AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
T
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm
bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH"
ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm
insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı
ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve
KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz.
Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır. |
FİHRİST
Tâat
· Tabiat
· Tabiatın İsteği
· Tabiata Hâkim Olmak
· Tabiatın İsteklerine Göre Yaşamanın Sonucu
· Tabiatın Getirdiği Cehennem
· Tabiatla Mücadele
· Tâhir
· Kur’ân ‘a El Sürebilmek İçin Zorunlu Olan "Tâhir Olmak” Abdest Almak
mıdır?
· Tahkik
· Tahkiki İman (Bkz."İman"-B Sırrıyla Anlayış)
· Takdir (Bkz.Tek'in Takdiri)
· Taklid
· Taklid Ve Tahkik Ehli (Mukallit - Muhakkik)
· Takva
· Tanrı
· Tanrı’ya İnanmak, Şirk midir?!
· Tanrı Düşüncesinden Arınma
· Tanrıların Gücü(!) Nereden Geliyor ?
· Tanrı Nasıl Cezalandırır?!
· Tapınma
· Tarikat
· Tarikat Seyri
· Tasarruf
· Tasavvuf
· Tasavvuf ve Felsefe
· Tayyi Mekân
· Tecdid (Yenilenme)
· Tecelli
· Allah’ın Kendindeki Sayısız Mânâları Seyri (Kesret-Çokluk Nasıl Oluştu?)
· Tecelli-i Vâhid
· Tecessüs
· Tefekkür
· Allah’ın Zâtı Üzerine Tefekkür Edilebilir mi?(Bkz.Allahİsmiyle İşaret
Edilen”)
· Tefsir
· Tekbir Almak(Bkz.Namaz)
· Tekvin (Kevni Meydana Getirme)
· Allah Herşeyi Nasıl Yoktan Varetmiştir?
· Telepati
· Tenasuh(Bkz.Reenkarnasyon)
· Terkib
· Terkipsel Değişiklik
· Terkibiyet Kalkar mı?
· “Tesbih"
· Taklidi Tesbih
· Tahkiki Tesbih
· “Meleklerin Tesbihi”
· Tesettür(Başörtüsü)
· Başını Örtmeyen Kadın, “Kâfir”midir?!
· “Teslimiyet “
· Tevbe
· Tevbe-i Nasûh
· Avamın Tevbesi
· Havasın Tevbesi
· Hassül Havasın Tevbesi
· Masumların Tevbesi
· Tevbe Edenin Gülüşü
· Tevekkül
· Tevekkül Edebilmek İçin, Tedbiri Terk mi Etmeli?
· Tevhid
· Tevhid-i Ef’al
· Tevhid-i Esmâ
· Tevhid-i Sıfat
· Tevhid-i Zât
· Te'vil
· Tevrat
· Tezellül
· Toprak
Tâat , Allah’ın hükümlerine uymak ve Allah’ın rızasını kazanmak
amacıyla yapılan çalışmalardır.
“Sevap” karşılığı olarak kullandığımız “pozitif enerji”
kişideki kudretin açığa çıkmasıyla ilgilidir, ilimle değil!.
Sevap denen sistem düşünceye, günâh denen sistem ise beyindeki fiile
dönük devreyle çalışır...
Tâat, yani Allâh rızasını kazanma gayesine yönelik fiil ve
davranışlar içinde bulunma hâli. Niçin bu hâl perdelilik getirsin?..
Tâat ehli tâatıyla perdelidir, çünki "Allah" isminin mânâsını
anlamamıştır!..
Tâat ehli, ALLAH'ın olduğunu farkedip idrâk edemediği için, O'nu
ötede bir TANRI gibi düşünmekte; ve O'na yaranmak, gönlünü hoş etmek
için bir takım çalışmalar yapmaktadır.
Bu ise temelden "HİCAP-PERDE" denilen ikilik
anlayışını oluşturmaktadır!.. Yani, "gizli şirk" denilen "perdelilik"
hâlini.
Senin, kendinde ayrı, öte gördüğün; "sen"liğin ile O'nun
için yaptığın her davranış zâhiriyle Tâat, bâtınıyla ise
"gizli şirk" hükmündedir.
Vehmî benliğin, bencilliğin devam ettiği sürece tüm davranışların tâat
olmasına rağmen, Allah'a olan "perdelilik" hâlini
ortadan kaldırmaz!..
Kişinin yaptığı ibadetleri "benliğine" izâfe etmesi,
bağlaması;
"ben şöyle oruç tutuyorum",
“ben böyle namaz kılıyorum",
"ben şöyle yardım yapıyorum",
"ben hacca gittim"
gibi mülâhazaları gerçekte hep Allah'a olan perdeliliğinin
neticesidir ki; böylece ölümü tattığı takdirde bu perdeliliği ebediyyen de
devam eder.
Derece kazanma, mertebe kazanma, belli noktalara erişme gibi gayelere
dayanan tüm fiiller hep "ikilik" kökenli, "gizli
şirk" kokulu davranışlardır. Velev ki Allah ile arasındaki perdeyi
kaldırma amacına dayalı olsun!..
Bir de bu iki sınıf dışında, üçüncü bir sınıf vardır ki, işte onlar
tamamiyle perdesiz oldukları için ne mâsiyet işlerler ne de tâatları vardır!..
Ne demektir bu?..
Bu sınıftan olanlar "vehmî benlikten" arınmış oldukları
için, bedenlerine veya birimselliklerine geçici dünya menfaatleri temini
gayesiyle yaşamazlar!.. "nefsânî" tâbir edilen bireysel
menfaatler, onlar için sözkonusu değildir.
Her şey için, tek bir değer yargıları vardır:
"Olsa da olur, olmasa da olur!.."
Bu sebeple de birimselliklerini ilgilendiren herhangi bir konudan dolayı
kimseye hesap sormazlar!..
Nitekim, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselâm’a on sene hizmet
"Rasûlullah’a 10 sene hizmet ettim, bir kere olsun
yaptığımdan hesap sormadı; şunu niçin böyle yaptın veya bunu niye böyle
yapmadın, demedi!"
İşte bu durumun sebebi, HAKİKAT SIRRINI bilenin, kendisiyle
ilgili konularda, karşısındakini itham etmemesi halini yaşamasıdır!..
Ayrıca bu gibi kişilerin tâatle de bir ilgileri yoktur.
Aman dikkat!.. Bu kişilerin tâatle ilgileri yoktur demek; onlar
tâat olan fiilleri yapmazlar demek değildir. Onların tâatleri,
kendi "nefs"lerine bağlama, benlenme halleri yoktur,
demektir!..
Bu konuya tam bir vukûfu olmayanlar, kelimelerin şeklinde kalınca,
derinliğindeki mânâya nüfuz edemeyince, mânâyı zâhir şekliyle anlayıp; madem ki
tâatla alâkaları yokmuş, o halde bizde tâat olan filleri terkedelim, gibi bir
anlayışa sapmaktadırlar.
Oysa burada anlatılmak istenilen husus, tâatlerinin olmayışı
cümlesinden, tâatleri "ben"lenmeyişleridir!..
Bu mertebeye ulaşmış kişiler, "benliklerinin olmayışını"
idrâk ettikleri için, hakiki ve mutlak faili müşahede ettikleri için; o
yararlı fiilleri, namaz, oruç, zikir, hacc, yardımlar gibi faaliyetleri asla
kendilerine, nefislerine bağlamazlar, hepsini Allah'tan görürler geçerler.
İşte bu yüzdendir ki onların ne mâsiyetle bir ilgileri vardır ne de
tâatleri vardır!.. Bu anlatılanı çok iyi anlamak gerek!..
hf
İlâhi isimlerin terkibinin bedene yansıması, “bedenin tabiatı”
dediğimiz şeyi meydana getiriyor.
İnsan diyoruz...
Bu insan kelimesinin mânâsı olan varlığı evvela «beden» adı altında
duyulara hitap eder şekliyle görüyoruz.
5 duyuya hitap eder şekliyle gördüğümüz bedendeki özellikler yeme, içme,
uyuma, seks ve bedenin rahatı istikametinde davranışlar. Bunun ötesinde insanın
ikinci olarak eskilerin «nefsi» dediği mânâda bir özellikler grubu var. Bu
guruba da «nefs» diyoruz; akıl, fikir, idrak, vehim, musavvire
(veya buna şekillendirme diyelim), hayâl ve hâfıza. Bu 7 şeyi
sayıyoruz. Birisine insanın zâhiri diyelim ötekine de bâtını!..
Terkibi tabiat dediğimiz olaysa,
kişinin beyninde ışın tesirleriyle meydana gelen açılımlar neticesinde, o
beyinde çeşitli mânâların toplanması, biraraya gelmesi değişik nispetlerde,
oranlarda; ve böylece de kişinin terkibi esmâ yapısının oluşmasıdır...Yani,
belli ışın tesirleri, beyinde belli devreleri faaliyete geçiriyor..
«Tabiat» kelimesiyle işaret edilen şey, insanın bu zâhir
yapısıdır.
“Bedenî” adını verdiğimiz zâhir yapısının maddesel terkib adı «tabiat»
diye nitelendirilir. Yâni bedenin oluşumunun, o kişiyi sürüklediği, iteklediği
özellikler bütünü!.. Buna kişinin “tabiatı” diyoruz. Yâni, bedenini meydana
getiren unsurların, tabiî olarak iteklediği biçim. Bu tabiat dediğimiz
şeyin ortadan kalkması muhaldir!..
Fizik ölümle ölüp, bu beden dağılana kadar tabiat ortadan kalkmaz. Başka
bir tanımlama ile, biolojik bedenin özelliklerine tabiat diyebiliriz.
Bedene ait tüm özellikler “tabiat” kelimesi ile anlatılır.
Bedenin tabiatı , tabii istekleridir.Yani,tabiat; tabii isteklerden
meydana gelir. Doğal istekler de bedenin çeşitli organların çalışması sırasında
oluşturduğu istek ve arzılardır.
"Tabiat", "huy", "duygu"
dediğimiz şeyler bedene nispetle, karaktere nisbetle, duygulara nisbetle terkibin
mânâlarıdır.
Bu “terkib”, kişiliğe nisbetle anlatıldığı zaman “huy”, “karakter”,
“tabiat” adlarını alır.
hf
Güzel yemek, güzel içmek, güzel uyumak, güzel çiftleşmek...Yani kendi
tabiatına uygun hallerle bezenmek; bu tabiatının isteğidir,nefsin isteği
değildir!.
Günlük yaşantıda, sen , “aklıma şu geldi” diyorsun..”İçime şu geldi”
diyorsun...”Şu anda bu duygum ağır bastı” diyorsun...Bu, isimlerin mânâlarının
tabîi olarak senden ortaya çıkışıdır.
hf
Senin, tabiatına hâkim olman, şartlanmalarının tümünden arınman
gibi oluşlardan sonra, huy ve tabiatını kontrol altına alarak,kendi huy ve
tabiatının ötesindeki mânâlara bürünmek suretiyle ortaya çıkmasıdır!
hf
TABİATIN İSTEKLERİNE GÖRE YAŞAMANIN SONUCU
Sen zaten daha evvelce de bu tür davranışlar içindeydin, bu gün de
bu tür davranışlar içindesin; sadece, bu tür davranışların ilâhi isimlerin
mânâları olarak çıktığını anladın!. Bu, seni tabiatına tâbi olmak hükmünden ve
Cehenneme gitmek hükmünden kurtarmaz!.
İşte, Abdülkerim Ceylî’nin “Eflâtun’u cehennemde gördüm, öyle bir
mertebesi vardı ki birçok müminlerde ben o mertebeyi göremedim” demesi, bu
hakikatı görmesi ve müşahede etmesi yönündendir..Fakat Eflâtun’un terkibini ve
tabiatını aşma yolunda bir çalışması olmaması, saadet devresinin açılmamış
olması, onu neticede cennete götürmemiş, Cehennemde bırakmıştır!..
Nefis, rubûbiyet mayasından meydana gelmiştir.
“Nefsin rubûbiyet hakikatından meydana gelmiş olması” demek, ilâhî isimlerin mânâsının oluşturduğu terkiple senin "nefsim"
dediğin şeyin aynı olması demektir.
Esasen ben nefsimin istediklerini yapıyorum, demen senin, "benim
terkibimin gereği olan fiilleri ortaya çıkartıyorum", demektir. “Ben
nefsimin istediklerine karşı çıkamıyorum, reddedemiyorum, mücadele edemiyorum”
demek, "ben terkibimin gerektirdiği gibi yaşıyorum" demektir
ki, bunun tabii sonucu cehennemdir!..
“Rasùlullah Efendimiz’in nefsini de kendi nefsinde yarattı Allah!”
“Nefs”, bir şeyin zâtıdır. Ve Muhammedi hakikatları da
yine kendi hakikatından meydana getirdi...Rasùlullah Efendimiz’in nefsini
anlattığımız mânâda “yarattıktan” sonra Adem’in nefsini Rasùlullah’ın
nefsinden bir sùret olarak yarattı. Bu ince mânâ sonucu, Cennette, habbeyi
yemesi menedildiği zaman , onu yedi Adem!...çünkü o, Rubùbiyet Zâtından
yaratılmıştı.Rubùbiyetin şânı ise sınırlanmak değildir. Ve bu
hüküm onun için Dünyada dahi yürüdü...Keza âhirette de yürüdü.
İşte bu incelik taşıyan sır icabı, nefse ne yasak edildiyse onu yapma
yolunu aradı. Ona yasak edilen şey, ister saadetine sebep olsun,ister şekâvetine...
O, bir şeyi yaparken, saadet veya şekâvet düşünerek yapmaz. Zâtının
varlığının bir gereği olarak yapar. Rubùbiyetten aldığı aslına göre...
Görmüyor musun Cennetteki habbeyi nasıl yedi. Hiç aldırış etmeden onu
yedi. Halbuki ilâhi ihbarla, onu yemesinin kendisini şekâvete sürükleyeceğini
biliyordu.
Nitekim Allahù Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Şu ağaca yaklaşmayın zâlimlerden olursunuz”
O habbe tabiat zulmetinden başka bir şey
değildi!..Ağaçtan yaratılan habbeyi, Hak Teâlâ tabiat zulmetine bir misâl
olarak yaratmıştı!..Bunu yemeği men etti. Biliyordu ki; onu yeyince âsi
gelecek, tabiat zulmetine inmeyi hakedecek...Dolayısıyla şekâvete
düşecekti!..
O ağaç mel’un ağaç olarak anlatıldı. O ağaca gidince ilâhi rùhi
yakınlıktan çıktı. Cismani uzaklığa geçti. Nüzùlün, yani inmenin mânâsı da
budur! Nefs o habbeyi yemekten men olunduğu zaman, hacir altında kalmamak da
onun şânındandı ve iş karışık geldi.
Kendisi için öğrendiği “rubùbiyet
saadeti” ile habbeyi yediği takdirde şekâvete düşeceği yolunda gelen “İlâhi
ihbar” arasında kaldı.
Hâl böyle iken , kendisinde doğan bilgisine dayandı,o habbeden yemeği
sevdiği için,ilâhi ihbar üzerinde durmadı bile.
İşte bu karışık durum, yani “iltibas”
bütün bilgi sahipleri için vâkidir. Şekâvete düşenler hep bu iltibas yüzünden
düşerler.
Nebilerin ve Rasûllerin tasdikinden geçen sarih -açık- kesin
delillerle gelen ilâhi ihbarları terkederler.
Ya neticede insanlar ilâhi ihbara iman edip, kendi bildiklerini
sevdiklerini terkederler; veyahut tabiat zulmetine tâbi olarak mâsiyeti
meydana getiren tabiatlarına uygun işleri tatbik ederler.”(1)
Şimdi , burada da görüldüğü gibi, neticede kişinin davranışları ya
onun terkibini meydana getiren , ilâhi isimlerin kendisini sevkettiği mânâda
oluşuyor;Ve bu oluşmayı , biz canımızın öyle istemesi veya o işi sevdiğimiz
için öyle yapmamız, diye nitelendiriyoruz!...
Veyahut canımız istemediği halde , hoşlanmadığımız halde, ilâhi emir
olduğu için onu tutuyoruz...
İlâhi emrin mânâsının ne olduğunu daha evvelki konuşmalarımızda
görmüştük..Kişinin terkib kayıtlarından kurtulup , mutlak mânâda Allah’a
kulluk ettiğini müşahede etmeyi sağlayıcı fiiller..
Demek ki; kişinin sevdiği için veya canının istediği için veya öyle arzu
ettiği için yaptığı her hareket neticede Allah ile onun arasında
bir perde meydana getiriyor..
“Alışmışım böyle yaptım!..Canım bunu seviyorum da onun için!..Seviyorum,
yani duygumdan dolayı ; alışmışım, yani şartlanmamdan dolayı; böyle
yaratılmışım, benim tabiatım böyle; evet tabiatının gereği olarak!..”
Yani netice olarak, bütün bunlar, senin varlığını meydana getiren ilâhi
isimlerin ortaya çıkışı demek, sende mevcut olan rubùbiyetin gereği olarak,
iktizası olarak!..
İşte varlığının, nefsinin hakikatı, bu rubùbiyet olduğu, Hak
olduğu, idraki geldiği andan itibaren, kişiye bir başıboşluk, bir boşvermişlik
gelir!..
Bunun neticesinde de o kişi canının istediği, nefsinin istediği,
tabiatının sevkettiği istikamette bütün davranışları ortaya koyar!..
Hiçbir kayıtla kayıtlanmaz ve bu da onun bedenselliğe, tabiat
zulmetine hapsolmasından, kendisini zindana, sicciyne atmasından başka bir
şey getirmez.
Bu hakikatı idrakla beraber, ilâhi emirlere uyma hâli devam ederse, o
zaman terkib tabiatının ötesinde , Allah’a vâsıl olur; ve böylece ebedi
saadet onun için sözkonusu olur...Bu davranışların neticesinde “Selâm”
isminin mânâsı kendisinde âşikâr olur..
Bu “ilâhi hükümlere uyma” hâli , kendi tabiatının kendisini
zorlamasına rağmen “Sabır” isminin kendisinde aşikâre çıkışı ile
mümkündür...
İlâhi hükümlere sabredecek, kendindeki Rubùbiyet hükmüne rağmen!..Ve
bunu, nefsinden, zâtından aldığı bir kuvvetle yapacak!..Aksi takdirde.bu mümkün
olmaz!..
Bu mümkün olmayınca da tabiatı istikametinde yaşayarak neticede kendi
mânevi cehennemini kendisi hazırlamış olur!..
(1)Evet, Abdülkerim Ceyli böyle anlatıyor nefsin
hikmetini ve iltibasa düşüşünü “İNSAN-I KÂMİL” isimli
eserinde.(A.Akçiçek tercemesi)
TABİATIN GETİRDİĞİ CEHENNEM
Tabiatını kontrol altına
Namaz ,oruc, zikir gibi ibadetler dahi
bir yönden bunlarla alâkalıdır!...meselâ senin tabiatın!..Sabahın o saatinde
kalkıp abdest alıp, namaz kılmak istemez: veya gece yatacaksın, uykun gelmiş,
yatsıyı kılmamışsın, o saatte kalkıp abdest alıp o uykulu hâlinle, uykudan
vazgeçip namaz kılmak bedeninin tabiatına ters düşer.
Bunu yapmak suretiyle önce bedenin tabiatıyla karşı karşıya gelip,
tabiatına hükmetmek gerekir! Bedeninin tabiatına hükmedemediğin zaman, zaten
sen kendini bedeninin tabiatına kaptırmış, kaybetmiş durumdasın!...Kısacası,
tabiat bataklığında, tabiat zindanında boğulmuşsun!..
Tabii yönden mücadele verilecek olan hususlar bunlardır..Ayrıca süslü
giyim, seks, yiyip içme zevki, veyahut da bunlar ayarında olan başka bedenî
zevkler! Meselâ bunları, bedeninin tabiatı istediği tarzda kullanmamak veya o
şeylerden vazgeçmek!..Tâ ki alışkanlığı, bağlılığı terkedesin! Bu; işin
birinci, fiil düzeyindeki mücadelesi; bir de bunun terkip yönündeki yani seni
meydana getiren isimlerin mânâlarının, terkibinin seni ittiği düzeydeki
mücadelesi var...
Senin terkibin, seni çevrendekilerin herhangi bir konuda yardımına
koşmakla zorluyor. Ne kadar ulvî bir duygu!.Aman onun yardımına koş, ona şunu
öğret, ona bunu öğret diyor! Ve sen bunu bu tabiî hâlinle zaten
yapıyorsun!..Bunu bir süre için yapmaman gerekir!..Bu seni itekleyen şeye hâkim
olabilene kadar bunu yapmaman gerekir!..
Bu senin dediğin çok büyük iş Hulûsi, böyle olmaz! Delil göster
bize!..Evet bizim sözümüzün yeterli olmadığı yerde, delil göstermek
mecburiyetindeyiz!..Başta Abdülkâdir Geylâni olmak üzere, pek çok zevat uzun
seneler, halkın içinden çıkmış, onlarla münasebetlerini
kesmişler!..Bildiklerini idrak ettiklerini onlara anlatmaktan vazgeçmişler;
bildiklerini oturtmak ve yaşamak üzere belli bir süre inzivaya çekilmişler.
Kendilerini tümüyle tanıyıp, kendilerini tümüyle kontrol altına alıp, ilmiyle
tahakkuk ettikten sonra, o insanların içine girerek, tatbikatında onlara
yardımcı olmuşlardır...
Daha hiçbir şey bitmeden, idrak etmeden , yaşamadan, ben şuna da
yardımcı olayım, ben buna da yardımcı olayım diyerek onlara yardımcı olmakla
geçireceğin vakit, senin benliğinin,nefsinin kuvvetlenmesinden başka
Ve nitekim, bu yaptığın çalışmalardan da doğru dürüst hiçbir zaman bir
netice alamazsın!..Ve üstelik, onlarla meşgul olman seni esas meşgul olacağın
şeylerden de büyük ölçüde alıkoyar!..
E... onun, ben şu hareketi yapacağım,benim için değiri yok ama karşıma
gelecek falanca kişi benim bu hâlimi görecek, sonra benim bu hâlimi gördüğü
zaman ne der?..Sonra ben de ona faydalı olamam!...Doğru bu düşünce tamamen
yerli yerinde!..Senin tabiî terkibini oluşturan mânâlar yönünden, meydana gelen
bir düşünce!..
Ama senin durumun bu değil! Bu çok daha sonra, senin başka bir yapı ile
bürünebileceğin bir özellik olabilir...Şu andaki hâlinle, tabiî terkib hükmüyle
senden çıktığı için; yani sen senliğinle karşındakine yöneldiğin için, zaten
netice alamasın! Senden çıkan beşeri hüküm oluyor!Ve beşeri hüküm olduğu için,
o da hâliyle reddediyor!.
Sonra ikinci bir önemli husus; sen varlığın oluşumuna vâkıf
değildin!..Önce senin hayâlinde yarattığın ilâha, “Allah”demen; hayâlinden
yarattığını “Allah”
Şu tabiat hükmüyle birlikte, ikinci bir yapı kişiliğin, dedik ya. Akıl,
fikir, idrak, vehim vs. Bunlarda, şartlanmalarında tesiriyle meydana
gelen bir TANRI anlayışı var!..Senin bu TANRI
“KENDİ HEVÂSINI TANRI EDİNENİ GÖRDÜN MÜ? (Câsiye-23)
âyetinde kastedilen ilâhtır. Sen, “Allah” ismini verdiğin bir ilâh
ve onun meydana getirdiği bir âleme iman ediyorsun!..Bu senin hayâline
tapınmadan başka bir şey değildir!..
Evren dediğimiz, kâinat dediğimiz sonsuz yaşam ve bunun içinde varolan
Cennet,Cehennem insan faktörü itibariyle ilim malûma tâbidir!.Varlığın aslı
özü, orijinali, hakikatı itibarı ile malûm ilme tâbidir!..bu ne
demektir? Biraz daha açalım...
Varlığın aslını ve özünü ve zâtını müşahede ederek varlığın oluşu
hakkında hüküm vermek gerekirse deriz ki: Mâlum ilme tâbidir.
Yok
Artık burada, mâlumun ilme tâbi olduğu mahalde, boş hayallere,
arzulara ve umutlara yer yoktur. “Canım Allah nasıl olsa Gafûr, Afûv, bunu
affeder” ; “Allah nasıl olsa rahim, merhamet eder” gibi boş hayal ve
umutlara yer yoktur!..çünkü Kur’ân ‘da da der ki;
“Şeytan sizi –Allah rahimdir,kerimdir- diyerek aldatır”
Şeytan burada vehmi tahrik ediyor...Sanki, öte galakside
yaşayan tonton dede tipi bir tanrı varmış da sen burada ne yaparsan yap o seni
affedecekmiş gibi bir zan oluşmasına yolaçıyor..ve senin böyle bir görüşe
sapmana ve bu yüzden fizikî, fiil gerçeklerden bîhaber olarak kendi hayatını
cehennem etmene yol açar. Nitekim bugün çevrenize baktığınız zaman bunu apaçık görürsünüz.
hf
GELECEKTEKİ TEHLİKELERİ HABER VERDİ!
Hz.Rasûlullah Muhammed Mustafa (Aleyhisselâtı Vesselâm)
adıyla bilinen Zât..Terkibi ve yapısı itibariyle nedir?..Beşerdir! Beşer
kelimesiyle neyi kastediyoruz?..
Beşer, ilâhi isimler terkibi olarak müjdelenmiş anlamında kullanılan bir
mânâdır..Hz.Muhammed (A.S)belli ilâhi isimler terkibi olması hasebiyle,
kendini meydana getiren mânâların hakikatı olan varlığı, Allah’ı
müşahede etmiş ve bu yönüyle velâyeti ikmâl olmuştur!...Bundan sonra,
kâinatın, zâhir ve Bâtın ilâhi isimlerin mânâlarının âşikâre çıkışından veya
seyrinden başka bir şey olmadığını idrak etmiş; kâinatın mâhiyetinin değişik ,
büyük veya küçük çapta terkipler olduğunu müşahede etmiş!
Daha sonra bu terkiplerin mânâlarının da kesinlikle ortaya çıkma
durumunda olduğunu; âdetâ bir mekanizma olarak çalıştığını görmüştür...Bunun
değiştirilmesinin mümkün olmadığını ve “İnsan” adını alan varlığın
geleceğinin, bu mekanizma içinde devam edeceğini farkettiği için; Allah’ın
hükümlerini beşere bildirmiş , böylece risâlet görevini yapmıştır...
Tabiatının kaydından çıkmadıkça insanın cehennemden kurtulamayacağını,
tabiatına hükmedebilen insanın ancak cennete gidebileceğini; Allah’a vâsıl
olmak isteyenin ise, terkibinin tabiî olarak kendisinde meydana getirdiği
mânâların ötesinde bir yaşama geçerek, mânâlar üzerinde tahakkuk eder bir
duruma gelmesi gerektiğini bildirmiştir..
Risâlet hükümleri, din hükümleri, sonsuza dek devam edecek dünya,
Berzah, Cennet, Cehennem dediğimiz bütün olaylar ilim mâluma tâbidir” hükmünden
kaynaklanmış olaylardır. Yani ortada olanlar olacaklar müşahede edilmiş buna
göre nasıl tedbir alınması gerekiyorsa ona göre tedbirler ortaya koyulmuştur.
Hz.Muhammed (S.A.V) sonsuza dek
olacakları müşahede etmiş ve bunun neticesinde insanları gelecek olan
tehlikelerden sakındırmak için bu açıklamaları yapmış, bu bildirimleri
getirmiştir. İşte bu yönüyle meseleye bakarsak, “ilim mâluma tâbidir” deriz.
Yok
Sen ne kadar , “ben vahdet görüşündeyim” dersen de; bunu hissedersen
hisset; günün bilfiil kişilik duyusu içinde geçiyor!..Ve bu sonsuza dek, böyle
devam eder!..
O , senin özürndeki bir duyuştur,bir hissediştir!..O hissedişinde bazı
sırları var, ona daha ileride dokunacağım...
Şu anda özellikle anlatmak istediğim şey, Hz.Rasûlullah’ın geleceğe
dönük tüm olayları müşahede ederek, bunlara karşı ne tedbir almak gerekiyorsa,
onları bize bildirmiş olduğu hususudur...İşte o yüzden, hakikata ermiş,
hakikatı hissetmiş; taklitle değil meseleleri inceleyerek, yerli yerinde
müşahede ederek, yaşamış olan kişiler; tabiî mânâda yani bedenin tabiatı
istikametinde yapılması gerekli olan şeylere ölene kadar devam etmişler ve
mücadelelerine ölene kadar son vermemişlerdir!..
Belli şartlanmaların atılması, belli duygu kayıtlarından çıkılması
yolunda yapılan bazı çalışmalar, o çalışmanın gayesi hâsıl olana kadar olması
kaydıyladır!..O kişideki o şartlanma kalkana kadar , o çalışma yapılır!..Ondan
o şartlanma atılır; atıldıktan sonra gene o çalışmaya devam edilir...Kaynağı
olan o fiillere gene devam edilir...Çünkü zarûridir! Boşa konmamıştır o !..O
fiilin, mekanizma içindeki yeri tespit edilmiş, tespit edilen yerin gereği
olarak o fiil ortaya konmuştur... Yani, bütün ilâhi emirler bu şekilde
gelmiştir!...Her bir ilâhi emrin arkasında, mutlaka mâlumda yani bilinen âlemde
bir karşılık vardır! O karşılığın zarar vermesi önlenmek üzere, o fiil
konulmuştur...Veya erilmesi gereken bir zarûri nokta vardır, asgari taban
vardır...Oraya erilmesi için, o fiil zarûri olarak tavsiye edilmiştir
hf
TABİATLA MÜCADELE
Riyazat !
Bir kişi , tabiatından kurtulma istikametinde belli çalışmalar
yaparak ; tabiatının hükmünden çıkmak için birtakım çabalarda bulunur...Bu onu,
kendi tabiatını değiştirme yolunda, belli çalışmalara götürür ve bunun
neticesine erdirir;ama bu kişi, hiçbir zaman ilâhi hakikatı bulamaz, bilemez ve
bu kişi cehennemde olur ister istemez!..
Çünkü bir kere, Din’in getirdiği, sadece tabiata yönelik çalışmalar
mıdır, değil midir?...burayı araştırmak lâzım!..
Din’in getirdiği tabiata yönelik çalışmalar; ruhâniyeti
güçlendirme ve tabiat ateşinden kurtulma yollu iki türlü netice
hâsıl eder.
Ruhâniyeti güçlendirme yolundaki çalışmalar
Bedenî tabiata bazı hâkim olma usülleri, mutlaka bir tür hologramik
bedenin yâni ruhun cennete gidiciliğini kazandırmaz.
Dünyada, bazı normal insanlarda görülmeyen olağanüstü halleri kazandırır
insana ama ona rağmen o kişi neticede, gerekli ruhâniyeti kazanamadığı için
cennete gidemez!..
