AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
S-Ş
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif
Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in
(aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret
edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla
değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere
hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza
indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her
yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz.
Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır. |
FİHRİST
Sabır
Sabır İstenir mi?
Safiye Nefs (ÖzBilinç)
"Sağır"
"Said"
Salât (Bkz.Namaz)
“Sâlih”
Sâlih Amel
“Samed”
Secde
İnsan’a Secde Edilebilir mi?
Selâmet
Selâm Vermek
Semâ(“Katlar”)
7 Kat Semâ
Semâ Ehli
Semânın Krallığı
Sempati-Antipati (Bkz.Ruh Gücü-Ruhâniyet ve “Burçlar”))
Semûm
Setri Avret (Bkz.Namaz)
Seyri Enfüsi
Sezgi
“Sıddîkiyet” Mertebesi
Sırat Devresi
Sırat-ı Mustakim'e Girmek
Sicciyn
”Sünnetullah”(Sistem
Kitabı- Allah'ın Sünneti -Evrensel Kitap-Kozmik Kitap)
Yaşam sistemi
İnsanın Sistem'le Bağlantısı
Eğer İçinde Yaşadığımız Sistem ve -Düzen"i Kavradıysak!
Hz.Muhammed Neyi Okudu?
"OKU"nması Gereken Sistem
Sistemin Ruhu(Bkz.Ruh)
"Evrensel Sistem"i OKUmak
“Allah İsmiyle İşaret Edilen”i Tanımadan, Sistem’i “Oku”yabilmek Mümkün mü?
Soyut-Somut
Sui Zan (Kötü Düşünce)
"Şaki"
“Şâkile”
“Şakra”(Bkz.”Adem Ve Havva, Cennet’ten Dünyaya
Nasıl indirildi?”)
Şartlanmalar Perdesi(Bkz.Değer
Yargıları)
Şefaat
Cehennemde Rasulullah'ın Ve Mertebe sırasıyla Evliyaullah'ın Şefaati
Cennette Şefaat
Dünyada Rasulullah'ın Şefaatine Nail Olmak
Şefaat ve Şirk
Şehâdet Âlemi (Bkz.Ef'al Âlemi)
Şehâdet Etmek
"Şehid"
Bedensel Şehidlik
Şuursal Şehidlik
Şeriat
Şeriat-Hakikat
Şeriattan Gaye Nedir?
Şeytan(İblis)
"Şeytanın Eùzü Çekmesi"
“Azâzil”, Niçin “Şeytan” Diye Adlandırıldı?
Şeytanın Tard Edilmesi
Şeytan, Niçin Allah’tan Uzak Düşmüştür? (Bkz.Allah’tan Uzak Düşmek”)
Şeytâniyet
“Kişinin Şeytanı”
“Şeytanını Müslüman Etmek”
Şirk
Gizli Şirk(Şirk-i Hafî)
Şirk, Niçin "En büyük Zulüm"dür?
Şirkten Arınmak
Şuur Sıçramaları
Şükür
Hâl İle Şükür
“Şükür” İle “Küfür” Arasındaki İlgi
Gâfilin kendini koruma mekanizmasıdır!
Sabredilecek
şey, BELÂDIR.. Belâ olmadığı zaman zaten sabredilecek
bir şey yok demektir...
Gerçekte
başa gelen her BELÂ bir nimettir!.. Çünki bir arınma
vesilesidir...
Onun
için İ. H. ERZURUMİ,
"deme niçin şu şöyle bak sonuna; sabreyle"!... demiştir..
Biz
genelde, nefsimize hoş gelmeyen şeyleri ŞER olarak görürüz..
Halbuki nefsimize hoş gelmeyen şeye sabredersek, o şer gördüğümüz şey bizim
şuur boyutunda kendimizi daha iyi tanımamıza yol açmak için, amiyane tâbirle
yontulmamız için başımıza gelmiş bir BELÂ dır!.. Biz o
andaki şartlarımıza GÖRE o olayı şer olarak bela olarak nitelendirirsek de daha
sonraki bir aşamada onun nimet olduğunu farkedebiliriz..
Elinden
geliyorsa o belâdan kurtulmanın yollarına başvurursun... Elinden gelmiyorsa oturup
sabreder ve bu arada da o belânın gerçekte sende hangi konuda bir arınmaya
yolaçacağını araştırırsın...
hf
Muâz bin Cebel Radı’yallâhu Anh
naklediyor bize bu açıklamaları;
“Rasùlullah Salla’llahu Aleyhi ve Sellem bir adamın şöyle dua ettiğini
işitti:
-Allah’ım senden SABIR isterim!..
-Sen
Allah’tan BELÂ istedin!..ÂFİYET iste!..
Bu
çok önemli bir uyarı...Rasùl Aleyhi’’s-Selâm’ın bize işâret ettiği gerçek şu:
Bir
insan Allah’tan SABIR istediği zaman, farkında olmadan
demektedir ki, ”bana belâ ver de sabredeyim”..İşte
bunun için sabır istemeyi men ediyor Resùl-i Ekrem ve onun yerine
“âfiyet iste” diyor!..
hf
Bir
esmâ terkîbi ile kayıtlı varlıklar söz konusudur evrendeki tüm boyutlarda ve
katmanlarda..
Bu
mânaların sûretleri ve sûretlerin oluşturduğu yapıların kaydından kurtulmuş, "Hiç"lik
deryasında varlığını yitirmek sûretiyle, "Hiç" olmuş; böylece
de "hep" durumundakilerdir "Nefsi Sâfiye"
durumundakiler!...
Sâfiyenin halini ne târif edebiliriz ne
konuşabiliriz!..
O,
“Zât Mertebesi”dir!. Zât tecellisidir!..
Zât
hakkında zaten konuşulmaz!.. Zât hakkında
konuşulmadığına, anlaşılmadığına göre, onun tecellisi nasıl olur bu da
konuşulamaz!. Dolayısıyla Sâfiye hakkında söz etmek
muhaldir!
Varlıkların
birimselliğinden, izâfî benliklerinden, vehminden doğan benliklerinden yükselen
sesleri duymayan!.
hf
Saadete
Ermiş!
Kişide,
ya iman açığa çıkmıştır ve bunun getirmiş olduğu bakış açısıyla yaşar
kısmetindeki kadarını; bu yüzden “said”=”Mutlu”
derler ona; çünkü ebedi yaşamında son durağı “Cennet” boyutu olacaktır!…
"SAİD"lik
denilen hâl, beynin bir tür antiçekim dalgası üreterek bunu "nur"
diye bilinen ismiyle "halogramik dalga bedene" yüklemesi, yani
kişinin "RUH"unun bu nura sahip kılınması hâlidir.
İster
"said"lik denilen hâl olsun, ister "şakî"lik
denilen hâl olsun, her ikisi de belirli Allah
isimlerinin zuhuru sebebiyledir.
Beynin bu enerjiyi üretmesi veya üretmemesi, ana rahmindeki 120. günde almış olduğu kozmik tesire (veya
meleğin yazmasına) bağlıdır!..Ve bu tesiri alıp almaması dahi, o birimin
ezelindeki hüküm ve takdir-i ilâhîye bağlıdır!..
Şayet,
onun "said" olması hükmedilmiş ise tüm yaşamı ona göre
programlanır. Ve o da programına göre olan işlerle meşgul
olur.
Bedbaht o kişidir ki, âhırette beraber olmak istediği kişiyle kafaca
dünyada beraber olma imkânı olduğu halde, pahasını ödemekten kaçınarak, bu
imkanı teper!
Mutlu
odur ki, sevdiğiyle beraber olmak uğruna bedelini öder!.
Bedbaht, ebedi saadeti terkedip birkaç saniyelik dünya nimetiyle iktifa
eder!.
Mutlu, ebedi yaşamı düşünerek, sayılı saniyelerin gamıyla, zamanını boşa
geçirmekten imtina eder!.
Sayılı
ve sonluyu, sonsuza değişenlerden olmaktan Rabbime sığınırım!.
hf
Beşeri
kavramlardan arınıp bilinç boyutunda kendini bulmuş ve bilincini
istediği gibi kullanarak ruhunu yönlendirebilen kişi!
Tanrı
kavramından kurtulup kendi hakikatını tanıyarak gereğini
yaşayan.
Salihler,mardiye bilincini yaşayanlardır!
hf
İmanın gereği olan fiillere Dinî terminolojide "ameli
sâlih" adı verilir.
hf
«SAMED»
kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştıma
yaparsak, şu mânâlar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:
«Hiç
boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen... Bir şey
girmez, bir şey çıkmaz!.. Som..»
Hani som altın deriz ya; işte öyle... Yani bir diğer ifade ile «sırf»!..”SAMED”, ayrıca, ihtiyaç mefhumundan
beridir, anlamına dahi gelir...”ALLAH SAMED’DİR”
Yani, “ALLAH” her türlü ihtiyaç kavramından
beridir.
Esasen
zaten, kendisinin dışında mevcut olan bir şey yoktur ki, O’nun herhangi bir
şeye muhtaç olabileceği düşünülsün...
“ALLAH”,
“SAMED” oluşu dolayısıyla öyle bir tümel varlıktır ki, ne kendisine bir
varlığın girmesi veya katılması söz konusu olabilir; ne de kendisinden ikinci
bir varlığın çıkışı, meydana gelişi!.. Hiç bir eksiği,
noksanı ve bu yüzden de bir şeye muhtaciyeti düşünülemiyecek olandır “ALLAH”!..
hf
Secde
nedir?...
Secde, kişinin, kendi varlığının,
benliğinin var olmayıp; gerçekte var olan Tek varlığın Allah olduğunu idrak
etmesi, hissetmesi hali`dir...
Kişinin, Allah`a yakîn halinde olduğunu hissetme hâli
"secde"dedir.
Secde`nin mânâsı; nasıl normal bir insan, ayakta duruken tüm
varlığı ile varsa... Buna karşın Secdede de tam bir "yok olmak" hâli
var!. Vücudu ortadan kalkıyor, kapanıyor...İşte
fizikman yok olma gibi... Secdenin "sırrî"
mânâsı da, kişinin kendi varlığının var olmadığını, idrak etmesidir.
Ne
anlıyorsun o anda?...
Secdedesin
ve secde halinde iken bu hâlinle sen diyorsun ki;
"Ey
Rabbim!... Var olan gerçek varlık sen imişsin, meğer
ben yokmuşum!..."
Tabii
bunu diyebilmek için, Allah`ın "Ahadiyet"ini, "vahidiyet"ini,
"vahdet" ve "vahdaniyet"ini anlamış olmak
lazım...
Yani
kısacası, Allah`ın TEK`liğini kavramış olmak lazım!...
Bahsettiğim
konular, "ALLAH" kitabında açıklamaya çalıştığımız "İhlas"
Sûresi`nin mânâsının bize açılması, onu hissetmemizden sonra yaşanacak bir
olay!...
İşte,
secdeye vardığın anda, "varlığımda var olan mutlak gerçek varlık
Sensin" idrakı içinde, kendi varlığın yok oluyor!.
Ve o anda Sen`den meydana gelen dua, Allah`ın isteği olarak ortaya çıkıyor!... Allah`ın ol dediği de olur elbette!..
Secde
hâli, hakiki mânâsı ile, herkeste kolay kolay oluşmaz!...
Çok uzun çalışmalara bağlı... Yani, kişinin varlığındaki bir takım şeylerden,
hatta tüm varlığından arınmasına bağlı, secdenin tam tahakkuk edebilmesi!.. Her namaz kılan "secde" edemez!.. Bu kişinin özel gayretine ve
çalışmasına bağlıdır.
hf
Burada geçen "Uzağa düşmek" acaba "mesafe-mekân"
anlamında mıdır?
Şeytan,"Allah"ı
anlayamamış, idrâk edememiş, neticede "insan"dan o yüce
kemâlin zuhûrunu inkâr etmiş; böylece de "Allah"tan ayrı düşmüş,
ilahî huzurdan tardedilmiş"tir..
İblis`in
"tardedilme"sinin anlamı; "Ulûhiyet kemâlâtının
özelliklerinin zuhurunu hakkıyla değerlendirememesi yüzünden gerçeklerden
uzaklaşması" şeklinde değerlendirilir...
Bunu
anlatan kelime de "LÂNET" olmaktadır!.
"Uzak olma", anlamına olarak!
Şİmdi, burada üzerinde ibret alınması gerekli bir nokta vardır. O da şudur:
"İnsan"da,
onun varlığını oluşturan Mutlak Varlık "Allah"ı müşahade
edememenin sonucu, İblis gibi "lânet"lenerek tardedilmektir!...
Kim
ki, "İnsan"a baktığı zaman onu "Allah"tan ayrı
bir varlık olarak görür; onda ilahi esmânın zuhurunu müşahade edemezse; ondaki
varlığın, Hakk`ın varlığı olduğunu anlayıp, değerlendiremezse"; bu
yanlış değerlendirmesi yüzünden "İblis" yani "şeytan"
hükmüyle yaşamını sürdürür!...
İnsanın
insana bedenen secde etmesi kesinlikle câiz değildir!.
Hazreti Rasulullah, insanların kendisi gelirken bile ayağa
kalkmalarına müsade etmemiş, bunu yasaklamıştır!.
Kendisi için başkalarının, ayağa kalkmasına, hele secde etmesine müsaade edenler,
Rasulullah aleyhisselâmın yolundan sapan kişilerdir!.
Ancak...
Bâtında "insan"a
"secde" etmeyen de "Allah`ı inkâr" ederek
"gerçeği örten"lerden olur!.. "Teşbih"in
hakkını vermemiş olur...
"Çün
bildin mü`minin kâlbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde ALLAH var?.
Her ne var Âdemde var; Âdem`den iste Hak`kı sen!.
Olma iblis-i şakî, Âdemde sırrullah var!."
Öte
yandan Zâhirde "insan"a "secde"
"Halife"
olarak yaratılmışken, kendi varlığındaki bu yüce nimetten gaflete düşer;
yalnızca karşısındakinde görüp kendindekinden perdelenmek sûretiyle,
Hristiyanların Hazretiisa`ya karşı olan durumuna düşer; ve neticede
"Halife"lık kemâlâtından mahrum kalır..
"Belki de onlar hayvanlardan da daha aşağıdadırlar" (7-179)
şeklinde hüküm yer!...
hf
Selâmet, Allah’a mutlak teslim olup, hükmünden ve tâkdirinden razı
olmaktır.
Hakikat mertebesi, kişide yaşanmaya
başlanınca, selâmet dediğimiz hâl kişi için
meydana gelmiş olur! Buna, "kendi özünü bulmak suretiyle kurtuluşa erme"
de diyebiliriz..
Esasen
bu, fıtratı, yani programı elverirse, o kişide daima ortaya çıkma fırsatı arar,
ne var ki şartlar uygun olmaz!..
hf
Selâm isminin mânâsının kişide açığa çıkmasını temennidir. Yani; Özündeki hakikati idrak edip, o hakikatla tahakkuk
edebilmesini temennidir.
hf
· Üst bilinç boyutu
· Düşünsel
boyut(Yaşanılan mekân)
· Kişinin kendi
”Hakikat”i
· Meleki yapı-boyut
itibariyle maddenin özü ve hakikati
· Maddenin hakikati olan
yani atom altı kuantsal boyuta doğru olan boyut
· Gökyüzü değil;
maddenin hakikati yani atom altı kuantsal boyuta doğru olan boyut
· “Göklerin Krallığı”
· Göktanrının huzuru
değil; atomaltı boyutun değerleri
· Gökyüzü
· “Göze" hitâbeden yapı değil; evrendeki dalgasal boyut
· "Berzah"
· "Âhiret"
· “Katlar”
İSLÂM
TERMİNOLOJİSİNDE “SEM”
"Semâ", İslâm terminolojisinde, çeşitli
yüksekliklerdeki değişik özellikleri dolayısıyla “katlar” diye
anlatılmıştır.
”Sema” kelimesinin mânâsı, meleki yapı-boyut itibariyle maddenin özü ve hakikati
anlamınadır!
hf
SEMÂ,
KUANTSAL
BOYUTA DOĞRUDUR
”Sema”- Kurân‘da geçen “Semâ”, gökyüzü anlamında değil maddenin
hakikati olan yani atom altı kuantsal boyuta doğrudur! Yani boyutsal bir
olaydır semâ! Yani melek senin bedeninden,
öz’ünden gelir, bedeninde açığa çıkar.
hf
SEMÂ,
“BERZAH” DENİLEN, “ÂHİRET” DENİLEN
EVRENDEKİ
DALGASAL BOYUTTUR
Bir
açıklamasında Rasûlu Ekrem şöyle diyor:
"Dünyanız
ve yedi kat semâ, Kürsi`nin içinde çöle atılmış bir
yüzük halkası kadardır. Kürsi de Arş`ın içinde gene
çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir." diyor...
Burada
bahsedilen, "Kürsî" kelimesi ile ifade edilen saha, yapı,
bizim Galaksi dediğimiz ve Samanyolu ismiyle tanımladığımız
yapıdır; bizim tespitlerimize göre. Yani, 400 milyar güneşten, yani
yıldızdan oluşan bir sistem...
Eğer gerçekten,
şöyle bir hafsalamızı genişletip de biraz düşünürsek, o 400 milyar güneşin
içinde bizim güneş, çöldeki bir yüzük halkasından başka bir şey değildir.
