AHMED HULÛSİ’DE
KAVRAMLAR
Z
AV.
ASUMAN BAYRAKÇI
Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm
bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH"
ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN"
denilen yaşam sisteminin bu vizyonla
değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere
hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza
indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her
yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz.
Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır. |
FİHRİST
“Zâhir”-“Bâtın”
· “Zâhir Ehli”
· Zaman
· Kabir Ve Berzah Âlemi'nde, Mahşer'de Ve Cehennem'de "Zaman"
· Cennet'te "Zaman"
· Gün(insan sırları1-37-38-39)
· “Zât”
· Zât, tefekkür edilebilir mi?
· Zât-ı Akdes(Bkz."Hiçlik")
· Zât Âlemi (Lâhut Alemi)
· Zât-ı Baht
· Zâti İletişim
· Zât-ı Mukaddes(Bkz."Hiçlik")
· Zebur
· Zekâ
· Zekât
· "Zerre"(bkz."Düşünce")
· "Zıt"
· "Zındık"
· Zikir
· Zikir, yalnızca “Allah’ı Anma” mıdır?!
· Zikir Niçin Çok Önemli?
· Beyin kapasitesini artırmanın ölümötesindeki yararı nedir?
· Zikir gücünden mahrum beyinler!
· Özel Ve Genel Zikirler
· Neden "Esmâ Zikri
· “Allah İsimleri”nden Başka Kelimeler de Zikredilebilir mi?!
· Çok Zikreden Deli mi Olur?
· Zikir yalnızlığa çekilmek şart değildir!
· Zikirde Niçin Arapça Kelimeler?
· “Çok”un Allah’ı Zikri!
· Salâvat Çekmek
· Zillet
· Zulmet (Bkz."Zıt")
· Zulüm
İki ayrı
dünya/boyut var sanıyoruz, Zâhir ve Bâtın!...
Oysa iki ayrı dünya değil, yalnızca ALGILAYABİLDİKLERİMİZ
ve ALGILAYAMADIKLARIMIZ var....
Ve bu da
herkese G Ö R E
değişiyor!...
Zâhir, bâtındır; bâtın, zâhir!....
İkisi arasında fark var sanış gözün
kapasitesinden oluşur!..
Aynı tek şeyin, gözün
görebildiği kısmına “zâhir” derler, göremediğine ise “bâtın”...
Oysa ikisi
aynı “Tek”tir
Sınır kavramından
(Zâhir-Bâtın) kurtulmuş olanın alâmeti, değer yargısız
çokluğu seyirdir!…
Zâhir ve Bâtın
denir.... Tekrar ediyorum... Bil ki, bu iki isimle işaret edilen şey
birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir!...
Fark, gözden dolayıdır!.. Hepsinde, her
an, tecelliler zuhur etmektedir. Sakın, bu
ikisini birbirinden ayrı sanma!.
“Bâtın”,
gördüğünün, algılayamadığın yanıdır!.
Yani, görüş alanın
içinde olmasına-görmene rağmen, görmekte olduğunun “algılayamadığın yanı”dır
“bâtın”!.
Nasıl
oluyor, görüş alanı içinde olup da, bakmaya rağmen, algılayamamak?
Beyin veri tabanının,
dışardan veya içerden beyne ulaşan verileri, onları deşifre edecek kadar yeterli verisi olmaması yüzünden, gelen veya gelmekte
olan verileri değerlendirememesi, tanımlayamaması suretiyle…
Dışarıdanı
anladık da, peki “içeriden” ne demek oluyor?
“İçeriden”
demek, beş duyu ile beynine ulaşmayan verilerin tüm türleri demektir..
Bilelim ki, “Bâtın”ı,
bir mekân olarak düşünmek, son derece yanlıştır!..
“Bâtın”, mekân
olarak, “zâhir”in ötesinde veya ardında; ya da bir başka boyutta
değildir!…
İnsanın,
“algılayamadığının” adının “bâtın” olmasında!..
Esasen, “Bâtın”,
tamamiyle “Zâhir” olanın ta kendisidir!.
Esasen, “Zâhir”,
tamamiyle “Bâtın” olanın ta kendisidir!.
“Bâtın”,
algılayabildiğin anda, “Zâhir” olur…
“Zâhir”,
algılayamadığın süreçte “Bâtın”dır!.
Yani değişen, “Zâhir”
ve “Bâtın” değil; senin algılamandır!.
Beynindeki veri
tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim, veya o
şey hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin
hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol
açar!..
Kavradığın, “zâhir”dir;
kavrayamadığın ise “bâtın”!..
Karşındakinin veya
yöneldiğinin hakikatını seyredebiliyorsan, “bâtın”ı artık “zâhir”dir
Gel dostum, gayrı
formatla şu PC’ni de; işletim sistemini ve programlarını yeniden düzenle!.. Sonra da her şeyi yerli yerince oluşturup, CD veya
DVD’ni ona göre doldur!. Zira gittiğin yerde, yeni bir
CD-DVD rewriter’ın olmayacak; yazılmışınla başbaşa kalacaksın ebeden; “Zâhir”in
zâhir ve “Bâtın”ın bâtın olarak!.
Ve sen sonsuz dek,
ötelerde, göklerde aramaya devam edeceksin, aradıklarını!.
Zâhir ve Bâtın
denir.... Tekrar ediyorum... Bil ki, bu iki isimle işaret edilen şey
birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir!...
Fark, gözden dolayıdır!.. Hepsinde, her an, tecelliler
zuhur etmektedir. Sakın, bu ikisini birbirinden ayrı sanma!..
Bütün tecellilerde
hüküm, fenâya er olduğunda; şuur aslına rücu ettiği vakit, sadece «ALLAH» kalmıştır!... Ki bu da her an
geçerlidir!.
Mevcûdatın “vücudu” sahibine aittir... Bütün görülenlerin var sanılan vücudları
gözden doğan hayallerdir!
Beynindeki veri
tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim, veya o
şey hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin
hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol
açar!..
hf
Avam!
Olayın
tefekkürüne girmeyenler topluluğu.
hf
Fena işgalci!.
Kötü yerleşmiş
dünyamıza!.
Zaman!.
Biz ölümlüler, düşünce
sistemimizin efendisi etmişiz onu!… Onsuz düşünmesini
bile beceremiyoruz!. Onsuzluğu, hayâl bile edemiyoruz!.
