AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

Y

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİHRİST

  Yakin
· İlmel yakin
· Aynel Yakin
· Hakkel Yakin
· Yakin Ehlinin Hali
· Yakine Erenin İbadeti Biter mi?

· Yaratma (Bkz.Tekvin)
· Yargılama( Bkz.”Değer Yargıları Neye Göre?”)
· “Yargılama , Niçin “Allah”a Aittir?
· (Bkz.Değer Yargıları Neye Göre?)
· Yaşam
· Hayvansal Yaşam
· "Yatay Genişleme"
· Yer
· 7 Kat Yer
· Yevm
· Yeryüzünde Halife (Bkz."Halife")
· “Yıldızlar Feleği”

     YAKÎN

 “Yakine ermek” ; bütün varlıkların özündeki melekî boyutu fark ederek – hissederek – görerek, artık “kesin – şaşmaz – değişmez” bir gerçeği tesbit etmek demektir!

Niye   

“Şahdamarından daha yakınım insana

 diyor?...

Şah damarı nerede?..

İçinden gidiyor, beyine doğru...içindeki bir damar.. Kalpten beyne giden ana atar damar.. Bu atardamar dahi beyne giden atardamar dahi dışta kalıyor!..beyninin içi, özü... varlığında mevcut olan Allah!

Yakîn" bir hâlin hakikatını, gerçeğini algılama ve gereğini yaşamadır. Dolayısıyla, "ölüm" de "yakîn" ile erilen hallerden ancak bir tanesidir.

"Yakîn", kişide "Allah BÂKÎ"dir hükmünün yaşanmasıdır!..

Bir "yakîn" vardır ki sonunda "küfür" yani gerçeği örtmek vardır.

Bir "yakîn" vardır ki, neticesi "sıdk" üzere "vuslat"tır!..

Yakin; şirkin zıddıdır! Hangi bilginiz YAKÎNE dayanıyorsa, onda şirk yoktur!

Cebindekidir yakîn!

Yakîn tasarrufu getirir, ki o da tahkikin sonucudur!

Ölüm” de   “yakin” ile erilen hallerden ancak bir tanesidir.

“Yakin” , gerçeğe erme olduğuna  göre; ölümle  de bedensel yaşamın hakikatı olan ruhsal yaşama erilir.Ama “yakin” asla  ölüm demek anlamıyla kayıtlanamaz.

İnsanların önemli bir kısmı İRFAN sahibi olamadıkları için, cennette de, buradaki gibi kendi güzellikleriyle kifâyet edecek, Allah’a yakînin sonuçlarını elde edemieyeceklerdir!...

Tefekkür, Allah’a yakin’in ilk basamağıdır.Tefekkür yoksa zaten yakin oluşmaz.

Allah’a yakin elde etmek isteyen kişinin  adım atacağı ilk basamak, “tefekkür”dür!

Namazlar, oruçlar, vesaire  ancak tefekkür basamağına basıldıktan sonra tesirini kişide göstermeye başlar.

Halkın bildiği; “insanların, Allah'a yakınlık elde etmesi amellerine bağlıdır; iyilik yapanlar, istenilen çalışmaları yapanlar Allah'a yakın olurlar” zannedilir. Oysa, burada vurgulanan gerçek hiç de öyle değildir.

Evet, Allah, yakınlığını ihsan ettiği kullarına yararlı çalışmaları; uzaklaştırdığı kullarına da zararlı çalışmaları kolaylaştırır ama...

Bu, zâhirden bâtına yönelindiğinde, dıştan içe bakıldığında, beşer anlayışıyla Allah değerlendirilmeye kalkıldığında, şekle ve görünüşe göre hüküm verildiğinde böyledir!..

Gerçekte.

Özden dışa... Allah'ın ilmi ile beşeriyete... Allah'ın ilmiyle Allah indindeki âlemlerine nazar edilirse...

