AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

V

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİHRİST

 Vahdaniyet
· Vahdet
· “Zerre ,Tümün Aynasıdır!”
· Tek'lik Anlayışıyla Zâhir Emirleri Terk Hatası(Bkz.”İbadet”)
· Tekliğe Geçiş sınırı!
· Hiç Ceviz kırdınız mı?
· Tek'in Takdiri
· Vahdet-i Vücud
· Vahdeti "Vücud" mu,"Şuhùd"mu?
· İlim mi Mâlûm’a Tâbi?
· Panteist Görüş Niçin Bâtıldır?
· Vâhidiyet
· Vahiy

· “Vahiy Gücü” İle “Akıl Gücü” Arasındaki Fark
· (Bkz.Rasûl Ve Nebi’ye Niçin İhtiyaç vardır?
·
Vâkıfıyn (Mukarrebùn)
· Vâkıfıyn’in Yaşantısı
· Vechullah (Bkz.”Allah’ın Vechi”)
·
Vehim
· Vehmi Benlik
· Ruhun Vehmi Benliğe Bürünmesi
· Vehme Tâbi Olmak
· Vehmin Terkedilmesi (Birimsel Yaşamdan Kurtulmanın Yegâne Yolu)
· Vahdet İdrak Edilmez, Vehim Terkedilmeden!
· Veli-Velâyet
· Velâyet Türleri Ve Mertebeleri
· Velâyet Kemâlâtı
· Ricâl-i Gayb(Görevli Veliler)
· Evliyanın Feyz Vermesi(Bkz.Ruh Gücü)
· Veri Tabanı(Bkz.”Beyin Veri Tabanı”)
· Vesvese
· Vicdan
· Vitriyet
· Vusül

  Vuslat
· Vuslata Eriş
· Vücud

  

VAHDÂNİYET

Allah’ın TEKLİĞİ”! (Allah’ın varlığı dışında hiçbirşeyin varolmadığı gerçeği!)

Çokluk`tan Tek`liğe, bireysel şuurdan MUTLAK iLME yöneldiğimiz sürece, meselenin iç yüzünü anlamamıza imkân yoktur. Sayısız kollar ve teferruat içinde boğulur ve esası kaybederiz.

“TEKliği anlamanın yegâne yolu; kendimizi, şuurumuzu Tek`lik noktasında bulup, yoğunlaştırıp; o boyuttan, çokluğa bakmak!.. Ancak bu suretle konunun aslını hakikatını anlayabilmek, kavrayabilmek, hissedebilmekle, mümkün olur!.

“Allah, sonsuz ve sınırsız TEK`tir.”

Bu, sonsuz ve sınırsız Tek, bize GÖRE olan Ezel`de ve Ebed`de de aynen böyledir!...

Varlığında hiç bir değişim, değişiklik söz konusu değildir!.

İş bu sebepledir ki, bizim olup bittiğini gördüğümüz, düşündüğümüz, tahayyül ettiğimiz, hissettiğimiz her şey, insanların, cinlerin ya da meleklerin varlığını düşündüğü ve tahayyül ettiği veya bilebildiği istisnasız her şey; sadece O`nun ilminde mevcuttur. Esmâsının eseri olarak mevcuttur!.

“İlminde” derken, O`nun, -eğer tabiri caizse bunu anlatmak için söylüyorum-, “Hayâlinde var ettiği ve düşündüğü şeylerdir.”

Bunların gerçekte, “ALLAH” varlığı dışında bilfiil varlığı asla ve asla olmamıştır!.

Yüce Zâtın, var kabul edişi neticesinde, bu varlık âlemi “yok”tan meydana gelmiştir; “yok” olarak vardır; ve aslına dönecektir!...

Bunu böylece anlamadığımız sürece, TEK`liğin ne olduğunu kavrayabilmemiz asla mümkün değildir!.

Hangi mânâ ve vasıfla, O Zât`ı vasıflandırırsak, O Zât, Zât`ı itibariyle o vasıflandırmadan ötedir; O, tanımlama ile kayıt altına girmekten beridir!...

Ancak, o tanımlama da gene O`na aittir!.

Burayı çok iyi anlamak lazım...

hf

VAHDET

 Vahdet,  Allah'ın kendi TEK'liğine şehâdetidir.

Allah’ı tanımanın  tek yolu, "Vahdet" sırrına ermektir.

Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak "Vahdete götüren basamaklar”dır.

Bunların neticesinde "Vahdet" oluşmuş ise, "veli"lik kapısı açılır!..

"Vahdet" sırrına erişmemiş veli olmaz!..

Tasavvuf bütünüyle "vahdet" sırrına yönelme işidir!.. Kişilikten, benlikten kendini bir birim olarak kabullenme halinden kurtulup, vahdet deryasına garkolmadan Allâh bilinmez!.. Allâh, böylece bilinmeyince de "veli"lik oluşmaz.

Halk, kişinin ameline, davranışına, sözüne bakarak, kendisinden ileride olana hemen "veli"lik etiketini takıverir!..

Oysa gerçekten, o kişinin "veli" olabilmesi için, o kişide mutlaka "vahdet" sırrının yaşanmış olması ve "Allah ahlâkıyla ahlâklanmış" olması ve bu yolla Allah'ın bilinmiş olması mecburiyeti vardır!.

Vahdeti" yaşayanlarda "kesret" müşahedesi olmaz!.. Kesret kavramı olmaz!.. Belki kesreti, vahdetin zuhûru olarak seyrederler.

Bu yüzden de, onlarda, Allah'da yok olacak bir varlığın mevcut olup da yok olması; Allah'a erecek bir varlıktan söz etme gibi görüşler asla mevcut olmaz!.Çünki, onlarda,

 "ALLAH ŞEHÂDET EDER Kİ, TANRI YOKTUR ANCAK BENLİĞİ İLE SADECE KENDİSİ VARDIR" (3-18)

 Eğer ki sen kaba mânâda bu varlığın tek bir asıldan geldiğini ve bu aslı meydana getiren varlığında "Allah" olduğunu kabullenmediğin takdirde; mutlaka, bu âlemin bu varlığın ötesinde, bir "TANRI" kabul etme durumuna girersin!..

Bu varlığın ötesinde, ÖTENDE ayrı bir TANRI kabul etme durumuna girdiğin anda da, böyle bir varlık gerçekte olmadığı için; yanlış neticede, anlayışına uygun vasıflara sahip bir TANRI kavramına götürecektir seni!..

Böylece, sen, kendi kafanda, kendi anlayışında, kendi yapına göre bir TANRI yaratmış olacaksın!.. Kabullenmiş olacaksın!..

Böyle bir TANRIYI kabullenmenin sonucunda da, kendi elinle yarattığın "tanrı"nın kölesi olmuş olacaksın!.. Kulu olmuş olacaksın!.. Kul; köle mânâsındadır.

Dolayısıyla ki, insanlar genellikle, kendi hayallerinde yarattıkları "tanrı"ya "Allah" adını takarlar; duymaları yoluyla, şartlanmaları yoluyla; kendi yapılarına uygun, kendi yapılarının gerektirdiği mânâlarla onu bezerler ve ondan sonra da "Allah" şöyledir, "Allah" böyledir diyerek, kendi düşünce yapılarının şekillendirdiği "tanrı"yı, "Allah" diye bir başkasına târif ederler!..

İşte bunu bilme sadedinde varlığın yapısı, evrenin yapısı, insanın yapısı gibi konuları konuştuk. Bunların neticesinde görülür ki; bütün bu çokluk olarak görülen âlemdeki birçok varlık, çeşitli isimlerle anılan bir çok varlık, aslında tek bir cevherden, tek bir nesneden meydana gelmiştir!.. O bir tek nesne, tek bir özden!.

Dışta ayrı ayrı bir çok varlıklar mı meydana gelmiş?...

Hayır!..

Şimdi bunun misalini şöyle vermek gerekir: Bir tohum düşünün, bu tohumu ekiyorsun, bir çekirdek ve bundan koskoca bir ağaç çıkıyor, meyvalar çıkıyor! O çekirdek, o ağacın her meyvesinde mevcuttur! O ağaçta, o çekirdekte mevcut olandan başka bir şey yoktur!.. Tabiî, bu çokluk âleminin bir misâli, hakikate tam uygun değil! Ama meseleye yaklaştırma bâbında yardımcı olur.

hf

Allah’ı tanımanın tek yolu "vahdet" sırrına ermektir. Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak "vahdete" götüren basamaklardır.

Bunların neticesinde "Vahdet" oluşmuş ise, "veli"lik kapısı açılır!.. "Vahdet" sırrına erişmemiş veli olmaz!..

hf

“ZERRE TÜMÜN  AYNASIDIR"

 Bu “varlık” dediğimiz âlem her zerresi itibariyle, orijinali itibariyle, ilk andaki özelliklerinden kopmuş değildir. ilk andaki özellikleri bu âlemin her zerresinde, aynısı ile mevcuttur! Yalnız bu mevcut olan özelliklere bakan mahâl, bu özellikleri göremez!.. Görememesi dolayısıyla da ayrı ayrı varlıklar varmış "vehmi" doğar!

Bakan mahâl, terkibiyeti hükmü dolayısıyla, tabii hali, nihâyet en kaba mânâda 5 duyu dolayısıyla; varlığın aslında ve özünde mevcut olan bütün özellikler, baktığı her mahalde aynıyla mevcut olmasına rağmen; kendi eksik özelliklerinden dolayı; yani kendi eksik özellikleri derken, kendisinde kuvvede kalmış, fiile çıkartamadığı özellikleri dolayısıyla; o mahâlde onu müşahede edemez!.. Dolayısıyla varlığın tekliğini müşahede edemez!

Kesitsel algılama araçlarına (5 duyu) bağımlı düşünce sistemi dolayısıyla varlığın tekliğini müşahede edemeyince de, çok varlıklar var sanıp; çok varlığın ötesinde bir tek varlık vardır, diye tahayyül eder!.. Böylece de bir "TANRI" yaratma yoluna gider!

İşte böylesine çok varlıklar ve çok varlıkların ötesinde de var kabul edilecek tek bir "TANRI" yanılgısı ortadan kalksın diye, varlığın "TEKLİĞİ" anlatılmıştır!..

Bu tek varlığın var kabûl edilen her zerrede olması sebebiyle, kendinde mevcut olduğunu; bunun neticesinde de, artık tapınmadan çok, varlığı tanı, varoluş şeklinin icabı olarak meydana gelecek neticelere göre bilerek adımını at; esası getirilmiştir.

İşte İslâm dininin Vahdet Dîni olması, Tevhid Dîni olması bu esasları kapsamıştır

Sen bu anlayışla varlığa bakarak, her gördüğün fiîlin birtakım ilâhi mânâların ortaya çıkmasından başka bir şey olmadığını gör!.. Ancak o mânâların, oradaki terkibin yapısı itibariyle ortaya geldiğini de idrak et!..

Bunun neticesinde, niye böyle oluyor, demene gerek kalmaz; ama onun nasıl olması yolunda da gereken tavsiyede bulunursun!..İşte bu açıdan, meseleye yaklaşabilmen için, islâmın ışığına, dinin ışığına ihtiyacın var. Artık dîni anladığın andan itibaren, sende tapınma olmaz, kulluğunu îfa olur!.

hf

TEK’LİĞE GEÇİŞ SINIRI

 Vehmin hükmü altında olmak ile vehmi hükmü altına almak arasındaki sınırdır,ki bu sınır diğer bir ifade ile “ölmeden önce ölmek” sınırıdır.!

hf

HİÇ CEVİZ KIRDINIZ MI?

 Pek çoğunuz ceviz kırmış veya yemişsinizdir!..

Bir kısmınız da dalında yada yeni kopmuş haliyle cevizi görmüşsünüzdür!.

Ceviz üzerine, ceviz kırmak üzerine pek çok şey söylenmiştir…

Hatta bazıları cevizağacına benzetmiştir kendisini şarkısıyla;

“Ben bir cevizağacıyım Gülhane parkında;

Ne sen bunun farkındasın, ne polisler farkında!.” diyerekten…

Ceviz ile insan arasındaki benzerlik bilmem hiç dikkatinizi çekti mi?..

Eğer cevizi ortadan ikiye bölüp tahta kabuğunu çıkartırsanız, içinin iki yarım küreli insan beynine ne kadar benzediğini farketmişsinizdir elbet… Ama ben bu benzerlikten sözetmiyorum!. Ya neden bahsediyorsun, dediğinizi duyar gibiyim…

Hemen açıklayayım…

Dalından düşmüş cevizi gördünüz mü bilmem, üzeri noktalı yeşil renkte bir kabukla kaplıdır!. Eline alanın eli boyanır; ve kolay kolay da çıkmaz bu boya!..

Üstelik bilmeyerek dişlerseniz, sulfata yalamış gibi olursunuz; sanki zehir!.

Münasip bir şekilde açabilirseniz bu yeşil kabuğu, işte o zaman görürsünüz tahta kabuklu meşhur cevizi!. Elle kolayca kıramazsınız o tahta kabuğu.. Ama varoluşunun çok büyük bir hikmeti vardır o tahta kabuğun! İçine hava girmesini önler; ve böylece de içindeki cevizin yağının havayla birleşerek okside olmasını, yağının acılaşmasını önler.. Onun içindir ki, ceviziçi, kabuğu içinde saklanır hava almasın diye; ancak yeneceği zaman o kabuktan çıkartılır; ayıklanmış halde saklanmaz!.

Üçüncü katı ise bildiğimiz kahverengi ince kabuktur.. Şayet o kabukla yerseniz, gene damağınızda kekremsi bir lezzet hissedersiniz, biraz acımsıdır.. Koruyucu kabuktur!. Ama buna rağmen, artık onda içinin inceliklerini, kıvrımlarını, şeklini görebilirsiniz!. Ama ne olursa olsun, yemesi o kadar lezzetli değildir..

Dördüncü katı kahverengi kabuğun altındaki beyazımsı renkli zardır!. Artık ceviziçi iyiden açığa çıkmış; rengi aşikâr olmuştur!. Her ne kadar üstündeki zar, ceviziçiyle temasımızı önlüyorsa da, tam lezzetine ermemizi engelliyorsa da; gene de ceviziçine ulaşmış sayılırız!. Buna rağmen zarın soyulmuş hali daha bir başkadır ceviziçinin!

Beşinci kat, işte ceviziçi!.. Beyaz etli, pek bi lezzetli ve de insan için çok yararlı gıda; şifa!.

Altıncı kat ise cevizin yağı!.. İnsana en yararlı yanı!.. Cevizin özü, hasılası…

Varoluş hikmeti… Sırf hayır!. Bir rahmet ki, içinde acısı hiç yok!.

