekme” elektriği ve özelliği aynıyla beyinde
de vardır; ve beyin bu özelliği, gücü aynıyla ürettiği dalgalara yükleyerek,
ürettiği dalgaların otomatik olarak bir arada bulunmasını temin etmektedir,
dalgalarda oluşan o özellikle!. Bu yüzdendir ki, insanın ölümötesi boyut
bedeni olan dalga bedeni=ruhu, bir tekil yapı olarak, cennet boyutuna
kadar devam edecektir.
“ÖLÜM” denilen,
beynin faaliyetinin durması ve vücudun manyetizmasının kesilişiyle beraber,
kişi kendini bu “hologramik dalga beden” olarak hissedip yaşamaya
başlar...
“Ba`sü ba`
Ancak, o kişi yaşamı
boyunca neleri düşünmüş, neleri hissetmişse; ne tür endişe ve korkulara kapılmış,
sevgiler duymuşsa, o “dalga beden” yaşantısında da bunlardan gayrını bulmaz!..
Bu sebeple kişi, fizik-şimik bedende kendini ne ölçüde ve nasıl tanımış ve
kabullenmişse; daha sonra kendini içinde bulacağı “ahıret aleminde” yani “dalga
boyutta”, “hologramik dalga bedende” de kendini o özellikleriyle bulur...
Şayet 120. günde beyin
cevheri oluşurken, burada bir devreyi açacak olan ışın (melek) beyne isabet
etmiş ise, bu takdirde beyin bir tür antiçekim dalgasını ruha yükleyecek ve
neticede, bu enerji ile «ruh» ya da «dalga beden» dünyanın
manyetik çekim alanına karşı güç ile dünyadan ve cehennemden kendini kurtarıp
cennete yâni sayısız yıldızların boyutsal derinliklerine gidebilecektir.
Aksine, beyinde bu
devre açılmamış ve dolayısıyla da bu antiçekim dalgası «ruha»
yüklenmemiş ise, bu defa o «ruh» da kendini dünyanın ve daha sonra da
Güneşin yâni cehennemin manyetik çekim alanından kurtaramayacak ve neticede
ebedî olarak orada kalacaktır!..
Evet, “insan ruhu”,
120. günden itibaren, bütün yaşamı boyunca, tüm zihinsel hâsılasıyla yüklenir;
ve beden kaydından kurtulduktan sonra da dünya yaşamındayken elde etmiş olduğu
verilere ve enerjiye göre bir biçimde yaşamını sürdürür...
Dünya durdukça,
dünyanın manyetik çekim alanı içinde kalan ve dünyanın ikizi durumunda olan
dalga dünya yani “berzah” aleminde yaşayan “ruh”lar; kıyâmetle birlikte,
ya yetersiz enerjileri dolayısıyla dünya ile birlikte güneşin dalga ikizi olan
“cehennem”in içinde yerlerini alırlar; veyahut da kaçabilen diğer “ruhlar”la
birlikte “cennet” ismiyle bilinen galaksi içi yıldızların dalga ikizleri
içinde yolculuğa çıkarlar...(Dalga yapının boyutumuzdaki algılanan haline onun ikizi
tâbirini kullanıyoruz... Ayrıca bir ikincil yapı olarak değil...)
Ancak dikkat edilmeli
ki...
Ölümötesi yaşamın bir
günü, Kur`ân’ı Kerim’in ifadesine göre, dünya senesi ile bin yıldır... Gene
hazreti Resûl`ün açıklamasına göre, sadece
“sıratı geçiş
üçbin senelik yoldur..”
Oranın bir günü,
dünya senesiyle bin yıl olursa, üç bin yılı ne kadar eder, artı siz düşünün...
Ve buna göre de diğer zaman ölçülerini düşünebilmeye çalışın...
“Kişilik ruhu”
dediğimiz “dalga beden” dahi “mutlak RUH” ile varlığını
sürdürmektedir...
"İnsan"
ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedi yaşamını sürdürdüğü "dalga
bedendir"... Görüntüsü hologramiktir!.. Beynin ürettiği, Yüklenmiş
dalgalardan oluşmuştur...
Beyin tarafından
üretilir ve ve beyin kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak
"RUH"a yükler.
Beynin, sinir sistemi
aracılığıyla bedende oluşturduğu bio-elektrik enerji kesildiği anda, bedenin
mıknatısıyeti de kesildiği için fizik bedenden bağımsız olarak yaşamına devam
eder; ki bu durum "ÖLÜM" denilen şeydir.
Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı
alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir
otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi
gibi...
Herhangi bir sebeple
"ruh", fizik bedenden ayrılır ve uzunca bir süre geri dönmez
ise, beyin bu enerjiden mahrum kaldığı için durur ve "ölüm" dediğimiz
olay meydana gelir...
"Hafıza-bellek" esas olarak bu "dalga" bedendeki bilgi yüküdür...
Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır...
Eğer, beyinde herhangi
bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı
için "unutma" veya "hatırlayamama" dediğimiz olay
meydana gelir...
“Ruhların birbirini
çekişi veya itişi” denilen olay ise,
ruhları üreten beyinlerin, astrolojik etkiler sonucu, eskilerin
ateş-toprak-hava-su diye ayırdıkları dört farklı frekansta üretim yapmalarıdır...
"Ruh bedenin"
dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir...
Ruh, bedenden
ilişkisinin kesildiği son anki görüntü üzeredir...
Otuz yaşında kolu
kopmuş bir insan, elli yaşında ölse, ruhunun kolu hiç kopmamışçasına
mevcuttur... Çünkü, ruhta meydana gelen özellikler ve görüntüler bir daha hiç
kaybolmaz!..
"RUH bedende",
yani "dalga bedende" var olan bütün özellikler, beyin
tarafından üretildiği için, beynimizi ne kadar geniş kapasiteli
kullanabilirsek, ne kadar çok enerji üretebilirsek, o kadar “güçlü bir
RUH"a sahip oluruz... "Dünya ahiretin tarlasıdır, burada ne
ekersen, orada onu biçersin" demelerinin sebebi, işte budur.
Bu “ruh” adı
verilen bireysel bilinci taşıyan yapı, bir diğer ifade şekliyle “yüklenmiş
dalga beden”dir!... Yani, görüntü ve ses yüklenmiş televizyon dalgalarında
olduğu gibi...
Seyyal bir yapıya
sahiptıir... Zaman ve mekan kaydının dışındadır... Aynı anda bir kaç yerde
bulunabilme özelliğine sahip olabilir...
En büyük özelliği ise;
karşı karşıya bırakıldığı her şeyin hakikatine yönelmesi, o şeyin aslını
hakikatını araştırması... Bildiğimiz “bilinç” bu ruhta yer aldığı için, gene
“bilince ait tüm özellikler” bu yapıdan algılanır..