En fazla
yapabildiğimiz, lâkırdısını tekrarlamak… “Zaman izâfidir, gerçekte yoktur”;
falan gibilerinden!…Tıpkı gri papağanlar gibi!.
Falanca yaştayım…
Filanca zamanda… Ne zaman?… !!!
Et-kemikle yaşayıp,
etle düşünenden, ne kadar bekleyebilirsiniz ki etin
olmadığı boyuta ait gerçekleri ve kavramları?
Et alanlar… Et satanlar… Eti etle tartanlar!
Etle yatıp, etle
kalkan; et peşinde koşanlar!
“İnsan”ı, et sanan; et için yaşayanlar!
“İnsan”a,
etiyle değer biçip; “zaman”la kayıt altına sokanlar!.
“Yok”un,
yokken, varsaydığı; aslı “yok” olan yaşam kriteri!.
Biz
ise, hâlâ soruyoruz; “eee ne zaman”?
Allah Rasûlü, olacak olaylardan söz etmiş… Gün gelecek, kıyâmet yaklaşınca kadınlar
erkekler gibi giyinecek; saçlarını deve hörgücü gibi yapacak; demiş… 1400 küsur
sene önce!!!… Ama bunları bildirirken zaman vermemiş…
Daha nice “kıyâmet”
alâmetleri saymış; ama yine onlarda da “zaman” vermemiş!.
Bir nîce ermiş de
gelecekten söz etmiş; ama onların da çoğu zaman vermemiş… Yalnızca olacak
olaylardan bahsetmişler…
Niye
bu böyle?
Çünkü onların,
yaşamakta oldukları etsiz boyutlarında, “zaman” kavramı yok da ondan!… Bütün bu olan biteni, etsiz boyutlarıyla yaşıyorlar ve
etsiz bir boyutta algılayarak bize indirgiyorlar da ondan!…
Derlerse, bizim
ısrarımız yüzünden, bir zaman; çoğunlukla yanılmış olurlar!…
Çünkü, zamansızlığı zamanla yorumlamak, büyük ölçüde yanıltıcı bir iştir…
“Zaman”sızlıkta
seyredilir-yaşanılır olaylar dizisi; dalga dalga!.
Tıpkı peşpeşe görülen
rüyalar gibi!.
Her ne kadar, rüyanın
içinde olana, bir zaman kavramı varsa da, kendi hissiyatına göre; bu da, daha
önceden beynine yerleşmiş verilerden kaynaklanır bir şeydir; gerçek değil!.
Bu sebepledir ki,
rüyalarda görülen olaylardan zaman tespit etmek mümkün değildir!… Olacağı görebilirsin; ama zamanını kestiremezsin!.
Bu gerçek, Allah Rasûlleri’nin, takipçileri olan ermişlerin boyutunda biraz
daha farklıdır…
Onların algıladıkları
boyutta, rüya türünden görüntü de yokmuş!…
O boyutta, yalnızca
görüntüsüz bir algılama, sezgi; ve bunun idrakta açığa çıkışı söz konusuymuş!.
Çünkü o boyut, zaman
ve mekân kavramının mevcut olmadığı salt bilinç boyutu imiş!.
Bu boyutun altında,
vizyonların söz konusu olduğu; uyanıkken rüya görme, diyebileceğimiz bir
ikinci algılama boyutu daha varmış… Bunun misâli, bildiğimiz rüya imiş!..
Az önce anlatmaya
çalıştığımız, gerçek, yani görüntüsüz algılama ise, Allah
Rasûllerinde “vahiy”, takipçilerinde “ilham” denilen bir şekilde
açığa çıkarmış…
O algılamanın söz
konusu olduğu boyutta, algılanan olaylar, şekilsel mahiyet arzetmezmiş… Sıralamanın
getirdiği zaman kavramı da geçersizmiş o yüzden!.
Duyduk ki… Bir farklı
imiş onların yaşadıkları(?) o boyut bizim etsel
dünyamızdan!..
Sanki “burak”la,
“refref”le giderlermiş o şekilsizlik, zamansızlık boyutuna onlar; ve
bilinçlerinde, bir anda bulurlarmış bulduklarını!…
Sonra “tenezzül”
ederlermiş bizim etli dünyamıza…
Konuşanı olursa,
dillendirirmiş algıladıklarını, ete-kemiğe bürüyerek… Bazı acemileri de, bu
bürünmüş olanları “zaman”la paketliyerek!.
“Zaman”la
paketlenenler çoğunlukla adresi bulmazmış; zira etle bürünenler, “zaman”la
paketlenince, ne zaman açığa çıkacaklarını bilemezmiş!!!…
“Dedi ama çıkmadı
işte”; “bilemedi bak”; gibi etsel muamelelere muhatap olurlarmış!.
Ders alanı, yanlışını
anlayanı artık “zaman” kullanmazmış!…
Kullananı ise,
yanlışını farketmesi için; “uyduruyor”, “atıyor”, “palavra sıkıyor”, “felâket
tellâlı” sopasıyla terbiye edilirmiş!..
Ve bir gün gelir, fark
ederlermiş ki “zaman”la paketleyenler, yaptıklarını yapmamak gerek!… Düzeltirlermiş bu yanlışlarını…
Onun içindir ki,
geçmişten pek çoğu “zaman” vermemiş; yanlızca olaylardan ve dizinden sözetmişler…
İleri gidip “zaman”la paketleyenler de sopayı yemişler!.
Bilmek gerek bu
gerçekleri; ondan sonra yapmalı değerlendirmeleri!..
Şayet
yanlış yaparsak değerlendirmeleri?
Kendimize en büyük
zararı vermiş oluruz!… Kimsenin veremeyeceği kadar!. Çelik örgülü kurşun kaplı beton duvarlar içine hapsetmiş
oluruz kendimizi ve kilidini de imha etmiş oluruz!.
Hatta daha da ötesi!.
Ete hapsetmiş oluruz kendimizi!
Etle yatar; etle
kalkar; et peşinde koşar; etli düşünür, etli yaşar…
Sonunda da zaman kozasında kurur gideriz!.
“İnsan”,
zamansızlık ve mekânsızlık boyutunda, o boyuttan, o boyut için
yaratılmıştır!.
Bu sözünü ettiğim
boyuttaki varlığı itibariyle bir “ruh” bile değildir!…
Ama buna karşın varoluşunun “ruhu” vardır!. O “ruhu”nun
gereğidir ki, kendi hakikatini arar; bunu bulup eremediği sürece de “ruhu”nun
huzur bulup tatmin olması, sükûna ermesi mümkün olmaz!.