Yedinci ve son kat; cevizin yağındaki kuvvet, enerji!… Cevizin varoluşunun sebebi hikmeti!.. Cevizin Hakikatı!.. Bir elektrik ki, bütün ampuller onunla hayatiyet bulur!.

Ve şimdi gelelim cevizle önemli bir benzerlik yanı bulunan insana…kat bilinciyle, “Nefsi emmare”de diye tanımlanan insan… Acı ve zehirli sanki!.. Yalnızca kendini düşünüp, herşeye sahip olmak isteyen; kimseye yaşam hakkı tanımayan; kravatlı vahşi!. Sadece almayı düşünüp, vermeyi hiç hatırına getirmeyen ve dahi verecek bir nesnesi olmayan insan etiketli  mahlûk!

Kat bilinciyle, “Nefsi levvame”de diye tanımlanan insan… Özündeki özelikleri ve güzellikleri tahta kabuk mesabesindeki “levvame” bilinciyle örtmekte olan   kişi!. Kendini belkide, ceviz sanan tahta kabukçasına, beden sanan bir birim!. Kâh yeşilkabuğunun gereğini yaşayıp, kâh da içindeki değerli   katmanın farkında olan ve bunun gereğini yaşayamamanın üzüntüsünü çeken  insan…

Kat bilinciyle, “Nefsi mülhime”de diye tanımlanan insan… Kendinin kabuk   -pardon beden- olduğu şartlanmasından kurtulmuş;hakikatını farketmiş; kâh  özündeki lezzetten tadan, kâh da kendini kıvrımlı beyaz ceviziçi sanan  birim… Ârifler diye bahsedilen marifet ilmi erbabı!.

Kat bilinciyle, “Nefsi mutmainne”de diye tanımlanan insan… Bildiği hakikatta  ve hissedişte tatmine ulaşmış, mutmain olmuş; bunun getirisiyle  cehenneminden azad olup cennetine girmiş insan!. Beyazımsı zar hükmünde olan  birimsellik duygusuyla hakikatını zar gibi örtme hali mevcutsa da, Hakikatı  olan “Allah”ı hisetmenin ve talibine zar arkasından göstermenin hazzı  içindeki kişi!. Velî, hakikat ilmi ehli.  kat bilinciyle, “Nefsi Râzıye”de diye tanımlanan insan… Ellerin beynin hükmüyle hareket ettiklerinin idrakına ermiş ve eller ile savaşı kalmamış insan!. Her anı ve hâli beyinle olup; beynin hükmüyle bedende olup bitenleri  seyreden tüm kabuklardan arı, ceviziçi sanki!.. Fenâ fillah’ın sonu!..

Esmâ’da seyr hâli…

Kat bilinciyle, “Nefsi Mardıyye”de diye tanımlanan insan… Cevizdeki beyaz  etin özündeki yağ misali, insanın özündeki sıfat mertebesi!… Bakâ billlah  yaşamı… “Görür gözü, konuşur dili…. olurum” sırrının yaşamı.. Sıfatlarla  tahakkuk hâli!…  kat bilinciyle, “Nefsi Sâfiye”de diye tanımlanan insan… Cevizin yağında  gizli kuvvet misali, insanın ve varolan herşeyin özü!.. “Özde biriz”  tanımlamasıyla vurgulanan “bir”lik noktası!.. Her şeyin “şey”sizlik hâli!.

“Şey” yok, Yalnızca O var!.

Gülhane Parkında gizli, ne halkın ne de polisin farkında olmadığı cevizağacından ve ürününden sözetmeye çalıştım!...

Bilmem anlatabildim mi?

hf  

T E K `i N   T A K Di R İ

Din konusu içinde, insanlığı en çok meşgul eden; ancak ve ancak insanlar tarafından, insanlar içinde de belli bir kemâle gelmiş olanlar tarafından anlaşılabilecek bir konu var:

Kader konusu...

Herkesin üzerinde durup, merak edip araştırdığı; ancak azın çok azı pek değerli insanlar tarafından anlaşılabilen bir konu bu..

Kader konusunun, kader sırlarının anlaşılabilmesi için, "Vahdet" konusunun idrâk edilmesi zorunludur!.

Vahdet konusu idrâk edilmediği sürece, kader konusu ancak iman yollu kabul edilebilen bir konudur.

Hemen hemen bütün ilimlere vâkıf olan cinlerin vukûf sahibi olamadıkları iki konu vardır :

 1-Vahdet konusu, vahdet sırrı

 2-Kader konusu, kader sırrı

 Bu iki konuyu cinler idrâk edememişlerdir. Edemezler de!...

Zâten, "Hilâfet" sırrının insana verilmesinin sebebi de, cinlerin vahdet ve kader konularını idrâk edebilecek istidada sahip olamayışlarıdır... Bu yüzden de, bu sırları da kavrayabilecek bir idrâka sahip varlık olarak insan var olmuştur.

 "Yeryüzünde bir HALİFE meydana getireceğim..."

 Hükmünün neticesinde, vahdet ve kader sırlarını idrâk edebilecek kapasitede var olan insan, bu istidadı ve kabiliyeti sonucu olarak Hilâfete liyâkat kazanmıştır.

Vahdet konusunu anlamak için önce, Kelime-i Tevhid`in mânâsını anlamak; sonra, İhlâs Sûresi`nin mânâsını anlamak, sonra da bu anlayış ve kavrayış içinde İhlâs Sûresi`ni değerlendirebilmek gerekir.

İhlâs Sûresini anlamadığımız sürece, "Allah" ismi ile işaret edilen Mutlak Vücud`un ne olduğunu kavrayabilmemiz mümkün değildir.

İhlâs Sûresi, dedik...

"İhlâs" okumak, demek bu sûrenin kelimelerini tekrar etmek demek değildir!.

Yüz bin defa "İhlâs"ı tekrar eder de insan, bir defa dahi "Hû Allahu Ahad"ı "OKU"mamış olabilir!. Bunun anlamını müşahede etmektir ve hissetmektir gerçek anlamda "OKUMAK"!..

Önce şu çok önemli hususa dikkatinizi çekelim; bir gerçeği farkettirmeye ve hissettirmeye çalışalım..

"ALLAH" kelimesi bir yüce Zât`ın ismidir!.

İsme yönelmek ile isimle anılan Yüce Varlık`ın ne olduğunu kavrayarak O`na yönelmek arasında son derece önemli anlayış ve sonuç farkı vardır!.. Bu yüzdendir ki bu farkı çok iyi anlamak ve değerlendirebilmek gerekir!..

Kim bunu değerlendirebilir?...

Ehlullah denilen "mukarrebler"!..

Yani;  

"Allah dilediğini kendine seçer" (42-13)

 âyetinde işaret edilen seçilmişler!...

 Evet, arzu edenler bu "seçilmişlik" konusu üzerinde biraz araştırma yapabilirler..

 "ALLAH ismiyle işaret edilen Yüce Zât”ın başlı başına Tek Vücud -beden anlamında değil- olduğunu; O`nun varlığının dışında ikinci bir varlığın söz konusu olmadığını; O`nun, "Sınırsız-sonsuz Tek" olduğunu idrâk edebilirsek...

 Ayrıca, O`nun her hangi bir varlıktan meydana gelmemesi; gene sınırsız-sonsuz olması nedeniyle de O`ndan meydana gelmiş olan ikinci bir varlığın da var olmadığını anlayabilirsek; işte bu anlayışlar neticesinde görürüz ki...

 Sınırsız Tek, "İlmi"nde, tüm varlıkları, âlemleri düşünmüş, değerlendirmiş, oluşturmuş ve bunları yok etmiştir.

 Bir diğer ifade ile Sınırsız-sonsuz Tek;

 "İlminde, âlemleri yok`tan ilmi ve kudretiyle var etmiş ve onlar ismi altında kendi esmâsının tecellilerini ilim boyutunda seyretmiştir"!.

 Sınırsız-sonsuz Tek`in ilminde var olan bu mânâ sûretleri, gene kendi varlığı yani isimlerinin özellikleriyle meydana gelmiş; kendi varlığı ile meydana gelen bu sûretler, O`nun "kaza"sının, "hükmü"nün gereğini ortaya koymuşlar; ortaya konan bu mânâları seyreden yine Kendisi olmuştur...

 Tüm varlık, ilim`de mevcut olan bir varlık!... 

Kâinat, ilim`de var olan bir kâinat!...

 Dolayısıyla, Allah varlığı dışında ya da içinde ikinci bir varlık, vücud, evren, mevcut değil!...

 Buna dair çok basit bir misâl vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz:

 Siz, oturduğunuz yerde, düşüncenizde bir dünya hayâl ediyorsunuz... Düşüncenizde var ettiğiniz, hayâl ettiğiniz bu dünya üzerinde de çeşitli özelliklere sahip insanlar oluşturuyorsunuz... Bu, oluşturduğunuz insanlar ve varlıklar sizin ilminizde, hayâlinizde mevcuttur ve yoktan var olmuştur. Eğer "var" kabul edilirlerse, onlar yalnızca sizin varlığınızla mevcuttur; ve neticede de "yok"turlar!.

 İşte, tüm "evren"ler ve onların içindeki tüm boyutlar, katmanlar ve tüm varlıklar, böylesine, ilm-i ilahi`de var edilmiş, O`nun varlığı ile kâim olan, gerçekte "yok"tan varolup "el an yok olan" varlıklardır!.

 Bu hususu eğer anlayıp, idrâk edip, hissedebilirsek görürüz ki;

 Yüce Zât, hangi mânâlara uygun sûretlerin olmasını "MÜRÎD" isminin işaret ettiği şekilde "irade" etmişse, o şekilde onları "oldurmuş"tur!... O, onları "yok"tan "var" etmiş; onların üzerinde irade ettiği şekilde tasarruf etmiş; ve onlara ne görev vermişse, hepsi de "isteyerek" O`na icabet etmiştir!.

 Şimdi, burada anlattığım misâli iyi düşünün!...

 Siz, düşüncenizde bir dünya yarattınız. Bu dünyanın üzerine insanlar, dilediğiniz özelliklerle bezenmiş insanlar yarattınız; ve o insanlar da bahşetmiş olduğunuz o özelliklerin sonucu olan davranışları ortaya koyuyorlar!.. Onlara yaptırdığınız bu şeyleri onlar, kendi bağımsız varlıkları ve iradeleri ile mi yapıyorlar?.. Yani, irade-i cüzleri ile mi bir takım davranışlar ortaya koyuyorlar?..

 Yoksa, sizin ilminizde, düşüncenizde, takdirinizin gereği olan davranışları mı ortaya koyuyorlar?.. O, hayâlinizde yarattığınız iki insandan biri diğerine bıçak çekiyor ve onu öldürüyor. Onların yanında duran üçüncü bir kişi de, "o, bıçağı çekti ve öldürdü!.." diyor.

 Ama bütün bunlar dikkat ediniz, sizin düşüncenizde ve ilminizde, sizin ilminize göre takdirinizle, kudretinizle, yaratmanızla, oluşturmanızla meydana geliyor!.

 Peki, şimdi düşünün!.. Bu durumda, bıçak çekip öldürenle, ölenin durumunu ele alıp da, "Bu, kendi irade-i cüz`ünü kullanarak karşısındakini öldürdü" diyebilir misiniz?..

 Diyebiliyorsanız!. Elbette, tüm insanların hür, özgür iradeleri mevcut(!)(?)!. Onların üzerinde hükmeden, tasarruf eden bir varlık mevcut değil(!). Ve de tüm yaşam, her birinin kendi özgür(!) iradesi ile devam edip gidiyor!.

 Ama, en azından bu kitapları okumuş bir kişi olarak böyle diyeceğinizi düşünemiyorum!...

 İkinci binin müceddidi kabul edilen İmamı Rabbanî`den sonraki yüzyılın müceddidi kabul edilen zât Şah Veliyullah Dihlevî`dir.

 Hem Zâhiri hem de bâtınî ilimlerde büyük mertebe sahibi olan bu Zât`ın ülkemizde de yeni yayınlamış bulunan "Hüccetullahi`l-Bâliğa" isimli kitabının "Kadere iman" bölümünde bakın ne denmektedir:

 "Kullar, işleyecekleri fiîlleri seçebilirler. Evet ama, kullar için GERÇEK BİR SEÇİM HİÇBİR ZAMAN SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Çünkü bu seçim, kişinin değil de Allah`ın istediği şeyin olması; fayda vermesi hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şey hakkında sâik ve azmin bulunması gibi sebeplerle mâlûldür. Bu durumda hangi ve nasıl ihtiyârdan bahsedilebilir?

 ”Vema lehümül hıyereh (Kasas-68)

 “ONLARIN İHTİYARI YOKTUR”

 Rasûlullah Aleyhisselâm aşağıdaki hadisinde şu mânâya işaret etmiştr:

 -Şüphesiz kalpler, Allah`ın iki parmağı arasındadır; onları dilediği gibi evirip çevirir. "

 Zamanının Gavs`ı olduğu söylenilen "Mârifetname" yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı da adı geçen kitabında bakın ne diyor:

 "Ezeli hüküm, sebeplere nisbet olunmaktan ecell ve â`zâmdır.. Zira Hak Teâlâ’nın önce verdiğine, kulun sonradan istemesi sebep olamaz!. O halde Allah`ın sun`u, her şeye sebeptir; ve sun`una bir şey illet ve sebep değildir!

 Onun sana inâyeti, senden bir şey değildir.. Onun inâyeti sana yöneldiğinde sen nerede idin?..

 Her şey meşiyyete istinad eder!. Meşiyyet ise bir şeye müstenid değildir.. Zira Hak teâlâ dilediğini yapar!. âyeti kerimede:

 "O dilediğini yapar"

 buyuruyor.. Her şeyin O`nun meşiyyeti (iradesi) ve kudretiyle meydana geldiğini duyuruyor."

 Nitekim, bu konuyu daha da açıklığa kavuşturmak için birçok âyetler ve Rasûl Aleyhisselâm’ın açıklamaları mevcut.

 Bu âyetler ve hadisleri burada detayları ile yeniden anlatmak istemiyorum.

 Kur`ân-ı Kerîm'den yalnızca iki âyet meâli vereyim Hadid Sûresinden; basiret sahibine o kadarı yeter:

 “SİZE YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE   İSABET EDEN  ,BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!..

 BUNU ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ  VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP ; ELİNİZDEN ÇIKAN  ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ  VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP  ŞIMARMAMANIZ İÇİN AÇIKLIYORUZ”! (Hadîd Sûresi, 22-23)

 Şimdi, burada olayın iyi farkedilmesi için mesele, Öz`den dışa doğru veya yukarıdan aşağıya doğru veya Nokta`dan açılıma doğru şekliyle düşünerek çözüme ulaşmaktır.. Yani, piramitin tepesinden aşağıya bakmak şeklinde düşünebilmek!.