Görülen bütün fiiller, Allah'ın isimleriyle zâhir olan mânâ terkiplerinin oluşturduğu görüntülerdir. Ve hiç bir ayırım olmaksızın hepsi de Allah'ın ilmi ve kudretiyle zâhir olmaktadır!.. Ve hepsinde de Hakkın varlığı aynı şekilde mevcuttur!.. Bu sebepledir ki, Allah her birime, şeye aynı şekilde yakındır!..

Hatta yakınlık ve uzaklık kavramı bahis konusu olmaksızın Allah'ın varlığı ile kaim varlıklardır algılanan her şey!..

Bu nedenledir ki, fiillerden çıkan ve Hakkın takdirine göre, tâat ve mâsiyet adını alan fiiller, o birimin Allah ile yakınlığı veya uzaklığı konusunda geçerli olamaz.

Birimin kendisini yakın ve uzak görmesi, fiilinden ötürü değil, Allah'ın hüküm ve takdirinden dolayıdır.

Bu sırra dayalı öyle oluşlar mevcuttur ki, bunları burada anlatmaya kalksak, korkarız ki hafsalası alamayan pek çok kişi inkâra gider ve bu yüzden ebediyyen Allah'tan perdeli kalmaya mahkûm olur!.. Onun içindir ki, bu denizde daha fazla açılmayalım.

Kişi vuslata erene kadar, yani yakîn gelene kadar var sandığı vehminden doğan benliğiyle hareket edecek ve ibadet edecektir.

Peki ya yakîne erdikten sonra, "Hakikatı" yaşadıktan sonra ne olacaktır?.. İbadet bitecek midir?..

Yakîne erenin ibadeti biter!.. Ancak, ubûdeti devam eder!..

Yakîne erenin ibadetinin bitmesi ne demektir?...ibadet nasıl biter?.. Sonra ne olur?..

Fiil, kula bağlandığı zaman ibadet adını alır. Faili Hakiki ortaya çıkıp, kuldan sadır olan fiillerin Allah'a ait olduğunda ise ubûdet denilen yaşam başlar!..

Hemen şu âyeti kerîmeyi hatırlayılım:

 "ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN ALLAH ATTI !.." (8-17)

 Atma fiili senden çıktı ama sanma ki sen varsın da o atma fiilini sen meydana getirdin; atma fiilinin hakiki fâili Allah'tı.

 "SİZİ DE, FİİLLERİNİZİ DE HALKEDEN ALLAHTIR" (37-96)

 İşte bu gerçeği göremeyiş, yani fâili hakikiyi göremeyiş; fiillerin fâili hakikisi olarak vehmi benliğini kabulleniş, bir yönüyle şirk, diğer yönüyle de küfürdür!..

Fiillerin faili olarak kendini görüş, Allah’a karşı kendini bir tanrı gibi kabullenme sonucunu doğurur ki, bu yönüyle şirke yol açar!..

Öte yandan fiili gene kendisinin meydana getirdiğini zannediş, faili hakikiyi inkâr sonucunu doğurur ki, bu da kişinin inkârını yani küfrünü oluşturur.

Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği "Ben"liğinin "yok" olduğunu, var olan TEK Vücud'un Allah olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.

"Yakîn"in üç basamağı vardır ;

 İlm-el yakîn;

 Ayn-el yakîn;

 Hakk-el yakîn..

hf

İLM-EL YAKÎN

 Hakikatı bilgi yolu ile algılamak, idrak etmektir.

"İlmel yakîn"de; kişi ilmî idrâk ile "Allah"ın tekliğini, Hz Rasûlullah`ın elçiliğini ve kulluğunu idrâk ederek şehadet eder.

hf

AYNEL YAKİN

 Hakikatı idrâk ettikten sonra onu kendinde hissetmek ve bu istikamette bir müşahede içinde olarak yaşamaktır.