Ayrıca bu 400
milyar güneş benzerinin meydana getirdiği Galaksi gibi; şu andaki tespitlere
göre milyarlarla Galaksi var!. 400 milyar güneşten
oluşan Samanyolu Galaksisi gibi... Milyarlarla galaksi var evrende!.
İş bu kadarla da
bitmiyor!.
Bu yıldızların,
galaksilerin her birinde bizim algılayamadığımız dalgasal boyutlarında ve onun
da altındaki kuantsal boyutta sonsuz sayıda âlem ve canlı-bilinçli varlık türü
mevcut!.
Ve eğer
anlayabilirsek, o milyarlarla galaksinin içinde bizim Samanyolu dediğimiz 400
milyarlık galaksi, çöldeki bir yüzük halkası gibidir...
Nitekim bu
konuda Hz. Rasûlullah Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
-Fesubhânallah! Semâ gıcırdıyor! Secde edilmedik bir karış yer yok semâda!
Elbette bu "semâ"
tanımlamasıyla "göze" hitâbeden yapıyı değil; "berzah"
denilen, "âhiret" denilen evrendeki dalgasal boyutu
anlayacağız..
hf
RASÛL-NEBİ-VELİ
VE ŞEHİDLER
SEMÂDA
SERBESTÇE DOLAŞIRLAR!
"Ölümü
tadan her kişi gözünü Mirâc‘a diker"
şeklindeki Efendimiz
aleyhisselâmın açıklaması da buna işarettir!
Dünya semâsı
içinde bir takım ruhların, kişilerin çektiği azapları müşahede etti ki, Berzâh
Âlemi denen âlem, bu yedi kat semâyı içine alan bir âlemdir!.
Daha sonra da, Adem aleyhisselâmın ruhu ile karşılaştı.
Ölmüş kişilerin
ruhlarının ne halde olduğunu orada Adem aleyhisselâm
müşahede ediyor... Rasûlullah aleyhisselâm, Nebiler-Rasûller ve şehitler
âyet hükmü ile sâbittir ki, kabirlerinde hapis
değillerdir. Onlar serbest dolaşırlar...
hf
“7 KAT SEM”
GÜNEŞ
SİSTEMİNDEKİ 7 GEZEGENİN YÖRÜNGELERİDİR
Birinci kat semâ dediğimiz gök; 2. kat semâ, 3. kat semâ, yani 7 kat
semâ... Güneş sistemi içindeki yedi gezegenin yörüngeleridir. Kısacası “Güneş
sistemi”dir!.
Atmosfer
dışında birinci semâda yani gökte Ay vardır, ikinci
katta Merkür, üçüncü katta Venüs, dördüncü katta Güneş, beşinci katta Mars,
altıncı katta Jüpiter ve yedinci katta da Satürn ve diğerleri mevcuttur.
Bundan
sonra “yıldızlar feleği” denen “galaksiler” vardır.
“KÜRSİ” ismi ile
tanımlanan, “Samanyolu Galaksisi”dir.
Mekân
kavramı, Güneş sistemi dışında, galaksiye uzanır
hf
Yedi kat semâ dendiğinde,
boyutsal derinlik ve katmandan habersiz, gökte yedi tabaka bulmaya çalışan; “Rasûlullah
yedi göğü aştı Mirâc‘ta” dendiğinde, gök tabakalarının yedisini aşıp, göktanrının
huzuruna gittiğini sanan; atomaltı boyutun değerlerinin "semâ"
kelimesi ile anlatılmaya çalışıldığını hiç farketmeyen; "İslâm Dini"ni
beş duyuya dayalı zaman-mekân kavramları içinde anlamaya çalışan materyalist
müslümanlar!.
hf
SEMÂ;
ŞUUR
BOYUTUNA DA İŞARET EDER!
Semâ, insanın şuur
boyutuna da işaret eder, boyutsallık anlamı vardır.
hf
“Arz”,
beden’dir!
“Semâ” nasıl insanın
şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.
Namazı yaşamak,
tefekkürle olur!
Tefekkür için,
okuduğun kelimelerin anlamını bileceksin!
Kurân, “Semâ”
diyor.. Biz, onu “Gök” anlayıp gökte
arıyoruz...
Kurân “Arz”
diyor, biz de “Toprak” diyor; toprakta arıyoruz...
“Arz”,
beden’dir!
Kurân’da geçen “Dünya”
kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI” anlatır!
“DünyaN”dır!.
Bunun ilmî
izahına girmeme gerek var mı?...
Hiç kimse,
hiçbir insan, Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme
olayı yok zaten..
Dışardan gelen
çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde
bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!
Dolayısıyla
hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI
görüyoruz!.
“Semâ” nasıl
insanın şuur boyutu ise, “Arz” da insanın bedenidir!.
“Biz emâneti yerlere ve göklere arzettik, kabullenmedi; insan
kabullendi!” diyor. (Ahzab-72)
“Emânet” dediği, işte söylüyoruz ya, “bu beden bize
emanettir!”...
Ama öbür
taraftan da diyor ki
“İnni câilun fil
ardı Halife!” (Bakara-30)
“Biz Arz’da
halife meydana getirdik” diyor.
Arz’da halife
meydana getirdiği, biz zannnediyoruz ki şu gördüğümüz Dünya adını verdiğmiz
kürede Halife meydana getirdi..
“ARZ’da Halife” meydana getirdi!
Çünkü Arz’da
açığa çıkan kuvveler, Allah’ın sıfatlarıdır!
Allah’ın HAYAT
sıfatı bu Arz’da, bu bedende açığa çıktığı için HAYY isminin mazharı olarak
bütün varlığının her zerresinde hayat var, can var.
Allah’ın İLİM
sıfatının zuhuru olarak varlığında bilinç ve şuur var..
Kalb ehlisin!
Allah’ın
İRADE sıfatının neticesi olarak MÜRİD ismi senin varlığında zâhir oluyor ve sen o ilmini kuvveden fiile dönüştürecek
iradeyi zâhir kılıyorsun... O’nun sıfatları ile varlığı algılıyorsun ve
değerlendirmesini yapıyorsun..Yani,
“Fil ardı
Halife!”
hf
“SEMÂNIN KRALLIĞI”
Hz.İsa
Aleyhisselâm zamanında, "Barabbas" isimli bir kişi vardı...
Yahudilere karşı, yahudi olmayanların birleşerek bir devlet kurmalarına
önderlik ediyordu..İsa aleyhisselâma
başvurarak, O`nu kendilerine dinî-siyasî lider yapmak ve böylece
yahudilere karşı zafer kazanmak amacıyla çok uğraştı!. Bütün bunlara karşı
Hazreti İsa aleyhisselâm ise şu cevabı verdi:
-Ben dünyada
krallık, devlet kurmak için değil, insanların göklerin krallığında yer almaları
için davet ediyorum!.
Yani şunu demek
istiyordu...insanlar bu gibi şeylerle uğraşırken, şu sayılı dünya günlerinde,
âhıret hayatına hazırlanmaktan, Allah`ın onlara hazırlamış olduğu cenneti
kazanmak için yapacakları yararlı çalışmalardan geri kalıyorlar!. Dünyadaki saltanattan çok daha yararlıdır âhıretin ebedi
nimetleri!.
İsa
aleyhisselâm enfüsî kemâlâta sahip olarak “Hakikat”a vâkıf olmuştur; bu yüzden
insanları ALLAH'a; “semânın krallığı”na,
yani düşünsel boyutun özelliklerine davet etmiştir...
hf
SEMÂ,
ALGILAMAN
DIŞINDA KALAN BOYUTTUR!
ARZ, efal
mertebesidir!
SEMÂ, esmâ mertebesidir!
Âyette ne diyor?
”Ellezine
yeskûrunallahe kıyâmen ve ku’üden ve alâ cünûbihim ve
yetefekkerûne fiy halkissemâvâti vel’ard.”
“Göklerin ve
Arzın tefekkürü içindedirler. Onların varoluş sistem ve düzenini tefekkür
ederler!”. (Âl-i İmran, 191)
Biz, “yerlerin
ve göklerin halkoluş sistem ve düzenini tefekkür ederler “ deyince; ”yer
topraktır.. Gök, havadır. Hava atmosferdir;
stratosferdir; trafosferdir.. dünyanın üstünde çekim
alanıdır...” diye böyle bir olay düşünüyoruz!!!
ARZ ‘dan murad,
senin algıladığın-farkettiğin-hissettiğin boyuttur!
SEMÂ’dan murad da;
senin algılaman dışında kalan boyuttur!
hf
SEMÂ’DA
ESMÂ’NIN MÂNÂLARI ZUHUR EDİYOR!
Herkesin ARZ’ı
kendine göre değişir! Senin arzın başkadır. Benim arzım başkadır. Onun arzı
başkadır!
“Arz”, “dünya”
anlamında!
Çünkü SEMÂ’da
esmâ’nın mânâları zuhur ediyor.
Kurân “Arz”
diyor, biz de “Toprak” diyor; toprakta arıyoruz!!!
hf
DÜNYA SEMÂSI,
MADDEYE DÖNÜK FİKİRLER VE DEĞERLER
DÜNYASIDIR!
İbni Abbas`a göre ;İblis,
Cennet muhafızı ve cinlerin başı, aynı zamanda da yakın gök ve dünyanın sultanı
idi. Yâni, "insansı"lar
devrinde ve öncesinde, yer yüzünde ve dünya semâsında yani maddeye dönük
fikirler ve değerler dünyasında, bugünkü tâbiriyle tüm Güneş Sistemi
içerisinde yaşayan varlıklar cinlerdi. “İblis” lâkaplı cin ise bütün bunların,
hepsinin başıydı.
hf
DÜNYA
SEMÂSININ KAPISI…
Madde ötesi boyuta geçiş
Ervâh(ruhlar) âlemine geçiş
"Mirâc"da
evvela dünya semâsına çıktı.
Öncelikle şunu
iyi farkedelim ve anlayalım...
"Mi`râc"
yani yükselme ile "Berzah Âlemi" de denilen kabir âlemindeki yani
semâ katlarındaki gezinti tamamıyla BOYUTSAL bir olaydır!.
Kesinlikle fizik beden-madde boyutunda cereyan eden bir olay değildir!.
"Dünya
semâsının kapısında..." denildiği zaman, bununla, madde ötesi boyuta geçiş,
yani bir başka ifade ile ervâh(ruhlar) âlemine geçiş anlatılmak
istenmektedir!.
hf
ARZ’ININ
NE OLDUĞUNU VE İÇİNDEKİLERİ TESBİT EDEBİLİRSEN,
SEMÂ’YA YOL ARARSIN!
Benim
algılayabildiğim alan, benim ARZımdır! Algıladığımın dışında kalan alan
da SEMÂdır!
İşte bunun
varoluşunu tefekkür edersen hem kendi varlığının, arzının ne
olduğunu-içindekileri tesbit edersin; hem de buna dayalı olarak arzın üstündeki
semâya yol ararsın!
hf
SEMANIN
SIRRINA ERENLER…
Semâ,
örtüdür!. Katlarını, aşabilenler, sırrına ererler!.
hf
SEMÂ
EHLİ
AKLIYLA
YAŞAYAN
Yer
ehli duygularıyla, semâ ehli aklıyla yaşayandır!.
hf
SEMA
MELEKLERİ
“Yeryüzü Melekleri”nin boyutsal olarak
fevkindeki melekler “semâ melekleri” olarak
tanımlanmaktadır ki bunların içinde "mele`i a`lâ",
"hazire`i kuds", "melaikei ulül`azm"
gibi isimlerle işaret edilen melekler mevcuttur.
Rasûlullah
Aleyhisselâm’ın âhırete intikâl etmeden önce sık sık
duasında işaret ettiği "refîk`i a`â" da gene semâ
meleklerinden olan mukarreb meleklerdir.
hf
SEMÂVİ
Gökten
gelen!
Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu:
-Cehennem
rabbine şikayette bulunarak:
«Yâ rabbi kısımlarım birbirini yedi!..» dedi!
Bunun üzerine Allâh ona iki nefes vermesi için izin verdi.
işte bulduğunuz şiddetli soğuk (kışın) cehennemin
ZEMHERİR'inden; bulduğunuz yakıcı sıcak da onun SEMÛM'undandır!..»
Evet,
1400 yıl öncesinin şartları içinde ancak bu kadar dile getirilebilir böylesine
muazzam bir gerçek!..
Cennete
girenler cehennemden geçip oradaki gerçeği gördükten sonra aralarında
konuşurlarken, cehennem ateşini şöyle târif ederler:
«SEMÛM'UN
AZÂBINDAN BİZİ KORUDU!..» (Tûr - 27)
«Cehennem
kendi kendini yedi.»
tâbiri neyi anlatmak istiyor?.. Güneş, tümüyle hidrojen gazından ibaret merkeze
sahiptir ve burada 15 milyon derece civarında bir hararet mevcuttur!.. Bu hararet dolayısıyla sürekli nükleer
tepkimeler olmakta ve hidrojen atomları kendi kendini yiyerek helyuma
dönüşmektedir. Bu arada yediklerinden artanı (!) da
dışarıya atmaktadır. Bu atıklar ise ta dünyaya, bizlere kadar ulaşmaktadır.
«Güneşin»,
pardon, «Cehennemin» yediklerinin artıkları nedir?..
"SEMÛM!.."
Nedir
«nârı SEMÛM».?..
Arapçada «semûm» kelimesi iki mânâya gelir. Birincisi: «Gözeneklere (mesâmet) işleyen ışın». İkincisi: «Zehirleyici»,
ateş yâni radyasyon!..
Termonükleer
tepkime içinde olan GÜNEŞ'in, bu tepkime sonucu yaydığı çeşitli radyasyonlar,
ışınlar acaba bundan daha başka nasıl anlatılabilirdi 1400 küsûr yıl önce?..
Cehennemin
alevleri "semûm" diye ifade edilmiştir Kur'ân ‘da; ki, bunun
günümüzdeki anlamı "zehirleyen ve tahrib
Taşları,
yani maddeyi yakıp yok eden; buna karşın insanların "ışınsal
bedenlerini" ise sadece "yakan", "yıpratan",
"deforme eden" güneş radyasyonu, cehennemin dev alev dilimlerini
oluşturmaktadır; ki, bu alev dilimleri halen, günümüzde 800 bin kilometreye
kadar yükselmektedir... Varın siz, o günkü 400 milyon kere daha büyük halin
şartlarını
Cehennemde,
iki türlü yanış sözkonusudur;
Birincisi,
fiziki yani bedensel; ikincisi, mânevi yani düşünseldir!..
Fiziki
yani bedensel yanış Cehennemin yüksek ısısındaki
radyasyonun fotonlarının ışınsal yapıyı tahribinden doğmaktadır...
Özünün –aslının - orijininin ne olduğunu bilme çalışmalarıyla
hakikatını tanımaktır.
Ancak, "seyr-i enfüsî"yi tamamlayıp, "BEN"
liğinin hakikatını idrâk etmiş olanlar, her şey aynı Tek ÖZ'den meydana
geldiği için, tüm varlığı tanırlar ve sualleri de biter.
Sezgi;
beynin, gelen dalgaları önceden algılamasıdır!.
İnsanlar
arası ilişkiler her ne kadar, maddeci bakışın tesiriyle dudaktan kulağa diye
"Mi`râc"
olayını yaşadıktan sonra Hazreti Rasûlullah, gerçekten insanlar için
büyük bir imtihan vesilesi oldu...
Bir çokları, hafsalaları almadığı için, böyle bir olay olabileceğini
inkâr etti. Bu olayı gerçekleştiği yönüyle
düşünüp, anlayıp, idrak edebilen bir çok kişi de çok yüksek mertebelere ulaştı!..
Kimini
inkâr, ebeden mahrumlardan kılarken; kimini de tasdik, en yüce mertebelere
ulaştırdı..
O,
imanı tasdik sayesinde, en başta, Hazreti Ebu Bekr, "Sıddîkiyet"
vasfını aldı. Hazreti Ebu Bekr es-Sıddık diyoruz.
Sıddîkiyetin mertebesi odur ki:
"Yer
yüzündeki bütün insanların imanı terazinin bir kefesine, Ebu Bekr`in imanı öbür
kefesine konsa, Ebu Bekr`in imanı ağır basar..."
diyor, Hazreti Rasûlullah ...
Bunun
getireceği neticenin bir tanesi de şudur:
İnsan, hiç bir zaman, o ana kadar için öğrendiklerinin; hafızasına
girmiş olan verilerin sonucu ile, söylenen herhangi bir olayı inkar etmemelidir!.
“Cehennem”
içine çekilmekte olan Dünya üzerinde bulunan insanların,”cennetler”
ismiyle tanımlanan ortama kaçış olayıdır!
SIRAT, bir kaçış yoludur!.. Kaba mânâda anlaşıldığı üzere taştan-betondan bir köprü
değil, bir tür hava köprüsü!.. Bir tür kaçış yolu.Ve
bütün bunlar, bugünkü zaman şartlanması içinde anlaşılacak bir olay da değidir!.. Zira o günün şartları içinde bir günün uzunluğu;
«SİZİN
DÜNYA SENESİ İTİBARİYLE BİR GÜN 50 BİN SENEDİR» (Mearic-4)
meâlindeki âyette gösterilen süredir. Yâni, şu anda
aklımızın kavrayamayacağı kadar uzun süreçte!..
Ölümü
tadışla birlikte bildiğimiz tüm zaman ölçüleri altüst olur!..
Fizik bedenin yitirilişi ve dünyanın gece-gündüz şartlarının dışına çıkışı ile
birlikte, kişinin zaman mefhumu tümüyle kalkar!..