Cennete gidici, ruhâniyeti sağlayıcı işler ancak bu ilâhi emirlerle bildirilen
fiilllerdir.
İkinci olarak terkibe yönelik
dedik...
Terkibe yönelik hükümler; ilâhi ahlâkla ahlâklanmaya yönelik
çalışmalardır...Yâni Allah’ın ahlâkıyla!..
Sendeki ahlâk, çeşitli ilâhi isimlerin, varlığını meydana getirmesiyle
oluşmuş olan bir terkibsel ahlâktır!..Ama bu isimler, senin
varlığında birleşmiş hâliyle, senin “Rabbın” hükmündedir ve sen
rabbının hükmünden dışarı çıkamazsın...
Senin mevcùdiyetini meydana getiren bu isimler, sürekli, seni
belli bir görüş üzerinde muhafaza eder!..
Halbuki ise sen ilâhi ahlâk ile ahlâklanmaya başladığın zaman, daha
evvelki yaşantında mevcut olan duyguların, düşüncelerin, idrâkın değişmeye
başlar!..Görüşün gelişmeye başlar ve açılır!...Bu ilâhi hükümler olmadan,
bulunamaz-bilinemez!..Ancak ilâhi hükümlerin bildirilmesiyle, bu bilinir,
anlaşılır!.
NOT: Geniş açıklama için “Riyazat” Bölümüne bakınız.
hf
“Arınmış”!
"Tâhir" kelimesinin zıddı Kur`ân-ı Kerim’de "necis"
kelimesidir..
"Necis" kelimesi de, "ŞİRK" kavramı
için kullanılarak; "müşrikler necistir" hükmü verilmektedir!.
Demek ki, "ŞİRK", "necis" ise; bunun zıddı
olan "tâhir"lik de "TEVHİD" ehlinin hâli ile
alâkalıdır..
KUR’ÂN
‘A EL SÜREBİLMEK İÇİN ZORUNLU OLAN
“TÂHİR OLMAK” , ABDEST ALMAK MIDIR?!
Kur`ân-ı Kerîm’deki,
"tâhir olmayan el sürmesin"
uyarısının anlamı; abdestsiz olan mushafa yani Kur`ân muhtevalı
cilt ve sayfalara el sürmesin, anlamına değil... "Tevhid"
anlayışına ulaşmamış, şirkten arınmamış olanlar, Kur`ân ‘ı anlamaya
uğraşmasınlar; ondaki incelikleri kavrayamazlar; anlamınadır!.. Arınılması
zorunlu kir, bedensel olan değil, düşünsel olandır!.
Düalizmle, "bir ben, bir de ötemde tanrı" anlayışıyla Kur`ân-ı
Kerîm’in sırrının anlaşılabilmesi asla mümkün olmaz! Çünkü bu da, "şirki
hafî"dir!. Önce "tevhid"in ne olduğunu anlıyarak, "şirki
hafî"den arınmak suretiyle "tevhid ehli" olmak
gerekrir.. Ancak böylece "tâhir" olunup, Kur`ân
anlaşılmaya başlanır... Kur`ân 'ın anlaşılamamasının; ötedeki bir
tanrının yanından elçiyle gönderdiği buyruklar kitabı gibi değerlendirilmesinin
sebebi "düşünce boyutunda şirkten" yani "necislik"ten
kurtulup, "tâhir" olamayışımızdır!. Aksi takdirde, gün boyu
duş altında dursak, gene de "düşünsel tâhirliğe-arınmışlığa"
kavuşamayız!... Secde edemeyiz!..
Secde mi..?
Elbette secde!.. Çünkü tâhir olmayan, secde edemez elbette!.
Secde denince, bir sultanın önünde
secde eder gibi; görünmeyen bir sultan olan tanrının huzurunda; ona saygı
ifadesi olarak mı secde ediliyor sanıyoruz?.. Oysa bu "şirki hafi-gizli
şirk"tir; ve de bunu yapan düşünsel tâhârete ermemiştir!
Halife olarak kişinin kendini tanıması için, önce Nefsi`nin
hakikatını bilmesi gerekir.
"Nefs"inin hakikatını
bilmesi için, bilincini arındırması gerekir.
"Nefs`ini arındırmış olan felah bulmuştur..." (
91-9)
hükmü, buna açık seçik işaret eder.
Nitekim, bu arınmayı yapmamış olanlar, Kur`ân ‘daki işaretlerin mânâsını
anlayamaz!...işte bu yüzden de :
"Arınmamış olanlar dokunmasınlar, el sürmesinler" (56-79)
denmiştir.
Kur`ân`a, "tâhir olmayanlar",
"arınmamışlar el sürmesin"in mânâsı; git, suyla yıkan da Mushafı
eline al, değildir!...
"Şuurundaki, necis olma hükmünü almış şirk anlayışından
kurtulmadan, yanlış bilgilerden arınmadan, Kur`ânda açıklanan sırları
anlayamazsın!. Nefsinin bilincini şirk anlayışından arındır ki, Kur`ân ‘ı
anlayabilesin" denmektedir...
Çünkü, "necis" olan "şirk"tir!.
"Müşrikler necistir"
âyetindeki "necis"liğin karşılığı "tâhir"liktir..işte
bu yüzden, "Arınmamış olanlar, tâhir olmayanlar el sürmesin"
buyruluyor...
Yani, şirkten arınmamış kişi; Ötesinde veya ötede bir tanrı düşünen kişi
Kur`ân ‘ı anlayamaz!...içindeki sırrı çözemez!... Dolayısıyla, "Hilâfet"
hakikatını hissedip yaşayamaz...
Öyle ise biz, önce, “tanrı yoktur, tanrılık mefhumu yoktur, sadece
Allah vardır” sırrını anlayacağız...
Sonra, Allah`ın ne olduğunu açıklayan "İhlâs"
Sûresinin mânâsını anlayacağız. Böylece şirkten arınmış olacağız. Ondan sonra Nefsimizin
ne olduğunu, "Nefs"imizin hakikatını anlama yolunda birtakım
çalışmalar yapmak sûretiyle "Nefs"imizi tanıyacağız.
"Nefs"imizi tanımamız
neticesinde de;
"Nefsine ârif olan Rabbına ârif olur"
Hükmü bizim için meydana gelecek..
hf
Araştırma, soruşturma, inceleme yoluyla gerçeğe ermektir!
Dostlar... Taklitten çıkıp, bilinçli olarak Kur'ân ‘ı ve Hazreti
Muhammed’i anlamayı gerçekten istiyor musunuz?...
Yoksa elinizdekiler size yeterli geliyor mu?...
Misâl... “Şeytan Rahman’a âsi oldu" diyor âyet... Ben buna
iman ettim, Kur'ân böyle diyorsa böyledir; diyorsam ben... Çok mükemmel bir
mümin ve çok mükemmel bir mukallit olurum ben!...
Acaba burada "Şeytan" kelimesinin anlamı ne;
"Rahman" kelimesinin anlamı ne; bu kelimeler hangi mânâlara
işaret ediyor; âsi olmanın anlamı ne, âsi olmak ile ne yapmış oluyor. niye
yapmış oluyor; diye düşünmeye başlarsam, işte o zaman mukallitlik sınırını
zorlamaya başlamış olurum; ve de tahkike giden kapıyı zorlamaya başlamış
olurum...
"Şeytanla ilgili olan olay bir diyalog değilmiş meğer... yaşanan
bir olayın hikaye yollu anlamı imiş meğer!."
Fevkalade mükemmel bir tesbit!...
İşte Kur'ân ‘ı, taklidî kabulden tahkiki kabule götürecek olan
basamaklar...
Bu tesbit, yalnızca o âyetler için değil, Kur'ân ’ın tamamı için geçerli
olan ana gerçektir...
Bunu çok iyi anlarsanız, işte o zaman size tahkike giden yolun kapısı
açılacaktır
Taklitten çıkıp tahkike ermek için ilk şart, kendimizi aldatmaktan
vazgeçmektir!
Gerçek insan-hakiki insan olan, şuur boyutunu tatmin ve geliştirmek için
yaşar ve sorgular...
Şu bakış açısını hatırlayın...
Kur’ân ’daki hikaye edilenleri nasıl yorumlayacağız, değil.... Kur’ân,
bendeki hangi özelliğe bu anlatımla işaret etmiş!..
Bu kavranılması zorunlu çok önemli bir ipucudur; TAKLİTTEN TAHKİKE
GEÇMEK isteyenler için!...
Sistemdeki bu özelliğe, Kur’ân-ı Kerim nasıl işaret etmiş acaba,
diyerek; somuttan, soyuta bakışı ön plâna alırsanız, bu tahkik kapısını açar
size!...
Farkında olduğumuz ya da olamadığımız ama sistem içinde var olan
ve sistemin düzeniyle ilgili olay veya boyutlar birer sembol veya
benzetme ile anlatılmıştır...
Tahkike ulaşmak istiyorsanız; mevcut algıladığınız sistem ve
düzene dönük gerçeklerin İslam Dini adı altında Kur’ân ‘da hangi
sembol ve misâllerle anlatılmış olduğunu çözmeye çalışın lutfen!...
Lûtfen artık dinin geçmişte sembollerle açıklanmaya çalışıldığını
farkederek melekleri yeraltında ya da üstünde maddenin dışında bir
varlık olarak düşünmek yerine maddenin hakikatı, orijini
olarak değerlendirmeye çalışın ve ondan sonra hadisleri yorumlamaya
gayret edin.
KOZA'nın dışına dair, sembollerle anlatılanların gerçeğini merak
etmiyor musunuz; diyordu Elf Cem'e...
O takdirde çıkart başını KOZA'dan da bir bak bakalım çevrene!...
-Ama Kozamı delemiyorum ki!... demişti ona Cem!...
-Ne olur Elf, dedi Cem.... Sen dışarıdan delsene kozamı!... ki,
ben kafamı çıkarabileyim kozadan dışarı...?
-Olmaz bu kesinlikle dedi Elf, Cem'e... Sen hiç yumurtanın kırılarak
civcivin dışarı çıkarıldığını gördün mü?... Belki yumurtasını içeriden kıran civcive,
çıkması için yardımcı olunabilir... Ama yumurtasını kırmamış civcive kesinlikle
dışarıdan kabuğu kırılarak yardımcı olunmaz!... Zira bu ona zulüm olur!...
Cem hâlâ anlayamamıştı Elf'in ne demek istediğini... soruyordu...
-Ama niye... Ben kozamı delip de çıkaramıyorum başımı hâlâ dışarı!...
-Sen, dedi Elf... Dışarıda nefes alıp yaşayabilecek bir hâle gelmiş
olsan, zaten kendin deler ve kırarsın kozanı; çıkartırsın başını dışarı; ve o
havayı teneffüs edebilir ciğerlerin; yaşamaya başlarsın koza dışında!... Ama şu
anda kozayı kıramamanın sebebi zaten, ciğerlerinin koza dışındaki gerçekleri
(pardon) havayı teneffüs edebilecek bir kapasiteye ulaşamaman!... Bu durumda
senin kozanı kırmak,
Cem bir hayli zorlanmıştı, kozanın dışında bir yaşam olduğu halde,
kozayı delip de o yaşamı farkedememekten dolayı...
İşte ben garibim de o Cem gibi...
Farkediyorum; kozamın dışında bir yaşam var ama.... Hâlâ kozanın
içindeki kendi hayal dünyamın içinde, kendi yarattığım değerler ile ömür
tüketmekten başka bir şey gelmiyor elimden!...
Aslında biliyorum, benim bu çok önemli değerlerimin, Çin'in hong thuki
yang köyünde sıfır değer ettiğini!...
Biliyorum ama; beni kozamın değerleri tatmin ve mutlu ediyor ya!...
Gidip bir balık yeyip boğazda avunabiliyorum ya!...
Çevremdeki üç-beş dosta bir şeyler anlatıp, bilgiçlik taslayıp, kendimi
tatmin ediyorum ya!...
Çaresizliğimi, avuntularımla örtmeye çalışıp, böylece kendimi
aldattığımı sanıyor; uyuşturabiliyorum ya bilincimi; sanki uyuşturucu koklamış
gibi!...
Neyse, başınızı ağrıttım, lûtfen bağışlayın beni....
Kendi dertlerimle sizleri meşgul etmek hiç bir yarar sağlamayacak bana!
Gene de bazen insan, kendini dinleyecek birini bulunca böyle deşarj olmak
istiyor işte...
Gelin, siz bana, dünyanızın güzelliklerinden sözederek avutun beni
lûtfen!... Yarama merhem olun!...
"O", diye düşünmek acaba şirk midir?...
"O", diye düşünmeden yaşamak nasıl olur?...
Hesap sormadan yaşamak, ne demektir?... Kimden
hesap sorulur, ya da niye sorulmaz?...
Cehennem var mı, hak mı, yalnızca ölüm sonrasında mı?... Ölümden sonra
neler yaşıyacağız?
Efendim ölümden sonra şunları şunları yaşayacağız...
Nereden biliyorsun?...
Rasûlullah dedi ki; falanca ermiş dedi ki, sen dedin ki!...
Dedim ki, dedin ki, dediki...lerle TAKLİTTEN ÇIKIP TAHKİKE ULAŞACAĞIZ,
öyle mi?...
Mukallidun, şirk ehlidir; diyen ne
demek istemiş ki?...
Hangi bilgimiz YAKÎNE dayanıyorsa, onda şirk yoktur!...
Cebinde olmayan, üzerinde tasarruf etmemekte olduğun şey senin
değildir!..
Şirkin zıddıdır yakîn!..
Cebindekidir yakin!...
Yakîn tasarrufu getirir, ki o da tahkikin sonucudur!...
En büyük yalancı, ilmini paylaşmadığı kişiye seni seviyorum
diyendir!...
Sevgi, sahip olmak değil, paylaşmaktır!...
Bilincini paylaşmadığın kişiye “seviyorum seni” demek,
yanlızca onu aldatmaktır!...
Allah Rasûlü:
“Aldatan bizden değildir!” demiş...
Bunu yanlızca maddi anlamda anlamak basitliktir!...
Çevrenle ilmini, bilincini paylaşmıyorsan; onların kendilerini
cehennem ateşine atmalarına yolaçacak davranışlarına gözyumuyorsan, onlara
ihanet ediyorsun; onlara zulmediyorsun;
onları harcıyorsun; demektir...
“Rasûlullah’ı sevdiğini söylerken bile yalan söylüyorsun!” dediler
bana... Niye, dedim...
Çünkü O, bütün ömrünü insanlara ölümötesi yaşamı ve hakikatı
anlatmak için değerlendirmişti... Sen onun yolunda ne çalışma yapıyorsun ki,
onu sevdiğini söyleyebilesin... Dünyada bırakıp gideceğin şeyler uğruna ömrünü
tüketirken, çevrenle ilmini ve inancını paylaşmaya korkarken, nasıl ona olan
inancın ve sevginden sözedebilirsin ki!.... dediler...
TAKLİTTEN TAHKİKE giden yol
uzun; ve yaşamımız ortada!...
Kendimizi tatminse amaç, bunun kolay ve zevkli yolları var!..İdrak
ve gereğini yaşamaksa amaç, bunun bedeli hayli ağır!...
İlk şart, Taklitten çıkıp - Tahkike ermek için.... Kendimizi
aldatmaktan vaz geçmek!.
Düşünelim o zaman, ne kadar şuurlu yaşıyoruz... Ne kadarlık
kabulümüz, falanca dediği için; ne kadarı da yakînimiz sonucu?...
“Allah” isminin işaret ettiği mânâyı kavramadan, bu kavrayışa dayalı
düşünce sisteminizi oluşturmadan, konuların TAKLİDİNDEN TAHKİKİNE geçmenize
asla imkan yoktur!..
İsim ve sıfatlar arasındaki ayırım bize göredir!...
Sen kendinde bugüne kadar hangi isim ve sıfatların ayırımını ve
tasnifini yaptın?...
"Allah" ismiyle işaret edilenin, çeşitli özelliklerini
farketmemiz için böyle sembolik bir tasnif yapılmıştır!...
O tasnifte, yani isimde, yani şeklinde, yani olayın görüntüsünde
kalmayıp, onları ortaya koyanın bakışıyla varlığı değerlendirmek gerekir!...
Düşünsel kişiliğinden arınmadan, "Allah" gibi düşünemez,
değerlendiremezsin!... "
"Allah ahâkıyla ahlâklanın" uyarısının anlamı çok çok
önemli ve değerlidir...
Sen kendini aynada gördüğün, ya da bir ruh olarak- kişi olarak kabullendikçe,
bu dediklerimin oluşması kesinlikle mümkün değildir...
Kur’ân insanlara pek çok şeyi sembollerle anlatırken; tasavvuf ise
baştan sona, sembol ve mecazdır!...
Ricâlullah, kişiye baktığı zaman, onun mukallid oluşunu tasavvuf
konuşmasından anlar!... Çünkü mukallid -taklitçi-, sembollerin işaret ettiği
gerçekleri farketmediği için, sembollere hakikat gibi sarılıp, sahip çıkıp;
masallamada devam eder!...Sembollerden geçip ardındaki gerçekleri
anlamaya çalışın ki, mukallidan sınıfından çıkma şansını elde edebilesiniz!...
Evet arkadaşlar.... Taklitten çıkmak istiyor musunuz?...
Kendimizdeki ilâhi sıfatlarla ne kadar yaşıyabiliyoruz?
Bugüne kadar alışageldiğimiz yaşam ötesinde ne kadarıyla Allah Ahlâkıyla
ahlâklanmış olarak yaşayabildik?
Günümüzün ne kadarı çevremizdekilere birşeyler verebilmekle geçiyor?
Ne kadarı “çevreden acaba ne alabilirim”i düşünmekle, bu yolda gerekeni
yapmakla geçiyor?
İnsanlara bu dünyada bırakıp, ötede de yararı olmayacak şeyler mi verip;
onları dünyaya mı yönlendiriyoruz?
Yoksa onlara ölümötesi sonsuz yaşamın güzelliklerini tavsiye edip,
onlara her dem bu yolda bir şeyler mi vermeye çalışıyoruz?
İnsanların, rengine, ırkına, diline, dinine bakmadan; kim olursa
olsun hepsini hakikatı itibariyle değerlendirip onlara hizmet için mi varız?
Yoksa, kim olursa olsun acaba ne kaparım umuduyla mı yaklaşıyoruz?
Hak bildiğimiz yolda, “kim ne derse desin” diyecek yürekliliğe sahip
olarak mı yürüyoruz?
Yoksa, “aman etraf ne der” diyerek ETRAF PUTU’NA mı tapınmaya
devam ediyoruz?
Herşeyin ötesinde inancımızla fiillerimiz ne kadar paralellik
gösteriyor?
Konunun tahkikine yönelmek istiyorsak, “esmâ” yaradılmışın tanrısı
olmamalıdır!...
Yani, isimlerin çokluğu, varlığın TEK’liği anlayışımızı örtmemelidir...
İsimle uğraşmayı bırakıp, ismin içeriğine yönelmek zorunludur, taklitten
çıkıp, tahkike yönelmek için!...
Öncelikle, bilgileri size ezberletmek artık hiç işime gelmiyor...
Burada artık düşünmesini öğrenmenizi ve taklitten çıkmanızı istiyorum...
Bakın arkadaşlar... Şu nedir diye soruyorsunuz, ben de diyorum ki
budur!... Ve de kabulleniyorsunuz!...
Bu da taklitçiliği arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor... Artık lûtfen
düşünmeyi öğrenin...
Cümleleri kelime kelime ele alıp o kelimeleri düşünmek lâzım....
Taklitten kaçınmak ilk yapacağınız iş olmalı...
Bunun için de bana sorup cevabı klişe olarak alıp, kabullenmekten
vazgeçmelisiniz...
Size hep bir mantık sistemi içinde konuları ele alın diyorum...
Düşünün ve düşüncenin mahsulünü bir mantık içinde bana anlattıktan sonra
açmanızı sorun... Yoksa, falanca şöyle diyor, bu ne demektir, filanca
kitapta böyle yazıyor, bu ne demektir ile, cami sohbetinden ileri asla
geçemezsiniz!... Ama ben de hoca veya şeyh efendi değilim ki, masallarınıza bir
masal daha ekliyeyim...
BİLGİ, gereğini uygulamak içindir!
Bilgi tekrarı taklitten başka bir şey değildir!...
En mükemmel taklitçi hangi hayvandır bilir misiniz?... Maymun mu,
papağan mı......
TAKLİDİ kabulün ötesine geçmek istiyorsak... “Dediler, öyleyse
öyledir”den, geçmek zorundayız; bilinçli bir kişi olmak istiyorsak...
Önce taklitçi bilgilenmeyi terkedip tahkikçi idrakı elde etmemiz gerekir
ki, bundan sonra yani idrakın doğal sonucu olarak yaşam açığa çıksın!...
Taklitçilikle yaşam asla oluşmaz... Taklidi terketmenin yolu da,
kabullenmeyi terkten geçer!... Sürekli tefekkürle yaşamakla başlar...
"Selâm" derken ne düşündüğüne bak!.. Ağzından çıkan her
kelimeyi, düşünerek çıkartmak... Robot gibi, aldığını yansıtmak değil!...
Son günlerde en çok üzerinde durduğum konu ŞUURLU yaşamak; TAKLİTTEN
çıkmak!...
Selâm, derken, Allah’ın Selâm isminin mânâsının o kişinin özünden gelen
bir biçimde kendisinde açığa çıkmasını temenni ederek, "selâm"
diyorsan, hiç bir mahzuru yoktur...
Ama, şartlanma yollu, taklit yollu, düşünmeden, koyun
"meeee"ler gibi, "Es selâmu aleykum ve rahmetullahi
ve berekatuhu" diyorsan... Biraz uzunca "meeeee"leme olur
bu!... Bilmem anlatabildim mi?...
Nasılsın, sorusuna iyiyim, veya iyidir gibilerden bir cevap bile
taklitçiliğin eseridir!...
Oysa taklit, en mükemmeliyle maymuna ait bir özelliktir; insana
yakışmaz!...
Demek ki önce yaşamaktan --> düşünmeye geçmek lazım.
İnsan ezbercilikten ve taklitçilikten çıkmadan düşünerek yaşayamaz...
Esasen insana yakışan en güzel davranış düşünmektir...
Her konunun nedenini, oluş sistemini, gerekçelerini...
Hayatta hiç bir konuya kişisel gözle yaklaşmamak gerekir, saf gerçeği
algılayabilmek için!.
Objektif ve global bakış açısı gereklidir, iyi değerlendirebilme
yapmak için.
Bir yöreye, bir ülkeye GÖRE olan gerçeklerden değil,
evrensel sistem içindeki yeri itibariyle o konuyu
değerlendirmek önemlidir!.
Kozanızdan kurtulmak istiyorsanız, her şeyin hikmetini, oluş
sistemini; hangi oluşların o şeyin olmasına yol açtığını düşünmeye
çalışıp, sonra değerlendirmenizi yapın!.
Hikmete erdikçe, sistemin öyle gerçeklerine yaklaşacak ve onları
farkedeceksiniz ki, artık sınırlı ülke vatandaşı kişiliğiniz
yanısıra sınırsız evrensel gerçekler vatandaşı kişiliğine de
yaklaşacaksınız!.
Attığın her adımda, o yaptığını niye yapmakta olduğunu düşünmek ve
sonuçlarının
Aklına estiği gibi, gözlüğünü çıkartıp bir yere bırakıyorsan... Sonra da
nerede diye arıyorsan; sonra üstüne oturup kırıyorsan... Bu senin tamamiyle
güdülerinle yaşadığını; düşünme melekenin gelişmediğini gösterir...
Daha gözlüğü gözünden çıkartırken düşünmeye başlıyorsan, bunu çıkartıp
şuraya koyayım... sonra da şuradan alayım diye... bu sendeki düşünme
melekesinin harekete geçtiğini gösterir; en ilkel haliyle!...
Yani, bir fiil ortaya çıkmadan evvel, nedenlerini ve sonuçlarının neler
olabileceğini düşünemiyorsa birim; o henüz ilkel güdüleriyle yaşamını
sürdürüyor, demektir.. Bu da taklitten çıkmak için hayli zor bir pozisyondur!.
Bir şeyi, kendinle ilgili yapıyorsun, ama, o şey acaba senin yakın
çevreni, arkadaşlarını, anneni-babanı, kardeşlerini veya içinde yaşadığın
toplumu nasıl etkiliyor; bunu o işi yapmadan önce düşünemiyorsan; bu senin
henüz düşünen insan noktasına ulaşmadığını gösterir!...
Öyle ise Ezberci ve taklitçi yaşamdan, “her an düşünerek yaşam
katmanı”na sıçrama yapmak zorundayız...
Ya da bulunduğumuz düzeyde hâlimizden memnun, devam edip gideceğiz...
Gelecek olan her an yaşadığın an tarafından otomatik olarak
oluşturuluyor... Tek şansın, yaşamakta olduğun anı, yarın olmasını
istediklerine göre değerlendirmen...
İlminin gereğini yaşamadığın sürece, ya ilmin yok, ya da kendini
aldatmak yoluyla sürekli kendini tatmin etmek hoşuna gidiyor!...
Acaba, vicdan muhasebesi yapıyor musunuz?... Gerçekçi olarak... Bilgimin
yüzde kaçının gereğini yaşıyabiliyorum; diyerek!...
İlim- bilgi, beyninizi kuşatan hangi surları yıkabildi?...
Yoksa yıktı bazı şartlanma surlarını da; böylece daha mükemmel şekilde
beden yaşantısına dönmeyi; şartlanmasız bir şekilde beden boyutunun zevlerini
mi yaşamayı başardınız!...
Şunu kesinlikle bilin ki...
Yanan bir odadan kaçıp kurtulma arzusu ile yapacaklarınız gibi; “OKU”ma
gayreti içinde olmadıkça, asla “oku”yamıyacaksınız!...
Kendinizi ALDATMAKTAN VAZGEÇİN !.
Hepimiz ebedi hayat için yaratıldık, "halife"lik
kemâlâtıyla.... Eğer bunu elde edemeden gidersek, dünyada tüm
çektiklerimiz, çekeceklerimizin cabası olacak...
Titanic batmışken yarıya kadar, salonda dansedenlerden
olmaktan kurtarın kendinizi!.
Geçmişte uyarıldı insanlar, belâ gelmek üzere diye, onlar ise bunu
hiç ciddiye almadılar!... Sonrasını Kurân ‘da okuyun...
Ahmaklar, elle gelen düğün bayram diyorlar... Onlara sorarım, eliniz
yanarken ne hissediyorsunuz?... Başkaları da yanıyor demeniz, elinizin
yanma acısını size hissettir miyor mu?
Her insan, kesinlikle, ilminin sonucu olan davranışları ortaya
koyar, “aklı başından alınmadığı sürece!.
Ya ilmi reddedeceksin,
Bir bilgiyi tasdik etmek gereğini de uygulamayı getirir!. Uygulanmayan ilim, gereği ortaya konmayan iman lâfla tasdikten başka
bir şey değildir ve insana hiç bir getirisi olmaz!.
Bugün bilgisayarlardan daha büyük âlim yoktur yeryüzünde!..
Ben bilginlerin bilgisinden yararlanın ama körü körüne tâbi olmayın,
aklınızı kullanarak ele aldığının konunun her yönünü kavrayın, taklitten
kurtulun
Bilgi ezberlemek değil, irfan tahsil etmektir önemli olan!
Bilgi insanın kendisini geliştirmesi ve gereğini yaşayabilmesi içindir.
İlim sahiplerinin ilminden istifade edilecektir elbette ama körü körüne, kafa
çalıştırmadan ben falancaya bağlıyım diyerek, kafa çalıştırmadan yaşamak
bana göre yanlıştır.
Biz insanların taklit yolundan gitmeyi bırakıp, tahkike
yönelmelerini ve Din konusunu hobi olmaktan çıkartıp hayat memat meselesi
olarak değerlendirmelerini arzu ediyoruz. Çünkü herkes sonuçta herşeyini bu
dünyada bırakıp, sonsuzluk boyutuna geçecek ve orada yanlızca bu dünya
yaşamında edindiği sermaye ile yaşayacaktır..
NEBİ ve RASÛL arasındaki işlev
farkı ve diğer farklar anlaşılmadan Kur’ân ‘ın anlaşılması çok zordur..
Allah ile TANRI;
RASUL-NEBİ ile Peygamber farkını farketmiyenlerin GÖKTANRIdan
haber getiren elçi anlamındaki peygamber anlayışları ile çevirdikleri
KUR’ÂN MEÂLLERİNİ okuyanlar, hep meâli yazanın kitabını okuyorlar;
Kur’ân ‘ı değil!.
Ayrıca, Kur’ân ‘da geçen bir çok kelime dahi kullanılan kelimeye
hakkettiği dikkat verilmemesi yüzünden, İnsanları Göktanrının dinine
taşımaktadır... Kâinatları yaratan ALLAH adıyla işaret edilenin değil!...
Ben sizi uyarmaya çalışıyorum, taklit yollu-ezber yollu
kabullendiklerinizin hakikatları konusunda!...
Kur’ân ‘ı okuyup da yetersiz bulanların hepsi, Kur’ân ‘ı değil,
okudukları meâlleri yazanları inkâr ediyorlar!.Onların gerçek Kur’ân’dan
ve yazdıklarından haberleri bile yok!.
Tanrıdan, peygamberinden, GÖKten inenlerden ve GÖĞE çıkanlardan söz
edenler Ne gerçek Kur’ân’dan bahsediyorlar, ne de İSLAM DİNİnden!...
Boş vaktinizde elinize çeşitli meâlleri alıp göz gezdirin bakalım...
nasıl anlamış yazarı o meâlin, Kur’ân’ı ve ne kadar anlamış; bu bilgiler
ışığında?
Dünya büyük bir hızla, farkında olamadığımız kadar büyük bir hızla
yenilenmeye gidiyor!.Çağ, anlayış, buluş, değer yargıları çok çok değişecek!.
Belki İsa aleyhisselâm veya Mehdi Rasûl gelip bu değişikliğe öncü
olacak... Ama biz onları görmeden bu dünyadan ayrılabiliriz her an!...
Öyle ise, âcilen gerçekleri araştırıp-soruşturmaya başlıyalım...
Sonsuz hayatımıza sonsuza dek ışık tutacak olan Kur’ân-ı Kerim’i iyi
anlamaya çalışalım... Ki ona göre de kendimizi geleceğe
hazırlayabilelim!.... FARKEDİN ki...
İş başınıza düştü!...
Kimseden fayda yok size, zira kimse sizi kendiniz kadar düşünmez!...
Mantığınıza ters düşen bir anlatım veya kelime görürseniz Kur’an da
bunu hemen bilenlerden araştırın, Kur’ân ‘da hangi kelime geçiyor burada
ve ne anlamlara geliyor diye!.
Yitirmekte olduğunuz, bir daha elegeçiremeyeceğiniz kendi
hayatınız olacak!.
Rüyadan ayılır gibi, en yakınlarınızdan ayrılarak yeni bir yaşam
boyutuna geçeceksiniz...
