AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
V
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm
bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH"
ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm
insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı
ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve
KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz.
Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız
paylaşımdır. |
FİHRİST
Vahdaniyet
· Vahdet
· “Zerre ,Tümün Aynasıdır!”
· Tek'lik Anlayışıyla Zâhir Emirleri Terk Hatası(Bkz.”İbadet”)
· Tekliğe Geçiş sınırı!
· Hiç Ceviz kırdınız mı?
· Tek'in Takdiri
· Vahdet-i Vücud
· Vahdeti "Vücud" mu,"Şuhùd"mu?
· İlim mi Mâlûm’a Tâbi?
· Panteist Görüş Niçin Bâtıldır?
· Vâhidiyet
· Vahiy
· “Vahiy Gücü” İle “Akıl Gücü” Arasındaki Fark
· (Bkz.Rasûl Ve Nebi’ye Niçin İhtiyaç vardır?
· Vâkıfıyn
(Mukarrebùn)
· Vâkıfıyn’in Yaşantısı
· Vechullah
(Bkz.”Allah’ın Vechi”)
· Vehim
· Vehmi Benlik
· Ruhun Vehmi Benliğe Bürünmesi
· Vehme Tâbi Olmak
· Vehmin Terkedilmesi (Birimsel Yaşamdan Kurtulmanın Yegâne Yolu)
· Vahdet İdrak Edilmez, Vehim Terkedilmeden!
· Veli-Velâyet
· Velâyet Türleri Ve Mertebeleri
· Velâyet Kemâlâtı
· Ricâl-i Gayb(Görevli Veliler)
· Evliyanın Feyz Vermesi(Bkz.Ruh Gücü)
· Veri Tabanı(Bkz.”Beyin
Veri Tabanı”)
· Vesvese
· Vicdan
· Vitriyet
· Vusül
Vuslat
· Vuslata Eriş
· Vücud
“Allah’ın TEKLİĞİ”!
(Allah’ın varlığı dışında hiçbirşeyin varolmadığı
gerçeği!)
Çokluk`tan Tek`liğe,
bireysel şuurdan MUTLAK iLME yöneldiğimiz sürece, meselenin iç yüzünü
anlamamıza imkân yoktur. Sayısız kollar ve teferruat içinde boğulur ve esası
kaybederiz.
“TEK”liği anlamanın yegâne yolu; kendimizi, şuurumuzu Tek`lik
noktasında bulup, yoğunlaştırıp; o boyuttan, çokluğa bakmak!.. Ancak bu suretle
konunun aslını hakikatını anlayabilmek, kavrayabilmek, hissedebilmekle, mümkün
olur!.
“Allah, sonsuz ve
sınırsız TEK`tir.”
Bu, sonsuz ve
sınırsız Tek, bize GÖRE olan Ezel`de ve Ebed`de
de aynen böyledir!...
Varlığında hiç bir
değişim, değişiklik söz konusu değildir!.
İş bu sebepledir ki,
bizim olup bittiğini gördüğümüz, düşündüğümüz, tahayyül ettiğimiz,
hissettiğimiz her şey, insanların, cinlerin ya da meleklerin varlığını
düşündüğü ve tahayyül ettiği veya bilebildiği istisnasız her şey; sadece O`nun
ilminde mevcuttur. Esmâsının eseri olarak mevcuttur!.
“İlminde” derken, O`nun, -
Bunların gerçekte,
“ALLAH” varlığı dışında bilfiil varlığı asla ve asla olmamıştır!.
Yüce Zâtın, var
kabul edişi neticesinde, bu varlık âlemi “yok”tan meydana gelmiştir; “yok”
olarak vardır; ve aslına dönecektir!...
Bunu böylece
anlamadığımız sürece, TEK`liğin ne olduğunu kavrayabilmemiz asla mümkün
değildir!.
Hangi mânâ ve vasıfla,
O Zât`ı vasıflandırırsak, O Zât, Zât`ı itibariyle o vasıflandırmadan ötedir; O,
tanımlama ile kayıt altına girmekten beridir!...
Ancak, o tanımlama da
gene O`na aittir!.
Burayı çok iyi anlamak
lazım...
hf
Vahdet,
Allah'ın kendi TEK'liğine şehâdetidir.
Allah’ı
tanımanın tek yolu, "Vahdet" sırrına ermektir.
Şükür, rıza, fakr,
muhabbet ancak "Vahdete götüren basamaklar”dır.
Bunların neticesinde
"Vahdet" oluşmuş ise, "veli"lik kapısı
açılır!..
"Vahdet"
sırrına erişmemiş veli olmaz!..
Tasavvuf bütünüyle
"vahdet" sırrına yönelme işidir!.. Kişilikten, benlikten
kendini bir birim olarak kabullenme halinden kurtulup, vahdet deryasına
garkolmadan Allâh bilinmez!.. Allâh, böylece bilinmeyince de "veli"lik
oluşmaz.
Halk, kişinin ameline,
davranışına, sözüne bakarak, kendisinden ileride olana hemen "veli"lik
etiketini takıverir!..
Oysa gerçekten, o
kişinin "veli" olabilmesi için, o kişide mutlaka "vahdet"
sırrının yaşanmış olması ve "Allah ahlâkıyla ahlâklanmış"
olması ve bu yolla Allah'ın bilinmiş olması mecburiyeti vardır!.
Vahdeti" yaşayanlarda "kesret" müşahedesi olmaz!.. Kesret
kavramı olmaz!.. Belki kesreti, vahdetin zuhûru olarak seyrederler.
Bu yüzden de, onlarda,
Allah'da yok olacak bir varlığın mevcut olup da yok olması; Allah'a
erecek bir varlıktan söz etme gibi görüşler asla mevcut olmaz!.Çünki, onlarda,
"ALLAH
ŞEHÂDET
Bu varlığın ötesinde,
ÖTENDE ayrı bir TANRI
Böylece, sen, kendi
kafanda, kendi anlayışında, kendi yapına göre bir TANRI yaratmış olacaksın!..
Kabullenmiş olacaksın!..
Böyle bir TANRIYI
kabullenmenin sonucunda da, kendi elinle yarattığın "tanrı"nın
kölesi olmuş olacaksın!.. Kulu olmuş olacaksın!.. Kul; köle mânâsındadır.
Dolayısıyla ki,
insanlar genellikle, kendi hayallerinde yarattıkları "tanrı"ya
"Allah" adını takarlar; duymaları yoluyla, şartlanmaları
yoluyla; kendi yapılarına uygun, kendi yapılarının gerektirdiği mânâlarla onu
bezerler ve ondan sonra da "Allah" şöyledir, "Allah"
böyledir diyerek, kendi düşünce yapılarının şekillendirdiği "tanrı"yı,
"Allah" diye bir başkasına târif ederler!..
İşte bunu bilme
sadedinde varlığın yapısı, evrenin yapısı, insanın yapısı gibi konuları
konuştuk. Bunların neticesinde görülür ki; bütün bu çokluk olarak görülen
âlemdeki birçok varlık, çeşitli isimlerle anılan bir çok varlık, aslında tek
bir cevherden, tek bir nesneden meydana gelmiştir!.. O bir tek nesne, tek bir
özden!.
Dışta ayrı ayrı bir
çok varlıklar mı meydana gelmiş?...
Hayır!..
Şimdi bunun misalini
şöyle vermek gerekir: Bir tohum düşünün, bu tohumu ekiyorsun, bir çekirdek ve
bundan koskoca bir ağaç çıkıyor, meyvalar çıkıyor! O çekirdek, o ağacın her
meyvesinde mevcuttur! O ağaçta, o çekirdekte mevcut olandan başka bir şey
yoktur!.. Tabiî, bu çokluk âleminin bir misâli, hakikate tam uygun değil! Ama
meseleye yaklaştırma bâbında yardımcı olur.
hf
Allah’ı tanımanın tek
yolu "vahdet" sırrına ermektir.
Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak "vahdete" götüren
basamaklardır.
Bunların neticesinde
"Vahdet" oluşmuş ise, "veli"lik kapısı
açılır!.. "Vahdet" sırrına erişmemiş veli olmaz!..
hf
Bu “varlık”
dediğimiz âlem her zerresi itibariyle, orijinali itibariyle, ilk andaki
özelliklerinden kopmuş değildir. ilk andaki özellikleri bu âlemin her
zerresinde, aynısı ile mevcuttur! Yalnız bu mevcut olan özelliklere bakan
mahâl, bu özellikleri göremez!.. Görememesi dolayısıyla da ayrı ayrı varlıklar
varmış "vehmi" doğar!
Bakan mahâl,
terkibiyeti hükmü dolayısıyla, tabii hali, nihâyet en kaba mânâda 5 duyu
dolayısıyla; varlığın aslında ve özünde mevcut olan bütün özellikler, baktığı
her mahalde aynıyla mevcut olmasına rağmen; kendi eksik özelliklerinden dolayı;
yani kendi eksik özellikleri derken, kendisinde kuvvede kalmış, fiile
çıkartamadığı özellikleri dolayısıyla; o mahâlde onu müşahede edemez!..
Dolayısıyla varlığın tekliğini müşahede edemez!
Kesitsel algılama
araçlarına (5 duyu) bağımlı düşünce sistemi dolayısıyla varlığın tekliğini
müşahede edemeyince de, çok varlıklar var sanıp; çok varlığın ötesinde bir tek
varlık vardır, diye tahayyül eder!.. Böylece de bir "TANRI"
yaratma yoluna gider!
İşte böylesine çok
varlıklar ve çok varlıkların ötesinde de var
Bu tek varlığın var
kabûl edilen her zerrede olması sebebiyle, kendinde mevcut olduğunu; bunun
neticesinde de, artık tapınmadan çok, varlığı tanı, varoluş şeklinin icabı
olarak meydana gelecek neticelere göre bilerek adımını at; esası getirilmiştir.
İşte İslâm
dininin Vahdet Dîni olması, Tevhid Dîni olması bu esasları
kapsamıştır
Sen bu anlayışla
varlığa bakarak, her gördüğün fiîlin birtakım ilâhi mânâların ortaya
çıkmasından başka bir şey olmadığını gör!.. Ancak o mânâların, oradaki terkibin
yapısı itibariyle ortaya geldiğini de idrak et!..
Bunun neticesinde,
niye böyle oluyor, demene gerek kalmaz; ama onun nasıl olması yolunda da
gereken tavsiyede bulunursun!..İşte bu açıdan, meseleye yaklaşabilmen için,
islâmın ışığına, dinin ışığına ihtiyacın var. Artık dîni anladığın andan
itibaren, sende tapınma olmaz, kulluğunu îfa olur!.
hf
Vehmin hükmü
altında olmak ile vehmi hükmü altına almak arasındaki sınırdır,ki bu sınır
diğer bir ifade ile “ölmeden önce ölmek” sınırıdır.!
hf
Pek çoğunuz ceviz
kırmış veya yemişsinizdir!..
Bir kısmınız da
dalında yada yeni kopmuş haliyle cevizi görmüşsünüzdür!.
Ceviz üzerine, ceviz
kırmak üzerine pek çok şey söylenmiştir…
Hatta bazıları
cevizağacına benzetmiştir kendisini şarkısıyla;
“Ben bir cevizağacıyım
Gülhane parkında;
Ne sen bunun
farkındasın, ne polisler farkında!.” diyerekten…
Ceviz ile insan
arasındaki benzerlik bilmem hiç dikkatinizi çekti mi?..
Hemen açıklayayım…
Dalından düşmüş cevizi
gördünüz mü bilmem, üzeri noktalı yeşil renkte bir kabukla kaplıdır!. Eline
alanın eli boyanır; ve kolay kolay da çıkmaz bu boya!..
Üstelik bilmeyerek
dişlerseniz, sulfata yalamış gibi olursunuz; sanki zehir!.
Münasip bir şekilde
açabilirseniz bu yeşil kabuğu, işte o zaman görürsünüz tahta kabuklu meşhur
cevizi!. Elle kolayca kıramazsınız o tahta kabuğu.. Ama varoluşunun çok büyük
bir hikmeti vardır o tahta kabuğun! İçine hava girmesini önler; ve böylece de
içindeki cevizin yağının havayla birleşerek okside olmasını, yağının
acılaşmasını önler.. Onun içindir ki, ceviziçi, kabuğu içinde saklanır hava
almasın diye; ancak yeneceği zaman o kabuktan çıkartılır; ayıklanmış halde
saklanmaz!.
Üçüncü katı ise
bildiğimiz kahverengi ince kabuktur.. Şayet o kabukla yerseniz, gene
damağınızda kekremsi bir lezzet hissedersiniz, biraz acımsıdır.. Koruyucu
kabuktur!. Ama buna rağmen, artık onda içinin inceliklerini, kıvrımlarını,
şeklini görebilirsiniz!. Ama ne olursa olsun, yemesi o kadar lezzetli
değildir..
Dördüncü katı
kahverengi kabuğun altındaki beyazımsı renkli zardır!. Artık ceviziçi iyiden
açığa çıkmış; rengi aşikâr olmuştur!. Her ne kadar üstündeki zar, ceviziçiyle
temasımızı önlüyorsa da, tam lezzetine ermemizi engelliyorsa da; gene de
ceviziçine ulaşmış sayılırız!. Buna rağmen zarın soyulmuş hali daha bir
başkadır ceviziçinin!
Beşinci kat, işte ceviziçi!..
Beyaz etli, pek bi lezzetli ve de insan için çok yararlı gıda; şifa!.
Altıncı kat ise
cevizin yağı!.. İnsana en yararlı yanı!.. Cevizin özü, hasılası…
Varoluş hikmeti… Sırf
hayır!. Bir rahmet ki, içinde acısı hiç yok!.
Yedinci ve son kat;
cevizin yağındaki kuvvet, enerji!… Cevizin varoluşunun sebebi hikmeti!..
Cevizin Hakikatı!.. Bir elektrik ki, bütün ampuller onunla hayatiyet bulur!.
Ve şimdi gelelim
cevizle önemli bir benzerlik yanı bulunan insana…kat bilinciyle, “Nefsi
emmare”de diye tanımlanan insan… Acı ve zehirli sanki!.. Yalnızca kendini
düşünüp, herşeye sahip olmak isteyen; kimseye yaşam hakkı tanımayan; kravatlı
vahşi!. Sadece almayı düşünüp, vermeyi hiç hatırına getirmeyen ve dahi verecek
bir nesnesi olmayan insan etiketli mahlûk!