 Şayet biz, detaydan öze, piramidin altından yukarıya, çokluktan Tekliğe bakmaya kalkarsak, mutlaka bir yerde takılıp kalırız!. teferruatta boğulur, öz`e ulaşamayız!..

 Meseleyi özünden kavrayıp çözebilmenin yegâne şartı, Öz olan Nokta`dan dışa, vahdetten kesrete doğru bakmaktır... Bu da, Tek`in kendi ilminde veya bir başka ifade ile, kendi şuurunda mevcut olan mânâlar ile o mânâlara tekâbül eden sûretleri oluşturması şeklinde çözüme götürür olayı!...

 Her şey O`nun ilminde şöyle yaratılmıştır...

 Tüm varlık, O`nun hayatı ile hayattadır!.

 O, Alîm`dir, ilmi vardır; ve tüm varlıkta mevcut olan ilim, O`nun ilmi`yle ve ilmi`ndendir!... Sınırsız ve sonsuz ilim sahibidir O!...

 O, Mürîd`dir... Yâni, irade eden`dir...iradesi sınırsızdır!. Tüm varlıkta mevcut olan irade, Sonsuz ve sınırsız`ın iradesidir. Ancak bu irade onların her birinden esmâ terkiplerinin kapsamına göre ortaya çıkmaktadır! 

Siz, bir birime dışarıdan baktığınız zaman, ondan çıkan iradeyi görerek, "irade-i cüzdür bu", dersiniz!. Fakat, çıkış noktasında gördüğünüz o irade, gerçekte, O, Tek olan, Küll olan iradenin, ta kendisidir!. Musluktan akan suyun geldiği barajdaki sudan ayrı bir şey sanılması gibi!

 Çünkü, Mürîd olan O, Sonsuz ve sınırsız`dır!. Yani,  iradesi sonsuz ve sınırsızdır. Sınırsız olan irade sınırlanamayacağı için, her bir birimdeki irade de, Sınırsız`ın iradesidir.

 Varın bundan böyle, Kudret, Kelâm, Semi, Basar gibi vasıfları da sınırsız olarak düşünüp, ortaya çıkacak sonuçları elinizden geliyorsa siz değerlendirin!.

 İşte olayı, böylece idrâk edip değerlendirebilirsek...

 Bu takdirde görülür ki, yaşamda tek bir hayat vardır, "HAYY" olanın ki!...

 Gene varlıkta mevcût olan tek bir irade vardır, "MÜRÎD"in!. Ki bu da kesinlikle "küll" ve "cüz" diye ikiye ayrılmaz; çünkü iki ayrı bağımsız varlık mevcut değildir!.

 Bunun gibi Kudret, Tek bir kudrettir!. Ve her an, her zerre`de görülen tüm mânâlar ve fiiller, hep O, Sınırsız ilim sahibi varlığın sınırsız dileği, yani iradesiyle, sınırsız kudreti neticesinde ortaya çıkmaktadır.

 Öyle ise varlıkta, Tek bir irade, Tek bir Kudret ve bu Tek iradeyi yönlendiren sonsuz-sınırsız Tek bir ilim söz konusudur; ki bu Zât sınırsız Hayat sahibidir ve O, "ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”dir!. Ve, O, "Allah" ismi aynasında kendini seyredendir!

 "Allah" ismi ile sanki kendini kendine tanıtmış; kendini, kendinde seyretmiştir!.

 Kendinde, kendini seyr için, "Allah" ismi altında çeşitli tanım ve vasıflarla kendini tavsif etmiş, o tavsifde kendisini bulmayı istemiş; ve o tavsif`de kendisini bulduğu anda da demiştir ki

 "Allah, âlemlerden Ganî`dir.." (29-6)

 Öyle ise,

 Ezelde ve Ebedde hep daima "Bâkî Allah`dır"!.

 Bütün âlemler, fâni, "yok"dan var olmuş ve "yok"luğa gidici olan, denizin üstündeki dalgalar gibidir!...

 Denizde, denizin suyundan dalgalar oluşur ve sonra tekrar denize döner... Dalgaların bağımsız varlığı, görenin gözünde, hayâlinde, zannındadır!. Dalga, fâni; deniz ise Bâkî gibidir!..

 Siz eğer, denizden oluşmuş bir dalga iseniz, biliniz ki;

 "Her şey, aslına rücû edecektir!”

 Her dalga, denizde "yok" olacaktır...

 Hatta ilim sahibinin katında, dalga zâten fânidir "yok"tur!..

 Öyleyse, bir gün gelecek, Allah`ın varlığında "yok" olduğunuzu farkedeceksiniz!... Ve cehenneminizin ateşi sönecektir!.

 "Yok" olduğunuzu farkettiğiniz zaman, bilmem aynada kendinizi mi göreceksiniz?...

 Yoksa, kendiniz "yok" olacak da, ayna mı Bâkî kalacak?...

 Gerçekte "fâni"nin fenâ bulmasından kesinlikle söz edilemez, çünkü zaten adı üstünde fânîdir!.. "Yok" olanın "yok" olmasından nasıl sözedilebilir ki!?... Bunu farkeden için de elbette ki her an "BÂKÎ"den gayrı mevcut değildir!. Bununla beraber de "her an" kalkar, "tek an" kalır!.

 Nitekim bütün bunlar, ancak yaşayanın hissedeceği hâllerdir...

 Allah idrâk ettire...

 Evet!.. Konumuzu fazla dağıtmadan toparlamaya çalışalım...

 Koninin üst noktasından aşağıya bakmak zorundayız, varlığı değerlendirmek istiyorsak!..

 Sonsuz-sınırsız varlığın, sınırı olmadığına; ve sınırın ötesinde ikinci bir varlık söz konusu olmadığına göre; Sınırsız Varlığın, sıfatları ile sınırsız olarak farketmek zorundayız.

 Bu güne kadar hep, "mutlak varlığı" yönünden sonsuz-sınırsızlığı ile anlatmaya gayret ettik. Şimdi ise size, sıfatları yönünden sonsuz-sınırsızlığını idrâk ettirmek istiyoruz O yüce Zât`ın...

 Sıfatları yönünden sınırsızlığını idrâk edebilirsek, o zaman hayatı ile, ilmi ile, iradesi ile, kudreti ile sınırsız olduğunu farkedeceğiz..

 Sınırın ötesinde ikinci bir hayat, irade, kudret vasıflarıyla var olan bir varlık olmadığını idrâk edeceğiz..

 Bizim gözümüze göre, algılamamıza göre var olan ikincil birimden çıkan vasıfların, orijine ait vasıflar olduğunu müşahade edeceğiz!. Ki, beş duyuya göre "cüz" olarak nitelendirdiğimiz hayat, ilim, iradenin gerçekte, hakikatta "küll"e ait olduğunu, Küll`den olduğunu müşahede edebileceğiz. Elbette bunun doğal sonucu da "küll" yanı sıra bir "cüz"ün varolmayışıdır!.

 Hemen şu âyeti hatırlıyalım:

 "ALLAH YANISIRA TANRI EDİNME !." (28-88)

 Şayet sadece Mutlak Varlık olması itibariyle değil, sıfatları itibariyle de; ve dahi tüm varlığı itibariyle de sınırsız olduğunu idrâk edebilmek bizim için dilenmişse, o zaman "kader" dediğimiz hükmün, Tek`liğin dilemesi ile meydana gelen "seyir alemi" olduğunu farkedeceğiz.

 TEK`in SEYRİ !..

 TEK`in seyredilişi !..

 Öyle ise Seyredenin, seyretmeyi murad ettiği şekiller ve mânâlar da O Tek`in eseri...

 Bu açıdan baktığımızda tüm varlığı, Tek bir varlığın hayatı, ilmi, iradesi, kudreti, kelâmı, semi ve basarı olarak müşahade edeceğiz...

 Ve, bütün bunları "Mükevvin`in kevni" olarak değerlendireceğiz...

 Mutlak kudret sahibi olan O yüce Varlıkta, var olmayan yegâne şey "acz"dir. Mükevvenatta herşey ise acz ile mâlüldür, O, mükevvini meydana getiren mutlak kudret sahibine göre...

 Bu yüzdendir ki, İnsan-ı Kâmil;

 "İnsan zâlim ve câhildir."

 Âyetinde anlatıldığı üzere, acz`in eseri olan bir ifade ile tavsif edilmiştir. Çünkü, tüm varlık birer azâsı olan İnsan-ı Kâmil`in sınırsızlığa göre ifade ettiği sınırlılıktır.

 Mükevvin, yani kevnde sayısız mânâları izhâr eden, bütün bu âlemleri acz içinde yaratmıştır.İnsan-ı Kâmil, bâtını itibarı ile, Gayb-ı Mutlak itibarı ile sınırsız; fakat izhâr ettiği mânâların bâtınına göre de de âcizdir... Bu acz`e işaret eden Muhyiddin-i Arabi :

 "Bildim ki, en yüksek mertebe "Abd-ı Âciz" mertebesidir." demiştir...

 Abd-ı Âciz ifadesi ile işaret edilen mânâ, İnsan-ı Kâmil`in müşahade âlemidir.

 Sakın bu anlattıklarımı bireysel aklınızla yorumlamaya çalışmayın!.. Çünkü, beşer yargılarına düşer yanlış fikirlere kapılırsınız...

 Bilin ki, İnsan-ı Kâmil boyutundan, ne kadar mânâ izhar olunursa olunsun, izhar olunmayana göre sınırlılık içindedir. Sınırlılık ise, o izhâr olunanın acziyetinden veya acziyeti olarak tavsif olunur.

 İşte bu mânâda ele alınırsa, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm

 "Ben, günde yetmiş defa istiğfar ederim." der...

 Buradaki, İnsan-ı Kâmil`in istiğfarından murad, sonsuz-sınırsız olan varlığın mânâlarını, sonsuz-sınırsız şekilde ortaya koymaktaki acz`ini yani yetersizliği hissediş hâlidir...

 Senin anlıyacağın, sonsuz-sınırsız mânâlarını, "kulluğumun gereği olarak ortaya koymakta âcizim!.." diyerek, "O yüce Varlık`ın Âlemlerden Ganî"lik vasfını itiraf etmektir bu...

 Bunlar, İnsan-ı Kâmil`e has olan bazı mânâlar...

 Ama Allah, bu kemâlâtı bildirme sadedinde bizim gibi bir fakîri kullanır, bizim dilimizden bunları âşikar eder; o da gene kendi lûtfu takdiridir... O, Yüce Sultan`ın keremine had, sınır yoktur!.

 Diler sultana verir, diler fakire verir. Biz, ne fakirin ne sultanın üzerinde duralım!. Alıp bu mânâları değerlendirmeğe çalışalım. Elbette, bu mânâları alıp değerlendirebilmek bize kolaylaştırlmış ise!...

 Yoksa;

 "HER BİRİ KENDİ PROGRAMLANIŞI DOĞRULTUSUNDA FİÎL ORTAYA KOYAR" (17-84)

 Âyetinde, işaret edildiği üzere, bunları anlamak üzere meydana gelmemiş isek, bunları anlamak bize kolaylaştırılmamış ise;

 "Her biri kendine kolaylaştırılanı yapar."

 Hükmünce, bize kolaylaştırılanın peşinde koşacak; ve maâlesef bu gerçekleri yaşayamayacağız!...

hf

VAHDET-İ VÜCUD

 Varolan herşeyin gerçekte yok olup, sadece ve sadece Hak’kın mevcut olması!

 Vahdeti Vücud"a göre, ayrı ayrı sayısız şeyler mevcut değildir; bu gözün görme yetersizliğinin getirdiği bilinç yanılgısıdır; gerçekte TEK bir vücud vardır ki; sûrî yani maddi bir vücud değil, mânevîdir bu vücud!..

  VECH denilen bu vücud ancak bilinç gözüyle veya kalp gözüyle görünen bir vücuddur.

 Kısacası, mevcûdât yoktur, TEK vücud vardır!..

 Bunun da ötesine geçilince.

 Bu müşahededen de ileriye geçilirse eğer, bu defa, Ehadiyet'i ilâhî'de, mutlak "BEN"lik kavramı dahi yok olur ve "HİÇ"lik oluşur!..

 "HİÇ"lik yani "â'mâ"dan ne bir mertebe olarak sözedilebilir ne de hâl olarak."Allah â'mâ ‘dadır" hükmü bu nokta ile alâkalıdır!..

 Allah için, daha doğrusu "ALLAH" isminin işaret ettiği mânâ için, zaman bildiren geçmiş, hal, gelecek kavramları kullanılamaz!.. Allah, bu kavramlardan münezzehtir!.. Bu sebeble, Arapçada, "Allah â'mâ'da idİ" denilmişse dahi, bu muhataba olayı anlayışına göre izah etmek için kullanılmış bir ifadedir. Biz dahi kitaplarımızda bu ifadeyi böylece naklettik.

 Ancak doğrusu ve gerçeği odur ki; Allah, zaman kavramı ile kayıtlanmaktan münezzeh olduğu için, ".....idi" veya ".....cek" kavramlarından beri olarak, süreklilik mânâsı içinde anlaşılmalıdır!..

 Bu yüzden de hadîs-i şerîfte geçen mânâyı ehlullah, "Allah â'mâdadIr" olarak müşahede eder. Ezelen ve ebeden!.. Ve hatta ezel-ebed kavramından münezzeh olarak!..

“Vahdet-i Vücud görüşünü Muhyiddin-i Arabi ortaya atmıştır, O`nun icad ettiği bir görüştür” diyor birçok tasavvufu derinlemesine bilmeyen kişi, etraftan duyduklarıyla!...

Oysa, Vahdet-i Vücud, Muhyiddin-i Arabi`den çok önceye dayanır.

Cahil olan bir çok kişinin, zâhir âlimi olarak bildiği İmamı Gazali, gerçekte hem zâhir, hem de bâtın ilmi yönünden bir çok gerçeklere vakıf olmuş bir Zâttır!.

İmamı Gazali, "Mişkat-ül Envar" isimli bir eser yazmıştır.

"Mişkat-ül Envar", yani "Nurlar Feneri" isimli kitabı 1966 yılında Bedir Yayınevi tarafından neşredilmiştir. Süleyman Ateş isimli zatın tercüme ettiği eserden, İmamı Gazali`nin bazı cümlelerini size nakledelim, siz de, İmamı Gazali`nin, vahdet konusunda neler düşündüğünü böylece görün..

İmamı Gazali bakın bu kitabında ne diyor: 

 "Gerçek varlık, Allahü Teâlâ`dır. Ârifler, buradan, mecaz çukurundan, hakikatın zirvesine yükselir, Mi`râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta Allah`dan başka bir şey yoktur.