Namaz denilen nesnede,
Arapça Fâtiha bilmiyorsa, yanındaki teyp Fâtiha’yı okuyup, sen de rükua
gitsen, namaz olur mu bu?
Hoşgörün yoksa, kınıyorsan insanları; Herkesin yaratılış amacı
doğrultusunda gerekeni yapmak için var olduğunu her an yaşayamıyorsan; ne kadar
Rasûle tâbisin?
Dostlarım, belki ileri gidiyorum farkında olmadan, bağışlayın beni ama
ne olur artık kendimizi aldatmaktan, kandırmaktan vazgeçelim!...
Soralım kendimize ne kadar RASÛLULLAH’ın yolundan gidiyoruz?
Sakal bırakıp, cüppe giyip, başörtmek midir Rasulullah’ın yolundan
gitmek?
Amerikada, New Yorkta museviler takkeyle, uzatılmış zülüfleriyle, özel
giysileriyle dolaşıyorlar ve hiç karışan yok!.. Çünkü burada demokrasi
var!. Herkes özel kıyafetiyle dolaşıp resmi evraklar için fotoğraf
çektirp resmi dairelerde işini görüyor, çünkü demokrasi var burada!...
Öyle ise niye demokrasiyi bizler de uygulamayalım?... O kadar geri
bir toplum muyuz biz?
Bırakalım insanlar, başkalarına zarar verici eylem ortaya koymadıkça,
herkes dilediği gibi inandığı gibi yaşasın!.. İsteyen başını örtsün; isteyen
mini etekle dolaşsın!.
İsteyen taklitçi yaşasın; isteyen tahkike koşsun!...
Her şeyi Allah gözüyle seyretmek ve HOŞGÖRÜLÜ OLMAK bakın hiç kolay
değil!.
Üniversite bitirip etiket sahibi olmak insana lâyık olan hoşgörüyü
kazandırmıyor maalesef!.
O zaman o insanların kıyaferine değil; getireceği düzene karşı
çıkarsın!.
Kişisel haklara karşı çıkmak ayrı şeydir, insanlara baskı yapmaya dönük
eylemlere karşı çıkmak başka şeydir!.
İnsanlar başkalarına zarar vermedikçe, diledikleri, inandıkları gibi
yaşama ve giyinme hakkını kullanabilmelidirler!.
Lûtfen her şeyi klişe ezberleyerek değil her şeyi araştırarak ve
sorgulayarak kendinizi geliştirmeye bakın...
Ezel, mekânsal değil boyutsal ise, bunu nasıl anlıyacağız?...
Ezel göresel mi? Mutlak mı?...
Aşk birime midir; birimdekine mi?...
Birimdekine ise; birimdeki fıtratında olmasa, ona âşık olunur mu?...
Şirk birime aşktan mı doğar; birimdekine gâfil olmaktan mı?...
Âşık olduğun birimdeki ise böyle... Allah'a aşık olmak nedir?...
Allah'a aşığım diyen neye âşık olduğunun acaba farkında mıdır?...
Soyuta âşık olmak niyedir, nasıldır; sonucu nedir?...
Allah somut obje olmadığına göre... O’na âşık olmak ne demektir?...
Birime ve bedene âşık olan, Allah’a yüz çevirmiş mi olur?...
Bütün bunları ciddi olarak düşünmek ve tefekkür sistemimizde yerli
yerine oturtmak zorundayız;
Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış, dedikleri gibi; mertebelerin
konuşulması bize hiç bir şey kazandırmaz...
Önemli olan falanca ya da filancanın kim olduğu değil, ondan bize ulaşan
ilmin bize ne derece yararlı olduğudur...
Herkes sonuçta kendi âleminde yaşayacaktır, aynen şimdi olduğu
gibi!...Öyle ise, artık insanların hangi mertebede olduğu yolundaki
spekülasyonları bırakıp, kendi gerçeklerimize dönelim...
Evet, kendimizi de aldatmayalım... Etrafın bize verdiği mertebeler ile
kendimizi kandırmayalım!...Yaşadığımız boyutta ne kadarıyla "ALLAH"
adıyla işaret edileni tanıyıp; ne kadarıyla "O'nun ahlâkı ile ahlâklanmış
olarak" yaşadığımıza bakalım!.
Hâlâ, yaşadığımız çevrenin bize taktığı gözlükle ve gözbebeklerimize
göre yaşamı değerlendiriyorsak, etrafın bize atfettiği mertebelere sakın
aldanmayalım..
Yerküremiz güneşin çevresinde saniyede
Haddini bilmek, ne demektir
acaba?...
"İnsanın YERYÜZÜNDE halife olmasının anlamı üzerinde düşündünüz
mü hiç?...
Ya ilmini değerlendir, ya da haddini bil; ne demek ola ki?..
Bütün bunlardan sonra biraz çelişkilerimden sözedeyim size...
Şu ana kadar yazdıklarım, açıkladığım bilgiler bu kapsamıyla
Dünya'da kimse tarafından açıklanmamıştır!...
Bu bakış ve anlayış, şu anda yeryüzünde TEK'tir!...
Hâlâ anlattığım, açıklamaya çalıştığım şeyler, Dünyada hiç bir
toplumda, hiçbir şekilde anlaşılamamış ve hazmedilememiştir!...
Hodri meydan, aksini iddia edene... Yazsın kitap ve yazdıklarımı
çürütsün!...
Burada yazılanlar, Allahın bu devir insanına Rahmetinin açığa
çıkışıdır!... Rahman’ın rahmetidir bu!...
Dileyen bu pınardan istifade eder; dileyen de yüzünü çevirp gider; ve
sonuçlarına da katlanır!...
Tanrısı ile başbaşa yaşar...
"Kıyamet gününde, herkes neye tapıyorsa gene onun peşine
düşsün" fermanının yayılmasıyla birlikte herkes neye tapıyorsa onun
peşinden giderek cehenneme yuvarlanır"
hadisini hatırlayalım...
Tanrınıza tapınıyorsanız, bilin ki, yaşadığınız cehennem bunun
sonucudur...
Tanrıya tapınanın cehennemden çıkması mümkün değildir; tanrısına
tapımaya tövbe etmedikçe!...
Geçen sohbette ağırlıklı olarak "İSİM" kelimesinin
anlamı üzerinde durmuştum... İsimle uğraşmayı bırakıp ismin içeriğine yönelmek
zorunludur, taklitten çıkıp, tahkike yönelmek için...
Sıfırdan bu bilgileri ele alıp, düşünce dünyanızı yeni baştan oluşturmadıkça
asla bir yere varamazsınız!... Gecekondu üstüne gökdelen inşa edemezsiniz!...
Önce SİSTEMİ OKUMAK zorundasınız!...
Sistemi okumadıkça, ana SİSTEM içinde İNSANIN yerini, fıtrat, istidat,
kabiliyet doğrultusunda varlıklar arasında nereye ne kadar erişebileceğini
farketmek zorundasınız!...
Düşünen beyin insana verilen en büyük belâdır!...
En büyük belâ; Nebi ve Rasûllere, sonra sırasıyla mertebesine göre
velilere ve müminlere verilir “
yolundaki hadisi bir de bu bakışla değerlendirin bakalım... Acaba
belâ, hastalık-kaza-işsizlik gibi şeyleri mi anlatıyor, ki bunlarla insan
tekamül etsin; yoksa DÜŞÜNMEYE başlayan beyni mi?...
Çok yıllar önce birilerine demiştim... Bu ilimden üstünü bulursanız,
bana haber verin, gidip o çeşmenin önüne kova olayım...
Ama hâlâ önüne kova olacağım bir çeşmeyi kimse bana bulamadı!...
Öyle ise kendi kovamdaki suyla yetinmekte olduğum gerçeği ile yüzyüze
idim... Ve kovamdaki suyu susuzlarlarla paylaşmak fıtrî görevim olduğu
için de bu suyu dileyenlerle paylaşıyorum...
Kimseden bir talebim yok!...
Ama insanlara şu sorunun da sorulacağını çok iyi biliyorum...
Size yaşadığınız zamanda bu gerçekleri açıklayan bir kovayı üzerinize
boşaltmadık mı?... Niçin o suyu değerlendirmediniz?...
Evet Dostlar... Şimdi gerçekçi bir biçimde düşünelim...
Tüm çevremiz her an hızla değişirken, biz hâlâ atalarımızdan,
ana-baba-şeyhimizden naklolan eski hikayelerle yetinip, yeni ufukları
değerlendirmeyecek; eski mecaz-sembol anlatımlar gözlüğü ile mi Dini=Sistemi ve
Allah Rasûlü’nü ve Kur'ân ‘ı değerlendir(?)meye devam edeceğiz?...
SORUYORUM...
Acaba türkçem yetersiz de onun için mi sizlere düşündüklerimi
nakledip bir şey hissettiremiyorm; ve bu yüzden de beyninizde devrimler
oluşturamıyorum!...
Yukarıda seni hesaba çekecek bir tanrının olmadığı boyuta, dünyadan hiç
bir şey götüremeden a'mâ olarak gitmek mi güzeldir; yoksa dünyada bırakıp da
gideceklerini biraz ikinci plana bırakarak gözünü gerçeklere açıp, perden
kalkmış olarak o boyuta intikal etmek mi?...
Yaptığın iyilikler ve kazandığın sevaplarla bühl cennetinde yer almak
yeterli oluyor mu sizlere?...
Şu dünyada AHMAKlarla -anlamadığını bile anlıyamıyanlarla- yaşamak
ne kadar mutlu ediyor ki sizi, ölümötesinde bile onlarla olmayı
kabullenebiliyorsunuz?...
Dünyada ayrılıp cennet yaşantısına gitmek tem mutluluk umudumuz ama, o
cennetin buradan yapılan çalışmalar sonunda şekilleneceğini ve oluşacağını hâlâ
anlamadık mı?... Ahmaklar cennetinden kurtulup, irfan cennetinde yer almanın
yolunun Allah ismiyle işaret edilenin kendinde açığa çıkmasını oluşturamadıkça...
Allah ismiyle işaret edilen’de, kendini bulamadıkça ...
Allah bakışıyla mevcudata bakamadıkça çelişkiler bitmez, diyebilir miyiz?...
Adamın biri mısırdaki piramitlere özenmiş, getirtmiş taşları
bahçeye tam tekmil göstemiş millete işte piramit diye!. Piramit görmemişler d
kabullenmişler taş topluluğunu piramit diye... Sonra bir piramit gören demiş
ki, bunlar piramitin taşları ama piramit denmez bunlara... Bunları istifleyip
düzenlemek gerek...
Bilgisayarda da çeşitli dosyaları toplayıp bir windowsu
oluşturamaz ve çalıştıramazsınız... Onun kendini setup yapması yani bir bir
piramit gibi alttan zirveye kendini düzenlemesi gerekir...
"Allah" isminin işaret ettiği mânâyı kavramadan, bu kavrayışa
dayalı düşünce sisteminizi oluşturmadan, konuların TAKLİDİNDEN TAHKİKİNE
geçmenize asla imkan yoktur!..
Geçmişte ezber yollu öğrendiğiniz şeylerin acaba ne kadarı tahkike
dönüp, sizi o konuda YAKÎNe erdirdi?...
Kendinizden veremediğiniz isabetli cevap, taklidin SONUCUDUR!...
Taklidiniz ile tahkikinizi terazinin iki kefesine koyup bir tartar
mısınız; lutfen!..
Dişarıdan aldıklarınız, bir kefeye; kendi buluşunuz, sizden açığa çıkan
isabetli cevaplar diğer kefeye!.
Mukallit, tanrısıyla yaşar!..
İlim geldikten sonra hâlâ onların hevâsına tâbi oluyorsa, mukallit,
iyi bir müşrik olak tanrısına kulluk ediyordur!...
Ne zaman Kendiniz için ve kendinizdekini açığa çıkarmak için
varolduğunuzu farkedip, bunun gereğini yaşamaya başlıyacaksınız?...
Cevabı sakın Tanrınıza bağlamayın!...
Devâ Kur'ândadır!... Kur'ân "OKU"maya çalışın!...
Kur'ânı "OKU"yamayan, "ÜMMÜLKUR'ÂN"ı hiç
okuyamaz!...
Gününüzün ne kadarını Kur'ânı "OKU"mak için
değerlendiriyorsunuz?... Ne kadarını da dünyada bırakıp gidecekleriniz için
harcıyorsunuz?..
Evet, "Kur'ânı "OKU"yabilmem için bana ne tavsiye
edersiniz?... Hangi hocaefendi ya da şeyhefendiye devam etsem ki, bunu
okuyabilmek için?... Bana tavsiye edebileceğiniz biri var mı?...
Ona her şeyimi bağışlamaya hazırım; iş ki bana Kur'ân
"OKU"masını öğretsin!...
1 ton altın olan kasa anahtarı boynunda, kuru ekmek kemirmekte olan
pozisyonundan kurtulabileyim!...
Bu hâl üzere ölmek mi istiyorsunuz, hâlinizden memnun...Yoksa....
Anahtar boynunuzda, altın da kasanızda!...
Yanan bir odadan kaçma arzusu ile yapacaklarınız gibi,
"oku"ma gayreti içinde olmadıkça, asla
"oku"yamıyacaksınız!... Kendinizi ALDATMAKTAN VAZGEÇİN !...
"ALLAH"a; Kur'ân ‘ı okuyup, ona iman etmeyenler,
kaçamazlar!...
Olay beynini kullanmaktan; mazeretlerden geçmekten, sistemin gereğini
uygulamaktan geçer!...
İnsanca duygular ve insanca düşünme, kozalıların ilkel yaşantılarından
başka bir şey değildir!...
İsa Aleyhisselâm’ın şu uyarısına dikkat edin:
"sen insanca düşünüyorsun; Allah gibi değil!."
Hz. Muhammed’in şu uyarısını da ahmaklar veya aptallar gibi
değerlendirmeyin sakın!...
"Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın!."
"ALLAH" adıyla işaret edilen, evren içre evrenler
ve içlerindeki tüm oluşumları yaratanın "ahlâk"ı ne ola ki?... Bunu
adam gibi, bir düşünsenize,
Ahmaklar değerlendirir Hz. Muhammed'i kendilerince...
Aptallar değerlendirir Hz. Muhammed'i kendilerince..
Alimler değerlendirir Hz. Muhammed’i kendilerince...
Ârifler değerlendirir Hz. Muhammed’i kendilerince...
Evliyâullah değerlendirir Hz. Muhammed’i kendi mertebelerince....
Ahmaklar değerlendirir Hz. Muhammed’i...
O ne büyük adamdı; çarşı-pazar dolaşıp, ailesiyle halleşir, çoluk-çocuğuyla
oynaşırdı; sökük diker, taş taşırdı!...
Aptallar değerlendirir Hz. Muhammedi...
Ne büyük peygamberdi... insanlara iyiliği tavsiye eder, sosyal yardım yaptırır,
onları ne güzel idare ederdi... Kimseyi kırmazdı... 8 hanımı arasında hiç
birinin hakkını geçirmez; herkese herşeyin ortasını tavsiye ederdi... Ne
mükemmel insandı!...
Alimler değerlendirir Hz. Muhammedi....
Ne büyük peygamberdi!... Allahın elçisiydi; Allahın emirlerini bizlere
bildirdi... Cenneti gördü, cehennemi gördü rüyasında ve insanlığı idare için ne
güzel yollar koydu... Ama ne de olsa bir peygamberdir!, insandır!... Söylemiş
ve dedikleri tam olarak bize ulaşmamıştır; bize sadece kuran yeter!...
gerekirse, aklımızın yattığını onun dediklerinden, kabullenebiliriz!... Akılmız
yatmazsa dediklerine, mantığımıza uymazsa dedikleri, onları bir yana koyar,
kurana döneriz!... Mucizeleri mi? onlar hadisle bize geliyor, aklımız almazsa,
bir kılıfına uydurur, kenara koyarız!... Biz iman değil, akıl dinine
tabiyiz!...
Âriflere gelince... Hz. Muhammed büyük adam değil
Haktır!... Onda konuşan Haktır!... Tanrı Muhammed suretinde âşikâr olmuştur!...
her şey Hak'tır dolayısyla o da hak!... Ben sen o herkes hak!... gerisi yok!...
o Gün Hak ondan öyle konuşmuş; bu gün de bizden böyle konuşuyor!... Her şey Hak
ise beden de hak!... Öyleyse yok fazla bir fark Muhammed le aramızda... Ben sen
o, biz siz onlar hep Hak!... Ama gene de Hz. Muhammed çok büyüktür!... Alemler
onun için yaratılmıştır!... (bunlarda mülhimedeki irfan sahipleri)...
Evliyâullaha gelince...
Ben o sınıftan değilim ki; onlar nasıl değerlendirir bileyim!... Ama
bana göre...
Önce "Allah" ismiyle işaret edilen kâinat içre
kâinatlar yaratanı anlayabilmem için beyin kapasitemi bilgilerim doğrultusunda
eylemler ortaya koyarak genişletmem gerek ki, önce "ALLAH"
adıyla işaret edilenin ne olduğunu farkedeyim...
Sonra da buna dayanarak "ALLAH RASULÜĞÜNÜN" ne olduğunu
farkedeyim...
Sonra da Allah ahlâkıyla ahlaklanmış olareak SİSTEMİ ve SİSTEM
İÇİNDEKİLERİ değerlendirmeye başlayayım...
Özünüz aşkına aldatmayın kendinizi, benim yapmadığım zulmü ediyorsunuz
kendiniz nefsinize!...
Yarın yukarıdan tanrınız megafonla mı seslenecek sizlere, falancanın
ağzından uyarmıştım, sizileri; diye?...
İmtihan hangi üniversitenin hangi salonunda olacak?!..
Ne yapayım ki, çok âciz kalıyorum, düşündüklerimi size farkettirme
yolunda... Ve haklı olarak sizlerde yaşantınızda olayı hobiden, yaşam savaşına
döndüremiyorsunuz... Haklısınız; özür dilerim!...
Bildiğiniz gibi, bilgi yüklenme işini, harf ya da virgül bile kaçırmadan
bilgisayarlar da yapıyor...
İnsanı, "insan"
İdrakı oluşmamış ilim, yüklenilmiş yüktür!...
"İnsan" ancak başkalarına birşeyler verebilirse "insan"
olur!...
Karşınızdakine, "acaba ona ne verebilirim" diye mi
yaklaşıyorsunuz, gidiyorsunuz,
Yoksa, acaba ne alırım; diye mi gidiyorsunuz?...
Kendinize bunu sorun!... Kendinizi aldatmayın!...
Kim olursa olsun, onunla biraraya gelmeden önce, niye ben bununla
görüşüyorum; almak için mi, vermek için mi? diye sorun kendinize!.
Görüştüklerinizden kaçıyla birşeyler vermek için görüşüyorsunuz?...
Sakın kaçmayın sağa sola!... Bende verecek bir şey yok ki, ne vereyim,
gibilerden cevaplarla konuyu saptırmayın, kendinizi aldatırsınız!..
İnsan, insanlığını yitirir, idrak melekesini kilitleyip, taklitle
yaşadığı zaman!..
Toplumun robotu "insan" olmaz!..
İnsan yolunu kendi aklıyla seçmelidir!...
Bunun için de ilim elde edip; aklı ile kendi yolunu kendisi çizmek
zorundadır!..
Söylenenleri tekrarlamak ve nakletmek, insanı "insan"
yapmaz!..
İnsan, özünden ürettikleri kadarıyla insandır!..
Lokomotif olun, vagon değil!...Bunun için de tek şart, düşünmesini
öğrenmektir!... Ezberciliği terktir!...
Konuşmadan önce düşünün; bu cümlede şu kelimeyi söylersem, neler
anlaşılır; bu kelimeyi kullanırsam neler anlaşılır diye!..
Her an ne yaparsan yap; niye yapıyorum, sorusunu sormaya alıştır kendini!..
Bütün mahlûkat kendi menfâati için yaşar!... Vermek ise, "ALLAH"
ahlâkıyla ahlâklı olana aittir!.
SORGULAMAK, düşünebilme yeteneği
olan beyinlere has, bir özelliktir!. Ancak bilinmeli ki, sorgulamak zeki
insanlarda da olur… Sorgulamanın sonuçlarını değerlendirebilmek ise akıllı
insanın başarabileceği bir iştir.
Sorulmayan sorunun cevabı olan, ilim ele geçmez!. İlim, soranın
hakkıdır!
Cevabın getireceği ilimden, ebeden mahrum kalır,
sorgulamayan!.
Öyle ise düşünen insanın ilk vasfı, sorgulamak, araştırmaktır!.
Özellikle, ölümötesi sonsuz hayatta işine yarayacak şeyleri… Zirâ,
yalnızca dünya yaşamında geçerli olan ilim, öteboyutta hiç bir işe yaramayacak;
sonuçta burada günümüzü hoşça israf etmekten başka bir şey elimize
geçmeyecektir.
Nakle, sorgulamadan körü körüne taklide dayanan Din
anlayışı; akla mantığa, ilme ve tefekküre dayanan Din anlayışına her
zaman kemiyyette ağır basmıştır!. Çoğunluk, kolaya kaçmış; “beni düşündürme, ne
yapacaksam onu söyle yapayım” anlayışı içinde; kendilerine düşünceden yoksun
mahlûk muamelesi yapan önderler, âlimler(!) çevresinde toplanmışlardır… Çünkü,
insan topluluğu içinde, insanlıklarının liyâkatini, yaşayanlar fevkâlâde
azınlıktadır.
Bütün bu gerçeklere karşın da, gene aynı topluluk, inkâr ettikleri sorgulama
gerçeğinden hareketle bir yerlere gelen erenlerin, evliyânın, gerçek Din ilmini
elde etmiş olanların çevrelerinde toplanmaktan geri kalmamışlardır asalak
olarak!.. Çünkü fıtratları, ötesine elvermemektedir!.
Biline ki…
Sorgulayıp, tefekkür edip buna rağmen
gerçeği bulamaması dolayısıyla hata
İlmin, irfânın, idrâkın gereğini mi hissedip yaşıyoruz; yoksa onların
dedikodusuyla ömür tüketip, taklidiyle mi oyalanıyoruz?
Öğrendiğiniz her bir bilgi, sizin düşünce ve günlük yaşamınıza yeni
güzellikler eklemiyorsa; farkedelim ki kendimizi aldatmaktan başka bir
şey yapmıyoruz!. Diğerlerinden daha bir
seviyeli dedikoduyla kendimizi farklı görmenin avuntusu içinde
tükeniyoruz!.
Sorgulamak ve tefekkür etmek suretiyle insanlığınızın şerefini yaşamak istiyorsanız önce şuna karar veriniz..
Dinin gereği olan uygulamaları, YUKARDAKİNİN gözüne girip, ondan bir
şeyler kotarmak için mi uygulayacağım; yoksa, yediğim balın eserinin vücudumda
açığa çıkarak bana daha yararlı işler yapma olanağı sağlaması gibi; Dinin
teklif ettiklerini tatbik ederek, geleceğimi kendi ellerimle yaptıklarımla mı
şekillendireceğim?
“Kimsenin kimseye fayda vermeyeceği zorlu bir süreçten”
bahsedilirken siz hâlâ falanca ya da filancanın yanında görülmek beni kurtarır
zannı hayaliyle yaşıyorsanız gerekenleri uygulamaksızın; kesinlikle bilin ki
vay halinize!
“Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, rahat yataklarınızda yatamaz,
Allah Allah diyerek dağlara kaçardınız”
diyen Allah Rasulü; acaba, algıladığı sistemin hangi gerçeği dolayısıyla
bunu söylüyordu, yalnızca para kazanıp keyif çatmak için yaşayan bizlere?…
Elindekileri insanlarla paylaşmayı önerip; yalan, dedikodu, gıybet,
kumar, içki, zina gibi şeylerin yapılmamasını teklif eden Allah Rasulü niye bunlarla yetinmeyip; salât, oruç, hac gibi
çalışmaları tebliğ etmişti?
Namaz nedir diye sorun
çevrenizdekilere… Yüzde doksanbeşi tanrıya tapınma olarak anlatacaktır…
Bedensel bir faaliyettir!.. Huzuruna çıkmaktır!. Önünde secde ederek tanrının
büyük(!)lüğünü
Salât, yöneliştir!… Bâtının ve
hakikatın olup, özünden Zâhir olanı hissedip, bunun sonuçlarını yaşamaktır!… O’nun
indinde hiçliğini, yok olduğunu yaşamakla başlayıp; kıyâmda, kendini
dillendirişinin; rükûda, kudretinin önünde yaratılmışın kulluk etmekten başka
şansı olmadığını açığa çıkarmasının; secdede, “lillahil vahidil kahhar”
hükmünün eserini ortaya koyuşunun yaşanışıdır!.. Ve bu salât, mi’râc
‘ın kapısını açar mümine!… Yukarıdaki tefekkürsüz şeklî tapınmaya
verilen isim ise namazdır!..
İman ve gereği fiillerle cennete, düşünsel arınmayla “Allah”a
erersin; takdirindeki kadarıyla… Tefekkürsüz, sorgulamasız “Allah”a
ermiş tek bir ferd yoktur, buna Allah Rasulü de dahil!.
Fâtiha’sız namaz olmaz, çünkü
yönelişin anahtarı odur!.. Onun anlamının tefekkürüyle başlar “Allah”a
yöneliş!… Anlamını tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe,
yalnızca papağan gibi tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi
“bal”dan mahrum, bedeni onun lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı
gibi!..
Dünyada bırakıp gideceği para ve
Evet dostum, sorgulamanın daha başında bunlar var…Daha sonrası
mı?…
Kur’ân-ı Kerîm’i, “ruhu”yla “OKU”maktan
sözetmiştik; insanın bir fizik bedeni bir de ruh bedeni var türünden bir “mushafın
ruhundan” söz ettiğimizi sandılar!
Allah Rasûlü’nü “OKU”maktan
sözettik; ve bu “OKU”ma ışığında getirdiklerini, açıkladıklarını
değerlendirmenin isabetli ve gerçekçi olacağına işaret ettik, Rasûlullah ruhuyla
bütünleşip hadis okumaktan dem vurdular!.
Oysa “sırrına” ve “hikmetine” ermek için Kur’ân ‘ın
ve Allah Rasûlü’nün getirdiklerinin nedenini; bizim bunları hangi
bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiğini, ciddi bir şekilde sorgulama ve
araştırmamız gerekmez mİ?..
Nereden; neden; nasıl gelmiş o uyarılar; ne amaçlanmış; bize ne
farkettirilmek isteniyor?
Şimdi, ben desem ki şundan; öylece
Oysa… Konmuş olan ismim Ahmed Hulusi!. Bunun dışında da hiç bir
etiket, sıfat, pâyem yok!. Yalnızca, olabildiğince çok şey öğrenmek,
yaşamak, hissetmek isteyen, sıradan herkes gibi bir beşerim!. Cimri
olmamak için de, düşündüklerimi yazıyorum!.. Kimsenin vereceği mertebe veya
pâyeye de ihtiyacım yok; taş atıp suyumu dalgalandırmasınlar, yeter!. Yalnız
geldim ve yalnız gideceğim!. Aklı olan, beni taklid etmez, bana pâye vererek
geleceğe dönük benden birşey ummaz; yazdıklarımı düşünüp, değerli bulursa,
o fikirleri değerlendirerek, “bal” yer!..
Sözü fazla uzatmayıp, öze gelelim…
İman edebiliyorsan, iman et ve hemen sorgulamaya başla ki hikmetine
eresin!. Her yaptığını mutlaka neden yapıyorum diye düşünerek yapmaya çalış ki,
taklitçi mahluk türünden olmayasın!. İçgüdü ve duygularıyla yaşadı; “dayansın
şimdi ehli kubûr”, demesinler!.
Nasibi olan, taklidi bırakıp,
tahkike yönelir!.
Nasibi olmayan da, bu işin dedikodusuyla
ömür tüketir!.
"Mâ'rifet" şirkten kurtulmak, değildir!...
Dostlar... Bu yanlızca başlangıçtır!... Konuya girmektir!...
Arkadaşlar; bilin ki, "şirk"ten kurtulmak, yalnızca bir
başlangıçtır bu işte!... Çelişkisiz bir
biçimde, tanrı kavramından arınmadan okula başlayamazsınız
Yani, beyninizdeki "şirk" oluşturan düşünceler kalkıp;
"ALLAH Adıyla İşaret Edilene iman" ettikten sonra
"İSLÂM" ÜNİVERSİTESİNE BAŞLAYABİLİRSİNİZ!...
"ŞİRK" olduğu sürece düşüncenizde, henüz "ALLAH"
adıyla işaret edilene iman etmiyorsunuz; yanlızca "tanrınızı"
upgrade" ediyorsunuz!...
Günlük yaşantınız, dikkat edin, hep "tanrınız üzerine
kuruludur"!...
Bu takdirde de "Allah"a iman ediyorum, düşüncesiyle
yalnızca kendinizi aldatırsınız!...
Allah' adıyla işaret edilenin ne olduğunu hâlâ anlamadığınız
için; hayâlinizde ötelerde bir hiçliğe atıyorsunuz tanrınızı; bu da sizin
"tanrınız"ın yeni bilgiler ışığında "upgrade" edilmesinden
başka bir şey değildir!..
Şurası kesin ki...
FÂNİ, zaten fânidir; ve Bâkî de Bâkidir...
Bu demektir hiç düşündünüz mü?...
Bir gün Bâkî'nin kalıp da O'nun "HİÇ"liğine ulaşacağınızı
sanmanız bir başka ham hayâldir!...
"HİÇ"lik ötede değil, içinizdedir!...
Bâki de siz!...
FÂNİ, hiç bir zaman varolmadı!...
Sen sendesin; ve bana da hiç bir zaman ihtiyacın yok!...
Ben
Benden hiç bir şey ummayın gelecek diye!...
Siz kendinizdekini bulup, sefâsını sürün; beni de bırakın dünyamda,
kendimi yaşamaya devam edeyim sizsiz!...
Denenmişi denemekte fayda yoktur!... Deneyip de faydasını görmediğiniz
şeyi niye tekrar deneyerek vaktinizi boşa harcayacaksınız!...
Akıllı, ibret alan; ahmak da aynı hataya sürekli devam edendir!..
Ama dikkat et...
Sakın haaaaa!...
"Allah" adıyla işaret edileni yargılayıp suçlamaya kalkma!...
Perişan olursun; seni iki âlemde hiç kimse kurtaramaz âkıbetinden!...Bunu
anlamıyorsan, git iki budak deliği al da tak basiretine, belki daha yararlı
olur
Kimliğin ile İlimi birleştirirsen, ortaya kilim çıkmasın!...Yani, ilimin
başına kimliğini sokup, onu kilim etme!... Herkes basıp geçmesin üstünden!...
Dün kamburuyla, bugün odasına giremezsin!...
Sen, nasibi varmış gibi vermeyi dene; o, nasibim yok, deyip geri çevirsin!...
Böylece belki kendi kendine ettiğini farkeder!.
Küsen, kendine küser; karşısındakine küstüğünü sansa bile!...
Perdeyi dışarıda aramayın... Perde, senin bilincin ile ilmin
arasındadır!..