Kat bilinciyle, “Nefsi
levvame”de diye tanımlanan insan… Özündeki özelikleri ve güzellikleri tahta
kabuk mesabesindeki “levvame” bilinciyle örtmekte olan kişi!.
Kendini belkide, ceviz sanan tahta kabukçasına, beden sanan bir birim!. Kâh
yeşilkabuğunun gereğini yaşayıp, kâh da içindeki değerli katmanın
farkında olan ve bunun gereğini yaşayamamanın üzüntüsünü çeken insan…
Kat bilinciyle, “Nefsi
mülhime”de diye tanımlanan insan… Kendinin kabuk -pardon beden-
olduğu şartlanmasından kurtulmuş;hakikatını farketmiş; kâh özündeki
lezzetten tadan, kâh da kendini kıvrımlı beyaz ceviziçi sanan birim…
Ârifler diye bahsedilen marifet ilmi erbabı!.
Kat bilinciyle, “Nefsi
mutmainne”de diye tanımlanan insan… Bildiği hakikatta ve hissedişte
tatmine ulaşmış, mutmain olmuş; bunun getirisiyle cehenneminden azad olup
cennetine girmiş insan!. Beyazımsı zar hükmünde olan birimsellik
duygusuyla hakikatını zar gibi örtme hali mevcutsa da, Hakikatı olan
“Allah”ı hisetmenin ve talibine zar arkasından göstermenin hazzı içindeki
kişi!. Velî, hakikat ilmi ehli. kat bilinciyle, “Nefsi Râzıye”de
diye tanımlanan insan… Ellerin beynin hükmüyle hareket ettiklerinin idrakına
ermiş ve eller ile savaşı kalmamış insan!. Her anı ve hâli beyinle olup; beynin
hükmüyle bedende olup bitenleri seyreden tüm kabuklardan arı, ceviziçi
sanki!.. Fenâ fillah’ın sonu!..
Esmâ’da seyr hâli…
Kat bilinciyle, “Nefsi
Mardıyye”de diye tanımlanan insan… Cevizdeki beyaz etin özündeki yağ
misali, insanın özündeki sıfat mertebesi!… Bakâ billlah yaşamı…
“Görür gözü, konuşur dili…. olurum” sırrının yaşamı.. Sıfatlarla tahakkuk
hâli!… kat bilinciyle, “Nefsi Sâfiye”de diye tanımlanan insan… Cevizin
yağında gizli kuvvet misali, insanın ve varolan herşeyin özü!.. “Özde
biriz” tanımlamasıyla vurgulanan “bir”lik noktası!.. Her şeyin “şey”sizlik
hâli!.
“Şey” yok, Yalnızca O
var!.
Gülhane Parkında
gizli, ne halkın ne de polisin farkında olmadığı cevizağacından ve ürününden
sözetmeye çalıştım!...
Bilmem anlatabildim
mi?
hf
Din konusu içinde,
insanlığı en çok meşgul
Kader konusu...
Herkesin üzerinde
durup, merak edip araştırdığı; ancak azın çok azı pek değerli insanlar
tarafından anlaşılabilen bir konu bu..
Kader konusunun, kader sırlarının anlaşılabilmesi için, "Vahdet"
konusunun idrâk edilmesi zorunludur!.
Vahdet konusu idrâk edilmediği sürece, kader konusu ancak iman
yollu
Hemen hemen bütün
ilimlere vâkıf olan cinlerin vukûf sahibi olamadıkları iki konu vardır :
1-Vahdet
konusu, vahdet sırrı
2-Kader
konusu, kader sırrı
Bu iki konuyu
cinler idrâk edememişlerdir. Edemezler de!...
Zâten, "Hilâfet"
sırrının insana verilmesinin sebebi de, cinlerin vahdet ve kader
konularını idrâk edebilecek istidada sahip olamayışlarıdır... Bu yüzden
de, bu sırları da kavrayabilecek bir idrâka sahip varlık olarak insan
var olmuştur.
"Yeryüzünde
bir HALİFE meydana getireceğim..."
Hükmünün
neticesinde, vahdet ve kader sırlarını idrâk edebilecek
kapasitede var olan insan, bu istidadı ve kabiliyeti sonucu olarak Hilâfete
liyâkat kazanmıştır.
Vahdet konusunu anlamak için önce, Kelime-i Tevhid`in mânâsını anlamak;
sonra, İhlâs Sûresi`nin mânâsını anlamak, sonra da bu anlayış ve kavrayış
içinde İhlâs Sûresi`ni değerlendirebilmek gerekir.
İhlâs Sûresini anlamadığımız sürece, "Allah" ismi ile işaret
edilen Mutlak Vücud`un ne olduğunu kavrayabilmemiz mümkün değildir.
İhlâs Sûresi, dedik...
"İhlâs" okumak, demek bu sûrenin kelimelerini tekrar etmek demek
değildir!.
Yüz bin defa "İhlâs"ı
tekrar eder de insan, bir defa dahi "Hû Allahu Ahad"ı "OKU"mamış
olabilir!. Bunun anlamını müşahede etmektir ve hissetmektir gerçek
anlamda "OKUMAK"!..
Önce şu çok önemli
hususa dikkatinizi çekelim; bir gerçeği farkettirmeye ve hissettirmeye
çalışalım..
"ALLAH"
kelimesi bir yüce Zât`ın ismidir!.
İsme yönelmek ile isimle anılan Yüce Varlık`ın ne olduğunu kavrayarak
O`na yönelmek arasında son derece önemli anlayış ve sonuç farkı
vardır!.. Bu yüzdendir ki bu farkı çok iyi anlamak ve değerlendirebilmek
gerekir!..
Kim bunu
değerlendirebilir?...
Ehlullah denilen "mukarrebler"!..
Yani;
"Allah dilediğini
kendine seçer" (42-13)
âyetinde işaret
edilen seçilmişler!...
Evet, arzu
edenler bu "seçilmişlik" konusu üzerinde biraz
araştırma yapabilirler..
"ALLAH
ismiyle işaret edilen Yüce Zât”ın başlı başına Tek Vücud -beden anlamında
değil- olduğunu; O`nun varlığının dışında ikinci bir varlığın söz konusu
olmadığını; O`nun, "Sınırsız-sonsuz Tek" olduğunu idrâk
edebilirsek...
Ayrıca, O`nun
her hangi bir varlıktan meydana gelmemesi; gene sınırsız-sonsuz olması
nedeniyle de O`ndan meydana gelmiş olan ikinci bir varlığın da var olmadığını
anlayabilirsek; işte bu anlayışlar neticesinde görürüz ki...
Sınırsız Tek,
"İlmi"nde, tüm varlıkları, âlemleri düşünmüş, değerlendirmiş,
oluşturmuş ve bunları yok etmiştir.
Bir diğer ifade
ile Sınırsız-sonsuz Tek;
"İlminde,
âlemleri yok`tan ilmi ve kudretiyle var etmiş ve onlar ismi altında
kendi esmâsının tecellilerini ilim boyutunda seyretmiştir"!.
Sınırsız-sonsuz
Tek`in ilminde var olan bu mânâ sûretleri, gene kendi varlığı yani
isimlerinin özellikleriyle meydana gelmiş; kendi varlığı ile meydana gelen bu
sûretler, O`nun "kaza"sının, "hükmü"nün
gereğini ortaya koymuşlar; ortaya konan bu mânâları seyreden yine Kendisi
olmuştur...
Tüm varlık, ilim`de
mevcut olan bir varlık!...
Kâinat, ilim`de var
olan bir kâinat!...
Dolayısıyla,
Allah varlığı dışında ya da içinde ikinci bir varlık, vücud,
evren, mevcut değil!...
Buna dair çok
basit bir misâl vermek gerekirse şunu söyleyebiliriz:
Siz, oturduğunuz
yerde, düşüncenizde bir dünya hayâl ediyorsunuz... Düşüncenizde var ettiğiniz,
hayâl ettiğiniz bu dünya üzerinde de çeşitli özelliklere sahip insanlar
oluşturuyorsunuz... Bu, oluşturduğunuz insanlar ve varlıklar sizin ilminizde,
hayâlinizde mevcuttur ve yoktan var olmuştur.
İşte, tüm
"evren"ler ve onların içindeki tüm boyutlar, katmanlar ve tüm
varlıklar, böylesine, ilm-i ilahi`de var edilmiş, O`nun varlığı ile kâim
olan, gerçekte "yok"tan varolup "el an yok olan"
varlıklardır!.
Bu hususu
Yüce Zât,
hangi mânâlara uygun sûretlerin olmasını "MÜRÎD" isminin
işaret ettiği şekilde "irade" etmişse, o şekilde onları "oldurmuş"tur!...
O, onları "yok"tan "var" etmiş;
onların üzerinde irade ettiği şekilde tasarruf etmiş; ve onlara ne görev
vermişse, hepsi de "isteyerek" O`na icabet etmiştir!.
Şimdi, burada
anlattığım misâli iyi düşünün!...
Siz,
düşüncenizde bir dünya yarattınız. Bu dünyanın üzerine insanlar, dilediğiniz
özelliklerle bezenmiş insanlar yarattınız; ve o insanlar da bahşetmiş olduğunuz
o özelliklerin sonucu olan davranışları ortaya koyuyorlar!.. Onlara
yaptırdığınız bu şeyleri onlar, kendi bağımsız varlıkları ve iradeleri ile mi
yapıyorlar?.. Yani, irade-i cüzleri ile mi bir takım davranışlar
ortaya koyuyorlar?..
Yoksa, sizin
ilminizde, düşüncenizde, takdirinizin gereği olan davranışları mı ortaya
koyuyorlar?.. O, hayâlinizde yarattığınız iki insandan biri diğerine bıçak
çekiyor ve onu öldürüyor. Onların yanında duran üçüncü bir kişi de, "o,
bıçağı çekti ve öldürdü!.." diyor.
Ama bütün bunlar
dikkat ediniz, sizin düşüncenizde ve ilminizde, sizin ilminize göre
takdirinizle, kudretinizle, yaratmanızla, oluşturmanızla meydana geliyor!.
Peki, şimdi
düşünün!.. Bu durumda, bıçak çekip öldürenle, ölenin durumunu ele alıp da, "Bu,
kendi irade-i cüz`ünü kullanarak karşısındakini öldürdü" diyebilir
misiniz?..
Diyebiliyorsanız!.
Elbette, tüm insanların hür, özgür iradeleri mevcut(!)(?)!. Onların
üzerinde hükmeden, tasarruf
Ama, en azından
bu kitapları okumuş bir kişi olarak böyle diyeceğinizi düşünemiyorum!...
İkinci binin
müceddidi
Hem Zâhiri hem
de bâtınî ilimlerde büyük mertebe sahibi olan bu Zât`ın ülkemizde de yeni
yayınlamış bulunan "Hüccetullahi`l-Bâliğa" isimli kitabının "Kadere
iman" bölümünde bakın ne denmektedir:
"Kullar,
işleyecekleri fiîlleri seçebilirler. Evet ama, kullar için GERÇEK BİR SEÇİM
HİÇBİR ZAMAN SÖZ KONUSU DEĞİLDİR. Çünkü bu seçim, kişinin değil de Allah`ın
istediği şeyin olması; fayda vermesi hakkında bilgi sahibi olmadığı bir şey
hakkında sâik ve azmin bulunması gibi sebeplerle mâlûldür. Bu durumda hangi ve
nasıl ihtiyârdan bahsedilebilir?
”Vema lehümül
hıyereh (Kasas-68)
“ONLARIN
İHTİYARI YOKTUR”
Rasûlullah
Aleyhisselâm aşağıdaki hadisinde şu mânâya işaret etmiştr:
-Şüphesiz
kalpler, Allah`ın iki parmağı arasındadır; onları dilediği gibi evirip çevirir.
"
Zamanının Gavs`ı
olduğu söylenilen "Mârifetname" yazarı Erzurumlu İbrahim
Hakkı da adı geçen kitabında bakın ne diyor:
"Ezeli
hüküm, sebeplere nisbet olunmaktan ecell ve â`zâmdır.. Zira Hak Teâlâ’nın önce
verdiğine, kulun sonradan istemesi sebep olamaz!. O halde Allah`ın sun`u, her
şeye sebeptir; ve sun`una bir şey illet ve sebep değildir!
Onun sana
inâyeti, senden bir şey değildir.. Onun inâyeti
Her şey meşiyyete
istinad eder!. Meşiyyet ise bir şeye müstenid değildir.. Zira Hak teâlâ
dilediğini yapar!. âyeti kerimede:
"O
dilediğini yapar"
buyuruyor..
Her şeyin O`nun meşiyyeti (iradesi) ve kudretiyle meydana geldiğini
duyuruyor."
Nitekim, bu
konuyu daha da açıklığa kavuşturmak için birçok âyetler ve Rasûl
Aleyhisselâm’ın açıklamaları mevcut.
Bu âyetler ve
hadisleri burada detayları ile yeniden anlatmak istemiyorum.
Kur`ân-ı
Kerîm'den yalnızca iki âyet meâli vereyim Hadid Sûresinden; basiret
sahibine o kadarı yeter:
“SİZE
YERYÜZÜNDE VEYA NEFİSLERİNİZDE İSABET EDEN ,BİZİM ONU
YARATMAMIZDAN ÖNCE, MUTLAKA BİR KİTAPTA YAZILMIŞTIR!..
BUNU ÖNCEDEN
TAKDİR EDİLMİŞ VE YAZILMIŞ OLDUĞUNU BİLİP ; ELİNİZDEN ÇIKAN
ŞEYLERDEN DOLAYI ÜZÜLMEMENİZ VE ELİNİZE GEÇEN İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAMANIZ
İÇİN AÇIKLIYORUZ”! (Hadîd Sûresi, 22-23)
Şimdi, burada
olayın iyi farkedilmesi için mesele, Öz`den dışa doğru veya yukarıdan aşağıya
doğru veya Nokta`dan açılıma doğru şekliyle düşünerek çözüme ulaşmaktır.. Yani,
piramitin tepesinden aşağıya bakmak şeklinde düşünebilmek!.