Esasen, evrensel zaman boyutlarını şu anda bizim hafsalamızın almasına
imkân yoktur. Bir güneş
senesi, şu andaki anlayışımıza göre 255 milyon senedir. Acaba bu rakamın
ne demek olduğunu farkında mıyız?.. Dünyanın
varoluşundan buyana milyarlarla seneler geçmiştir. İlk insanın
yeryüzünde görülmesinden bu yana geçen senelerin
sayısı yüzmilyonlarla ölçülmektedir.
Okuduğumuz zaman, sanki birkaç saatin içinde olup bitiverecekmiş gibi
gelen mahşer yeri - sırat kaçışı devresi bugünkü zaman ölçülerimizle belki
de yüzbinlerle yıl sürecektir.
Bunun bilincinde miyiz?..
Dünyada iken yaptığı çalışmalar sonucu elde ettiği güç oranında kişiler,
geçiş süreci içinde cehennemin ızdırabını çekerler. Ya da güç yetersizliğinin doğal sonucu olarak,
kaçamayıp, sonsuza dek orada kalırlar. Yahutta ,bütün
bu aşamalardan geçerek, neticede “cennet” boyutuna geçerler.
İşte
o zaman, Dünya’nın çekim alanın bağlı tüm insanların "ruh bedenleri",
yani "halogramik ışınsal bedenli insanlar", dünyanın çekim
alanının gücünü yitirmesi sebebiyle, erimekte olan Dünya’dan kaçmak
isteyecekler ve Dünya’yı kuşatan dev Güneş’in ışınsal derinliklerinden geçerek
uzaklaşma yolu arayacaklardır!.
Allah'a tapınma amacıyla değil; kişinin
ruhsal enerjisinin güçlendirilmesi gayesiyle teklif edilmiş ibadetleri,
zikirleri yapmış olanlar, elde ettikleri "nur-enerji"
nisbetinde Dünya üzerinden ayrılıp, Güneş’in radyasyon alev dilimleri içinden
geçerek kaçabileceklerdir ki, bu durum “sırat” diye anlatılmıştır;
sembolik bir "köprü-yol" tanımlaması ile!.
Şehâdet Âlemi’nden Melekût Âlemi’ne yükselmedir!
(Not:Daha Geniş Açıklama “Fâtiha OKU’mak”
bölümünde)
Cehennem
zindandır!.. Sicciyndir.
(EVRENSEL KİTAP -KOZMİK KİTAP)
Gerek algılamakta olduğumuz “EVRENİMİZ” için; ve gerekse de
“ALLAH” isimlerinin terkipsel mânâlarını sergilemekte olan “MUTLAK
EVREN” için bu tâbirleri kullanabiliriz.
İçinde
yaşamakta olduğumuz bu sistemin gereği şudur;
Bizi yukarıdan yöneten bir TANRI yoktur!...
Bir İlâh yoktur!..
Herhangi
bir yıldız veya gezegen veya galaksi veya takımyıldız yani «BURÇ» asla TANRI
değildir ve olması da mümkün değildir!.. Böyle bir
şeyi düşünmek korkunç yanılgıdır!.
Biz,
içinde yaşadığımız boyutta, bizden ortaya çıkan ALLAH'ın isimlerinin mânâları gereğini yerine getirmek suretiyle gerçek
"kulluğumuzu" îfa etmek için varız!..
Yaşadığımız
boyutun gereği ve sistemi ise şudur:
Güneş
sistemi içinde yer alan Dünya; Dünya üzerinde
yaşamakta olan insanlar...
Bu
insanlar, «ALLAH»ın kendi vasıflarıyla, dilediği gibi bezediği ve yarattığı
varlıklardır!..
«ALLAH» dilediği özelliklerini, insan beyinlerinde açığa çıkacak
biçimde, insanın yapısında düzenlemiştir.
Kendini
et - kemik sanarak ve bu yolda şartlanarak yaşayan
insan, tüm yaşantısını bu şekilde sürdürdüğü takdirde, bu yaşam tarzının sonucu
olarak sayısız azab ve ızdıraplara düşecektir.
Kendisindeki
üst düzey özellikleri haber verene inanıp,
kendisindeki üstün özellikleri ortaya çıkartmak için çalışmalar yapan ve
bunları ortaya çıkartan insan da, ilâhi vasıflara ve özelliklere kavuşmuş bir
ferd olarak, sınırsız güzellikleri yaşama ortamına ulaşacaktır.
Ya
kendini çürüyüp gidecek et- kemik ZAN etmenin ve buna dönük yaşamanın sonucunda
seni bekleyen süresiz azab ortamı; ya da, özündeki ilâhi özellikleri vasıfları
ortaya çıkartarak bunun güzel sonuçlarını yaşayacağın ebedî huzur ve zevk
ortamı...
Bu
sebeble Hazreti MUHAMMED Aleyhisselâm,
sanki, karşımızda şunları söylüyor:
"Sen,
«ALLAH»ın yeryüzündeki hâlifesi olarak yaratıldın...
«ALLAH»ın
bütün isimlerinin mânâları ile bezendin...
Şimdi
kendini bu madde dünyasında bulman hasebiyle, sonunda çürüyüp yok olacak bir
beden olarak düşünme; ve böyle düşünmek suretiyle «nefsine zulmetme»!... Kendindeki güçleri «israf» etme...
Dünyanın
ve dünyevî değerlerin şartlanması içinde, dünyada bırakıp gideceğin şeyler
için, kendindeki o sınırsız üstünlükleri mahvetme!...
Bak
âyetlerde nasıl uyarılıyorsun:
«Biliniz
ki, dünya hayatı bir oyuncak, bir eğlence, bir bezenme ve aranızda öğünmedir!... Dünya hayatı ancak aldatıcı ve mağrur edici şeylerdir.» (57-20)
«Yeterli
şekilde kıyâmet gününe hazırlanmamış olan, o günün korkunç azabları karşısında
karısını, kardeşini, akrabalarını ve yeryüzünde olan şeylerin hepsini fidye
olarak vermek ister, ki böylece kendini kurtarabilsin!...»
(70-11/15)
İnsanlar
uykudadır, ölünce uyanırlar!.. (Hadis)
Dolayısıyla,
dünya hayatı, geçtiğiniz âlemde, sizin için bir rüya gibi olacaktır... Öyle ise
ölmeden önce öl ki, uykudan, dünyada iken uyan!..
Gerçekleri gör ve o gerçeklere göre yaşamını düzenle...
Dünyada
bırakıp gideceğin, öbür âlemde senin için hiç bir değer ifade etmeyecek şeylere
enerjini boş yere harcayıp, sonradan telâfi edemeyeceğin israfın yüzünden
pişmanlıklara düşme!.. Kendini bu beden
Nitekim
bak Kur'ân-ı Kerîm bunu nasıl anlatıyor:
«O
gün cehennem mahşer yerine gelir; o gün insan bütün yaptıklarını hatırlar;
ancak bu hatırlayış hiç bir fayda sağlamaz...
-Keşke
bu hayatım için bana fayda sağlıyacak şeyler yapsaydım!..
der...» (89-23/24)
«Biz
sizi yakın olan sıkıntı ve azablara karşı uyardık!.. O
gün kişi yaptıklarının neticeleri ile
karşılaşacaktır... Bu gerçekleri inkâr edenler ise şöyle diyeceklerdir:
-Keşke toprak olsaydım!..» (78/40)
«ALLAH»ın
vasıfları ile vasıflanmış, O'ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın
izâfî- göresel «benliğini», yani var kabul ettiğin «vehmi benliğini»
terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek «BEN»liğine eresin!..
Şayet,
var kabul ettiğin, var ZAN ettiğin, şartlanmalar dolayısıyla "var"
diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, «Benlik»
perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek «BEN»liğe
erebilirsin!..»
Bu
meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (salla'llâhu aleyhi ve sellem)
paralelinde, evliyaullah da şöyle demiştir:«Kaldır
«ben»liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!..»
Aslında
bu ifade,
«Nefsine
ârif olan Rabbine ârif olur»
hadîsinin açıklamasından başka bir şey değildir...
Şimdi
içinde bulunduğumuz sistemi ve insanın bu sistem ile bağlantısını
hatırlayalım...
Bu
madde dünyasında görüp bildiğimiz her şey, dünyanın yer çekimine, manyetik
çekim alanına bağımlıdır...
İnsan
da bu madde dünyasında varolmuş bir birim olarak dünyanın manyetik çekim
alanına bağımlıdır...
«Biz
her şeyi
dendiğine; ve dünya üzerinde bulunan her canlı
İnsan,
bu dünyada varolduğuna ve dünyanın çekim alanına tâbi olduğuna göre; insan
beyninin ürettiği «halogramik dalga beden» yani bilinen ismiyle «RUH»
da bu dünyanın manyetik çekim alanına bağımlıdır!..
Öte
yandan gene insan beyninde öyle bir özellik mevcuttur ki, şayet bu özellik
faaliyete geçerse, o kişi neticede dünyanın ve güneşin çekim alanından
uzaklaşarak, uzaydaki sayısız yıldızların boyutsal derinliklerinde oranın
şartlarına uygun bir bedenle «cennet» yaşamına ulaşabilir.
Kişinin,
şayet beynindeki antiçekim dalgası üreten devre açılmış ise, «NUR»lu bir dalga
bedene, yani «ruha» sahib olacak; ve böylece de
«nuru» yani «enerjisi» nisbetinde hızlı bir şekilde kurtuluşa
erecektir.
Zaten
daha sonraki safhada güneş, Mars dahil yörüngesindeki beş
gezegeni yutacak ve bundan sonra da büzülerek bir nötron yıldızı haline
gelecektir...
Bu
sebeple de içinde kalan nesnenin dışarıya kaçması imkânsız olacaktır...
«Cehennem»
vasfıyla târif edilen Güneş'te yaşıyan canlı
varlıklara, yani dindeki tâbiriyle «zebânî»lere gelince... Ellerine
düşenleri perişan edici, aşağılayıcı, azablandırıcı, dolayısıyla «zebûn
edici» vasfıyla isimlenen «zebânîlere» gelince...
Nasıl,
dünya üzerinde insanlar veya dunyada ve uzayda yaşıyan cinler var ise; onlar
gibi her gezegende ve yıldızda da yaşıyan varlıklar vardır!...
Dolayısıyla Güneş'in de kendine has ışın yapılı sakinleri mevcuttur. İşte
bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de «zebânî» diye tarif edilmişlerdir... Bu isimle
adlandırılmışlardır!.
Bizler
nasıl dünya üzerinde yaşıyan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara
istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde güneşin içinde gidecek insanlara da,
güneşin canlıları olan «zebânî»ler, oranın şartları içinde dilediklerini
yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet
olacaktır.
«RUH»,
yani halogramik mikrodalga beden, Güneşin içine gittiği zaman, oradaki yüksek
radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!),
fakat yok olmaz!.. Bunun misâli, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması,
yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir...
İşte
«cehennem» denen Güneşin içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrib olur,
ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline
döner... ve bu durum tekrar tekrar sürer gider...
«Cehennemin
ateşiyle onların bedenleri, derileri defalarca yanar, kavrulur, sonra yeniden
meydana gelir...» (4-56)
Meâlindeki
âyeti kerîme işte bu anlattığımız olayı teyid eder.
Esasen
burada çok iyi anlaşılması gereken bir husus vardır...
GÜNEŞİN "CEHENNEM" OLUŞU,
ATOMALTI BOYUTU İTİBARİYLEDİR!.
Nasıl
bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz var ve buna
karşılık bu bedenin dalga atomaltı boyuta ait "İKİZİ" mavcut
ise; aynı şekilde Güneşin de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur
ki, işte esas "CEHENNEM" oluşu o boyutu itibariyledir...
Ve
bu sebebledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!... Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan
ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!..
Buna
karşın, madde beden yaşamından "ruh beden=dalga beden"
yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler,
hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler..
Ve
dahi cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşçasına
seyrederler... Çünki ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!.
İşte
dinde bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kâbir alemlerinde cehennemi
seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir..
Kezâ,
samanyolu dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları
itibariyle değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil
Ne
var ki, bugün bizim madde beden algılayıcılarımıza göre içinde bulunduğumuz
ortam nasıl madde kabulümüzü oluşturuyorsa; aynı tarzda, o boyutta da içinde
bulunduğumuz ortam - şu an bize GÖRE dalga boyut
olmasına rağmen- bize madde ortam olarak gelecektir.
Buna
karşılık «cennet»ler denilen sayısız gezegenlere giden halogramik dalga
bedenler (ruhlar) ise kendi türünden olan oradaki sayısız varlıklarla görüşüp
konuşmak, ilişki kurmak; orada kendisindeki üstün güçler dolayısıyla dilediği
gibi tasarruf edebilmek imkânına kavuşacaklardır!..
Âdetâ
tâbiri câizse, o gittiği gezegenlerin tanrısı (!) gibi olacaktır!..
Zira,
kendisi, ALLAH'ın yeryüzündeki Hâlifesi olarak meydana getirilmiş ve sayısız
ilâhî güçlerle donatılmış ve bezenmiştir...
Halbuki
o gezegenin kendine has varlıkları, insanda bulunan bu toplu güçlerden
yoksundur...
Dolayısıyla,
«cennet»e gidenler, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir
dilin söylemediği nimetlere kavuşacaktır... Bizim bu konudaki bütün
tahayyülümüz yetersiz kalır...
O
cennetlere giden kişiler yaş mefhumundan beridirler...
Orada,
dede - nine, anne - baba, kardeş - evlat -
O
gidilen ortamda benzeri güçte veya ilim seviyesinde olanlar bir arada
olacaklar; o ilim veya enerjiye daha az ölçülerle
ulaşmış olanlar da kendi ortamlarında yaşıyacaklardır...
Belki
bu dünyada çok sevdiğin, yakınında olan bir kimse öbür dünyada çok uzak
düşecektir...
Bir
gün evvel neleri yaşarsan yaşa... Bir gece evvel uyku sırasında gördüğün rüyada
neleri yaşarsan yaşa; sabah uyandığın zaman, hele üstünden birkaç saat
geçtikten sonra, o gördüklerin senin için ne ifade ediyor?..
Dün
dünde kalıyor, gece gecede kalıyor!..
Şayed
hapiste işkence görüyorsan, gece en güzel rüyayı görsen de, uyandığın ortamda
bu ne ifade eder?..
İşte
bu madde dünyasına gözlerini kapattığın anda, yeni ortamında gözlerini
açacaksın ve bu dünya yaşantısı senin için az evvel
yaşadığın bir rüya gibi olacak... Uykudan kalkmışçasına, dünyada yaşadıkların
bir değer ifade etmeyecek ve içinde bulunduğun ortamın şartları ile başbaşa
kalacaksın!..
Öyle
ise bütün mesele senin, sadece bu dünyada bırakıp gideceğin şeyler için değil;
yetecek ölçüde, ölümötesi yaşantıda
Eğer bu dünyada yaşarken, sana verilmiş bu
ilâhî güçleri, beynine bahşedilmiş bu ilâhî özellikleri keşfedip kullanamazsan,
ölümü tattıktan sonra bir daha bunları ortaya çıkarabilmen kesinlikle mümkün
değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de tekrar edilen
birçok âyet bu hususa işaret eder:
«Nihayet
onlardan her birine ölüm gelip çattığında;
Rabbim
ne olur beni dünya yaşantısına geri döndür!... Tâ ki
boşa harcadığım yaşantımı buraya yararlı olacak çalışmalar ile değerlendireyim!... derler...Hayır!.. Bu aslâ mümkün değildir!.. Artık onların önünde yeniden bedenlenecekleri kıyamet
gününe kadar sürecek olan «berzah» yaşamı vardır..»
(23-99/100)
«Onları
cehennem üzerinde durduruldukları zaman görsen...
-Keşke
dünyaya geri dönsek, rabbimizin bildirdiği gerçekleri inkâr etmez, inananlardan
olurduk, derler...
Hayır!
Daha önce gizleyip reddettikleri şeyler şimdi apaçık karşılarındadır!
Eğer
dünyaya geri döndürülseler bile, gene yasaklandıkları fiîllere dönerlerdi...
Muhakkak onlar bu isteklerinde yalancıdırlar...
Onlar bu dünya yaşantısının ötesinde başka bir yaşam yoktur; biz ikinci
bir şekilde yaşamımıza devam etmeyeceğiz demişlerdi...
Onları
yönlendiricileri huzurunda durduruldukları o günde görsen...
-Keşke
bir daha dünyaya geri dönebilsek!.. Bildirilenler
gerçekmiş!.. derler...
(6-27/30)
“SİSTEM VE DÜZEN”İ KAVRADIYSAK !
Bu idrakın sonunda; karşımızdakine bakış açımız ne olacak,
kendimize bakış açımız ne olacak, fiilimiz ne olacak?
Karşımızdakine bakış açımız denince; karşımızdaki insan olsun, hayvan
olsun, nebat olsun, ne olursa olsun, baktığımız mahâlde mutlak olarak ilahi
mânâları müşahedeye gayret edeceğiz.
Karşımızda
Ahmed'i, Hasan'ı, Ayhan'ı, Cemile'yi görmeyeceğiz!
Burada, şu anda, bu isimler, şu bileşim halinde bu mânâyı dile
getiriyor. Şurada bu ilâhî
isimlerin mânâları böyle bir terkibi, böyle bir mânâyı ortaya koyuyor.