"İbadet" denilen çalışma şekillerinin sebebi hep beynin gelişip güçlenmesi ve
dolayısıyla bu özelliklerin ruha yüklenmesidir...
Beynin üretip "ruha"
yüklediği, "ruhun" kendini dünyanın ve güneşin çekim alanından
kurtarmasını sağlayacak olan antimanyetik enerjiye eski dilde, din
terminolojisinde "NUR" adı verilmiştir.
Kişinin "NUR"u
ne kadar çoksa, cehennemden o kadar kolay kurtulabilecektir...Yani kişi ne
kadar ruhuna enerji yükleyebilmişse, bu çekim alanlarından o kadar kolaylıkla
kurtulabilecektir.
Eğer bu enerji yükleme
işini ihmal etmiş ise, o takdirde de kendini güçlü çekim odaklarından
kurtaramıyacak ve ebedi olarak o çekim alanında hapis kalacaktır.
Hücreleri birarada
tutan, yani bedeni bir bütün halinde koruyan beynin yaydığı bioelektrik
enerjidir ki buna tasavvufta "harareti griziye"
denilmiştir..
Tenezzülât
mertebelerinin tamamı ruhtan meydana geldiği için varlıkta olan herşey RUH ile
kaimdir; ruhtaki mündemiç şuur ile şuur sahibidir!Ve bu yüzden de herşey hayat
sahibidir.
Dünyanın da Güneşin de
ruhları ve dolayısıyla şuurları vardır.
İnsan ruhuhun
farklılığı ise,tenezzülatın sonunda beden boyutundan uruç istikametine dönüşte
ortaya çıkan bir ruh olmasıdır ki ; bu ruh
Ruh’ta oluştuğu iddia
edilen tüm haller, aslında ruhta değil beyinde oluşmada!.. «Ruh» ise beynin
tüm hâsılasını her an yüklemekte olduğu hologramik yapılı «dalga beden».
Beynin ürettiği bu «RUH»
adı verilen dalga beden dört veya üç katlı olarak incelenebilir.
Bizim araştırma ve
tetkiklerimize göre, kısaca «RUH» denilen «insan ruhu» üç veya
dört bölümde meydana gelmektedir;
1.-Taşıyıcı
dalgalar (ruh). Hologramik görüntülü dalga beden.
2.-«Antiçekim»
özellikli dalgalardan oluşan yük.
3.-Pozitif
enerji yükü. (enerji dalgası - Nur)
4.-BELLEK
dalgaları.
hf
Taşıyıcı ruh, insanın sonsuza dek yaşamını, varlığını sürdürmesine sebeb
olan esas dalga hammaddeli yapıdır. Görüntüsü «hologramik» bir şekildir.
Çeşitli sebeblerle ve şekillerde deforme olsa dahi, daha sonraki aşamada tekrar
eski haline dönebilme özelliklerine sahiptir.
Esas itibariyle, fizik
bedenin karşılığıdır. Şekli, görünüşü, ayrıldığı andaki fizik bedenin aynıdır.
Ancak, fizik bedende bir kaza ile meselâ bir kol veya bacak kesilmiş ise, o kol
veya bacak daha önceden var olduğu ve bu durum da ruha yansıdığı için, bu
kesilmeden dolayı ruh bedende böyle bir eksiklik görülmez.
Günümüz modasıyla
«uzaylı» varlıklar denilen «cin»lerin bedeniyle insanın bu taşıyıcı ruhu
aynı yapısal özelliklere sahiptir.
“Antiçekim
dalgaları” dediğimiz dalgalar, nùri bedenin yapısı-hammaddesidir!
Cenindeki beyin
çekirdeği 120. günde çok çok önemli bir tesir ile karşı karşıyadır.Hatta bir
insan için varlığın en önemli olayı bu anda cereyan etmektedir, cümlesini çok
rahatlıkla söyleyebilirim.
Zira...
O anda, beyin
çekirdeğine isabet
Beynin ürettiği bu
«antiçekim» dalgaları, «taşıyıcı ruh» dediğimiz dalga yapı üzerine yüklenmiş olarak
üretilir.
Bir diğer ifade
şekliyle.
Şayet, beyinde 120.
günde «antiçekim» dalgaları üretim devresi açılmış ise, bu kişinin ruhu
dediğimiz taşıyıcı dalgalar, «antiçekim» dalgaları ile yüklenmiş olarak beden
örgüsünü oluşturur. Yok, eğer «antiçekim» dalgaları devresi açılmaz ise,
bu defa «ruh» dediğimiz «taşıyıcı dalgalar» sadece kendi
başlarına meydana gelirler.
«Antiçekim»
dalgalarının özelliği, yüklenmiş olduğu dalga bedeni, yüklenmiş olduğu ruhu,
dünyanın ve güneşin çekim alanında bağımsız hale kavuşturmaktır.
Aynı zamanda «Antiçekim»
dalgalarının ikinci bir özelliği de, ruha «pozitif enerji» sağlayan dalgaları
yüklenmektir. Yani, 3. tür dalgalar, bu 2. tür dalgalara yüklenmektedir. Şayet,
beyin, ikinci tür dalgaları üretmiyorsa, bu takdirde, üçüncü tür dalgalar
yüklenecek mahal bulamayacakları için, üreten birime hiç bir fayda
sağlamayacaktır, ölümötesi yaşantısında!..
«Antiçekim»
dalgalarının üretilmesi konusunda insanın kesinlikle hiç bir dahli yoktur!..
Nasıl, 120. günde
beyin çekirdeği, ulaştığı kapasite sonucu, aldığı kozmik ışınım ile otomatik
olarak ruhu üretmeye başlıyorsa; insan bilincinin bunda hiç bir katkısı yok
ise; aynı şekilde, «antiçekim» dalgalarının üretilmesini sağlayan devrenin
açılıp açılmaması konusunda da kişinin hiç bir dahli mevcut değildir!.. Bu
açılımı sağlayacak kozmik ışınım ya o anda, o birimin beynine ulaşır ve o devre
açılarak, «antiçekim» dalgası yüklenmiş «ruh» üretilmeye başlanır; ya da o
açılımı sağlayacak ışınımdan mahrum kalan beyin, «antiçekim» dalgalarını üretmeksizin,
«ruhunu» üretir!
Bu durumda da, «antiçekim»
dalgasından mahrum olarak «varolan» ruhun, kesin olarak âkıbeti, ebedî bir
şekilde «cehennem» diye tasvir edilen Güneş'in içinde kayıtlı yaşamdır.
İşte İslâm Dininde bu
olaydan Hz. Rasûlullah Aleyhis-selâm, «KADER» ile ilgili hadislerinde
özetle ve meâlen şöyle bahseder:
«-Allah bir
mahlûk hükmedip yaratmak istediği zaman Melek:
-Ey Rabbim,
erkek midir, dişi midir; SAİD midir, ŞAKİ midir; rızkı nedir, eceli nedir. diye
sorar. BUNLAR ANASININ KARNINDA İKEN BÖYLECE YAZILIR."