Dünyadan yaratılan,
dünya peşinde koşar… Sonunda dünyaya döner!.
O boyuttan yaratılan
da boyutunun özlemiyle yanar; sonunda boyutuna erer!.
Her şey aslına
dönücüdür!.
Avama göre “zaman”;
fiiler mertebesinde, olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle, birinin
diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..
Bu boyutta ise fiil
sözkonusu değildir!..
Bu ancak, “Zâti ilmin kendine nazarı” diye târif
edilebilir.
Zaman kavramı
yaratılmış, yani, sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır..
Yaratılmış olanların
başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır... Oysa “ALLAH” geçmiş ve
gelecek zaman kavramlarından münezzehtir..
Sen düşündüğün için
zaman vardır ve içinde bulunduğun hâle göre de ölçülenir!..
Zaman kişiye göredir...
“Zamanımız”
diyoruz... Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!.
Buradaki
zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim
zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz
zamana göre burada geçireceğimiz 50–60-70 senenin üç beş
saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlatım ve yazdım.
Orada öyle bir zaman
boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik sâliseler!..
Oraya geçince, “Dünyada
bir saniye kadar mı yaşadık?.” diyeceğiz.
Oraya gidip de, oranın
zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz...
Zaman
kavramı izâfi bir kavram. Yani
zaman, bazılarına göre daralır bazılarına göre yayılır, genişler.
Gece, hiç rüya
görmemiş bir adama göre ; Gece yatıp sabah kalkan yaklaşık 8 –10 saat uyuyan
bir adama göre, gece 1 saat mi, 5 saat mi, 10 saat mi?. Bu
husus meçhuldür.
Ancak,
şu da bir gerçek ki; Gecenin yarısında dişi ağrıyan, zonklayan bir adama göre 5
dakika süren diş ağrısı, bir asır gibi gelir.
Bunun bir başka örneği
benim başımdan geçti...
Araba ile trafik
kazası geçirip üç takla attığım zaman direksiyonun başında oturuyordum.. Araba son derece yavaş bir şekilde, ağır ağır dönüyordu,
bana göre!.
Ama,
dışarıdan bakanlara göre araba
Bir
başka örnek daha vereyim.
Saniyeli
olan saatlere bir bakın gözümüzle bir anlık saate döndürüp baktığınız anda
sanki orada saniye takılmış gibi görürsünüz.
Sonra saniye hareket edip hızla dönmeye başlar olur.
Zaman,
algılayana göre değişen bir kavramdır.
Zaman kavramının
ötesinde, cennet dediğimiz ortamdaki yaşantıda; hayâl ettiği şey, düşündüğü
şey, kendisinde açığa çıkan biri, ilminin
doğrultusunda o anda belli olaylar yaşar. İçinde olur
bunların hepsi. Ve sayısız defa devam eder.
Nasıl,
bazıları rüyâ gördüğünde; “Yahu bu rüya hiç bitmedi. Sabaha kadar durmadan rüyâ gördüm. ” der. İşte
bunun gibi kendi ilminin getirisi olan bir ortamda sonsuz
var edişleri yaşar. Dolayısıyla artık burada, zaman kavramı kalkar.
Gerçekliği itibariyle,
Kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir!..
Algılayabilene!.. Bu zaman
boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş
algılıyıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana
gelmiştir.
hf
Peki... Şimdi
burada bir zaman var... Kendimize göre uydurduğumuz, kabullendiğimiz bir
zaman!.
Öldükten sonra da,
kıyamete kadar olan devrede yine bir zaman kavramı
var.
Muhyiddin İbnül
Arabi’nin anlatımına göre:
“Cehennemden
çıkacaklar için yol 3000 senedir.
Bin sene çıkış, bin sen düz gidiş, bin sene de iniş..” diye açıklıyor. Tabii ki, oranın zaman ölçüsüne göre...
Fakat,
Cehennemden çıktıktan sonra, çıkanlar için (oradan çıkıp Cennet boyutuna
girenler için) Cennet boyutunda zaman var mı?
Şu
anda dünyada yaşıyoruz. Ölüm
denen olayla birlikte dünya gözden kayboluyor. Sanki, dünya hiç var
olmamış gibi!.
Nasıl
ki, uykudan uyanan bir insan, rüyasında gördüklerini bir süre hatırlar,
Bilâhare o rüya silinir, gider. Yani, rüyanın
ortamı ve yaşamı silinir hafızadan!
Aynı şekilde, ölümü
tadan kişinin de hafızasından dünya ve içindekiler kaybolup gider ve o, “Kabir
âlemi” denen, “Berzah âlemi” denen âlemde yaşamaya başlar...
Bu
âlemde yaşam devam ederken belli bir süre sonra büyük kıyamet meydana gelir. Büyük kıyâmetle birlikte dünyanın manyetik alanı ortadan kalkar ve yer
yüzünde yaşamış olan bütün insanlar tek bir plâtformda bir arada ve cehennem
her bir taraftan, alttan, üstten, sağdan, soldan, her bir yandan bu plâtformu
kuşatmış vaziyette!.
İnsanların
bu plâtformdan kaçmaları, Cehennemin içinden geçerek kaçıp kurtulma şansları
var.
Ve
herkes kendi inancına göre dünyada kazandığı ilmine göre, dünyada kazandığı
belli güçlere göre bu cehennem ortamının içinden geçip, dışarı çıkmaya
çabalayacak.
Bu
süreçlerde hep, zaman kavramı işliyor.
hf
Cehennemden
çıkıp Cennet ortamına girebilenler acaba nasıl bir ortamda yaşayacak? Orada zaman mefhumu var mı?
Dünyada zaman var,
kabir aleminde zaman var, kıyâmette zaman var, mahşerde zaman var, cehennemde
zaman var!.
Bunlara rağmen, Cennet
ortamında zaman kavramı yoktur!. Çünkü Cennete nur
yapıda girilecek, nur yapılı ortamda da ışık hızına erişilir.
Işık hızına ulaşılan
bir ortamda da artık zaman durur!.
Nur
beden boyutu, yani Cennet boyutu ışık hızı boyutudur. Orada olup biten her şey ışık hızı ile olup biter.
Işık hızı ile devam
Düşünce boyutunda ; “Şöyle bir bedenim olsun.” dersin. derhal bedenin o düşündüğünün şeklinde olur, belirginleşir.