Ayn-el yakîn sahiplerinin "Yakîn" ile elde ettikleri bir kurb (yakınlık) sözkonusu!.. Ancak şuraya dikkat edelim; "Kurb" yani yakınlıktan söz ediyoruz.iki ayrı varlığın birbirine yakınlığından.

Yani, Tekliğin müşahedesi oluşmuş, fakat vehimdeki "benlik" kavramı kesin olarak kaybolmamış!.. Bir diğer ifade ile, Hakkel yakîn oluşmamış!.. Hakkel yakînin oluşması için, kişinin kendini Hak'tan ayrı bir varlık olarak düşünme hali ortadan kalkar. Yani "Zât’ta fenâ" olma hâli diye târif edilen bir hâl ile ikilik kalkar.

İşte bu kişiler, ilmen olayın bütün sistemini bilirler. Olayın bu olduğunu da açık seçik müşahede etmişlerdir.işte bu noktada onları büyük bir üzüntü kaplar. Çünki, bir türlü, bilinçlerini kaplayan "birimsel benlik" hissiyâtından, kavramından uzaklaşamamaktadırlar.

İnsan için en büyük belâ "VEHİM" hükmü altında kalmaktır. Allah’tan insanı ayrı düşüren en büyük perde "VEHİM" perdesidir.

"VEHİM" perdesi kalkıp, Allah Nûru ile anlayış ikram olan kişi derhal Allah’a erer, YAKÎN sahiplerinden olur!..

Vehmin, gerçekte var olmadığı halde, çeşitli faktörlerin "var" olarak kabul ettirdiği kişilikten kurtulup da, özündeki evrensel kişilikte, yani Hakikatı Muhammediye mertebesinde kendini tanıyabilmek, yeryüzünde enderin enderi bir olaydır.

Allah'ı, sistemini, mârifet yollu bilmesine rağmen, kişi ne kadar çalışırsa çalışsın, Allah'ın hükmüyle bu yolda bir takdire uğramamış ise, "ikilikten" yani "gizli şirkten" tam olarak arınamaz.

Yakındır, ama ikilik kalkmamıştır!..

Bu da gerçekten çok üzücü olur bu zevât için.

Allah'tan uzak düşmüş, yani O'nu tanıma yolundan çok öteye sapmış kişilerin, bu hâllerini farkettikleri zamandaki uzaklıktan yakınışları gibi. Allah'a yakın olduğunun bilincine ermiş bu kişiler de yakın olmaktan yakınırlar!..

Çünki, yakınlığın dahi uzaklık gibi bir "ayrılık" kavramı olduğunu tesbit etmişlerdir.

"Vahdet"i yaşayanlarda ise "kesret" müşahedesi olmaz!.. Kesret kavramı olmaz!.. Belki kesreti, vahdetin zuhûru olarak seyrederler.

Bu yüzden de, onlarda, Allah'da yok olacak bir varlığın mevcut olup da yok olması; Allah'a erecek bir varlıktan söz etme gibi görüşler asla mevcut olmaz!..

Çünki, onlarda  

"ALLAH ŞEHÂDET EDER Kİ, TANRI YOKTUR ANCAK BENLİĞİ İLE SADECE KENDİSİ VARDIR" (3-18)

hf

HAKK-EL YAKÎN

 İlâhi sıfatlarla, ikramı ilâhi neticesi tahakkuk etmektir.

hf

YAKÎN EHLİNİN HÂLİ

 TEK’in nazarıyla Tek’ten “çok”a bakışı muhafaza edip, sürekli olarak piramitin  tepesinden aşağıya bakarak varlıkları seyretmektir.

hf

YAKÎNE  ERENİN  İBADETİ  BİTER  Mİ ?

 Kişi vuslata erene kadar, yani yakîn gelene kadar var sandığı vehminden doğan benliğiyle hareket edecek ve ibadet edecektir.

Peki ya yakîne erdikten sonra, "Hakikatı" yaşadıktan sonra ne olacaktır?.. İbadet bitecek midir?..