İşte bu ve «KADER»
bölümünde naklettiğimiz diğer hadislerde bahsedilen «SAÎD»lik ve «ŞAKλlik
kelimeleriyle anlatılan olay budur!..
Bahsettiğimiz «antiçekim»
dalgalarını üreten beyinler «SAİD» kelimesiyle, yani «saadete ermiş»
anlamında anlatılmaktadır!.. Buna karşılık «antiçekim» dalgalarından
mahrum olarak meydana gelen insan ruhlarına ise «ŞAKİ» denilmektedir!..
Yani, şekâvet halinde olan!..
Ne «SAİD»,
ameliyle «saîd» olmuştur; ne de «ŞAKİ», amelsizliğiyle «şakî»
olmuştur!.. Hiç biri yaptıklarıyla veya yapacaklarıyla diğer bir hale
dönüşmez!..
Bu olay 120. günde bir
anda olup biten bir iştir!..
«Antiçekim»
dalgalarıyla güçlendirilmiş ruh, anlamına «SAİD» kelimesiyle işaret
edilir ki; bu kişinin ruhu, neticede kesinlikle «cennet» ortamına
ulaşacaktır!.
«Antiçekim»
dalgalarından mahrum ruh, anlamına «ŞAKİ» kelimesiyle işaret edilir ki,
bu kişinin ruhu ebedî olarak «cehennem» diye tavsif edilen Güneş içinde mahsur
kalacaktır!..
Bu durumun, kişinin
ameline bağlı olarak meydana gelmediğine Hz. Rasûlullah Aleyhis-selâm şu
kelâmıyla işaret eder:
«-Muhakkak ki
hiç biriniz amelinizle cennete giremezsiniz!..
-Sen de mi Yâ
Rasûlullah?..
-Evet, ben de!.. Ne
var ki Allah'ın rahmeti beni kuşatmıştır!»..
Evet, burada da
işaret edildiği gibi, kişinin cennete girmesi, görüldüğü gibi ameline değil,
Allah'ın rahmetine bağlanmıştır; ki, bu târiften murad da, «takdir gereği
olarak», kişinin beyninin «antiçekim» dalgaları üretmesine
bağlanmıştır!..
Şayet izah
edebildiysek, şimdi geçelim «ruh»a yüklenen 3. kat dalgalara.
Pozitif enerji adını
verdiğimiz bu dalgalar beynin «verici» mahiyetteki düşünce ve fiillerinden
oluşan bir enerji türüdür!.. Dindeki adı «sevab»tır!..
Pozitif enerjinin
karşıtı olan «negatif enerji» adını verdiğimiz dalgalar ise beynin «alıcı»,
«birimsel menfaate dönük» davranışlarından oluşur. Dindeki adı «günâh»tır!..
Pozitif enerji
dalgalarının yükleneceği dalga türü «antiçekim» dalgalarıdır. Şayed, «antiçekim»
dalgaları üretilmiyorsa, pozitif enerji dalgaları üretilse bile yüklenecek
mahal olmadığı için, ölümötesi yaşamda kişiye bir yarar sağlamaz. Ancak bu
dünyada yaşanırken, kazanılan bu dalgaların getireceği olumlu sonuçlar
sözkonusudur!..
Negatif enerji
dalgaları ise yüklenmek için «antiçekim» dalgalarına ihtiyaç duymaz!..
Direkt olarak taşıyıcı ruh dediğimiz ana bedeni oluşturan dalga bedene
yüklenir.
Pozitif enerji
dalgaları (sevab) kişinin ilk şuur hallerinden itibaren üretilir. Bu sebebten
5-6 yaşından itibaren çocuğa müsbet çalışmalar tavsiye edilir ve bu istikamete
yönlendirilir.
Negatif enerji
dalgalarını (günah) ise beyin «büluğa ermek» diye tanımlanan cinsiyet
hormonlarının salgılanmasından sonra üretmeye başlar! Zira bu dalgalar, beynin
biokimyasının seks hormonlarıyla etkilenmesinden sonra beyin tarafından
üretilebilmektedir. Bunun için de, “büluğdan evvel kişinin günâhları
yazılmaz” diye mecazi bir şekilde anlatılır bu durum.
«
(39-65)
Âyetinde işaret
edilen şirk koşularak ölme hali, «şakî» olma sonucu beyinde «antiçekim»
dalgası üretilmeme halidir ki, bu yüzden pozitif enerji dalgaları ruha
yüklenemez ve bunun da sonucu olarak kişinin amelleri boşa gitmiş olur!..
4-BELLEK DALGALARI
Bellek dalgaları
kişinin tüm düşüncelerini, duygularını, arzu ve isteklerini; kısacası kişiyi
başkalarından ayıran tüm zihinsel verilerini ihtiva eder!.. Bunlar, aynen
televizyon dalgaları misâli, ses-görüntü yüklenmiş bir biçimde hologramik
bedene eklenir.
Ölümötesi kişilik, bu
bellek dalgalarının muhtevası olarak sonsuza dek devam eder.
Beyindeki tüm zihinsel
faaliyet, hiç biri kaybolmaksızın, her an ruha yüklenir. Yüklendiği dalgalar
dediğimiz hologramik dalga bedendir ki; ikinci ve üçüncü sırada saydığımız
dalgalarla bir bağlantısı yoktur. Yani, ikinci ve üçüncü sırada anlattığımız
dalgalar olmasa dahi direkt olarak sürekli bir biçimde, 1. anlattığımız bedene
yüklenmektedir.
Bilinç (şuur) dediğimiz şey, bu bellek dalgaları şeklinde -ruh’ta yerini alır.
Bir diğer ifade ile, bilincin bedenidir bellek dalgaları!..
Evet, İNSAN denildiği
zaman, ölümötesi yapısı itibariyle bu dört ayrı dalga boyundan oluşan
hologramik dalga bedenli varlık anlaşılır!
hf
İNSAN RUHU’NUN FARKLILIĞI NEDİR?
Tenezzülât
mertebelerinin tamamı ruhtan meydana geldiği için; varlıkta olan her şey RUH ile
kâimdir; ve ruhtaki mündemiç şuur ile de şuur sahibidir!... Ve bu yüzden de
herşey hayat sahibidir...
Dünyanın da Güneşin
de, ruhları ve dolayısıyla şuurları vardır... Ve her şey; hiç bir şey hariç
olmamak üzere her şey her an her yerde Allah’ı hamd ve tesbih etmektedir... Bu
da onların ruh ve şuur sahibi olmalarından dolayıdır...
İnsan ruhunun farklılığı ise,
tenezzülâtın sonunda beden boyutundan uruç istikametine dönüşte ortaya çıkan
bir ruh olmasıdır ki; bu ruh
hf
“Enerji Dalgaları”
dediğimiz dalgalar(ibadetle,zikirle oluşan dalgalar) güçtür,enerjidir,”ruhtaki
kudret”tir!
hf
Şuur
yönüyle ruhunu bilirsin, fakat “ruhun” ne olduğunu
bilemezsin..Göremezsin!..