Düşünce
boyutu ışık hızına ulaşır.
Düşünce
boyutunda zaman kavramı yoktur.
Cennet ortamına
gidenlerde zaman kavramı olmayacağı için yaşlanmak diye bir kavram da , söz konusu değildir.
Orada
sadece düşünsel beraberlikler ve düşünsel güzellikler yaşanır. Herkes “düşünebildiği kadar”ki güzellikleri
yaşayacaktır.
hf
Allah adıyla
işaret edilenin “ZÂT”ından bahsediş semboliktir... Çünkü “zât”
kavramından da münezzehtir ve bu kavram bize “GÖRE”dir!.
“AHAD” ile “HAYY”; “ALİM” ile “MÜRÎD”; “HAYY” ile “KADİR”; ve
tüm kompozisyonlarla anlatılanlar hep aynı tek “ALLAH”tır!..
Yani, bütün bu
anlatılanlar ile târif edilen aynı Tek “ZÂT”tır!..
O Tek “ZÂT”ın değişik vasıflarıdır özellikleridir bu
isimlerle işaret edilenler...
Öyle bir, TEK “ZÂT”
ki, baş-son gibi kavramlardan beri; sınırsız-sonsuz; bölünmesi, cüzlerinin
varolması muhal; sayısız mânâlara sahip; sonsuz - sınırsız, cüzleri olmayan
irade; sonsuz-sınırsız cüzü olmayan kudrettir; varlığının dışında ikinci bir
varlık düşünülemez; içi ve dışı yoktur, merkezi özü olmaktan
münezzehtir!..
Kısacası,
“AHAD”tır... TEK’tir!..
Zât’ın
sıfatları bilinir, eserleri de müşahede edilir.
hf
Allah’ın Zâtı nedir?. Sıfatı nedir?.
Esmâsı nedir?.
Zât kelimesi ile ne
kastediliyor?.
Sıfat kelimesi ile ne
kastediliyor?.
Esmâ kelimesi ile ne
kastediliyor?.
Ne anlatılmak
isteniyor?. Önce bunu iyi anlamak lâzım!..
Bunu anlatmak için de,
size şu misâli vereyim:
Bir kişi “ben”
der..
“Ben” dediğin zaman
sorarım!..
Nedir bu “ben”
kelimesi ile işaret ettiğin şey?.
“Ben” kelimesini, sen
bana izah etmek istediğin zaman, belli vasıflarından, özelliklerinden söz
edersin ancak!.
“Ben,
canlı bir varlığım. Benim
bir aklım var. Şuurum var. Belli bir dileme gücüm var. Belli bir takım şeyleri
yaparım.” dersin.
Bu
târif, gerçekte “ben” kelimesinin karşılığı, açıklaması değildir.
“BEN”
in, “ben” kelimesi ile işaret edilen varlığın sahip olduğu özellikleri anlatma
sadedinde yapılan bir açıklamadır.
Bana,
“Hulûsi” adını vermişler.
Kimdir Hulûsi? Dedilerinde. “Benim” derim.
“Peki, sen kimsin?.” Diye bana sordukları zaman.”
“BEN” kelimesi ile
işaret olunan orijin varlığı, ben anlatamam!.
Yani, Zâtımı anlatamam.. O, orijin varlığa Zât adı verilir tasavvufta!..
Zâtımın
sahip olduğu özellikleri anlatırım.
Yani, vasıflarımı anlatırım. Bir diğer ifade ile
sıfatlarımı, anlatırım!.
Meselâ; “Hayat”
sıfatına sahibim ben..
Hayatta
olduğum için varım. Varlığım,
hayatta olmamı açıklar.
Demek ki, benim bir
vasfım; Hayatta olmam!.Yani,
“Hayy” isminin manâsı bende mevcut olduğu için; Hayatta olan, canlı bir varlığım!.Ben’im, bir vasfım bu!.
Sonra, aklım var,
şuurum var!.
Şuûr,
belli bir ilmin ifadesidir. Az veya çok!. Bir ilmin ifadesidir.
Demek
ki, “ben”im bir ilmim var.
Bir vasfım da, ilim!.
Yani,
“Alîm” isminin mânâsına da sahibim.
Böyle bir mânâ da bende mevcut. “BEN” de!. mevcut!.
Sonra!. Bu ilmimi, bildiklerimi “açığa
çıkarma, ortaya koyma” özelliğine sahibim. İster düşüncede, düşünce
plânında açığa çıkarayım!. İster eylem plânında!. Bunu açığa çıkarma özelliğine sahibim
Yani, dilerim,
isterim, irade ederim.
Demek ki, irade sıfatı
da “ben”de mevcut!.
“Mürid” isminin işaret ettiği, “irade etme, dileme ,
arzu etme” özelliğim de var!.
Bu da, benim bir
vasfım!.
Bundan
sonra açığa çıkarttıklarımı, bir kuvvet bir kudretle meydana getiriyorum.
Demek ki, kuvvet ve
kudretim de var!.
Bu,
açığa çıkarmayı irade ettiklerimi, çıkartabiliyorum. Çıkması kudretle meydana geliyor.
Yâni,
“Kadîr” isminin manâsı da, benim varlığımda mevcut.
Sonra... Açığa çıkarttıklarımı algılayabiliyorum.
“Semî” nin mânâsı, algılamaktır.
Ve, “Basîr”.
Algıladıklarımı
değerlendirebiliyorum.Yani, ben’de “Basîr” sıfatı da var!.
Bütün
bunlar, benim ana vasıflarım.
Ama, dikkat edin!.
Gene de bu ana vasıflar
dediğim, bu özellikler, vasıflar bendeki, “BEN” deki özelliklerin bir kısmı.
Bunun
yanında acaba daha başka ne vasıflarım var?
Bunları açığa
çıkartmadığım için belli değil!.
“Ben”
dediğim, nasıl bir şey?
Bu da meçhûl!.
Ben’deki,
bazı özellikler biliniyor. Biliyorum!. Açığa çıkarmışım, tesbit etmişim ama, bunun ötesinde,
“ben”de acaba neler var?.
“Ben’i”
görebiliyor muyum? “Ben’i”
algılayabiliyor muyum?. Hayır!.
Sadece, “BEN” in
varlığını tesbit ediyorum, ilim özelliğimle.
“Ben” var!. Bu özelliklerin mevcut olduğu bir varlık var!.