O halde, mevcut olan yalnız Allah`ın Vechi`dir. Bu takdirde, Allah`dan ve O`nun Vechi`nden başka mevcut yoktur.

Bunların, Allah`ın,

 "Bu gün mülk kimindir?.. Tek ve kahredici olan Allah`ın"

 hitâbını işitmeleri için kıyâmetin kopmasına lüzum yoktur.

O halde, mevcut olan yalnız O`nun Vechi`dir!.

Ârifler, gerçeklik semâsına çıktıktan sonra, Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir.

Şu var ki; Bunların bazıları bu hakikatı, ilm-u irfanla bulmuş; kimi bunu bir zevk ve hal olarak yaşamış; çokluk kavramı onlardan tamamen gitmiş, sırf TEK`liğe dalarak mest olmuşlar.

O hâl içinde akılları zâil olmuş, o zevk içersinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil herşey yokluğa dönmüş, Allah`dan başka hiç bir şey kalmamış!.

Öyle sarhoş olmuşlar ki, akıllarının otoritesi hükmü aşağı düşmüş, bazıları,

 "Enel Hak!."; 

 bazıları,

 "Subhani maazami şani" = "Subhanım, şanım ne kadar yücedir"

 demiş. Bir diğeri ise,

 "Ma fiy cübbeti sivallah = Cübbemin içinde Allah`dan gayrısı yoktur"

 demiştir!.

Tek olan Allah`dır. O`nun ortağı yok`tur.

Bütün diğer nurlar ondan istiaredir. Hakiki olan yalnız, O`nun nuru`dur. Hepsi O`nun Nuru`ndandır... Belki, hepsi O`dur!...

Doğrusu, var olan, O`dur!... Gayr`ın varlığı, ancak mecaz yolu iledir. Her şeyin vechi, O`na yönelmiştir. Ne zaman bir işaret etsek, hakikatte bu iş, O`nadır. Varlıkta olan her şeyin, O`na nisbeti, görünüştedir. Gerçekte kendisinden ibarettir.

Kesret kalkınca, Bir`lik gerçekleşir!.izâfet bâtıl olur, işaret kalkar!. Yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz... Terakki muhal olur, uruç muhal olur!... Ala`nın ötesinde, Uluv yoktur!.

 Vahdetle beraber kesret yoktur!.

 Kesretin kalkması ile, uruç da kalkar!.

Eğer, bir halden diğer bir hale değişme olursa bu uruç ile değil, dünya semâsına inmekle, yani yüksekten, alçağa doğmak sureti ile olur.

Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder!.

Bu ilim ancak, Allah`ı bilenlere verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir.

Onlar bunları söyledikleri zaman, Allah`a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz..."

Basiret sahipleri, gördükleri her şey`de Allah`ı beraber gördüler. Bir kısmı, bundan da ileri gitti:

"Hiç bir şey görmedim ki, ondan önce Allah`ı görmüş olmayayım"... dedi.

Ehlullah`dan kimi, eşya`yı O`nunla görür; kimi de eşya`yı görür, O`nu da eşya ile görür.

O, kendisinden meydana gelen hiç bir şey`den ayrılmaz... O, şey ile beraberdir!.

Şehâdet alemi, Melekût âlemine yükselme yeridir. O halde, Sırat-ı Müstakim`e girmek, bu terakkiden ibarettir..."

Diyor İmamı Gazali, "Mişkat-ül Envar" isimli bu eserinin 41. sayfasında.

Bütün bunları bilenin, Din`in emrettiği hususlarda lâkayt olmaması önemine de dokunan İmamı Gazali, bakın bu konuda şöyle diyor:

"Kâmil insan O`dur ki, bilgisinin nuru, takvasının nurunu söndürmez... Kâmil insan, basiretinin kemâliyle beraber şer`i huduttan hiç birisini terketmek hususunda "nefs"ine müsamaha göstermez..."

Bütün bunlardan, ortaya çıkan bir gerçek vardır...

Demek ki Vahdet, yani "Allah`ın Tekliği" ve "Allah`ın Varlığı dışında hiç bir şeyin var olmadığı gerçeği", Muhyiddin-i Arabi tarafından ilk defa ortaya atılmış bir görüş değil; "O"ndan çok önce İmamı Gazali tarafından Mişkat-ül Envar isimli kitabında açıklanmış olan bir gerçektir.

İmamı Gazali, böyle demiş de, acaba bir AbdülKadir Geylâni Hazretleri daha mı değişik demiş?...

Buyurun, AbdülKadir Geylâni Hazretlerinin, "Risâle-i Gavsiye" ismli eserinden bir kaç satır:

 "-Ya Gavs-ı Azam, insan, sırrımdır ve ben o`nun sırrıyım. Eğer insan,indimdeki menziline arif olsaydı, derdi ki; Bütün nefislerde`ki "nefs"im!... Bu anda Mülk yoktur, Benden başka..."

 Evet, Gavsı Âzam Abdulkadir Geylâni hazretlerinin "VAHDET" SIRLARINI AÇIKLADIĞI "GAVSİYE AÇIKLAMASI" isimli kitabımızda bu sırların geniş açıklamasını yaptığımız için, burada üzerinde fazla durmuyoruz...

 Ancak, yorumsuz olarak, Gavs-ı Azam AbdülKadir Geylâni Hazretleri`nin beyanlarını naklediyorum size:

 "- Ya Gavs-ı Azam, insanın cismi ve "nefs"i ve kalbi ve ruhu ve işitişi ve görüşü ve eli, ayağı ve tamamını "nefs"imle izhar ettim. O, yok`tur, ancak, "Ben" varım ve "Ben" de O`nun gayrı değilim."

 Bu bölümü, Nakşıbendi silsilesindeki Hace Ubeydullah Ahrar`ın şu cümlesi ile bitirmeye çalışalım:

 "Geçerli ilimlerin özü tefsir, hadis ve fıkıh`dır. Bunların özü ve mevzuu da, Vücud bahsidir. Bütün mertebelerde bir Tek Vücud vardır ki, O Vücud kendi ilmi suretleriyle görünmüştür".

hf

 

VAHDETİ “VÜCUD” MU,“ŞUHÛD”  MU?

 İslâm velileri arasında zaman zaman çok büyük tartışmalara yol açmış «Vahdet-i vücûd» - «vahdet-i şuhûd» meselesine gelince..

 Öncelikle belirtelim ki, bütün evliyaullah, “ALLAH”In TEK'liği konusunda müttefiktir...

 Hatta Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar:

«Tasavvuftan gaye Vücud bahsidir» diyerek, tasavvuf çalışmalarının amacının “ALLAH”ın TEK'liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.

 Bu tekliği anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye bölmüş; veliler de bu konuda kendi mertebe ve hallerine göre açıklamalarda bulunmuşlardır.

 "ALLAH'ın AHADİYETİ" hakkında, Hazreti Muhammed Aleyhisselâmdan gelen ilk bilgiler, Hz. Âli ve Hz. Ebû Bekir tarafından dalga dalga bütün velilere yayılmış ve nihayet İmam GAZALİ ve Muhyiddin A'râbî tarafından «Vahdeti vücûd» şeklinde bir TEKLİK, anlayışı olarak sistematize edilmiştir...

 Ancak aradan geçen süre içinde çeşitli yanlış anlamalar, "AHADİYETİN" yanlış yorumlanmasına sebeb olmuş ve:

 «Mevcûdat ALLAH'tır; ALLAH, varlıkta ne görüyorsan hepsinin toplamıdır» şeklindeki gerçek ötesi bir çizgiyi oluşturmuştur!.

 Bunun üzerine konu, Rasulullah’ın hicretinden 1000 yıl sonra Ahmed Faruk Serhendî tarafından yeniden ele alınmış, "vahdeti vücûd" gerçeği,

 «mevcûdat ALLAH'tır»

 şeklindeki maddeci görüş çizgisinden kurtarılarak;

«Mevcut olan sadece ALLAH'tır, her şey O'nun ancak gölgesidir», hiç bir şeyin kendine has vücudu yoktur; çizgisine oturtulmuştur.

 Eğer biraz daha açık anlatmak gerekirse...

 Kur'ân-ı Kerîm ve sayısız hadîsi şeriflere dayandırılarak izah edilen "Vahdeti Vücûd" görüşüne göre, mevcûd olan herşey, gerçekte, TEK Hakk'ın vücûdundan -beden değil- başka birşey değildir!..

 Esasen, tek bir vücûd (mevcud olan tek anlamında), vardır!..

 Ancak, bu tek vücut, her an yeni bir şan olarak her an yeni bir oluş hâlinde çeşitli özelliklerini ortaya koymaktadır.

 Varlık âleminde hükmü yürüyen tek bir ilim, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir vücûd mevcuddur.

 Bir “ALLAH” adıyla işaret olunanın varlığı, bir de bunun yanısıra kâinatın varlığı şeklinde, iki ayrı vücud mevcut değildir!.

 İki ayrı var olan görüşünün; yani ikilik görüşünün sebebi, akıllı varlıkların var oluş amaçlarını yerlerine getirebilmeleri için, özlerinden perdeli olarak meydana getirilmeleridir!.

 Eğer akıllarında, böyle bir perdelenme olmasaydı, her akıllı varlık, özdeğerlerinin bilincinde olurdu ki, bu takdirde çokluk görüntüsü ve çokluk yaşamına dair pek çok oluş meydana gelmezdi.

 "Vahdeti vücûd" asırlarca bu şekilde bir gerçeği vurguladıktan sonra; hicretin 1000. yılı başlarında İmam-ı Rabbanî lâkabıyla bilinen Ahmed Faruk Serhendî konuya yeni bir açıklık getirdi...

 Vücûd TEK'tir ancak... Bu görünen bilinen vücûd «zıll»dır... «gölge»dir.

 Esasen burada Serhendî'nin «zıll» kelimesiyle işaret etmek istediği şey, görünen vücûdun, ZÂT'a nisbetle bir «gölge» veya «hayâl» olduğudur...

 "ZÂT", " vücûd"dan münezzeh ve müberrâ olmak durumundadır!..

 Nitekim, daha önce "İHLÂS" Sûresi açıklamasında üzerinde durduğumuz üzere, “ALLAH” adıyla işaret olunan, Zât'ı itibariyle "AHAD"dır ki, üzerinde düşünülmesi muhaldir!.

 Bu yüzden de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm tarafından konunun ehilleri uyarılmışlardır:

 «ALLAH adıyla anılanın Zât'ı üzerine tefekkür etmeyiniz»...

 Bu ikazı yanlış anlamayalım!.. Tefekkür edilebilir ama siz etmeyiniz, denmek istenmiyor!...

 Böyle bir tefekkür, muhaldir!..

 Böyle bir tefekkür mutlaka hedefini şaşırır ve neticede yanlış noktaya ulaşırsınız!. Onun için de sakın böyle muhal bir işe girişerek zamanınızı boş yere harcamayın, denmek isteniyor.

 Bunun niçin olamadığını çok basite indirilmiş bir misâl ile açıklamaya çalışalım...

Sizin çeşitli isimlerle anlatılan pekçok özellikleriniz vardır... Bu özellikler kime aittir?.. Elbette size!.. Peki siz kimsiniz?. Canlı, şuurlu, düşünebilen, dileyen ve gücünce de bu dileklerini kuvveden fiile, yani tasavvurdan tatbikata çıkarabilen bir terkipsiniz... Peki bu vasıflara sahip olan kişi kim?.. "Ben" diyeceksiniz... Nedir bu "ben" dediğiniz?..

İşte bu noktada, ister istemez geri dönmek zorundasınız!.. Nasıl lâstiğe bağlı bir nesneyi attığımız zaman, esnekliği kadar ileriye gidip, bir noktadan sonra geri dönerse; çeşitli özellikleri ile târif ettiğiniz «BEN»den sonra da tekrar onun özelliklerine geri dönmek zorunda kalırsınız.

 Zirâ, ne zaman «BEN» kelimesiyle işaret ettiğiniz Zât'ınızı anlatmağa kalksanız, mutlaka, onu, gene bir özelliğiniz yani vasfınız ile anlatmak zorunda kalacaksınız ki, işte bu durum tasavvuf lisânıyla, zât mertebesinden sıfat mertebesine rücû etmektir.

 Dolayısıyla, “ALLAH” adıyla anılanın ZÂTI üzerine tefekkür etmek muhaldir!

 İşte bu yüzden "AHAD" olan “ALLAH”, kendisinin dışında hiçbir varlık mevcud olmadığına, gene kendisi şehadet eder...

 «Şehîd ALLAHu enne Hû, lâ ilâhe illâ Hû...» (3-18)

 «Şahittir ALLAH, sonsuzluğuyla hüviyetine ki; bu yüzden Kendinden gayrı bir TANRI da yoktur.»

 «Ve ALLAH, dilediği birim isimleri altında, bu şâhidliğini izhar eder.» (Vel melâiketi ve ulûl ilmi»

 Burada özellikle vurgulamak istediğimiz çok önemli bir nokta var!..

Önce varlığı, mevcudâtı, kâinatı, uzayları tanıyıp da; sonra «ALLAH» adıyla işaret edileni tanıyalım görüşü fevkalâde yanlıştır!.

 Eserden müessire gitmek, diye eskilerin târif ettiği bu yol son derece uzun, dolambaçlı, tehlikeli ve âdeta lâbirent gibi bir şeydir!.. İçine bir girenin bir daha kolay kolay çıkması mümkün değildir.

 «ALLAH»'ın kelimelerinin sonu yoktur!.. “ALLAH”ın isimlerinin işaret ettiği mânâların sonu yoktur!..

 O mânâların seyri anlamında olan oluşların da sonu yoktur!..

 Netice olarak âlemlerin sonu yoktur!..

 Âlemlerin sonu kabulü, «hükmî»dir ve ZÂT'a nisbetledir!..

 Zâhir ve Bâtın ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli değildir...

Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna dahildir-; bâtın ilimleri denen beş duyu ötesi ilimler -ki hissî müşahade ve keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH” adıyla işaret edileni tanımaya yeterli değildir!..

 «Hakikatı» yaşayabilmek, ancak «ilmi ledün» ile mümkündür...

 Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak «ilm-i ledün» ile mümkündür!..

 Şayet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.

 Bunun için de ilk hedef "ALLAH" ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!.

 Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!.

 Netice olarak şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.

 Aksi halde tüm ömrümüz âlemler içersinde geçer gider ve netice «hicap»ları aşamaz, «perdeli» olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!.

 ALLAH, sürekli tefekkür içinde yaşamayı; «ZAN»lardan kurtulup, gerçeğe ermeği; İlâhî hakikatler ve vasıflarla tahakkuk etmeyi takdir etmiş olsun bizlere!.

hf

İLİM Mİ MÂLÛMA TÂBİ ?