Ruh yönün, senin
zâtına işaret eder.. Aklı Evvel ’in karşılığı olan sendeki akıl yani “şuur”
dediğimiz mânâda akıl yönün, senin, benliğin hakikatını bilmene yol açar!..
hf
BEYİN-RUH
İLİŞKİSİ
Not: Beyin bölümüne
bakınız.
hf
MELEĞİN RUHU
NEFHETMESİ
"Ruh
nefhi" ifadesiyle anlatılan, "esmâ-i ilâhi”nin kapsamlı
bir kapasiteyle ortaya çıkarılabilmesi yeteneğini oluşturan "mutasyon"
olayıdırki, bunun sonucunda, beyin kapasitesi Allah-u Teâlâ`nın "tâlim
edilen" tüm esmâsının özelliklerini ortaya koyabilecek kemâlâta
ulaşmıştır.
Tek«RUH»tan
sayısız enerji yayılmış ve onlardan sayısız mânâları hâvi olan «melek»ler
oluşmuştur. Çeşitli mânâlar ihtiva
«Yıldız»
şeklinde bedenlenmiş «şuur birikimleri» olan «melek»ler, kendi
varoluş gayelerine uygun olarak, varlığa sayısız mânâlar - ışınlar
yaymaktadırlar.
Nihâyet en son olarak,
bu sayısız mânâları değerlendirebilecek bir beyin kapasitesi ile insan
yaratılmıştır.
İnsan daha ilk
yaratılışı anında, yâni 120. Günde bu beyin «melek»ler tarafından ya da
diğer bir ifâde ile «burçlar» diye kastedilen sayısız aynı guruptaki «meleklerin»
oluşturduğu «yıldızlar» tarafından salınan bir tür ışınlar ile çeşitli
hususlarda programlanmalara tabi olurlar.
Kimde hangi mânâları
izhar etmeyi dilemiş ise, ona uygun olarak «melek»ler tarafından
programlanır. Bu programlanış,
«Allâh sizi
yarattı ve düzenledi, biçimlendirdi. Dileğince terkib etti» (82-7/8)
âyetinde
anlatılır.
İşte birimsel «ruh»lar,
ölümötesinde ebedî yaşama devam edecek olan «kişilik ruhları» böylece bu
beyinler tarafından bu dünyada ilm-i ilâhî iktizasınca oluşturulurlar
Sperm ile yumurtanın
rahimde birleşmesinin 120. Gününde cenin, bazı kozmik ışınların
etkisiyle, “meleğin ruhu nefhetmesi” diye tarif edilen bir biçimde,
dalga üretimine başlar.
Beynin çekirdeği
durumunda olan bu yapı, genetik veri tabanını değerlendirmesine vesile olan ilk
temel kozmik tesirleri alarak ön programa kavuşur ki; böylece onun “şakilesi”
yani “programının doğrultusu” belirlenmiş olur..
Cenin 120. günde,
beyin çekirdeğiyle ilk kozmik ışınları değerlendirecek düzeye ulaşır.
Ulaşmış olduğu bu
kapasitede, «bir melek gelir ve ruhu üfler». Yani, gelen kozmik ışınlar
bu beyinde «kişilik ruhu» veya «insan ruhu» denilen dalga
üretimini başlatan ilk hareketi meydana getirir.
Beynin 120. günde
ulaştığı bu kapasite ile, kozmik ışınların etkisi sonucu ölümötesi yaşamda
devamını sağlayacak olan dalga bedeni üretmeye başlaması olayına din
terminolojisinde «bedene ruh üflenmesi» tanımı getirilmiştir!..
İşte bu anda “kişisel
ruh” yani “ insani ruh” meydana gelmiş, yaratılmış olur!... Bu andan
evvel, “bireysel ruh” mevcut değildir!.
Bu sebebledir ki,
Zira, 120. günde
cenindeki beyin çekirdeği, "dalga bedeni" yani "kişilik
ruhunu" üretmeye başlamıştır ki, ceninin öldürülmesi halinde dahi, bu
"ruh" yaşamına sonsuza dek devam eder...
Kişiliğin temel
özelliklerini ise, genlerindeki bilgiler
meydana getirir..
Genetik veriler, tohum; tohumun gelişmesini ve özelliklerinin ortaya çıkış biçimini
sağlayan toprak, gübre, su, nem gibi faktörler de “astrolojik programlama”
gibidir!.
hf
VARLIĞIN ÖZÜNDEKİ “RUH-ÜL KUDS”
(SIRRI
İLÂHİ-VÜCUDU SÂRİ)
Tasavvufun “hakikatı”
bahsinde yazılmış en değerli eserlerden biri olan “İNSAN-I KÂMİL” de-Osmanlıca
tercemesi Abdülaziz Mecdi Tolun,Türkçe tercemesi de rahmetli Abdülkadir Akçiçek
tarafından yapılmıştır-“RUH-U A’ZÂM” ve “RUH-UL KÜDS” hakkında
çok değerli bilgiler anlatılmıştır...Bu konuyu tasavvuf ıstılahıyla incelemek
isteyenler adı geçen eserlerden yararlanabilirler.
Abdülkerim Ceyli-Hazreti Rasûlullah Aleyhi’s-selâm’ın ve Abdülkâdir Geylâni
hazretlerinin torunlarındandır.
”İNSAN-I KÂMİL” isimli
eserinde varlığın oluş boyutlarından bir boyut olan ve tüm varlığa yaygın olan
“RUH-ÜL KUDS” bahsinde özetle şunları anlatıyor;
“Bilesin ki Ruh-ül
Kuds ruhlarında ruhudur” Yani,insanlarda mevcut olan izâfi ruh
dediğimiz,yaratılmış ruhları meydana getiren esas Ruhtur! “Ve o kün emri
şümulü altına girmekten yana münezzehtir. Sonra onun için mahlùktur denemez!
Çünkü o, yani Ruh-ül Kuds, Hak’kın has yüzlerinden bir yüzdür.Ve varlık,o yüzle
kaimdir!..O bir Ruh’tur ama diğer ruhlara benzemez!..Zira o, Allah’ın
Ruh’udur ve Adem’e bu ruhtan üflenmiştir.Nitekim âyeti kerime ile bu mânâya
işaret edilmiştir.
“ONA RUHUMDAN
NEFHETTİM” (38/72)
Bu mânâdan da
anlaşıldığı gibi, Adem’in ruhu yaratılmıştır;ama Allah’ın Ruhu yaratılmış
değildir! Çünkü o Ruh-ül Kuds’tür, yani o kevni noksanlardan yana
münezzehtir-temizdir.
Kevni noksanlardan
yana ne demek?..