Ama, O nedir?.. Burası kapalı.
Onu
hiç kimse ortaya çıkartamaıyor.
Hiç kimsede O, ortaya
çıkmadığı gibi, Allah’ın Zâtı da hiç bir şekilde açığa çıkmadığı için
konuşulup, tartışılamaz ve Zât hakkında hüküm
verilemez!.
Bunun için de, Allah
Rasûlü;
“Allah’ın
Zâtı üzerinde tefekkür etmeyin!.”
Diyor. Çünkü, Zât hakkında tefekkür ediyorum
sanırsın, Zâtı üzerine değil, vasıfları üzerine düşünmektesin.
Zira, saydığım bütün
bu özellikler “Zât” daki yani, “Ben” deki belli özellikler, vasıflar!.
Orijinde ne var?.
Meçhûl!.
Allah,
ilim sıfatından bildiğimiz, anladığımız bir biçimde Esmâsı ile, yani, Allah’ın
isimleri ile işaret edilen özelliklerle sayısız varlıkları yaratmıştır.
Bunları ne ile
yaratmış?.
İşte,
Zâti vasıfları olan, İlim, İrade, Kudret vasıfları ile yaratmıştır.Yani, bu
özellikleri ile bunları yaratmıştır.
Ama, “bunları yaratan Zât, nasıl bir Zâttır?” sualinin cevabı burada yok!.
Zât’ın anlaşılması,
Allah’ın Zâtı’nın anlaşılması muhaldir.
Bir
ressamın eserlerini görebilirsin.
Sayısız resimler yapar!.
Sayısız
resimleri, kendisindeki sayısız özelliklere dayanarak yapar. Ve Ressam’da daha ortaya koymadığı
sayısız özellikler var.
Ama, bu özellikler
nerede ve ne’de mevcuttur dendiği zaman;
“Ressamın
Benliği’nde, Zâtı’nda mevcut.” Dersin. Başka bir açıklama getiremezsin artık, mümkün değil!.
İşte, onun içindir ki,
Allah’ın Zâtı’nı anlayıp, idrâk etmek mümkün değildir.
“Zâtı
ile şöyle yaptı, Zâtı ile böyle yaptı.
Zâtımda zâtı mevcut!.” gibi ifadeler dahi, aslında
yetersiz ve kullanılmaması gereken ifadelerdir.
Kullanılıyorsa,
bir şeyi anlatmak, tanımlamak amacı ile anlatılır. Ama, gerçekte kullanılmaz!.Çünkü, Allah’ın
Zâtı, ifadeye, kelâma, düşünceye, tefekküre gelmez!.
hf
Her mânâ ve özellikten arı bir halde sadece "ben varım”
bilinci kişinin lâhut boyutunu teşkil eder. Aynı
zamanda bu boyuta "ZÂT" âlemi de denilir.
Ceberût
âlemi mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp mardiyede zirvesine çıkılır;
ki bu âleme de hakikat âlemi denilir.
Ki bunun da neticesi lâhut âlemidir.
İnsan "zâtı"
itibariyle lâhut âleminde yaşar...
Lâhut
ise Zât'ın âlemidir.
Lâhut
âlemi "ZÂT" âlemidir ki bu âlemin ne olduğunu ancak yaşayan
bilir. Ne anlatabilmek mümkündür, ne de bilgi
edinerek yaşıyabilmek!..
ZÂT-I BAHT
"Allah
âlemlerden Ganî`dir" açıklaması "Zât-ı Baht"
dediğimiz, Zât`ın mutlakiyet sıfatına işaret eder!.
Esasen
gerçekte Zât`ı için, mutlakiyet sözü dahi edilemez. Çünkü, aşağı mertebelere göre, Zât`a işaret sadedinde kullanılan bir
ifadedir bu!...
Gerçekte, Zât
için, "Baht" veya "Mutlakiyet" veya "Vücud"
veya "Varlık" gibi tâbirler dahi kullanılamaz!.
ZÂTÎ İLETİŞİM
Hepsinin,
"Öz"ü ve "Zât"ı itibariyle, "hologramik"
esasa göre aynı varlık ve aynı cevherden meydana gelmesi nedeniyle; skalanın
her hangi bir boyutundaki birim, "Öz"üne, "Zât"ına
doğru bir yolculuğa çıkabilirse; veya bir diğer ifadeyle, "Zât"ına
doğru bir sıçrama yapabilirse, o Nokta`da, kendisinden sayısız defa mikro veya
sayısız defa makro plandaki birimlerle iletişim kurabilir!.
Bu iletişim, Zâtî
iletişimdir... Ama bunun için de kişinin ilk önce kendi Zât`ını bilmesi
gerekir...
“Kendi Zâtını Bilmek”ten murad nedir?
Önce, kendi
bilincini, bulunduğu boyutun bir bilinci olma, kaydından soyutlayacak, bu
blokajdan kurtulacak!.
Şartlanmalar, değer
yargıları, duygular, birimsel kabuller gibi tüm hâllerden uzaklaşacak!. Bilincini arındıracak!.
Çünkü, evren, kâinat
biliyoruz ki, Sonsuz-Sınırsız Tek`in ilminden hâsıl olmuş bir
yapı... Bu yapıda Evrensel Öz, Zât, İlim, her nokta`da ve
zerre`de mevcuttur!...
Dolayısıyla, sizin
gerçek "Öz Şuurunuz", Öz`ünüz, Zât`ınız, mikro
plandaki veya makro plandaki, bir atom şuuru veya Galaktik bilinçle aynıdır..
Ama bir bedende onun
şartları içinde oluşmuş "Bilinç", olmamız nedeniyle, çeşitli
var kabullerle, var sayımlarla, gerçekten kopmuş, kalıplanmış, bedenlenmiş,
bloke olmuş ve "birimsel bilinç" hâline gelmiştir...
Oysa, bilinç
dediğimiz şey, eni boyu ağırlığı, şekli olan bir şey değildir!.
Bilincin sınırları,
kayıtları, blokajı kendisine yüklenen yanlış bilgilerle meydana gelir. Bilinç bu yanlış bilgilerden arındığı oranda da, mikro ve makro
plandaki varlıklarla zatî boyuttan iletişim kurabilecek hâle gelir.
hf
Hz.Davud A.S ‘a gelen Rabbani Kitap!
hf
Alt bilincin üretimi olan fikrî faaliyetin kaynağı, zekâdır.