Şayet biz,
detaydan öze, piramidin altından yukarıya, çokluktan Tekliğe bakmaya kalkarsak,
mutlaka bir yerde takılıp kalırız!. teferruatta boğulur, öz`e ulaşamayız!..
Meseleyi özünden
kavrayıp çözebilmenin yegâne şartı, Öz olan Nokta`dan dışa,
vahdetten kesrete doğru bakmaktır... Bu da, Tek`in kendi ilminde veya
bir başka ifade ile, kendi şuurunda mevcut olan mânâlar ile o mânâlara tekâbül
Her şey O`nun
ilminde şöyle yaratılmıştır...
Tüm varlık, O`nun
hayatı ile hayattadır!.
O, Alîm`dir,
ilmi vardır; ve tüm varlıkta mevcut olan ilim, O`nun ilmi`yle ve ilmi`ndendir!...
Sınırsız ve sonsuz ilim sahibidir O!...
O, Mürîd`dir...
Yâni, irade
Siz, bir birime
dışarıdan baktığınız zaman, ondan çıkan iradeyi görerek, "irade-i cüzdür
bu", dersiniz!. Fakat, çıkış noktasında gördüğünüz o irade, gerçekte,
O, Tek olan, Küll olan iradenin, ta kendisidir!. Musluktan akan suyun geldiği
barajdaki
Çünkü, Mürîd
olan O, Sonsuz ve sınırsız`dır!. Yani, iradesi sonsuz ve sınırsızdır.
Sınırsız olan irade sınırlanamayacağı için, her bir birimdeki irade de,
Sınırsız`ın iradesidir.
Varın bundan
böyle, Kudret, Kelâm, Semi, Basar gibi vasıfları da sınırsız olarak
düşünüp, ortaya çıkacak sonuçları elinizden geliyorsa siz değerlendirin!.
İşte olayı,
böylece idrâk edip değerlendirebilirsek...
Bu takdirde
görülür ki, yaşamda tek bir hayat vardır, "HAYY" olanın
ki!...
Gene varlıkta
mevcût olan tek bir irade vardır, "MÜRÎD"in!. Ki
bu da kesinlikle "küll" ve "cüz" diye ikiye
ayrılmaz; çünkü iki ayrı bağımsız varlık mevcut değildir!.
Bunun gibi Kudret,
Tek bir kudrettir!. Ve her an, her zerre`de görülen tüm mânâlar ve
fiiller, hep O, Sınırsız ilim sahibi varlığın sınırsız dileği, yani
iradesiyle, sınırsız kudreti neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Öyle ise
varlıkta, Tek bir irade, Tek bir Kudret ve bu Tek iradeyi yönlendiren
sonsuz-sınırsız Tek bir ilim söz konusudur; ki bu Zât sınırsız Hayat
sahibidir ve O, "ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”dir!.
Ve, O, "Allah" ismi aynasında kendini seyredendir!
"Allah"
ismi ile sanki kendini kendine tanıtmış; kendini, kendinde seyretmiştir!.
Kendinde,
kendini seyr için, "Allah" ismi altında çeşitli tanım
ve vasıflarla kendini tavsif etmiş, o tavsifde kendisini bulmayı istemiş; ve o
tavsif`de kendisini bulduğu anda da demiştir ki
"Allah,
âlemlerden Ganî`dir.." (29-6)
Öyle ise,
Ezelde ve
Ebedde hep daima "Bâkî Allah`dır"!.
Bütün âlemler, fâni,
"yok"dan var olmuş ve "yok"luğa gidici olan,
denizin üstündeki dalgalar gibidir!...
Denizde, denizin
suyundan dalgalar oluşur ve sonra tekrar denize döner... Dalgaların bağımsız
varlığı, görenin gözünde, hayâlinde, zannındadır!. Dalga, fâni; deniz
ise Bâkî gibidir!..
Siz
"Her
şey, aslına rücû edecektir!”
Her dalga,
denizde "yok" olacaktır...
Hatta ilim
sahibinin katında, dalga zâten fânidir "yok"tur!..
Öyleyse, bir gün
gelecek, Allah`ın varlığında "yok" olduğunuzu
farkedeceksiniz!... Ve cehenneminizin ateşi sönecektir!.
"Yok"
olduğunuzu farkettiğiniz zaman, bilmem aynada kendinizi mi göreceksiniz?...
Yoksa, kendiniz
"yok" olacak da, ayna mı Bâkî kalacak?...
Gerçekte "fâni"nin
fenâ bulmasından kesinlikle söz edilemez, çünkü zaten adı üstünde fânîdir!..
"Yok" olanın "yok" olmasından nasıl
sözedilebilir ki!?... Bunu farkeden için de elbette ki her an "BÂKÎ"den
gayrı mevcut değildir!. Bununla beraber de "her an" kalkar,
"tek an" kalır!.
Nitekim bütün
bunlar, ancak yaşayanın hissedeceği hâllerdir...
Allah idrâk ettire...
Evet!.. Konumuzu
fazla dağıtmadan toparlamaya çalışalım...
Koninin üst
noktasından aşağıya bakmak zorundayız, varlığı değerlendirmek istiyorsak!..
Sonsuz-sınırsız
varlığın, sınırı olmadığına; ve sınırın ötesinde ikinci bir varlık söz konusu
olmadığına göre; Sınırsız Varlığın, sıfatları ile sınırsız olarak farketmek
zorundayız.
Bu güne kadar
hep, "mutlak varlığı" yönünden sonsuz-sınırsızlığı ile
anlatmaya gayret ettik. Şimdi ise size, sıfatları yönünden
sonsuz-sınırsızlığını idrâk ettirmek istiyoruz O yüce Zât`ın...
Sıfatları
yönünden sınırsızlığını idrâk edebilirsek, o zaman hayatı ile, ilmi
ile, iradesi ile, kudreti ile sınırsız olduğunu farkedeceğiz..
Sınırın ötesinde
ikinci bir hayat, irade, kudret vasıflarıyla var olan bir varlık olmadığını idrâk
edeceğiz..
Bizim gözümüze göre,
algılamamıza göre var olan ikincil birimden
çıkan vasıfların, orijine ait vasıflar olduğunu müşahade edeceğiz!. Ki, beş
duyuya göre "cüz" olarak nitelendirdiğimiz hayat, ilim,
iradenin gerçekte, hakikatta "küll"e ait olduğunu, Küll`den
olduğunu müşahede edebileceğiz. Elbette bunun doğal sonucu da "küll"
yanı sıra bir "cüz"ün varolmayışıdır!.
Hemen şu âyeti
hatırlıyalım:
"ALLAH
YANISIRA TANRI EDİNME !." (28-88)
Şayet sadece
Mutlak Varlık olması itibariyle değil, sıfatları itibariyle de; ve dahi tüm
varlığı itibariyle de sınırsız olduğunu idrâk edebilmek bizim için
dilenmişse, o zaman "kader" dediğimiz hükmün, Tek`liğin
dilemesi ile meydana gelen "seyir alemi" olduğunu
farkedeceğiz.
TEK`in SEYRİ
!..
TEK`in
seyredilişi !..
Öyle ise
Seyredenin, seyretmeyi murad ettiği şekiller ve mânâlar da O Tek`in
eseri...
Bu açıdan
baktığımızda tüm varlığı, Tek bir varlığın hayatı, ilmi, iradesi, kudreti,
kelâmı, semi ve basarı olarak müşahade edeceğiz...
Ve, bütün
bunları "Mükevvin`in kevni" olarak değerlendireceğiz...
Mutlak kudret
sahibi olan O yüce Varlıkta, var olmayan yegâne şey "acz"dir.
Mükevvenatta herşey ise acz ile mâlüldür, O, mükevvini meydana getiren
mutlak kudret sahibine göre...
Bu yüzdendir ki,
İnsan-ı Kâmil;
"İnsan
zâlim ve câhildir."
Âyetinde
anlatıldığı üzere, acz`in eseri olan bir ifade ile tavsif edilmiştir. Çünkü,
tüm varlık birer azâsı olan İnsan-ı Kâmil`in sınırsızlığa göre ifade
ettiği sınırlılıktır.
Mükevvin,
yani kevnde sayısız mânâları izhâr eden, bütün bu âlemleri acz içinde
yaratmıştır.İnsan-ı Kâmil, bâtını itibarı ile, Gayb-ı Mutlak itibarı
ile sınırsız; fakat izhâr ettiği mânâların bâtınına göre de de
âcizdir... Bu acz`e işaret
"Bildim
ki, en yüksek mertebe "Abd-ı Âciz" mertebesidir."
demiştir...
Abd-ı Âciz
ifadesi ile işaret edilen mânâ, İnsan-ı Kâmil`in müşahade âlemidir.
Sakın bu
anlattıklarımı bireysel aklınızla yorumlamaya çalışmayın!.. Çünkü, beşer
yargılarına düşer yanlış fikirlere kapılırsınız...
Bilin ki, İnsan-ı
Kâmil boyutundan, ne kadar mânâ izhar olunursa olunsun, izhar olunmayana
göre sınırlılık içindedir. Sınırlılık ise, o izhâr olunanın acziyetinden veya
acziyeti olarak tavsif olunur.
İşte bu mânâda
ele alınırsa, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm
"Ben,
günde yetmiş defa istiğfar ederim." der...
Buradaki, İnsan-ı
Kâmil`in istiğfarından murad, sonsuz-sınırsız olan varlığın
mânâlarını, sonsuz-sınırsız şekilde ortaya koymaktaki acz`ini yani
yetersizliği hissediş hâlidir...
Senin
anlıyacağın, sonsuz-sınırsız mânâlarını, "kulluğumun gereği olarak
ortaya koymakta âcizim!.." diyerek, "O yüce Varlık`ın Âlemlerden
Ganî"lik vasfını itiraf etmektir bu...
Bunlar, İnsan-ı
Kâmil`e has olan bazı mânâlar...
Ama Allah, bu
kemâlâtı bildirme sadedinde bizim gibi bir fakîri kullanır, bizim dilimizden
bunları âşikar eder; o da gene kendi lûtfu takdiridir... O, Yüce Sultan`ın
keremine had, sınır yoktur!.
Diler sultana
verir, diler fakire verir. Biz, ne fakirin ne sultanın üzerinde duralım!. Alıp
bu mânâları değerlendirmeğe çalışalım. Elbette, bu mânâları alıp
değerlendirebilmek bize kolaylaştırlmış ise!...
Yoksa;
"HER
BİRİ KENDİ PROGRAMLANIŞI DOĞRULTUSUNDA FİÎL ORTAYA KOYAR" (17-84)
Âyetinde, işaret
edildiği üzere, bunları anlamak üzere meydana gelmemiş isek, bunları anlamak
bize kolaylaştırılmamış ise;
"Her
biri kendine kolaylaştırılanı yapar."
Hükmünce, bize
kolaylaştırılanın peşinde koşacak; ve maâlesef bu gerçekleri
yaşayamayacağız!...
hf
VAHDET-İ VÜCUD
Varolan herşeyin
gerçekte yok olup, sadece ve sadece Hak’kın mevcut olması!
Vahdeti Vücud"a
göre, ayrı ayrı sayısız şeyler mevcut değildir; bu gözün görme yetersizliğinin
getirdiği bilinç yanılgısıdır; gerçekte TEK bir vücud vardır ki; sûrî yani
maddi bir vücud değil, mânevîdir bu vücud!..
VECH
denilen bu vücud ancak bilinç gözüyle veya kalp gözüyle görünen bir vücuddur.
Kısacası, mevcûdât
yoktur, TEK vücud vardır!..
Bunun da ötesine
geçilince.
Bu müşahededen
de ileriye geçilirse
"HİÇ"lik
yani "â'mâ"dan ne bir mertebe olarak sözedilebilir ne de hâl
olarak."Allah â'mâ ‘dadır" hükmü bu nokta ile alâkalıdır!..
Allah için, daha
doğrusu "ALLAH" isminin işaret ettiği mânâ için, zaman
bildiren geçmiş, hal, gelecek kavramları kullanılamaz!.. Allah, bu kavramlardan
münezzehtir!.. Bu sebeble, Arapçada, "Allah â'mâ'da idİ"
denilmişse dahi, bu muhataba olayı anlayışına göre izah etmek için kullanılmış
bir ifadedir. Biz dahi kitaplarımızda bu ifadeyi böylece naklettik.
Ancak doğrusu ve
gerçeği odur ki; Allah, zaman kavramı ile kayıtlanmaktan münezzeh olduğu için,
".....idi" veya ".....cek" kavramlarından beri olarak,
süreklilik mânâsı içinde anlaşılmalıdır!..
Bu yüzden de
hadîs-i şerîfte geçen mânâyı ehlullah, "Allah â'mâdadIr"
olarak müşahede eder. Ezelen ve ebeden!.. Ve hatta ezel-ebed kavramından
münezzeh olarak!..
“Vahdet-i Vücud görüşünü Muhyiddin-i Arabi ortaya atmıştır, O`nun icad ettiği
bir görüştür” diyor birçok tasavvufu derinlemesine bilmeyen kişi, etraftan
duyduklarıyla!...
Oysa, Vahdet-i
Vücud, Muhyiddin-i Arabi`den çok önceye dayanır.
Cahil olan bir çok
kişinin, zâhir âlimi olarak bildiği İmamı Gazali, gerçekte hem zâhir,
hem de bâtın ilmi yönünden bir çok gerçeklere vakıf olmuş bir Zâttır!.
İmamı Gazali, "Mişkat-ül Envar" isimli bir eser yazmıştır.
"Mişkat-ül
Envar", yani "Nurlar
Feneri" isimli kitabı 1966 yılında Bedir Yayınevi tarafından
neşredilmiştir. Süleyman Ateş isimli zatın tercüme ettiği eserden, İmamı
Gazali`nin bazı cümlelerini size nakledelim, siz de, İmamı Gazali`nin,
vahdet konusunda neler düşündüğünü böylece görün..
İmamı Gazali bakın bu kitabında ne diyor:
"Gerçek
varlık, Allahü Teâlâ`dır. Ârifler, buradan, mecaz çukurundan, hakikatın
zirvesine yükselir, Mi`râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler
ki, varlıkta Allah`dan başka bir şey yoktur.