Varoluş, terkibiyet
hükmünün meydana getirdiği kısıtlamalardan yana münezzehtir!..Varoluş
itibariyle meydana gelen kısıtlamalar onda mevcut değildir.
“Bu Ruh o ruhtur
ki, ondan anlatılırken mahlùkattaki “Allah’ın Yüzü” tâbiri kullanılır; ve
âyeti kerimede şöyle bahsedilir bundan;
“
Bunun daha
açık mânâsı şudur: Bu Ruh-ül Kùds o Ruh’tur ki,bu kevni varlığa
Allah bir varlık vererek, O’nunla kaim kılmıştır.”
Bu varlık,bu ruhla
kaimdir.Yani varlığın aslı bu ruhtur.
“İşte bu varlık
sayesindedir ki dış duygularınızla bu duygular âleminde ne yana dönerseniz;
fikrinizle, bu akılla anlaşılır şeylerle ne yana çevirilirseniz bu Mukaddes Ruh
orada kemâliyle aynen vardır. Çünkü o, Vechi İlâhi’den ibarettir!..Varlık ise
bu vechi ilâhi ile kaimdir...Bu Vechi İlâhi de herşeyde vardır! Çünkü
Allah’ın Ruhudur.
Birşeyin ruhu da o
şeyin kendisidir, nefsidir.
Bu durumda
varlık Allah’ın nefsi ile kaimdir, yani kendisiyle.Çünkü onun nefsi, Zâtı’dır.
Bilesin ki bu hisler
çeşidinden her şeyin bir ruhu vardır ki ; sûret onunla kaimdir.Bu sûretin ruhu
lâfız içindeki mânâ gibidir.ve bu mahlùk ruh onunla kaimdir...İşte bu ruh
Ruhül Kùds’tür!
Bir kimse bu Ruh-ül Kùds’e bakıp,insanca gördüğü zaman,onu mahlùk olarak görür.Çünkü
iki kıdemin bir araya gelmesi mümkün değildir.
-“Şimdi insanı ele
alalım. İnsanın bir cesedi vardır,onun sùretidir.İnsanın bir sırrı vardır,bu
onun mânâsıdır. İnsanın bir sırrı vardır,bu onun ruhudur. İnsanın bir de
vechi vardır. İşte buna Ruh-ül Kùds, sırrı ilâhi veya Vücùdu Sâri denir.Yine
insan üzerinde duralım, daha başka açıdan devam edelim...
İnsanın sùretinin...Ki
bu sùrete de beşeriyet ve şehvaniyet tâbiri kullanılır...Evet; insana bu
sùretinin iktizası olan şeyler galip gelirse;o zaman ruhu tabii kalıntılar
kazanmaya başlar...Ki onun sùretinin aslı da budur...Yani ruhudur..Sùretinin
kaynak mahalli de odur...Böyle olunca asli âlemi karışır çünkü o sùretine
beşeriyetinin iktizası şeyler yerleşmiştir...Ruhi serbestliği gitmiş, sùretle
bağlantı kurulmuştur. Böylece; Tabiat ve âdet zindanına girmiş olur!..Onun
dünya evindeki bu hâli ; âhiretteki sicciyn misâlidir. Belki de ruhunun karar
kıldığı âhiret sicciyninin aynıdır.Ancak âhiretteki zindanında görülür,elle
tutulur gibi bir ateş içindedir!..daha açık mânâsıyla sicciyn cehennemdir.
İşte o cehennem ise..
Dünyada, anlatılan mânâyadır..Âhirette ise, mânâ olanların bâriz bir şekilde
görünür şekilleri, belli sùretleri vardır.Bu mânâyı iyi anla!..
Yine insan üstünde
duralım. Üstte anlatılanın aksini anlatalım.
Bir insana ruhâni işler
üstün gelirse; bu da sağlam düşünce,az yemek,az
konuşmak,az uyumakla mümkün olur. Bir de, beşeriyetinin
gerektirdiği işleri bırakmakla!..
İşte o zaman,
insanın heykeli letâfet kazanır.Bu kazancı ki elde etti; su üstünde
yürür, havada uçar, duvarlar onun görüntüsünü perdelemez, uzaktaki yerler ona
uzak gelmez. Bundan sonra ruhu engellerin olmadığı bir mahalde yerleşir ki, bu
engeller beşeriyet iktizası olan şeylerdir.
Böylece en yüksek
mertebeye ulaşır bu kişi.Bu mertebede ruhlar âlemidir, serbesttir.Cisimlerle
komşuluğu sebeiyle hâsıl olan bütün bağlardan âzâdedir.
Yukarıda anlatılanın
ilerisine geçen insan da vardır. Bu da ilâhi işlerin kendisinde
üstünlüğünü göstermesiyle başlar. Allah için olanları müşahededen ileri
gelir.Bu türden müşahede edilenler ise, Allah’ın güzel isimleri ve
sıfatlarıdır. Anlatılan müşahedeye nail olan kimse, beşeri ve rùhi yönden
iktiza
Beşeriyetin iktiza
ettiği şeyler odur ki; bu cesedin kıyamı onlarladır. Tabiatın ve ruhun mutâdı
olan işlerse insanın namus kıyamını sağlayan işlerdir.Bunlar makam sahibi
olmak, istilâ, yükseklik talebi gibi şeylerdir. Çünkü insan rùhi yönden yücedir
bu gibi şeyleri hattâ başkalarını da taleb eder.
Ancak insan bu anlatılan ruhi ve beşeri işleri bir yana bırakıp, aslı olan
sırrı müşahedeye devam ederse ki bu onun aslıdır. İşte o zaman ilâhi sırrın
hükmü zuhur etmeye başlar.Durum böyle olunca insanın heykeli ve Ruhu beşeriyet
çukurundan kalkar,tenzih kudsiyetinin zirvesine çıkar, işte o zaman hak
onun kulağı, gözü, eli, dili olur..”
Şimdi burada Hazret
tarafından anlatılmak istenen mânâ şu:
Senin, terkibiyet
hükmünden doğan belli bir tabiatın ve duygular âlemin var.Bu senin
beşeriyetin!..Beşeriyet yanın!...
Varlık, bu bürünmüş
olduğu tabiat hükümleri,duygular içinde olduğu sürece, ister istemez terkiplik
oluşumunun sonucu olarak yaşamına devam eder...Bu arada tefekkür edebilir,
tahayyül edebilir, seyredebilir, ancak bütün bunlarda kendi terkibiyet halini
aşamaz!..
Kendi varlığının
hakikatını bilir...Kendi varlığının,Hakkın isimleriyle meydana geldiğini
bilir...Bu bilişiyle,”men arefe” sırrı denen, ”nefsinin hakikatını
bilen rabbının hakikatını bilir” hükmü ile, Rabbının ilâhi isimler olduğunu
bilir!...Bu ilâhi isimlerin hükmünün kendisinde yürüdüğünü görür...kendisinin,
bu ilâhi isimlerin varlığından başka bir şey olmadığını müşahede eder!..