Yakîne erenin ibadeti biter!.. Ancak, ubûdeti devam eder!..

Yakîne erenin ibadetinin bitmesi ne demektir?...İbadet nasıl biter?.. Sonra ne olur?..

Fiil, kula bağlandığı zaman ibadet adını alır. Faili Hakiki ortaya çıkıp, kuldan sâdır olan fiillerin Allah'a ait olduğunda ise ubûdet denilen yaşam başlar!..

Konu buraya kadar gelmişken, akla takılabilecek şu sualin de cevabını vermeden geçmeyelim:

"Ben vuslata erdim, gerçeği gördüm, hakikatı idrak ettim, artık bundan sonra ben ibadet etmiyorum!.. Ne yukarıda bir tanrı var ve ne de ibadete ihtiyacı olan bir varlığım." diyerek bir kişinin ibadetleri terketmesi hoş görülebilir mi?.. Bu hâli yerinde midir?.. Yaptığı bu iş doğru mudur?..

Bu gerçekten tasavvufta son derece önemli bir konudur.

Bir çokları, bu hususta kendilerine örnek olarak gösterilen kişilerin davranışlarını da kabul etmezler. Meselâ, derseniz ki; hakikata ermiş bulunan Abdülkâdir Geylânî, Bahaeddin Nakşıbendî, İmam Gazalî, Muhyiddin Arabî, Hacı Bektaş Veli gibi zevâtın hiç biri de ibadetlerini terketmemişlerdir. Hemen buna kılıf takıp, onlar örnek kişilerdi, bunun için yapmışlardı, derler.

Oysa "ibadet" adı verilen bu çalışmalar, Allah'ın esmâ ve sıfatını izhar kanunları gereği ve sonucu olarak zorunludur ki, bunu idrâk edemezler.

 "ALLAH'IN SİSTEMİNDE ASLA DEĞİŞİKLİK OLMAZ" (48-23)

 Madde bedenimiz, fizik bedenimiz nasıl enerji ihtiyacını karşılamak için yemek - içmek zorunda ise; "RUH" dediğimiz "Halogramik dalga bedenimiz" de enerji ihtiyacını yani "nur"unu, ibadet denilen beyin çalışmaları sonucu elde eder. Şayet bu çalışmaları ihmal ederseniz, "nur"unuz, yani ölümötesi yaşam bedeninizin enerjisi yetersiz kalır. Bunun neticesinde de hiç hoşlanmıyacağınız, size azab verecek şartlar içinde hapis kalırsınız.

Hakikatı yaşamakta olan bir mahal, şu anda yeryüzünde hayatına devam ederken, yaşadığı halin değil, bedenin içinde bulunduğu şartlar sonucu nasıl yiyip içmeğe devam etmek zorunda ise; ve bu yiyip-içişi nasıl hakikatı yaşamasına engel değil ise; aynı şekilde ruh bedeninin ihtiyacı için de o ibadetlere devam etmek zorundadır!.. Aksi takdirde, hakikatı ne kadar bilirse bilsin, o enerji ya da "nur" eksikliğinin sonuçlarına katlanmak mecburiyetinde kalacaktır!..

Esasen, "hakikat", şuur boyutunda yaşanan bir şeydir!.. Her boyut kendi varoluş sistem ve kuralına göre yaşanır!.. Gerçekten hakikata ermiş yakîn sahiplerine de bu gizli kalan bir durum değildir.

Bu sebeple de, eğer bir kişi de bu tür eksiklikler görülürse, genellikle onun henüz tam anlamıyla hakikata ermemiş olduğu, olaya kulaktan dolma kuru bilgiyle yaklaşmakta olduğu düşünülür!..

Zirâ, hakikatta, şeriâta ters düşen bir durum görülmez!..

hf

YAŞAM

 Sadece ve sadece kişinin yaradılış gayesindeki hedefe, yoğrularak yontularak, terbiye olarak ulaşması içindir!