O halde, mevcut
olan yalnız Allah`ın Vechi`dir. Bu takdirde, Allah`dan ve O`nun Vechi`nden
başka mevcut yoktur.
Bunların, Allah`ın,
"Bu gün
mülk kimindir?.. Tek ve kahredici olan Allah`ın"
hitâbını
işitmeleri için kıyâmetin kopmasına lüzum yoktur.
O halde, mevcut
olan yalnız O`nun Vechi`dir!.
Ârifler, gerçeklik
semâsına çıktıktan sonra, Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde
ittifak etmişlerdir.
Şu var ki; Bunların
bazıları bu hakikatı, ilm-u irfanla bulmuş; kimi bunu bir zevk ve hal olarak
yaşamış; çokluk kavramı onlardan tamamen gitmiş, sırf TEK`liğe dalarak mest
olmuşlar.
O hâl içinde akılları
zâil olmuş, o zevk içersinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dahil herşey
yokluğa dönmüş, Allah`dan başka hiç bir şey kalmamış!.
Öyle sarhoş olmuşlar
ki, akıllarının otoritesi hükmü aşağı düşmüş, bazıları,
"Enel
Hak!.";
bazıları,
"Subhani
maazami şani" = "Subhanım, şanım ne kadar yücedir"
demiş. Bir
diğeri ise,
"Ma fiy
cübbeti sivallah = Cübbemin içinde Allah`dan gayrısı yoktur"
demiştir!.
Tek olan Allah`dır.
O`nun ortağı yok`tur.
Bütün diğer nurlar
ondan istiaredir. Hakiki olan yalnız, O`nun nuru`dur. Hepsi O`nun
Nuru`ndandır... Belki, hepsi O`dur!...
Doğrusu, var
olan, O`dur!... Gayr`ın varlığı,
ancak mecaz yolu iledir. Her şeyin vechi, O`na yönelmiştir. Ne zaman bir işaret
etsek, hakikatte bu iş, O`nadır. Varlıkta olan her şeyin, O`na
nisbeti, görünüştedir. Gerçekte kendisinden ibarettir.
Kesret kalkınca,
Bir`lik gerçekleşir!.izâfet bâtıl olur, işaret kalkar!. Yüksek, alçak, inen,
çıkan kalmaz... Terakki muhal olur, uruç muhal olur!...
Vahdetle
beraber kesret yoktur!.
Kesretin
kalkması ile, uruç da kalkar!.
Eğer, bir halden diğer
bir hale değişme olursa bu uruç ile değil, dünya semâsına inmekle, yani
yüksekten, alçağa doğmak sureti ile olur.
Bunu bilen bilir,
bilmeyen inkâr eder!.
Bu ilim ancak,
Allah`ı bilenlere verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir.
Onlar bunları
söyledikleri zaman, Allah`a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra
kalkmaz..."
Basiret sahipleri,
gördükleri her şey`de Allah`ı beraber gördüler. Bir kısmı, bundan da ileri
gitti:
"Hiç bir şey
görmedim ki, ondan önce Allah`ı görmüş olmayayım"... dedi.
Ehlullah`dan kimi,
eşya`yı O`nunla görür; kimi de eşya`yı görür, O`nu da eşya ile görür.
O, kendisinden meydana
gelen hiç bir şey`den ayrılmaz... O, şey ile beraberdir!.
Şehâdet alemi, Melekût
âlemine yükselme yeridir. O halde, Sırat-ı Müstakim`e girmek, bu terakkiden
ibarettir..."
Diyor İmamı Gazali,
"Mişkat-ül Envar" isimli bu eserinin 41. sayfasında.
Bütün bunları bilenin,
Din`in emrettiği hususlarda lâkayt olmaması önemine de dokunan İmamı Gazali,
bakın bu konuda şöyle diyor:
"Kâmil insan
O`dur ki, bilgisinin nuru, takvasının nurunu söndürmez... Kâmil insan,
basiretinin kemâliyle beraber şer`i huduttan hiç birisini terketmek hususunda
"nefs"ine müsamaha göstermez..."
Bütün bunlardan,
ortaya çıkan bir gerçek vardır...
Demek ki Vahdet,
yani "Allah`ın Tekliği" ve "Allah`ın Varlığı
dışında hiç bir şeyin var olmadığı gerçeği", Muhyiddin-i Arabi
tarafından ilk defa ortaya atılmış bir görüş değil; "O"ndan
çok önce İmamı Gazali tarafından Mişkat-ül Envar isimli kitabında
açıklanmış olan bir gerçektir.
İmamı Gazali, böyle demiş de, acaba bir AbdülKadir Geylâni Hazretleri daha mı
değişik demiş?...
Buyurun, AbdülKadir
Geylâni Hazretlerinin, "Risâle-i Gavsiye" ismli eserinden
bir kaç satır:
"-Ya
Gavs-ı Azam, insan, sırrımdır ve ben o`nun sırrıyım. Eğer insan,indimdeki
menziline arif olsaydı, derdi ki; Bütün nefislerde`ki "nefs"im!...
Bu anda Mülk yoktur, Benden başka..."
Evet, Gavsı
Âzam Abdulkadir Geylâni hazretlerinin "VAHDET" SIRLARINI AÇIKLADIĞI
"GAVSİYE AÇIKLAMASI" isimli kitabımızda bu sırların geniş
açıklamasını yaptığımız için, burada üzerinde fazla durmuyoruz...
Ancak, yorumsuz
olarak, Gavs-ı Azam AbdülKadir Geylâni Hazretleri`nin beyanlarını
naklediyorum size:
"- Ya
Gavs-ı Azam, insanın cismi ve "nefs"i ve kalbi ve ruhu ve işitişi ve
görüşü ve eli, ayağı ve tamamını "nefs"imle izhar ettim. O, yok`tur,
ancak, "Ben" varım ve "Ben" de O`nun gayrı değilim."
Bu bölümü, Nakşıbendi
silsilesindeki Hace Ubeydullah Ahrar`ın şu cümlesi ile bitirmeye
çalışalım:
"Geçerli
ilimlerin özü tefsir, hadis ve fıkıh`dır. Bunların özü ve mevzuu da, Vücud
bahsidir. Bütün mertebelerde bir Tek Vücud vardır ki, O Vücud kendi ilmi
suretleriyle görünmüştür".
hf
VAHDETİ “VÜCUD” MU,“ŞUHÛD” MU?
İslâm velileri
arasında zaman zaman çok büyük tartışmalara yol açmış «Vahdet-i vücûd» -
«vahdet-i şuhûd» meselesine gelince..
Öncelikle
belirtelim ki, bütün evliyaullah, “ALLAH”In TEK'liği konusunda
müttefiktir...
Hatta
Nakşıbendi Tarîkatından Ubeydullah Ahrar:
«Tasavvuftan gaye
Vücud bahsidir» diyerek, tasavvuf çalışmalarının
amacının “ALLAH”ın TEK'liğini kavramaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Bu tekliği
anlamada iki ayrı yol vardır ZANNI, maalesef işin ehli olmayanları ikiye
bölmüş; veliler de bu konuda kendi mertebe ve hallerine göre açıklamalarda
bulunmuşlardır.
"ALLAH'ın
AHADİYETİ" hakkında, Hazreti Muhammed Aleyhisselâmdan gelen ilk
bilgiler, Hz. Âli ve Hz. Ebû Bekir tarafından dalga dalga bütün
velilere yayılmış ve nihayet İmam GAZALİ ve Muhyiddin A'râbî
tarafından «Vahdeti vücûd» şeklinde bir TEKLİK, anlayışı
olarak sistematize edilmiştir...
Ancak aradan
geçen süre içinde çeşitli yanlış anlamalar, "AHADİYETİN"
yanlış yorumlanmasına sebeb olmuş ve:
«Mevcûdat
ALLAH'tır; ALLAH, varlıkta ne görüyorsan hepsinin toplamıdır»
şeklindeki gerçek ötesi bir çizgiyi oluşturmuştur!.
Bunun üzerine
konu, Rasulullah’ın hicretinden 1000 yıl sonra Ahmed Faruk Serhendî
tarafından yeniden ele alınmış, "vahdeti vücûd" gerçeği,
«mevcûdat ALLAH'tır»
şeklindeki
maddeci görüş çizgisinden kurtarılarak;
«Mevcut olan sadece
ALLAH'tır, her şey O'nun ancak gölgesidir»,
hiç bir şeyin kendine has vücudu yoktur; çizgisine oturtulmuştur.
Kur'ân-ı
Kerîm ve sayısız hadîsi şeriflere dayandırılarak izah edilen "Vahdeti
Vücûd" görüşüne göre, mevcûd olan herşey, gerçekte, TEK Hakk'ın
vücûdundan -beden değil- başka birşey değildir!..
Esasen, tek bir
vücûd (mevcud olan tek anlamında), vardır!..
Ancak, bu tek
vücut, her an yeni bir şan olarak her an yeni bir oluş hâlinde çeşitli
özelliklerini ortaya koymaktadır.
Varlık âleminde hükmü
yürüyen tek bir ilim, tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir vücûd
mevcuddur.
Bir “ALLAH”
adıyla işaret olunanın varlığı, bir de bunun yanısıra kâinatın varlığı
şeklinde, iki ayrı vücud mevcut değildir!.
İki ayrı var
olan görüşünün; yani ikilik görüşünün sebebi, akıllı varlıkların var oluş
amaçlarını yerlerine getirebilmeleri için, özlerinden perdeli olarak meydana
getirilmeleridir!.
"Vahdeti
vücûd" asırlarca bu şekilde bir gerçeği vurguladıktan sonra; hicretin
1000. yılı başlarında İmam-ı Rabbanî lâkabıyla bilinen Ahmed Faruk
Serhendî konuya yeni bir açıklık getirdi...
Vücûd TEK'tir
ancak... Bu görünen bilinen vücûd «zıll»dır... «gölge»dir.
Esasen burada Serhendî'nin
«zıll» kelimesiyle işaret etmek istediği şey, görünen vücûdun, ZÂT'a
nisbetle bir «gölge» veya «hayâl» olduğudur...
"ZÂT",
" vücûd"dan münezzeh ve müberrâ olmak durumundadır!..
Nitekim, daha
önce "İHLÂS" Sûresi açıklamasında üzerinde durduğumuz üzere, “ALLAH”
adıyla işaret olunan, Zât'ı itibariyle "AHAD"dır ki, üzerinde
düşünülmesi muhaldir!.
Bu yüzden de
Hazreti Muhammed Aleyhisselâm tarafından konunun ehilleri
uyarılmışlardır:
«ALLAH adıyla
anılanın Zât'ı üzerine tefekkür etmeyiniz»...
Bu ikazı yanlış anlamayalım!..
Tefekkür edilebilir ama siz etmeyiniz, denmek istenmiyor!...
Böyle bir
tefekkür, muhaldir!..
Böyle bir
tefekkür mutlaka hedefini şaşırır ve neticede yanlış noktaya ulaşırsınız!. Onun
için de sakın böyle muhal bir işe girişerek zamanınızı boş yere harcamayın,
denmek isteniyor.
Bunun niçin
olamadığını çok basite indirilmiş bir misâl ile açıklamaya çalışalım...
Sizin çeşitli
isimlerle anlatılan pekçok özellikleriniz vardır... Bu özellikler kime
aittir?.. Elbette size!.. Peki siz kimsiniz?. Canlı, şuurlu, düşünebilen,
dileyen ve gücünce de bu dileklerini kuvveden fiile, yani tasavvurdan tatbikata
çıkarabilen bir terkipsiniz... Peki bu vasıflara sahip olan kişi kim?..
"Ben" diyeceksiniz... Nedir bu "ben" dediğiniz?..
İşte bu noktada, ister
istemez geri dönmek zorundasınız!.. Nasıl lâstiğe bağlı bir nesneyi attığımız
zaman, esnekliği kadar ileriye gidip, bir noktadan sonra geri dönerse; çeşitli
özellikleri ile târif ettiğiniz «BEN»den sonra da tekrar onun
özelliklerine geri dönmek zorunda kalırsınız.
Zirâ, ne zaman «BEN»
kelimesiyle işaret ettiğiniz Zât'ınızı anlatmağa kalksanız, mutlaka, onu, gene
bir özelliğiniz yani vasfınız ile anlatmak zorunda kalacaksınız ki, işte bu
durum tasavvuf lisânıyla, zât mertebesinden sıfat mertebesine rücû etmektir.
Dolayısıyla, “ALLAH”
adıyla anılanın ZÂTI üzerine tefekkür etmek muhaldir!
İşte bu yüzden
"AHAD" olan “ALLAH”, kendisinin dışında hiçbir varlık
mevcud olmadığına, gene kendisi şehadet eder...
«Şehîd ALLAHu
enne Hû, lâ ilâhe illâ Hû...» (3-18)
«Şahittir
ALLAH, sonsuzluğuyla hüviyetine ki; bu yüzden Kendinden gayrı bir TANRI da
yoktur.»
«Ve ALLAH,
dilediği birim isimleri altında, bu şâhidliğini izhar eder.» (Vel melâiketi
ve ulûl ilmi»
Burada özellikle
vurgulamak istediğimiz çok önemli bir nokta var!..
Önce varlığı,
mevcudâtı, kâinatı, uzayları tanıyıp da; sonra «ALLAH» adıyla işaret
edileni tanıyalım görüşü fevkalâde yanlıştır!.
Eserden müessire
gitmek, diye eskilerin târif ettiği bu yol son derece uzun, dolambaçlı,
tehlikeli ve âdeta lâbirent gibi bir şeydir!.. İçine bir girenin bir daha kolay
kolay çıkması mümkün değildir.
«ALLAH»'ın
kelimelerinin sonu yoktur!.. “ALLAH”ın isimlerinin işaret ettiği
mânâların sonu yoktur!..
O mânâların
seyri anlamında olan oluşların da sonu yoktur!..
Netice olarak
âlemlerin sonu yoktur!..
Âlemlerin
sonu kabulü, «hükmî»dir ve ZÂT'a nisbetledir!..
Zâhir ve Bâtın
ilimleri, bu hakîkatı idrâk ve yaşam için yeterli değildir...