Bir
insan, tüm dünya yaşamını “zekâ”sı ile geçirebilir ve kurtarabilir.
“Mantık”,
zekâ tarafından da kullanılır; akıl tarafından da.
Kişide akıl varsa ve
akılla yaşıyorsa, ölüm ötesi yaşamı düşünme ve evrensel düşünceye açılma
kapasitesine sahiptir.
Bununla
ölüm ötesi yaşam gerçeğine göre kendisine bir rota çizer ve ona göre fiîller
davranışlar ortaya koyar.
Zeki bir insan ise, dünyasını en iyi şekilde yaşamak için ne gerekiyorsa,
mantığı o yolda kullanır ve çok iyi konumlara da ulaşabilir; senaryodaki rolü
uygunsa.
Beyin
veri tabanındaki yerleşik bilgiler, ya genetik kanaldan ya da çevreden,
şartlanma yollu, sorgulanmadan ve hatta farkında bile olunmadan yerleşmiş
verilerdir.
Dış, sisteme dayalı
gerçeklere göre değil, kendi veri tabanına göre
geleni değerlendirir zekâ!. Bunun
sonucunda da, gelen veri, sorgulanmadan, akıl ile yaşam gerçeklerine göre
ölçümlenmeden hemen red oluşur.
Zeki kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu
derhal bulup gereğini tatbik eder.
Zekâ kısa vadelidir, günlük çözümler içindir.
Akıl ise uzun vadeli bakışlar ve değerlendirmeler getirir.
Zeki kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir
biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek
hayatına yön verir.
hf
Kur’ân-ı
Kerîm’de pek çok yerde geçen,
“akıymüs salâte ve âtüz zekât”
“namazı ikame ediniz; zekâtı veriniz”
tanımlamasından soruldu bana:
-Niçin bu iki ifade
birbiriyle yanyana?
Birisi mânevî, Allah’a
borcumuz; öteki dünyalık, kula borcumuz?.. Ne bağlantısı var ki bu iki ayrı fiilin, daima ikisi birarada ifade
ediliyor?
Allah’ın bahşetmiş
olduğu ilim kadarıyla anlatayım efendim…
“Hak’tan alıp halka
vermek” diye anlatılan ve Mevlevî’liğe
mâl edilen bir görüş vardır.. Bunun, Mevlevî’likte
sembolü de “semâ” denilen kendi etrafında dönme hareketidir..
Mevlevî’lerin bazılarının Mevlâna Celâleddin’i taklit ederek yaptıkları
bu dönüşte en önemli nokta ellerin durumudur.. Sağ kol
yukarı kalkık vaziyette; sağ avuçta göğe bakar bir haldedir…Sol kol ise sol yana iyice açılmıştır yaklaşık 75 derecelik bir açıyle… Sol
avuç içi ise yere bakar, el parmakları aralıklı olarak…
İşte bu görünüş, “sağ
elle Hak’tan alıp, sol elle halka dağıtmanın” sembolüdür… Hızlı bir dönüş,
gözün gördüklerinin kaybolmasını, fâni dünya değerlerinin ortadan kalkıp, “Allah”
isminin mânâsına “urûc” etmeyi ifade eder..
“Namaz”, Hak’ka
urûçtur boyutsal anlamda!..
“Zekât” ta Hak’tan
aldığını halka dağıtmaktır!..
Böylece görürüz ki
aslında bu iki fiil bir bütündür!
“Allah”, “Rahm”
sahibidir!… “Rahman”dır!..
“Rahîm”dir!… “Üretir” ve ürettiğini
korur, muhafaza eder; âşikâre çıkma zamanı gelinceye kadar; sonra da açığa
çıkartır!. İşte bu O’nun rahmetidir!..
Her şey, bu yoldan “Allah”ın
“Rahm”inden yaratılmış, üretilmiştir!.
Âlemler ve âlemlerden
biri olan kâinat, “Allah”ın “rahmet” sıfatından yaratılmıştır!.. Karşılıksız olarak “üretir”, vareder!.
Kâinat, “Allah”ın
zekâtıdır!
“Ürettiğinin”
bir kısmı “Rahman”dan gelendir… Acıyla karışık nimettir üretilen.. Bir kısmı “Rahim”den gelen üretimdir, sırf nimet
olarak!..
İnsan’da
zekât,”Hak’tan alıp halka vermek”tir!
Hak’tan aldıklarından
neyi verirsen zekât olarak-karşılıksız olarak; Allah’ın kurmuş olduğu düzen ve
sistem gereği, o gelir
Besmelenin bir anlamı da anlayabildiğimiz kadarıyla şudur;
“Bismillah’ir
Rahman’ir Rahîm”…
“Allah” ismiyle işaret
edilen ve varlığımın hakikatı olanın rahmetiyle üretiyorum; ki bu rahmet bir
yönüyle acıyla karışık olsa dahi neticede sırf nimettir, mutluluk getirir”…
“Allah” ismiyle
işaret edilen, mutlak varlığın yeryüzündeki sembolü “anne”dir!.
“Anne” üretir
ve karşılıksız olarak verir!..
“Anne” de “rahm”
sahibidir; yavrusunu orada üretir!.. Ürettiği
yavrusunu kâh “Rahman”iyet yönünden nimetlendirir, terbiye için azarlar,
cezalandırır, onun hoşuna gitmeyecek kurallar koyar… Hep onun iyiliği için!. Kâh da en güzel şeyleri yedirir, giydirir, gezdirir; “Rahîm”iyeti
yönünden!
“Allah”, “rahm”inden yaratıp ürettiklerine karşılıksız vermektedir her
an; “anne”, “rahiminde” ürettiklerine karşılıksız vermektedir
ömür boyu!.
Allah Rasûlü Muhammed Mustafa Aleyhisselâm şöyle uyarmıştır bizi:
“Allah ahlâkıyla
ahlâklanın”!.
Allah
ahlâkıyla ahlâklanıp, karşılıksız verebilmektir zekât!..
Zekât vermek, Allah
ahlakıyla ahlâklanmanın bir yoludur!
Zekât; tasarrufunda
olanı karşılıksız vermektir! En alt sınırı da kırkta bir veya yüzde
ikibuçuktur!
“ALLAH” bağışı olan
varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın
yönüdür....
Sonsuz olan, sonsuz
zekât vermededir!
Sonlu olandan da
sınırlı zekât vermesini istemektedir, ”zekat” adı
altında!