Dünya yaşamı sırasında beyninize giren her şey istisnasız ruhunuza yükleniyor ve kesinlikle bunlarin sonuçlarını yaşamaktasınız; ve yaşayacaksınız!.

İnsanın bilinçli yaşamı idrakı kadarıyladır... İçgüdüsel davranışlar idrak kadarıyla kontrol altına alınır...

Hep, yaşamı, eskinin veya eskilerin veya eskiden verilmiş mertebe, değer ve pâyelerin devamı olarak kabul ediyoruz!. Aklımıza gelmiyor, yeni –yeniden veya yenilenen değil- yaratış ne demek?… Bu neleri kapsıyor?

Tecdid”i, yeniyi ortaya koymak gibi anlıyorum ben, “fiy halkın cedîd”den gelen bir şekilde; “eskiyi yeniden” ortaya getirmek olarak değil.

Yenileri, eskiyle değerlendirdiğimiz için de, otomatik olarak geçmişin hayâl dünyasında yaşıyor; yarın, geçmiştekinin değişik elbiselisini göreceğimizi tasavvur ediyoruz!.

Dünyayı da böyle değerlendiriyoruz, Dini de, tasavvufu da, evliyayı da!…

Oysa, dün, ders almak; o dersle, yeniyi değerlendirmek için gereklidir; geri gidilmek ve yaşanmışı tekrar yaşamak için değil!. Bu Allah’ın sistem ve düzenine aykırıdır!.

Dün”ü değerlendirmek, ayrı şeydir; “dünde” yaşamak ayrı şey!.

Hayâl dünyanızdaki dünden gelen değer yargılarınız, pâyeleriniz ve kurgularınızla kendizi bağlayıp, kayıt altına aldığınızın; bu yüzden yeni yaratılmış sayısız kemâlâtı gözden kaçırdığınızın farkında mısınız acaba?

Kemâlât sahiplerinden ancak kâmil işler çıkar!.. Eğer sen düne kıyaslayarak bir eksiklik görüyorsan, ya o kişi kemâlât ehlinden değildir; ya da öyledir, kendi eksikliğinden dolayı onun yaptığını eksik görüyorsundur; onun fevkindeymiş gibi değerlendirme yaparak!.. Hem hikmetini bilmezsin; hem de eskiye-eskilere kıyasla, yargılar, kendine göre değerlendirme yaparsın!.. Ama ateşi toprakla kıyaslayan bunda yanılmıştı!.

Biz insanları değerlendirmek için değil; kendimizi tanımak, geliştirmek ve yaşamımızdan pişmanlık duymayacağımız şekilde ölümötesine geçmek için geldik… Bunun dışındaki yönelimler, bizim, hedefimiz yolunda hızımızı düşürtür; telâfi edemiyeceğimiz şeyleri kaybettirir!.

Öyle ise tüm değerlendirmelerimizi yeni baştan gözden geçirmeyi deneyelim, eskiyle kıyaslamaksızın; önümüzdekileri, objektif olarak, bize verdikleriyle, “yeni” olarak farketmeye çalışalım… Ancak bu takdirde “yeni” olarak karşımızdakileri değerlendirmemiz mümkün olur…

Yaşamınızdaki değerlendirmeleriniz değil, tasavurunuzda oluşan tüm rüya ve hayâlleriniz dahi böyledir!… Onlar dahi, aynı şekilde, eski verilerinize kıyasla değerlendirilir… Bu yüzden de yorumlarınızı hep eskiye kıyasla yaparsınız…

Peki, karşılaştığınız şey, ya yeni bir şeyse, eskiyle alâkası olmayan!?… Ve siz, onun hakkettiğini vermemekle, ona zulmetmiş olmaz mısınız?… Ona zulmetmekle, kendi nefsinize zulmetmiş olmaz mısınız?