Zâhir ilimleri denen beş duyuya dayalı ilimler- ki cifir ilmi de buna
dahildir-; bâtın ilimleri denen beş duyu ötesi ilimler -ki hissî
müşahade ve keşif bu bölümde mütalâa edilir- Hakikatı yaşamaya ve “ALLAH”
adıyla işaret edileni tanımaya yeterli değildir!..
«Hakikatı»
yaşayabilmek, ancak «ilmi ledün» ile mümkündür...
Zirâ, ilâhî
sıfatlarla tahakkuk, ancak «ilm-i ledün» ile mümkündür!..
Şayet tasavvuf
lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât
boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne
olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur.
Bunun için de
ilk hedef "ALLAH" ismiyle işaret edilenin ne olduğunu
öğrenmek, anlamaktır!.
Yolculuk
ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!.
Netice olarak
şunu belirtelim ki, âlemleri tanıyarak ALLAH'a ermek değil; ALLAH'ı
tanıyarak, âlemlerini seyretmek ana gayemiz ve hedefimiz olmalıdır.
Aksi halde tüm
ömrümüz âlemler içersinde geçer gider ve netice «hicap»ları aşamaz, «perdeli»
olarak bu dünya yaşantısından geçer gideriz!.
ALLAH,
sürekli tefekkür içinde yaşamayı; «ZAN»lardan kurtulup, gerçeğe ermeği;
İlâhî hakikatler ve vasıflarla tahakkuk etmeyi takdir etmiş olsun bizlere!.
hf
Bütün bu mânâların var
edilişi sırrı, esasen geçmişte birçok birimde, çeşitli şekillerde tartışılan ;
"İlim mi, mâlûma
tâbidir; mâlûm mu, ilme tâbidir?"
Tartışmasına
dayanır...
Yani:
"Bilinenlerin
varlığı mı ilmi oluşturmuştur; yoksa, ilim mi, bilinenleri var kılmıştır?"
Yok
Biraz evvel
anlattığımız gibi, Mutlak Varlığı yönüyle sınırsız ama, sıfatları yönüyle de
sınırlı değil!.. Hem Mutlak Vücudu yönüyle, hem sıfatıyla, hem esmâ ve bunun
sonucu olan ef`âliyle sınırsız varlık!...
Bu cümlelerin üzerinde
çok iyi durun!.. Bu cümleyi dahi çok geniş düşünmek gerek.
Mutlak Varlığıyla,
Vasıflarıyle, Esmâsı ve Ef`âliyle sınırsız olan varlık katında, hangi varlığın
bağımsız ve O`nun dışında varlığı olabilir ki, bu sınırsız varlık ona tâbi
olup, onun varlık hükmünü yerine getirme mecburiyetinde kalsın?...
"Varlıkta mutlak
kuvvet, kudret sahibi Allah!.."
deriz..
Ama, bunun mânâsını
hiç düşünmeyiz. Bu işin başı sonu nereye gider?. Hiç tefekkür etmeyiz.
Birazcık kendimizi
tabiatımızdan soyutlayalım, değer yargılarından arındıralım ki şuurun
objektifliği içinde "buz"luğumuz erisin!..
Denizde "yok"
olalım... O zaman bakalım, denizin dışında bir şey var mı?... Ve o zaman
bakalım, değer yargıları kalıyor mu?.
Evet, gene konu
yayılıyor...
Şimdi, biz anlayalım
ki, bütün mâlûm, ilme tâbidir!.
Bazıları demiştir ki;
"O, ilminde,
kendi varlığında bulduğu mânâları ortaya çıkarmak durumundadır.. Ve bunları
ortaya çıkarmıştır. Kendinde hangi mânâları bulmuşsa o mânâları ortaya
çıkarmıştır.. O mânâlar kendi varlıklarını meydana getirmiştir, bir
mânâda..."
Burada, maâlesef bir
yanlış teşhis söz konusudur!.
Çünkü O, ilminde, dilediği
mânâları meydana getirmektedir; ilminde, kendinde bulduğu ve âşikâra
çıkarmak zorunda olduğu mânaları değil!.
İlminde mevcut olan,
mânâları değil; Zâtî ilmiyle yarattığı mânâları meydana
getirmektedir...
O takdirde, O,
mânâların bütünü olma durumuna girer!.
Halbuki, "Ahad"dır.
"Cüzlerden, bileşimden meydana gelmemiştir" sözünü maddi
mânâda anlatmıştık, târif etmiştik.
Şimdi dikkat, bir üst
boyuta çıkıyoruz.. "Ahad"ı "mânâların toplamından da
meydana gelmemiştir" diye anlamaya başlıyoruz artık...
Esmâların oluşturduğu,
esmâlardan teşekkül etmiş bir Zât değil!.. Zât`ın ilim sıfatının oluşturduğu
mânâlar söz konusudur burada...
Dolayısıyle O,
dilediği esmâları meydana getirmiştir!.
"Dilediği
esmâları meydana getirmiştir." sözünün neticesi olarak da O`nun bir
"sûreti" olmaz!..
Sûret derken, fizik
sûreti değil, “mânâ sûreti” diyorum.
Her hangi bir mânâ
sûretini yaratma mecburiyeti altına kaydına da girmez!.
Halbuki...
İlminde, dilediği gibi
hükmetmek sûreti ile dilediği mânâları icad etmiş ve bu mânâlardan oluşan
âlemleri yaratmıştır..
Yani, âlem, ef`âl
mertebesi itibariyle değil, esmâ mertebesi itibariyle yaratılmış; hakikatı
itibariyle "yok"tan var olmuş, "yok" olan
âlemlerdir!.
Dolayısıyladır ki, her
şey, O`nun Zât`ında, ilminde mevcuttur ve mevcudât
ilmin dışında vücud kokusu almamıştır!.
"İlim, mâlûma
tâbidir", diyenlerin yanılgısının sebebi
de şudur...
Onlar, aşağıdan
yukarıya bakış açısı itibariyle meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Daha doğrusu, Velâyet-i
Suğra ilmi kemâlâtı ile olayı çözmeye çalışmışlardır.
Velâyet-i Suğra ilmi itibariyle, halkdan Hakk`a urûç söz konusudur. Nübüvvet
ilmi olan Velâyeti Kübrâ`da ise, Hakk`ın halk`a tenezzülü
Hakikatı geçerlidir..
Nübüvvet-i tarifiye ilmine ve kemâline sahip Bakâ Billah mertebesindeki İnsan-ı
Kâmil indinde, mâlûm, ilm`e tâbidir!.
Buna mukabil, Velâyet-i
Suğra kemâlâtındaki urûca dayalı müşahadede, ilim, mâlûm`a
tâbidir... Bunun sebebi, mâlûmun sâbitliğidir. Velâyet-i Suğra
marifetiyle urûç yollu baktığın zaman, mâlûm`un sâbitliği
müşahade edilir.
Fakat, Nübüvvet`in
hakikatı olan Velâyet-i Kübrâ ilmiyle olaya bakıldığı zaman, Zât`ının
dışında hiç bir şey mevcut değildir!...
Bu yüzdendir ki, Zât`ın
Zât`ına olan ilmi sonucu dilediği mânâları icâd etmesi, "yok"tan
var etmesi söz konusu...
Dilediğini icâd
etmesi, "yok"tan var etmesi gibi cümlelerle işaret ettiğimiz
şey, "esmâ mânâ"larıdır!... Ef`âl mertebesini zaten
konuşmuyoruz!.
O, mânâları icâd
ediyor yaratıyor; o mânâlar birbirini kendilerinin özelliklerine GÖRE
ef`âl olarak algılıyorlar her an!.
"Her an",
diyerek, bize göre konuşuyorum; gerçekte ise var olan her an değil, Tek
bir An`dır...
Çünkü tüm varlık,
tek bir tecellînin neticesidir, "Tecelli-i Vâhid"
denilen!...
Nokta`da olup bitmiştir
her şey!.. Elif ve gerisi ise, sadece
hayâl!.
Bu ilim mertebesinde icad
yollu meydana gelmiş esmâ mânâları vardır ki, işte bu nokta da ;
"ALLAH
ÂLEMLERDEN GANÎ`DİR."
Ayetiyle
anlatılmak istenmiştir.
Allah`ın âlemlerden, yani âlemleri meydana getiren isimlerin
mânâlarından Ganî olması, gına sahibi olması, "İlmin, mâlûma
tâbi olmadığının" isbatıdır...
Halbuki, "Allah
âlemlerden Ganî`dir"; ki bu açıklama "Zât-ı Baht"
dediğimiz, Zât`ın mutlakiyet sıfatına işaret eder!.
Esasen gerçekte Zât`ı
için, mutlakiyet sözü dahi edilemez. Çünkü, aşağı mertebelere göre, Zât`a
işaret sadedinde kullanılan bir ifadedir bu!...
Gerçekte, Zât
için, "Baht" veya "Mutlakiyet" veya "Vücud"
veya "Varlık" gibi tâbirler dahi kullanılamaz!.
Evet!..
Umarım ki, bütün ef`âl
âlemini meydana getiren mânâların dahi "yok"tan var
edilmiş olduğunu; bu mânâların Zâtî ilmin sonucunda icad yollu meydana
geldiğini; ve Allah`ın, Zât`ı itibariyle âlemlerden Ganî olduğunu
da açıkladık...
İşte bu
anlattıklarımızı anlayabilirsek, koninin tepe noktasından görüş hâli bizim için
açılır.
Esasen bütün bu ve
bilemediğimiz sayıdaki tüm evrenlerin, "aknokta"lardan oluşan
birer "akyapı" olan "Big Bang"larla oluşan
olayla, bir noktadan çoğalmak sûretiyle meydana geldiğini anlayabilirsek, gene
aynı olayı misâl yollu çözmüş olacağız.
O ilk noktada, son
hareket belirlenmiştir!... Bir hücreden bir filin son hücresinin ve eriştiği
son yapının programlanışı gibi..
Bu sebeple, nasıl
kâinattaki sayısız birimler o tek noktadan meydana gelmişse; ve hepsi de o tek
nokta`da mevcut özelliklerle bağlı ise; bütün âlemlerde görülen mânâlar dahi,
ilk nokta diyeceğimiz Zât`ın ilmi`nden meydana gelmiştir. Ama, Zât`ın
sonsuz-sınırsız ilmine, iradesine ve kudretine dayalı olarak...
İşte bunu böylece
anlayabilirsek, kader olayını da çözmüş oluruz...
"Kader" derken olaya basit bakmayalım!.
Dünya üzerinde 5-6
milyar insan... Denizden alınan bir avuç kum!.
"Ben insanı yeryüzünde
halife yarattım" diyor... "İnsan, yeryüzündeki halife"dir.
"Semâ"da
yani, "evrende her boyutta" dahi, "halife"ler
mevcuttur!.
Her boyutun yapısal
özelliklerine ve kapasitesine göre "halife"ler mevcuttur!.
Bizim genelde bildiğimiz "Halife" yeryüzündeki "halife"dir!.
Yeryüzündeki "halife"nin de haddi, hududu bellidir.
Gerçek "Halife",
Tek`dir. Ve O da, İnsan-ı Kâmil ismi ile tanıdığımız Ruh-u
A`zâm`dır... Veya bir diğer ifade ile Hakikatı Muhammedi`dir. Veya
ilim yönüyle, Aklı Evvel`dir.
O`nun minyatürizesi, yeryüzünde, Adem!... Adı bile "Adem"=Yok!..
İsmi var, cisminin varlığı "yok"tan!.. Sanki, Anka kuşu
gibi... Adı var, kendi yok!...
Zaten algılanan
varlık, hakikatta O`nun varlığı; isimler ile çokluk meydana gelmiş!...
İsimler çoğaldıkça, varlıklar çok sanılmış!.
Oysa varlık, gerçekte,
Tek bir varlık, "Vahidiyet"i itibariyle!.
Denizin üzerindeki her
bir dalgaya ayrı bir isim ver, denizde bu kadar varlık var de!.. Oysa, hep gene
dalga!. Biri daha büyük, biri daha küçük, biri daha kavisli, biri daha az
kavisli. Ama, sonuçta hepsi de denizin dalgası!...
İşte burada,
algılamalar arasındaki fark ortaya çıkar... Basiretlere göredir bu fark!.
Yukarıdan bakarsan
aşağıya, ne böyle bir fark var, ne de böyle bir kavga!... Azap var,
cehennemlikler için... Allah var, kendi için!. Sonra... Kendi kendine kalır. Ezel`de
de, Ebed`de de Zât`en kendi kendinedir!.
"İlim
bir Nokta idi, onu cahiller çoğalttı."
Demiş, Hazreti Ali!...
Hazreti Ali`nin
dediğini, her ne kadar biz de tekrar ediyorsak da, gene de lafı uzatıp,
cahilliğimizi yaymaktan başka bir iş yapmıyoruz...
Niye?. Elbette biz bu
cahilliğimizi ortaya koyacağız ki, kemâlât ehlinin kemâli bilinsin... Ona göre
değerlendirilsin!...
Her şeyin değeri
zıddına göredir. Bir şeyin zıddı yoksa, onun değeri, pahası da bilinmez.
Varlıkta her şey zıddıyla meydana gelmiştir. Her şey çift yaratılmıştır. O
çiftin biri bir uçtadır, diğeri öteki uçta!... Ve, biribirine göre`dir
değerleri...
Zıdları cem
Tek`liğin kemâlinin ortaya çıkması da, Tek`liği örten perdelerin
kalkmasındadır. Tek`liği örten perdeler, gene kendinden kendine olan
perdelerdir.
Vâhid ismiyle Vâhidiyet sıfatına işâret edilen Zât, Rahmâniyeti
itibariyle, sıfat mertebesinin vasıflarıyla mevcut olup; bu vasıflarla Melîkiyet
mertebesinin sayısız esmâ saltanatını, hüküm süren mânâlarını meydana getirmiş;
bu isimler de sonuçta Rubûbiyet hükümlerince terkip formülleri hâlinde
ef`âl âleminde ortaya konmuştur.
Ef`âl âleminde beliren
her bir birim, kendini meydana getiren bu silsilenin tüm özellikleriyle
varolmuştur; ve bu temel yapı programında mevcuttur.