Zekât, Hak için
halktan, mülkten geçmektir!..
Allah`tan geleni
halkla Hak için paylaşmaktır!.
Varlıksızlıkta dâim
olmak için, varlığından geçmektir!.
“ALLAH” âlemlerden
Ganî’dir; esası üzere “Gınâ”dan hisse almaktır!.
HALK`ta “HAK”kı görüp,
ondan esirgememektir!.
Şeytan vasıflı cinin,
Adem’de Hak’kı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lânetlenmesi benzeri
olarak...
Zekât ve sadakadan
kaçanlar, “İnsan”da “Hak”kın varlığını göremeyip, onunla varlığını
paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne
olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!...
Bİr yerde şu soruldu bana;
“Pek çok zengin çok büyük rakkamlarda zekât
veriyor, para veriyor, giysi veriyor, yiyecek-içecek veriyor, binalar
yaptırıyor..Fakat hiç birisinde mânevi ilimler gelişmiyor, irfan sahibi
olmuyorlar, mâneviyata geçemiyorlar!
Çünkü,
para veriyor, erzak veriyor, yiyecek-giyecek veriyor. Onun da verdiğinin karşılığı aynı boyuttan geliyor.
Serveti artıyor, parası artıyor,
Öbür taraftan âlim,
ilim dağıtıyor. Onun da ilmi artıyor.
Evliya, velâyet
kemâlâtından olan “yakîn ilmi”ni anlatıyor. Onun da yakîni artıyor.
Ne verir, ne
dağıtırsan, sana gelen de, o dağıttığının türünden,
cinsindendir...
Onun için eskiler
demişler ki, "Hiçbir şey yapamıyorsan, Ku'rân al yakınlarına, etrafa
hediye et, dağıt, paylaş!.."
Câmilere Kur'ân hediye etmenin, dağıtmanın, bağışlamanın anlamı da
budur.
İlim kitabı
dağıtırsan,
Öyleyse,
üretmek ve dağıtmak insanın esas amacı olmalıdır.
Kur'ân 'da devamlı
tekrarlanan “namazı ikâme et”deki
murad, namazın Mi’râc'a dönüşmesidir.
Namazın Mi’râc'a
dönüştüğü zaman sen, mâneviyatta sayısız hâllerle bezenirsin, yaşarsın,
hissedersin...
Mâneviyatta
aldığın bu hâlin akabinde. “zekâtını
ver!” kısmı gelir.
Yani,
“mânen yaşadığının güzelliklerini çevrendekilerle paylaş! Onlara bunu anlat! Onlar da bunu yaşasınlar.
Yaşayamayanlar, bundan hisse alsınlar,
“dır, buradaki "namazı ikâme et” den sonraki
“zekâtı ver,” in mânâsı...
Demek
ki, ne üretir, ne dağıtırsan, dağıttığının karşılığını alırsın.
Pirinç, fasulye, nohut
dağıtıp mâneviyât ilmi alacağını düşünme!
Zira, böyle bir sistem yok!.
Sistem,
ürettiğinin ve dağıttığının türünden alman üzerine kurulmuştur.
Şimdi, anlattıklarımı
bir kenara koyun ve çevrenize bir bakın!
Kim ne dağıtıyor?.. Ne alıyor?..
Yüz
milyonlar dağıtan hangi zengin, ilim ve mâneviyat sahibi oluyor? Ama, ilim anlatanların ilmi devamlı artıyor. Yani, ne dağıtırsan, o artar.
İşte
beynin çalışma sistemi budur.
Beynini ne yönde çalıştırırsan, o yönde kapasite artar.
Günde
onbeş dakika yüzersen, yüzme kapasiten artar.
Günde yarım saat
yürürsen, yürüme kapasiten artar.
Günde bir saat futbol
oynarsan, futbol kapasiten artar.
Beynini devamlı hangi
yönde çalıştırırsan, o yönde kapasiten artar.
Zikre başladığın
zaman, zikir başta
Başlangıçta,
kitaptan bir sayfa okursun, “kafam durdu, almıyor,” dersin. Ama, okudukça, bir sene sonra baştan sona kitabı bir
okuyuşta bitirirsin, hiç bana mısın demezsin. Zira,
kapasite ziyadesiyle gelişmiştir.
Önemli
olan, senin beynini hangi istikamette geliştirmeye başlamandır.
Hiçbir şey
yapamıyorsan, imkânların dahilinde birkaç ilim kitabı al ve dağıt! Zira, ilim
kitabı dağıtınca,
Ne
dağıtırsan onun karşılığını alırsın.
Allah’ın sistemi bu!.
Bunun
sebebi nedir?
“Allah Anayasası”ndaki sistem ve düzen; “ne verirsen misli
misli o gelir
Zenginler zekâtlarını neyle ve nereye veriyorlarsa o yoldan da karşılığını
alıyorlar! Patlıcan tohumu ekip gül yetişmesini
bekleyemezsin!
Maddiyat verip,
mâneviyatta yer almak istiyorsan; en azından, insanlara mânevi bilgileri(sohbet,kitap,kaset olarak) zekat vermelisin ve o konuları onlara
ulaştırmalısın ki
Ne verirsem ne yoldan,
biliyorum ki, SİSTEM gereği onun misli gelecek bana aynı türden ve aynı yoldan!...
Arpa dağıtıp altın
toplayamazsın!... Altın dağıtıp irfâna eremezsin!...
Zulüm yapıp, rahmet
bekleyemezsin!...
Bina yapıp, ilim
alamazsın!...
Ne yapıyor,
yaptırıyorsan, karşılığını da o yoldan alırsın SİSTEM gereği!...
Bu niçin böyle..?
Kısaca bunu da açıklamaya
çalışayım..
Allah’ın kurmuş olduğu
sistem ve düzen gereği, insanda meydana gelen her şey beyin aracılığıyla ortaya
çıkar, farkedilir hâle gelir!..
Beyinde hangi konu
ağırlık kazanırsa, o konu üzerinde beyindeki açılımlar genişler ve alışları
artar!.
Verme fiîli, beyinde
ilgili alandaki kapasitede genişleme oluşturur!..
Hangi fiilller kişiden açığa çıkarsa, o fiillerin kökeni olan hücre bloğunda
büyüme, gelişme olur; o alanda faaliyet gösteren hücrelerin sayısı artar!.
“Anlamasan da ibadet
et” önerisinin ardındaki gerçek budur!.