Bütün bu mânâların var edilişi sırrı, esasen geçmişte birçok birimde, çeşitli şekillerde tartışılan ;

"İlim mi, mâlûma tâbidir; mâlûm mu, ilme tâbidir?"

Tartışmasına dayanır...

Yani:

"Bilinenlerin varlığı mı ilmi oluşturmuştur; yoksa, ilim mi, bilinenleri var kılmıştır?"

Eğer varlık bağımsız olarak mevcut ise, ve Allah da, ilminde mevcut olan bu bu varlığa ait mânâları meydana getirmekte, ortaya çıkarmakta zorunlu ise, ilim, mâlûma tâbidir!?..

Yok eğer, sonsuz-sınırsız varlık, her boyut ve mânâda sınırsız varlık...

Biraz evvel anlattığımız gibi, Mutlak Varlığı yönüyle sınırsız ama, sıfatları yönüyle de sınırlı değil!.. Hem Mutlak Vücudu yönüyle, hem sıfatıyla, hem esmâ ve bunun sonucu olan ef`âliyle sınırsız varlık!...

Bu cümlelerin üzerinde çok iyi durun!.. Bu cümleyi dahi çok geniş düşünmek gerek.

Mutlak Varlığıyla, Vasıflarıyle, Esmâsı ve Ef`âliyle sınırsız olan varlık katında, hangi varlığın bağımsız ve O`nun dışında varlığı olabilir ki, bu sınırsız varlık ona tâbi olup, onun varlık hükmünü yerine getirme mecburiyetinde kalsın?...

"Varlıkta mutlak kuvvet, kudret sahibi Allah!.." deriz..

Ama, bunun mânâsını hiç düşünmeyiz. Bu işin başı sonu nereye gider?. Hiç tefekkür etmeyiz.

Birazcık kendimizi tabiatımızdan soyutlayalım, değer yargılarından arındıralım ki şuurun objektifliği içinde "buz"luğumuz erisin!..

Denizde "yok" olalım... O zaman bakalım, denizin dışında bir şey var mı?... Ve o zaman bakalım, değer yargıları kalıyor mu?.

Evet, gene konu yayılıyor...

Şimdi, biz anlayalım ki, bütün mâlûm, ilme tâbidir!.

Bazıları demiştir ki;

"O, ilminde, kendi varlığında bulduğu mânâları ortaya çıkarmak durumundadır.. Ve bunları ortaya çıkarmıştır. Kendinde hangi mânâları bulmuşsa o mânâları ortaya çıkarmıştır.. O mânâlar kendi varlıklarını meydana getirmiştir, bir mânâda..."

Burada, maâlesef bir yanlış teşhis söz konusudur!.

Çünkü O, ilminde, dilediği mânâları meydana getirmektedir; ilminde, kendinde bulduğu ve âşikâra çıkarmak zorunda olduğu mânaları değil!.

İlminde mevcut olan, mânâları değil; Zâtî ilmiyle yarattığı mânâları meydana getirmektedir...

Eğer, kendinde bulduğu mânâları meydana getirmektedir dersek, Sonsuz -sınırsız Varlığı kayda sokmuş oluruz!...

O takdirde, O, mânâların bütünü olma durumuna girer!.

Halbuki, "Ahad"dır. "Cüzlerden, bileşimden meydana gelmemiştir" sözünü maddi mânâda anlatmıştık, târif etmiştik.

Şimdi dikkat, bir üst boyuta çıkıyoruz.. "Ahad"ı "mânâların toplamından da meydana gelmemiştir" diye anlamaya başlıyoruz artık...

Esmâların oluşturduğu, esmâlardan teşekkül etmiş bir Zât değil!.. Zât`ın ilim sıfatının oluşturduğu mânâlar söz konusudur burada...

Dolayısıyle O, dilediği esmâları meydana getirmiştir!.

"Dilediği esmâları meydana getirmiştir." sözünün neticesi olarak da O`nun bir "sûreti" olmaz!..

Sûret derken, fizik sûreti değil, “mânâ sûreti” diyorum.

Her hangi bir mânâ sûretini yaratma mecburiyeti altına kaydına da girmez!.

Eğer ki, mâlûmu olan bir şeyi meydana getirmek mecburiyetinde olursa, o zaman onun bir mânâ sûreti de ortaya çıkar.

Halbuki...

İlminde, dilediği gibi hükmetmek sûreti ile dilediği mânâları icad etmiş ve bu mânâlardan oluşan âlemleri yaratmıştır..

Yani, âlem, ef`âl mertebesi itibariyle değil, esmâ mertebesi itibariyle yaratılmış; hakikatı itibariyle "yok"tan var olmuş, "yok" olan âlemlerdir!.

Dolayısıyladır ki, her şey, O`nun Zât`ında, ilminde mevcuttur ve mevcudât ilmin dışında vücud kokusu almamıştır!.

"İlim, mâlûma tâbidir", diyenlerin yanılgısının sebebi de şudur...

Onlar, aşağıdan yukarıya bakış açısı itibariyle meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Daha doğrusu, Velâyet-i Suğra ilmi kemâlâtı ile olayı çözmeye çalışmışlardır.

Velâyet-i Suğra ilmi itibariyle, halkdan Hakk`a urûç söz konusudur. Nübüvvet ilmi olan Velâyeti Kübrâ`da ise, Hakk`ın halk`a tenezzülü Hakikatı geçerlidir..

Nübüvvet-i tarifiye ilmine ve kemâline sahip Bakâ Billah mertebesindeki İnsan-ı Kâmil indinde, mâlûm, ilm`e tâbidir!.

Buna mukabil, Velâyet-i Suğra kemâlâtındaki urûca dayalı müşahadede, ilim, mâlûm`a tâbidir... Bunun sebebi, mâlûmun sâbitliğidir. Velâyet-i Suğra marifetiyle urûç yollu baktığın zaman, mâlûm`un sâbitliği müşahade edilir.

Fakat, Nübüvvet`in hakikatı olan Velâyet-i Kübrâ ilmiyle olaya bakıldığı zaman, Zât`ının dışında hiç bir şey mevcut değildir!...

Bu yüzdendir ki, Zât`ın Zât`ına olan ilmi sonucu dilediği mânâları icâd etmesi, "yok"tan var etmesi söz konusu...

Dilediğini icâd etmesi, "yok"tan var etmesi gibi cümlelerle işaret ettiğimiz şey, "esmâ mânâ"larıdır!... Ef`âl mertebesini zaten konuşmuyoruz!.

O, mânâları icâd ediyor yaratıyor; o mânâlar birbirini kendilerinin özelliklerine GÖRE  ef`âl olarak algılıyorlar her an!.

"Her an", diyerek, bize göre konuşuyorum; gerçekte ise var olan her an değil, Tek bir An`dır...

Çünkü tüm varlık, tek bir tecellînin neticesidir, "Tecelli-i Vâhid" denilen!...

Nokta`da olup bitmiştir her şey!.. Elif ve gerisi ise, sadece hayâl!.

Bu ilim mertebesinde icad yollu meydana gelmiş esmâ mânâları vardır ki, işte bu nokta da ;

 "ALLAH ÂLEMLERDEN GANÎ`DİR."

 Ayetiyle anlatılmak istenmiştir.

Allah`ın âlemlerden, yani âlemleri meydana getiren isimlerin mânâlarından Ganî olması, gına sahibi olması, "İlmin, mâlûma tâbi olmadığının" isbatıdır...

Eğer ilim, mâlûma tâbi olsaydı, o zaman, "Allah âlemlerden Ganî`dir" ayetiyle işaret edilen husus söz konusu olmazdı. Çünkü, âlemlere tâbi olma mecburiyeti vardır o takdirde.

Halbuki, "Allah âlemlerden Ganî`dir"; ki bu açıklama "Zât-ı Baht" dediğimiz, Zât`ın mutlakiyet sıfatına işaret eder!.

Esasen gerçekte Zât`ı için, mutlakiyet sözü dahi edilemez. Çünkü, aşağı mertebelere göre, Zât`a işaret sadedinde kullanılan bir ifadedir bu!...

Gerçekte, Zât için, "Baht" veya "Mutlakiyet" veya "Vücud" veya "Varlık" gibi tâbirler dahi kullanılamaz!.

Evet!..

Umarım ki, bütün ef`âl âlemini meydana getiren mânâların dahi "yok"tan var edilmiş olduğunu; bu mânâların Zâtî ilmin sonucunda icad yollu meydana geldiğini; ve Allah`ın, Zât`ı itibariyle âlemlerden Ganî olduğunu da açıkladık...

İşte bu anlattıklarımızı anlayabilirsek, koninin tepe noktasından görüş hâli bizim için açılır.

Esasen bütün bu ve bilemediğimiz sayıdaki tüm evrenlerin, "aknokta"lardan oluşan birer "akyapı" olan "Big Bang"larla oluşan olayla, bir noktadan çoğalmak sûretiyle meydana geldiğini anlayabilirsek, gene aynı olayı misâl yollu çözmüş olacağız.

O ilk noktada, son hareket belirlenmiştir!... Bir hücreden bir filin son hücresinin ve eriştiği son yapının programlanışı gibi..

Bu sebeple, nasıl kâinattaki sayısız birimler o tek noktadan meydana gelmişse; ve hepsi de o tek nokta`da mevcut özelliklerle bağlı ise; bütün âlemlerde görülen mânâlar dahi, ilk nokta diyeceğimiz Zât`ın ilmi`nden meydana gelmiştir. Ama, Zât`ın sonsuz-sınırsız ilmine, iradesine ve kudretine dayalı olarak...

İşte bunu böylece anlayabilirsek, kader olayını da çözmüş oluruz...

"Kader" derken olaya basit bakmayalım!.

Dünya üzerinde 5-6 milyar insan... Denizden alınan bir avuç kum!.

"Ben insanı yeryüzünde halife yarattım" diyor... "İnsan, yeryüzündeki halife"dir.

"Semâ"da yani, "evrende her boyutta" dahi, "halife"ler mevcuttur!.

Her boyutun yapısal özelliklerine ve kapasitesine göre "halife"ler mevcuttur!. Bizim genelde bildiğimiz "Halife" yeryüzündeki "halife"dir!. Yeryüzündeki "halife"nin de haddi, hududu bellidir.

Gerçek "Halife", Tek`dir. Ve O da, İnsan-ı Kâmil ismi ile tanıdığımız Ruh-u A`zâm`dır... Veya bir diğer ifade ile Hakikatı Muhammedi`dir. Veya ilim yönüyle, Aklı Evvel`dir.

O`nun minyatürizesi, yeryüzünde, Adem!... Adı bile "Adem"=Yok!.. İsmi var, cisminin varlığı "yok"tan!.. Sanki, Anka kuşu gibi... Adı var, kendi yok!...

Zaten algılanan varlık, hakikatta O`nun varlığı; isimler ile çokluk meydana gelmiş!... İsimler çoğaldıkça, varlıklar çok sanılmış!.

Oysa varlık, gerçekte, Tek bir varlık, "Vahidiyet"i itibariyle!.

Denizin üzerindeki her bir dalgaya ayrı bir isim ver, denizde bu kadar varlık var de!.. Oysa, hep gene dalga!. Biri daha büyük, biri daha küçük, biri daha kavisli, biri daha az kavisli. Ama, sonuçta hepsi de denizin dalgası!...

İşte burada, algılamalar arasındaki fark ortaya çıkar... Basiretlere göredir bu fark!.

Yukarıdan bakarsan aşağıya, ne böyle bir fark var, ne de böyle bir kavga!... Azap var, cehennemlikler için... Allah var, kendi için!. Sonra... Kendi kendine kalır. Ezel`de de, Ebed`de de Zât`en kendi kendinedir!.

 "İlim bir Nokta idi, onu cahiller çoğalttı."

 Demiş, Hazreti Ali!...

Hazreti Ali`nin dediğini, her ne kadar biz de tekrar ediyorsak da, gene de lafı uzatıp, cahilliğimizi yaymaktan başka bir iş yapmıyoruz...

Niye?. Elbette biz bu cahilliğimizi ortaya koyacağız ki, kemâlât ehlinin kemâli bilinsin... Ona göre değerlendirilsin!...

Her şeyin değeri zıddına göredir. Bir şeyin zıddı yoksa, onun değeri, pahası da bilinmez. Varlıkta her şey zıddıyla meydana gelmiştir. Her şey çift yaratılmıştır. O çiftin biri bir uçtadır, diğeri öteki uçta!... Ve, biribirine göre`dir değerleri...

Zıdları cem eden görüş ise, ancak ve ancak, Tek`lik yani "Vâhidiyet" noktasında mevcuttur.

Tek`liğin kemâlinin ortaya çıkması da, Tek`liği örten perdelerin kalkmasındadır. Tek`liği örten perdeler, gene kendinden kendine olan perdelerdir.

Vâhid ismiyle Vâhidiyet sıfatına işâret edilen Zât, Rahmâniyeti itibariyle, sıfat mertebesinin vasıflarıyla mevcut olup; bu vasıflarla Melîkiyet mertebesinin sayısız esmâ saltanatını, hüküm süren mânâlarını meydana getirmiş; bu isimler de sonuçta Rubûbiyet hükümlerince terkip formülleri hâlinde ef`âl âleminde ortaya konmuştur.

Ef`âl âleminde beliren her bir birim, kendini meydana getiren bu silsilenin tüm özellikleriyle varolmuştur; ve bu temel yapı programında mevcuttur.

Rasûlullah aleyhisselâm;

 "Zerre Küll`ün aynasıdır." = "birim, tümel yapının aynasıdır"

 açıklamasında bugün yeni farkettiğimiz holografik evren gerçeğinin bu hakikatindan söz eder...

Zira, birimin, zerrenin Zatı, O Sonsuz-sınırsız Zât!. Zerrenin vasıfları, O sonsuz-sınırsız vasıflar!. Zerrenin özellikleri, O sonsuz-sınırsız mânâ denizinden oluşmuş özellikler!. Ve zerrenin fiilleri, o özelliklerin fiîle dönüşüdür...

Bu açıdan bakarsan, bu idrâkle bakarsan, varlıkta Tek`ten başka bir şey göremezsin..

Ef`âl boyutu, Esmâ boyutu, Sıfat boyutu, Zât boyutu diyoruz. Günümüzde güzel bir tabir var, "Boyut" kelimesi...

 Esmâ, Ef`âlin neresindedir?... Sıfat, Esmâ`nın neresindedir?... Zât, Sıfat`ın neresindedir?...