Yemin ederim ki, kimse seni cezalandırmıyor ve cezalandırmayacak...
Yalnızca sen kendi kendini cezalandırıyorsun!.
Kozanı örmekte devam edip, sonra da yaptıklarıyla filanca beni kozaladı
deyip, kendini tatmin ediyorsun!...
SİSTEMDE MAZERETE YER YOKTUR
!...
Yapmadığın çalışmanın karşılığının
NE yapman gerekiyorsa; ilmin neyi öneriyorsa; vicdanından gelen sesleniş
neyse onu dinle!.. Ki, bir aptal olarak yanmayasın!... Ahmak isen zaten
yanmazsın!..
Neler kaybetmekte olduğunu idrak
Yirmi yıllık çalışmadan ve uğraşıdan sonra sen Kur'ân
"oku"duğunu sanıyorsun artık değil mi Cem?
diyordu... Cem cevap verdi...
-Evet, artık o âyetlerde neler denmek istediğini anlıyorum galiba!...
-Zaten eski yorumcular da senin gibiydiler hep Cem!...
-Nasıl yani?... Âyetleri okuyup, o kelimelerin geniş kapsamlı olarak
manalarını ortaya koyarak; neler denmek istediğini araştırıp, çözüyorum!..
-Doğru Cem!... Evet aynen öyle yapıyorsun!... Zaten bütün MUKALLİT
YORUMCULAR da bunu yapıyor işte!..
-Elf, lûtfen...! Daha geldiğin gece benim kafamı allak bullak etmeye
başladın!... Başka nasıl yapılabilir ki?...
En geniş kapsamlı olarak oradan mânâ çıkarmaya çalışıyorum, bu kadar
yıllık birikimim ve bilgisayar gibi çalışan beynimle... Daha ne yapabilirim
ki?..
-Hiç bir şey yapamazsın; yaşayabilirsin!..
-Elf yaşıyorum ya işte!... Daha ne yaşıyacağım?...
-Cem olarak yaşıyorsun!... Cem'likten soyun; ve okuduğunu, SÖYLEYEN
olarak YAŞA!... O anı ve olayı yaşayan olarak yaşa!...
Ki böylece okuduğun yazıların, metinlerin, uyarıların gerçekte neye
işaret ettiklerini hissederek farkedesin!..
-Cem sen neler diyorsun... Ben onları anlamak için bütün ilmimle
yöneliyorum okuduklarıma!...
-Evet, tam mükemmel bir MUKALLİT gibi!...
-ELF yapma ne olur, beni perişan ediyorsun!...
-Gerçek seni perişan ediyorsa, ol!. Ne çıkar!. Kör bir MUKALLİT olarak
boyut değiştirmektense; perişan olmuş, ama gerçeği bulmuş, yaşamış ve
hissetmiş bir MUHAKKİK olarak boyut değiştirmen bence çok daha iyidir!...
-Bu kadar yıllık çalışmam boşa mı gitti yani?
-Bu kadar yıllık çalışman, geldiğin noktada, iyi bir mukallit olduğunu
farketmene ve kavramana yaradı!... İyi bir gelişme değil mi?..
-Peki benim bu kadar anladıklarım ne olacak?...
-Onlar senin, veri tabanına GÖRE, yorumlarındı!...
Bir de olayı ve kişiyi YAŞAYARAK, bak bakalım o konunun içyüzüne; acaba
ne göreceksin?
-ELF bu kadar yıldan sonra bana bu yapılır mı?...
-Cem,
-Oysa şimdi ne olacağım ELF?
-Belki, işin hakikatını, kişi ve olayın hakikatıyla özdeşleşerek
farketmeye; ve ona göre boyutsal yaşamaya geçeceksin!. Varlıkların özünde, o
varlıklar olarak yaşamaya başlıyacaksın!...
Sonra da yeni açılımlara geçeceksin...
Bu yanlızca MUKALLİT sınıfından çıkıp, Gerçek Kapısı'ndan içeri
girebilmek için gerekli adım Cem!...
-Elf inan ki
-Unutma sen olarak da yaşayabilmekteyim, ve seni çok iyi anlamaktayım!.
Sükûtu hayâller daima gerçeklerle karşılaşmaktan doğar... Ne kadar çok sükûtu
hayâlin varsa, o kadar gerçekle karşılaşırsın... Bu da senin yararınadır.
-Evet dostlar, Dün geceki ELF ile CEM'in sohbetinden size kısa bir bölüm
naklettim... Ve şu anda benim de kafam hayli karışık!...
-Lûtfen bana biraz akıl verir misiniz bu konuşmalar ışığında ne yapmam
hakkında?...
Hayâlinizde, hâlâ, kurtulamadığınız bir tanrı var, "Allah"
etiketli!..
Bu tanrının elçisi var, yukardakinden vahiyler alan!. Yukardakinin
evliyası var hayalinizde!... Ve o yukardakinin aşağıdaki "MEHDİ"si
var hayâlinizde!...
Hayalinizde geliştirdiğiniz ile gerçekteki varolan ve yaşanan
birbirinden çok farklı!...
Ne olur bu yazdıklarımı anlamaya ve olayın hakikatini farketmeye
çalışın!...
İsimlerle, sıfatlarla hüküm yürütmeyi bırakın da; objektif ortada olanı
değerlendirerek; geçmişte, bu nasıl değerlendirilmiş ve isimlendirilmiş olabilir
noktasına gelin!...
Bu çok önemli...
Geçmişteki sembollerin hayâlinizde oluşturduğu senaryo ve rolleri, bugün
bulmaya çalışmayın!...
Bugün mevcut olanların, geçmişte hangi sembollerle işaret edilmiş
olduğunu anlamaya çalışın...
Bu iki bakış arasındaki farkı anlıyamıyorsanız, birbirinizle tartışıp,
konuya açıklık getirin...
Allah’ın sistem ve düzenini anlamadan,kendi hayalinizdeki değerlere
göre-kendi hayalinizde yarattığınız gerçeklere göre bu yaşama biçmi sizi
neticede büyük pişmanlıklara sürükler!
İşte bu sebeplerdendir ki sadece benim kitaplarımla da yetinmeyin! Bu
kitapları okuduktan sonra başka kitapları da okuyun.
Geçmişte mâneviyat ehli kişilerin değerli
Bir Abdülkâdir Geylâni’nin kitaplarını okuyun..Bir İmam-ı
Gazali’nin kitaplarını okuyun..Bir Muhyiddini Arabi’nin kitaplarını okuyun,
Nefatül Üns’ü okuyun..
Geçmişte yüksek evliyaullah’ın hayatlarından kesitler verir,
Tezkiretül Evliyâ’yı okuyun..Ahmed Rufâi’nin kitaplarını okuyun..
Şayet onları okuduğunuz zaman benim yanlışlarımı görürseniz, benim
yanlışlarımı biryana bırakıp benim dediklerimi bir yana bırakıp onların
dediği istikamette yürüyün. Çünkü hiç bir zaman hiç kimse Allah Ras3ulü dışında
kimseye tâbi olmakla zorunlu ve mükellef değildir.
Kabre girdiğin zaman “hangi tarikattansın, hangi mezheptensin,imamın
hangi hocaefendi-hangi şeyh efendi-hangi mürşidefendi-hangi gavs!”
demiyecekler!
Kabirde size zorulacak üç soru var:
”menrabbüke, mennebiyyüke, menkitabüke”-
Bunu söyleyen Allah rasulu Muhammed mustafa Aleyhisselâm.
“Rabbin kim?
Nebin kim?
Kitabın ne?”
Hangi mezhebtensin, hangi tarikattansın diyesorulmayacak! Öbür dünyada tarikat ve mezhep kavramı yoktur!
Hangi mezhebtensin, hangi tarikattansın diye sorulmayacak! Öbür dünyada
tarikat ve mezhep kavramı yoktur!
Size derler ki; ”bir tarikata girmezsen senin yaptığın hiç bir ibadet
kabulolmaz,
Kim Kur’ân ‘a ve Allah Rasûlü’ne iman ediyorsa kim Kur’ân ‘da
bildirilenlere iman ediyorsa, kalben bunu tasdik ediyorsa o kişi “Mü’min”dir ,
bu imanı ile o kişi Cehennemden geçer, cennete girer. Bunun aksini kimse
söyleyemez!
Bir safsata dolaşıyor ortada;
”Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır”!? Evet doğru, yalnız MÜRŞİD
KUR ‘ÂN ‘dır!
Bizler Kur’ân ‘dan öğrendiklerimizi anlayabildiğimiz kadarını sizlerle
paylaşırız. Bizler dediğim kim? Yani, kendini merakı dolayısıyla bu konuya
vermiş, bu konuda birtakım çalışmalar yapan kişiler! Bizler!..
“Bizler” kelimesi; ”şu işin bir okuluna girelim bu işin eğitimini
yapalım bu işten iyi para kazanalım” deyipde bu konuyla ilgilenenler
değil*-meslek olarak dinle ilgilenmeyi seçenler değil-profesyonel olarak para
kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçenler değil!
Mevlâna para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi!
Yunus para kazanmak için dinle ilgilenmeyi seçmedi!
Hacı Bektaşı veli para kazanmak içini dinle ilgilenme yolunu seçmedi.
Allah ilmini fıtrî kabiliyeti ve istidadı dolayısıyla araştırıp
onu insanlarla karşılıksız olarak paylaşma yoluna gidenleri
kastediyorum,”ben-“bizler” kelimesiyle..
İşte onun içindir ki bizim kitaplarımızın-kasetlerimizin-hiçbir
şeyimizin telif hakkı yoktur. Herkes orijinaline sâdık kalmak kaydı ile
istediği kadar çoğaltıp yayabilir-tercüme edebilir diyoruz.Bunun gerekçesi bu.
Allah Rasùlu’nun huzuruna çıktığınız zaman başınız dik-alnınız
açık-yüzünüz lekesiz ; ”Ya Rasulullah! Kabiliyetim kadar bu yolda çalışma
yapabildim. Ama senden öğrendiklerimi senden bana ulaşanları insanlarla menfaat
temin etme amacınyla değil-karşılıksız olarak paylmaşabildim” demenin vicdani
huzurunu duyacaksınız!
Bakın, ”ben cehennemde acaba yanacak mıyım? Ne kadar yanıcam?”
sorusunu gündeme getirdiğinizde şunu sorun kendinize...”Vicdanen bu konuda ne
kadar rahatım?
Akşam yatağa yattığınız zaman uyumadan evvel kendinizi vicdani
muhasebeye çekin..Bu vicdani muhasebe ile sorun kendinize, ”ben neler
yaptım, bu yaptıklarımı hangi gaye ve amaçla yaptım!” Bunu sorun
kendinize...alacağınız cevap sizin o sınavdaki puanınızı gösterecektir!
Cehennemden ya çok kısa bir sürede geçeceksiniz-cennet ortamına geçmek
üzere,ya da orada bir hayli fazla kalacaksınız!
“Cehennemde hiç ateş-odun-alev yoktur. Oraya herkes kendi ateşni yanında
götürür”diyor Allah Rasulü!
İşte o yanınızda götürdüğünüz kendi ateşiniz,vicdanınızda gizlidir!
O ateşin kaynağı vicdanınızda gizlidir!
Ya samimiyet suyuyla doludur, ya da riyakârlık -iki
yüzlülük-münafıklık ateşiyle kıvranmaktadır vicdanınız!
Her gece yapamazsanız bu muhasebeyi, haftada bir, haftada bir
yapamıyorsanız ayda bir, ama mutlaka vicdanınızı ziyaret eedip onunla bir
sohbet edin! Vicdanınızla gerçekçi bir biçimde sohbet edin, pahasını
ödeyemeyeceğiniz en büyük aldatma kendinizi aldatmadır!
Hiçbir zaman ben veyaherhangi bir din adamı olmayacaktır.
Ben olmayacağım, çünkü bugün varsamda yarın yokum!
Herhangi bir din adamı olmayacaktır çünkü “Din Adamı” diye bir
sınıf yoktur!
Siz yaratırsanız varolur!?
Siz
Eğer siz bu anlattıklarımı dikkate almaz,
üzerinde düşünmez-gereken yorumlarla yaşamınıza yön vermezseniz ve
eğer benim bu anlattıklarım da doğru ise gerçek ise bugün bu gerçeklerle
yüzyüze gelecek ve o zaman sukûtu hayâli yaşayacaksınız, hayal balonunuz
patlayacak gerçekle yüzyüze gelecek ve de gerçekle yüzyüze gelmenizin acısını
yaşıyacaksınız,yanacaksınız; her sukùtu hayâle uğrayanın yandığı gibi!
hf
Sembollere takılıp kalmak,gerçeği araştırmamaktır!
İnsanlara, “Salât” ile “Allah”a mirâc teklif edilmiştir;
olay, “beş vakit tanrı huzuruna çıkıp tapınma” ve jimnastiğe dönüştürülmüşür!.
İnsanlara “Oruç” ile “Samediyyet nurlarını yaşamak” teklif
edilmiştir; konu, dedikodu-gıybetle ölü kardeşinin çiğ etini yiyen yamyamların
açlığına çekilmiştir.
İnsanlara “Hac” ile geçmişin tüm negatif yükünden arınıp “kalbî
hakikat” bilincinde kendilerini bulmaları tavsiye edilmiştir; vâkıa,
paralıların dinsel turizmine çevrilmiştir!..
İnsanlara “zekât”
Yalancı şahitlik yemini edenlerin hesabını
tutmaya melekler yetişebiliyordur umarım!!!
Taklitten kaçınmak için ilk yapacağımız iş, cümleleri kelime
kelime ele alıp o kelimeleri düşünmektir!
Taklitçilikle asla hakikate geçilmez. Mukallid(taklitçi) sembollerin
işaret ettiği gerçekleri fark etmediği gibi sarılıp, sahip çıkıp; masallamada
devam eder!
Sembollerden geçip ardındaki gerçekleri anlamaya çalışın ki , mukallidan sınıfından çıkma şansını elde edebilesiniz!
hf
Allah için yaşayan bedensel çıkarlarını düşünmez!.
Ama mukallit de bunu anlıyamaz!.
Ancak “insan” Allah için yaratılmıştır!.
İnsan akıllıdır; Allah için yaşar!.
Mukallit zekidir; bedensel zevk ve çıkarları için yaşar!.
Zeki mukallit akıllıyı değerlendiremez; çünkü herkesi en fazla kendisi
gibi bilir!.
Akılsız zeki, kısa vadeli düşünür ve dünya zevkleri veya çıkarları neyi
gerektiriyorsa onun için yaşar!. İstediği ya saygı görüp pohpohlanmaktır; ya
cinselliktir; ya da para!. Herkesi de kendi gibi sanır!.
Akıllı ise, sonsuzluğunu bilir ve Allah için yaşar!...
Birinci için amaç olanlar, ikinci için belki araçtır; belki de o bile
değil!.
Kendisinin akıllı olduğunu düşünenler Allah için Rasûlullah aynasına bir
baksınlar!.. Aynada sakal bıyık değil, amaç arasınlar!... Ne kadar
paylaşımları var Rasûlullah ile!.. O, ne için yaşadı, kendileri ne
için yaşıyorlar?... Fırsat buldukları anda oyun eğlenceye veya cinsidiğerle
sohbete koşarak zamanını değerlendirenlerle Rasûlullah uğraşısının ne kadar
uyumu var?..
Mukallit çevresinde birileri olmadan yaşayamaz!... İnsanların parasına,
saygısına, ilgisine muhtaçtır daima... Vaktini oyun-eğlence ile harcar!
Muhakkik olan “insan” ise bunlardan hiç birine muhtaç değildir!. Özünden
“Allah”a ermiştir ve O yeter kendisine!.. Sürekli “Allah”ı daha iyi tanımak
için yaşar!.
Muhakkikin tek kriteri vardır: KUR’ÂN!..
Kâh âfâktan okur; kâh enfüsten, kâh cilt içindeki sayfalardan!.
Mukallit, almak için yaşar... Muhakkik, vermek için yaşar!
Mukallit, sahip olmak ister... Muhakkik, paylaşmayı sever!.
Mukallit, dedikoduyla zamanını harcar... Muhakkik, ilimle vaktini
değerlendirir..
Mukallit, dışa dönüktür, insanları eleştirmekten başka bildiği yoktur..
Muhakkik ise, insanlar arasına yalnızca ilim öğrenmek-öğretmek için girer...
Mukallit, hoşgörüsüzdür... Muhakkik, hoşgörülüdür...
Mukallit, dünyada yaşar... Muhakkik, dünyaNIZda!...
Selâm olsun muhakiklere... Allah selamet versin mukallitlere,
dünyalarında mubarek olsunlar!
hf
“Korunma”nın Esasları!
Takva, imanın gereği olan fiiller ile ölümötesi yaşamın sıkıntı ve
azaplarından korunma hâlinin adıdır.
Karşılaşacağı bir tehlikeden korunma anlamınadır.
"TAKVA"yı kuvvetli bir
himayeye girerek korunmak, kendini iyi sakınıp korumak, şeklinde anlarız.
Böyle olunca "kendini koruma"nın esas iki düzeyi
sözkonusudur;
1-Hazreti Resûli Ekrem'in bildirdiği şekilde karşılaşılması mukadder
olan ölümötesi yaşamın sayısız tehlikelerine karşı zaruri "koruma"
tedbirleri.
2-Varlığında, özünde mevcut olan Allah’dan mahrum kalmaktan "korunma"
tedbirleri.
Korku kelimesi ile oluşturulan kuru bir duygu mu yoksa var olan ve
karşılaşılacak olan birtakım olaylar var ve bu olaylarla karşılaşmamak için
tedbir almanın zarûretini belirtmek bâbında mı kullanılıyor?
"Allah'tan ancak âlim olanlarınız korkar"
âyetiyle anlatılan nokta, ilmi olmayanın Allah'tan korkmayacağını,
açıklıyor demektir!..
Demek ki, ancak, belli bir ilim sahibi, Allah'tan korkar, bilinçli
olarak!.. Ve nitekim Hz. Rasûlullah Aleyhis-selâm ne diyor..?
"İçinizde en çok Allah'ı bilen benim ve en çok korkan da
benim"!..
Allah ismi ile işaret edilen evrensel ve ötesi, münezzeh varlığı, bir
"TANRI" gibi düşünmek şirktir!..
Böyle düşünemiyeceğimize göre; biz Allah’ın eserlerini düşüneceğiz; yani
ef’âl mertebesindeki oluşu!..
Demek ki ef’âl mertebesinde istikbalde öyle karşılaşılacak olaylar söz
konusu ki, bu olaylar bir mekanizma gibi gelişecektir.
"ŞÜPHESİZ Kİ ALLAH KANUNLARINDA DEĞİŞİKLİK OLMAZ"
âyetinde belirtildiği üzere, tabii olarak otomatik olarak çalışan
birmekanizma!..
Geleceğe dönük olayların nelere sebep olacağını idrak edersen, kendinin
o olaylara, sanki akan bir bandın üstüne bağlanmışın da, ilerdeki testereye
geldiğin zaman ortadan biçileceksin!..İşte böylesine bir âkibet var ve
böylesine bir âkibete, akışa karşılık, seni en çok seven kişi olan Allah
Rasûlü; sanki şöyle uyarıyor seni.
-Çok tehlikeli olaylara karşılaşacağın bir noktaya doğru
sürükleniyorsun, ne olursun bu tedbirleri al!.. Şu dünya oyun, eğlencesine
aldanma!.. Çevrendekilerle lâklâkla, dedikodu ile vakit geçirme; kendi iplerini
kopar, bu bantın üstünden ayrıl, bu testere seni kesmesin!..
-“Şüphesiz dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey
değildir. Şüphesiz malın, evlâtların vs. senin için birer fitnedir.”
-Bunlara kanıp da ömrünü boşa zâyi etme!.. Bu noktaya gidiyorsun!..
Karşılaşacağın olaylar böylesine mutlak, kesin ve acımasızdır!.. Öyle ise
bunlarla karşılaşmadan evvel tedbirini dünyada iken al!.. Başka yapacak bir şey
yok. O günde evlat anadan, karı kocadan kaçar"
İlâhi emirler ve yasaklar; bizim, tabiatımızdan huylarımızdan,
alışkanlıklarımızdan, şartlanmalarımızdan kopmayı öneriyor!.
Şurada, âni bir olay patlasa bile icâbında sağına soluna bakmadan kaçıp
kendini kurtarmaya bakıyorsun.
Bundan çok daha dehşetli bir olay, şu hadislerde anlatılan âhiret
manzarasını düşünelim ve bunun çok daha hafifi olanı anlatalım.
Evet, öldüğün andan itibaren, dünyadaki bütün alışkanlıklarının bütün
bağlarının ıztırabını çekmeye başlıyorsun. Çünki, zoraki olarak, onlar senden
uzaklaştırılmış!.. Ve bu ızdırab ne kadar devam ediyor?..
Ölçüsüz bir zaman!.. Zaman diye bir şey hissedemiyorsun ki!..
Dünyada
Ya kâbus ya rüyâ! Ta ki kıyâmet kopana, haşir olayı gerçekleşene kadar.
O andan itibaren, kıyâmet ile birlikte sanki dünyanın yuvarlak, şu
kürelik hali kaybolup gidiyor!.. Sanki, bir düz tepsi gibi oluyor!
Ve burada, bütün gelmiş geçmiş insanlar canlanıyor!.. Kalabalığı
düşünün!..
Ellibin kişinin, yüzbin kişinin toplandığı, ikiyüzbin kişinin toplandığı
bir kalabalığı düşünün. Düşünün ki gelmiş geçmiş milyarlarla insan bir yerde
toplanmış ve o toplandığı mahâlde; cehennem melekler tarafından çekilerek
getirilir ve dünyanın etrafını sarar!..
Bütün o topluluğu ve her taraftan saran cehennemin alevlerini düşün!..
Öyle bir alev dalgası ki, dünyayı su gibi eritecek olan bir alev!
-Herkes dünyada iken neye tapıyorsa onun peşinden gitsin"
deniyor!..
Orada herkes taptığının peşine gidecek gayri ihtiyari!.. O, zaten onunla
ünsiyet peydah etmiş!..
Herkes dünyada iken kimi, neyi seviyorsa tabiî olarak orada onunla
beraber!..
Ve kıldan ince, kılıçtan keskin köprü üzerinden, milyonlarla insan akıp
geçmeye başlıyacak. Kıldan ince kılıçtan keskin bir şeyin üzerinden milyonlarla
insan nasıl geçer.
Bu anlatım o geçilen mahallin ne kadar zorlu bir mahâl olduğunu anlatma,
târif sadedinde bir mecâzdir, teşbihtir, bir benzetmedir!..
Oradan geçiş gücü, yani herkesin nuru, bu dünyadaki çalışmalarından
meydana gelen enerjisi nisbetindedir.
-Yarabbi herkes geçti, ben niye en ağır kaldım? diyor.
-Senin amelin seni geri bıraktırdı! cevabını alıyor.
Senin bu dünyada iken eksik olan amelin, ibadetin, tatbikat
eksikliklerin, senin belli ruhâniyeti, belli nuraniyeti elde etmene mani
oluyor!..
Onun neticesinde tabii olarak orada güneşi geçemiyorsun!.. Kimsenin nuru
kimseye de fayda etmez.
Allah Rasûlü yetiş bana, falanca veli yetiş bana!..
Kimsenin nuru kimseye fayda etmez!.. Ve oradan, eksiklikleri kadar,
nuraniyetinin, enerjisinin eksikliği kadar ceheneme giriyor!..
Ne kadar cehenneme giriyor?..
Kendisindeki tabiât hükmü ne kadar ağırsa, alışkanlıkları, bağları,
duyguları ne kadar ağırsa, çoksa yoğunsa o kadar uzun süre orada yanıyor!.
Zira bizim zaman ölçülerimizle alakalı değil olay!.. Kömür gibi oluyor
ceset!.. Ancak abdest âzâları namaz âzâları yanmıyor. Ve bu yaşam sayısız
senelerle devam edip gidiyor!..
Şimdi sen tut de ki:
-Canım nasıl olsa neticede iman ettik cennete gireceğiz, burada
bildiğimiz gibi yaşayalım!..
Yaşıyorsun ama, her yaşadığın, attığın adımla, şuradaki 5 dakikalık, 5
senelik zevk için, oradaki sonsuz sürelerle kendini kayıtlıyorsun.
Bunu bırak; cennete girdin ya cennetin içindeki cennet ehlinin
arasındaki derece farkları!..
Eğer ki bir adam benim uçmak hoşuma gidiyor deyip de 30 saniyelik, 20
saniyelik düşüş zevki için kendini pencereden atsa, düşüp her tarafı kırılsa,
sen bu adama -akıllı’ mı dersin?.. Demezsin!..Ama 5 senelik, 10 senelik dünya
hayatı için, milyarlarca senelik geleceğini feda ediyorsun!..
Öyleyse bize düşen iş, bütün bunlardan ibret alıp, yiyip içip yaşayarak
ömrü tüketmek değil; tabiâtımızla mücadele etmek!..
Bu mücadeleyi etmediğimiz sürece kendimizi aldatmış oluruz.
Kim bu mücadeleye gerek yok, diyorsa, o maalesef kendini
aldatanlardandır!.. Terkîbi, onu o şekilde konuşturuyordur, o şekilde
yaşatıyordur!
İlmi yoktur, cahildir; geleceğe ait gerçekleri bilmez; konuşur!..
Ve biz de bu ilim bu gerçek varken; buna rağmen, onlara tabi olursak,
kendi kendimizi helâka sürüklemiş oluruz, kendi amelimizle kendi azabımızı
hazırlamış oluruz.
-
Bizde Tasavvufun lâfında kalmış kişilerde, Yunus’un dizeleri dilden dile
dolaşır. Yeriz, içeriz, zevk yaparız, arada biraz namaz kılarız, senede 1 ay
oruç tutarız, ondan sonra kendimizi tasavvuf ehli sanıp, deyip dilimize
dolarız.
"Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver sen onu,
Bana seni gerek seni."
Acaba öbür tarafta "Cennet" ve "Cehennemin"
dışında gidilecek üçüncü bir yer var mı?
Âhirete giden, kıyâmetten sonra iki yerden birinde olur muhakkak!.
Ya Cehenneme kalır, ya da Cennete gider!
Yani gidilecek yer, bu ikisidir!.. Kim olursa olsun!..
En alt noktadaki kişiden, en yüce noktadaki kişiye kadar hepsi de
mutlaka bu iki yerden birindedir!..
Senin Nebi’n Cennete gidecek; onun gittiği yeri
beğenmiyorsan, ben orayı istemiyorum, diyorsan, ona bir diyeceğim yok!.
Yalnız cennet içinde yaşayanların yaşamları farklı olacak.
Ben Cennette çok daha iyi yaşam istiyorum. Cennette Hz. Rasûlullah’ın
yaşamına ne ölçüde yaklaşabilirsem o ölçüde yaklaşabilmek istiyorum. Allâh’ı en
iyi tanıyanların tanımasıyla Allâh’ı tanıyıp o şekilde Cennette yaşamak
istiyorum dersen; başımın üstünde bu deyişin yeri var!..
Ama, bu mânâdan tamamıyla uzak bir şekilde, ben cenneti ne yapayım, ben
Allâh’ı istiyorum, demek saf bir hayalden, aldanıştan, cehaletten başka bir şey
değildir.
Çünki, Cennet var, Cehennem var bir de Cennet ve Cehennemin ötesinde
başka bir yerde Allâh var; böyle bir anlayış tümüyle ham hayaldir!..
hf
TANRI
İlâh, Mabud!
Tapınılacak bir varlık!
ÖTEDEKİ bir ma’bud,ilah!
Tapınılan varlık anlamına gelir..
Öğülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bunların karşılığında da kişiye
istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan
varlıktır TANRI!..
Yeryüzünde, ya da semâda bir yıldızda oturup, dünyayı ve dünya
üzerindeki insanları yöneten; onların işlerine kâh karışıp, kâh da onları
kendi hallerine bırakıp imtihan
Bu TANRI herkese bir diğerinin istek ve arzularına göre davranmak
zorundadır!?.. Aksi takdirde ilâhlığından şüphe edilir!...
Sen şunu yapmadın, Allah da seni şöyle yapacak” diye ahkâm kesilip;
herkes “kendi yarattığı, tasavvurundaki TANRISIYLA” karşısındakini
tehdit eder!.. Kendine dönük olarak da, çeşitli nimetler beklentisi içine
girilir, ne tür fiîller içinde olunursa olunsun.
Hayâline, mantığına ve şartlanmalarına uygun bir ilâhı kafanda
yaratıp ona “ALLAH” adını takmak; sonra da herkesi o kafanda yarattığın ilâha
göre yargılamak!
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu kafalarında tasavvur edip
gökte bir koltuğa oturttukları “TANRI”ya tapmaktadırlar.
Bu TANRI şu kadar ya da bu kadar büyüktür!.. Bazen insanların
işlerine karışır, bazen de onları kendi haline bırakır!!!.. Kimi zaman onları
sever, kimi zaman yaptıklarına üzülür ama bir türlü onlara müdahale de
edemez!.. Kâh kimilerinden hesab sorar; kâh da milyonlarla insanı katleden,
süründüren zâlimlere hiçbir şey yapmayıp onları seyreder!!!..
Bazen yahûdilerin ilâhı olur, bazan hıristiyanların, bazen
mecûsilerin, bazen diğerlerinin, bazen de hiçbirinin!...
Başlar sıkıştığında O’na sığınılır ve herkesin kendi zannına göre,
icâbeti beklenir; ancak ne yazık ki, çok kere istenen cevap alınmaz!!!.. Bu
defa da bu durum bir sebebe bağlanır.
Önce, “hayâlimizdeki TANRIYI” bir yana koyup, “Âlemlerin Rabbı ALLAH”ı
öğrenmek mecburiyetindeyiz!.. Aksi takdirde
cehaletimizin bize vereceği zararları şu dünya hayatında idrâk etmemize asla imkân
olmaz.
“TANRI”YA TAPINILIR; “ALLAH”A KULLUK EDİLİR!..
“İlâh”lık mefhumu yoktur!
Kur’ân ‘daki İLÂH anlatımı, insanları olayın Öz’üne yaklaştırmak
içindir!
İnsanlık, sayısız tanrılara tapma dönemlerinden, tek tanrıya tapma
dönemine kadar gelmiş; ve nihayet Efendimiz aleyhisselâm ile tebliği olunmuştur
ki; “tanrı yoktur sadece ALLAH vardır”.
İşte bu bakış, bu seyir içinde, insanlara tek varedici idrak ettirilmek
için bu hitap biçimine uygun bir surette, “ilâh”tan sözedilmiştir.
“Sizin ilâhınız”; yani, sizin o varsaydığınız “İlâh” var ya, işte o
“İlâh” “ALLAH”tır!... Yani, “ALLAH”ın, “İlâh-tanrı” olmasından değil; “ilâh-tanrı”
ismiyle, varsayımıyla, tasavvuruyla insanda varolan düşüncenin gerçeğinin
“ALLAH” olduğuna işaret edilmiştir.