Ortaya konan bu mânâ çeşitli isimlerin bir terkip halinde aşikâre çıkışından
başka bir şey değil!.. Bu isimler bu
fiilleri ortaya koyuyor, diyeceğiz.
Fiîli
görme düzeyinde kalırsak, bu fiil, bu isimlerin mânâları olarak ortaya çıkıyor,
diyeceğiz!..
Hiç fiîlin üstünde durmayıp, mânâyı düşünürsek, bu isimlerin mânâları bu
şekilde âşikâre çıkıyor diyeceğiz.
Kendimize
baktığımızda ise olay çok farklı olacak!.. Kendi
varlığının "Ben" kelimesiyle kasdettiğin varlığın, Hakk’ın
isimlerin mânâlarından başka bir şey olmadığını, "Hak"
olduğunu idrak etmekle birlikte; bu mânâların bir terkib şeklinde, bu bedeni
meydana getirdiğini, oluşturduğunu; bu bedende meydana gelen isteklerin,
arzuların, "canım istedi" dediğin şeylerin, bedenin tabiâtından ve
alışkanlığından başka bir şey olmadığını müşahede ederek, tabiâtını ilâhi
emirler istikâmetinde bastırıp bâtınında "Hak" olarak
yaşayacaksın!
Hakk’ı
müşahede edecek, kendi bünyende, varlığının "Hak" olduğunu müşahede
edeceksin; ikinci bir varlık müşahedesi, idrâkı, tahayyül kalmayacak!..
Ancak
“Hak” oluşunu bilmekle birlikte, isimlerin mânâlarının bir terkib
halinde bu bedeni, bu varlığı oluşturduğunu da bilerek, tabiâtının
istikâmetindeki hareketleri terk edeceksin!.. Alışkanlıkları
terkedeceksin!.. Menfaate düşkünlüğü terkedeceksin!.. Kendi hakikatına bakabilmek için!..
En
çok sevdiğimiz şey tartışmak; en sevmediğimiz şey de tartıştığımız şeyin aslını
araştırmaktır!..
Yaptığımız
tartışmaların pek çoğu kulaktan dolma, duyuma dayanan verilere dayanır.. Sözlerimizin, düşüncelerimizin ne dereceye kadar mantıklı
ve mâkul olduğunu hatıra bile getirmeyiz!.
Bugün
gerçeğini hiç düşünüp araştırmadığımız bir konuya dikkatinizi çekmeye
çalışacağım...
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm okuma-yazma biliyor muydu?
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm neyi "OKU"du?
Yüzyıllardır insanlar ikiye bölünmüş tartışıyorlar; acaba Hazreti
Muhammed Aleyhisselâm okuma-yazma biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu?
Kimi
diyor, “O okuma-yazma bilmiyordu "Ümmî"ydi!.”
Kimi de diyor, “biliyordu!”
"Ümmî"nin
anlamı başkadır!..
Bir
an durun ve hatırlayın o ana ait bilgileri!..
"OKU" hitabı geldiğinde, Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm’ın eline yazılı bir metin verilmiş miydi?
Elbette
ki hayır!.. Allah Rasûlü’nün eline verilmiş yazılı bir
metin yoktu!..
Peki,
yazılı bir metin eline verilmediğine göre, o kişinin okuyup-yazma bilip
bilmemesini tartışmanın âlemi var mıdır?..
Bundan
sonra dikkatimizi çekmesi gereken önemli ikinci bir nokta daha vardır..
Eline
yazılı bir metin verilmediğine göre; "OKU" uyarısıyla Allah Rasûlü
Muhammed Aleyhisselâm’ın neyi "OKU"ması istenmişti acaba?..
"Hz.
Muhammed neyi OKUDU" isimli kitabımızı yazmamıza sebep olan bu konuyu çok
özetle biraz inceleyelim isterseniz..
"OKUMAK"
kelime olarak iki anlam taşır;
Birincisi,
"bakmaya" dayalı bir biçimde baktığı şeyin ne olduğunu anlamak..
İkincisi,
"görmeye" dayalı bir biçimde baktığı şeyi "değerlendirmek"!..
"Bakmak"
ayrı şeydir; "görmek" ayrı şeydir!..
Herkes "bakar", ama bazıları "görür"!..
"Basar",
bakar; "basiret" görür!.. Yani "görmek"ten
murad gördüğünün anlamını çözüp onu değerlendirmektir..
Bir
şeyi dinliyebilirsiniz, ama o dinlediğiniz şeyi anlayıp değerlendirebilmek
güçlü bir akıl, mantık ve muhakeme kuvveti ister.. Bunun
gibi, baktığını görmek de ayrı bir özelliktir!.
İşte
"okumak" da bir anlamıyla baktığın yazılı metini deşifre etmek,
çözmek anlamına geldiği gibi; bir diğer anlamıyla da baktığını görmek; güçlü
bir mantık, muhakeme ile ondan yeni anlamlar çıkartmak suretiyle o şeyi
değerlendirmek anlamını taşır..
Konumuz
yazılı bir metni "okumak" olmadığına göre; Hazreti Muhammed'e yapılan
"OKU" hitabının anlamını acaba nasıl değerlendireceğiz?.
Konuyu
bir misâlle açıklamaya çalışalım.. Maç spikerleri veya
spor eleştirmenleri çoklukla teknik direktörleri değerlendirirken şu husus
üzerinde dururlar.. "Basiretsiz teknik adam maçı
okuyamıyor"!.. Ya da, "maçın birinci
devresini çok iyi okudu, buna göre verdiği taktikle takım ikinci devre çok iyi
oynadı"!..
Demek
ki, "OKUMAK", yazılı bir metni çözmenin ötesinde, bir diğer
anlamıyla, seyrettiğimiz şeyin nereden, neden, nasıl gelip, hangi hedefe
yönelik akış içinde olduğunu kavramaktır!.
Yani,
"OKU" hitabıyla, Allah Rasûlü olarak Hazreti Muhammed
Aleyhisselâm’ın, Allah'ın yaratmış olduğu düzeni, SİSTEMİ OKUMASI istenmiştir!..
"OKU"
hitabının muhatabını iki şıktan biri olarak değerlendirmek zorundayız!.
"OKU"
istemi ya özel olarak yalnızca Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a aittir, genel
olarak bizi hiç ilgilendirmez; "Oku"mak gibi bir mükellefiyetimiz
yoktur!.. Bu durumda, gerek Kur'ân-ı Kerîmin ve
gerekse Allah Rasûlünün ne dediğini anlamaya kavramaya çalışmak gereksizdir!.. Bize düşen körü körüne, beyinsizce, eğitilmiş bir mahlûk
gibi sadece denilenleri yapmaktır!..
Ya
da...
"OKU"
istemi Hazreti Muhammed aleyhisselamın şahsında, tüm ümmetine yapılan bir
hitaptır; Hazreti Muhammed'e inanan herkesin "OKUMASI" istenmektedir!.
Bu
takdirde de, tüm inananlar, Allah'ın yaratmış olduğu YAŞAM
SİSTEMİNİ, ALLAH DÜZENİNİ "OKUMAKLA" görevlidirler!..
Bu
hususu çok iyi düşünmeli ve anlamalıyız!
"OKUNMASI"
istenilen "SİSTEM" nedir?...
Her
boyutun kendine has bir sistemi var. Yok olma diye birşey evrende yok. Bu da , bir sistemin sonucu.Sistem ise bir bilincin
ifadesi !
Evrensel
değerlerden ve sistemden haberi olmayanın, “ALLAH” sözcüğünü ağzına
alması; anadan doğma körün gökkuşağını târife kalkmasına benzer!...
Allah sistem ve düzeninde mâzerete yer yoktur ;
herkes bakış açısının getirdiği değerlendirmelerin ve sonucu olan
davranışlarının karşılığını otomatik olarak alacaktır!.
Yarındakiler,
bugün bizi kara kara düşündürüyorsa; yarın da
yakacaktır!
Elimizde
ve tercihimiz olmayan, eşitliğe dayanmayan bir özellikler bütünü olarak dünya
üzerinde meydana gelmiş bulunuyoruz.. Ne doğduğumuz
yer, ne ırkımız, ne sülâlemiz, ne ana-babamız ve ne de cinsiyetimiz bizim
tercihimiz değildir!.
Kesinlikle
başlangıcında eşitlik olmayan bir yarışın içinde bulunuyoruz!
Değiştiremeyeceğimiz
bir geçmiş ve oluş sonrasında, elimizden geldiğince yönlendirebildiğimizi
düşündüğümüz bir gelecekle karşı karşıyayız!. “Doğa”
adını verdiğimiz, Allah`ın yaratmış olduğu sistemde ise mazerete ve duyguya
kesinlikle yer yok!
Aslan,
ceylanı ya da bufaloyu yakaladığı zaman, onun tüm haykırışlarına ve karşı
koymasına rağmen, hiç ACIMADAN canlı canlı onu yemeye başlıyor!. Elimizden düşen bir bardak, ne mazeret öne sürerse
sürsün, bu geçerli olmuyor ve üzerine düştüğü mermer onun parçalanmasına yol
açıyor!.
Dâima
güçlü güçsüzü yokediyor!..
Kurban
Bayramı denilen Hac Bayramında kesilen koyunlara acıma nutukları atarken;
kasaptan dışarı çıkmıyor, etsiz sofradan zevk almıyor; kuzu ya da tavuksuz
yemek yemiyoruz!. Balığa çıkarak, göya stres atıyor;
zevk için denizde öldürmeye devam ediyoruz!.
Kısacası,
güçlünün güçsüzü yokettiği, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği SİSTEM ve DÜZEN
içinde yaşıyoruz!. Bu her boyutta ve katmanda ve
âlemde böylece cereyan etmede!..
İşte
böyle bir SİSTEM VE DÜZEN içinde Allah Rasûlü Hazreti Muhammed insanlara
şu kesin gerçeği anlatmaya, kavratmaya çalışıyor...
İnsanın, dünyanın, galaksinin ötesinde bir Tanrı yoktur; her şeyi kendi
ilminde kendi güzel isimlerinin özellikleriyle yaratmış olan SADECE ALLAH
vardır!.
Dolayısıyla,
insanlar tapınma amacıyla ötedeki bir tanrıya yönelirlerse bu boşa emektir!. “Hakikat”tan gâfil olma sonucunu doğurur bu durum!.
İnsan, bu sistem içinde iki ana çalışma yönüyle karşı karşıyadır;
1.Kendi “Hakikatı” olan ALLAH`ı tanımak...
2.Varoluş boyutu, yapısı ve özellikleri sebebiyle bir
takım çalışmalar -ibadetler- yapmak suretiyle kendisini ölümötesi yaşama
hazırlaması..
Sistem,
birimin doğal yapısının ve kapasitesinin sonuçlarını yaşaması esasına göre
çalışmaktadır!.
Kim
ne yaparsa onun sonuçlarını yaşar!. Bu Allah
sistemi’nin sonucudur!.
İşte
bu sebepledir ki Kur`an-ı Kerîmde şu hüküm vurgulanmaktadır:
“Kim
zerre ağırlığınca hayırlı iş yaparsa karşılığını alır; kim de zerre ağırlığınca
şer işlerse karşılığını alır!.”(
99 /7-8)
Yani,
kim karşılaşacağı şartlara, ortama ve o ortamın canlılarına karşı kendini
hazırlarsa, bunun sonucunda o zarar görmez!. Kim de
karşılaşacağı şartlara kendini hazırlamazsa, bunun sonuçlarına katlanmak
zorunda kalır!.
Allah
Rasûlü, ölümötesi yaşam şartlarını insanlara bildirmiş; ve o şartlara göre
insanların kendilerini hazırlamaları zorunluluğunu tebliğ etmiştir!.insanlar birine tapınma amacıyla değil; Allah`ın yaratmış
olduğu sistem ve düzen gereği olarak bir takım çalışmalar -ibadetler- yapmak
suretiyle kendilerini ölümötesi yaşam koşullarına hazırlamak mecburiyetindedirler!.
Dolayısıyladır
ki bizler, öncelikle Din denilen ALLAH SİSTEMİ`nin ne olduğunu çok iyi öğrenmek
ve idrak etmek mecburiyetindeyiz!.. Ki böylece neyin
neden teklif edilmiş olduğunu kavrayıp, yapılması bizim için hayati önem
taşıyan çalışmalardan geri kalmayalım..
Bilelim
ki...
“İslam
Dini”nde önerilmiş bulunan bütün çalışmaların, birer teknik, bilimsel, yapısal
gerekçesi ile bu çalışmaların otomatik olarak oluşacak sonuçları vardır!. Yapılan tekliflerin hiç birisi havadan konulmuş karakûşi
hükümler değildir!..
Allah Rasulünün bahsettiği sistemi anlıyanlar elbette ki yaşamlarında ondan ibret alarak o yolda yaşarlar...
Herkes yaptığı çalışmaların karşılığını alacaktır... Ayetin uyarısına göre...
Yemediğiniz yemeğin enerjisi sizin için oluşmaz bedeninizde...
Takdirin oluşturdugu sistemde; her şey bir öncekinin dogal sonucu olarak ve
ayni zamanda takdirin geregi bir biçimde, açiga çikar...
Sistemin gereği ve sonucu olan çalışma şekilleridir ibadetler ve
biz artık ALLAH iNDİNDEKİ SİSTEM VE DÜZENİ ÇOK İYİ ANLAMAK ZORUNDAYIZ!..
“OKU” mak da, sistemin tümünü okumak
demektir...
Şu
hususa DIKKAT!...
Kur’ân
‘da, Kitabın bir kısmını okumanın yetersiz olduğuna işaret
Sistem ise tümüyle bir kitaptır!...
Din sistemdir!..
Sistem
insan için kurulmamıştır; insan sistem içinde varolmuştur!...
Sistemdeki bir ana yasa da şudur:
İnsan, başkalarını kendine tercih etmedikçe; kendisini başkalarından üstün ve
ayrı gördükçe, "İnsan" olamaz ve hakikatını idrak edemez!... Bu sebebledir ki paylaşmak, en büyük insanî değerdir...
Bencillik de tam anlamıyla hayvanî bir sıfattır!..
Sistemi bilmeden düşünsel dedikodudan arınmak mümkün olmaz.
Biz
bugün genelde, toplumsal şartlanmanın getirdiği değer yargılarıyla ve bu yüzden
de KOZAMIZDA yaşıyoruz!...
Ölümle
birlikte, sistemin bir başka boyuta geçeceğiz; ki o
boyutun yaşam şartları ve değerleri, buradan tamamiyle ayrıdır... Burada
değerli bulduğumuz, değer verdiğimiz pek çok şey orada hiç bir şey ifade
etmiyecektir!... Kur’ân bunun sayısız misâlleriyle
doludur!...
Dolayısıyladır
ki, biz önce ana sistem içindeki, boyutumuza ait değerlerin hangilerinin
İZÂFİ=GÖRESEL olduğunu farkedip, ona göre gerçek değerleri anlamaya çalışalım,
demek istiyorum...
“EVRENSEL
KİTAB” ın , beşer tarafından “BOYUTSAL OKUNUŞU”dur!
Herhangi
bir harf dizelerini birbine bağlıyarak bundan
bir anlam çıkarma değil; basiretle, ferasetle, nüfuziyetle (yapının özüne
girerek onu değerlendirmek suretiyle) “RUBÛBİYET” mertebesinin sayısız
özelliklerinin oluşturduğu bütünlük içinde, SİSTEM olarak ortaya çıkan
evrensel KİTABIN, SİSTEM KİTABININ sırlarını”OKU”maktır.
Eğer
siz, herhangi bir çevrede yaşıyorsanız; o çevrede en rahat, en iyi, en huzurlu
şekilde yaşayabilmek; geleceğe dönük bir takım tehlikelerden kendinizi
koruyabilmek; ileriye dönük bir takım güzel şeyleri edinebilmek için; öncelikle
içinde yaşadığınız ortamın şartlarını ve o çevrenin yaşam sistemini iyi
kavramanız zorunludur...
Ki
böylelikle, o şartlara göre tedbirler alabilesiniz; aldığınız tedbirlerle
gelecekte başınıza gelme ihtimali bulunan tehlikelerden korunabilesiniz...
Gelecekte, sayısız güzel şeyleri elde edebilesiniz...
İşte
kısaca ve en asgari şartlarıyla “OKU”mak bunun için zorunludur!...
"OKU"ma
işlemini yapabilecek istidad ile yaratıldığı; yaradılışında "OKU"mak
kendisine kolaylaştırıldığı için; yani, "Rasûl
olarak yaratılmış olduğu içindir ki";
Hazreti
Muhammed Aleyhisselâm, belli bir yaşa geldiğinde henüz
"OKU"yamamanın sıkıntılarını duymaya başlamış ve neticede bu yüzden
de Hıra tepesindeki mağarada düşünceye çekilmişti...
İçinde yaşadığı doğal "ALLAH SİSTEMİ”, herkesin de bildiği
gibi şuydu:
İnsanlar,
rasgele bir ana-babadan doğuyor ve büyüyorlardı... Bedenin gereği
yenip-içiliyor, bedenin doğası gereği, cinsellik gideriliyor; ve nihayet
dünyadan gelmiş herşey dünyada bırakılıp ortadan kaybolunuyordu!... Oysa...
Ölümötesinde
yaşam devam ediyor muydu?...
İnsanları
yukarıdan idare
Ölümötesi
yaşamda, bu dünyada yaptıklarımızın hesabını verme sözkonusu muydu?...