Rasûlullah aleyhisselâm;
"Zerre
Küll`ün aynasıdır." = "birim, tümel yapının aynasıdır"
açıklamasında
bugün yeni farkettiğimiz holografik evren gerçeğinin bu
hakikatindan söz eder...
Zira, birimin,
zerrenin Zatı, O Sonsuz-sınırsız Zât!. Zerrenin vasıfları, O sonsuz-sınırsız
vasıflar!. Zerrenin özellikleri, O sonsuz-sınırsız mânâ denizinden oluşmuş
özellikler!. Ve zerrenin fiilleri, o özelliklerin fiîle dönüşüdür...
Bu açıdan bakarsan, bu
idrâkle bakarsan, varlıkta Tek`ten başka bir şey göremezsin..
Ef`âl boyutu, Esmâ
boyutu, Sıfat boyutu, Zât boyutu diyoruz. Günümüzde güzel bir tabir var, "Boyut"
kelimesi...
Esmâ, Ef`âlin
neresindedir?... Sıfat, Esmâ`nın neresindedir?... Zât, Sıfat`ın
neresindedir?...
Yedi kat
göğün üstüne "Kürsü"yü, "Kürsü"nün üstünde "Arş"ı
koyarlar... Ve dahi, bu sınırlar çizdikleri âlemin ötesinde de bir tanrı, bir
ilah türünden bir Allah(!?) ararlar!...
"Her
zerre`de Zât`ı ile mevcuttur."
Açıklamasıyla
târif edilen Allah, gerçekten her zerreyi Zât`ı ile mevcut
kılması nedeniyle; ve ayrıca Zât`ı da sınırsızlık sıfatıyla muttasıf
olduğu için, bu anlayışta, zerre kelimesinin anlamı fenâ bulur, Zât`ın
Bâkî`liği âşikar olur!.
O Zât, elbette belli vasıfları olan bir Zât`tır!.
Her bir Zât`dan
söz edildiğinde, O Zât`ın belli vasıfları vardır. Belli vasıfları olan
Zât, bu vasıflarının sonucu olarak, elbetteki belli mânâlara sahiptir. Ve,
sahip olduğu bu mânâlar ile dilediğini yapar. Dilediği mânâları üretir, icad
eder, yoktan var eder. Yoktan var olan "Yok"lar ergeç birgün
Yokluğa döner.
Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığını idrâk etmedikçe; Zât`ın sınırsızlığını idrâk
etmeden önce de, Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle
sınırsızlığına iman etmedikçe, hakiki anlamıyla, islâm`a
ve iman`a gelmiş olmayız!.
Zira Kur`ân ‘da,
kişinin bu gerçeği farketmeden önceki hâlini anlatan, şu Âyet vardır:
"Gördün
mü o kişiyi ki, kendi hevâsını tanrı edinmiş" (25-43)
İşte bu âyetin
kapsamından, tahkik yollu çıkmak için, Zât`ın Vâhidiyet sıfatı itibariyle
sonsuz-sınırsızlığını idrâk edip, müşahede etmek, hissetmek, yaşamak şarttır!.
Ancak... Bu
anlattıklarım, yaşanarak hissedilir!. Bunları bir kitapta okuyarak,
hissedemezsin!..
Tâ ki,
Bunun için de, önce
buna iman etmen; sonra bu iman ettiiğin şeyi yaşayabilmen için
şartlanmalarından, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından, bu değer
yargılarının oluşturduğu duygulardan arınman gerek!.
Bunlardan arındığın
zaman da hiç farkında olmadan tabiatına yani bedensel dürtülerine esir
düşüverirsin!. Dolayısıyla, tabiatını yani bedensel dürtülerini çok sıkı
kontrol altına alman gerekir!.
Bu ikisini kontrol
altına aldıktan sonra, bu defa da sendeki vehmin oluşturduğu bireysel benlik
kavramını sıfıra indirmek gerekir; ki "Ölmeden evvel ölesin";
ve böylece "Bâkî olan Allah"dır, hükmü sende de açığa çıksın!.
Ancak bundan sonradır
ki, Hz. İsa Aleyhisselâm’ın dediği gibi,
"insanca
düşünmekten kurtulup, Allah gibi değerlendirirsin"!
Geçmişte ve
günümüzde maalesef pek çok kişi, şartlanmaları attım diyerek, vehmi benlik
ortadan kalkmadığı için tabiatının kucağına esir düşmüş; böylece de dünyada
iken, vehmi benlik Deccalına tâbi olarak bedeninin istek ve arzuları
istikametinde yaşamak sûreti ile helâk olmuş ve olmaktadırlar.
Zira olgunlaşma süreci
içindeyken, şartlanmaları attıktan sonra, doğal olarak bir takım özgür
davranışlar içine girersin. Benlik vehmi sende henüz ortadan kalkmadığı için
de, kendini bu beden olarak, birim olarak kabullenip, bedeni isteklerin, yani
yemek içmek, çiftleşmek türünden bedenin getireceği çeşitli zevkler
doğrultusunda serbest yaşama kaptırırsın!. Yani, bedenine tanrısallık veririsin!
hf
PANTEİST GÖRÜŞ NİÇİN BÂTILDIR?
"O"nun
varlığından meydana gelmiş bilinçli şeylerin toplamı olan tümel akıl Tanrıdır,
görüşü de tümüyle yanlıştır!...
"Kâinat,
ALLAH`tır"
görüşü bütünü ile bâtıldır ve yanlıştır!. Bu Panteist görüştür!.
Yani, bütün mevcudat
bir araya gelince "tanrı" denen varlık ortaya çıkar görüşü...
Bu yanlıştır!. Çünkü, gerçekte mevcudat "yok"tur
"ALLAH" vardır!.
"ALLAH" her an (bize göre) kendi mânâlarını seyreder ve her şey bundan ibarettir...
Bu yüzdendir ki, mevcudatın varlığı yoktur; "ALLAH"ın varlığı
vardır.
Bu sebepledir ki, mevcudat
"ALLAH"tır, görüşü batıldır, ilkeldir!. Beş duyu kaydından
kendini kurtaramayan dar görüşlü beyinlerin, 30 derecelik perspektifi olan
kişilerin görüşüdür, mevcudat "ALLAH"tır görüşü!...
hf
VÂHİDİYET
Varlığın-TEK
varlığın kendini tanımasıdır !
SIFAT mertesidir, CEBERÛT âlemidir !
"Vâhidiyet" mertebesi "Nefs" ile kâimdir. "FERD"dir
"Nefs"!.. "Ahadiyyet" ise
"Hüviyyet"tir ki, "eniyyet" kabûl etmez..
"Ahadiyyet",
"eniyyet" dolayısıyla "Vâhidiyyet"
mertebesine tenezzül eder ki, "Ferd" ismiyle tanınır.
Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle sınırsızlığını idrâk etmedikçe; Zât`ın sınırsızlığını idrâk
etmeden önce de, Zât`ın Vâhidiyeti itibariyle
sınırsızlığına iman etmedikçe, hakiki anlamıyla, İslâm`a
ve iman`a gelmiş olmayız!.
Zira Kur`ân’da,
kişinin bu gerçeği farketmeden önceki hâlini anlatan, şu âyet vardır:
"Gördün
mü o kişiyi ki, kendi hevâsını tanrı edinmiş" (25-43)
İşte bu âyetin
kapsamından, tahkik yollu çıkmak için, Zât`ın Vâhidiyet sıfatı itibariyle
sonsuz-sınırsızlığını idrâk edip, müşahede etmek, hissetmek, yaşamak şarttır!.
Vâhidiyet mertebesinin yaşamı olan mardiyye bilincinde, varlıktaki tüm
sûretler, o bilincin organları gibidir ve tümünde tasarruf
Bu sebepledir ki, O'nun
yanında tümü de bağışlanmaya değerdir!..
Kendi tecellilerini
seyreden, görür ki, görmektedir ki, onlardaki tüm fiillerin hakiki mutasarrıfı
kendisidir, elbette ki bağışlayıcı olur. Esasen, bu mertebede, yanlış-doğru
yok, hikmetlerin zuhûru vardır.
Emir ve hüküm hep
kesret âleminin neticesidir!.. Kesret âlemi
içinde, varlıklar arasında geçerli bir sistemdir.
Bu kavramla kayıtlı
bir müşahede devam ettiği sürece, kesret âleminin son bulması ve Teklik seyrine
girilmesi asla mümkün olmaz!.. Bu yüzden de, Allah'a urûc murad ediliyorsa,
çokluk görme basîretsizliğinden arınıp; Emir, âmir, memur; hâkim, mahkûm, hüküm
üçlüsünün varolmadığını idrâk edip; TEK'in seyrine girilecektir.
İşte o zaman "kader
sırrı" da açılır ki, bu da "Vahidiyet" mertebesinde
yaşayanın vukuf sahibi olduğu hallerden biridir!..
hf
VAHİY
Velâyet”
kemalatının dayandığı hakikatın, bir “Nebi” veya “Rasûl”de
tenezzülât hükmüyle açığa çıkan ilmine “vahiy” denilir.
Vahiy ; Özden dışa
gelen, yani “Hak’tan halka gelen sezgi”nin adıdır. Melek aracılığıyla
direkt özden gelen akıştır!
Vahiy; fıtri meleki
boyutun beşeri boyuta müdahalesidir. Nübüvvet
ilmine dayalı bilgilerdir.
“Velâyet “ kemâlâtının
dayandığı hakikatın, bir “Nebi” veya “Rasùl”de tenezzülât hükmüyle açığa çıkan
ilmidir!
Nübüvvet ilmine dayalı
bilgilerdir.Nebilerde açığa çıkan Vahiy , aklı kül boyutunun ilminin açığa
çıkmasıdır!
Zâhire dönük ilmin adı
ve aracısıdır!
Hak’tan direkt
olarak,herhangi bir çalışma sözkonusu olmadan kendisine nâzil olan ve
kendisinde fışkıran ilâhi ilimdir!
Vahiyler... Ana olarak, görüntülü ve görüntüsüz diye ikiye ayrılır; görüntüsüz
olanın da bir kaç yan kolu vardır...
Vahiy, melek aracılığıyla oluşur... Bilinir ki, melekler aslında şekil ve
sûretten beri varlıklardır. Ama buna karşın vahiy alan nebiler kimi
zaman melekleri, örneğin Cebrail’i bir insan suretinde görmüşlerdir...
OKU”yan Nebi ve
Rasûller, yaşadıkları o anlar içinde, genellikle, veri tabanlarına uygun bir
sùretle sembolleştirerek melekleri görmüşlerdir…
Bunun sebebi bize
açıldığı kadarıyla şudur; “OKU”ma sırasında, sisteme dair gerçekler,
bazen, kişinin beyninde açığa çıkarken, o kişinin beyin gücüne ve veri tabanına
GÖRE, hayâl merkezine yansıyıp; orada onun veri tabanına göre
sembollerle oluşmakta; böylece o kişi, bir sûret aracılığıyla o veriyi aldığını
düşünmekte ya da işin gerçeğini bilmesine karşın, insanların anlayışına ters
düşmemek için böyle açıklama yapmaktadır.... Ve yine bu beyin, bazen, aldığı
veriyi ve beyninde oluşan bu sûreti o kadar güçlü olarak dışa yaymaktadır
ki, çevresinde bulunanlar dahi, o dalgaları alarak aynı şeyi “görür”
olmaktadırlar...
Vahiyde yanılma olmaz,
çünkü “vahiy” direkt “Hak”tan nüzul”dür! Yanılma payı yoktur! Ççünkü, beyin
faaliyetlerinin ve verilerinin, o gelenin üzerinde bir rolü yoktur!
Direkt olarak beyinde
o mânâ oluşur.
Vahye hiç bir şey
karışmaz! Ondan sâdır olan mânâ tamamiyle ilâhi hakikatlardır..Bu yüzdendir ki,
Nebilere itaat ve teslimiyet zorunlu kılınmıştır!
hf
Vâkıflar,
"ruh" boyutunda kendilerini tanımışlardır. Burada bahse konu olan
"ruh", vehim yollu
Vahdet müşahedesi
içinde, esmâi ilâhîyeyi seyir halindedirler.
Burası, hakikat
mertebesine tekâbül eder.Kendi isimlerinin mânâlarının türlü şanlarını seyir
halindedir. Kim mi?.. Elbette ki O!.. Birimin ne haddine!..
Bütün bunların
yaşamını devam ettiren, Bâkî olan Hak'tır!..
Ancak ne var ki, tüm
kemâlâta rağmen, bu seyir dahi esmâ âlemine dönük olduğu için; "zât"
mertebesine nisbetle, zâti ilim indinde kesrete dönük bir mertebe
durumundadır.
Bu tecellinin
yaşandığı, bu şânın bulunduğu mahal, hakikate vâkıf olmuş anlamında olarak
"vâkıfıyn" diye anılır.
Vâkıf olmuşlar, "Mukarrebûn"
diye de anılırlar. Allah'a hakkel yakîn olmuşlar anlamında olarak. Bu
mertebe velâyetin en üst mertebelerindendir.
Ehlullah denilen "mukarrebler"!..
Yani;
“ALLAH,
DİLEDİĞİNİ KENDİNE SEÇER.” (42-13)
âyetinde işaret
edilen seçilmişler!...
Kimi
kabiliyetlidirler, istidatları vardır; Allah’da bazı hususiyetleri dolayısıyla
onlara fazlını ihsan eder. Onlarda açılır derinliklere dalarlar. Sırları idrak
eder, bilirler. Bunlara “mukarrebun” derler... Seçilmişlerdir onlar!..
Onlar, her şey ve
herkes hakkında iyi düşünür ve kemâl üzere zanda bulunurlar !.. .
"Mukarreb" olan Allah velilerinin her birinde belli sıfatlar vardır. Bunlara
vekâleten diğer velilerde de belli sıfatlar oluşur. Ama netice olarak her biri
kendi tâbi olduğu Nebi’nin meşrebinden istifade ile görev yaparlar. Veliler de
o meşrebden giderler...
"Mukarreb" velilerin bir kısmı, Hazreti Musa`nın meşrebi üzeredir;
Müşahedesinde "tenzih" görüşü ağır basar... Kimisi de, Hazreti
İsa`nın meşrebi üzeredir, "teşbih" müşahedesi ağırlıklı
olarak varlığı değerlendirir.