Acaba yaşam, eskinin kendini yenilemesi olarak mı açığa çıkıyor; yoksa yepyeni oluşlar var da, beynimiz hep eskiye kıyasla değerlendirme yaptığı için, biz öyle mi kabul etmek zorunda kalıyoruz?

Baktığımızda, dün gördüğümüzün aynını gördüğümüz düşüncesini taşımamıza karşın, niye “yeni”yi farkedemiyoruz?…

Bunun en basit açıklaması, yazdığımız yazılardaki yanlışları, tekrar okuduğumuzda farkedemeyişimizdir… Daha detaylı anlatmak gerekirse, “refresh” yapmadan, sayfa açmamızdır!.. Yani, eski veri tabanıylayeni”ye bakmamızdır!…

Ancak gerçekten “yeni”yi algılamak istiyorsak, “refresh” de yetmiyecek, belki toptan “format” atmak gerekecektir!… Bu da beyni sınırlı kapasite ile çalışanlar için fevkalade güç, neredeyse imkânsız bir iştir!..

Peki olmayacak bir işse, niye bunları yazıyorum?

En azından böyle bir olay olduğunu düşündüm; ona göre varlıkları, yaşamı değerlendirmeye çalışıyorum; sizin de bundan haberiniz olsun, diye!… Zira, “yeni”leri farketmezsek, hâlâ atamızın, babamızın veya annemizin “yenilenmiş”ini giymekte devamederiz; gibime geliyor!.

Öyle ise gelin dostlar olabildiğince, eskiye veya başkalarına kıyaslamaları bir yana bırakıp, “yeni” olarak değerlendirmeye çalışalım her an tüm yaratılmışları!…

Kendi aslını ve orijinini kavrayabilme yeteneğine sahip; dolayısıyle, en mükemmel yapıda meydana getirilmiş olan birim yaratılmıştır; ki o aynı zamanda yeryüzünde "Hilâfet" vasfına da sahip olan insan`dır!.

Ne var ki her iki ayaklı yapı mutlaka "insan" olmayıp, "insansı"da olabilir!.

"İnsansı"nın, "İnsan" kelimesine müsemma olabilmesi için, aklını kullanarak, kendi hakikatını tanıması, idrak etmesi; bedeninin bilincinde oluşturduğu kayıtlarından; bedenin istek ve arzularından kendini kurtararak; şuur boyutunda kendini bulması ve şuuru`nun, mutlak varlığın ilmi olduğunu farkedebilmesi gerekir...

Kendileri için hiç bir yarar düşünmeksizin fiiller ortaya koyan suretler ise, "Melekler" diye isimlendirilir. Bunların ortaya koyduğu fiiller, kendilerine dönük değil, tamamiyle, varlıkta bir şey oluşturmağa yöneliktir...

hf

HAYVANSAL YAŞAM

 Ef`al âleminde bulunanların bir kısmı, tümüyle kendini bilemeyişin gereği olan fiilleri ortaya koyarlar.

Kendi hakikatını ve ölümötesi yaşamı bilmeyişin sonucu olan bu yaşam tarzı, "hayvansal yaşam" dediğimiz, yaşamdır... Tümüyle, bedene dönük fiiller içinde bir yaşam şeklidir...

Doğuyoruz, büyüyoruz; büyürken, içinde yaşadığımız toplumun doğru ve eğrileriyle şartlanıp; onları doğru ve eğri kabul ediyoruz!… Sonra genetiğimizin de yönlendirdiği karakterle, başlıyoruz en iyi şekilde yaşamak amacıyla savaş vermeye…

Kâh aldatıyoruz, kâh kandırıyoruz; kâh ezip geçiyoruz; kâh vurup geçiyoruz; kâh egomuzu tatmin için birilerinin üstünden geçiyoruz!…

Kimimiz için, dünya, o olmasa dönmez, hâle geliyor!… Kimimiz, yorumları olmasa, insanlar yönlerini tâyin edemeyecek sanıyor!…

Kimimiz cep, kimimiz koltuk veya etiket uğruna nice savaşlar verip; hep vatan uğruna millet uğruna yaşıyoruz!!!…

Millet deyip, cebimizi dolduruyoruz; Din deyip, cebimizi dolduruyoruz!… Cebimiz olmazsa, etiketimizi; şânımızı dolduruyoruz!