Şayet
böyle bir şey var ise, bu yukarıdaki tanrıya mı olacaktı?...
Böyle
bir tanrı var ise, neredeydi?... Ne kadardı?...
Biz
onun yanında ne kadardık?....
Bizi
nasıl, nerede, neden yaratmıştı?...
Bize
ihtiyacı mı vardı?... ihtiyacı yoksa niçin bizi
yaratmıştı?...
Muhakkak
ki bu dünya üzerinde yanlız değiliz, Cinler de var!...
Peki onlarla bizim kesişme noktamız nedir?... Onların
bizi etkileme olanakları var mıdır ve varsa ne kadardır, nasıldır...?
Ve
daha bunlar gibi pek çok sorular, o devirde de insanların aklını meşgul
ediyordu...
Elbette
ki bütün bu soruların en başında geleni de "TANRI" kavramı idi...
Neydi...
Neredeydi... Nasıldı... Var mıydı... Yok muydu... Çok muydu...?
İşte
muhtemelen böylesine düşünceler içinde yüzerken Hazreti Muhammed, o
meşhur olağanüstü olayla karşılaştı; Cebrail isimli melek kendisiyle
iletişim kurdu ve içinde yaşamakta olduğu tüm "SİSTEMİ OKUMASI"
gerektiğini tebliğ etti; ve bunun için gerekli olan özelliğin, varlığında
mevcut olan "RABBANİ" kudret ve ilimle ortaya çıkacağını vurguladı!..
Cebrail,
23 sene süreyle Hazreti Muhammed'e "DİN"in yani SİSTEMİN ne
olduğunu vahyetti...
"DİN",
Allah “indinde”, "İSLÂM"dır!.
Hz.
Rasûlullah Aleyhisselâm bu kitaba vâkıftı, fakat okuyamıyordu;
“okumuşlardan değilim” dedi!. Ancak sonuçta rabbinin
lütfu ile o kitaptan kelimeleri, satırları, cümleleri bize ulaştırmağa
başladı...
Niye?..
Âyeti
kerimede:
“İKRA` BİSMİ RABBİKELLEZİ HALÂK..
HALÂK
el-İNSANE MİN ALAK...
İKRA
VE RABBÜKEL EKREM;
ELLEZİ
ALLEME BİL KÂLEM,
ALLEM
el-İNSANE MA’LEM YA’LEM..”
deniyor...
Yani, okuma işinin “Rubûbiyet” boyutundan olduğunu; ve Rabbani
lütuf ile meydana geldiğini izah ediyor bu âyetler.
Burada
bizim için önemli olan nokta;
Rabbani
kitapların, ilâhi hakikatlara eriştirecek hükümlerinden yararlanmak
suretiyle ilâhi kitaba yönelme şansımızın olmasıdır..
İlâhi kitabı yani ümmül kitabı
okumaya çalışacağız!...
İlâhi kitap, ef`al âleminin, yani fiillerin oluştuğu boyutun tümüdür!. Çünkü
bu kitabın her satırı, bir ismi ilâhinin mazharı olarak zuhur
etmektedir.
Meleklere iman, varlığın aslı ve
orijinini tanımaya açılan kapıdır...
“OKU” hitabıyla işaret edilen yüce ve
muazzam Kitabullah da, o meleklerin varlığı ile oluşmuş kitaptır!... Sanki yazının mürekkebi, şekilleri
meleklerdir;
Bu Kitabullahın harfleri meleklerdir; âyetleri, sûreleri meleklerdir!.
Kitap, esmâ-ı ilâhidir; yani “ALLAH”
isimleridir; yani “ALLAH”’ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlardır, özelliklerdir!..
SİSTEMİ OKUMAK zorundasınız!... Sistemi okumadıkça olayı çözemezsiniz!. Ana SİSTEM içinde İNSANIN yerini; fıtrat, istidat,
kabiliyet doğrultusunda varlıklar arasında nereye ne
kadar erişebileceğini farketmek zorundasınız!...
Mukallit,
tanrısıyla yaşar!..
İlim
geldikten sonra hâlâ onların hevâsına tâbi oluyorsa
mukallit; iyi bir müşrik olarak tanrısına kulluk ediyordur!...
Ne
zaman kendiniz için ve kendinizdekini açığa çıkarmak için varolduğunuzu
farkedip, bunun gereğini yaşamaya başlıyacaksınız?...
Cevabı
sakın Tanrınıza bağlamayın!...
Devâ
Kur’ân ‘dadır!... Kur’ân “OKU”maya çalışın!...
Kur’ân ‘ı “OKU”yamayan, “ÜMMÜL KUR’ÂN”ı hiç okuyamaz!...
Bazıları
önce sistemi okur, sonra Kur’ânı okumayı başarır; bazıları da önce
Kur’ânı okuyup ondan sonra sistem ve düzeni farketmeye başlar...
Ama Kur’ân-ı okuyabilmek için bence önce Rasûlullah
Aleyhisselâm’ı “OKU”yabilmek şarttır!..
Bazı kişiler de lûtfu ilâhi sonucu, önce, Kitabullahı okuma yolundan
gitmişler; bunun neticesi olarak da beşeri boyutta değerlendirilmek üzere
beşere hitabeden kitapları, yani Rabbanî kitapları okumuşlardır.
Sistemi OKUmadığınız sürece, şuurunuzda şöyle veya böyle bir tanrı
kavramı vardır, demektir!...
Tanrı kavramının gerçekten kalkmış olması için... Şuur boyutunda,
karşındakiyle, yaşam ve içindekilerle, evrenle bütünleşmiş olup; her an her
yerde, kendindekinin tek ve mutlak fâil olduğunu müşahede etmen gerekir!... Bunu da yapamadığın sürece; ŞİRKTESİN!...
Karşındaki birimi, parmağın, ya da dudağın, ya da kulağın, gözün gibi
göremediğin sürece ŞİRKTESİN!... Hanif değilsin!...
OKU mak da, sistemin tümünü okumak demektir...
Şu hususa DIKKAT!...
Kur’ân ‘da, Kitabın bir kısmını okumanın yetersiz olduğuna işaret
Sistem ise tümüyle bir kitaptır!...
İçinde
yaşadığınız sistemin yalnızca köyünüzden bahseden sayfalarını okursanız; yarın
başka toplum içine girdiğinizde “ALLAH”ı inkâr noktasına gelir ve artık
hayalinizde yarattığınız “TANRI”nızla başbaşa kalırsınız...
OKU’mak; ancak, kişinin kendisindeki “Rabbani kapasitenin” gene “Rabbani güç” tarafından ortaya çıkartılmasıyla mümkündür!
Rabbinden kendisinde açığa çıkan “NUR”,
yani gerçeği farketme-kavrama gücü, kişiyi evrensel sistemi tanıma noktasına
ulaştırır!..
Hayâlindeki “din adamı”, “evliya” ve “tanrı” kavramından kurtulmak
istiyorsa insan, önce “Ümmül Kitap” olan “SİSTEM” ve “DÜZEN”i okuyup; ondan
sonra okuduklarının geldiği günün şartları içinde bunun sembolik veya mecazi
anlatımı olarak “sistem manuel”i işlevini yapan kutsal Kitabı
değerlendirmeye çalışacaktır..
Sizin
köyünüzün kuralları, örf âdetleri kitabın bir paragrafı olduğu gibi, diğer
sayfalarda da çok daha başka konular işlenmiştir YAZAN tarafından!...
Sizin
köyünüzde İMAM NİKÂHI vardır, diğer köyde Sütçü nikâhı!...
Allah
Rasûlü’nün nikâhını kim kıymıştı?
Önemli
olan İmamın ya da sütçünün nikâh kıyması değildir!...
Önemli olan nikâh “kavramı”dır!...
Bu
da iki kişinin bir gecelik zevk için degil, uzun
süreli birbirinin maddi mânevi sorumluluğunu üstlenmesidir... Bu konuda
iki şahit huzurunda kişilerin itirafı “Nikâh Akdi”dir... Kur’ân’daki
nikâh kavramı budur!... Bunun içinde imama ya da
sütçüye ihtiyaç yoktur!...
Kur’ân’da
anlatılmak istenenleri çok iyi anlamak gerek... Yoksa bugünkü taklidi
uygulamanın batağında boğulur insan!...
Kur’ân’ın
nikâh kavramı ile toplumsal düzenlerin nikâh kavramlarını birbirine
karıştırmamak gerekir...
Sistemi okuyun!...
Allah adıyla işaret edilen için senin ne ibadetin bir anlam taşır, ne
imanın, ne de nikâhın!...
Allah
sistem ve düzenini yaratmış ve Rasûlleri aracılığıyla bize bu sistem ve düzeni
tebliğ etmiştir... OKUyabilenler okumuş; OKUyamıyanlara
bildirilip OKUyamasalar bile iman ederek gerekenleri yapmak suretiyle
kendilerini kurtarmaları teklif edilmiştir.
Bu
sistemden dolayıdır ki...
Benim
yeyip-içtiğim senin karnını doyurmaz!...
Benim
içtiğim ilaç
Benim
yaptığım zikir veya dua veya ibadetlerin
Zikri
yapmıyorsan, beyninde gerekli açılım olmayacaktır; kimi tanımış olursan ol!... Kurân’daki korunma âyetlerini günde yüz defa
okumuyorsan, göremediğin varlıklardan korunamıyacaksın; kimi tanırsan tanı!...
Dostlarım...
Yemin ederim ki...
Bütün bunları yalnızca sizin iyiliğiniz için yazıyorum; kimseyi kınamak,
eleştirmek, hor görmek değildir amacım!. Bildiğim
gerçekler bunlardır..
Allah şahittir ki... Yarın bu yazdıklarımın sonuçları karşınıza gelecek;
sonra da sizlere, “UYARILMADINIZ MI?” denecektir!.
Ya ilmimizin gereğini bilfiîl yaşayalım Allah Rasulü’nün bildirdiği
yolda yürüyerek...
Ya
da sükûtu hayallere hazırlayalım kendimizi, yalnız kalacağımız günlerde!.
“ALLAH
İSMİYLE İŞARET EDİLEN’İ TANIMADAN
SİSTEMİ “OKU”YABİLMEK MÜMKÜN MÜ?
Allah
"ismi" ile işaret edileni anlamamış olanların, içinde yaşadıkları
düzen ve sistemi anlamış olmaları mümkün değildir!… Bu
durumda içinde yaşadıkları günleri, olayları değerlendirmeleri de asla mümkün
olmaz!.
İnsanlar,
içinde yaşadıkları sistem ve düzeni anlamadıkları için de ne eşlerinin hakkını
verirler; ne işlerinin hakkını verirler; ne de aşlarının haklarını verirler!.
Kendi
hayâl dünyalarının gerçeklerle bağdaşmadığını fark ettikleri zaman da iş işten
geçmiş olur!.
Bunlar bir gerçektir ki ancak huzur ve saadete ermesi dilenilmiş olanlar
tarafından idrâk edilebilir.
“Soyut”
ve “somut” içinde olduğu boyuta göredir!..
Sizin,
beyninizde, farkında olarak algıladıklarınız “somut”tur… Bu “rüya”
da olabilir; “hayâl” de!…
Burada
ölçü, beş duyu ile onu algılamanız değil; beyninizin
onu bir şekilde farkedilir hâle sokmasıdır… Yani, önemli olan, o şeyi,
sizin, bir yolla farketmenizdir!. İşte bu farkedişle
birlikte, o şey, sizin “somut”unuzdur!… İsterse
başkaları için o şey, hâlâ “soyut” hükmünde olsun!.
Sizin
“soyut”unuz ise, bilincinizde, bir sûrete, bir şekle oturtamadığınız
için ne olduğunu tam bir açıklıkla farkedemediğiniz şeydir…
Bilirsiniz,
öyle bir şey vardır, hissedersiniz; hatta, sanki o şeye elinizle dokunacak
kadar yakınsınızdır; ama gene de, onun adını koyup, ne olduğunu tesbit
edemezsiniz!… İşte bu, “soyut”unuzdur!.
Bizim
çoğu tâbirlerimiz, isimlendirmelerimiz, pâyelendirmelerimiz, değerlendirmelerimiz,
hep GÖREdir ve kafamızdaki eskilere dayanan kendi “somut”umuza
işaret aracımızdır!..
Algılayana
GÖRE, soyut ve somutluktan sözedilir!...
Allah İSMİ İLE İŞARET EDİLEN için
soyut veya somut gibi kavramlarla sözetmek mümkün değildir!..
Not: Daha geniş açıklama için, “Allah’ın
Perdeleri” bölümüne bakınız.
Karşısındakinin
hakketmediği şekilde, onun hakkında düşünce sahibi olmaktır!
Burada
Düşünülmemesi
gerekeni düşünen de, bu yüzden, bunun karşılığını mutlaka alır sistem gereği!.
“Bilincinizdekini
(düşüncenizi) açıklasanız da, içinizde saklasanız da
onunla Allah sizi hesaba çeker…” (2/284)
Bu
âyetten sonra gelen âyetlerde, bu uyarı iptal olmamış; ancak kişinin elinde
olmayandan mesûl olmayacağı belirtilmiştir… Yani, o düşüncenin ilk aklına
geldiği andan değil; o düşünceyi devam ettirmeye başlamandan itibaren
sorumlusun ve sistem çalışmaya başlar!.
Ş
Mutsuz!
Fıtratında
iman yoktur; bunun getirdiği bakış açısıyla yaşar; ve o bakışa
göre fiiller, davranışlar ortaya koyar; bu yüzden “şakî” = “mutsuz”
derler; çünkü ebedi yaşamında son durağı “cehennem” boyutu olup, hayatı
“yanarak” devam edecektir!.
Abdullah ra. anlatıyor:
"Şakî
anasının karnıda şakî olan, sâidde başkasından ibret alandır."
Dedi.
Bunun üzerine, bu açıklamayı işiten birisi Huzeyfe`ye (ki Huzeyfe
radıyallahuanh Hz. Rasûlullah'ın sır katiplerinden birisidir) geldi ve
sordu:
-Nasıl
bir adam hiç iş işlemeden, dünyaya gelmeden, anasının
karnında şaki olur?
Huzeyfe
ra:
-Buna
ne şaşırıyorsun, Rasûlullah Aleyhisselâm’dan işittim, şöyle diyordu:
-Nutfenin,
yani spermin ana rahmine girmesinden sonra, "ALLAH" nutfeye bir melek
gönderir. Melek ona şekil verir, göz kulak verir, derisini,
etini, kemiklerini meydana getirir.
Sonra;
-Yarabbi
erkek mi, dişi mi, olsun diye sorar. Rabbin de dilediğini
hükmeder; melek de yazar.
Sonra;
-Yarabbi
ömrü ne kadar olsun diye sorar. Rabbin dilediğine
hükmeder, melek de yazar!.
Sonra;
-Yarabbi
rızkı ne olsun der. Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar.
Sonra elindeki sahifeye emrolunduğuna bir şey ilave etmeden çıkar." (Müslim)
Enes ra. naklediyor:
Rasûlllah
Aleyhisselâm şöyle buyuruyor:
-Muhakkaki "ALLAH" her rahime bir melek memur etmiştir.
Bu melek, yarabbi: Bu bir nutfedir, bu alakdır, bu mudgadır, der. Ve
sonra "ALLAH" bunu yaratmaya hükmettiği vakit melek; yarabbi erkek mi
dişi mi, şaki mi said mi, rızkı nedir, ömrü ne kadardır... diye sorar.
Ve böylece bunların hepsi de anasının rahmindeyken yazılır buyurdu. (Buhari-Müslim)
Hz.
Ali şöyle buyuruyor:
Birgün Hz Rasûlullah oturuyordu ve bir ağaç parçasıyla yeri
çiziyordu. Aniden başını kaldırdı ve:
-Sizden
birtek kimse yoktur ki cennet ve cehennemde ki yeri bilinmiş olmasın!.
buyurdu. Yanındakiler:
-Ya
Rasûllullah, şu halde niye çalışıyoruz?... Her şeyi bırakıp tevekkül etmeyelim mi? dediler.
Hz.Rasûlullah :
-Hayır
çalışınız!. Herkes ne için yaratıldıysa onun için
hazırlandırılır!
buyurdu. Sonra da;
"Veren,
sakınan ve kelime-i tevhid'i tasdik
âyetlerini okudu." (Buhari, Müslim, Tırmızi)
Denildi
ki:
-Ya
Rasûlullah, sanki şimdi yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla...?
Bugün yaptığımız işler, önceden takdir edilmiş ve yazılmış işler midir,
yoksa vukuundan sonra mı bize takdir edilmektedir?
Rasûlullah:
-Hayır!. Bilâkis, yaptığınız işler önceden
takdir edilmiş ve yazılmış olan işlerdir.
Sordular:
-Şu
halde iş yapmanın çalışmanın ne önemi var?
-Her iş yapan kendi işine hazırlanır. (Müslim
ve Tırmızi)
Ömer
radıyallahuanh naklediyor:
-Ya
Rasûlullah ne buyurursun? Yaptığımız işler, yepyeni yapılmakta olan birşey mi,
yoksa önceden takdir edilen bir iş mi? Hz.Rasûlullah:
-Önceden
takdir edimiş olan işlerdir ey Hattab'ın oğlu!. Herkes önceden takdir edilmiş olan işlere hazirlanmıştır.
Saadet ehlinden olan saadet için çalışır, şekavet ehlinden olan da şekavet için
çalışır.