Eğer velâyette "Ulül
Azîm" mertebesine geçerlerse ve "Aktabiyet" veya
"Müferridun"luk durumu hâsıl olursa, Muhammedî meşrebe
geçerler; ve bunun sonucunda onlarda "tenzih" ile "teşbih"
görüşünün eşit ağırlıkta sentezi olan "tevhid" müşahedesi
meydana gelir.. Onlar, Muhammedî meşrebdir. Onların dışındakilerin hepsi
ya Musevî veya İsevî meşrebdir...
"Zâtî" tecellî bu zevâtı kirâmda "berkî" tecellî şeklindedir.
Bir de bunların
ötesinde zamanın İnsân-ı Kâmil'ine ve Gavs'ına has olan "Tecellî
Zâti" vardır ki; bu zevâtta bu durum daimidir.
İşte onlar için
anlatılan, "NEFS'i hür olanlara mahâl kıldım" ibaresidir.
Mutlak manâda "NEFS"="BEN" onların mahallidir!.
Zât'ını tanıma mertebesi yani.
Zâtıyla zâtını bilişin, âlemde zuhur yollu izharı için meydana gelen bir şandır bu!..
"HÜR"
kelimesi gerçekte sadece bu zevât için kullanılır. Ve onların kalbleri, yani
bilinçleri Allah'ın ilmiyle dolu bir halde hadsiz hesapsız sırlarla
doludur.
Bu mertebedeki "Zâtî"
ilim hakkında ne bugüne kadar bir açıklama yapılmıştır, ne de bundan sonra
böyle bir açıklamanın yapılabilmesi mümkündür!..
“ALLAH”
ismi, toplayan bir isimdir..Yani, Allah’ın hem Zât’ını, hem
vasıflarını, hem de sayısız özelliklerini içeren bir isimdir..
“Allah İsmiyle İşaret Edilen ZÂT “ ın Hüviyetine ise “HÛ” ismi
işâret eder..AHADİYYET sıfatıyla idrâk edildikten sonra, gerçek
mânâsıyla “Allah’a imân” meydana gelir ve “yakin” hâsıl olur; iş taklitten
çıkar, “Tahkik” e varır..Aksi halde hep Allah “İSMİNE” iman edilir
ki, bu da ehli taklidin mertebesidir...
Tahkike ermişlerin ismi ise “Müferridùn” veya “Mukarrebùn”dur ki; Allah
“İSMİNDE” değil; ALLAH’IN AHADİYYETİNDE benlikleri yok olmuş; “el
ân öyledir” sırrına binâen, Allah Bâki’dir mânâsı yaşanır olmuştur..
İşte bu yaşantı içinde
olanlar, ”İsm-i A’zâm” sırrına ermiş olanlardır ki; her nefeste “HÛ”
diyenin mutlak bilinciyle yaşarlar..
Bu zevâtı kirâm dua
edip de “Yâ ALLAH”, ”Yâ HÛ” dedikleri zaman;
“dillerinde
söyleyen ben olurum”
Hadis-i Kudsi’si
mânâsınca; dileyen kendi olur ve elbette kendi dileği de havada kalmaz,yerini
bulur!..
Peki ya bizler?..
hf
Ölümden önce
hakikatı idrâk edip yaşayamayan, ölümötesinde de bunu yaşayamaz!...
Oysa Allah'a yakınlık
kazanmışların (mukarreblerin) Cennet’teki yaşamlarını normal beyinlerin
tahayyül bile etmesine imkân yoktur!..
Bunu basit bir misâl
ile açıklamaya çalışayım.
Bir insan tüm yaşamı
boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir
anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor!.. Bir
yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini ve o kişinin sevincini
gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!..
Şimdi düşünün ki beyni
üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol
açan ışınları değerlendirebilecek bir düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla,
ya da bir diğer ifade ile bu yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir
beyne sahip!.. Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza
dek sürekli artan bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor!..
Bilmem anlatabiliyor
muyum?..
VEHİM
Varsaymak!
Var olan şeyi de
yoksaymaktır!
”Varsayım”
dediğimiz cevherdir, vehim.
Vehim, "zan"
esasına dayalı olarak çalışır.
Gerçekte en başta
"var" olmayan şey nedir?...
Kendi bağımsız
varlığın!...
"Var"
olmamasına rağmen, vehim
Ve "Ben varım"
düşüncesi ve Hak`dan ayrı bir varlık olarak var zannı ile bedene dönük
bir yaşam içine girer.
İşte bu kişi, kendini Allah`dan
ayrı, bağımsız bir varlık olarak düşündüğü sürece; vehmin hükmü, kaydı
altında yaşama durumuna girmiştir; artık girdiği bu yoldan da kolay kolay geri
dönemez!..
"Ben!"
der ve birimsel yapıya dönük bir şekilde yaşamına devam eder... Onun istekleri
ve arzuları, bedensel yapısına, birimsel yapısına dönük şeylerdir... Bedenine
ve birimsel yapısına zevk verecek şeylerdir. Bu, kişinin, vehmin hükmü
altında olduğunun açık işaretidir...
“Negatif
varsayım” diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan
yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemiyeceği kadar büyüktür!.
Varolmayanı var
sandıran; varolanı da görmezlikten getiren kuvvettir “VEHİM”!..
İnsan, “VEHİM” hükmü
altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmağa karar
verirse; ve bu hususta da azimli olursa, normal şartlara göre imkansız olan o
şeyi mümkün hale getirebilir!..
Ve sanki bir madde
bedeni yokmuşçasına özgür bir yaşam sürebilir... Sanki cennetteymişçesine!...
-Geçerli olan,
O'nun varlığı dışında VARSAYDIĞIN BENLİĞİNİN, GERÇEKTE, hiç bir zaman
VAROLMADIĞINI ilim yollu kavramak; ve gereğini hissedip yaşamaktır!..
Vehmin hükmü
altında olmak ile vehmi hükmü
altına almak arasındaki sınır, kişinin Tek`liğe geçiş sınırıdır.
İşte bu sınır, diğer
bir ifade ile; "Ölmeden önce ölmek" sınırıdır!..
Dolayısıyla, onun
şuurundan birimsellik asla kalkmaz!. Yani, "Vahdet"e giremez,
"Vahdaniyet"i anlayıp idrak edemez, hissedemez, yaşayamaz...
Yani, ölmeden evvel ölemez...
Vehim, kişinin hayalinde, düşüncelerinde, duygularında, hükmederek kişinin
kendisini şu beden, şu birim olarak
Bu yol açıştan sonra
da kişi, bu bedene dönük zevk ve tatminlerin peşinde koşar.
Bu iman yolu ile sen, hakikata
uygun davranışları ortaya koyarsın.. Böylece de, vehmin hükmü altından
kendini yavaş yavaş kurtarmağa başlarsın...
Bu çalışmalar içinde
iken vehim, aklına ve mantığına hükmetmeğe çalışır... Aklına,
mantık hileleri ile yaklaşır!. Seni bir takım açmazlara, bedene dönük
davranışlara sürükler.
Sonuçta kendini, vehmin
hükmü altından, yani gerçekte var olmayan birimsel varlığını kabullenme
halinden, kurtarıp, "Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirsin";
"Hakk`ın hakikatının gereğini" yerine getirirsin...
İşte bu hâl, senin
kendini vehmin hükmü altından kurtarmağa başladığının işaretidir.
Ne olursa olsun,
olanla-olmayan senin için farketmez!... Kısacası dünyanın kaygısını, derdini
çekmez hale gelirsin...
Bu, Hakk`ın
kendine seçtiği, yani, kendini idrak ettirmeyi dilediği birimler için söz
konusu olan bir "hâl"dir. Yani, vehmin hükmü altından
kendini kurtarmak!...
Hakikat noktasını idrak ettikten sonra; ikinci aşama olarak bunu yaşamına da
sokabilirsen, bu defa vehmin üzerinde tasarruf eder, diğer
birimlerde açığa çıkmayan hâlleri ve fiilleri yerine getirebilirsin.
Demek ki, Vehim,
kişinin, var olmayan varlığını
Oysa, Kur`ân’ ı
tetkik eder, Rasûlullah Aleyhisselâm`e kulak verirsek; O bize,
dünya hayatının geçici olduğunu, belli bir süre sonra dünya hayatında bir daha
geriye dönme ihtimali olmaksızın ayrılıp başka bir boyutta yaşamımıza devam
edeceğimizi; bedene, birimselliğe dönük şeyler peşinde koşarak, ömrü boşa
harcamanın israf olduğunu; bizim, Allah için yaratılmış olduğumuzu;
oilahi hakikatı anlamak, hissedebilmek, yaşayabilmek için "Halife"
olarak varedildiğimizi; dolayısıyla, bu sahaya dönük yaşam ve çalışmalar içinde
olmamız gerektiğini bize sürekli olarak vurgulamıştır...
İnsanın, hakikatına
ererek "Halifetullah" olabilmesi için de önce "Mİ`RAC"
yapması
zorunludur...
Vehim kelimesinin
çoğulu olan “evham”, bizim çeşitli konulardaki gerçekleşmesi asla mümkün
olmayan şeyleri, sanki gerçekleşecekmiş gibi düşünüp, yaşamamıza ona göre yön
vermemize sebep olur. Bugünkü deyimle “gerçekçi olmamayı” bizde oluşturur.
Karnının doyması için
mutlaka bir şey
“Ben yemesem de
doyarım!.”
“Ben çalışmasam da
bana bir yerlerden para gelir!.
”Ben ilâç almasam
da Allah bana şifa verir!.”
“Ben şunu yapmasam da
şu olur!.” gibi konular.
Bunlar bizim
vehmimizin ürettiği zanlardır. Ve insanın en büyük zaafı da bu noktadadır.
Halbuki, bunun yanlış olduğu Kur’ân ‘da çok açık, net bir biçimde bildiriliyor.
Efendimiz, Hz.
Muhammed s.a.v. de bizleri bu konuda defalarca uyarmış.
“Herkes ne
çalışma yaparsa, mutlaka çalışmasının karşılığını alır.”
Buyurmuştur.
Efendim, yarın gece “Mi’râc
Gecesi”...
Allah, Hz.
Rasulullah’a nasip etmiş. İnşaallah bize de nasip eder. Bize de mi’râc olur.
İnşaallah biz de mi’râcı yaşarız.
İnşaallah, maşâallah,
tebarekallah!..
Güzel bir hayâlle
bütün geceler, gündüzler geçer. Bırakın mi’râc yapmayı bir basamak yukarı bile
çıkamayız. Niye?..
Cevap gayet basit;
Kendimizi aldattığımız
için!..
Dünyada hiçbir insan
bir diğerine, o insanın kendine verdiği zararı veremez!
Çünkü bir insan,
kendini aldatmak suretiyle kendine öyle bir zarar vermektedir ki, bir
başkasının ona o zararı vermesi asla mümkün değildir.
Açın geçmişte yaşamış,
tasavvufla uğraşmış evliyâların, mânevi büyüklerin hayatını okuyun!.
Neler yapmışlar,
nelere katlanmışlar?. Ne gibi çalışmalarla vakitlerini değerlendirmişler, nasıl
yaşamışlar?.
Onlar gibi
yaşamadan, ter dökmeden; “Allahım bana bunları nasip et!” diye dua
edersen çok beklersin!. Havadan hiçbir şey gelmez!.
Onlar, neleri
yaptıktan sonra, ne çalışmalar yaptıktan sonra o noktaya geldiler. Hz.
Muhammed s.a.v. ne görevler îfa etti?. Neleri yaşadı?. Nelerden sonra ona neler
nasip oldu?.
Oysa biz, durduğumuz
yerde, büyük hayâller peşinde koşuyoruz.
Beş vakit namaz,
asgari tabandır, “müslümanım!.” diyen kişi için!.
Çünkü, bu taban
enerjiyi elde etmezse, öbür tarafta kendisine hiçbir şey ulaşmayacak. Ve hiçbir
nimete kavuşamayacak orada. Ve, Cehennemden de çıkamayacak doğru dürüst!.
Zira, o enerjiyi
dünyada iken elde etmek gerekir.
Biz, daha günlük beş
vakit namazı hakkıyla eda edemezken, hangi konularla ilgileniyor, hangi
mertebelere göz dikiyoruz. Ondan sonra da o mertebelerin hayâli ile yaşıyoruz.
Kesinkes kendimizi aldatıyoruz.
“Efendim, Hz.
Rasulullah mirâca çıkmış da, şunları yaşamış, bunları yaşamış.” Eee!.
Allah bize de nasip etsin!. Bak bu geceyi ne güzel kutluyoruz.
Kendimizi
aldatmayalım!. Gerçekçi olalım!.
Kim ne çalışma
yapıyor? Ve, bunun karşılığında ne bekliyor, nereyi hadefliyor?
Önce, hedeflediğini
bir düşün!. Sonra, hedefe varmak için nelerinden fedakârlık ediyorsun? Yaşamına
neler sokuyorsun? Bunu bir düşün!
Hayatta gerçekçi olmak
kadar önemli bir şey yoktur.
“Ben Alllah’a
inanıyorum.” diyorsun. Ondan sonra da; Allah’ı bir tanrı gibi yukarı oturtup,
işlerine karıştırmayıp, karşındakini suçluyorsun.
Sen, daha Allah
kavramının ne olduğunu anlayamamış, kafanda, hayâlinde yarattığın,
tasavvur ettiğin tanrıya Allah etiketi yapıştırıp, onu Allah sanıyorsan, daha
İslâmiyeti anlamamışsın!..
Konuşmalarımda döner
dolaşır, bu noktaya gelirim. Zira, çok önemli!.. Önce, buranın kavranması
lâzım!.
Allah isminin mânâsını
anlayıp, kavrayıp, yaşamınızdaki yerine oturtun!.
Ama sen halâ, Allah’ı
bir tanrı gibi düşünür, “yukarıdan seyrediyor” der, olaylar içinde, yaşam
içinde insanları suçluyorsan, insanlarda kusur-eksik arıyorsan, insanlarla
uğraşıyorsan kendini aldatıyorsun!.
“Rüzgâr eken fırtına
biçer.” Derler. Sen hayâl peşinde koşup,
insanlarla uğraşarak ömrünü tüketirsen, ne kendini tanıyıp, bilirsin ne
de Allah’ı ..