Fakat bütün
müşahedesine rağmen, gene de tabiat ve duygular kendisinde
hâkimdir!..Olaylar kendisine yön çizer, kendisi olaylara yön çizemez!...çünkü
onda hâkim olan terkibiyettir!..Tâbi olması hasebiyle de olaylar onun yönünü
çizer.
Burada olaylara tâbi
olan, yarın cehennemde, tabii olarak meydana gelen olaylarla azâptadır! Burada
olaylara yön çizebilen, yarın cennettedir!..Cehennemden kurtulur,orada
olaylara tâbi olmaktan çıkar, çıkması hasebiyle de Allah onda her an
yeni bir yaratıştadır,dolayısıyla da hâli cennettir!..
Aksi halde bu kişinin,
kendi nefsinin hakikatını bilmesi, kendini bilmesi demek değildir!..
Nefsinin hakikatını
bilmesi “Rabbını bilmesi”dir!..
Kendi aslı ve zâtı
olan Allah’ı bilebilmesi için, mutlaka ve mutlaka kendi terkibiyet
oluşumundan çıkması şarttır; bu da fiil âleminde olaylara yön verir duruma
girmesi, tabiatının ve duygularının istediği şeyleri terketmesiyle mümkündür!..
Tabiatının ve
duygularının istediği şeylere tâbi olması demek, terkibiyetinden doğan
davranışların kendisinden çıkması demektir!..Bu şartlar altında da onun
bildiği, ancak terkibinin hakikatı, yani Rabbıdır.Ve bu da onun cehennemini
meydana getirir!..
“Olaylara tâbi
olmak” ne demek?..senin belli bir terkibin var?..Bu tâbii terkibin
dedğimiz şeyi beyindeki çeşitli mânâlara dönük açılımlar ve şartlanmalar ile
alışkanlıklar dedğimiz şeyler meydana getiriyor!..Bu şartlanmalar ve
alışkanlıklarla,belli olaylarla karşılaştığın anda,o olaylara sen tabiâtın
istikametinde olmak kaydıyla,alışkanlığın neticesi belli bir davranış ortaya
koyuyor musun,koyuyorsun!..
İşte bu ortaya
koyduğun davranış, olayların sana hükmetmesi denen şeydir!..
Peki olayların
bana hükmetmesi değil de; benim olaylara hükmetmem sözkonusu olursa,
benim ne türlü davranmam gerekir?..
Senin o türlü
davranman gerekir ki, o davranış senin tabiâtının veya alışkanlığının veya
şartlanmanın sonucu olmayıp; ilâhi düzeni veya geçerli mekanizmayı müşahede
ederek, o anda senin birimselliğin açısından en uygun olan davranışı ortaya
koymaktır.
Senden bir davranış
çıkacak.. Bu davranış, mekanizmanın çalışması işlevine göre, senin yönünden,
senin saadetini gerektirecek biçimde olacak!..Alışkanlığın yönünden şartlanman yönünden
değil! Böyle olmadığı takdirde, yapının gerektirdiği davranış olur ki, böylece
sen olayların akışında olaylara tâbi olmuş olursun!..
Dinin mânâsı senin
ebedi saadetini meydana getirecek ilâhi hükümler
değil miydi?..senin saadetin derken,senin saadetinden murad nedir?...Zâtını ve
sıfatını,belli terkib kayıtlarının ötesinde kendini tanıman değil miydi?Bu
terkib kaydından kurtulman için de senin, terkibinin gerektirdiği davranışları
terkedip, ilâhi isimlerin genişliği içinde, belli davranışları ortaya koyman
icabetmiyor mu?..İşte bu davranışı ortaya koyabilirsen, terkib zorlanmasını
kırmış, terkib sınırlarını aşmış, ilâhi isimlerin genişliğinde bir davranışı
ortaya koymuş olursun!...
Bu ortaya
koyduğun davranış,olayların sana hükmetmesi değil; olaylara karşı senin
ikinci bir yön vermen şeklinde değerlendirilir!..
Senin karşılaştığın
bir olay var..Bu olay bireysel mânâda herhangi bir maddi
menfaatini veya dünyalık bir menfaatini sağlayacak veyahutta seni toplumsal
şartlanmaya uygun bir davranışa itekliyor...
Meselâ bir arkadaşını,
her görüşte “selâm” diyerek selamlaşıyorsun...Bu senin normal şartlanmanın
gereği olarak, yaptığın bir davranış!..Şimdi yapılacak şey şu; gene selâm
vereceksin!..Ama “Esselâmu aleyküm” diyeceksin!..
Esselâmu aleyküm derken “selâm” isminin mânâsını,evvelâ senin idrak etmiş olman
lâzım!..”Selâm” ismi,selâmete çıkma mânâsındadır!..
“Sen”den,selâmete
çıkma!..Terkib kayıtlarından selâmete çıtkma!..
Selâm isminin mânâsı,
ilâhi isimlerde yüzme,gezme,o mânâlar içinde seyretmek halidir!..Ancak bu da Allah’ı
bilmekle mümkün olur..Yani, sen ona “selâm olsun
Bunu yaptığın zaman,
bunda bir şartlanma, bir alışkanlık bir tabiât terkibi sözkonusu olmayıp;
şuurlu olarak ortaya koyduğun bir fiil ve karşındakine şuurlu olarak bir
yönelme sözkonusudur!..
Böyle davranabildiğin
zaman,olaya “sen” hükmetmiş olursun!..Şuurlu olarak!..Kendin yön vermen
kaydıyla..Ama bu böyle olmayıp da ilk anlatılan biçimde olursa, o terkibinin
gerektirdiği, şartlanmanın ortaya koyduğu bir alışkanlığın dile gelişidir.
hf
RUHLAR BEDENDEN ÖNCE Mİ YARATILDI?
A`raf sûresinin
172. âyetinde şöyle bir anlatım var:
“RABBİN,
ADEMOĞULLARINDAN, ONLARIN BELLERİNDEN ZÜRRİYETLERİNİ ALMIŞ VE ONLARI
KENDİLERİNE ŞAHİT TUTMUŞTU;
BEN SİZİN
RABBİNİZ DEĞİL MİYİM (ELESTÜ BİRABBİKÜM)? DİYE.
EVET, ŞAHİDİZ
(KÂLU BELÂ)!.. DEDİLER..
KIYAMET GÜNÜ,
“BİZ BUNDAN HABERSİZDİK” DEMEYESİNİZ!”
Bu âyeti
kerimenin anlamı, âyetin esas vurgulamak istediği gerçeğin farkedilememesi
yüzünden, saptırılarak tamamen alâkasız yorumlar ortaya çıkartılmış ve
insanlarda çok önemli bir konuda yanlış anlamalara yol açılmıştır.