Birinci anlayış kademesinde, “İlâh”ın “ALLAH” olduğu belirtilmek
istenmiştir...
İkinci anlayış derecesinde idrak edilmesi önemli konu ise, “ALLAH”ın
ne olduğunun farkedilerek; “ALLAH”ın “ilâh” olmaktan dahi münezzeh
olduğunun farkedilmesi ve idrakıdır...
Bu hususu çok iyi anlıyalım...
ALLAH’ın “ilâh” olduğunun anlatılması ayrı şeydir; insanların ilâh diye
düşündüğü varlığın gerçeğinin “ALLAH”
oluşunun vurgulanması ayrı şeydir!.
Bu iki kavram birbirinden doğu ile batı kadar uzaktır!.
Ötende bir tanrı olduğu sürece sen ona “ALLAH” ismini de versen,
bu sadece etiketlemedir!
İnsanların çoğu değil, tasavvufa girmiş olanların, “tarikattayım”
diyenlerin binde dokuzyüzdoksandokuzu ötesindeki tanrıya “ALLAH” etiketini
yapıştırıyor!.
En ilkelinden gelişmişine kadar hemen herkesin düşüncesinde
bir «TANRI» vardır...
Ona kızar, onu sever, onu yargılar; zaman zaman, yaptığı
yanlış(!) işleri yüzünden onu
itham eder; âdeta, O'nu yukarıda bir yıldızda ya da boşlukta oturmakta olan bir
tonton dede, ya da celâlli bir sultan gibi tahayyül
ederiz!..
Biraz daha geniş düşünenler ise, bu tahayyülümüzdeki «TANRI»nın
olamayacağını söyler ve «biz Tanrıya inanmıyoruz» derler; ki
ateist-Tanrıtanımaz olarak adlandırılırlar.
Oysa, ne Tanrıtanımazların (“ateistim” diyenlerin), ne de hayâlinde,
duyduklarına, şartlanmalarına göre bir TANRI tasavvur edenlerin, «Hz.
MUHAMMED'in açıkladığı ALLAH»tan hiç haberleri yoktur!
“Hz. MUHAMMED'İN açıkladığı ALLAH", ne demek?.Çıkış noktamız, Kur'ân-ı Kerîm'deki “İHLÂS
Sûresi”dir!..
Hani şu hepimizin «Kul: Hu vallahû AHAD» diye bildiği, fakat
derinleme mânâsının çoğunlukla farkında olmadığı sûre...
«Kur'ân'ın üçte birine denk» olarak bildirilen sûre...
Kur'ân-ı Kerîm'de «AKLA» son derece büyük önem verilmiş ve hep
akıl sahiplerine hitâp edilmiştir...
Aklını kullanamayanlar çok kınanmış, insanların aklını kullanarak
gerçekleri görmeleri talep edilmiştir.
Aklını kullanamayan, düşünebilme yeteneği olmayan, buna rağmen de
kendini aydın sanan bazı okuma-yazma öğrenmiş kişiler; gerçek beyin düzeylerini
ortaya koyan yazılarla, KUR'ÂN TANRISININ ilkeliğini vurgulayarak;
ateistliklerine dayanak bulmaya çalışmaktadırlar!.
Şâyet bir nebze izanları mevcut ise, elbette konuyu derinlemesine
araştırma gereğini duyacaklardır...
Bunu yapmazlar da, yanlış bilgiler üzerine kurdukları hayalî inkârlarına
devam ederlerse, elbette ki bunun neticelerine de katlanmak zorunda
kalacaklardır.
Esasen «tapınılan tanrıların» var olmadığını, ancak «ALLAH»tan söz edilebileceğini
vurgulayarak, din konusuna giren Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın, neyi
anlatmak istediği, günümüzde, maalesef, hemen hemen hiç anlaşılamamıştır!..
Batı dünyası, “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”i, daha önce
duydukları TANRI'nın, daha bir büyüğü gibi anlayarak, tamamıyla ters bir yönden
konuya yaklaşmakta; ve bu yüzden de gerçek hedeften çok uzaklara
rota çizmektedir!.
İslâm âlemi ise genel çizgileri ile, üzülerek ifade etmek zorundayım ki,
“Hz. MUHAMMED'İN açıkladığı ALLAH”ı
farketmeyip, âdeta bir GÖK TANRISINA imân eder haldedir!.
İşin şekil yönüne dair sayısız ve sınırsız tartışmalar, hadsiz hesapsız
uzayıp giderken; Din’in tamamiyle özü olan,”ALLAH”a imân ve Amentü'de
belirtilen hususlara imân konusu hiç ele alınmamakta; bu yüzden de sayısız
yanlışlar doğruymuşcasına
İslâm Dini'nin temelini «ALLAH» olgusu meydana getirir!
"Tapılacak TANRI yoktur, sadece ALLAH
vardır!.".
İşte, bu ifadeden, şu mânâ dahi çıkmaktadır:
«ALLAH, bir TANRI değildir!..»
Peki, öyle ise “ALLAH” nedir?..
İşte Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, vahyolan Kurân-ı Kerim ile «ALLAH
nedir?» sualinin cevabını açıklayarak; insanların TANRIYA tapmamasını
istemiş; onları, hayâlî TANRILARDAN boş yere meded ummak yüzünden,
geleceklerini tehlikeye atmamaları yolunda uyarmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'i bize tebliğ
Öyle ise bizim için önemli olan; şâyet ölümötesi yaşamı farkediyorsak, «ALLAH»ı tanımaya çalışmak; ve
ölümötesi yaşama, ne olduğunu anlayarak hazırlanmaktır...
Şâyet bu yolda bir çalışma yapmayıp, sadece dünyada bırakacağımız
şeylere dönük bir şekilde ömrümüzü harcarsak, bilelim ki
geçmişi asla telâfi edemeyeceğiz.
hf
Günahların en büyüğü nedir?..
"İnneş şirke lezulmün azîm"!..
"Şirk azîm zulümdür";
diyor âyet...Yani, "Allah"ı, tanrı
mesabesine koymak!... Şirk budur!...
"Sizin için korktuğum gizli şirktir, artık açık şirk olmaz
ümmetimde" diyor...
Öyle ise Tanrıya tapmak "kebâir"in ta
kendisidir!... Büyük günahların en başında gelen ve hepsinin kökenidir!...
Bütün günahların kökeninde de "Şirk-i hafi" yani "tanrıya
inanmak" yatar!...
"Ey iman edenler.... Allah'a iman edin"; âyetindeki
uyarı, Hz. Muhammed ve Kur'âna
imân, edip henüz Tanrı anlayışından kurtulmamış olan SAHÂBEYE
gelmişti.... Sahâbe, yani Allah
Rasûlü'nü gören(!)ler böyle olursa... Ya bizler?!....
hf
Bu arınmayı nasıl gerçekleştireceğiz?…
Allah’ın yaratmış olduğu içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemi ve onda
geçerli olan sistemi okumaya çalışarak!.
Öncelikle farkedecek ve idrak edeceğiz ki…
Algılamakta olduğumuz her şey, Allah’ın ilmi, dilemesi ve kudretiyle
meydana gelmektedir!. O’nun dilemesi dışında hiç bir birim hiç bir şey
dileyemez!. Hakîm olan olan Allah, her olayı bir hikmetle ve yerli yerinde
olarak oluşturmaktadır; biz onu yersiz veya yanlış olarak nitelendirsek dahi!.
Allah’ın muradı ne?… İkinci olarak bunu çok iyi anlamak zorundayız!..
Allah ismiyle işaret edilen ve Âlemlerde tasarruf sahibi olan Zât, her
an dilediğini tüm varlıklar adı altında ortaya koymaktadır; ve kendisine soru
sorabilecek, kendi dışında ikinci bir varlık da mevcut değildir!.
Yaratmış olduğu sistemde geçerli anayasadaki en başta gelen kanunlardan
biri, “güçlü olan kazanır”dır.
Güçlü kıldığı, daha güçlü ile karşılaşıncaya kadar kazanmaya devam
eder!.. Çünkü “Kudret” sıfatı vardır, “acz” sıfatı yoktur!.
Her varlığın gücü ilminden kaynaklanır.. Her varlık, aklı kadar ilim
sahibidir..
Her türün kendine özgü akıl düzeyi olduğu içindir ki, türler
birbirlerini akılsız sanırlar!. Her akıl, kendi kapsamı içindekini de,
dışındakini de “akılsız” nitelendirir!.
Oysa Allah, dilediklerinin oluşması için, her bir birimi, hangi amacını
gerçekleştirsin diye yaratmışsa, ona, bu amaca göre hakkettiklerini verir; ve
bu da “Allah’ın adaleti” denen şeyin ta kendisidir! Bu yüzdendir ki,
evrende, ne geçmişte ne de gelecekte gerçek anlamda zulüm kesinlikle mevcut
değildir!.
Herkes ve her birim yaratılış amacına göre hakkettiğini, her an
almaktadır!.
Öyle ise,
Aksi halde, “Kendi hevâsını tanrı edinini gördün mü?” âyetinin kapsamı
içinde yaşamak üzere ebedî yolculuğa çıkarız!
Tasavvuf kelimeleriyle yani mecaz yani işaret kelimeleriyle hayal
dünyanızda bir âlem kurup, sonra da onu deşifre etmek isterseniz, hiç bir yere
varamazsınız.
Düşüncenizin temelinde "ALLAH" laştırmaya çalıştığınız
"TANRINIZ" yattığı sürece hayal dünyanızdan çıkıp gerçeği
göremezsiniz!...
Öncelikle yapmanız zorunlu olan şey "düşüncelerinize kaynak teşkil
Biz bizi yaratanın, âlemlerimizi yaratanın zâti sıfatlarından,
sıfatlarından, velhâsıl bizim yaratılışımıza GÖRE bize açıkladıklarından
sözediyoruz... Oysa, "ALLAH" adıyla işaret edilen âlemlerden GANÎ
dir; yani âlemlerin varlığını borçlu olduğu onları var gösteren esma ve
sıfatlardan GANÎ dir!...
Besmele, "ismi Allah olan” diye başlamıyor
mu?...
İsim müsemmâyı ne kadar anlatır?...
hf
TANRILARIN GÜCÜ
(!) NEREDEN GELİYOR ?!
Neden bu kadar insan, mum yakıp adakta bulunuyor tanrılara, azizlere,
türbelere?
İnsanların bir çoğunun cevap aldığı bu kurabiyeler, hangi kuvvetle
varlıklarını devam ettiriyorlar?
Azizlere, türbelere mum yakanların bir kısmının muradı nasıl oluşuyor?
Allah, onlara hile mi (mekr) yapıyor?
Önce, isterseniz geçen haftalarda çıkan son iki yazının konusunu
hatırlayalım…
“Bâtın”ın, zâhirde gizli olduğunu… Sâfiyenin,
emmarede, kabın rengine göre açığa çıktığını… Tüm mertebelerin, aslında
tek bir mertebe olup; “Ganî” orijinin, zâhirin şekil ve kalıbına
büründüğünü…
Güneş ışığının tek renk olmasına rağmen, prizmayla çok renkliliğinin
açığa çıkması gibi; sâfiyenin de, alt bilinç tezahürlerinde renklenmesi
olayını…
Elektriğin, ampulün camının renginde görünmesini… ve dahi ortaya koymak
istediğini ortaya koyduğunu… anlatmıştık!.
Bunları göz önünde tutarak eğilelim konuya…
Âhrete geçmiş olanların gavs mertebesi düzeyindekileri bir yana
koyarsak… Diğerlerinin de bu yaşama müdahale etme kuvveleri olmadığını
hatırlarsak…
Oraya gidip dilekte bulunan kişinin dileğine kim icabet etmektedir? Ki,
böylece o kişinin arzusu yerine gelmekte?
Bundan önceki iki yazıda, hükmün nereden ve nasıl geldiğinden söz
etmiştik… Anlatmaya çalışmıştık ki…
Dışarıdan değil, senden! Varlığından açığa çıkan her şey, “sen”den
kaynaklanıyor!.
Allah,
Başaramıyorsan, nedenini kendinde ara!. Gerçekten, tüm kalbinle istesen,
o şeyin oluşmamasına engel ancak takdir olabilir!.
Evet bunu da anladıysak…
Sanırım, “kurabiyedeki güç kaynağı” çıktı ortaya!.
“Sen”deki Allah’ın yaratıcılığı!.
Yöneliyorsun, vereceğine İNANÇLI olarak diliyorsun;
oluşması için himmetini o konu üzerinde topluyorsun ve öylece talep
ediyorsun… Dileğin oluyor!.
Kurabiyen
Putuna yaktığın mum; türbeye bağladığın çaput; adadığın horoz ya da
kurban, senin dileğini yerine getirdi sanıyorsun!. Alnındaki gözlüğü sokakta
arıyorsun!. Oysa o şey, senin konsantrasyon objen!
Anlatılanları anlamıyorsan, durum kötü!…
Anlamadığını da anlayamıyorsan, işte o zaman durum, vahim!.
Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir!.
Başrolünde sen varsın oyununun!.
Daima sen dürüstsündür, değerlerine GÖRE; başkaları eğri!.
Zannındaki göresel doğrularla
perdelenirsin, anlayışının sınırlılığı yüzünden; ama bakarsın ki bir gün, senin
eğriler çok iyi bir yerde; şaşarsın!. Nereden çıktı bu, diye…
Eleştirmezsin kendini, niye bu bana böyle yaptı veya böyle
göründü, diye; gördüğüne, davranışına göre hüküm verip suçlarsın karşındakini;
aklarsın kendini!..
Oysa, ortaya koyduğun davranış karşılaştırmıştır seni, o hoşuna
gitmeyenle!.
İdrakında güneş tutulmuş; karanlıkta, yanlış değerlendirmeler yapmış;
sonucunda bunlarla karşılaşmışındır!.
“Ararsan kendinde ara; her ne var ise, kendinde var!” diyen Zâtın bu işareti, neye idi acaba? “Karşılaştığını oluşturan
sensin” de var mı ki bu uyarıda?
Oyununun baş rolünde sen varsan; kaderini yaşıyorsan; başına
gelenleri, bâtınından çıkarttıklarınla davet ediyorsan… Kurabiyelerini
üretip, kâh o kurabiyelerden medet umup; kâh yiyorsan; bazen de elinle
yaptığın kurabiye sert gelip dişini kırıyorsa; kime ne şikâyet hakkın
olabilir ki?
Anlayışı sınırlıya
anlatmada zorlandığım şu…
Sen kendi oyununun baş aktörü veya aktristisin!… Sen, oyun bitince tek
başına sahneden ayrılacak, tek başına gideceksin kulübene ya da sarayına!… Sahnede
kalacak, orada oyunda sahip oldukların!
Kendini yetiştirmek için varsın bu dünyada… Kurabiyelerle, manitu para
ya da seksle oyalanmak senin kârın değil!. Tapınmaktan vazgeç artık,
manitupara’ya; ya da, manitusekse!
Boğulmak üzeresin suda; sana el uzatanı beğenmeyip, vermiyorsun elini!.
Kurtulmak istiyorsan, vereceksin elini!. Al elimi, diyeni beklersen, bulursun
bu arada ölümü!
İnsan gençken bir deli kanlı oluyor sakin ve objektif düşünemiyor!..
Yaşlanınca da akıl gücünü kaybediyor, tüm yaşamı boyunca
bağlandıklarından kopup, gerçekçi değerlendirme yapamıyor!..
Muhasebe yeteneğini kaybediyor; değerlendirmeleri alt-üst oluyor; ne
için yaşadığını unutuyor; hedefi, semânın krallığı olmak yerine,
yeryüzü sultanlığı oluyor!. Başlıyor insanlarla didişmeye!
Oysa, bâtılı seçen, kendi seçmiştir!. Ve sen, bâtıl için yaratılmışsa,
mücadeleyle onu asla kurtaramazsın!. Talebi yalnızca odur onun!
Rasûller ve onların yolundan gidenler, asla insanlarla didişmezler
ve mücadele etmezler!. Onlar, yaşamlarını korumak zorunda kalmadıkça kimseyle
de savaşmamışlardır! Çünkü bilirler ki, herkes ne için yaratılmışsa, ona o
kolaylaşacak ve o yolu seçecektir!. Bunun içindir ki Rasûller
yalnızca tebliğ ile görevlidirler; onların yolarından gidenler de!… Ama
onlardan öğrendiklerini dünya sultanlığı için kullananlar da elbette ki
çıkar!
Dostlarım bilelim ki biz Allah için yaratıldık!.
Kurabiyelerden medet ummayı bırakıp, kendimizdekini fark edelim; ve O’nu
idrak edip, gereğini yaşamaya çalışalım ..
Dostumuz, bizi enfüsümüzdekine yönlendiren, onu anlatan ve yolunu
gösterendir.
Düşmanımız, bizi çokluk mücadelesine sürükleyip, ömrümüzü dedikodu,
gıybet gayyâsında tüketendir.
Gününüzün ne kadarı ulaşmayı çok istediğiniz hedefe dönük uğraşı ile
değerleniyor?…
Gününüzün ne kadarı, yarınki hayatta sizin için bir değer ifade
etmeyecek kişi veya nesnelerin laklakası ile tükeniyor?
Sohbet ehliyseniz,
sözünüz ilim olsun, dedikodu değil!
Dostum tekrar ediyorum…
Kurabiyenin kuvvesi senin inancından
geliyor!.
O kuvveyi kurabiyeye vermek yerine hedefine ulaşmak için kullanırsan,
semânın krallığına erersin.
Bâtınındaki Allah’a iman et
ve ona göre yaşa!
hf
Soruyorlar:
-Deprem tanrının cezalandırması mı?
Tanrılarından
cezalarını bulmuşlar; farkına belki öte boyutta varacaklar!.
Allah sistem ve düzeni ezelde yaratılmış ve dilendiği şekilde uygulanmaya
koyulmuştur!. Kimse bu sistem ve düzenin dışına çıkamaz ve bir yaprağı bile
oynatamaz o sisteme karşı!.
Herkes eliyle veya diliyle yaptığının sonuçlarını yaşayacaktır!.
Sarımsak yiyenin ağzı gül kokmazmış!
Herkes amellerinin karşılığını alacak; paylaşımı kadarıyla paylaştıklarıyla
beraber olacaktır!.
Galaksideki iğne ucu yerini farketmeyen ülke tanrıları kendi kullarıyla
birlikte hakkettiklerini alacaklardır... Yaşlar da arada yanacaktır!
hf
"Tapınma"; bir birimin, var sandığı bir «tanrıya»
özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde
prestij etmesi ve ondan birşeyler ummasıdır.
«Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır...
"TANRI"YA
TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..
Tanrınıza tapınıyorsanız, bilin ki, yaşadığınız cehennem bunun
sonucudur...
Tanrıya tapınanın cehennemden çıkması mümkün değildir; tanrısına
tapımaya tövbe etmedikçe!...
hf
Tarikat safhası, kişinin şekilden öze, oluşların- fiillerin
ardındaki sır ve sebepleri keşfetmeye geçiş safhasıdır.
Tarikat düzeyindeki kişi, neyin neden nasıl ne şekilde oluştuğunu
araştırmaya başlar... Buradaki mânâsıyla tarikatı, meselâ; nakşibendîlik,
kâdirilik rufâilik gibi anlamayalım. Burada bahsedilen tarikat, fiilin veya
şekilin ardını araştırma safhası olarak anlatılmaktadır.
Allah'ı bilmek, bulmak ve O'nunla olmak için tek bir târikat vardır, tek
bir yol vardır; o yol da Efendimiz Rasûlullah salla'lâhu aleyhi ve sellemin
yoludur!..
TARİKAT SEYRİ
Madde dünyasında-fiiller boyutunda yapılması gereken çalışmaları
yaptıktan sonra bir kişi, kendisinde meydana gelen uyanıklık ile konunun
derinliklerini araştırma gereğini duyar.
Varlığın aslını-özünü-hakikatı-kendisinin ve gördüklerinin neden, nasıl
ve hangi gaye ile meydana geldiğini araştırarak yukarıda bahsedildiği üzere
tarikat çalışmalarına başlar. Ve böylece melekût âleminin inceliklerine
sırlarına nüfuz eder.
Melekût âlemine nüfuz
İşte bu seyre “tarikat seyri” denilir.
hf
“Tasarruf”, dediğimiz şey, görevli velilerin, yapılar üzerinde,
onları diledikleri tarza yönlendirme özelliğidir.
Her hangi bir velinin görevi gereği olarak, kendi emrine verilmiş
melekleri veya cinleri kullanarak her hangi bir olayı oluşturmasıdır... Görevi
gereği, emrindeki melek veya cinleri kullanarak o olayı oluşturması, “tasarruf”
denen şeydir.
Tasarruf, sadece görevli velilere has bir olaydır...
Tasarruf eden bu tasarrufunun
farkındadır, değil mi, diye sorulursa...
Farkındadır tabii!. Farkında olmadan yapıyorsa, o tasarruf değildir!
Zaten, görevli veliler, genellikle tasarruf sahibidirler ve
farkındadırlar yaptıklarının...
Tasarruf, kelimesi ile kastedilen şey
genelde anlamı iyi bilinmediği için “nüfuz” ile karıştırılarak aynı şeymiş gibi
anlaşılır..
hf
Tasavvuf, dinin temelindeki düşünsel tabandır!. İman nuruna
dayanan bir tarzdaki çalışmalar bütünüdür.
Bugünkü tarikat uygulamalarıyla, gerçek mürşid-tâlip uygulamasının isim
benzerliğinden başka uyar tarafı yoktur kanaatime göre!...
Teslimiyet, körü körüne denileni yap diye anlaşılıyor ki günümüzde, bana
göre bu anlayış da yanlıştır... İnsan beynini, aklını, en geniş şekilde
kullanarak ancak hedefine varabilir...
Teslimiyet demek; kişinin kendisini İLME, İRFANA teslim etmesi
demektir... Ayakkabı boyayıp, havlu tutmaya demek değil; anlayışındayım...
bilmem yeterince açıklayabildim mi?
İşte bu sebepledir ki, bu incelikleri kavramış olan geçmişteki pekçok
hakikata ermiş zatlar, "Tasavvuf" denilen öğretiyi
oluşturmuşlardır.
"Eğer, varsayımın olan varlığından, benliğinden tümüyle kurtularak "nefs"ini
tanımak istiyorsan, teslim ol; kendinden kurtul, Allah`a er!."
Demişlerdir..
"İnsan"ların kendi
hakikatlarını tanıma yolunda yaptıkları çalışmalar Dindeki mistisizm’i meydana
getirmiştir..
İşte Tasavvuf da insanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama
konusundaki çalışmaları esas alır.
Tasavvufun gayesi,
kişinin, kendini meydana getiren bu Esmâ-i ilâhi’yi tanıması, bilmesi ve bunu
gereğini yaşayabilmesi hali ve bu yolda yapılan çalışmalardır, kişinin Allah'ı
bilmesi; Allah indinde ve ilminde "yok"luğunu hissedip
yaşaması; ve nihayet "Allah ismiyle işaret olunan BÂKÎ"dir
hükmünün tesbit olmasıdır.
Tasavvuf çalışmalarının temeli;
şirki hafiden kurtulup, başını nereye döndürsen, yani ne yöne bakış atsan
TEK'liği görebilmek içindir...
Bir kişi tasavvufa yani iman nurunu esas alan çalışmalara
dayanmadan, kendindeki şartlanmaları ortadan kaldırabilr...
İşte "tasavvuf" çalışmaları ve terbiyesinin çok önemli bir
amacı da insanı bu en büyük belâdan; perdelilikten korumaktır...
Bu yüzdendir ki "tasavvuf" en değerli konudur!.
Konuya açıklamalar getiren bazı âyetler ile Rasûlullah Aleyhisselâm’ın
açıklamaları var ki, bunlar düşünce sistemimizin ana nirengi noktaları.
"ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH`TI"...
"Ve insanların bir kısmı, "B" harfinin işaret
ettiği sır kapsamında olarak Allah`a, ve gene "B" harfinin işaret
ettiği sır kapsamında olarak âhirete iman ettiklerini söylerler; oysa onlar
"B" harfinin sırrını anlamış olarak İMAN ETMEMİŞLERDİR.." (2-8)
"Ey İMAN edenler, iMAN EDİN "B" harfindeki anlam
itibariyle ALLAH`a!.." (4-136) (1)
"TAHKİKİ İMAN" hâli de diyebileceğimiz
"TASAVVUF" çalışmalarına yön veren uyarı âyetlerinin başında bu iki
âyet gelir..
Bu iki âyetin işaret ettiği mânâyı iyi anlayabilmek için de elbette
genel anlamıyla İslam Dini’nin bize getirmiş olduğu düşünce sistemini
farketmek gerekir...
İyi ahlâk, yasaklardan kaçınmak, ibadet; tasavvufun değil ,şeriatın konusudur!..
Tasavvuf, şeriatla ilgili bu hususların
üzerine bina edilen "VAHDET SIRRINA ERMEK" amacına yönelik
çalışmalar ile başlar!
İslamın düşünce sistemi ve yaşamı olan "Tasavvuf"un belli başlı prensipleri vardır.
Tasavvuf, aklı başında – şuurlu - yüksek tefekkür gücü olan üstün
istidat ve kabiliyetli insanların konusudur!
Ağzından çıkanı kulağı duymayan mecnunların, psikiyatrik vakaların
tasavvufla, hele hele Allah`a erme gibi fevkalade muazzam kesinlikle bir ilgisi
olamaz!..
"Nefs"i bilme; "Rabbı" bilme; "Melik"i
bilme; "Allah"ı bilme; "marifetullahı" bilme; Allah`ın tüm
varlıkta yürürlükte olan sistemini müşahede etme gibi sayısız ilimleri
kapsamak, "akl-ı kül" işidir en azından!..
Bütün bunlar, deli divanelike, meczuplukla olmaz; şuurla olur!. Hem de
çok üst düzeyde bilinçle..
Bir takım adamlar görüyoruz ortalıkta, başıbozuk dolaşıyorlar!.. Bir
takım düzensiz, şuursuz, saçma laflar ediyorlar!.. Biz de bunlara, Vahdet`i
yaşıyorlar meczuplar, hakikatı yaşıyorlar, bilmem neyi yaşıyorlar diye nazar
ediyoruz... Hiç alâkası yok!.
Mantıksal bütünlükten yoksun konuşmalar yapan Hakikat ehli yoktur!.
Zira Vahdet olayı, tamamiyle bir basiret, bir şuur olayı!...
Nerede bir basiret- bir şuur olayı, nerede bir deli saçması!...
Düşünün ki bir "Ben Hakk`ım" diyor, sonra ondan
vazgeçiyor, dönüyor, "Ben basit, aciz bir kulum, ben bilmem neyim"
diyor... Bunlar şuurlu ifadeler değil!..
Şuurunu, bütünüyle, aşırı şekilde bu
konuya, teksif etmekten dolayı, bu kişiye halkın “deli” demesi; delicesine bir
çalışma içinde olduğu mânâsındadır!. Yoksa; sistemsiz -saçma sapan şeyler
söylemek değildir, “delilik”ten murad...
Bir kişi bu işin böyle olduğuna inanır, iman ederse; bunu böylesine
yaşayabilmek için, bedenselliğinden – huylarından- şartlanmalarından kopabilmek
amacıyla yoğun bir takım çalışmalara girerse; herkesin genel anlayışına ters
düşen bu çalışmalara girmesi dolayısiyle de millet ona "deli"
der.
-Yahu bu adam deli. Bunu terketti, şunu terketti" vesaire derler..
Ama, halkın ona deli demeleri, deli olduğu anlamına gelmez!. Nitekim, Rasûlullah
aleyhisselâm’a dahi deli demişlerdir, mecnun demişlerdir..
Esasen, Tasavvuf bütünüyle "gizli şirk"in
ortadan kalkması; gizli şirki doğuran, zannındaki "Ben varım"
şartlanmasının kalkması çalışmalarından başka bir şey değildir.
Seyri sülûkta yani tasavvuf çalışmalarının bir yoldan
yapılması halinde kişi şu yedi mertebeyi aşar:
1-Ruhu cüz`isinin ne olduğunu bilir
2-Aklı ve muhakemesini farkedip, düşünerek harekete başlar
3-Aklının Akl-ı Külli olduğunu farkedip; ruhunun Ruh-u A`zamla
kâim olduğunu; nefs`inin Nefs-i Küll`den geldiğini hisseder.
4-Hepsinin Zât`ta fâni olduğunu müşahede eder ve neticesini
yaşar. (Cem makamıdır)
5-"İbn-ül Vakt" olduğunun bilincindedir. (Vahdeti
vücûd - Ene`l Hak hâlidir) (Fenâ Fillah)
6-"Ebû`l Vakt" diye işaret edilen kemâlât ile yaşar. (Vahdeti
Şuhud) (Bakâ Billah) (fark bölümüdür)
7-"Fakr" = mahvı küll = Hiçlik (Vahidiyet mertebesidir)
hf
Nedir birbirinden farkları?...
Tasavvuf dinin temelindeki düşünsel
tabandır!. Dolayısıyla biz bu olaya daha geniş kapsamlı olarak "Din ve
Felsefe" diye yaklaşalım isterseniz..
Din ile felsefe arasındaki en önemli
fark şudur:
Dinin esası "iman" nuruna dayanır!.
"İman" nuru olmayan
kişi ne kadar akıllı olursa olsun hidayete eremez.Yani Şironun güçlü
tesirlerinden nasip almamışsa, Uranüsün üstün akıl özelliklerine sahiptir,
fakat felsefeci kafası vardır.
Maddi değerlerden arınmış, maddeötesi değerlerle meşguldür; ancak
felsefede kalmıştır. Buna eskiler işte iman nurundan mahrum kaldığı için
felsefecidir derler... Söz doğrudur.
Felsefe iman nurunu esas
almaksızın, sırf akıl gücü ile yapılan çalışmalardır.
Felsefe, görülenden
yola çıkarak, varlığın – yaşamın- yaşam içinde insanın yerinin ve
davranış kökeninin tesbit edilebilmesi çalışmalarını yapar.. Bilgiye, görgüye,
kültüre, ilme dayanır yani zâhirde mevcut beş duyuyla algılanan donelere
dayanır.
Din ise görülmeyenden
yola çıkarak, görülmeyenin verilerine dayanarak görülenlerin deşifre
edilmesi sistemine dayanır. Zira dini vahiy esasına dayanarak bildiren
Nebi’dir.
Nebi normal göz ile, beş duyu ile algılanamayan bir biçimde
algıladıklarını esas alarak, onlara dayalı bir biçimde görülenleri deşifre edip
değerlendirme sistemini getirmiştir. Bu ikisi arasında uçurum vardır; çünkü
gördüklerin, göremediklerin yanında nedir?.. bir hiç!. Sonsuzda bir hiç!.
Bu yüzdendir ki felsefe her halükârda yanılmaya mahkumdur.
Gördüğüne göre bir sonuç çıkaracak; ama göremediği bir başka esasın
yanında o sonuç değerini yitirecek hiç olacak..