"ŞAKİ"lik
denilen hâl , beynin antiçekim dalgasını üretmiyerek
kişinin "RUH"unun yani "halogramik dalga
bedeninin" bu enerjiden mahrum kalmasıdır.
Beynin bu enerjiyi üretmesi veya üretmemesi, ana rahmindeki 120. günde almış olduğu kozmik tesire (veya
meleğin yazmasına) bağlıdır!..
Ve
bu tesiri alıp almaması dahi, o birimin ezelindeki hüküm ve takdir-i ilâhîye
bağlıdır!..
Şayet,
onun "said" olması hükmedilmiş ise tüm yaşamı ona göre
programlanır. Ve o da programına göre olan işlerle meşgul
olur.
Hemen
bu anda şu hadîs-i Rasûlullah’ı hatırlayalım:
"Herkes
ne iş için yaratılmış ise, ona o işler kolaylaştırılır."
Evet, "Allâh" adıyla işaret edilen, aşikâr etmek
istediği, seyr etmeyi dilediği her manâya uygun bir sûret yaratmış ve onları
belirli fonksiyonları yerine getirmek üzere programlamıştır.
Artık herkes, kendi takdirinin gereklerini yerine getirecektir.
Ne
said, şakî olur; ne de şakî, bundan sonra said olur!..
Bu
hususta anlaşılması gereken çok önemli bir nokta şudur...
Allah'ın indinde, 5 milyar insan şakî
olmuş, 300 milyon insan said olmuş, bunların hiç bir önemi yoktur!..
İnsan
bedeninde üç-beş hücre veya bundan çok daha küçük boyutlardaki üç-beş
bakterinin yeri ne ise; Allah indinde beş-on milyar dünyanın da yeri
belki odur!..
Şunu
iyi anlayalım...
Vücudun
aldığı gıdaların posasının üzerinden geçtiği alt tarafımızdaki hücreler nasıl
ki,
"Biz
niye dil üzerindeki hücreler olmadık, o her an nice lezzetleri tadıyor!.. Halbuki bizim üzerimizden o gıdaların posası geçiyor, ki
insanoğlu pis necis diye o posadan tiksiniyor!.. Öyle
ise bizim suçumuz neydi ki burada yer aldık?.."
diyemiyorsa... Her bir birim de yer aldığı planda görevini istiyerek veya
istemiyerek ifâ edecektir!..
Öyle ise akıllı olan değirmenlere karşı savaşmaz, akıntıyı arkasına
alarak en gerçekçi bir biçimde, en güzel çalışmalarla, yarın pişmanlık
duymayacağı hedefe ulaşmaya çalışır.
"DE
Kİ: HEPSİ DE (Şâkıleleri) VAROLUŞ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA
KOYARLAR!." (17-84)
Âyette
geçen "ŞÂKİLE", daha önce izah ettiğimiz, "FITRAT`ın
oluşturduğu programın doğrultusu", anlamındadır..
Sperm ile yumurtanın rahimde birleşmesinin 120. gününde, cenin, bazı kozmik ışınların etkisiyle,
"meleğin ruhu nefhetmesi" diye târif edilen bir biçimde, dalga
üretimine başlar.
Beynin
çekirdeği durumunda olan bu yapı, genetik veri tabanını değerlendirmesine
vesile olan ilk temel kozmik tesirleri alarak ön programa kavuşur ki; böylece
onun "şâkilesi" yani "programının doğrultusu" belirlenmiş
olur..
İşte
bu anda "kişisel ruh" yani "insani ruh"
meydana gelmiş, yaratılmış olur!... Bu andan evvel,
"bireysel ruh" mevcut değildir!.
Bu
sebepledir ki,
Zira, 120. günde cenindeki beyin
çekirdeği, "dalga bedeni" yani "kişilik ruhunu"
üretmeye başlamıştır ki, ceninin öldürülmesi halinde dahi, bu "ruh"
yaşamına sonsuza dek devam eder...
Kişiliğin temel özelliklerini ise, genlerindeki bilgiler meydana getirir..
Genetik veriler, tohum; tohumun
gelişmesini ve özelliklerinin ortaya çıkış biçimini sağlayan toprak, gübre, su,
nem gibi faktörler de "astrolojik programlama" gibidir.
Kişinin perdeli olduğu
hakikatten, o perdesini kaldırarak ,işin hakikatını
idrak sağlamaktır!
Yanlış bilgiden arındırarak gerçeği idrak ettirme olayıdır!
İnsanların
kendilerini arındırmaları için yapacakları
çalışmalar konusunda birbirinden yardım almaktır!
Müminlerin
cehennemden çıkıp cennete girebilmeleri için arınma yollarını
öğrenmeleridir!
Şefaat,hangi yanlış anlaması veya değerlendirmesi
nedeniyle cehennem’de yanmakta olduğunu ona idrak ettirip;onun bu etsiğinden
arınmasını sağlar,böylece de ona şefaat etmiş olur!
İnsan
Cehennem’den imanlı ise ancak şefaatle kurtulur!Bunun
sonucunda da cennet yaşamına ve daha doğrusu boyutuna adapte olur.
Hidâyetin
fıtri olmasına karşılık, Şefaat âfâkidir!
Şefaat,
kişinin, şefaat edene inanmış olması şartıyla mümkündür!
Kur’ân
diyor ki;
“Dünyada
âmâ olarak ölen, Âhirette de âmâdır.”
O
zaman tek şansın var.
Dünyada yaşarken bir takım gerçekleri görüp, hissedip, değerlendirip,
yaşayabilmek önemli.
Dünyadan gittikten sonra artık, şansını kaçırmış oluyorsun.
Belki şöyle diyeceksin.
“Burada yapamadık, göremedik, elde edemedik ama, oraya gittiğimizde
yaparız.” Hayır!.
Hiç
öyle bir şey umma! Öyle bir şey söz konusu değil!. “ Orada bana filânca yardım eder de benim mertebem
yükselir.”
Hayır!
Böyle
bir şey muhal!.
Hiç kimse senin mertebeni orada artıramaz!.
Bu devirde en çok kullanılan bir söz de şudur, özellikle Târikatlarda ;
“Biz bu durumda ölsek de önemli değil. Şeyhimiz orada
bizim elimizden tutar. Bize mertebelerimizi atlattırır, yükseltir.
Hayır!
Böyle bir şeye dair ne bir âyet vardır, ne de bir Hâdis vardır. Tamamen
bir uydurma!.
Hiçbir şeyh, veli, evliyânın öbür tarafta, dikey bir yükselmeye dair,
şefaati yoktur, şefaat edemez!.
Yatay genişleme olur. Ama, yatay genişleme kişiye mertebe getirmez. Yani,
Levvameden, Mülhimeye... Mülhimeden Mutmainneye... Mutmainneden Râdiyeye kişiyi
geçirtemez! Velev ki, dünyada iken geçmiş olsun...
Dolayısıyla, nasıl bir gelişme umuyorsan, onu dünyada iken
gerçekleştirmek zorundasın.
MERTEBE SIRASIYLA
EVLİYAULLAH’IN ŞEFAATİ
O ortamda bulunan imanlı kişilere ortamın gerçekleri ve
kişinin ortamdan kurtulması amacıyla gerekli olan bilgilerin öğretilmesi
demektir.
Yoksa
bu zâtlar, lokomotif, insanlar da vagon olup
çekilip götürülmeyecekler!
İmanlı
kişilerin Cehennemde kalışlarının TEK sebebi
; Dünyada gerekli ilmi edinmemiş olmaları dolayısıyla karşılaştıkları o
şartlarda neler yapacaklarını bilememeleridir.
Cehennemde,
imanlı kişilere bilginin aktarılması ve onların
bu ilmi aldıktan sonra gerekenleri yaparak Cennete geçmeleri
olayına “ŞEFAATE NÂİL OLDULAR” deyimiyle işaret edilir!
Âhirette
şefaat , yalnızca yatay planda getiri sağlar
Cehennemin
maddi azabından hadsiz hesapsız güçlü olanı mânevi yani düşünsel azabıdır!.
Meğer
ki o arada kendisine ŞEFAAT ulaşsın! Bu ulaşacak
olan şefaat nedir?...
Burada
farketmemiz gereken çok önemli bir husus var...!
Cehennem
ortamıyla ilgili ŞEFAAT hadislerini hatırlayın... Nebi ve Rasûller ve
evliyaullah mertebelerine göre Allah'ın izniyle
cehenneme girer ve tanıdıklarına şefaat ederek cehennemden çıkartırlar
anlamında açıklamaları var Rasulullah’ın.. Nedir bu olay?...
Önce
Dünya yaşamından bir örnek verelim...
Gerçek
itibariyle dünya, cehennem ortamı içindedir!...
Ayrıca
bu cehennem ortamında herkesin yanışı da kendisine yerleşmiş olan şartlanmalar,
değer yargıları ve bedene bağımlılık (tabiat) oranındadır!..
Bu
gerekçeler dolayısıyla dünya yaşamında çeşitli olaylarla birlikte yanmaya
başlarsın!.. Bu uykularında da devam eder!... Dolayısıyla ölümötesine de sıçrar!...
Yanmana
sebep olan şartlanma veya değer yargısından arınabilirsen, o takdirde yanman
biter!.. Bu da ancak sendeki değer yargısının yanlış
veya yersiz olduğunu bildirecek yani
ŞEFAAT, seni yanlış bilgiden arındırarak gerçeği idrak ettirme olayıdır!... İnsan cehennemden,
imanlı ise, ancak şefaatle kurtulur!.. Bunun sonucunda
da cennet yaşamına ve daha doğrusu boyutuna adapte olur...
Cennette
şefaat yoktur!
Ölüm
anından Cennet’e girene kadar gelen bütün şefaatler,
kişinin içinde bulunduğu süreç içinde kendisine azap veren değerlendirme
yanlışından kurtulması amacına dönüktür.
ŞEFAATİNE NÂİL OLMAK
Kişinin
perdesinin kalkarak geleceğe dönük veya hakikatına dönük perdesini
kaldırmaktır!
Dünyada
şefaat , kişiye hem dikey planda getiri sağlar,
hem de yatay plânda.
Şefâati, ne gerekçeyle olursa olsun, değerlendirmeyenlerin, sonuçlarını
da beklemeye hakları yoktur!.
Şefâat,
sanılıyor ki, biri gelip koluna girip seni sürükliyecek; bir yere sokacak!....
Birisi
koluna girip de, seni bir yere mi götürecek!?...
Şefâat,
dünyada var; âhırette var... mahşerde var, cehennemde
var....
Rasulullah
aleyhisselâmın şefâati var; evliyanın şefâati var; âlimlerin şefâati var...
Nedir
bu şefâat?... Neye dönük bir şefâattir?... Yanlızca cehennemden çıkmaya dönük bir şefâat mi?...
Günahların
en büyüğü nedir?..
"İnneş
şirke lezulmün azîm"!..
"Şirk
azîm zulümdür";
diyor ayet...
Yani,
"Allah"ı, tanrı mesabesine koymak!...
Şirk budur!...
"Sizin
için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz ümmetimde"
diyor...
Öyle
ise Tanrıya tapmak "kebâir"in ta kendisidir!...
Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir!...
Bütün
günahların kökeninde de "Şirki hafi" yani "tanrıya
inanmak" yatar!...
Tanrıya
inanan, seslenenin, ötesinde olduğunu düşünür; ve hisseder tanrısını!...
"Ey
iman edenler.... Allah'a iman edin";
âyetindeki uyarı, Hz. Muhammed ve Kurana iman, edip henüz
tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHABEYE gelmişti.... Sahabe,
yani allah Rasûlü’nü gören(!)ler
böyle olursa... Ya bizler?!....
Allah'a
imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafiden
kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL OLMAKTAN
GEÇER!...
"Allah
izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse"
âyetini... "TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez
kimse" diye anlarsak ,Cehennem ateşimiz kolay
kolay sönmez bizim!... Yanarız da yanarız!..
“Tanrı
izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin
vermedikçe şefâat edemez kimse”, cümlesi arasındaki fark nedir?...
Evimizeki
nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız!... Çünki evimizde!...
Biz,
“şefâati reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize?...
Basiretimizi
örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate
ulaşabiliriz?...
“Tanrı”ya
inanırken... “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı
gönderilmiş” bir kitaptaki emirnamesine iman ederken!... Türlü
kerametleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak
“Tanrının evliyası”na inanırken...
Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır...
Allah
(özümüzdeki), izin vermezken; içindeki, şefaati reddederken; kim şefâat
edebilir ki!... Basiretimizi örten perde nasıl kalkar
da, şefâate ulaşırız biz!.... Ve böylece de, nasıl şirki hafiden arınıp; her şey’in
hakikatı ve varlığımızın kaynağı olan “Allah” ismiyle işaret edilene
iman edip; “Kur’ân”ı "OKU"ruz?...
(şirkten) arınmamışlar el sürmesin!…
dendiği halde…
Bize kalırsa... Önce, Allah'tan (yani özünden gelen
bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nail olmak gerek.... sonra şefâati
değerlendirip, diğer afakî perdelerden arınmak.... Sonrada, nefsine
bilincine-şuuruna-gerçek benine zulmetmeyi terketmek!...
Sen,
nefsine sürekli zulmetmektesin; nefsinin, hakikatını yaşamasına engel olduğun
sürece....
Üstelik
bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o en yakınım dediklerine de
zulmün en büyüğünü yapıyorsun!...
Ama
ben istiyorum da olmuyor!...
Niye
olmuyor?... Muslukçuda pasta satılmaz!... Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!...
Şeytan,
zahirine bakıp Ademin, iblis oldu!... Ademin, ilmine
bakıp onu değerlendirebilseydi, bu oyun oynanmayacaktı zaten!...
Biz,
yalnızca ilim için yaratıldık!...
İlmi
de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe "nefsim
yanmasın, yanarak arınmasın" diyerek yaklaşamasın da; böylece, yanma
korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye...
Ateşte
benliğini yakma korkusunu atıp, içine dalabilenler; deccalın sağ yanındaki ateş
cehenneminden geçip, ilim ve irfan cennetine girebilirler!....
Korkuyu atamıyanlar ise, ateşten geçemezler ve ilme irfana ulaşamazlar...
Korkuyu atmak gerek!...
Yunus Emre’nin dediği "Ödünü
sıdır"ın açıklamasını Mazhar yapmıştı bana... Allahtan yapmış...
Sayesinde hep gözü kara daldım!...
Geldik
50 küsurlara 60 küsurlara... Ne yaşıyacağımız, özellikle de aklımız başımızda,
ağrısız sızısız sağlıklı olarak ne kadar yaşıyacağımız
meçhul...
"Şirki
hafi"den kurtulduk mu?... Vicdanımız
cevap versin!...
“Allah”
ismiyle işaret edilenin, “tanrı” olmayıp; ne olduğunu farkedip; hiç
olmazsa iman edebildik mi?... O'nu her an ve
her yerde görüp, dinliyebiliyor muyuz?... Her dem O'nunla konuştuğumuzun farkında ve bilincinde miyiz?...
Şefâatin ulaşması için, önce uzatılanı
geri çevirmemek gerek!..
Şefâat, cehennemden kurtulmak içindir;
bu cehennemin dünya bölümünde de olur, âhıret bölümünde de!...
...
Şefâat,
Allah'a da ermek içindir!... Ki bu da ancak dünyada
iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve onu değerlendirmekle mümkündür!...
Şeffat,
kişinin yanlışlarda ısrarına yolaçan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi
yetersizliğini ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir!...
Nebi ve Rasûllerin de, evliyanın da şefâati hep bu yoldadır...
Öyle
ise...
Önce,
“ötendeki TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o
şefâate açık hale geleceksin!... Şefâati, def
etmeyeceksin...
Sonra
o, ŞEFÂAT olan bilgiyi değerlendirecek, ilim
doğrultusunda yaşayarak arınacaksın...
Sonra
da “şirki hafi” sona erip “ALLAH”a
ereceksin...
Bu
konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat”
kapısının açılması demektir, umarım!...
Vicdanınızla
başbaşasınız...
O günde hesap görücü olarak NEFSİNİZ
(ilminiz-şuurunuz) yeter!...(âyet)
Söylediğinin
farkında olmadan "Eşhedü en lâ ilahe illallah", demekle,
"şehâdet edilmiş" olmaz!..
"Haydi.. aşk ile şevk ile bir daha..."
demekle de, "Eşhedü en lâ ilahe illallah" denmiş olmaz!...
Bu
kelimelerin, cümlelerin mânâsını anlamak; idrak etmek; ve ondan donra da idrak
ettiğini ifade sadedinde, bu kelimeleri diledökmek gerekir!..
Aksi
takdirde, mânâsı anlaşılmadan, idrak edilmeden, bir papağanın veya bir teyp
bandının tekrarı gibi tekrardan öteye gitmez, bu kelimeleri söylemek...
NOT:Daha geniş açıklama için “Kelime-i Şehâdet” bölümüne
bakınız.
Şehid,
Allah inancı dolayısıyla dünya yaşamına değer
vermeyip ölümü Allah için göze almış ve bedeninden geçmiş kişinin
içinde bulunduğu duygusal ve düşünsel hali ifade babında kullanılan bir
kelimedir. Bu anlamın dışında kullanılan her yer
saptırmadır.
Kur’ân , “Şehid“lik şartı
olarak “fiysebilillâh“ açıklamasını getirir!..
“Şehid”lik
iki anlamdadır İslâm’da…
1.
Bedensel şehidlik.
2.
Şuursal şehidlik.