Bu yanlış anlama da
şudur:
Allah, Dünyaya gelecek
ne kadar insan varsa, onların bedenlerinden evvel, başka bir mekânda ruhlarını
yaratmıştır... Ve onlara orada sormuştur, “ben sizin rabbiniz değil miyim
-elestü birabbiküm-“ diye.. O insan ruhları da cevap vermişler, “evet
buna şahidiz -kâlu belâ-“ şeklinde..
Bu yanlış anlayıştan
sonra da “ELEST BEZMİ” diye ikinci bir asılsız kanaat oluşmuştur konu
hakkında derinliğine bilgisi olmayanlarda...
Güya, o ruhlar
aleminde tanışıp ülfet edenler, burada da tanışırmış; orada tanışmamış olanlar
da burada birbirleriyle görüşemezlermiş!..
Ve daha bu asılsız
görüşe dayalı olarak uydurulmuş sayısız hikayeler!..
Önce işin aslını
özetliyelim; sonra da bu husustaki delillerimizi belirtelim.
Âyetin işaret etmek
istediği mânâ Allahuâlem şudur:
“Allah
insanı İslam fıtratı üzere yaratmıştır” hükmü üzere, her insan henüz sperm
halinde iken, kendisinde oluşan babasının geninden İslam fıtratının programını
alarak dünyaya gelir.
“onların
bellerinden zürriyetlerini almış” ifadesi genetik olarak intikal
Yani, sperm
halindeyken insan, -bellerinden, zürriyet alındığında-, fıtrat olarak
rabbini bilme yetisine sahip kılınmıştır.. Bu sebeple de “kâlu
belâ” rabbimin varlığına şehâdet ederim diyebilen bir ana programa
sahiptir.
Esasen, genetik olarak
bu programla yüklenmiş olan cenin özünden gelen bir meleki etki ile ruh adı
verilen, mikrodalga diyebileceğimiz ölümötesi bedenini üretmeğe ve tüm zihinsel
fonksiyonlarını bu bedene yüklemeğe başlar.
Biyolojik beden ölüm
olayıyla kullanılmaz hale gelince de artık ruh bedenle berzah âleminde kıyâmete
kadar yaşar.. Yeniden bedenlenerek dünyaya geri gelme, tenâsuh=reenkarnasyon
kesinlikle sözkonusu olmaksızın.
Zaten farkedileceği
üzere, ruh dışarıdan gelip cenine girmemiştir ki, çıktıktan sonra tekrar başka
bir bedene girsin!. Böyle bir sistem mevcut değildir, hiç bir varlık için!. Bu
tamamen HİNDU inancına dayalı görüştür.
Dünyadan önceki ruhlar
alemi görüşüne mesned edilmek istenen yukarıdaki ayeti dikkatle okursak,
görürüz ki, “Ademoğullarından, bellerinden” sözedilmektedir.. Bu
ise dünya yaşamına ait bir olaydır.. Ruhlar âlemiyle hiç alâkası olmayan bir
konudur..
Kısacası, Ruhların,
bezmi elestte, bedenlerden önce topluca yaratılmaları ve sonra peyderpey dünyaya
gelerek bedenlere girmeleri; ve hatta bedenden ayrıldıktan sonra yeniden
dünyaya geri gelerek bir bedenle yaşamaları hikayesi tamamiyle yanlış anlama
sonucu meydana gelen uydurmadır!.
İnsanın ruhunun,
bedenin ana rahminde oluşmasından sonra meydana geldiğini; ruhların daha
önceden yaratılıp, sonra da peyderpey dünyaya gönderilmesi diye bir şeyin asla
sözkonusu olmadığını da İMAM GAZALİ şöyle anlatır:
"Allah Teâlâ’nın
fiillerini ve melâike vasıtasıyla yıldızları semâvâtı hareket ettirerek,
yeryüzündeki canlıları ve bitkileri nasıl vücuda getirdiğini bilen kimse; hem
Ademin kendi âlemindeki tasarrufunun, Halik Teâlâ’nın büyük âlemdeki
tasarrufuna benzediğini, ve hem de Rasûlullah'ın;
"Allah,
Adem’i kendi sûretinde yarattı"
açıklamasının
mânâsını anlar...
Denilirse ki, ruhlar
bedenlerle yaratıldığı halde, Rasûlullah'ın;
-"Ben
yaradılışça Nebilerin ilkiyim. Nebilikçe de sonuncusuyum.. Ben Nebiyken, Adem
su ile çamur arasında bulunmaktaydı !."
sözünün mânâsı
nedir?..
Hakikat şu ki:
Bunların hiç birisinde,
ruhun kadim olduğuna, dair bir delil yoktur!..
Fakat,
"yaradılışça Nebilerin ilkiyim..." sözünün zâhiri mânâsına göre, onun
varlığının cesedinden önce yaratıldığına delâlet ihtimali mevcuttur..
Zâhiri olmayan manası
ise bellidir... Tevili, açıklaması da mümkündür.. Fakat kati delil, zahire
meyletmez.. Bilakis zahirin teviline hükmetmede kullanılır....
Nitekim Allahu Teâlâ
hakkındaki teşbihin zâhirlerinde olduğu gibi...
"Allahu Teâlâ
ruhları, cesedlerden iki bin yıl önce yarattı..." sözüne gelince...
Buradaki “Ruhlar”dan
maksad, “melâikenin ruhları”dır!..
Cesedlerden maksad da, Arş, kürsi, semâvât, yıldızlar topluluğu, hava, su,
yeryüzü gibi âlemlerin cesedi, bünyesidir..
"Ben yaratılışça
Nebilerin ilkiyim" sözüne gelince... Buradaki "yaradılışça"(halk)
kelimesi "TAKDİR" mânâsınadır... "İCAD", yaratıp
vücudlandırma mânâsına değildir...
Çünkü, Rasûlullah
sallalllahu aleyhi ve sellem, anneleri tarafından dünyaya GETİRİLMELERİNDEN
önce mevcut ve yaratılmış değildİ!.. Fakat, gayeler ve kemâller, takdir
hususunda önce, varlık hususunda sonradır... Zira Allah Teâlâ ilâhi meseleleri
hadisleri, kendi ilmine uygun olarak, önce lehvi mahfuzda takdir eder,
şekillendirir..
Buraya kadar, şayet
varlığın iki şeklini de anladıysan; Rasûlullah’ın varlığının, Ademin
varlığından önce; yani gözle görülen varlık olarak değil de, ilk takdir edilen
varlık olarak önce olduğunu da anlamış olursun..." (İmam GAZALİ - Ravzatüt
Talibin)
Sanki birbiri ile
ilgisizmiş gibi görünen yukaridaki alıntıları size naklettiten sonra, şimdi de
konuyu toparlayıp, olayı bir sistem şeklinde izaha çalışalım...
Ve önce şu kesin
tesbiti yapalım...