Yaşamın evrensel amacı ne mi olmuş?… Para… Koltuk… Nâm… Dişi…

Tüm oyunlar bunun üzerine kuruluyor…

Her şey, eline geçene kadar değerli!.. Satın alana kadar, değerli!.

Elde ettin mi, değeri tükeniyor; haydi yenisine!… Satın alınmayacak, elde edilip hükmedilmeyecek yok sanıyoruz!. “Kaça?” demekte devam ediyoruz!… Allah’a bile, paha biçmeye kalkıyoruz!

Paraya doymuyoruz!

Koltuğa doymuyoruz!

Nâma doymuyoruz!

Dişiye doymuyoruz!…

Ötesini, bilmiyoruz ki!

Allah Rasulü’ne de imanımız yok ki, gösterdiği hedefe ulaşmak gibi bir amacımız olsun!…

Doyasıya, patlayasıya, çatlayasıya, yiyip içip, çiftleşmenin yollarını arayıp duruyoruz!.

Tanrı korkusu olmasa, ne zekât vereceğiz, ne bir iyilik yapacağız!.

Ama ya varsa, öte dünya?

İşte bu korku bazılarımızı biraz dizginliyor!.

Hayvanî arzularımızı frenliyor!.

Ateş ve azap korkusu tanrı korkusuyla birleşince, disk fren gibi işlev görüyor!.. Bu korkuları olmayansa dolu dizgin, patlamış frensiz araba gibi!. Nereye kadar?… Toslayacağı yere kadar!.

Ama tüm bunlar, oyunun bir sahnesi daha… Farkında değiliz!. Arkada, bu sahneye göre gelişecek çok sahne var daha!.

Bu sahnede kimlerle olduğun, kimlere hükmettiğin; kimlere vurup geçtiğin; kimlerin sırtında kimleri ezip tükettiğin, gelecek sahnelere göre çok önemli… Tohumunu, ruhsal genlerini düzenliyorsun bu arada… Bak o tohum sana neler yaşatacak zorunlu olarak genetiği istikâmetinde sana!

Dedesi erik yemiş; torunun dişi kamaşmış!.

Dedesi vurup geçmiş; torunu delinip geçmiş!

Oynadığın rolün, sana gelecekte hangi sahneleri yaşatacağını düşünecek kadar çalışmıyorsa artık beynin; ister biraz daha bu hâliyle kullan; faturanı yükselt!… İstersen bir sakatatçıya sat!… Mezelik ya da salatalık niyetine değerlendirilsin!.

Ölümötesi yaşamı idrak edemeyip; gelecek yaşamına göre hayatına yön vermeyen; yalnızca, para, dişi, nâm, koltuk için gününü gün eden beyin; gelecek sahnelerde, ateşte kızartılıp, ya da haşlanıp, “ötekilerin” sofrasını süsleyecektir!.

Bu senaryoda, sana hangi rolün verildiği benim hiç derdim değil!.

Ama sen, senaryoda sana verilen rolün, gerisini de düşün; diğer sahnelerde başına gelecekleri de artık idrak etmeye çalış!.

Senaryoyu anlayamasan, okumamış olsan da; hiç olmazsa, yaşamdaki rolün iyi olsun; buna çalış!. Başarıyorsan, nasip demektir!. Başarmak için gayret sarf etmiyorsan veya gerek duymuyorsan; şimdiden sakatçının yolunu öğren!.