Buna karşılık din görülmeyen gerçekleri de esas alan bir biçimde
varlığı değerlendirme yoluna gidecek; bunun neticesinde gerçek değerler idrak
edilebilecektir. Onun içindir ki felsefe eldeki mevcut bilgilere dayalı
bir sistemdir; değerleri de ele geçenlere GÖREdir; yani izâfidir!
Din (sistem) ise başlangıça
kolaylıkla kavranamıyacağı için, imana dayalı bir sistemdir... Ama yanlış
anlamayalım, “din imana dayalı bir sistemdir” derken, burada imanla iş biter
anlamında kilitlenmiyelim!
İmandan gaye ameldir!.
Bir şeyler yapmaktır!... Bir şeyler yapmak için de önce onun yapılmasına
iman etmek lazımdır.
İman etmek görülmeyene olur; görülen şeye iman olmaz!.. Gördüğün
bir şey için, iman ediyor musun, denmez.. Zaten onu görüyorsun, bu
yüzden burada iman söz konusu olamaz..
İman görülmeyene olur.. Görülmeyene iman
etmek suretiyle, o görülmeyenin yapısal özelliklerine, yapısına, tarzına,
sistemine, şekline göre gerektiği gibi fiiller ortaya konulur. Yani,
görülemeyen gerçeklere dayalı bir şekilde çalışmalar yaparak, varlığın sırrına,
aslına, orijinine ermektir “Din”..
Felsefe ise eldeki mevcut doneleri
değerlendirmek suretiyle varlığın yapısını ve sistemini çözmeye çalışmayı ve
bunların içinde insanın yerini tesbit etmeyi hedef almıştır.
Felsefe ile din arasındaki farkın muazzamlığı apaçık ortada değil
mi?..
Beş milyon veya beş milyar ile sonsuz arasındaki fark ne ise; felsefe
ile din arasındaki farkta budur işte !...
Felsefede çeşitli bilgileri alıp
değerlendirmek suretiyle belli bir dünya görüşüne sahip olabilir; bununla
beraber dilediğin gibi yaşayabilirsin...
Buna karşılık dinde ise, bir takım çalışmalar yapma zorunluluğu
söz konusudur; bu zorunluluğu ise idrakın veya imanın oluşturur.
Çünkü, Din
Gelecekte senin için şöyle şöyle bir yaşam söz konusu...
Bu yaşamın üzüntü ve sıkıntılarından kurtulmak; güzelliklerini yaşamak
istiyorsan, bunun için şu tarz çalışmalar ve davranışlar ortaya koymak
zorundasın!. Aksi takdirde o hedefe ulaşabilmen mümkün değildir!.
Evet, Din bunu söylüyor!.
Öyle ise dinde esas mesele, "iman" edilen
konularda yapılması gereken çalışmalardır... Yani, imandan öte, esas
olay, inancın sonucu olan ameldir, yani fiillerdir...
Zira, sadece "iman ettim" demek yeterli olmayıp; önemli
olan, o imana dayalı hususlarda belli fiilleri ortaya koymaktır!.
Âyet-i Kerimede ne deniyor:
"İMAN EDİP, KURTULUŞA ERDİRECEK OLAN FİİLLERİ TATBİK
EDERLER"
"İNSAN İÇİN KENDİ ÇALIŞMALARININ SONUCUNDAN BAŞKA BİRŞEY
SÖZKONUSU DEĞİLDİR"
İnsan daima kendisinden çıkan fiillerin sonuçlarıyla
karşılaşacaktır!.
Her aşamada yaptıklarının neticeleri, bir sonraki aşamada o kişi için
otomatik olarak oluşmaktadır..
hf
Velilerin yaptığı tayy-i mekân" iki türlüdür ;
1-Birinci tür "tayy-i mekân"da; bir veli
bedenini bırakıp, ruh olarak her hangi bir yere gider; ve orada ruh, bir madde
görüntüsü verir bir hâlde görünebilir.
Hızır Aleyhisselâm’ın günümüzdeki
yaşamı bunun benzeridir.. Hızır Aleyhisselâm, madde boyutundaki
biyolojik bedenden, "berzah" denilen dalgasal boyutun ışınsal
beden yaşamına geçmiş olmasına rağmen; istediği zaman, bu ışınsal bedenini yani
"ruh"unu, biyolojik bedene dönüştürerek dünyamızda yeralmaktadır..
Kısa bir süre sonra dünyamıza geri gelecek olan İSA Aleyhisselâm da, halen ışınsal bedeniyle dalga boyutta yaşamaktadır!. Bir
süre sonra Allah`ın hükmü ve iradesiyle bu ışınsal bedeni yoğunlaşarak,
biyolojik beden şekline dönüşecek ve böylece dünyamızda yerini alacaktır..
Bunları niye anlatıyorum...
Bilelim ki ışınsal bedenin, biyolojik bedene dönüşmesi mümkündür; Allah`ın
dilediği hâllerde, dilediği kişiler için!... Mümkün olan bir şeyin de Allah`ın
dilediği bu kişiler için gerçekleşmesi son derece kolaydır!.
2-İkinci tür "tayy-ı mekân"da,
beden, ruh gücünün oluşturduğu bir koruyucu manyetik alan içine girer,
yani çevresinde koruyucu bir manyetik alan oluşur. Bu koruyucu manyetik alan,
yüksek hızın getireceği zararları keser!. Çünkü aşırı hıza bu vücut, normal
şartlarda dayanamaz!. Fakat O Zât, belli ruh kuvvetiyle
çevresinde belli bir koruyucu alan meydana getirir ve o hız ona zarar vermeden
istediği yere gider.
hf
“Tecdid”i, yeniyi ortaya koymak gibi anlıyorum ben,
“fiy halkın cedîd”den gelen bir şekilde; “eskiyi yeniden”
ortaya getirmek olarak değil.
Yenileri, eskiyle değerlendirdiğimiz için de, otomatik olarak geçmişin
hayâl dünyasında yaşıyor; yarın, geçmiştekinin değişik elbiselisini
göreceğimizi tasavvur ediyoruz!.
Dünyayı da böyle değerlendiriyoruz, Dini de, tasavvufu da, evliyayı da!…
Oysa, dün, ders almak; o dersle, yeniyi değerlendirmek için
gereklidir; geri gidilmek ve yaşanmışı tekrar yaşamak için değil!. Bu Allah’ın
sistem ve düzenine aykırıdır!.
Mevlâna Celâleddin'in çok sevdiğim şu
beyti, önemli bir gerçeği vurgular...
"Dünle beraber gitti ne kadar söz varsa düne ait, cancağızım;
Bugün artık yeni şeyler söylemek lâzım!.."
Bu ifade, "müslümanlık" anlayışı ile ilgilidir; "İslâm
Dini" ile değil!.
Daha önce de çok açık bir şekilde vurguladığım gibi, "İslâm Dini"
zamanüstü evrensel sistem ve düzendir Allah indindeki.
Bütün Rasûller bu zamanüstü evrensel sistem ve düzeni, kendi
toplumlarına, anlayabilecekleri değişik şekillerde açıklamışlar; bundan da
çeşitli kavim veya Rasûl adına göre değişik dinler varmış zannı
doğmuştur!..
"Sünnetullah" denilen, zamanüstü evrensel sistem ve
düzen asla yenilenmez ve değişmez!. Dünya varolmadan ne ise, bugün de odur;
kıyâmetten sonra da aynıdır!.
Yenilenme; anlayışta, yorumda
olur!.. Yani, müslümanlık anlayışında, "Din"i
değerlendirmede olur ;Sistemde değil!. Zirâ, zaman değiştikçe insanların
kavrayışları geliştikçe; ilim, irfan, teknoloji, fen ilerledikçe "İslâm
Dini"ni değerlendirme de o nisbette değişir!.. Dün, sebebi
anlaşılamadığı için inkâr edilen pek çok şeyin, bugün sistem ve düzen sonucu
önerilmiş çok önemli ve zorunlu bir şart olduğu farkedilir!..
İşte bu, insanların "İslâm Din"ini anlayışlarının, yani
"müslümanlığın" yenilenmesidir; "DİN"in
değil!.
Mevlâna Celâleddin'in söylediği de "Din"in,
günün getirdikleri ışığında yeniden değerlendirilmesi; ve geçmişte kıymeti
anlaşılmayan bir çok hususun değerinin farkedilmesidir! Bu yapılmadığı
takdirde, Din anlayışımızı asırlarca önceki insanların şartlarının getirdiği
kozayla kayıtlamış; pek çok konuda ilerlememize rağmen, "DİN"i
anlamada ve değerlendirmede kendimizi geri kalmaya mahkûm etmiş oluruz!. "Dün"
kozasından çıkıp, öze eremeyiz!.
Her hicri yüz yılın başında gelen "Müceddid"ler yani
"yenileyici"ler vardır. Çünkü her yüz yılda bir, dünyanın
şartları değişir.
Dünya`nın genel şartları değiştiği için, o günün şartlarına göre, Din`i
tecdit etmek = değişen anlayışa ve toplumun gelişmelerine göre Dini yeniden
yorumlama ve açıklama gerekir.
Dini tecdit ederken yapılan iş, Din`de
yeni şartlar getirmek değil; Dini, o günün şartlarına, anlayışına göre
anlatmaktır.işte bunu, 100 yılda bir gelen "Müceddit"ler
yapar...
Oysa olayın ilerleme doğrultusunda olması gerektiğine dair Allah
Rasûlü’nün bir işareti de vardır... Bu konuda şöyle buyurur:
"Allah her yüzyılın başında bir müceddit gönderir; dini
anlayışı yeniler!"
Bu işaret dahi, görüldüğü üzere, belli aralıklarla, o günün
şartları içinde "Din"de yeniden değerlendirme yapmanın
gerekliliğini göstermektedir!.
Şimdi burada anlaşılması ve yapılması gereken şey şudur.. "DİN"de
reform, olmaz, çünkü "Din"e form veren Allah`tır! Ancak
"Din"i anlama ve değerlendirmede yeni bir çalışma; diyebiliriz!.
Yaşam sürekli yenileniyor!
Peki...”yaşam yenileniyor”... Yenileyen kim?..
Yaratan!
Yaşamda zâhir dünyasına ait olan herşey yenileniyor da bâtın
dünyasına ait olanlar olduğu gibi mi kalıyor?...
HAYIR!
Allah “Yenilensin !” hükmünü verdiği anda zâhiri de
bâtını da her şeyi yeniliyor.
Zâhir dünyasında nasıl birtakım şeyler çok büyük bir
hızla değişime- dönüşüme uğruyorsa, bâtın dünyasında da aynı hızla
birçok şeyler değişime-dönüşüme uğruyor. Ama değişmeyen şeylerde var.
Değişmeyen şey nedir?..
”Allah’ın sistemi ve düzeni!
“Allah’ın sistemi ve düzeni asla değişmez”- (48-23)
Anlayış ve değerlendirmede yenilenme var ama İlâhi
Sistem ve düzende yenilenme yok!
Mikro boyuttan makro boyuta kadar geçerli bir düzen ve sistem var! Bu
geçerli sistem ve düzen 10 bin yıl evvel de böyleydi,1 milyon yıl evvelde
böyleydi, 10 bin yıl sonra da yine böyle...
Bilimin gelişmesi ; mecaz yollu insanlara anlatılmaya çalışılan
“din”in hikmetlerinin anlaşılmasına vesile olmuştur.
İnsanların anlayışı,basireti gelişmiş, ilimle anlayışlar
yenilenmiş ve dolayısıyle de günümüzde insanlar dinin geliş
hikmetlerini anlamaya başlamışlardır...
Kime göre? ..
Benim anlayışıma göre... Gerçekten böyle olabilir de, olmayabilir
de...Ama benim anlayışıma göre böyle!
Allah bize değişmez sistemini Nebi ve Rasûlleri aracılığıyla bildirmiş.
En kapsamlı açıklamayı da Allah Rasûlü Hz.Muhammed Mustafa S.A.V
yapmış Allah’ın bu sistem ve düzeni hakkında.
Allah bizim dışımızda-ötemizde bir tanrı değil!
Artık bunu çoğunuz, pek çoğunuz biliyorsunuz.
hf
«Tecellî»; görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda
kullanılır... Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan iki
ayrı varlıktır...
Halbuki biliyoruz ki, var olan “TEK’tir ve olup biten her şey
O “TEK”te olup bitmektedir!..
Bu durumda “O”nun «tecellî»sinden söz edebilir mi?.. Düşünebildiğimiz ve
düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi
varolduğuna göre. ALLAH’IN TECELLÎSİ DE OLMAZ!..
«Tecellî» kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir
kelimedir. Hakikî mânâda karşılığı sözkonusu
değildir!..
Zira, gerçekten bir tecellînin varolabilmesi için, önce bir
merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da «tecellî mahalline» uzanan ya
da yansıyan manâlar olması icabeder!.. Meselâ, Güneşin merkezinden uzaya
yayılan ışınlar gibi!. Yani, “ALLAH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan
«tecellî»
“ALLAH”ın bir merkezi, lokâlize olduğu bir yeri mevcut değildir
ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden sözedilebilsin... Tecellî için, bir
çıkış merkezi gereklidir... Çıkış noktası olmadığı zaman ise
«tecellî» kelimesi anlamını yitirir!..
hf
ALLAH’IN
KENDİNDEKİ SAYISIZ MÂNÂLARI SEYRİ
KESRET (ÇOKLUK) NASIL OLUŞTU?
Şimdi, bu seyrin detaylarına giriyoruz:
Kendindeki sayısız mânâları ortaya koyma gayesiyle, o mânâlara uygun, o
mânâların ortaya çıkışına elverir suretleri meydana getirmiş; gerçekçi bir
ifade gerekirse, o suretlere bürünmüştür!.
Kendi varlığındaki hangi özelliği veya mânâyı ortaya koymayı diliyorsa,
o mânâya uygun surete bürünmüştür!..
Burada dikkat edilmesi gerekli nokta şudur ki; o suretin, o mânânın
gerektirdiği özelliklerle, o sureti oluşturmuş; o suretin şartları içinde, o
suretten gerekeni ortaya çıkartmıştır..
DİLEDİĞİ SÛRETTE ORTAYA ÇIKMAKTADIR!
"O", hangi özellik veya mânânın ortaya çıkmasını
dilemişse, o mânâya uygun surete bürünmüş ve o suretin şartları içinde
gerekenleri ortaya koymuştur!.
İşte buna işaret edilen bir âyet...isrâ 84:
"Kul küllün ya`melu ala şakiletihi"...
"De ki: Hepsi de programları doğrultusunda fiiller ortaya koyarlar
-şakiletihi- ..."
Yani, hangi özellik veya mânânın ortaya çıkması dilenmişse, onun
ortaya çıkışı doğrultusunda bir program oluşturulmuş; o program doğrultusunda
meydana gelen yapıdan da muradedilen fiiller ortaya çıkmıştır...
İşte bu sebepledir ki, hepsi de kendi programları doğrultusunda fiiller
ortaya koyarlar, açıklamasını yapar âyet!.
Kimi, neyi, nasıl ve ne şekilde, nerede ne biçimde görürsek görelim; O
Yüce Zât`ın, kendindeki bir özellik veya dilediği bir mânâyı, o suret
biçiminde ortaya koymak istediğini müşahede ederek; oradaki fiilin, varoluş
gayesine uygun bir şekilde ortaya çıktığını farketmemiz gerekir.
Nitekim, Yunus Emre de,
"Yaradılmışı hoş görürüm;
Yaradan`dan ötürü!.."
mısraı ile bu noktaya işaret etmiştir...
Yaradılmışı hoş görürüm... Yani, meydana gelmiş o sureti hoş görürüm...
Niye?..
Çünkü o sureti meydana getiren, orada o mânâyı ortaya koymak için, o
surete bürünmüştür!.
İşte bu sebepten: "Ben yaradılmışı hoş görürüm" diyor, Yunus
Emre... Bu noktaya vukufu dolayısıyla...
Şimdi, bu boyuttan, yani bu tepe noktadan, varlığa baktığımız zaman; her
bir birimde hangi manâyı izhar etmek istiyorsa, o mânâ ve özelliklere haiz bize
göre sonsuz sayıda varlıkla karşı karşıya kalırız..
Elbetteki bu yaratışta, Allah`ın isimleri diye bildiğimiz Esmâ-ül
Hüsnâ, i varlıkta terkipler şeklinde zuhur eder..
Yani, varlıkta tek başına olarak "Rahiym" isminin mânâsı
veya "Kahhar" isminin mânâsı veya "Latif" isminin mânâsı
âşikâr olmaz!.
Âlemlerde, tüm boyutlarda ve katmanlarda ortaya çıkan tüm suretler, beş
isimden, on isimden veya yirmi isimden oluşan terkipler halinde ortaya çıkar!.
İşte bu terkipler, birimsel varlıkları meydana getirir...insan, melek,
cin... Bunların hepsi de bu Allah isimlerinin, bileşimler halinde ortaya
çıkışıyla varolan varlıklardır.
Bütün varlıklar, varoluş gayelerine uygun mânâlar ortaya koyar, dedik...
"Tecelli"ler, yani "tecelli-i
esmâ", "tecelli-i sıfat" ve tecelli-i zât"
; nüzûl yollu, teklikten çokluğa doğru olan bakış açısının yaşanılmasıdır.
hf
VARLIKTA "GAYRI"MEVCUT DEĞİLDİR!
Varlıkta, kendisinin dışında hiç bir şeyin varolmaması hasebiyle, o
tavsifi yapan, ve o vasıfla da vasıflanan kendisidir!.
O vasfı meydana getiren, Kendisi`dir; Kendisinden`dir!.
Fakat, Zâtı itibariyle de o tavsifin de kaydı altına girmekten münezzehdir!...
Bu Varlığın varoluş sebebini şu hadisi kudsinin manâ derinliklerinde
bulabiliriz:
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim Âlem`i,
bilmekliğimi istedim Adem`i meydana getirdim..."
Kendindeki sayısız özellik ve mânâları seyretmeyi dilemiş, -tabii,
buradaki seyretmeyi dilemesi tabiri, mecazi bir anlatımdır-; bunun gereği
olarak, kendindeki mânâları kendi varlık boyutuna göre "AN"
içinde seyretmiştir!...işte bu seyredişin adı, tasavvuf diliyle "Tecelli-i
Vâhid"dir!..
Yüksek mertebeli Zevât-ı Kiram, bu konuda,
"Allah bir kere tecelli etmiştir ve bu tecellinin ikincisi de
olmamıştır."
diyerek, bu noktaya işaret ederler...
Yani, O yüce Zât`ın "kendinden kendine olan nazarı",
bütün bu bilebildiğimiz, düşünebildiğimiz, hayal edebildiğimiz; ve tüm varlığın
düşünebildiği, hayal edebildiği her şeyi meydana getirmiş; kendi varlığı ile
meydana getirmiş; kendinden meydana getirmiştir... Fakat, kendine "vücud"una
nisbetle de "YOK" hükmündedir!.
"Mardiye Nefs" mertebesinde "tecelli-i Sıfat"
zuhurunda "fetih" hâsıl olduğu zaman bu zuhur mutlaka
ağırlıklı olarak bir sıfattan olur.
hf
İki türlü soru sormak vardır...
Birincisi ilim öğrenmek için olan...
İkincisi başkalarının açıklanmamış hallerini öğrenmek amacıyla olan buna
TECESSÜS de denir... Kur’ân; “TECESSÜS ETMEYİN” diyerek;
başkalarının açıklamadığı hallerini sormanın yanlış olduğunu bildirmiş ve bunu
yasaklamıştır...
Soru ilim öğrenmek içinse, insanı zirveye doğru yükseltir; tecessüs
içinse batakta eritir!...
hf
Akıl olmadan iman olmaz!
Akıl, bir bilineni diğer bir bilinene bağlamak suretiyle derin tefekküre
ulaşır.
Tefekkür, düşünce devreye girince de, iman başlar!
İnsanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan ayıran şey, "tefekkür"
dediğimiz derin ve kapsamlı düşünce; "muhakeme" dediğimiz,
farklı şeyleri değerlendirmeye tabi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma
özelliğidir..
Yani, bir insanın, insan olabilmesi için, gerçek yaşam değerlerini iyi
kavraması, yaşam sistemi üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve bu
araştırmalardan çıkacak sonuçlara göre de kendine yön çizmesi zorunludur.
İşte bu düzey, tasavvufta "Levvâme Nefs" dediğimiz
mertebede başlar.
Kelime anahtarları, eğer beyinde düşünce kilitlerini açabilirse, insan
tefekkür âleminin sonsuzluğuna kanat çırpar.
Esasen, sonsuzluk için varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini
tanıyıp "Sonsuz"a ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak; ya da
ilim ve idrak yetersizliği sebebiyle kemâlini şartlanmalara bırakmış bir
halde, "ben bir maddeyim" vehmi ile hücre
batağında mahvolacaktır !.
Tefekkürsüz şeklî tapınmaya
verilen isim ise namazdır!..
İman ve gereği fiillerle cennete, düşünsel arınmayla “Allah”a
erersin; takdirindeki kadarıyla… Tefekkürsüz, sorgulamasız “Allah”a ermiş tek
bir ferd yoktur, buna Allah Rasulü de dahil!.
Fâtiha’sız namaz olmaz, çünkü
yönelişin anahtarı odur!.. Onun anlamının tefekkürüyle başlar “Allah”a
yöneliş!… Anlamını tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe,
yalnızca papağan gibi tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi
“bal”dan mahrum, bedeni onun lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı
gibi!..
Taklitçilikle yaşam asla oluşmaz... Taklidi terketmenin yolu da,
kabullenmeyi terkten geçer!... Sürekli tefekkürle yaşamakla başlar...
İnsan ezbercilikten ve taklitçilikten çıkmadan düşünerek yaşayamaz...
Attığın her adımda, o yaptığını niye yapmakta olduğunu düşünmek ve
sonuçlarının
Öyle ise Ezberci ve taklitçi yaşamdan, her an düşünerek yaşam katmanına
sıçrama yapmak zorundayız...
Düşünen beyin insana verilen en büyük belâdır!...
“En büyük belâ Nebi ve Rasûllere , sonra sırasıyla mertebesine
göre velilere ve müminlere verilir “
yolundaki hadisi bir de bu bakışla değerlendirin bakalım... Acaba
belâ, hastalık-kaza-işsizlik gibi şeyleri mi anlatıyor, ki bunlarla insan
tekâmül etsin; yoksa DÜŞÜNMEYE başlayan beyni mi?...
"Tanrı" kavramından kurtulmak irfan ile olur, basiret ile olur
bunu da tefekkür ve muhakeme ve ilim getirir...
hf
Tefsir; gelen metni açıklamadır...
Kur’ân ’ın bir tefsiri vardır, bir de gerçek anlamı.
Tefsir; çalışıp çabalama sonucu, kişinin uzun seneler sonunda elde
ettiği ilim ile, zâhir mânâsının genişletilmesi demektir.
Gerçek anlamı ise, ancak Allah’ın “indinden ilim” ihsan
ettiği RASİH kişiler tarafından bilinir. Bunlar Rabbülâleminin verdiği
ilim ile, her bir âyet ve kelimenin gerçek mânâsını müjdelerler .
“ONUN TE’VİLİNİ ALLAH’DAN VE ONUN İHSANINA EREN PERDESİZ
KİŞİLERDEN BAŞKASI BİLEMEZ.” (3-7)
hf
TEKVİN ( KEVNİ
MEYDANA GETİRME)
“Allah’ın Zâtını tefekkür etmeyiniz”
emrince Zâtı hakkında bir şey söyleyemiyoruz!..Fakat Allah’ın
vasıfları sadedinde “hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi, basar”
vasıfları ile muttasıf bir varlık olduğunu idrak edebiliyoruz.
Bu yedi vasıf, tabii olarak bir sekizinciyi tanıtıyor...Bu sekizinci
vasıf , “Tekvin” sıfatı oluyor!..
“Tekvin”, kevne getirme, kevni
meydana getirme mânâlarına anlaşılıyor..
Yani Hay olan, ilmi olan, bu ilmini iradesi , dileği istikametinde fiile
döken varlık; bu sıfatların sonucu olarak tekvin sıfatı ile de muttasıftır.
Bu “Tekvin” sıfatını bazıları “yaratma” diye tercüme ediyorlar.
Kevni meydana getirme!..Varlığı meydana getirme...Ancak bu kevni meydana
getiriş, muhakkak ki rastgele olmayacak, dışardan
Madem ki kendinden gayrı bir varlık yoktur!..Kendinden gayrı bir varlık
olmaması hasebiyle tekvin olayı , kendinden meydana gelecektir!..
Kendisi bir fiil ortaya koyacak, bu ortaya koyduğu fiil de muhakkak ki
bir mânâ taşıyacak...
Şimdi dikkat edin buraya..
Şu vasıflarla muttasıf olan zât, herhangi bir fiili ortaya
koyacak...Kendinde mevcut olan ilme dayanarak, bir fiili ortaya koyacak ve bu
fiil bir mânâ taşıyacak; bu mânânın gereği olarak bu fiile isim vereceğiz. Bu
fiile verdiğimiz isim, esasında o fiildeki mânâya olacak!..Dolayısıyla bu mânâ,
meydana getirenin kendinde mevcut olan bir mânâ olacak.
Kendinde mevcut olan bir mânâ olacak ama, o mânâ ile de,o mânâyı meydana
getiren kayıtlanmayacak!..
Bu nasıl olur?..Hem mânâyı meydana getirecek, hem de o mânâ ile
kayıtlanmayacak!
O mânâ kendisine ait!..O mânâyı kendisi ortaya koyacak, fakat o mânâ
gibi daha pek çok mânâları da ortaya koyacak!..Ve dilediğini, dilediğirce
yapabilecek!.. Demek ki, bu husus, dileme yani irade ve iradenin sonunda da
dilediği yapma kudretini ortaya koyma ve böylece de tekvin sıfatı ortaya
çıkıyor.İşte bunu anlatan âyet:
“İRADE ETTİĞİNİ YAPAR.”(Hac-14)
“DİLEDİĞİNİ YAPAR!..”(Hac-18)
Bu âyetler irade ve kudret sıfatlarının mevcudiyetini ifade,
anlatma babında...
Hz.Rasùlullah (sala’llâhu Aleyhi ve sellem) bu âyeti bize
naklederek,ulaştırarak;Allah’ın dilediğini ortaya koyma durumunda
olduğunu ifade ediyor...
Dilediğini ortaya koyma durumunda olan bir varlık, herhangi bir şeyle
kayıtlı olamaz! Mümkün değil!..
Kayıt varsa , dilediğini yapma hükmü yoktur!..Dilediğini yapma
hükmü varsa , kayıt altına girmez.
Âlem , kâinat diyoruz ve yahut âlemler diyoruz.Bu iki isim de netice
itibariyle yaratılmıştır!.
Nasıl yaratılmıştır?
Dilediğini yapan tarafından , yoktan var edilmiştir!..
“Yoktan var edilmiştir”..
hf
ALLAH
HERŞEYİ NASIL YOKTAN VAR ETMİŞTİR?
Bunun izahına girerken hemen bir âyeti hatırlayalım.;
“İNSAN ÜZERİNDE DEHR İÇRE BİR ZAMAN GEÇTİ Kİ O HİÇ BİR ŞEYLE
ANILMAZDI!..”(76-1)
Yani, insan isminin müsemmâsı olan mânânın , o zamanda henüz
varlığı yoktur!.
Bu hangi zamandır?
Bu, zaman değildir!..Boyuttur!..
Zaman başkadır; boyut başkadır..
Burada anlatılan zaman değil boyuttur!
Sıfat mertebesi dediğimiz,”Vahidiyet” mertebesinde, mevcut
vasıflarıyla kendisinin olması hâli..Bu boyutta henüz isimlerin mânâları söz
konusu değil..
İsimlerin mânaları söz konusu olmadığı yerde, boyutta, bu isimlerin
mânâlarından oluşan varlıklar da söz konusu değil!..
Öyle ise sıfat mertebesi dediğimiz mertebe itibariyle, yaratılma söz
konusu değil!..
Bu boyutta kendi vasıflarıyla kaim olan varlığın , kendi varlığını ,
varoluşunu bilişi sözkonusu...
Buradaki ilim, sıfat mertebesindeki ilim sıfatıdır!
Sıfat mertebesindeki ilim, Allah’ın kendine olan ilmidir!..Kendi mevcudiyetine
, sıfatlarına ait olan ilimdir. Kendi vasıflarını tanıması, bilmesi
yönünden olan ilimdir..
İsim mertebesindeki ilim ise , isimlerin mânâlarını kendinde müşahede
etmesi ile ilgili ilimdir.
Bu ikisi arasında,boyut farkı vardır!..
Boyut farkı,ilâhi olan ilmin yani Zâti olan ilmin,
a-Kendi varlığına,
b-Kendi mânalarına,
c-Ve bu mânaların neticesinde oluşan fiillere bakışıdır!
Boyut farkı budur!..Zaman , ef’al âlemi için itibari olarak
geçerli olan bir tâbirdir...Mertebeler arasındaki olay ise zaman olayı
değil boyut olayıdır!..
Allah zâtından sıfatına , sıfatından
esmâsına tenezzül etti diye târif edilmek istenen şey, bu boyut farkıdır!
Ve bu, bir “ân” olayıdır!..
“AN”ı zaman diye anlamamak lâzım!
Esasen ! “AN” kelimesi ile işaret edilen zaman boyutu; “DEHR” kelimesi
ile tanıtılan varlığa aittir!..Yoksa bizim 5 duyuya nisbetle var
“DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsi
hadiste açıklandığı üzere Allah’tır..Öyle ise,”AN” gerçeği itibariyle
Allah katındaki zaman birimidir!..Ve bu zaman birimi ancak “zât” ve “sıfat”
tecellileri mertebelerine erişmişlerce bilinebilir..
Yoksa avamın şartlanma yollu,beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği
zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânasını anlayabilmek mümkün
değildir..
Avama göre zaman fiiler mertebesinde,olayların birbiri ardına dizilmesi
sebebiyle, birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..
Bu boyutta ise fiil sözkonusu değildir!..
Bu ancak, “zâti ilmin kendine nazarı” diye târif edilebilir.
Kendine nazarı da ;
1-Zâtına nazarı,
2-Varlığına nazarı,
3-Kendindeki mânâlara nazarı olmak üzere,
üç ayrı bölümde incelenebilir...
“Zâtına nazarı”, zât mertebesini ;
“Sıfatına nazarı” ,bu belli sıfatlarını
bilmeyi;
“Mevcut olan mânalarına nazarı”
da esmâ mertebesinin tabii ve zarûri sonucudur ef’al mertebesi!Çünkü mânâlar
mutlaka , kendi mânâları istikametindeki fiilleri doğururlar!.
İşte kendinde mevcut mânâların tabii sonucu olan fiillerin ortaya
çıkış noktası “yaratmanın” başlama noktasıdır!
Bu noktada,âlemler yaratılmıştır!..
Kesret, çokluk bu noktada meydana gelmiştir...