 Yedi kat göğün üstüne "Kürsü"yü, "Kürsü"nün üstünde "Arş"ı koyarlar... Ve dahi, bu sınırlar çizdikleri âlemin ötesinde de bir tanrı, bir ilah türünden bir Allah(!?) ararlar!...

 "Her zerre`de Zât`ı ile mevcuttur."

 Açıklamasıyla târif edilen Allah, gerçekten her zerreyi Zât`ı ile mevcut kılması nedeniyle; ve ayrıca Zât`ı da sınırsızlık sıfatıyla muttasıf olduğu için, bu anlayışta, zerre kelimesinin anlamı fenâ bulur, Zât`ın Bâkî`liği âşikar olur!.

O Zât, elbette belli vasıfları olan bir Zât`tır!.

Her bir Zât`dan söz edildiğinde, O Zât`ın belli vasıfları vardır. Belli vasıfları olan Zât, bu vasıflarının sonucu olarak, elbetteki belli mânâlara sahiptir. Ve, sahip olduğu bu mânâlar ile dilediğini yapar. Dilediği mânâları üretir, icad eder, yoktan var eder. Yoktan var olan "Yok"lar ergeç birgün Yokluğa döner.

Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığını idrâk etmedikçe; Zât`ın sınırsızlığını idrâk etmeden önce de, Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığına iman etmedikçe, hakiki anlamıyla, islâm`a ve iman`a gelmiş olmayız!.

Zira Kur`ân ‘da, kişinin bu gerçeği farketmeden önceki hâlini anlatan, şu Âyet vardır:

 "Gördün mü o kişiyi ki, kendi hevâsını tanrı edinmiş" (25-43)

 Kişi kendi hayâlinde, kendi şartlanmasına göre bir tanrı yaratmış ve o yarattığı tanrısına tapınarak ömrünü geçiriyor!.

İşte bu âyetin kapsamından, tahkik yollu çıkmak için, Zât`ın Vâhidiyet sıfatı itibariyle sonsuz-sınırsızlığını idrâk edip, müşahede etmek, hissetmek, yaşamak şarttır!.

Ancak... Bu anlattıklarım, yaşanarak hissedilir!. Bunları bir kitapta okuyarak, hissedemezsin!..

Tâ ki, sana bunları yaşatacak olanı bulmadıkça; işin lâfından geçip, tatbikatını yaşamadıkça; ve sonunda perdeler kalkıp, seyreden olarak kendisi kalmadıkça!. Aksi halde kesinlikle mümkün değildir!.

Bunun için de, önce buna iman etmen; sonra bu iman ettiiğin şeyi yaşayabilmen için şartlanmalarından, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından, bu değer yargılarının oluşturduğu duygulardan arınman gerek!.

Bunlardan arındığın zaman da hiç farkında olmadan tabiatına yani bedensel dürtülerine esir düşüverirsin!. Dolayısıyla, tabiatını yani bedensel dürtülerini çok sıkı kontrol altına alman gerekir!.

Bu ikisini kontrol altına aldıktan sonra, bu defa da sendeki vehmin oluşturduğu bireysel benlik kavramını sıfıra indirmek gerekir; ki "Ölmeden evvel ölesin"; ve böylece "Bâkî olan Allah"dır, hükmü sende de açığa çıksın!.

Ancak bundan sonradır ki, Hz. İsa Aleyhisselâm’ın dediği gibi,

 "insanca düşünmekten kurtulup, Allah gibi değerlendirirsin"!

 Geçmişte ve günümüzde maalesef pek çok kişi, şartlanmaları attım diyerek, vehmi benlik ortadan kalkmadığı için tabiatının kucağına esir düşmüş; böylece de dünyada iken, vehmi benlik Deccalına tâbi olarak bedeninin istek ve arzuları istikametinde yaşamak sûreti ile helâk olmuş ve olmaktadırlar.

Zira olgunlaşma süreci içindeyken, şartlanmaları attıktan sonra, doğal olarak bir takım özgür davranışlar içine girersin. Benlik vehmi sende henüz ortadan kalkmadığı için de, kendini bu beden olarak, birim olarak kabullenip, bedeni isteklerin, yani yemek içmek, çiftleşmek türünden bedenin getireceği çeşitli zevkler doğrultusunda serbest yaşama kaptırırsın!. Yani, bedenine tanrısallık veririsin!

hf

PANTEİST  GÖRÜŞ  NİÇİN  BÂTILDIR?

 "O"nun varlığından meydana gelmiş bilinçli şeylerin toplamı olan tümel akıl Tanrıdır, görüşü de tümüyle yanlıştır!...

"Kâinat, ALLAH`tır" görüşü bütünü ile bâtıldır ve yanlıştır!. Bu Panteist görüştür!.

Yani, bütün mevcudat bir araya gelince "tanrı" denen varlık ortaya çıkar görüşü... Bu yanlıştır!. Çünkü, gerçekte mevcudat "yok"tur "ALLAH" vardır!.

"ALLAH" her an (bize göre) kendi mânâlarını seyreder ve her şey bundan ibarettir... Bu yüzdendir ki, mevcudatın varlığı yoktur; "ALLAH"ın varlığı vardır.

Bu sebepledir ki, mevcudat "ALLAH"tır, görüşü batıldır, ilkeldir!. Beş duyu kaydından kendini kurtaramayan dar görüşlü beyinlerin, 30 derecelik perspektifi olan kişilerin görüşüdür, mevcudat "ALLAH"tır görüşü!...

hf

VÂHİDİYET

 Varlığın-TEK varlığın kendini tanımasıdır !

SIFAT mertesidir, CEBERÛT âlemidir !

"Vâhidiyet" mertebesi "Nefs" ile kâimdir. "FERD"dir "Nefs"!.. "Ahadiyyet" ise "Hüviyyet"tir ki, "eniyyet" kabûl etmez..

"Ahadiyyet", "eniyyet" dolayısıyla "Vâhidiyyet" mertebesine tenezzül eder ki, "Ferd" ismiyle tanınır.

Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığını idrâk etmedikçe; Zât`ın sınırsızlığını idrâk etmeden önce de, Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığına iman etmedikçe, hakiki anlamıyla, İslâm`a ve iman`a gelmiş olmayız!.

Zira Kur`ân’da, kişinin bu gerçeği farketmeden önceki hâlini anlatan, şu âyet vardır:

 "Gördün mü o kişiyi ki, kendi hevâsını tanrı edinmiş" (25-43)

 Kişi kendi hayâlinde, kendi şartlanmasına göre bir tanrı yaratmış ve o yarattığı tanrısına tapınarak ömrünü geçiriyor!.

İşte bu âyetin kapsamından, tahkik yollu çıkmak için, Zât`ın Vâhidiyet sıfatı itibariyle sonsuz-sınırsızlığını idrâk edip, müşahede etmek, hissetmek, yaşamak şarttır!.

Vâhidiyet mertebesinin yaşamı olan mardiyye bilincinde, varlıktaki tüm sûretler, o bilincin organları gibidir ve tümünde tasarruf eden O bilinçtir!..

Bu sebepledir ki, O'nun yanında tümü de bağışlanmaya değerdir!..

Kendi tecellilerini seyreden, görür ki, görmektedir ki, onlardaki tüm fiillerin hakiki mutasarrıfı kendisidir, elbette ki bağışlayıcı olur. Esasen, bu mertebede, yanlış-doğru yok, hikmetlerin zuhûru vardır.

Emir ve hüküm hep kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.

Bu kavramla kayıtlı bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin son bulması ve Teklik seyrine girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allah'a urûc murad ediliyorsa, çokluk görme basîretsizliğinden arınıp; Emir, âmir, memur; hâkim, mahkûm, hüküm üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.

İşte o zaman "kader sırrı" da açılır ki, bu da "Vahidiyet" mertebesinde yaşayanın vukuf sahibi olduğu hallerden biridir!..

hf

VAHİY

 Velâyet” kemalatının dayandığı hakikatın, bir “Nebi” veya “Rasûl”de tenezzülât hükmüyle açığa çıkan ilmine “vahiy” denilir.

Vahiy ; Özden dışa gelen, yani “Hak’tan halka gelen sezgi”nin adıdır. Melek aracılığıyla direkt özden gelen akıştır!

Vahiy; fıtri meleki boyutun beşeri boyuta müdahalesidir. Nübüvvet ilmine dayalı bilgilerdir.

“Velâyet “ kemâlâtının dayandığı hakikatın, bir “Nebi” veya “Rasùl”de tenezzülât hükmüyle açığa çıkan ilmidir!

Nübüvvet ilmine dayalı bilgilerdir.Nebilerde açığa çıkan Vahiy , aklı kül boyutunun ilminin açığa çıkmasıdır!

Zâhire dönük ilmin adı ve aracısıdır!

Hak’tan direkt olarak,herhangi bir çalışma sözkonusu olmadan kendisine nâzil olan ve kendisinde fışkıran ilâhi ilimdir!

Vahiyler... Ana olarak, görüntülü ve görüntüsüz diye ikiye ayrılır; görüntüsüz olanın da bir kaç yan kolu vardır...

Vahiy, melek aracılığıyla oluşur... Bilinir ki, melekler aslında şekil ve sûretten beri varlıklardır. Ama buna karşın vahiy alan nebiler kimi zaman melekleri, örneğin Cebrail’i bir insan suretinde görmüşlerdir... 

OKU”yan Nebi ve Rasûller, yaşadıkları o anlar içinde, genellikle, veri tabanlarına uygun bir sùretle sembolleştirerek melekleri görmüşlerdir…

Bunun sebebi bize açıldığı kadarıyla şudur; “OKU”ma sırasında, sisteme dair gerçekler, bazen, kişinin beyninde açığa çıkarken, o kişinin beyin gücüne ve veri tabanına GÖRE, hayâl merkezine yansıyıp; orada onun veri tabanına göre sembollerle oluşmakta; böylece o kişi, bir sûret aracılığıyla o veriyi aldığını düşünmekte ya da işin gerçeğini bilmesine karşın, insanların anlayışına ters düşmemek için böyle açıklama yapmaktadır.... Ve yine bu beyin, bazen, aldığı veriyi ve beyninde oluşan bu sûreti o kadar güçlü olarak dışa yaymaktadır ki, çevresinde bulunanlar dahi, o dalgaları alarak aynı şeyi “görür” olmaktadırlar...

Vahiyde yanılma olmaz, çünkü “vahiy” direkt “Hak”tan nüzul”dür! Yanılma payı yoktur! Ççünkü, beyin faaliyetlerinin ve verilerinin, o gelenin üzerinde bir rolü yoktur!

Direkt olarak beyinde o mânâ oluşur.

Vahye hiç bir şey karışmaz! Ondan sâdır olan mânâ tamamiyle ilâhi hakikatlardır..Bu yüzdendir ki, Nebilere itaat ve teslimiyet zorunlu kılınmıştır!

hf

VÂKIFIYN (MUKARREBUN)

 Vâkıflar, "ruh" boyutunda kendilerini tanımışlardır. Burada bahse konu olan "ruh", vehim yollu kabul edilen birimsel ruh değil, "Ruh-u A'zâm"dır. Bu sebeple de, bu mertebedekiler, vahdet mertebesinde, çokluk kavramının içine giren her şeyden beri olarak yaşarlar!..

Vahdet müşahedesi içinde, esmâi ilâhîyeyi seyir halindedirler.

Burası, hakikat mertebesine tekâbül eder.Kendi isimlerinin mânâlarının türlü şanlarını seyir halindedir. Kim mi?.. Elbette ki O!.. Birimin ne haddine!..

Bütün bunların yaşamını devam ettiren, Bâkî olan Hak'tır!..

Ancak ne var ki, tüm kemâlâta rağmen, bu seyir dahi esmâ âlemine dönük olduğu için; "zât" mertebesine nisbetle, zâti ilim indinde kesrete dönük bir mertebe durumundadır.

Bu tecellinin yaşandığı, bu şânın bulunduğu mahal, hakikate vâkıf olmuş anlamında olarak "vâkıfıyn" diye anılır.

Vâkıf olmuşlar, "Mukarrebûn" diye de anılırlar. Allah'a hakkel yakîn olmuşlar anlamında olarak. Bu mertebe velâyetin en üst mertebelerindendir.

Ehlullah denilen "mukarrebler"!..

Yani;

 “ALLAH, DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER.” (42-13)

 âyetinde işaret edilen seçilmişler!...

Kimi  kabiliyetlidirler, istidatları vardır; Allah’da bazı hususiyetleri dolayısıyla onlara fazlını ihsan eder. Onlarda açılır derinliklere dalarlar. Sırları idrak eder, bilirler. Bunlara “mukarrebun” derler... Seçilmişlerdir onlar!..

Onlar, her şey ve herkes hakkında iyi düşünür ve kemâl üzere zanda bulunurlar !.. .

"Mukarreb" olan Allah velilerinin her birinde belli sıfatlar vardır. Bunlara vekâleten diğer velilerde de belli sıfatlar oluşur. Ama netice olarak her biri kendi tâbi olduğu Nebi’nin meşrebinden istifade ile görev yaparlar. Veliler de o meşrebden giderler...

"Mukarreb" velilerin bir kısmı, Hazreti Musa`nın meşrebi üzeredir; Müşahedesinde "tenzih" görüşü ağır basar... Kimisi de, Hazreti İsa`nın meşrebi üzeredir, "teşbih" müşahedesi ağırlıklı olarak varlığı değerlendirir.

Eğer velâyette "Ulül Azîm" mertebesine geçerlerse ve "Aktabiyet" veya "Müferridun"luk durumu hâsıl olursa, Muhammedî meşrebe geçerler; ve bunun sonucunda onlarda "tenzih" ile "teşbih" görüşünün eşit ağırlıkta sentezi olan "tevhid" müşahedesi meydana gelir.. Onlar, Muhammedî meşrebdir. Onların dışındakilerin hepsi ya Musevî veya İsevî meşrebdir...

"Zâtî" tecellî bu zevâtı kirâmda "berkî" tecellî şeklindedir.

Bir de bunların ötesinde zamanın İnsân-ı Kâmil'ine ve Gavs'ına has olan "Tecellî Zâti" vardır ki; bu zevâtta bu durum daimidir.

İşte onlar için anlatılan, "NEFS'i hür olanlara mahâl kıldım" ibaresidir. Mutlak manâda "NEFS"="BEN" onların mahallidir!. Zât'ını tanıma mertebesi yani.

Zâtıyla zâtını bilişin, âlemde zuhur yollu izharı için meydana gelen bir şandır bu!..

"HÜR" kelimesi gerçekte sadece bu zevât için kullanılır. Ve onların kalbleri, yani bilinçleri Allah'ın ilmiyle dolu bir halde hadsiz hesapsız sırlarla doludur.