Ve, bütün bunların
getirisinden de mahrum kalırsın.
İnsan denen varlıktaki
en perdeleyici kuvvet vehim gücüdür.
( Bu aynı zamanda eskilerin “şer” dediği kuvvettir.)
Vehim gücünü atamadığı
içindir ki, insan cehennemde kalır.
hf
"Vehmî
benlik", kişide vehmin oluşturduğu birimsellik şuurudur.
senin, “benliğin”
dediğimiz şey nedir?..
Ahmed’in ; daha
doğrusu bu isimle işaret edilen müsemmanın, belli bir terkibi var...A isminden
%23, B isminden %2, C isminden %7, D isminden %18 ve bu gibi..Böylece çeşitli
mânâların terkip hükmüyle bir bedende çıkışına Ahmed demişiz..Bu terkibin başka
bir târifi de, belli huylar ve tabiatlardır!...Yani Ahmed’in huyu budur, şunu
yapar; Atasay’ın tabiatı budur, şöyle yer, içer, uyur gibi sıraladığımız
özellikler, bu terkiplerin fiil mertebesinde ortaya çıkışıdır.
Yani huy ve
tabiat dediğimiz özellikler bu terkibin mânâsının fiil mertebesinde ortaya
çıkışından başka bir şey değildir.
RUHUN VEHMİ BENLİĞE BÜRÜNMESİ
"RUH"un
vehmî benliğe bürünmesi nasıl olur?..
Bu sorunun cevabını
elden geldiğince açık bir şekilde izah edelim.
"RUH-U
A'ZÂM" kaynaklı ve kökenli "ruh-u
izâfi" yani birimsel ruh, özünden gelen bir biçimde "rûh-u
azâm"ın hâiz olduğu özelliklere sahiptir. Ancak ne var ki, beyin
tarafından çeşitli bilgiler kendisine yüklenmeye başlayınca, hâfıza yani bellek
dalgalarıyla, bireysel şuur oluşmaya başlayınca, belirli bir kişiliğin kaydı
altında girmek zorunda kalır.
İşte, "nefs"in
kendini, birim olarak
hf
Vehim; sürekli,
kişiye doğruyu yanlış- yanlışı doğru gösterip; kişiyi akıl ve ilim yolundan
saptırıp “hayal dünyası”na yöneltmeye çalışır!...
Sistemin gerçekleriyle
bağdaşmayan; akla ve ilme ters düşen şeyleri hayâlinizde varsayıyorsanız, vehme
tâbisiniz demektir!..
hf
(BİRİMSEL
YAŞAMDAN KURTULMANIN YEGÂNE YOLU)
1-Kendini
beden
2-Kendini
Allah’tan ayrı bir varlık olarak
3-“Sahiplik
duygusu”nu terketmekle, olur.
hf
VAROLMAYAN BENLİĞİN NASIL YOK OLUR?
Senin, vehmî
senliğinden kurtulman; var ZAN ettiğin kişiliğinden çıkman nasıl olur?..
Önce senin, “benliğin”
dediğimiz şey nedir?..
Ahmed’in ; daha
doğrusu bu isimle işaret edilen müsemmanın, belli bir terkibi var...A isminden
%23, B isminden %2, C isminden %7, D isminden %18 ve bu gibi..Böylece çeşitli
mânâların terkip hükmüyle bir bedende çıkışına Ahmed demişiz..Bu terkibin başka
bir târifi de, belli huylar ve tabiatlardır!...Yani Ahmed’in huyu budur, şunu
yapar; Atasay’ın tabiatı budur, şöyle yer, içer, uyur gibi sıraladığımız
özellikler, bu terkiplerin fiil mertebesinde ortaya çıkışıdır.
Yani huy ve tabiat
dediğimiz özellikler bu terkibin mânâsının fiil mertebesinde ortaya çıkışından
başka bir şey değildir.
Senin kendini,
hakikatınla tanıyabilmen için, zâtının tekliği yönünden harekete geçmen
gerekir...zira, sadece tekliğini bilip, mânâları kendinde bulamaman, senin
ancak, hayâlini kendine TANRI seçmiş olduğunu gösterir. Bu huylarını, Allah’ın
ahlâkı ile genişletmedikçe; yani sen “Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanmadıkça”, Allah’ı tanıyamazsın!..tanıdığını iddia ediyorsan, bu
tanıdığın ancak belli ölçülerle kayıtlı bir ilâh olur. Allah’ın bir yönü
olur!...
Hz.Rasûlullah
Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ne diyor:
“Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanınız!...”
Tevhid esasındaki
görüşe göre, sendeki ahlâk, Allah’ın ahlâkı değil mi?...Evet, ama o sendeki
ahlâk, senin terkibiyetin dolayısıyla oluşmuş bir ahlâk!..Yani, sınırsız
ve ölçüsüz mâhiyetleri ve asliyeti itibariyle Allah’ın ahlâkı olan o
husus; Ahmed ismi altında, terkip hükmüyle müşahede edildiği zaman,
tamamen ölçülü, sınırlı, kayıtlı bir hâl alır ki, bu hâliyle görünüşü
itibariyle, Allah’ın ahlâkı olduğu iddia edilemez artık!..
Evet,
Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanmak nedir ve nasıl olur?..
Daima “LÂFI”
edilegelir...Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, Allah’ın
yeri, yurdu, maddesi, mekânı olmaz diye...Oysa genel yaşantımızda bu asla böyle
değildir!..Sanki Dünyadan belli bir uzaklıkta oturmakta olup, oradan Dünyayı
idare etmekte olan; kimi işlerimizi düzenleyip, kiminin de düzenlenişini bize
bırakan; kah müşfik, kâh celâlli bir “İlâh-diktatör” anlayışı içinde
günümüzü geçirir ve bu zannımızda yarattığımız varlığa da “Allah” adını
yakıştırırız!!!...
Hüviyet kağıdında dini
ne olarak yazılmış olursa olsun, bu tür bir düşünce içinde olan kişinin,
gerçekte inandığı varlık, asla “Allah” olmayıp, kendi hayâlinde yaratmış
olduğu bir totemdir!İlâhtır!..Tanrısıdır!.
Ya, “ALLAH”
ismiyle anlatılmaya çalışılan varlık...?
Burada, mecburen
öncelikle kendini nasıl tanımladığına bakacağız... Zira bizim onu
tahayyül ederek bulmamız muhaldir!
“O’dur EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN”
“MİSLİ OLAN BİR ŞEY YOKTUR”
“DE Kİ, ALLAH AHAD’DIR;ALLAH SAMED’DİR; DOĞURMAMIŞ VE
DOĞURULMAMIŞTIR VE DENGİ OLAN BİR ŞEY DE YOKTUR”
Sadece bu yukarıda
verilmiş hükümler dahi,
Yani, Evvel, âhir,zâhir,
bâtın kelimeleriyle kastedilen hep
O’dur! Yani, aynı şeydir!..Ki O’nun, bir misli, benzeri, yakını, diye bir şey
de sözkonusu değildir!...Ve nihayet O, cüzlere ayrılması, bölünmesi, ya da
cüzlerin birleşmesi gibi hususlar söz konusu edilmeden; TEK’tir!..Öyle bir AHAD
ki, AHAD’ın varlığı dışında hiçbir şeyden söz edilemez...Hatta AHAD oluşu
dolayısıyla, “şey” kelimesiyle kastedilen mânâyı dahi
Kısaca üzerinde durduğumuz bu husus dolayısıyla,
anladık
Şimdi bu açıdan sorarsak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak
ne demektir;zira, O’ndan gayrı yoksa, O’nun ahlâkı
dışında da bir şey sözkonusu değildir...Sendeki, RABBİNİN ahlâkıdır!..oysa, senden istenen Allah’ın
Ahlâkıyla ahlâklanmandır!..
hf
VEHİM
TERKEDİLMEDEN!
Sende kendini
Allah`tan ayrı, bağımsız bir varlık olarak “var”
İşte bu, “VEHMİN”
sendeki tasarrufu dolayısıyla var!.
Senin kendini
Allah`tan ayrı bir varlık olarak
Senin kendini, bu
beden
Ve sen, bu vehimle
de yaşadığın sürece de, “Vahdet”in ne olduğunu anlayıp, hissedip,
yaşaman mümkün değildir!.
Çok çok, “vahdet”in
kuru bilgisini yüklenirsin üstüne!... O bilginin hammalı olursun!... Ama asla
yaşayamazsın!...
“Vahdet”in
lafını eder, “ben Hakk`ım” der; “Hak`tan gayrı bir şey yok” der durur,
kendini aldatırsın!.
Bal kavanozu yalamakla
balın güzelliklerine erilmiyeceği gibi, varlık terkedilmeden de “vahdet” kelâmı
etmekle, “vehim” terkedilmez!..
Vehim terkedilmez “sahiplik”
duygusu varken!..
Terkedemediğin her şey
vehminin getirdiği sahiplik duygusundandır!..
Nelerin varsa, kendini
nelerin sahibi olarak görüyorsan, o kadar güçlü vehmin esirisin demektir!..
Nerede kaldı, vahdeti yaşamak
Var olmayan şey sende
hükmünü nasıl icra ediyor?…
Nefsi tahrik ederek!
Vehim, herşeyi tersine
gösterir. İşte bu yüzden de zararlı hareketi yararlıymış gibi zannettirip
seni yanlışa çekebilir
Ne varki, aklın, beyne
gelen fikirleri her an gerektiği değerlendirememesi tehlikesi vardır.
Zira vehim “nefs” üzerinde ağır basar.
İnsan için
Vehimden daha şerli
bir şey yoktur!
Bütün evliyanın
kerameti, vehim kuvvetinin tasarrufuyladır. Kendindeki vehim kuvvetini tasarruf
altına alarak o kerâmetleri izhar eder.
Vehmin üstesinden
yüzde yüz gelebilecek bir güç vardır…İşte o güç iman gücüdür!!
“VEHİM” duygusu
insanda mevcut bulunan en büyük şer güçtür!.
Varolmayan ya da
varolması mümkün olmayan şeyleri imkan dahilinde göstererek bilinci âdetâ esir
eder!.. Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde “vehim”
yatar!.
Vehim terkedilince,
Vahdet idrak edilir!
Var
Vehmin, gerçekte var
olmadığı halde, çeşitli faktörlerin "var" olarak kabul
ettirdiği kişilikten kurtulup da, özündeki evrensel kişilikte, yani Hakikatı
Muhammediye mertebesinde kendini tanıyabilmek, yeryüzünde enderin enderi
bir olaydır.
Allah'ı, sistemini, mârifet yollu bilmesine rağmen, kişi ne kadar çalışırsa
çalışsın, Allah'ın hükmüyle bu yolda bir takdire uğramamış ise, "ikilikten"
yani "gizli şirkten" tam olarak arınamaz.
Yakındır, ama ikilik
kalkmamıştır!..
Bu da gerçekten çok
üzücü olur bu zevât için.
Allah'tan uzak düşmüş,
yani O'nu tanıma yolundan çok öteye sapmış kişilerin, bu hâllerini
farkettikleri zamandaki uzaklıktan yakınışları gibi. Allah'a yakın olduğunun bilincine
ermiş bu kişiler de yakın olmaktan yakınırlar!..
Çünki, yakınlığın
dahi uzaklık gibi bir "ayrılık" kavramı olduğunu tesbit
etmişlerdir.
"Vahdeti"
yaşayanlarda ise "kesret" müşahedesi olmaz!.. Kesret kavramı
olmaz!.. Belki kesreti, vahdetin zuhûru olarak seyrederler.
Bu yüzden de, onlarda,
Allah'da yok olacak bir varlığın mevcut olup da yok olması; Allah'a
erecek bir varlıktan söz etme gibi görüşler asla mevcut olmaz!..
Çünki, onlarda,
"ALLAH
ŞEHADET
VELİ-VELÂYET
"Velâyet",
"nefs"in bilinç yollu hakikatını kavradıktan sonra, takdir
edilen ölçüde ve dilenilen şekilde gereğini yaşama hâlidir!..
Allah isimleri
arasında "VELÎ" isminin anlamının kişinin esmâ formülünde
ağırlık kazanmasının sonucudur.
Varlıkta asâleten var
olan ve ebediyyen sürecek olan kemâlât "velâyet"tir. "Nübüvvet"
ise "veli"ler içinde üst sınıfı teşkil eder. Cennet yaşamında
"nübüvvet" görevi yoktur; onların her biri "velâyet"
kemâlâtının en yüksek halleriyle yaşamlarına devam ederler.
Kişinin "ALLAH"a
"ERME"sinde iki sistem vardır..
Birisi "Hak'tan
halka", "nuzül" şeklidir...
Öteki ise "Halktan
Hak'ka" "uruç" şeklidir.
Velide, çalışmalarla birlikte belli bir tekâmül gözükür; ve nasibi, istidadı
oranında Hak'ka vuslata erer!.
Nübüvvet ise nebinin herhangi bir say'ı, gayreti olmaksızın, Hak'kın kendi
hakikatlarını o nebinin dilinden açığa çıkarmasıdır.
Bunu misâlle anlatmağa
çalışalım:
Hak'tan birime açılan
bir mânevi kanal ile nebiden hakikatlar zuhur eder!...
Velide ise, bizâtihi
yaptığı belli çalışmalar sonucu açılan bir tünelle Hak'ka varır. O hakikatlara
vasıl olur...
Olduktan sonra da
bazısı halka yararlı olmak amcıyla ilahi vuslata ermiş olarak, belli vasıflarla
vasıflanmış kişi olarak halk arasında görev yapar; veya yapmaz... Bu da Hak'ın
takdirine bağlıdır.
Gerek “Nebi” ve
gerekse “Rasûl”, “Allah” adıyla işaret edilenin esmâsından “El
VELΔ isminin zuhuru olan “velâyet” kemâlâtının mazharı olarak bu
mertebeye kavuşmuşlardır.
Dünya yaşamında “Nübüvvet”
ve “Risâlet” işlevini yerine getiren bu zevât, bu kemâlâtlarını “VELΔ
isminin mânâsından alırlar ve ölümötesi âhıret yaşamlarında da “Velâyet”
kapsamında olan “Risâlet” mertebesiyle yaşamlarına devam ederler..