Bu noktada varlık ve yokluk;
bu noktada Hâlik ve mahlùk;
bu noktada Rab ve abd mânâları fiile
dönüşmüştür.
Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fail, o fiillerin
mânâlarıdır ki; o mânalar, OZâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp
çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır...Yani belli ilâhi isimlerin mânâlarının,
âşikare çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhûru, neticede bu fiilleri meydana
getirmiştir..Ki bu da “dilemesi”ne bağlıdır!..
Ef’al mertebesinin özünde mevcut olan hayatiyet, o varlıktaki Kudsi
Ruha, Ruh-ül Kuds’e aittir!..
Kudsi Ruh denir, Külli Ruh denmez!..Çünkü “külli”nin karşılığı olan “cüz”iyyet
Ruh için sözkonusu değildir!..
”Ruh”un “cüz”lüğü olmaz!..
Ruh’un cüziyeti , cüzleri olmayacağı
içindir ki,bütün varlıktaki Sâri Ruh,Tek Ruh kastedildiği zaman,Kudsi
Ruh tabiri kullanılır..
Bütün isimlerin mânâlarının mevcut olması ve tüm varlığa yayılmış,
sâri olması hasebiyle de bu, Kudsi Ruh’ta mevcut olan tüm isimlerin
mânâları, bütün isimlerle anılan varlıklarda mevcuttur.
Bu itibarla, Kâinatta mevcut olan tüm varlıklar, bu Kudsi Ruhun
mânâlarının birbiri tarafından görülmesinden başka bir şey değildir!..
Varlık tümüyle, bu mânâlardan ibaret olması hasebiyle ; ve bu mânâların
bakış açısı itibariyle; efal mertebesinin varlığından söz etmek mümkün
değildir!..
Çünkü efal mertebesinin varlığı bir diğer bakana nisbetledir. Bir arının
dünyası ve âlemi aynıdır; bir insanın dünyası ve âlemi ayrıdır; bir atomun
milyonda bir küçüklüğünde olan bir mezonun dünyası ayrıdır.
Saniyenin on milyonda biri kadar olan bir süre içinde doğan, büyüyen,
çoğalan ve yok olan varlık ve on milyar senede kemâle ulaşıp bir o kadar
sene sonunda yok olan varlık; her biri kendi boyutuna göre vardır, kendi yaşam
ölçüsüne göre vardır; fakat bir diğerine nisbetle, o varlığın varlığından söz
etmek de mümkün değildir!..
Bu böyle olduğuna göre çıkan sonuç nedir?
Çıkan sonuç şudur:
Âlemlerin Rabbı olan Allah yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!..
Bu âlemlerde,her zerrede,kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi;
kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!..
Öyleyse”yaratma” dediğimiz olay, mânâların fiiller
mertebesinde aşikâre çıkışıdır!..
Fiiller mertebesinde aşikâre çıkan her bir fiil yaratılmıştır!..
“Yaratılmış”, çeşitli isimler alır.. İnsan,maden, hayvan vs.. Ve
bunlar ,bütün yaratılmışlıklarına karşılık, varlıklarını, tümüyle Hak’tan
alırlar!..Hak’kın varlığı ile kâimdirler.
Hakk’ın varlığı ile kâim olmaları, kendilerinde “Kayyum” isminin
mânâsının mevcut olmasındandır!..
Her biri, kendi yönünde ne yapması gerektiğini bilir!..Çünkü, ”Alim”
ismi de kendilerinde mevcuttur!..
Ancak bu isimlerin o fiil mahallinde aşikâre çıkmaları, o mahallin “kabiliyet
ve istidadına” yani bu mânâları aşikâre çıkarmada pay alışına; hisse alışına
göredir!..
Her bir mânâ, neyi gerektiriyorsa, o mânânın gerektirdiği fiil oradan
aşikâre çıkar.Bu fiillin ortaya çıkması da Allah’ın dilemesinden başka
bir şey değildir!..
Rabbın Allah’tır!..Sen Rabbının kulusun!..
Rabbının kulluğunu yerine getirmen yönünden;Allah’ın emrini
yerine getirmiş olursun!..Ama Rabbının emrini yerine getirmen yanısıra, Allah’ın
yerine getirmeni istediği, bütün emirleri yerine getirmekle mükellefsin!..Bu
mükellefiyetini yerine getirmemenin neticesi ise, ”Nefsine zulm etmek”
ve bundan dolayı da “azâba düçar olmak”tır..
Zira “nefsinin hakikatı” Allah’ın hakikatıdır”..
Nefs, bir şeyin Zâtıdır..Oysa, varlığın Zâtı Allah’tır!..
Sen nefsine zulm etmekle, Allah’ın hakkını vermemiş
oluyorsun!..Bunu yapmanın sebebi de yaratılmışlığın hükmü altında, varlığının
hakikatını müşahede edememendir!..
Bir cam ele alalım... Bu cam dediğimiz şey, hamur halinde oluşur.
Bu cam hamurunu eriyik halindeyken düşününün.. Sonra o hamura renk katın.. O
renk daha sonra sabit hale geldi, cam`da... Sonra o camı, renkli camı aldık her
hangi bir ışık kaynağının önüne koyduk. Güneşten gelen ışık esasında
renksiz!... Fakat o camdan geçerek, camın arkasına o camın rengiyle renklenmiş
olarak vurdu.
Şimdi, burada dikkat edilecek husus şu:
Gelen, ışıktır ve renksiz`dir. Fakat cam`dan geçerken renklenmiş ve
arkaya renkli olarak vurmuştur.
Renk, gelen ışığa değil, o camın halitasına aittir. Hamuruna aittir.
Hamurunda mevcut olan şeydir, vurduğu yerde, yansıdığı yerde meydana gelen
renk, o camın terkibinde oluşmuş olan renkten dolayıdır...
Ancak, burada şunu gözden kaçırmamak lazım...
O camın terkibinde, yapısında mevcut olan renkde gene ışınların meydana
getirdiği renkdir. Dolayısıyla o terkip gene belli bir ışıkla oluşmuştur. O`nun
dışında değildir...
Bizim varlığımız, bu varlığın dışında oluşup da buraya gelmiş bir varlık
değildir!... Allah`ın ilmi varlığı bünyesinde bir varlıkdır.
Dolayısıyla var oluşumuz, Allah`ın İLMİ ile var olan bir
varlıktır.. Allah olmasaydı o takdirde biz zaten olamazdık!... Yani, "biz"
dediğimiz şeyler, Allah`ın varlığı ile kaim varlıklardır. Ve O`ndaki
mânâlar, bizim hamurumuzda açığa çıkmıştır.
Dolayısıyla, bizim varlığımız, O`ndaki mânâların, belli bir
formül altındaki halli hamuru olduğu için, buna "terkib=bileşim"
diyoruz!...
Bu terkibi oluşturan öğeler, Allah`ın Esmai ilâhisi`dir... Yani,
99 ismi de bizim bileşimimizde, hamurumuzda mevcuttur. Ama, kimi isim güçlü
olarak, kimi isim zayıf olarak...
İşte, bu bileşimimizde mevcut olan mânâlar, genetik kartımızdaki yazılı
veriler, özellikler, beynimizin sürecinde, çeşitli takım yıldızlardan gelen
kozmik ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya çıkmıştır!.
Böylece oluşan beynimiz, yani terkipsel yapımız, daha sonra çeşitli
takım yıldızlardan gelen ışınların yönlendirmesiyle belli kararlar, duygular,
düşünceler oluşturur.
Bu nokta, kişi ile ilâhi yapı arasındaki farkın farkedilmesi
noktasıdır...
İlâhi yapıda renksiz ve sınırsız olan mânâlar, terkibi yapıda ortaya
çıktığı zaman, "yaradılış" denen mânâları meydana getirir...
Yani, yaratılmışlık noktası, ilahi mânâların terkipsel bir hal alması ile
birlikte başlar.
Hangi varlık bir terkipsel yapıya sahip ise, o varlık yaratılmıştır!.
Melek olsun, cin veya insan olsun; ya da hayvan, nebat, maden cinsinden
olsun farketmez!... Çünkü bunların tümü de isimler bileşimi olan
yapılardır...ilâhi esmâ terkipleridir.
Ama, bunları meydana getiren orijinal mânâlar ve bu mânâların sahibi
olan Allah, yaradılmışlık anlamından münezzehtir!... Çünkü, bir terkip
değildir, O!...
İşte, biz bu noktayı, çok iyi anlamak mecburiyetindeyiz!.
Sen, O mutlak varlıktan meydana gelmiş bir mânâ ve bir bileşim
olman itibariyle; O`nun varlığı dışında hiç bir şey "sen"de
mevcut değildir!... "Sen"in, O`nun dışında özel bir
varlığın, cevherin, özün yoktur.
Fakat, O`ndaki mânâların bileşimiyle oluşman ve ortaya çıkman
itibariyle de "sen", bir yaradılmışsın!.
"Allah her şeyi yoktan var etmiştir!..."
mânâsı; "yok" iken "var" olan
bütün birimlerin varlığının, ilâhi isimlerin değişik bileşimler
oluşturması sureti ile meydana gelmesi dolayısıyladır...
Bu konu, ilâhiyat konusunun, en ince noktalarından birisidir...
Yani, senin ne yönünle yaradılmış olman; ne yönünle de Allah`ın
varlığı ile kaim bir varlık olman; Ulûhiyet mertebelerinin
özelliklerinin halografik sistem üzere "sen"de var olma noktası..
Bileşimi meydana getiren o manâların, orijinal varlığa ait olması; sende
mevcut olan bu terkibi meydana getiren mânâlarının orijinalinin de sende
olmasını gerektirir, özü, cevheri itibariyle... Halografik esasa dayalı bir
biçimde!
Zira, varoluş dıştan içe değil; içten dışadır!.
Ve, işte sen!.. Zât`ın itibariyle, O`sun!. Çünkü, "ZÂT"
bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz ve cüzlerden oluşmamış SINIRSIZ
TEK`tir!.. Mânâların itibariyle ise, mânâlar bir terkip şeklinde sende
mevcut olduğu için, yaratılmışsın!... Bu terkib var olmadan evvel, senin
izafi-göresel, birimsel varlığın da mevcut değildi...
"Allah var idi ve O`nunla beraber başka bir varlık yok
idi!..."
Ve senin, terkibi yapının derinliğine girersek, özüne girersek,
zaten orada terkip mânâlar kaybolacağı için, öz kalacağı için, şu mânâ çıkar :
"An içre sadece Allah vardır; ve O`nun dışında hiç bir
varlık yoktur!."
"Yani, Allah var idi ve O`nunla beraber hiç bir şey yok idi; el`an
da öyledir" açıklamasını, boyutsal
derinliklere inme olmadan anlayabilmek mümkün değildir!...
Bunun basit izahını şöyle yapabiliriz :
Seni atomik bir mikroskobun altına koyduğumuz zaman senin birimsel,
izâfi, kişisel varlığın kalkıyor, salt atomlardan ibaret bir yapı kalıyor...
Bunun gibi, bileşiminin özüne girecek bir mikroskop elde edersek, bir
bakış zumlaması, bir basiret elde edersek, bunun neticesinde görürüz ki, varlıkta
var olan sadece Allah`dır!. O`nun ne içinde, ne dışında, ne arkası
ve ne de önünde hiç bir varlık yoktur!.
İşte bu bakışı edinirsek, "İhlâs"
Sûresi`nin hakikatını, basiretimizle müşahade ederiz...
hf
GERÇEK FİİLİ BİR VARLIKMI?
Peki, bu âlemlerin varlığı, gerçek fiili bir varlık mıdır, yoksa
var
Âlemlerin, her bir âlem içinde meydana gelen varlığın varlığı, bir ilâhi
mânâya dayanır, dedik. Bu mânâlarsa kendinde bulduğu mânâlardır! Allah’ın
kendinde seyreylediği mânâlardır!....O varlığın kendinde bulduğu mânâlar, var
Fakat bu mânaların fiil dediğimiz bir biçimde âşikâre çıkışı,yaratılma
dediğimiz bir biçimde,çeşitli mânaların bir arada oluşuyla meydana gelen, bir
fiili varoluştur ki, bu fiili varoluş ”vehmî” bir kabul ediştir.Fakat bu vehmi
var kabul edişte,o terkibin mânası olan varlığa aittir!Dolayısıyla vehim,kul
ismi anlamında yerini alır..
İlâhi mânada ise, Allah’ın, Zâtına, sıfatına ve kendi mânalarına
nazarı sözkonusudur ki, bu nazar , bahsettiğimiz sıfatların ve bu sıfatının
vasfının neticesidir!..
Allah için “vehim” tabirini
kullanmak yersiz olur...Allah’ın kendi mânâlarının seyrini anlatma
sadedinde geçmişte bu tâbir kullanılmışsa da; bu, konuya yaklaşım
sağlayabilmek, adapte olunmasını temin etmek bakımından kullanılmıştır...Yoksa
gerçek mânâda, ilâhi mânâda, Allah’ın “vehim” yollu kabùlü diye
bir şey sözkonusu olmaz.
Allah âlemleri, “var
Çünkü âlemler, isimlerin mânâlarını kendinde bulması hasebiyle, o
mânâlardan oluşmuştur!..Mânâların âşikâre çıkmasıdır!..
O mânâların kuvveden fiile çıkması “yaratılma” denen
olaydır.Yaratılmanın başlangıcıdır.
hf
GERÇEKTEN VARMIDIR?
Peki, bu isimler yaratılmış mıdır, gerçekten var mıdır?..
İsmiyeti yönüyle yaratılmıştır!..Ancak , o ismin müsemmâsı , kendisine
ait olan kendidir!..Kendi özellikleri olması hasebiyle, bu mânâlar yaratılmış
değildir!..Mânâlar kendine ait, kendinde mevcut olan mânâlardır..Buna mukabil
mânâların isimleri yaratılmıştır.Çünkü mânâların özelliğine karşılık, isimler
sonradan meydana gelmiştir...Dolayısıyla, isimler yaratılmıştır!..
Demek ki kâinat ve kâinatın içinde olan her şey, ef’âl mertebesi
itibariyle her şey yaratılmıştır!..Sonradan olmadır! Ef’âl mertebesine kadar
olanlarsa yaratılmış değildir!
Tabii biz burada efal mertebesi dediğimiz zaman “melekùt âlemi” denen
âlemde bunun içine giriyor!..İlâhi kuvvetlerin aşikâre çıkışı olan”melekùt
âlemi” dediğimiz âlem,efal âleminin içine girer.
Esmâ âlemi dediğimiz zaman,efal âleminde varolan
fiillerin,varlıkların,görüntülerin orijinal mânalarını kastederiz!..Yani,mutlak
varlığın , kendinde müşahede ettiği,ilmiyle ihata ettiği mânalar..Bu mânalar
için yaratılmışlık söz konusu olamaz,çünkü kendisinin yaratılmışlığı söz konusu
değildir!..
Senin yaratılmışlığın hiç bir zaman kalkmaz!..Yaratılmışlık hükmün, hiç
bir zaman kalkmaz!..Çünkü,efal âleminin dışına fiil düzeyinde çıkabilmen mümkün
değildir...Bugün nasıl efal âlemindeysen,bundan bir milyon sene sonra da yine
efal âleminde olacaksın!..
Beş milyar sene sonra da yine efal âleminde olacaksın!..Efal âlemi,
bugün madde dediğimiz terkible devam eder; yarın bir tür hologramik ışınsal
beden dediğimiz yapıyla devam eder; ama neticede gene efal âlemidir!..
Ancak; kendi varlığında mevcut olan mânaların, Hak’ka aidiyeti
yönüyle,yaratılmış değilsindir!..Efal boyutu itibariyle,yaratılmışsın!..
Öyleyse bu iki yönünün idrakında olarak; her ikisinin de ayrı ayrı
hakkını verebilirsen; işte o zaman ebedi saadete ermiş olursun!..Aksi halde bir
yönün, diğer yönünü perdelerse,bunun neticesinde mutlaka ayağının
kayması,hakikatten sapman sözkonusudur...
hf
Âlem, kâinat diyoruz ve yahut âlemler diyoruz. Bu iki isim de netice
itibariyle yaratılmıştır!
Nasıl yaratılmıştır?
Dilediğini yapan tarafından, yoktan var edilmiştir!..
“Yoktan var edilmiştir”..Peki.. Yoktan var edilmek ne demektir?
Bunun izahına girerken hemen bir âyeti hatırlayalım;
“İNSAN ÜZERİNDE DEHR İÇRE BİR ZAMAN GEÇTİ Kİ O HİÇ BİR ŞEYLE
ANILMAZDI!..”(76-1)
Yâni, insan isminin müsemmâsı olan mânânın , o zamanda henüz varlığı
yoktur!..
Bu hangi zamandır?
Bu, zaman değildir!..Boyuttur!..
Zaman başkadır; boyut başkadır.. Burada anlatılan zaman değil boyuttur!
Sıfat mertebesi dediğimiz,”Vâhidiyet” mertebesinde, mevcut
vasıflarıyla kendisinin olması hâli..Bu boyutta henüz isimlerin mânâları söz
konusu değil..
İsimlerin mânâları söz konusu olmadığı yerde, boyutta, bu isimlerin
mânâlarından oluşan varlıklar da söz konusu değil!..
Öyle ise sıfat mertebesi dediğimiz mertebe itibariyle,
yaratılma söz konusu değil!..
Bu boyutta kendi vasıflarıyla kâim olan varlığın , kendi varlığını,
varoluşunu bilişi sözkonusu...
Buradaki ilim, sıfat mertebesindeki ilim sıfatıdır!
Zaman, ef’al âlemi için itibâri olarak geçerli olan bir tâbirdir...
Mertebeler arasındaki olay ise zaman olayı değil boyut olayıdır!..
“Allah zâtından sıfatına , sıfatından esmâsına tenezzül etti” diye târif
edilmek istenen şey, bu boyut farkıdır! Ve bu, bir “AN” olayıdır!..
“AN”ı, zaman diye anlamamak lâzım!
Esasen “AN” kelimesi ile işaret edilen zaman boyutu; “DEHR”
kelimesi ile tanıtılan varlığa aittir!..Yoksa bizim 5 duyuya nisbetle var
“DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsî hadiste açıklandığı
üzere Allah’tır..
Öyle ise; ”AN”, gerçeği itibariyle Allah katındaki zaman birimidir!..Ve
bu zaman birimi ancak “zât” ve “sıfat” tecellileri mertebelerine erişmişlerce
bilinebilir..
Yoksa avamın şartlanma yollu, beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği
zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânâsını anlayabilmek mümkün
değildir..
Avama göre “zaman”; fiiler mertebesinde, olayların birbiri ardına
dizilmesi sebebiyle, birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..
Bu boyutta ise fiil sözkonusu değildir!..
Bu, ancak, “zâti ilmin, kendine nazarı”, diye târif edilebilir.
İşte kendinde mevcut mânâların tabii sonucu olan fiillerin ortaya çıkış
noktası “yaratma” nın başlama noktasıdır!
Bu noktada âlemler yaratılmıştır!..
Kesret, çokluk bu noktada meydana gelmiştir..
Bu noktada varlık ve yokluk; bu noktada Hâlik ve mahlùk; bu noktada Rab
ve abd mânâları fiile dönüşmüştür.
Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fail,o fiillerin
mânâlarıdır ki; o mânalar,O Zâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp
çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır...Yâni belli ilâhi isimlerin
mânâlarının,âşikare çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhuru,neticede bu
fiilleri meydana getirmiştir..Ki bu da dilemesine bağlıdır!..
Ef’al mertebesinin özünde mevcut olan hayatiyet, o varlıktaki Kudsî
Ruh’a, Ruh-ül Kuds’e aittir!..
“Kudsi Ruh” denir, Külli Ruh denmez!..Çünkü “külli”nin karşılığı
olan “cüz”iyyet Ruh için sözkonusu değildir!..
”Ruh”un “cüz”lüğü olmaz!..Ruh’un cüziyeti, cüzleri olmayacağı
içindir ki, bütün varlıktaki Sâri Ruh,Tek Ruh kastedildiği zaman, ”Kudsi
Ruh” tâbiri kullanılır..
Bütün isimlerin mânâlarının mevcut olması ve tüm varlığa yayılmış, sâri
olması hasebiyle de bu, Kudsî Ruh’ta mevcut olan tüm isimlerin mânâları, bütün
isimlerle anılan varlıklarda mevcuttur.
Bu itibarla, Kâinatta mevcut olan tüm varlıklar, bu Kudsî Ruh’un
mânâlarının birbiri tarafından görülmesinden başka bir şey değildir!..
Varlık tümüyle, bu mânâlardan ibaret olması hasebiyle ; ve bu mânâların
bakış açısı itibariyle; ef’âl mertebesinin varlığından söz etmek mümkün
değildir!..
Çünkü ef’al mertebesinin varlığı bir diğer bakana nispetledir. Bir arının
dünyası ve âlemi aynıdır; bir insanın dünyası ve âlemi ayrıdır; bir atomun
milyonda bir küçüklüğünde olan bir mezonun dünyası ayrıdır.
Saniyenin on milyonda biri kadar olan bir süre içinde, doğan, büyüyen,
çoğalan ve yok olan varlık ve on milyar senede kemâle ulaşıp bir o kadar sene
sonunda yok olan varlık; her biri kendi boyutuna göre vardır,kendi yaşam
ölçüsüne göre vardır; fakat bir diğerine nisbetle, o varlığın varlığından söz
etmek de mümkün değildir!.
Bu böyle olduğuna göre çıkan sonuç nedir?
Çıkan sonuç şudur:
Âlemlerin Rabbı olan Allah, yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!..
Bu âlemlerde, her zerrede, kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi;
kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!.
hf
Beynin belli dalgalar göndererek bir beyine ulaştığını, ona
çeşitli mesajlar verdiğini biliyoruz
Telepati , iki beyin arasındaki karşılıklı gönderilen dalgalar..
“Telepati” dediğimiz olayı gerçekleştiren, beyin!
TERKİB
İsimlerin (Esmâ-ül Hüsnâ’nın) bir formülle oluşmuş
bileşimi!
Yaratılmış olan her varlık Allah’ın İsimlerinin işaret ettiği mânâları
ortaya çıkartan mahallerdir
Var olan bütün varlıklar Allah’ın İsimlerinden meydana gelmiş birer
terkip, birer formüldür! Biz bu
terkiplere değişik isimler takarız...”hayvan”deriz, ”İnsan”
deriz, ”Cin“ deriz, “Melek” deriz, nebat deriz,vs...Ama bu
isimler ardındaki varlık, Allah’ın Esmâ Terkipleridir ,
Bizim varlığımız, O`ndaki mânâların, belli bir formül altındaki
halli hamuru olduğu için, buna "terkib=bileşim" diyoruz!...
Bu terkibi oluşturan öğeler, Allah`ın Esmâi ilâhisi`dir... Yani,
99 ismi de bizim bileşimimizde, hamurumuzda mevcuttur. Ama, kimi isim güçlü
olarak, kimi isim zayıf olarak...
hf
Kur'ân-ı Kerîm'de sürekli olarak;
"Biz size çeşitli misâller serdediyoruz, bütün bunları
hâlâ tefekkür etmeyecek misiniz, düşünmiyecek misiniz, bunlardan ibret
almıyacak mısınız"
gibi ikazlar yer almaktadır.
İlâhî isimlerin terkib şekliyle, bizde varolması ve bu mânâların,
belirli ölçülerle bizde âşikâre çıkması şunu gösterir;
Bizdeki bu isimlerin mânâları, çok daha geniş şekilde ortaya
çıkabilir!.. Bu kadarıyla olduğuna göre, bunun çok daha geniş şekilde ortaya
çıkabilir!.. Bu kadarıyla olduğuna göre, bunun çok daha geniş boyutlusu da
olabilir!.. Bu isimlerin mânâlarının âşikâre çıktığı her mahalde, Allah zâtı ve
sıfatıyla da mevcuttur! Ve o mahalden o isimleri izhar ettirirken, dilerse
başka isimlerin mânâlarını da âşikâre çıkartır, ortaya koyar!..
Peki, senin aklın, şuurun, dediğin şey netice itibariyle bu isimlerin
mânâlarının dayandığı zâta gider ise; ve sen bunu idrak eder isen; bu takdirde,
kendinde âşikâre çıkmayan isimleri mânâlarını da âşikâre çıkarmak gücü var
mıdır, yok mudur?
Elbette ki vardır!..
Öyle ise, senin, tabiî yaşantının meydana getirdiği fiillerin ötesinde;
ilâhi hükümler olan Allâh'ın emirleri ve yasaklara uyman şartı ile
"Allah’a yakîn" elde etmen mümkündür!..
Senin, tabiatın – duyguların – şartlanmaların - alışkanlıkların diye
söylenen şeyler, senden, yapının tabiî neticesi olarak ortaya çıkıyor!.. Bu da
belli bazı isimlerin mânâlarının o anda sende fiile dönüşmesi ile oluşuyor.
Şimdi ise, tabiî olarak senden çıkanlara ters düşen başka fiillere
yönelirsen, bu fiilleri tatbik etmek suretiyle, bu fiillerin karşılığı olan
isimlerin mânâlarını da ortaya çıkartmış olursun! Bunun başka bir yolu yoktur!..
Bir misâle girelim burada; herhangi bir yerde oturuyorsun, konuşuyorsun.
O oturduğun sırada ezan okunuyor, öğle namazı veya ikindi namazı vakti geldi!..
Senin tabiî terkibin, ya da şartlanman o anda seni konuşmaya veya bulunduğun
yerde oturmaya sevkeder!. O anda, kalkıp da namazı kılmak veya câmiye gitmek
İnsanların cehennemde azâb çekmelerinde en büyük faktör, kendilerindeki
irade gücünü kullanmayışlarıdır!.. Bunun temelini de beyinlerinde "MÜRİD"
isminin zayıf açılmış olması teşkil eder. "MÜRİD" isminin
zikri "irade" sıfatını güçlendirir.irâde gücünün kullanılması da
tatbiîki ilme bağlıdır!
İlim, iradeyi tahrik eder; ancak, birçok insan, bazı şeyleri bilir,
fakat tabik etmez! İşte bu da kendisindeki irade noksanlığı, irade
zafiyetidir!..
“Canım istedi” diyoruz. “Canım istedi” kelimelerinin karşılığı olan
mânâ; “benim yapımı meydana getiren terkib, beni bu şekilde davranmaya itiyor”
demektir! Canın öyle istediği için yaptığın, her fiîl seni izâfî kişiliğin
bataklığına bir adım daha batırır!..
Bir fiîli yapıyorsun. Ne ile yapıyorsun?.. Bir şartlanma ile
yapıyorsun!.. Şuur var mı orada?.. Yok!.. Şuur, derken neyi kastediyoruz?..
Allah'a vâsıl olma, Allah'ı yaşama anlamında bir şuur!..
Senin davranışının altında böyle bir şey var mı? Yok! Olmadığına göre,
sen o anda terkibinin tabiâtı istikâmetinde bir davranış ortaya koyuyorsun; ki
bu da senin cehennemde derinliklere doğru bir adım daha atmandır!..
Allah'ın ahlâkına yönelmeyip, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmayıp; sende
zuhur
Bildin ki, senin varlığın, "Hak’kın varlığı”dır!.. Sende ki
fiillerin hepsi "Hak’kın fiilleri” dir!.. Bunu bilmen, seni cennete
sokmaz!..
Çünkü
"İNSAN İÇİN YAPTIKLARININ NETİCESİNDEN BAŞKASI YOKTUR!..
VE KESİNLİKLE YAPTIKLARININ NETİCESİNİ İLERİDE GÖRECEKTİR."
(Necm-39/40)
hükmü vardır!..
Şu dünyada, nasıl buradan kalkıp, içeri gidip, mutfaktan yiyecek bir
nesneyi alıp, yemedikçe karnın doymuyorsa; yani, bir fiili işlem olmadıkça,
bedenden onun karşılığı olan bir fiîli gelişme hâsıl olmuyorsa; aynen bunun
gibi, kişi beden ertesi hayatta, aynı şekilde, fiillerinin oluşturduğu
neticelerle yaşayacaktır!..
Şu anda, burada, bu dünyada Allah'a vâsıl olamıyorsan, öldükten sonra da
Allah'a vâsıl olman imkânsızdır!.. Dünyada yaşarken ilahî hakikatlara erememiş,
idrak edememiş isen, bu öldükten sonra asla mümkün olmaz!.. Çünkü ruhun,
dünyada beyinle ne kadar yükleme yapılmışsa onunla kalır! Beyin gittikten sonra
ruhunun yeni kâyıt alması imkânsızdır. işte ispatı:
-KİM BURADA A'MÂ İSE O ÂHİRETTE DE A'MÂDIR; VE GERÇEKTEN,
SAPMIŞTIR" (İsrâ-72)
Bir kişi, iyilik yapıyor kötülük yapmıyor, doğru söylüyor!.. Ama
buna rağmen muhakkak cehenneme uğrayacaktır. Cehennemde uzun bir sürede
kalacaktır!.. Çünki, bu hareketleri, tabiî terkîbinin neticesi olarak
yapıyor!.. Şuurlu olarak yapmıyor!.. Kendisindeki isimler, zuhura çıkış anında,
bu fiilleri meydana getiriyor!..
Allah’ı tanıma yolunda bir çalışması yoksa, hâlâ izâfî varlığı
sözkonusuysa, onun bu konudaka -bilgisi’ hiçbir şey sağlamaz ona!..
hf
Terkibiyet ile kişinin varlığı oluşmuştur.. Bu varlık kendi özünde
Esmâ boyutunda tanıdığı zaman şuurunda çokluk kavramı değerini yitirir...
Zât boyutu itibariyle ise yaşayan bilir...
Esmâ boyutundaki, şuurda çokluk kavramının kalkması, kısmen
terkibiyetin kalkması diyeifade edilir...
Sıfat boyutunda olanda ise terkibiyet hükmü kalmamıştır,
İlminde!...
Ancak hiç bir şekilde, kesret boyutundaki yani ef’al boyutundaki
birimsellik ortadan kalkmaz!... Yani terkibiyet hiç bir şekilde ortadan
kalkmaz...
Allah ismi bir varlığa işaret ediyor ki, O'nun her an sayısız isimlerle
anılan zuhûru mevcut..
O isimler altındaki müsemma ise, O'nun isimler bileşimi...
Bazı isimler bileşimi, varlık sûretlerini zamanla kaybetmezler
gene bileşimleri dolayısıyla... İnsan da bu türdendir.
hf
“TESBİH”
Bilinçli bilinçsiz tüm varlıkların yaptıkları, “tesbih” kapsamındadır...
Bilinç eseri açığa çıkan ise ZİKR hükmündedir...
Evrende var olarak algılanan ve algılanamayan her ne var ise, sadece ALLAH’I
TESBİH ETMESİ için yaratılmıştır...İyi veya kötü, güzel ya da çirkin,
mükemmel veya mükemmel
İlmin, fiillere dönüş sınırı olarak konan “ARŞ” isminin kapsamı
altındaki her şey, Allah isimlerinden bir terkibin mânâsını ortaya koyan
sonsuz-sınırsız varlıkları kapsamına alır..