İmam GAZALİ'nin de
yukarıda bahsettiği gibi, gerek Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın olsun,
gerekse bütün insanların olsun, biyolojik-hücresel bedenleri varolmadan önce
"ruh" bedenleri mevcut değildi !..
Yani, önce belli bir
mekânda insanların ruhları yaratılmış, sonra da bu ruhlar peyderpey dünyada ana
rahimlerinde oluşan bedenlerin içine gönderilmiştir, görüşü tamamiyle
yanlıştır!..
İnsanların ruhlarının
önceden yaratılıp sonradan peyderpey dünyaya gönderilmesi görüşü İslam'dan çok
önceki BUDİST FELSEFİ EKOLLERİNE dayanır...
Bu masalın gerekçesi
de, büyük yoksulluklar içindeki halkı, isyandan uzak tutup, haline razı ederek,
şayet, itaatkar ve haline razı yaşarsa, yeniden dünyaya geldiğinde bir üst
sınıftan, zengin, güzel bir bedenle geri gelme şansı olduğuna inandırıp,
böylece sömürmektir... Ve daha sonraları reenkarnasyonun türlü biçimleri öne
sürülmüttür...
Ölümü tadmış bir kişinin ruhunun
herhangi bir gerekçe ile yeniden bir biolojik bedene bürünerek dünyaya geri
gelmesi görüşünün adı, eski dilde TENASUH, yeni dilde ise REENKARNASYON'dur..
İSLÂM inanç sistemine göre, tamamiyle UYDURMA, asılsız bir düşünce şeklidir!..
hf
Ruh`un bedenden
ayrılması iki yoldan mümkündür;
1- Mutlak
ölüm ile;
2- “Fetih”
hâli ile.
Bu iki hâl
dışında, ruhun bedenden ayrılıp gitmesi diye bir olay yok!..
Ölmeden evvel ölme halini “Hakk-el yakîn” yaşayan “fetih” ehli kişiler
hariç, diğerlerinin hepsi, “beyin radar dalgaları” sayesinde görür!. Bu
durum ya tasavvufta çalışmalar yapmış ve “mardıyye nefs” mertebesine
ulaşmış kişilerde meydana gelir; ya da “nefsi emmare”de olmasına rağmen
bazı kişilerde “zulmânî feth” şeklinde “istidraç” yollu
olabilir..
SORU
-------
Geçmişle ilgili ruhun
bedenden ayrılma olayının bugün için anlatılamamış olabilir ama geçmişi ileri
atıp saf dille diyor ki:”Ruh bedenden ayrılıp dönmediği vakitte beden
ölür!”.
CEVAP
---------
Ruhun bedenden ayrılma
olayı var fakat ruhun “rüya” dediğimiz olayları büyük bir
kısmının beynin radar dalgaları ile oluştuğunu söylüyoruz.. bu ikisi
ayrı şey.
Şimdi gerek “tayyi
mekân” dediğimiz olay yani Kur’ân ‘daki “Isra olayı” gerekse
de Fetih sahibinin yaşadığı olaylar ,ruhun bedenden ayrılması olayıdır.
Buna mukabil beynin
yaydığı radar dalgalarıyla Dünya üstündeki çeşitli yörelere veya kişilere
yönelme olayı farklıdır. Bu ikisini birbirinden ayırmak lazım.
Ayrıca beyin ve ruh
her an birbiri ile iletişim halindedir ve bedenin enerjisi ruhtan takviye
alır,daha doğrusu beyin ruhtan takviye alır,beyni yönetir ama zaman zaman
ruhtan takviye alır. Aynı şekilde beyin
Benim beyin dalgaları
ile yaydığı radar dalgaları ile görülen rüyalar veya yaşanılan başka olaylar
esastır. Ruh kesinlikle bedenden ayrılmaz demiyoruz,rüyada yaşanan olaylara
bağlantılı olarak beynin yaydığı radar dalgalarının tesbitinden söz ediyorum.
Rüyada beyin radar
dalgaları yaydığı gibi esasında normal yaşamda da yayar yani beynin yaydığı
radar dalgalarının sonucu olarak algılanılan -hissedilen olaylara dikkat çekmek
istiyorum.
hf
“Ruha” ait
olarak bilinen hususların tamamı gerçekte beyne aittir!... Bu yüzdendir ki
“RUH”un hastalığı olmaz!
“RUH hastalığı” tabiri
tamamiyle yanlış bir ifadedir!... Gerçekte “beyin hastalıkları ve fonksiyon
bozuklukları” söz konusudur!
hf
Rüyalar,
çeşitli mânâların, o mânâlara uygun sûretlere bürünerek bize görünmesi halidir.
Esas itibariyle, her
şey yani her görüntü, Allahu Teâlâ'nın çeşitli isimlerinin mânâlarının bir
sûrete bürünmüş halidir.
Hatta daha gerçeğiyle,
biz o mânâları, beynimizdeki özel algılama sistemi ile, görüntüler, sûretler
şeklinde algılarız.
Beynin veri
tabanının,gecenin içinde bulunulan saatlerindeki meleki=astrolojik tesirler
altında,o tesirlerle ilgili konularına göre irrite edilmesi…
Bunun sonucunda belli
bir sentezin oluşması…Bu sentez sonuçlarının peyderpey,belli bir siklusla hayâl
merkezine ulaştırılması…Bu dalgaların, konuyla ilgili veri suretleriyle
birleşmesiyle de rüya yani görüntünün beyinde oluşması…
Rüyalar o ana kadar
yaşanilanlarin beyinde semboller şeklinde açıga çıkmasıdır...
Rüyalar daima beyin
sentezlerinin sonuçları ve rüyet merkezinde açığa çıkan beynin veri tabanına
GÖRE görüntü sembolleri olduğu için,konunun ehli kişiler tarafından
yorumlanmasını yani sembollerin deşifre edilmesini gerektirir.
Çeşitli mânâların, o
mânâlara uygun suretlere bürünerek bize görünmesi halidir.
“Rüya” beyindeki veri levhaları, frekanslardır.Beyne
ulaşan frekansa en yakın frekans, beyinde hangi anlam olarak tasavvur edilmişse
önceden , ona uygun sûret olarak , o dalgalar beyinde açığa çıkar ve böylece
rüyalar, semboller şeklinde görülmüş olur!
Meselâ, rüyada ağaç
konuşur”... “ağaç konuşması” şeklinde algıladığın şey, esasında bir melek!
Ağaç,meleğin beyindeki veri tabanına göre en yakın ya da uygun bir şekilde
sembolize olarak deşifre edilip manalandırılışıdır! Bu manalandırılış,
veri tabanındaki tarama esnasında, o frekansın en yakını olan frekanstır.
Zaten farkedileceği
üzere, ruh dışarıdan gelip cenine girmemiştir ki, çıktıktan sonra tekrar başka
bir bedene girsin!. Böyle bir sistem mevcut değildir, hiç bir varlık için!. Bu
tamamen HİNDU inancına dayalı görüştür.