Bu mertebedeki "Zâtî" ilim hakkında ne bugüne kadar bir açıklama yapılmıştır, ne de bundan sonra böyle bir açıklamanın yapılabilmesi mümkündür!..

 “ALLAH” ismi, toplayan bir isimdir..Yani, Allah’ın hem Zât’ını, hem vasıflarını, hem de sayısız özelliklerini içeren bir isimdir..

“Allah İsmiyle İşaret Edilen ZÂT “ ın Hüviyetine ise “” ismi işâret eder..AHADİYYET sıfatıyla idrâk edildikten sonra, gerçek mânâsıyla “Allah’a imân” meydana gelir ve “yakin” hâsıl olur; iş taklitten çıkar, “Tahkik” e varır..Aksi halde hep Allah “İSMİNE” iman edilir ki, bu da ehli taklidin mertebesidir...

Tahkike ermişlerin ismi ise “Müferridùn” veya “Mukarrebùn”dur ki; Allah “İSMİNDE” değil; ALLAH’IN AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el ân öyledir” sırrına binâen, Allah Bâki’dir mânâsı yaşanır olmuştur..

İşte bu yaşantı içinde olanlar, ”İsm-i A’zâm” sırrına ermiş olanlardır ki; her nefeste “HÛ” diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar..

Bu zevâtı kirâm dua edip de “Yâ ALLAH”, ”Yâ HÛ” dedikleri zaman;

  “dillerinde söyleyen ben olurum”

 Hadis-i Kudsi’si mânâsınca; dileyen kendi olur ve elbette kendi dileği de havada kalmaz,yerini bulur!..

Peki ya bizler?..

hf

VAKIFIYN’İN YAŞANTISI

 Ölümden önce hakikatı idrâk edip yaşayamayan, ölümötesinde de bunu yaşayamaz!...

Oysa Allah'a yakınlık kazanmışların (mukarreblerin) Cennet’teki yaşamlarını normal beyinlerin tahayyül bile etmesine imkân yoktur!..

Bunu basit bir misâl ile açıklamaya çalışayım.

Bir insan tüm yaşamı boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor!.. Bir yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini ve o kişinin sevincini gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!..

Şimdi düşünün ki beyni üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol açan ışınları değerlendirebilecek bir düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla, ya da bir diğer ifade ile bu yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir beyne sahip!.. Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza dek sürekli artan bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor!..

Bilmem anlatabiliyor muyum?..

hf

VEHİM

 Varsaymak!

Var olan şeyi de yoksaymaktır!

Varsayım” dediğimiz cevherdir, vehim.

Vehim, "zan" esasına dayalı olarak çalışır.

Gerçekte en başta "var" olmayan şey nedir?...

Kendi bağımsız varlığın!...

"Var" olmamasına rağmen, vehim sana, onu var gösterir...

Ve "Ben varım" düşüncesi ve Hak`dan ayrı bir varlık olarak var zannı ile bedene dönük bir yaşam içine girer.

İşte bu kişi, kendini Allah`dan ayrı, bağımsız bir varlık olarak düşündüğü sürece; vehmin hükmü, kaydı altında yaşama durumuna girmiştir; artık girdiği bu yoldan da kolay kolay geri dönemez!..

"Ben!" der ve birimsel yapıya dönük bir şekilde yaşamına devam eder... Onun istekleri ve arzuları, bedensel yapısına, birimsel yapısına dönük şeylerdir... Bedenine ve birimsel yapısına zevk verecek şeylerdir. Bu, kişinin, vehmin hükmü altında olduğunun açık işaretidir...

 “Negatif varsayım” diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar büyüktür!.

Eğer kişi “VEHİM” duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı adeta cennet yaşamına döner... Buna karşılık insan “vehminin” esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir!.

Varolmayanı var sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir “VEHİM”!..

İnsan, “VEHİM” hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkansız olan o şeyi mümkün hale getirebilir!..

Ve sanki bir madde bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir... Sanki cennetteymişçesine!...

-Geçerli olan, O'nun varlığı dışında VARSAYDIĞIN BENLİĞİNİN, GERÇEKTE, hiç bir zaman VAROLMADIĞINI ilim yollu kavramak; ve gereğini hissedip yaşamaktır!..

Eğer Cenâb-ı Hak bir kişiyi, kendi hakikatını ortaya koyması gayesi ile meydana getirmişse, ona vehmin hükmünden kurtulmayı nasip eder. Vehmin hükmünden kurtuluş yollarını ona kolaylaştırır.

Eğer, birimsel yaşamasını murad etmişse; o zaman onun şuurunu vehmin hükmü altına sokar.

Vehmin hükmü altında olmak ile vehmi hükmü altına almak arasındaki sınır, kişinin Tek`liğe geçiş sınırıdır.

İşte bu sınır, diğer bir ifade ile; "Ölmeden önce ölmek" sınırıdır!..

Eğer kişi dünyada yaşarken, ölmeden önce ölmemişse, vehmin hükmü, kaydı altından kendini kurtaramamıştır; ki öldükten sonra da kendini vehimden kurtarmasına asla imkân yoktur!.

Dolayısıyla, onun şuurundan birimsellik asla kalkmaz!. Yani, "Vahdet"e giremez, "Vahdaniyet"i anlayıp idrak edemez, hissedemez, yaşayamaz... Yani, ölmeden evvel ölemez...

Vehim, kişinin hayalinde, düşüncelerinde, duygularında, hükmederek kişinin kendisini şu beden, şu birim olarak kabul etmesine yol açar!...

Bu yol açıştan sonra da kişi, bu bedene dönük zevk ve tatminlerin peşinde koşar.

Eğer "hakikat"ın ilmi ve idrakı sende ağır basarsa, kendini vehimden kurtarma yolunda bir takım çalışmaların içine girersin. Bu çalışmalar, bu hakikate iman yolu ile inanıp, iradeni bu imanın istikametinde kullanmak suretiyle oluşur.

Bu iman yolu ile sen, hakikata uygun davranışları ortaya koyarsın.. Böylece de, vehmin hükmü altından kendini yavaş yavaş kurtarmağa başlarsın...

Bu çalışmalar içinde iken vehim, aklına ve mantığına hükmetmeğe çalışır... Aklına, mantık hileleri ile yaklaşır!. Seni bir takım açmazlara, bedene dönük davranışlara sürükler.

Eğer burada sen iman noktasına dayanırsan, yani hakikatının ne olduğuna iman dolayısıyle, o imanın gereği de bu şartlardır, deyip; mantık oyunlarına kanmayıp, bu çalışmalara devam edersen...

Sonuçta kendini, vehmin hükmü altından, yani gerçekte var olmayan birimsel varlığını kabullenme halinden, kurtarıp, "Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirsin"; "Hakk`ın hakikatının gereğini" yerine getirirsin...

İşte bu hâl, senin kendini vehmin hükmü altından kurtarmağa başladığının işaretidir.

Ne olursa olsun, olanla-olmayan senin için farketmez!... Kısacası dünyanın kaygısını, derdini çekmez hale gelirsin...

Bu, Hakk`ın kendine seçtiği, yani, kendini idrak ettirmeyi dilediği birimler için söz konusu olan bir "hâl"dir. Yani, vehmin hükmü altından kendini kurtarmak!...

Hakikat noktasını idrak ettikten sonra; ikinci aşama olarak bunu yaşamına da sokabilirsen, bu defa vehmin üzerinde tasarruf eder, diğer birimlerde açığa çıkmayan hâlleri ve fiilleri yerine getirebilirsin.

Demek ki, Vehim, kişinin, var olmayan varlığını kabul etmesini doğuruyor ve bu kabulden, bu zandan dolayı da kişi bedenselliğe, birimselliğe dönük bir yaşam içinde oluyor!. Bu da onun vehmin kaydında olmasından ileri geliyor...

Kişi, bundan dünyada yaşarken kurtulamazsa, fiziki ölümle birlikte ebediyyen kurtulma imkanı da kendisi için kalmıyor!.

Oysa, Kur`ân’ ı tetkik eder, Rasûlullah Aleyhisselâm`e kulak verirsek; O bize, dünya hayatının geçici olduğunu, belli bir süre sonra dünya hayatında bir daha geriye dönme ihtimali olmaksızın ayrılıp başka bir boyutta yaşamımıza devam edeceğimizi; bedene, birimselliğe dönük şeyler peşinde koşarak, ömrü boşa harcamanın israf olduğunu; bizim, Allah için yaratılmış olduğumuzu; oilahi hakikatı anlamak, hissedebilmek, yaşayabilmek için "Halife" olarak varedildiğimizi; dolayısıyla, bu sahaya dönük yaşam ve çalışmalar içinde olmamız gerektiğini bize sürekli olarak vurgulamıştır...

İnsanın, hakikatına ererek "Halifetullah" olabilmesi için de önce "Mİ`RAC" yapması zorunludur...                                                                       

Vehim kelimesinin çoğulu olan “evham”, bizim çeşitli konulardaki gerçekleşmesi asla mümkün olmayan şeyleri, sanki gerçekleşecekmiş gibi düşünüp, yaşamamıza ona göre yön vermemize sebep olur. Bugünkü deyimle “gerçekçi olmamayı” bizde oluşturur.

Karnının doyması için mutlaka bir şey yemen gerekir.

“Ben yemesem de doyarım!.”

“Ben çalışmasam da bana bir yerlerden para gelir!. 

Ben ilâç almasam da Allah bana şifa verir!.” 

“Ben şunu yapmasam da şu olur!.” gibi konular.

Bunlar bizim vehmimizin ürettiği zanlardır. Ve insanın en büyük zaafı da bu noktadadır. Halbuki, bunun yanlış olduğu Kur’ân ‘da çok açık, net bir biçimde bildiriliyor.

Efendimiz, Hz. Muhammed s.a.v. de bizleri bu konuda defalarca uyarmış.

 “Herkes ne çalışma yaparsa, mutlaka çalışmasının karşılığını alır.”

 Buyurmuştur.

Efendim, yarın gece “Mi’râc Gecesi”...

Allah, Hz. Rasulullah’a nasip etmiş. İnşaallah bize de nasip eder. Bize de mi’râc olur. İnşaallah biz de mi’râcı yaşarız.

İnşaallah, maşâallah, tebarekallah!..

Güzel bir hayâlle bütün geceler, gündüzler geçer. Bırakın mi’râc yapmayı bir basamak yukarı bile çıkamayız. Niye?..

Cevap gayet basit;

Kendimizi aldattığımız için!..

Dünyada hiçbir insan bir diğerine, o insanın kendine verdiği zararı veremez!

Çünkü bir insan, kendini aldatmak suretiyle kendine öyle bir zarar vermektedir ki, bir başkasının ona o zararı vermesi asla mümkün değildir.

Eğer siz belli bir takım çalışmaları yapmıyor, bir takım idrakleri yaşayamıyor, bir takım bilgilerin sonuçlarını günlük yaşamınızda uygulamaya sokamıyorsanız, hiçbir zaman onları yapanlarla aynı seviyeye gelemezsiniz!.. Bu konuda kendinizi aldatmayın!

Açın geçmişte yaşamış, tasavvufla uğraşmış evliyâların, mânevi büyüklerin hayatını okuyun!.

Neler yapmışlar, nelere katlanmışlar?. Ne gibi çalışmalarla vakitlerini değerlendirmişler, nasıl yaşamışlar?.

Onlar gibi yaşamadan,  ter dökmeden; “Allahım bana bunları nasip et!” diye dua edersen çok beklersin!. Havadan hiçbir şey gelmez!.

Onlar, neleri yaptıktan sonra, ne çalışmalar yaptıktan sonra o noktaya geldiler. Hz. Muhammed s.a.v. ne görevler îfa etti?. Neleri yaşadı?. Nelerden sonra ona neler nasip oldu?.

Oysa biz, durduğumuz yerde, büyük hayâller peşinde koşuyoruz.

Beş vakit namaz, asgari tabandır, “müslümanım!.” diyen kişi için!.

Çünkü, bu taban enerjiyi elde etmezse, öbür tarafta kendisine hiçbir şey ulaşmayacak. Ve hiçbir nimete kavuşamayacak orada. Ve, Cehennemden de çıkamayacak doğru dürüst!.

Zira, o enerjiyi dünyada iken elde etmek gerekir.

Biz, daha günlük beş vakit namazı hakkıyla eda edemezken, hangi konularla ilgileniyor, hangi mertebelere göz dikiyoruz. Ondan sonra da o mertebelerin hayâli ile yaşıyoruz. Kesinkes kendimizi aldatıyoruz.

“Efendim, Hz. Rasulullah mirâca çıkmış da, şunları yaşamış, bunları yaşamış.”  Eee!. Allah bize de nasip etsin!. Bak bu geceyi ne güzel kutluyoruz.

Kendimizi aldatmayalım!. Gerçekçi olalım!.

Kim ne çalışma yapıyor? Ve, bunun karşılığında ne bekliyor, nereyi hadefliyor?

Önce, hedeflediğini bir düşün!. Sonra, hedefe varmak için nelerinden fedakârlık ediyorsun? Yaşamına neler sokuyorsun? Bunu bir düşün!

Hayatta gerçekçi olmak kadar önemli bir şey yoktur.

“Ben Alllah’a inanıyorum.” diyorsun. Ondan sonra da; Allah’ı bir tanrı gibi yukarı oturtup, işlerine karıştırmayıp, karşındakini suçluyorsun.

Sen, daha Allah kavramının ne  olduğunu anlayamamış, kafanda, hayâlinde yarattığın, tasavvur ettiğin tanrıya Allah etiketi yapıştırıp, onu Allah sanıyorsan, daha İslâmiyeti anlamamışsın!..

Konuşmalarımda döner dolaşır, bu noktaya gelirim. Zira, çok önemli!.. Önce, buranın kavranması lâzım!.

Allah isminin mânâsını anlayıp, kavrayıp, yaşamınızdaki yerine oturtun!.

Ama sen halâ, Allah’ı bir tanrı gibi düşünür, “yukarıdan seyrediyor” der, olaylar içinde, yaşam içinde insanları suçluyorsan, insanlarda kusur-eksik arıyorsan, insanlarla uğraşıyorsan kendini aldatıyorsun!.

“Rüzgâr eken fırtına biçer.” Derler. Sen hayâl peşinde koşup, insanlarla uğraşarak ömrünü tüketirsen, ne kendini tanıyıp, bilirsin ne de  Allah’ı ..

Ve, bütün bunların getirisinden de mahrum kalırsın.

İnsan denen varlıktaki en perdeleyici kuvvet vehim gücüdür. ( Bu aynı zamanda eskilerin “şer” dediği kuvvettir.)

Vehim gücünü atamadığı içindir ki, insan cehennemde kalır.