Rahmân’ın arş üzerine “istiva”sı
ise, Rahmet eseri olarak tüm mevcùdâtın ilâhi isimlerin mânâlarını açığa
çıkarmak üzere meydana getirilmesidir...Bu varlıklar, hep Allah
Rahmetinin bir eseridir...
İşte her “şey” ,kendisini meydana getiren “Allah ismi”nin
mânâsının ortaya çıkışına vesile oluşu yönüyle, her an, dâimi olarak o ilâhi
mânâ çevresinde dönüp durmaktadır ki, işte bu durum o varlıkların sürekli “tesbihi”
olarak açıklanmıştır!..
Bir başka ifâde ile; biz neyle tavsif edersek edelim, her şey, kendisini
meydana getiren ismin mânâsını ortaya koymak sùretiyle kulluğunu îfa etmektedir
ki, bu da onların tesbihleri olmaktadır.
Tesbih, işte bu anlamda olmak üzere zorunlu olarak yerine
gelmektedir ki, birinci şeklidir!..İkinci şekli ise, ihtiyâridir!..Yâni..
hf
Taklidi tesbih, kişinin kendisine yapılan tavsiyelere
uyarak, çeşitli kelimeleri tekrar etmek sùretiyle, yaptıklarının bilincine
ermeden yapılandır..
Bu şekil, kişiye hiç farkında olmadan büyük bir rùh gücü temin
eder ve ölümötesi yaşamın değişik aşamalarında çok büyük yarar sağlar...Kabir
âleminde, haşr yerinde, sırattan geçerken ve Cennet’te!..
hf
Tahkiki tesbihe gelince..Bu zikir, kişinin söylediğinin
bilincine ermesi sùretiyle meydana gelir.. Neticesi ise, hem yukarıda bahsetmiş
olduğumuz büyük rùh gücüne erişmektir; hem de söylenilen kelimelerin mânâlarinı
kendi özünde, çok daha üst boyutlarda, hissetmek sùretiyle Allah’ı
fevkalâde mânâlar ile ilham yollu, keşif yollu anlamaya başlar. Bütün bu
çalışmalar sırasında asla şunu hatırdan çıkartmamak zorunludur ki;
Allah Zâtı itibariyle tefekkürü mümkün olmayan,hatıra gelen her
şeyden münezzeh varlıktır!..
hf
“Subbûhun Kuddûs Rabbül melâiketi ver Ruh”
tesbihi, melekûtun tesbihi imiş...
Bu tesbihi, acaba neredekiler yapar?
Nasıl yaparlar, bu tesbihi?
Bu tesbihi yapmak, ne demektir?
Bu tesbihin yapılmasıyla, ne hâsıl olur?
Melekût, afâkta, gök yüzünde,
evrenin bir köşesinde; ya da ötesinde midir; yoksa algıladığımız boyutun,
algılayamadığımız yanıyla mı alâkalıdır?
Yoksa, varlığımızı oluşturan, evrensel yaygın bir boyut mudur?
Neden, bu zikre devam etmek zorundayız? Bu zikir, bize ne
kazandıracaktır?
Anlayışı kıtlar, niçin, orijini hadis
olan bu tesbihi, sonradan “rabbina” ekleyerek, “Subbûhun
Kuddûs, rabbina ve rabbul melâiketi ver Ruh” hâline
sokmuşlar; ve böylece nelerden perdelemişlerdir insanları?
hf
BAŞINI ÖRTMEYEN
KADIN KÂFİR MİDİR?!
Müslümanlık, eşittir türban mıdır?
Bugün ülkede, insanların hiç bir konusu kalmamış gibi, müslümanlık
denilince ortaya hep aynı konu atılıyor... Başörtüsü!.. Kimi, başını örtmeyen
hanımı müslüman saymıyor!.. Kimi yobazlar da başörtülü olanı insandan saymayıp,
insanlık haklarını elinden almaya kalkışıyorlar!.
Kimilerine göre başörtmemek sanki en büyük insanlık suçu; kimilerine
göre de başını örtmüş olmak !.
23 yılda tamamlanmış olan Kur`ân tebliğinin, 17. yılında müslüman
kadınlara yapılan bir teklif, başörtmek!.
Kur`ân ‘da, müslüman kadınların başörtmelerinin yararlı olacağı
konusunda birkaç âyet var!.
Dinî bir gereklilik başörtmek, müslüman hanımlar için!.. Bu teklifi
yerine getirebilmek, o kişi için elbette ki çok kazançlı bir davranış..
Ayrıca, Dini inancı dolayısıyla başını örten bir hanıma, medenî bir
insan isek, saygı duymamız gerekir!..inancı gereği, oldukça sıkıntı veren bu
duruma katlanan bir hanım kardeşimize saygı duymamak mümkün değildir!..
Ancak inancı dolayısıyla bu bu kıyafeti giyen insanları kınayan, onlara
hor bakan, insanlık ve yaşama haklarını elinden alan çağdaş yobazlar da var
aramızda ne yazık ki!.
Bu inanan kişilerin üniversitelerde okuma haklarına karşı çıkan,
hemşirelik, doktorluk, avukatlık, öğretmenlik gibi serbest meslek erbabı olarak
görev yapmalarına olanak tanımayan insanlık ve medeniyet özürlüsü insanlar da
aramızda bir hayli fazla!.. Bu davranışlar, onların haklarını koruma amacıyla
siyasilere, dinsel inancı savunma hakkı sağlıyor; ve böylece de dinle siyasetin
birleşmesine yolaçılıyor.
Başörtüsüne karşı çıkmak, insan haklarına ve medeniliğe karşı çıkmaktır!
İnsanların inançları doğrultusunda kimseye zarar vermeden yaşama hakkına karşı
çıkmaktır!... Ki bu da ancak, aklı kıt mâzurlar için mümkün olan bir davranış
türüdür!.
Başörtmeyen inançlı hanımları müslüman saymayan, hatta "kâfir"
ilân
Kur`ân ve Hazreti Muhammed, insanlara tanrılara tapınmamaları ve
ölümötesi yaşama kendilerini hazırlamaları amacıyla çeşitli teklifler
sunmuşlardır..insanlar bu tekliflerden yapabildikleri kadarını yaparlar;
sonucunu kendileri yaşarlar!..
Sahihi Buhari'deki Allah Rasûlü açıklamasına göre, aklı başında insanın
"Lâ ilahe illallah" düşüncesi onun imanlı olduğunun ifadesidir.. Ve
ona kim "kâfir" yani "gerçeği örten" derse,
diyen kişi kendisi "kâfir" olur!. Yani imanlı bir kadına yanlış
veya yetersiz davranışı yüzünden "kâfir" diyenin kendisi
"kâfir"dir!
Şayet İslâm’ın tekliflerini sıralamak gerekirse; başta namaz,
oruç, hac, zekât gibi çeşitli çalışmalar; insan öldürmemek, dedikodu yapmamak,
ölü kardeşinin çiğ etini yemekle eşdeğer olar gıybet etmemek gibi konulara
ilâve olarak yapılan bir teklif vardır; hanımların başlarını örtmesi!.
Bir müslüman hanım, elinden geliyorsa Kur`ân ‘daki bu teklifi de yerine
getirir..
Ama bu teklifi yerine getiremiyorsa da, onu müslüman saymamak, dinden
çıkmış
Bir hanım, "ben başörtüsünün Kur`ân ‘ın bir teklifi olduğunu
Biz yeryüzüne, insanları yargılamak ve suçlamak için değil;
"Hakikat"ımız olan Allah`ı tanımak; kulluğumuzun gereğini yaparak,
ölümötesi yaşama kendimizi hazırlamak için geldik...
Teslimiyet, kişinin kendisini İLME, İRFANA teslim
etmesidir..Ayakkabı boyayıp, havlu tutmak demek değildir!
Bu işin boyutlarını anlayıp bildikten sonra 1 milyon kişi
içinden 1 kişiye nasip olabilir(mutmainne)! çünkü bilmek yeterli değil,
fiiliyatta tatbik edebilmek gerekir.
hf
TEVBE
Yanlışını idrak edenin hali,”TEVBE”dir!
Allah’a tevbe , kişinin yanlış
düşündüğünü idrak edip, bundan vazgeçmesi hâlinin adıdır!. Yanlışta yürürken de
bunu farkedebilmek muhakkak ki, çok güçtür!…
Gerçek tevbe, yaptığın işin hakikaten hatalı olduğunu idrak edip, bundan
pişmanlık duyduğun zaman edilmiştir.
Geçmişinizdeki yanlışları farketmenin yolu, sistemin gerçeğini idrak
etmekten geçer.Taklit yollu yapılan şeyler insanlara fazla bir yarar
sağlamaz.İşin hakikatini,gerçeğini kavramaktır önemli olan.
İnnallahe lâ yağfiru en yüşreke bihi ve yağfiru ma dûne
zâlike limen yeşâ
ALLAH KESİNLİKLE KENDİSİNE ŞİRK KOŞULMASINI BAĞIŞLAMAZ; FAKAT
BUNUN DIŞINDAKİLERİ DİLEDİĞİNE BAĞIŞLAYABİLİR.
Kul: yâ ibadıyelleziyne esrefû alâ enfüsihim, lâ taknetu min
rahmetillah!.. İnnallahe yağfiruz zünûbe cemîa, innehu huvel gafûrur rahiym.
DE Kİ: EY NEFSİLERİNİN ALEYHİNE HADDİ AŞAN KULLARIM. ALLAH'IN
RAHMETİNDEN ASLA UMUT KESMEYİN!.. ALLAH KESİNLİKLE BÜTÜN GÜNAHLARI BAĞIŞLAR
(iman edene). ZİRA O, GAFÛRDUR, RAHİMDİR.
“Ve huvelleziy yakbelut tövbete an ibadihi ve ya'fû
anisseyyiati ve yâ'lemû ma tef'âlûn, ve yesteciybülleziyne amenû ve
amilussalihati ve yeziydühüm min fazlih.”
O kullarının tövbesini kabul edip, onların kusurlarını affeden
ve ne yaptıklarını bilendir. İman edip yararlı işler yapanların dualarını
Ya eyyühelleziyne amenû, tûbû ilallahi tövbeten nasuha, âsa
rabbüküm en yükef fire anküm seyyiâtiküm ve yüdhıleküm cennatin tecriy min
tahtıhel enhar.
EY İMAN EDENLER, ALLAH’A İÇTENLİKLE PİŞMANLIK DUYARAK TÖVBE EDİN;
UMULUR Kİ, RABBİNİZ SUÇLARINIZI ÖRTER VE SİZİ AĞAÇLARI ALTINDAN IRMAKLAR AKAN
CENNETE SOKAR.
Kur'ân-ı Kerîm'deki, Allâh-u Teâlâ'nın bağışlama sistemi ve bu sisteme
bağlı olarak tevbe edilmesi hususu yukarıda sıralamış olduğum dört âyet-i
kerîmede açık seçik görülmektedir.
Bu âyet-i kerîmelerden kesinlikle anlaşılan hususlar şunlardır:
1-“Şirk” yani “TANRI’ya inanma suçu” asla bağışlanmaz.
Çünkü Allah vardır, TANRI YOKTUR!..
Tanrı kavramı, asla Allah isminin mânâsının karşılığı değildir.
Olmayan "ŞEY=TANRI"nın güçlerinin, seni bağışlaması da elbette
sözkonusu olamaz!.. Bu sebeple, öncelikle ve
âcilen, Allah isminin işaret ettiği mânâyı öğrenmek ve yaşamımıza ona göre yön
vermek MECBURİYETİNDEYİZ.
Aksi halde, Allah yanısıra tanrı edinenlerden olma tehlikesi bizim çok
yakınımızdadır. Böyle bir riske girmek çok büyük hatadır.
2-Nefsimizin hakikatını bilememek dolayısıyla nefsimizin
hakkını edâ edememek durumunda yaşadığımız için haddi aşanlardan olup büyük
kayıplarla yüzyüzeyiz.
Ama bu durumdan dolayı da asla umutsuz olmamalıyız. Çünkü yapılan bütün
yanlış hareketlerin bir bağışlanma yolu da vardır; önemli olan hatayı farkedip,
zararın neresinden dönülse kârdır, diyerek kalanı kurtarma yolu seçilmelidir.
3-Hatadan dönmenin yolu tevbeden geçer. Yaptığının yanlış
olduğunu farkedip pişmanlık duyarak tevbe ettiğin zaman, bağışlanma seni
beklemektedir. Üstüne üstlük dualarına icâbet mükâfatı da cabası!..
İş ki, yarın tevbe ederim- öbürgün tevbe ederim deyip, tevbeyi
ertelemiyelim. Zirâ tevbeyi erteleyenlerin çok büyük bir kısmı tevbe edemeden
diri diri mezarı boyladılar ve canlı bir şekilde o kabir âleminde yaptıklarının
neticelerini yaşamaktalar.
4. Tevbe, lâf olsun diye, yaptım işte demek için; ya da biri yap,
şu kelimeleri tekrarla dedi, diye değil; nasûh olarak yapılmak zorundadır.
Yoksa oyun eğlence ve hatta alay gibi değer lendirilebilir.
Eli ateşe girip yanmış bir insan ikinci defa elini o ateşin içine
sokmaz.
Büyük günahlardan bağışlanma dahi söz konusudur. Ve bağışlanmak için;
hıristiyanların günah çıkartmak için papazlara muhtaç oluşu gibi bir muhtâciyet
gerekmeden; sadece Allah’ın Âzâmet ve Kibriyâ’sına yönelip, kusurunu, suçunu
itiraf ile O'ndan bağışlanma niyaz etmek yeterli olmaktadır.
Öyle ise, ne kadar büyük suç işlemiş olursak olalım, asla umutsuz
olmayalım; ve Allah'a yönelip tevbe etmeyi ertelemeyelim!..
Konunun derinliklerini bir yana bırakırsak, en azından, sınırlı ve
kusurlu varlıklar olarak, "halife" olmaya yakışmayan
davranışlar içindeyiz. Ve en tabîi yaşantımız içinde dahi, yani yukarıda
sayılan hallerde dahi, hakikatımızın hakkını edâ edememekten dolayı nefsimize
zulmetmekteyiz. Ve unutmayalım ki, sadece dünyada bir takım çalışmalar yaparak
ölümötesi sonsuz yaşamın sonsuz güzelliklerini elde etme imkânına sahip
olabileceğiz.
Öyle ise, elden geldiğince, dünyada bırakıp gideceğimiz ve bir daha hiç
aklımıza gelmeyecek şeyler için tüm beynimizi harcayacağımıza, hallerimizin
ardına geçip-ÖZ’e yönelelim; ve noksanlarımızı idrâk edelim.
hf
Tevbenin kabulünün alâmeti , kişinin daha önceki yanlışına yol
açan davranış ve değerlendirmelerinden arınmasıdır. Bu arınma kendisinde
oluşmadığı sürece, o kişinin tevbesi
İnsanın, yaptığı işin gerçekten yanlış olduğunu farkedip idrâk
etmesinden sonra, bu yapmaması gereken fiîli işlemekten dolayı büyük bir
pişmanlık duyması; ve bir daha o fiîli asla işlememeye karar vermesi ve bundan
sonra Allah’a karşı bu kararını itiraf ederek bağışlanma dilemesi nasuh tövbesi
olur..
hf
Yapılan bir hataya pişman olup,onu bir daha tekrar etmemeye karar
vermektir!
Burada dikkat edilmesi zorunlu bir husus şudur;
HAVASIN TEVBESİ
Vehmi benliğinin oluşturduğu perde ile hakikatten perdelendiği, ”vechullahı”
görmekten mahrum kaldığı için, yanlış yorumlara düşerek birimlerde “irade-i
cüz” görmekten dolayı tevbedir.
hf
Şirk görmeye tevbedir!
Bu tövbe bir kere yapılır ve ikincisi dahi olmaz!
hf
Yani;müferridunun, aktabın istiğfarı, seyrleri gereği esmâ
müşahadesindendir.
Yoksa; herhangibirimiz gibi, yaptığı bir yanlışfiilden dolayı değil.
hf
-Hangi gülüş indinde faziletlidir?..
-Ağlamıyarak, tevbe edenlerin gülüşü..(*)
“Ağlamıyarak tevbe etmek”ten murad, içine "benlik"
hâlinin karışmasından dolayı oluşan pişmanlıkla tevbe etmemektir!..
Nedâmet yani pişmanlık, fiilin faili olarak "benliğini"
görüp, o fiili kendine bağlamak, sonra da yaptığına pişman olup, "keşke
ben bunu yapmasaydım" diyerek tevbe etmektir...Burada tevbe edilirken,
"gizli şirke" düşülmektedir, o fiilin kendisine bağlanması
yüzünden!..
Ki bu tevbeden de tevbe edilmesi zaruri olmaktadır!..
Önce tevbeye tevbe!..Sonra tevbeye tevbenin tevbesi!..
“Tevbe edenlerin gülüşü” ifadesinde gülüş nedir?.. Bildiğimiz
kahkaha mı?..
Buradaki "gülmek" ten murad, "sûrur"
halidir... Benlikten arınmış kişinin, faili hakikiyi müşahedesi sonucu, izâfi
varlıkları görmeye ve onların vücudlarının varlığını
(*)Gavsiye Açıklaması-Ahmer Hulûsi
hf
Zordur dostum olan-bitenden razı olmak… İman ister! Lâfıyla değil,
idrakıyla ve hazmıyla iman!…
Kafanda yarattığın ve "ALLAH" ismiyle etiketlediğin tanrına
iman, kolaydır… Senin fikrine uygun gelmeyince de olaylar, onu kolaylıkla
yargılayabilirsin!…
Anlayışı kıt olanlar tedbir almaz ve bilinçsiz bir şekilde, “ben
tevekkül ettim” der!.. Bilmez ki, tedbir almadan tevekkül etmek,
büyük çoğunlukla ahmakların harcıdır!.
Anlayışı sınırlılar ve anlayışı kıtlar izahtan da bir şey anlamadıkları
ve sadece papağan gibi ezberlediklerini tekrar ettikleri için; onlara hiç bir
açıklama kâr etmez!.
Bu yüzden, önce onlara iki misâl vererek, bir an duraklamalarını
sağlayıp; bu arada fırsattan istifade, basiret sahiplerine yararlı olur
umuduyla, bir gerçeği vurgulamaya çalışalım.
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa
Aleyhisselâm diyor ki:
“Deveni bağla, ondan sonra tevekkül sahibi olarak yaşa…”
Meşhur Halife Ömer, ordusuyla Şam önüne geldiğinde, şehirde
veba hastalığı salgını olduğunu öğreniyor; ve, “geri dön” emri veriyor
orduya!. Soruyorlar:
-Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?
El cevap:
-Allah’ın kaderinden Allah’ın hükmüne sığınıyorum!.
1965 yılından beri tüm yazılarımda, “kaderin mutlakiyeti ve
değişmezliği” üzerine yazmışken, şimdi fikir mi değiştirdim?
Kesinlikle hayır!.
Kader hakkında 1965’te ne düşünüyorsam,
bugün de aynını düşünüyorum; ve bu konuyu da bugün hiç bir yayında
bulamayacağınız kapsamda, “AKIL ve İMAN” isimli kitapta açıkladım… Buna
rağmen hâlâ görüyorum ki, büyük ekseriyet, tevekkül-tedbir ikilemini
çözebilmiş değil. Bu yüzdendir ki, kısaca bir defa daha bu konuya değinmek
istiyorum.
Kesinlikle biliniz ki…
Benim imanımdır ki…
Kader kesindir ve asla değişmez!.
Bizim aldığımız tedbirlerin tümü de kader dışında ve kadere rağmen-karşı
değil; aksine, kaderin sonucudur!.
İçinde bulunduğunuz şartlar ne olursa olsun, o konuda alabileceğiniz bir
tedbir varsa, her ne ise, az veya çok; kuvvetli veya zayıf; kapsamlı veya dar
plânda, hemen o tedbiri alınız!.
Biliniz ki, aldığınız tedbir de, takdirin gereği ve kaderin sonucu
olarak alınmaktadır!.
Yanlışlık, tedbirin alınmasında değil; takdirin, tedbirle
değiştirilebileceği düşüncesindedir!.
35 yıl önce de dediğim; 1966 yılında yayınladığım “TECELLİYÂT”
isimli kitabımda yazdığım üzere, “Tedbir, takdirdendir”!.
Dünya hikmet yurdudur; ve bu dünyada oluşan her şey, kendinden evvelki
sebepler etkisiyle yönünü bulur… Bu yaratan Allah’ın sistem ve düzenidir.
Bir olaya karşı, tedbir almayarak tevekkül ettiğini, söyleyenin hâli,
takdirinde, tedbir
Kim, ne zaman, nerede, hangi şartlar altında tedbir alarak, o olaya yön
veriyorsa, bu da, takdirin o istikâmette oluşundandır!.
Tevekkül, olaya tedbirle yaklaşmamak değil; ne olursa olsun, olanın
Allah’ın takdiriyle bu şekilde meydana geldiğini görmektedir!.
“Allah’ı -özünde- vekil tutmak”, bâtınen tedbir
Avam, tedbir alır; tevekkülden
uzaktır!.
Havas, tedbiri terk eder; takdir neyse
o olur; diyerek takdir edeni görmeye çalışır!.
Has ül havas, tedbir alır; takdir edeni müşahede eder; tedbirin, takdir
edenin takdiriyle açığa çıktığını seyreder… Seyreden, “Kendi” olur!.
İşte, “şirki hafî” yani gizli şirk bu üçüncülerde ortadan
kalkmıştır!.
Mutlak olarak takdir edilen yaşanacaktır, tüm tedbirlerle beraber..
17 Nisan yeni hicrî yılın ilk günü; ve Ay, Koç burcunda doğuyor
yeni senenin ilk gününde… Koç Burcunda doğan Ay’la başlayan yeni sene önemli
bir başlangıca işaret ediyor 1999 içinde olmakla birlikte!.
Dünya, aynı zamanda Kova çağına adım atıyor!.
Haziran’da Akrep burcuna dönecek olan Şiron, Ekim’e kadar, hidayetten
son nasiplerini almaları için, Güneş’i veya yükselen burcu Akrep’te olanlara
son bir şans ulaştıracak!… Sonra geri dönmemek üzere Yay burcunda ilerliyecek..
Yeniden Plütonla buluşacak.. Uranüsle, Neptün’le omuz omuza verecek.. Dahi,
Beyaz At’ı bekleyecek…
Allah takdiri, olayları oluşturacak sebepler silsilesi içinde açığa
çıkacak!. Ve bizler, “ân” içre oluşmuşu
seyredeceğiz, kapasitemiz kadarıyla..
Ahmak, yediği ekmek ya da baldan aldığı enerjiyi inkâr edecek kozmik
etkileri inkâr ederken; farkında olmadan!… Göğe oturttuğu tanrısına imanını savunurken!
Ârif, tevekkülden, bahsedip, tedbiri
bir yana bırakırken…
Âlim ve vâris, tedbirin
Hakk’ın takdirinin açığa çıkması olduğu müşahedesi içinde; elinden
gelen tedbiri son noktasına kadar uygulayacak!.
Sonuçta, kâinat yaratılmazdan önce, “Ân” içre planlanmış olanlar,
aynıyla, projeden uygulamaya girecek “mahlûkun zamanı” içinde, Yaratanın
indindeki, bir “hiç” ve “yok” olarak!.
Kimi kavga edecek, senaryo gereği!… Kimi, gülerek, ya da acıyarak
seyredecek!. Bu arada nîce beyinler, ancak salata niyetine gidecek!
Ve, bir kere daha perde inecek!.
La havle velâ kuvvete illâ “B”illah!.
Allah!…
Hû!.
hf
TEDBİR’İ TERK Mİ ETMELİ?
Kafanda yarattığın ve “ALLAH” ismiyle etiketlediğin tanrına
iman, kolaydır… Senin fikrine uygun gelmeyince de olaylar, onu kolaylıkla
yargılayabilirsin!…
Ama mercimek kadar aklınla, evrenin “e”sini dahi kavramamışken; evrenin
Yaratanını yargılamaya kalkman, senin ancak psikiyatristlerin alanına girdiğini
gösterir…
Yarın bakarsın, deprem olur; öbürgün sel ya da ayaklanma, isyan!..
Dünyada çeşitli ülkelerde bunlar hep olageliyor!… Ve olup bitenler içinde, nîce
kurular da yanıyor yaşlar yanında!
Sen bunlarla kafanı yorup, “dünyalığımı nasıl kurtarırımla” gününü
tüketirsen; yarın
hf
Sormuşlar:
-Deprem sigortası yaptıralım mı; tevekkül mü edelim?
Cevap vermiş:
-Yarına Allah kerîm, hayırlısı olsun;
deyip çalışmaktan vazgeçerek; geleceğe dönük bin türlü plan yapıp tedbir almaktan
yüz çevirerek; hatta, daha abartılı şekliyle, tevekkül ediyorum deyip, yemek
yemeyi terkederek mi yaşıyorsunuz?
Yoksa bütün bunları yapıp; sonra da tevekkül sahibi olduğunuzu; kadere iman
sahibi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?.
Sistem gerçeğinin Allah yaratısı olduğunu fark etmeyenler pahasını
öderler!. Mazeret ve cehalet geçersizdir!.
hf
Tevhid; senin, Allah'ın birliğini müşahede etmen ve
buna şehâdet etmendir.
Tevhid , senin zannında, şartlanmalardan ve beş duyu kaydından dolayı
oluşmuş "izâfî varlıklar" hayalinden kurtulup, varlıkta TEK
Allah'dan başka bir şey olmadığına şehâdet etmen ile gerçekleşir.
hf
"Tevhid-i ef`âl" deyimiyle anlatılmak istenen "tüm
fiillerin gerçek failinin Hak olduğu" gerçeğini fark ve idrâk
ediş bu mertebede olur...
Bundan sonra da sıra "Tevhid-i esmâ", "Tevhid-i
sıfat" ve "Tevhid`i Zât" müşahedesine gelir.
hf
Varlıkta algılanan tüm özelliklerin Allah`ın isimlerinin
oluşturduğu mânâ terkipleri olduğunu farkedip; varlığı, o anlayışla
seyretmektir.
hf
Varlıkta algılanan ve algılanamayan tüm yapıların Allah`ın
sıfatlarının işaret etiği mânâlarla varoluşlarını idrâk edip, bunun
gereğini yaşamaktır.
Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şöyle anlatabiliriz...
Bir birim; "ALLAH" isminin anlatmak istediği "HAY"
isminin işaret ettiği "HAYAT" sıfatıyla vardır..
"ALÎM" isminin işaret
ettiği "İLİM" sıfatıyla yapısının ve varoluş gereğinin
getirdiği ölçüde bilinçlidir..
"MÜRÎD" isminin işaret
ettiği "İRADE" sıfatıyla ilminin getirdiklerini
dileyebilmektedir... gibi...
Tüm birimlerin varlıklarını meydana getiren vasıflar Tek Zât`ın
vasıflarıyla kaimdir.
TEVHİD-İ ZÂT
Varlıkta algılanan ve algılanamayan tüm yapıların zâtının, özünün
Allah`ın Zâtıyla kâim olduğunu yaşamaktır!.
Kelimeler ile ancak bu kadar anlatabileceğimiz olayın gerçeği ise
yaşayanlarca malûmdur elbet.
hf
Te'vil ; sembol yollu anlatılanı veya zâhirinde anlaşılandan
farklı iç mânâ ihtiva
hf
Musa A.S’ a gelen Rabbani Kitaptır!
hf
"-Yâ Gavs, Tâat ehli nimetlere tezellül ettiklerinden
zikrederler; ve mâsiyet ehli de tezellül edip Rahim’i zikrederler!.."(*)
Tâat ehlinin nimetlere tezellül etmesi...
“Tâat”, kendilerine ulaşan emirlere riayet edip, gereğini tatbik etmek,
anlamında kullanılıyor.
Niçin, Tâat ehli bu fiillere başvuruyor?..
Nimetlere ermek için!..
İşte nimetlere kavuşmak için yapılan davranışlar, "tezellül"
olarak nitelendiriliyor burada. Yani zillete düşmek, zilleti kabullenmek. Daha
bir Türkçesi ile, aşağılanmayı kabullenmek!..
Başka bir ifade ile, cennet nimetlerine erme gayesiyle birtakım
çalışmalarda, davranışlarda bulunmak, küçüklüğü
Diğer taraftan, yasaklanmış olan şeyleri yapmaktan kendilerini
alıkoyamayanlar da, gene o cennet nimetlerine kavuşmak için, bağışlayıcı, çok
merhametli olana âdeta "Sen büyüksün, bense çok küçük; sen Rahimsin ben
çok âsi ve suçlu, öyle ise beni bağışla ve nimetlerinden mahrum etme"
demektedirler. Bu da bir diğer "tezellül" şeklidir.
Her iki hâlde de bir takım nimetlere kavuşmak için, küçülmeyi,
aşağılanmayı göze
Ve her iki hâlin altında da tek bir şey yatmaktadır. "ENE"!..
Yani, "BENLİK", "BENCİLLİK", birimselliğine menfâat
temini peşinde koşmak!..
Kendini bu beden veya bu bedendeki ruh olarak
Çünki, bu "tezellül", içinde bulundukları "benlik"
hâlinin tabiî sonucudur.
İnsan, vehminin tesiri altında ve çevreden gelen şartlandırmalar
sonucunda, kendini bir beden veya bedendeki ruh olarak
Bu durumda olan insanın da tabiî olarak kendisine bu nimetleri
sağlayacak olana "tezellül" etmesi son derece doğal
olmaktadır!..
Netice olarak ortaya çıkmaktadır ki, "tezellül"ün
kökeni "Benlik" kavramına dayanmaktadır.
Bunu anlayınca da, kendi varlıklarının varolmadığını farkederek
benliklerine menfaat temini gayesiyle, zillete dûçâr olmayacaklar.
Neticede, ister mâsiyetten dolayı Rahîm’e sığınma hali olsun; ister,
tâat ile bir takım nimetler bekleme hâli olsun, her iki hâl de zillet hâlidir,
temeldeki "benlik"ten doğan “zillet” hâlidir!..
Bunun karşıtı ise "izzet" halîdir ki "Azîz"
isminin manâsının ortaya çıkışıdır.
Bu isimle isimlenmiş kişi, kimseden bir karşılık beklemeksizin
çalışmalar yapar; karşılıksız verici olur; bu sebeble de izzetle yaşar!..
(*)Risâle-i Gavsiye Açıklaması-A.Hulûsi
hf
“İnsan”ın daha önceden “İnsanSI” diye isimlendirdiğimiz hâliyle,
dünya üzerinde “Toprak” dan yaratıldığı âyetlerle kesindir!..
İnsanın bedeni - hücresel yapısı, ana hammadesi itibariyle su ve
mineraller karışımı olan ; 1400 sene öncesinin anlayışına da hitabetmesi
amacıyla “TOPRAK” diye târif ve tavsif edilmiştir.