Kişinin, “Allah” için bedeninden vazgeçerek, bir şekilde
öldürülmek suretiyle, bedensiz kalarak bir şekilde ruh boyutunda yaşamaya
başlamasıdır.
Bunlar,
aramızdan kaybolmaları ve bedenlerinin kullanılmaz hâle gelmesi itibariyle
“ölü” hükmünü alırsa da bizler tarafından; gerçekte onlar “ölü” değil,
ruh bedenle serbest bir şekilde o boyutta
yaşamaktadırlar.
Kâbir
âleminde değil, “berzah” yani geçiş boyutundadırlar. Dünyada
olup bitenlere de vakıf oldukları söylenmektedir. Bunların
öldüklerini bile başlangıçta fark etmedikleri anlatılmaktadır.
Bu,
yüksek bir mertebe olmasına rağmen “velâyet” mertebesinin altındadır; çünkü bu
kişide “şuursal şehidlik” oluşmamıştır; yani, “ene” ortadan kalkmamıştır!. Oysa esas hedef hayatta, dünyada iken “ene”yi
terktir! Ki, gerçek “BEN” diyen açığa çıksın… “OL” dediğinde “olsun”!.
“Zen”de, “ölürsen ölmeden, ölünce ölmezsin”
cümlesiyle ifade edilen; bizim kaynağımızda “ölmeden önce öl”
şeklinde ifadesini bulan; “kendini şuur boyutunda tanımak ve yaşamak”
diye açıklık getirebileceğimiz olaydır. Buna “velâyet”
mertebesi; yani, “Veli”si “Allah” olan; yani, hakikatinin
gerektirdiği şekilde yaşayan da denir.
“Şeriat
“ demek; işin zâhir plânı demektir.
Madde ile düşünce dünyası arasındaki saha şeriâttır. Yani kurallar sahasıdır. Bu sahada belirli
kurallara uyularak yapılan fiili çalışmalar, neticede kişiyi hakikata yönelmeye
sevkeder.İşte bu merhalede kişi şeriat safhasından
tarikat safhasına geçer...
Bazıları
“şeriat” sözcüğü kapsamına “Kur’ân ve Hadis” yanısıra “kıyâs
ve icmâı” da koyar; ama biz, o kanaatte değiliz!…
“Şeriât”,
bize göre, “Kur’ân ve Allah Rasulü açıklamalarından” ibarettir!…
Şeriât
ve hakikat ayrı iki şey değildir..
Birisi sistemdir, ikincisi ise sistemin uygulanması...
Dolayısıyla,şeriatı inkâr
Şeriat ,hakikat esasları üzerine bina edilmiş,hakikatın gerekleri üzerine
düzenlenmiş fiillerden ibarettir...
İş
böyle olduğu zaman, kim ki şeriatı inkâr
eder, o kimse “hakkikatın” ne olduğunu bilmeyenlerdendir! Çünkü şeriat
aynıyla hakikat temeline dayanarak bina olmuştur!..Hatta,
şeriat adı kalkar, şeriat adı kalktığı zaman varolan hakikattır ve hakikatın
fiilleri, şeriatın gereği olan fiillerse, gene aynıyla şeriattır!..
Yani
netice olarak kim ki şeriattan bir hususu reddeder veya inkâr eder,o hakikatı redddetmiş veya inkâr etmiş olur.
Bizim ef’al mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller hakikata dayanır.
”Hakikat”
dediğimiz şey, Hak’kın varlığı ve onda mevcùd olan mânâların âşikâre
çıkışıdır...Bu mânâlar,âşikâre çıkarken,terkibiyet
hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden meydana
geliyor!” deriz...
Beşerden
meydana gelen fiiller,
Alışkanlıklar-şartlanmalar-tabiat-duygular
dediğimiz şey ise; tabii hükmüyle ortaya çıkması halinde ilâhi emirlere ters
düşer!..İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de,
beşeriyet kayıtları içinde, yani Hak’kın belli isim terkibi - mânâları içinde
kalması dolayısıyladır..Ki bu da kişinin neticede âkibette
cehennemini meydana getirir.
“Şeriatın hükümleri” dediğimiz hükümler, Allah’ın
emirlerini ve yasaklarını bildirir.
Bu emirler ve yasaklar, kişinin terkibiyet hükmünün ortadan kalkması
için birer vesiledir.
Asgari
ölçüleriyle ele alırsak; bu emirlere ve yasaklara uyulması, ruhta “Cennet” dediğimiz hâli oluşturur...
Allah’a vâsıl olduğun zaman, ilâhi
isimlerin mânâları sende, Allah’ın dilediği
şekilde aşikâre çıkar ve böylece de sen Allah’a vâsıl
olmanın yaşamına geçmiş olursun.
Netice
olarak demek ki “beşerin ebedi saadeti” denen şey; beşer hükmü altında var olan
terkib kayıtlarının kalkarak , Allah’ı tanıma-bilme-”Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanma” denen şeyin gerçekleşmesi ve böylece bütün ilâhi
isimlerin mânâlarının o mahalden aşikâre çıkabilecek hale dönüşmesidir!..
Yani,sen,şimdiburadakopamadığınalışkanlıklarından,şartlanmalarından,
kayıtlarından, cehennemde uzun bir süre kalarak kopmak zorunluluğuna
gireceksin!..Bu durumda bağlarından kopma azabını yaşama durumu senin için
mukadder olur!..
Demek
ki biz,şeriat dediğimiz ilâhi hükümler bütününe
uyduğumuz zaman,”terkibi kayıtlardan” kısmen çıkmış ve o nisbette “Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmış” oluruz!..
Aksi
takdirde ; terkibi kayıtlardan doğan fiiller,netice
olarak kişinin cehennemini meydana getirir!.
"İblis" kelime olarak, Allah`ın rahmetinden umudu
kesilen, Rahmete ermesinden umud kesilen, Allah`dan uzak düşmüş manâsına
geldiği gibi; "iltibasa düşen", yani, "ikileme
düşen" anlamını da veriyor. “CİN” kelimesiyle, yani “İnsanların
beş duyu ile tesbitine örtülü” anlamına gelen bir
kelimeyle, târif edilen bu varlıklar; fıtratları gereği her devirde insanları
çeşitli yollarla kandırmışlar ve hükümleri altına almışlardır,”ŞEYTAN”
diye de bilinirler.
Şeytan
diye bilinen, yahud da şeytana ait olarak bilinen işlerin tamamı gerçekte
CİNlere aittir... Çünkü şeytâniyet, CİNlerin bir vasfıdır!.
CİNlerin dışında ayrıca, “şeytan” diye bir varlık yoktur...
“İblis” adıyla bilinen ve “şeytan”
lâkabıyla tanınan varlık “CİN” sınıfından bir tür olup; din konusundan
yeterli bilgiye sahip olmayanların sandığı üzere “melek” değildir!..
“Şeytan”
lâkabını taşıyan “İblis” isimli “cin” sınıfından varlığın, neslinden oluşmuş
türler, genelde insanları gerçekler istikâmetinde yaşamaktan saptırıcı
fikirleri sürekli olarak insanlara ilham ederler ve o yolda çeşitli arzulara
sürüklerler.
CİN’lerin
yapısı elektromanyetik dalgalara dönük bir tür radyasyon olmasına karşılık;
kendilerine has orijinal yapılarına karşılık, ışın düzeyindeki yapılarıyla her
an tüm beyinleri etkilerken; “CİN”ler üzerinde çeşitli şekillerde tasarruf
ederlerken bunların yokluğunu iddia etmek!!!..
ÖZÜ
itibariyle “melek”, bileşiminin oluşturduğu yapısı itibariyle “CİN” olan
“İBLİS”in halk ve hatta bir takım hocalar tarafından “başmelek” diye
zannedilmesine yolaçan yanlış anlama buraya dayanmaktadır. Bu hususa şu âyette
işaret edilir:
“İBLİS’DEN
BAŞKASI SECDE ETTİ. O İSE CİN’DENDİ.” (Kehf-50)
Şeytan,
idrak edemediğini reddettiği için “İBLİS” oldu!..
Öyle
ise...Önce, “hayâlimizdeki TANRIYI” bir yana koyup, “Âlemlerin Rabbı ALLAH”ı
öğrenmek mecburiyetindeyiz!.. Aksi
takdirde cehaletimizin bize vereceği zararları şu dünya hayatında idrâk
etmemize asla imkân olmaz.
Şeytanların
çok çok büyük bir kısmı, "ALLAH" isminin işaret ettiği mânâyı bugünkü
TANRI'ya tapan müslümanların bildiklerinden çok daha iyi biliyorlar ve de
yaşıyorlar!... Kendilerindeki kuvvet de zaten oradan
geliyor!... Şeytan, bugünkü müslümanlardan çok daha
fazla ALLAH'a iman sahibidir!...
Şeytan
kendisindeki kuvvet ve kudretin Allah’tan geldiğine iman hâlindedir... Ve de
şeytan, bir kısım hâllerinde Allah'a sığınmaktadır!...
"sığınmaktadır" sözcüğünün işaret
ettiği mânâ nedir; "sığınma" işlemi nedir ve nasıl olmaktadır;
bunu iyi düşünün ve anlamaya çalışın!.. Çünkü o kıyâmete kadar izin
verilmişlerdendir; bu yüzden de Allaha "sığınma" hakkına sahiptir!...
Ne
yazık ki, müslümanım diyenlerin pek çoğu, gene şeytan kadar ALLAH'a "sığınmamakta"dırlar!... Allah'a imanları "AKIL ve İMAN" kitabında
açıkladığımız tarzda olmadığı için!... Bilmem
işin vahametini de bu arada anlatabildim mi?...
NİÇİN “ŞEYTAN” DİYE ADLANDIRILDI?
Adem`in,
Cennet`den Dünya`ya inmesine sebep olan, vesile olan iblis...
İblis, Allah`dan uzaklığına yol açan
kişi olarak Adem`i gördü. Çünkü, Adem`e secde
etmemesi, yani Ulûhiyet kapsamından olan bir kısım özellikleri görememesi
nedeniyle Allah`ın yakınlığından yani o esmâ ve sıfatla tahakkuk
makamından tard oldu...
Azazil`in
"İblis" adını alarak "şeytan" diye nitelendirilmesine içine
düştüğü şu iltibas yani ikilem yolaçmıştı:
Allah`ı
biliyor, kendi varlığının da O`nunla varolduğunu farkediyordu..
Yani kendini "Hak" olarak müşahede ediyor ve bundan dolayı da
başkasına secde etmeyi yanlış buluyordu..
Bunun
ötesinde bir de yapısal üstünlüğü vardı karşısına çıkan varlığa karşı..işte bu üstünlük ona perde oluşturmuş, "hakikatsa
bende de var, üstelik yapı olarak da ben ondan üstünüm, öyle ise niye secde
edeyim" mantığını getirmişti..
"Ulûhiyet" kemâlâtı sonucu orada
daha kapsamlı bir zuhur olabileceği ve secde ettiğinin de yine sonuçta Allah
olacağı gerçeğini farkedemedi..
Ayrıca
iblis, o yakınlığı meydana getiren esmâ`dan mahrum olduğu için, tabii hâli olan
ayrılığı, yaşamak durumundaydı...
Şeytan,
"Allah"ı anlayamamış, idrâk edememiş, neticede "insan"dan
o yüce kemâlin zuhûrunu inkâr etmiş; böylece de "Allah"tan ayrı
düşmüş, ilâhî huzurdan tardedilmiş"tir..
İblis`in
"tardedilme"sinin anlamı; "Ulûhiyet kemâlâtının
özelliklerinin zuhûrunu hakkıyla değerlendirememesi yüzünden gerçeklerden
uzaklaşması" şeklinde değerlendirilir...
Bunu
anlatan kelime de "LÂNET" olmaktadır!.
"Uzak olma", anlamına olarak!
İblis, Allah`dan uzaklığına yol açan
kişi olarak Adem`i gördü. Çünkü, Adem`e secde
etmemesi, yani Ulûhiyet kapsamından olan bir kısım özellikleri
görememesi nedeniyle Allah`ın yakınlığından yani o esma ve sıfatla
tahakkuk makamından tard oldu...
Azazil`in
"İblis" adını alarak "şeytan" diye
nitelendirilmesine içine düştüğü şu iltibas yani ikilem yolaçmıştı:
Allah`ı
biliyor, kendi varlığının da O`nunla varolduğunu farkediyordu..
Yani kendini "Hak" olarak müşahede ediyor ve bundan dolayı da
başkasına secde etmeyi yanlış buluyordu..
Bunun
ötesinde bir de yapısal üstünlüğü vardı karşısına çıkan varlığa karşı..İşte bu üstünlük ona perde oluşturmuş, "hakikatsa
bende de var, üstelik yapı olarak da ben ondan üstünüm, öyle ise niye secde
edeyim" mantığını getirmişti..
"Ulûhiyet" kemâlâtı sonucu orada
daha kapsamlı bir zuhur olabileceği ve secde ettiğinin de yine sonuçta Allah
olacağı gerçeğini farkedemedi..
Ayrıca
İblis, o yakınlığı meydana getiren esmâ`dan mahrum olduğu için, tabii hâli olan
ayrılığı, yaşamak durumundaydı...
Şİmdi, burada üzerinde ibret alınması gerekli bir nokta vardır. O da şudur:
"İnsan"da,
onun varlığını oluşturan Mutlak Varlık "Allah"ı müşahede
edememenin sonucu, İblis gibi "lânet"lenerek tardedilmektir!...
Kim
ki, "İnsan"a baktığı zaman onu "Allah"tan ayrı
bir varlık olarak görür; onda ilâhi esmânın zuhûrunu müşahade edemezse; ondaki
varlığın, Hakk`ın varlığı olduğunu anlayıp, değerlendiremezse"; bu
yanlış değerlendirmesi yüzünden "İblis" yani "şeytan"
hükmüyle yaşamını sürdürür!...
İnsanın
insana bedenen secde etmesi kesinlikle câiz değildir!.
Hazreti Rasûlullah, insanların kendisi gelirken bile ayağa
kalkmalarına müsade etmemiş, bunu yasaklamıştır!.
Kendisi için başkalarının, ayağa kalkmasına, hele secde etmesine müsaade
edenler, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın yolundan sapan kişilerdir!.
Ancak...
Bâtında "insan"a
"secde" etmeyen de "Allah`ı inkâr" ederek
"gerçeği örten"lerden olur!.. "Teşbih"in
hakkını vermemiş olur...
"Çün
bildin mü`minin kâlbinde Beytullah var,
Niçin izzet etmedin, ki ol evde ALLAH var?.
Her ne var Âdemde var; Âdem`den iste Hak`kı sen!.
Olma iblis-i şakî, Âdemde sırrullah var!."
Öte
yandan Zâhirde "insan"a "secde"
"Halife"
olarak yaratılmışken, kendi varlığındaki bu yüce nimetten gaflete düşer;
yalnızca karşısındakinde görüp kendindekinden perdelenmek sûretiyle,
Hıristiyanların Hazreti İsa`ya karşı olan durumuna düşer; ve neticede
"Halife"lık kemâlâtından mahrum kalır..
"Belki
de onlar hayvanlardan da daha aşağıdadırlar" (7-179)
şeklinde hüküm yer!...
Gördüğü
ile kayıtlamak ve kayıtlanmaktır!
Bildiğini
yaşayamamak yüzünden,yaptığının müsebbibini
öteye atmak, ŞEYTÂNİ VASIFTIR ki bu vasıf LÂNETİ=UZAKLIĞI getirir!
Şeytan,
idrak edemediğini reddettiği için “İBLİS” oldu!..
Öyle
ise...
Önce,
“hayâlimizdeki TANRIYI” bir yana koyup, “Âlemlerin Rabbı ALLAH”ı
öğrenmek mecburiyetindeyiz!.
Aksi takdirde cehaletimizin bize vereceği zararları şu dünya hayatında
idrâk etmemize asla imkân olmaz.
Kendinde bulduğunu karşısındakinde görememesi var İbliste...
Esasen
Tüm dedikodu ve gıybet yapıp, insanları arkalarından
çekiştirenler de o anda İBLİS olarak bu işi yapmaktadırlar!
Alt bilinç aynı zamanda “kişinin şeytanı” diye
de tanımlanır.
Alt bilincin üretimi olan fikrî faaliyetin kaynağı zekâdır.
Bunu kontrol edebilen mekânizma ise üst bilinç yani akıldır.
Bir insan, tüm dünya yaşamını “zekâ”sı ile geçirebilir ve
kurtarabilir.
“Mantık”, zekâ tarafından da kullanılır; akıl tarafından da.
Kişide akıl varsa ve akılla yaşıyorsa, ölüm ötesi yaşamı düşünme ve
evrensel düşünceye açılma kapasitesine sahiptir.
Bununla ölüm ötesi yaşam gerçeğine göre kendisine bir rota çizer ve ona
göre fiîller davranışlar ortaya koyar.
Zeki bir insan ise, dünyasını en iyi
şekilde yaşamak için ne gerekiyorsa, mantığı o yolda kullanır ve çok iyi
konumlara da ulaşabilir; senaryodaki rolü uygunsa.
İşte bu durumda mantıksız söylemlerle savunma kalkanı kalkar ve
hatta bazen sözle saldırı silahını bile kullanır kendi kişiliğini korumak
amacıyla.
Alt
bilincin, “kişinin şeytanı” olması da şu yöndendir…
Beyin veri tabanındaki yerleşik bilgiler, ya genetik kanaldan ya da
çevreden, şartlanma yollu, sorgulanmadan ve hatta farkında bile olunmadan
yerleşmiş verilerdir.