Hayvansal yaşama, mantıkla üstünlük getiren; ancak aklı değil, zekayı esas alan yaşam biçimi, "Cinler"in yaşamıdır... Kısa süreli olaylar içinde, bireysel menfaatlere dönük davranışlar ortaya koyarlar.

hf

 “YATAY GENİŞLEME” 

 Yatay genişleme; senin ilmin kadarıyla dünyada karşılaştığın değişik olaylardan edindiğin tecrübe ve buna dayalı yeteneklerindir...

Ölümden sonra yatay genişleme sözkonusudur...  

Kur’ân diyor ki;

 “Dünyada âmâ olarak ölen, Ahirette de âmâdır.”

 O zaman tek şansın var.

Dünyada yaşarken bir takım gerçekleri görüp, hissedip, değerlendirip, yaşayabilmek önemli.

Dünyadan gittikten sonra artık, şansını kaçırmış oluyorsun.

Belki şöyle diyeceksin.

“Burada yapamadık, göremedik, elde edemedik ama, oraya gittiğimizde yaparız” ...

Hayır!.

Hiç öyle bir şey umma! Öyle bir şey söz konusu değil!.  “Orada bana filânca yardım eder de benim mertebem yükselir...

” Hayır!  Böyle bir şey muhal!.

Hiç kimse senin mertebeni orada artıramaz!.

Bu devirde en çok kullanılan bir söz de şudur, özellikle Târikatlarda ;

“Biz bu durumda ölsek de önemli değil. Şeyhimiz orada bizim elimizden tutar. Bize mertebelerimizi atlattırır, yükseltir.  Hayır!

Böyle bir şeye dair ne bir âyet vardır, ne de bir Hâdis vardır. Tamamen bir uydurma!.

Hiçbir şeyh, veli, evliyânın öbür tarafta, dikey bir yükselmeye dair, şefaati yoktur, şefaat edemez!.

Yatay genişleme olur. Ama, yatay genişleme kişiye mertebe getirmez. Yani, Levvameden, Mülhimeye... Mülhimeden Mutnainneye... Mutmainneden Radiyeye kişiyi geçirtemez! Velev ki, dünyada iken geçmiş olsun...

hf

“YER”

 Tasavvufi mânâda “YER”den murat kişinin "AKLI"na işaret edilmektedir.

hf

7 KAT YER

 Dünyanın yaşadığımız zemini üzerinden, Ay yörüngesine kadar olan sahadır!

Buna göre biz, şu anda 7 kat yerin dibinde yaşamaktayız! Bizim üstümüzde 6.kat yer, üstünde 5.kat yer ve Ay’a kadar 1.kat yer vardır.

Esasen bu anlatım bizim atmosfer tabakalarını tanımlamaktadır!  

hf

YEVM   

 "Yevm" hem "gün" anlamında kullanılır, hem de "an" anlamında kullanılır. İstikbâle dönük belirli bir kıyâmet günü anlaşılabileceği gibi, herşeyin içyüzünün ortaya çıkıp aşikâr olduğu, hakikatının anlaşıldığı "an" diye anlamak da mümkündür.

 "YEVM" esas itibarıyle günlük kullanışta bildiğimiz, “24 saatlik gün” diye de anlaşılabileceği gibi; "AN" anlamına da gelir...

Bizim bildiğimiz "gün"lük anlamın esas itibarıyle madde dünyasına, beş duyuya bağlı, izâfi-göreceli bir ifade olması hasebiyle; daha doğru gerçek anlamı "AN" dır.

hf

YILDIZLAR  FELEĞİ

 Galaksiler!

Atmosfer dışında birinci semâda yani gökte Ay vardır, ikinci katta merkür, üçüncü katta venüs, dördüncü katta Güneş, beşinci katta mars, altıncı katta Jüpiter ve yedinci katta da satürn ve diğerleri mevcuttur...

Bundan sonra "yıldızlar feleği" denen "galaksiler" vardır...