Eğer şu dünyada, her hangi bir anda, her hangi bir günde olaylar içinde yanıyorsan, dünya cehennemini yaşıyorsan, bu senin vehminin sonucudur.

hf

VEHMİ BENLİK

 "Vehmî benlik", kişide vehmin oluşturduğu birimsellik şuurudur.

senin, “benliğin” dediğimiz şey nedir?..

Ahmed’in ; daha doğrusu bu isimle işaret edilen müsemmanın, belli bir terkibi var...A isminden %23, B isminden %2, C isminden %7, D isminden %18 ve bu gibi..Böylece çeşitli mânâların terkip hükmüyle bir bedende çıkışına Ahmed demişiz..Bu terkibin başka bir târifi de, belli huylar ve tabiatlardır!...Yani Ahmed’in huyu budur, şunu yapar; Atasay’ın tabiatı budur, şöyle yer, içer, uyur gibi sıraladığımız özellikler, bu terkiplerin fiil mertebesinde ortaya çıkışıdır.

Yani huy ve tabiat dediğimiz özellikler bu terkibin mânâsının fiil mertebesinde ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

hf

RUHUN VEHMİ BENLİĞE BÜRÜNMESİ

 "RUH"un vehmî benliğe bürünmesi nasıl olur?..

Bu sorunun cevabını elden geldiğince açık bir şekilde izah edelim.

"RUH-U A'ZÂM" kaynaklı ve kökenli "ruh-u izâfi" yani birimsel ruh, özünden gelen bir biçimde "rûh-u azâm"ın hâiz olduğu özelliklere sahiptir. Ancak ne var ki, beyin tarafından çeşitli bilgiler kendisine yüklenmeye başlayınca, hâfıza yani bellek dalgalarıyla, bireysel şuur oluşmaya başlayınca, belirli bir kişiliğin kaydı altında girmek zorunda kalır.

İşte, "nefs"in kendini, birim olarak kabul etmeye dönük bu bilgilerle bürümesi, vehimden, yani, var olmadığı halde var gösteren güçten, kaynaklanan birimsel kişiliği oluşturuyor.

hf

VEHME  TÂBİ  OLMAK

 Vehim; sürekli, kişiye doğruyu yanlış- yanlışı doğru gösterip; kişiyi akıl ve ilim yolundan saptırıp “hayal dünyası”na yöneltmeye çalışır!...

Sistemin gerçekleriyle bağdaşmayan; akla ve ilme ters düşen şeyleri hayâlinizde varsayıyorsanız, vehme tâbisiniz demektir!..

hf

VEHMİN TERKEDİLMESİ

(BİRİMSEL YAŞAMDAN  KURTULMANIN YEGÂNE YOLU)

  1-Kendini beden  kabul edişten kurtulmak,

  2-Kendini Allah’tan ayrı bir varlık  olarak   kabul edişten kurtulmak,

  3-“Sahiplik duygusu”nu terketmekle, olur.

hf

VAROLMAYAN  BENLİĞİN  NASIL YOK OLUR?

 Senin, vehmî senliğinden kurtulman; var ZAN ettiğin kişiliğinden çıkman  nasıl olur?..

Önce senin, “benliğin” dediğimiz şey nedir?..

Ahmed’in ; daha doğrusu bu isimle işaret edilen müsemmanın, belli bir terkibi var...A isminden %23, B isminden %2, C isminden %7, D isminden %18 ve bu gibi..Böylece çeşitli mânâların terkip hükmüyle bir bedende çıkışına Ahmed demişiz..Bu terkibin başka bir târifi de, belli huylar ve tabiatlardır!...Yani Ahmed’in huyu budur, şunu yapar; Atasay’ın tabiatı budur, şöyle yer, içer, uyur gibi sıraladığımız özellikler, bu terkiplerin fiil mertebesinde ortaya çıkışıdır.

Yani huy ve tabiat dediğimiz özellikler bu terkibin mânâsının fiil mertebesinde ortaya çıkışından başka bir şey değildir.

Senin kendini, hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği  yönünden harekete geçmen gerekir...zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın!..tanıdığını iddia ediyorsan, bu tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın bir yönü olur!...

Hz.Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ne diyor:

“Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız!...”

Tevhid esasındaki görüşe göre, sendeki ahlâk, Allah’ın ahlâkı değil mi?...Evet, ama o sendeki ahlâk, senin terkibiyetin dolayısıyla oluşmuş bir ahlâk!..Yani, sınırsız ve ölçüsüz mâhiyetleri ve asliyeti itibariyle Allah’ın ahlâkı olan o husus; Ahmed ismi altında, terkip hükmüyle müşahede edildiği zaman, tamamen ölçülü, sınırlı, kayıtlı bir hâl alır ki, bu hâliyle görünüşü itibariyle, Allah’ın ahlâkı olduğu iddia edilemez artık!..

Evet, sana düşen “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” olduğuna göre, bunu nasıl başarabilirsin?..

Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak nedir ve nasıl olur?..

Daima “LÂFI” edilegelir...Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, Allah’ın yeri, yurdu, maddesi, mekânı olmaz diye...Oysa genel yaşantımızda bu asla böyle değildir!..Sanki Dünyadan belli bir uzaklıkta oturmakta olup, oradan Dünyayı idare etmekte olan; kimi işlerimizi düzenleyip, kiminin de düzenlenişini bize bırakan; kah müşfik, kâh celâlli bir “İlâh-diktatör” anlayışı içinde günümüzü geçirir ve bu zannımızda yarattığımız varlığa da “Allah” adını yakıştırırız!!!...

Hüviyet kağıdında dini ne olarak yazılmış olursa olsun, bu tür bir düşünce içinde olan kişinin, gerçekte inandığı varlık, asla “Allah” olmayıp, kendi hayâlinde yaratmış olduğu bir totemdir!İlâhtır!..Tanrısıdır!.

Ya, “ALLAH” ismiyle anlatılmaya çalışılan varlık...?

Burada, mecburen öncelikle kendini nasıl tanımladığına bakacağız...  Zira bizim onu tahayyül ederek bulmamız muhaldir!

 O’dur EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN”

 “MİSLİ OLAN BİR ŞEY YOKTUR”

 “DE Kİ, ALLAH AHAD’DIR;ALLAH SAMED’DİR; DOĞURMAMIŞ VE DOĞURULMAMIŞTIR VE DENGİ OLAN BİR ŞEY DE YOKTUR”

 Sadece bu yukarıda verilmiş hükümler dahi, eğer dikkatli olarak incelenip, tefekkür edilirse, “diktatör-TANRI” tipinde bir mâbuddan sözedilmediğinden  çok açık bir şekilde anlatır.

Yani, Evvel, âhir,zâhir, bâtın kelimeleriyle kastedilen hep O’dur! Yani, aynı şeydir!..Ki O’nun, bir misli, benzeri, yakını, diye bir şey de sözkonusu değildir!...Ve nihayet O, cüzlere ayrılması, bölünmesi, ya da cüzlerin birleşmesi gibi hususlar söz konusu edilmeden; TEK’tir!..Öyle bir AHAD ki, AHAD’ın varlığı dışında hiçbir şeyden söz edilemez...Hatta AHAD oluşu dolayısıyla, “şey” kelimesiyle kastedilen mânâyı dahi kabul etmez.  Evet, sözü fazla derinlere daldırıp, akılları hayrete salmayalım, zira daha bize çok lâzım akıl!..

Kısaca üzerinde durduğumuz bu husus dolayısıyla, anladık kabul ediyorum ki, varlıkta “TEK” saltanatını sürmektedir!..her şey ise O’nun bir kemâlinden başka bir şey değildir...

Şimdi bu açıdan  sorarsak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak ne demektir;zira, O’ndan gayrı yoksa, O’nun ahlâkı dışında da bir şey sözkonusu değildir...Sendeki, RABBİNİN ahlâkıdır!..oysa, senden istenen Allah’ın Ahlâkıyla ahlâklanmandır!..

hf 

VAHDET İDRAK EDİLMEZ,

VEHİM TERKEDİLMEDEN!

 Sende kendini Allah`tan ayrı, bağımsız bir varlık olarak “varkabul etme hali var mı?.. Var!..

İşte bu, “VEHMİN” sendeki tasarrufu dolayısıyla var!.

Senin kendini Allah`tan ayrı bir varlık olarak kabul edişin, olmayan bir şeyi var kabul etmedir; yani vehimdir!.

Senin kendini, bu beden kabul edişin de en büyük vehim!.

Ve sen, bu vehimle de yaşadığın sürece de, “Vahdet”in ne olduğunu anlayıp, hissedip, yaşaman mümkün değildir!.

Çok çok, “vahdet”in kuru bilgisini yüklenirsin üstüne!... O bilginin hammalı olursun!... Ama asla yaşayamazsın!...

Vahdet”in lafını eder, “ben Hakk`ım” der; “Hak`tan gayrı bir şey yok” der durur, kendini aldatırsın!.

Bal kavanozu yalamakla balın güzelliklerine erilmiyeceği gibi, varlık terkedilmeden de “vahdet” kelâmı etmekle, “vehim” terkedilmez!..

Vehim terkedilmez “sahiplik” duygusu varken!..

Terkedemediğin her şey vehminin getirdiği sahiplik duygusundandır!..

Nelerin varsa, kendini nelerin sahibi olarak görüyorsan, o kadar güçlü vehmin esirisin demektir!.. Nerede kaldı, vahdeti yaşamak

Var olmayan şey sende hükmünü nasıl icra ediyor?…

Nefsi tahrik ederek!

Vehim, herşeyi tersine gösterir. İşte bu yüzden de zararlı hareketi yararlıymış gibi  zannettirip seni yanlışa çekebilir

Eğer vehmi, aklınla hükmün altına alırsan velâyetin en üst mertebesine çıkarsın! Eğer akıl, vehmin hükmü altına girerse, şekâvetin, sapmışlığın en berbat seviyesine düşersin.

Ne varki, aklın, beyne gelen fikirleri her an gerektiği  değerlendirememesi tehlikesi vardır. Zira vehim “nefs” üzerinde ağır basar.

İnsan için eğer şer diye kabul edilebilecek bir şey varsa o da vehimdir.

Vehimden daha şerli bir şey yoktur!

Bütün evliyanın kerameti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf altına alarak o kerâmetleri izhar eder.

Vehmin üstesinden yüzde yüz gelebilecek bir güç vardır…İşte o güç iman gücüdür!!

“VEHİM” duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.

Varolmayan ya da varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde “vehim” yatar!.

Vehim terkedilince, Vahdet idrak edilir!

Var kabul ettiğimiz izâfi benliği terk çalışmaları sonucunda takdir edilmişse gören,  işiten, kendisi olur!

Vehmin, gerçekte var olmadığı halde, çeşitli faktörlerin "var" olarak kabul ettirdiği kişilikten kurtulup da, özündeki evrensel kişilikte, yani Hakikatı Muhammediye mertebesinde kendini tanıyabilmek, yeryüzünde enderin enderi bir olaydır.

Allah'ı, sistemini, mârifet yollu bilmesine rağmen, kişi ne kadar çalışırsa çalışsın, Allah'ın hükmüyle bu yolda bir takdire uğramamış ise, "ikilikten" yani "gizli şirkten" tam olarak arınamaz.

Yakındır, ama ikilik kalkmamıştır!..

Bu da gerçekten çok üzücü olur bu zevât için.

Allah'tan uzak düşmüş, yani O'nu tanıma yolundan çok öteye sapmış kişilerin, bu hâllerini farkettikleri zamandaki uzaklıktan yakınışları gibi. Allah'a yakın olduğunun bilincine ermiş bu kişiler de yakın olmaktan yakınırlar!..

Çünki, yakınlığın dahi uzaklık gibi bir "ayrılık" kavramı olduğunu tesbit etmişlerdir.

"Vahdeti" yaşayanlarda ise "kesret" müşahedesi olmaz!.. Kesret kavramı olmaz!.. Belki kesreti, vahdetin zuhûru olarak seyrederler.

Bu yüzden de, onlarda, Allah'da yok olacak bir varlığın mevcut olup da yok olması; Allah'a erecek bir varlıktan söz etme gibi görüşler asla mevcut olmaz!..

Çünki, onlarda,

 "ALLAH ŞEHADET EDER Kİ, TANRI YOKTUR ANCAK BENLİĞİ İLE SADECE KENDİSİ VARDIR" (3-18)

hf

VELİ-VELÂYET

 "Velâyet", "nefs"in bilinç yollu hakikatını kavradıktan sonra, takdir edilen ölçüde ve dilenilen şekilde gereğini yaşama hâlidir!..

Allah isimleri arasında "VELÎ" isminin anlamının kişinin esmâ formülünde ağırlık kazanmasının sonucudur.

Varlıkta asâleten var olan ve ebediyyen sürecek olan kemâlât "velâyet"tir. "Nübüvvet" ise "veli"ler içinde üst sınıfı teşkil eder. Cennet yaşamında "nübüvvet" görevi yoktur; onların her biri "velâyet" kemâlâtının en yüksek halleriyle yaşamlarına devam ederler.

Kişinin "ALLAH"a "ERME"sinde iki sistem vardır..

Birisi "Hak'tan halka", "nuzül" şeklidir...

Öteki ise "Halktan Hak'ka" "uruç" şeklidir.

Velide, çalışmalarla birlikte belli bir tekâmül gözükür; ve nasibi, istidadı oranında Hak'ka vuslata erer!.

Nübüvvet ise nebinin herhangi bir say'ı, gayreti olmaksızın, Hak'kın kendi hakikatlarını o nebinin dilinden açığa çıkarmasıdır.

Bunu misâlle anlatmağa çalışalım:

Hak'tan birime açılan bir mânevi kanal ile nebiden hakikatlar zuhur eder!...

Velide ise, bizâtihi yaptığı belli çalışmalar sonucu açılan bir tünelle Hak'ka varır. O hakikatlara vasıl olur...

Olduktan sonra da bazısı halka yararlı olmak amcıyla ilahi vuslata ermiş olarak, belli vasıflarla vasıflanmış kişi olarak halk arasında görev yapar; veya yapmaz... Bu da Hak'ın takdirine bağlıdır.

Gerek “Nebi” ve gerekse “Rasûl”, “Allah” adıyla işaret edilenin esmâsından “El VELΔ isminin zuhuru olan “velâyet” kemâlâtının mazharı olarak bu mertebeye kavuşmuşlardır.

Dünya yaşamında “Nübüvvet” ve “Risâlet” işlevini yerine getiren bu zevât, bu kemâlâtlarını “VELΔ isminin mânâsından alırlar ve ölümötesi âhıret yaşamlarında da “Velâyet” kapsamında olan “Risâlet” mertebesiyle yaşamlarına devam ederler..