Bu
durumda kişi, içinde yetiştiği ortamın yaşam tarzına veya kendisini
şartlandıran toplumun değerlerine ters düşen bir fikir ile karşılaştığı zaman,
o fikir kendisine çok büyük mânevî kazançlar sağlayacak olsa bile,
kendindekileri koruma amacıyla konuya karşı çıkar!. Böylece de o gerçekten de mahrum kalır. Yani,
kişinin şeytanı devreye girmiş, onu, o güzellikten mahrum etmiştir.
Alt
bilinç, veri tabanı itibariyle, akıl tarafından kontrol edilemiyorsa; kişi, yaşamını mutlaka kendisini güden bu veri tabanı
doğrultusunda yönlendirecektir.
Bu
yüzden de Rasûller ve Nebiler genelde red görmüşlerdir!. Çünkü onlar evrensel gerçekler
doğrultusunda insanları uyarmışlar; onların bu gerçeklere göre yaşamlarına yön
vermelerini tavsiye etmişlerdir.
Buna
karşın, Rasûle itiraz
“Şeytanımı
Müslüman ettim” ifadesinin anlamı, “alt bilincimi evrensel gerçekler
doğrultusunda kontrol altına aldım”dır!.
Şirke
düşmemek için, şirk kavramından kurtulmak gerek!.
Nedir
ŞİRK düşüncesi?.
TANRInın varlığını düşünmek, TANRI vardır zannı ŞİRK düşüncesinin temelidir!..
Düşünülebilen,
hayâl edilebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve «ZÂT»ıyla ve
dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ, yani,
"AHAD" olan “ALLAH” mevcuttur!..
"O"nun
dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce
yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu
durumun dindeki adı da «ŞİRK»tir!.
Senin
dışında; yukarıda; ötede; seni uzaktan, duyan, gören; kâh senin yaptıklarına
karışan, kâh müdahele etmeyen; senin yaptıklarına bakıp, ona göre seni tanıyıp,
hakkında karar verecek olan; kızdırırsan seni cehenneme atacak; bir punduna
getirip onu kandırabilirsen cenneti sana ikrâm edecek olan; kâh celâlli, kâh da
çok tonton merhametli büyükbaba gibi bir TANRI var sanmak!.. İşte “şirk” denen
olayın tâ kendisi budur!..
Ve
tabîidir ki, buna bağlı olan “tanrılık” ve “tanrıya tapınma”
kavramları, şirkin detaylarını teşkil etmektedir.
“Şirk” yani “TANRI’ya inanma” suçu asla bağışlanmaz. Çünkü Allah vardır, TANRI YOKTUR!..
Tanrı kavramı, asla Allah isminin mânâsının karşılığı değildir.
Olmayan "ŞEY=TANRI"nın güçlerinin, seni bağışlaması da elbette
sözkonusu olamaz!.. Bu sebeble, öncelikle ve âcilen, Allah isminin işaret
ettiği mânâyı öğrenmek ve yaşamımıza ona göre yön vermek MECBURİYETİNDEYİZ.
Aksi halde, “Allah yanısıra tanrı edinenler”den olma tehlikesi
bizim çok yakınımızdadır. Böyle
bir riske girmek çok büyük hatadır.
"Gizli
şirk" nedir?..
Mutlak
ilim, irade, kudret ve kuvvet, yaratan Allah olduğu halde; kişinin Allah'tan
ayrı varlıkları var
Bazı
okuyucularımız soracaktır, “tevehhüm etmek” ne demektir diye; hemen onu da
açıklayalım...
Gerçekte
öyle bir şey olmadığı halde, çeşitli sebeplerden dolayı o şeyi varmış gibi
İşte
kişinin, Alim, Mürid, Kadir, Muktedir, Mütekellim isimlerinin
mânâlarını, birimlerin kendi asli vasıfları şekilde kabul etmeleri, "cüzi
ilim", "cüzi irade", "cüzi kudret", "cüzi
kuvvet" var sanmaları "gizli şirk"tir!..
Çünkü
sonsuz-sınırsız AHAD olan ALLAH "cüziyet"
kavramını kabul etmez..."Cüziyet" müşahedesi ise "gizli
şirk" haline yol açar!..
Avâmın, cüziyet görüşü "gizli şirk"tir...
Havâsın ise "gizli şirki" görüşü
veya kabulü şirktir... Yani, "şirk" görmek "şirk"tir!..
Fail
olarak Allah'ı görmediğin anda bu, "gizli şirk" denilen
hâldir!..Çünki gerçekte, Fail TEK'tir o da
Allah'tır!..
Öte
yandan Havas, arifler, veliler, Hakk'ı müşahededen perdelendikleri zaman
"şirk" görmüş olurlar...Ve bu görüşleri ile de şirke girmiş
olurlar...
"Gizli şirk" kalktığı zaman, o
faziletli fiiller meydana gelir ki, fiilin faili içinde olmayıp, fail Allah
olur...
"ŞİRKİ HAFİ" denilen "GİZLİ ŞİRK"
insanlar için en büyük tehlikedir.
Bir mânâsı ile de "RİYÂ"dır.
"Gizli
şirk" denilmesinin sebebi; fiîlde değil, düşüncede Allâh'a ortak
edilmesidir birinin veya bir şeyin!..
"ALLAH
YANISIRA TANRI EDİNME"
âyeti ile;
"Bana
şirk koşanın yaptığı hiç bir ameli
hükmü bize düşünsel ortak koşmanın vahâmetini idrâk
ettiriyordur sanırım.
İslâm'da esas, yapılan işin "SIRF
Allah için" olmasıdır!..
Kişinin, Allâh için bir şey yapması yanı sıra, o şeyi yaparken,
etrafındakilerden de maddî ya da mânevî bir şey umması, düşünmesi işte bu gizli
şirk diye tanımlanan olguyu meydana getirir.
Öyle
ki...
Meselâ,
namaz kıldıran kişinin, namaz içinde tekbir alırken, yani "ALLAHU EKBER"
derken, sırf Allah’ın EKBERİYETİNİ ifade için değil de; sanki arkasındakilere
oturuyorum veya kalkıyorum işareti verir gibi, o niyetle, uzatıp-kısa tutarak
söylemesi dahi bir gizli şirk hükmü taşır.
Bir kitap yazarken, sırf Allah için, Rasûlullah’a uymak ve ilmi yayın
emrine uymak için değil de; para kazanmak, ya da etrafındakilerden övgü almak,
kendine bir pâye kazanmak için yazılıyorsa, bu da gizli şirktir.
Kısacası,
kıldan ince usturadan keskin bir köprüdür NİYET!..
NİYET’in, düşünce ve kararın, karşılık beklemeden kimseden; sırf Allah
için o şeyle meşgul olmak olacak.
Aksi takdirde, kimden ne umarak yapılırsa yapılsın, o işte gizli şirk kokusu
vardır demektir!..
Şirk, kişinin kendisine Allah’ın varlığından gayrı bir varlık ve vücud atfetmesidir.
Hangi
düzeyde ve boyutta olursa olsun kişi kendini gördüğü sürece “gizli şirk“ içinde
yaşamına devam eder!
"Zikrin
faziletlisi Lâ ilâhe illallâh’tır"
"Lâ
ilâhe illallâh diyen cennete girer, hırsızlık yapsa da, zinâ yapsa da"!.
Gibi hadîs-i şerîfler hep Kelime-i Tevhid formülünün mânâsının
yüceliğine dikkati çeker. Yani, bir kişi bütün bunları yapsa dahi,
Kelime-i Tevhid formülünün taşıdığı anlamı kavradığı zaman; artık bu
yaptıklarına tövbe eder; tanrı var tahayyülünden ileri gelen yaptığı yanlış
işlerden vaz geçer; Allah’a yüzünü döner; gereğini yaşar ve bu da ona cenneti getirir,
demektir.
Şirk ;
fiile değil, imana bağlı olarak çalışır ve düşünceye yansır!
Kendini,
bir kişi olarak hissettiği sürece; "TEK"in
bakışıyla varlığı seyredemediği sürece, o kişi "şirki hafi"
içindedir. Kendini bir kişi olarak hissettiği halde
işlediği her fiîl, bir gâfilin amelinden farksızdır!
Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ebû Bekir radıyallâhu anh’a şöyle açıkladı "gizli şirk"
mevzûunu:
-Yâ
Ebâ Bekr. Şirk sizde karıncanın ayak sesinden daha gizlidir!..
Bir adamın,
"Allah
diledi de ben diledim" demesi şirktir!.. Ve bir
adamın -falan kişi olmasaydı, filân beni öldürecekti!.."
demesi şirktir.
Sana şirkin büyüğünü küçüğünü okumamla, Allah'ın senden gidereceği duayı
göstereyim mi?..
Her
gün üç defa şöyle dersin:
-Allâhümme
innî eûzü bike en üşrike bike Şey'en ve ene â'lem ve
estağfirûke limâle â'lem."
Suyûtî"nin Câmii Kebîr'inde naklettiği bu Rasûlullah uyarısı, bize
"gizli şirk" ya da diğer deyişle "şirki hafi"nin
ne olduğunu idrak ettirmek yönünden çok önemli bir işarettir.
ŞİRK, NİÇİN “EN BÜYÜK
ZULÜM”DÜR ?
Biz
hangi isimle neyi anarsak analım, bu andığımız varlık hep «ALLAH» a ait varlıktır!..
Yani
«ALLAH», öyle bir «ALLAH»tır
ki, kendisinin dışında bir şeyden sözetmek muhaldir!..
Ya
zâtî vasıflarıyla, ya izhar ettiği mânâlarla ya da bu mânâların oluşturduğu
fiillerle, her an, her şekilde hep O düşünülmekte; hep O konuşulmaktadır..
Ve
ne zaman ki sen, O'nun dışında olduğunu ZAN ettiğin bir şey düşünür veya
konuşursun, işte o zaman «ALLAH» ile beraber ikinci bir şeyin varlığını
öne sürmüş olursun...
Bu
durumunu târif
Bu
duruma karşı seni uyaran âyet de şudur:
«ALLAH
yanısıra bir TANRI edinme!..» (28-88)
Zira...
«ZİRA
HİÇ ŞÜPHESİZ ŞİRK ÇOK BÜYÜK ZULÜMDÜR !..."
(31-13)
Niye
«ZULÜMDÜR»?..
Kime
«ZULÜMDÜR»?..
Nefsine yani özbenliğine «zulümdür»!...
Zirâ,
kendi özünden, aslından orijininden perdeli olarak; ötede, ötende, yukarıda bir
yerdeki TANRI'ya tapınarak; onu, «ALLAH» ismiyle işaret
edilen yanısıra tanrı
Zirâ,
«BEN» kelimesiyle işaret ettiğin «NEFS»inin hakikatından mahrum kalman,
«Nefsine
ârif olmayan Rabbine ârif olmamıştır.» hükmü,
«Nefsine
ârif olan rabbine ârif olur» uyarısından doğmuştur...
Ve
«ALLAH»a
ârif olmak dahi, ancak «ALLAH»ı
anlamak ile mümkündür...
Ki
bu anlayış da ancak “Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı ALLAH”ın ne olduğunu
kavradıktan sonra mümkün olur...
İslâm
dininin, insanı ŞİRK kavramından kurtaracak anlayışı, sistemi
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa Efendimiz aleyhi’s-selâm tarafından şöyle
tarif edilmiş ve formüllenmiştir:
"TANRI YOKTUR, sadece ALLAH vardır"
Bu
demektir ki özetle...
Sizin düşündüğünüz gibi, bir tanrı ve tanrılık kavramı kesinlikle mevcut
değildir; ALLAH vardır ve O’nun oluşturduğu kendi sistemi mevcuttur.
-Ötendeki
değil, karşındaki HAK'kın fiilinden razı olmak, şirkten arınmaktır!.. Ya "Allah kulu" olunduğunu
farkedersin; ya da "tanrının kulu" olarak, geçer gidersin !
Olanı
olduğu gibi kabullenmekten başka care yok!
Suçlayanlar şirke girer.
Suçlamanın olduğu yerde mutlaka şirk vardır!
Kur’an hükmüne göre,”Allah şirk koşanın ibadetini
Öyle ise şirkten mutlaka kendinizi korumanız için suçlamayı bırakın!
Bildiklerinize
yanlış düşen bir davranışla karşılaşırsanız deyin ki,”ben bu işin doğrusu
olarak şunu biliyorum.Bu konuda benim bildiğim budur
ama sen gene de nasıl istiyorsan öyle yap”
Bildiğiniz
doğruyu söyleyin ve işiniz orada bitsin!
Kimseyi
hiçbir zaman hiçbir şekilde kırmayın,incitmeyin
ve zorlamayın!
Mâ’rifet” şirkten kurtulmak, değildir!...
Bilin
ki, “şirk”ten kurtulmak, yalnızca bir başlangıçtır bu işte!...
Çelişkisiz bir biçimde, tanrı kavramından arınmadan okula
başlayamazsınız
Yani,
beyninizdeki “şirk” oluşturan düşünceler kalkıp; “ALLAH” adıyla işaret
edilene “iman” ettikten sonra “iSLÂM” ÜNİVERSİTESİNE BAŞLAYABİLİRSİNİZ!...
“ŞİRK” olduğu sürece düşüncenizde, henüz “ALLAH” adıyla işaret edilene
iman etmiyorsunuz; yanlızca “tanrınızı” upgrade”
ediyorsunuz!...
Günlük yaşantınız, dikkat edin, hep “tanrınız
üzerine kurulu”dur!...Bu takdirde de “Allah”a iman
ediyorum, düşüncesiyle yalnızca kendinizi aldatırsınız!.
Allah’
adıyla işaret edilenin ne olduğunu hâlâ
anlamadığınız için; hayâlinizde ötelerde bir hiçliğe atıyorsunuz
tanrınızı; bu da sizin “tanrınız”ın yeni bilgiler ışığında “upgrade”
edilmesinden başka bir şey değildir!....
"Allah"
ismiyle işaret edilen indinde...
«An» tek bir ândır , DEHR’dir!.. Her şey, bu
boyut itibariyle olup bitmiştir!.. Gerisi ise, suya atılan bir taşın etrafında oluşan
küre halkalar gibi sayısız boyutlardaki oluşlardan başka bir şey değildir.
Bir boyutta yaşanmakta olan, bir önceki boyutta yaşanmış olaydan başka
bir şey değildir!..
Beynin üst düzeylerdeki çalışma kapasitesine ulaşması sonucu,
yapabildiği «Şuur sıçramaları» ise, o birimin bir üst boyuttaki yaşama
ve gerçeklere erişebilmesi anlamını doğurur.
Hakikat
ehli olan «tahkik ehli» zevât, bu «şuur sıçramaları»
ile bir üst boyutlara intikal ederek; içinde bulunduğu boyutta oluşagelen
şeylerin, nasıl- neden ve hangi gayeye dönük olarak gerçekleştiğini lütfû ilâhi
yollu seyredebilir.
Bir insanın eline geçen veya içinde bulunduğu halden mutluluk
duyarak bunun büyük bir nimet olduğu düşüncesini taşıması, onun şükrüdür.
ŞÜKÜR, nimeti veren olarak görmektir!
Verenin ardında bir veren düşünmek ise ŞİRK!
Kendisinde açığa çıkanın değerlendirilmesinin adıdır şükür..
Verilmiş olan nimeti değerlendirmektir;
kelimeyi tekrar değil!...
Değerlendirilemeyen
şeyin elbette ki şükrü de olmaz!
Allah
Rasulü, Allah adıyla işaret edilenin yaratmış olduğu SİSTEM ve
Düzenin işleyiş mekanizmasına bağlı olarak, gereken bilgileri
Senin,
bu bilgileri değerlendirip, gereği şekilde yaşaman,
Nankörlük, değerini bilmemek veya
değerlendirmemektir!.
ŞÜKÜR, idrak edilenin fiile dönüştürülmesidir!
Bunun sonucu olarak da artış başlayacaktır.
Siz idrak ettiğinizi amele dönüştürürseniz
beyninizde ek kapasiteler oluşacak ve o amel oranında beyin kapasiteniz
artacak ve bunun karşılığında artan beyin kapasitesi ile yeni idraklar
oluşacaktır.
Hz.Muhammed
S.A.V’ın;
“Şükreden bir kul olmayayım mı?”
hadisi, bunun en yalın anlatımıdır.
Kendisinde
açığa çıkanları namaz içinde değerlendirmeye çalıştığını ifadedir, amaç...
Artık o namazın nasıl bir fiil olduğunu siz hayal edin!...
Şükürde , nimeti vereni görme vardır!
ARASINDAKİ İLGİ
Şükür, sana nimet
verene gülücük yapıp, teşekkür ederim, demek; yarın da, hepsini inkâr anlamında
defterinden silercesine yüz çevirmek değildir...
Küfür
de kızıp karşındakine sövmek değildir!.
Şükür,
nimeti vereni görüp; ona minnet duymaktır!
Bir gün küfür, diğer gün şükür ise bir değer ifade etmez!
Şükredebilenin, küfrü olmaz!...
Küfürden arınmayanın da şükrü olmaz!.
Küfür
vereni inkâr etmektir!... Aldığını değerlendirmemektir!... Verilende, vereni görememek yüzünden, verenden perdelenmiş
olmaktır!.
Ne
dildekidir şükür; ne de dildekidir küfür!