Fiîller, açılımları
zorlar ve yeni kapasiteler meydana getirir…
Netice, zekâtını
hangi yoldan neye dönük olarak verirsen, karşılığını da aynı yoldan, misli
misli alırsın!. Maddiyata dönükse, o yoldan;
maneviyata dönükse, o yoldan!.
İnsanlığın şerefi,
insanın pırlanta tacı olan ilim sahibi olmak isteyenlerin
bu çok önemli hususa dikkat etmeleri zorunludur!
Şunu kesinlikle
biliniz ki; vermeden alamazsınız!...
İslam kitabındaki
zekât bölümünü adam gibi düşünerek; ve sistem içindeki bir mekânizma oluşunu
değerlendirerek okuyup anlamaya çalışın; ve zekâtla tıkanıklığınızı giderip,
perdenizi kaldırmaya, kozanızı delmeye çalışın!...
Perdeyi kaldıran en
önemli faktörlerden biri, VERDİKLERİNİZDİR!...
Tüm hayvanlar
alıcıdır... İnsan ise verici...
Veren, Allah'tır...
alan, mahluktur!...
hf
Zıddı olan
her bir kavram kula, gayrılık anlayışıyla yaşayana GÖRE`dir..
Allah indinde "zıd" kavramı geçersizdir!.
Varlık âleminde ne
görüyorsak, ne algılıyorsak, ne düşünüp tahayyül ediyorsak, bütün bunların
hepsi de "Allah" ismi ile işaret ettiğimiz yüce Zât`ın ilmi ve
kudreti ile, ilminde, esmâsındaki mânâların açığa çıkması sûretiyle meydana
gelmede...
Yani,
her şey, "şey"in varlığı – isteği - iradesi dışında;
evreni meydana getiren Zât`ın, ilmi ve iradesi istikâmetinde oluşuyor.
Bütün algılanan zıtlar
aynı Tek kaynaktan meydana geldiğine göre, O Tek kaynak, bütün bu
zıtların fevkindedir!.
Esasen, kâinatta,
mevcudatta "zıt" yoktur!. Çünkü,
Allah`ta zıt yoktur!. "zıt"
kavramı bize göredir!.
Burada farkedilmesi
gerekli olan husus şudur:
Zulmet, nur`un zıddı değil; onun açığa çıkmaması hâlinin adıdır!.
Dalâlet, hidâyetin zıddı olarak varolmayıp; hidâyetin açığa çıkmaması
halinin adıdır.
Varlıkta asıl, Allah
isimlerinin işaret ettiği mânâlardır.. Bu isimlerin işaret ettiği mânâların ise zıtları varolmayıp, esas
olarak bilinen ismin mânâsının açığa çıkmaması dolayısıyla algılanan o durum
"zıt" diye düşünülür.
Yani, asıl olan
isimlerin özelliklerinin algılayıcıya yeterli oranda açığa çıkmaması hâli, o
ismin mânâsının zıddıolarak
Meselâ varlıkta asıl Nur`dur.. Nur`un algılayıcıya göre
yeterli oranda açığa çıkmaması halinde, içinde bulunulan durum o birime göre zulmet
olarak nitelendirilir.
Zıt olarak
Esmâsı yönünden;
"Allah
âlemlerin Rabbı'dır"..
Fakat;
"Allah
âlemlerden Ganî`dir"!.
Allah
âlemlerin hem Rabbıdır ve hem de Allah âlemlerden Ganî`dir!.
Hiç bir zaman bu iki
ana düsturu, prensibi unutmayacağız ve bu iki prensibe gâfil olmayacağız...
"Âlemlerin
Rabbı'dır ALLAH"!... Ve, "Âlemlerden
Ganî`dir"
istikametinde hem tüm mânâları ve bu mânâların fiile dönüşüş
hallerini Allah'a bağlayacağız... Hem de Allah'ın bu mânâlarla kayıt
altına girmekten münezzeh olduğunu vurgulayacağız..
Yani aynı anda aynı
şekilde geçerli olan iki gerçekten birinde saplanıp kalmayacağız!.
Bu Allah`a ait bir
realite!.
Ve...
Varlıkta da O'nun
varlığı dışında bir "şey" mevcut olmadığına göre, bu senin
"Nefs"ine ait olan bir realite!.
“ZINDIK”
“ALLAH”
kavramını inkâr ederek; kendini bir birimsel yapı
hf
Bilinçli
bilinçsiz tüm varlıkların yaptıkları tesbih kapsamındadır...
Bilinç eseri açığa
çıkan ise ZİKR hükmündedir...
Zikir, beyinde belirli anlamlar taşıyan kelimeleri tekrar etme çalışmasıdır.. Zaman ve mekânla, inançla kayıtlı değildir!..
Beyin, oluşumundan
itibaren gerek galaksi içi ve gerekse galaksi dışı çeşitli güçlü merkezlerden
gelen yayınlarla programlandığı için, biz beynimizi ne kadar
zikir ile geniş kullanılır kapasiteye ulaştırabilirsek, o nisbette evrensel
özellikleri kendimizde keşfederiz
Zikir, birinci
anlamda, “ALLAH”ın belirli isimlerini ya da belirli duaları tekrar etme
diye anlaşılır...
Zikir,
ikinci anlamıyla ise, hatırlama, anma, üzerinde durma şeklinde anlaşılır.
Daha
üst boyutta "zikir" ise tefekkürü yani derin ve kapsamlı düşünceyi
doğuracak bir biçimde konunun üzerine eğilme olarak anlaşılır.
Beyindeki her tekrar,
beynin kullanılır kapasitesinin o istikamette genişlemesine yol açar...
Esmâ tekrarı, tekrar
edilen esmânın anlamı kapsamında meydana gelir.
Kelime zikrinde süreklilik var aynı kelime frekansı üzerine...
Dua ve namaz, zikrin
bir çeşididir; kezâ Kur'ân okumak ya da salâvat dahi.
Zikir, dinde yer alan en büyük ibâdet olarak nitelendirilmiştir. Niçin?..
Astroloji
bölümünde, yaklaşık 15 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak çok cüz'î
bir kısmının doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girdiğini; bundan sonra
da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşmasının imkânsız olduğunu dilimiz
döndüğünce anlatmaya çalıştık.
Evet,
beyin doğum anından sonra, dışarıdan gelen ışın etkileri ile yeni hücre
gruplarını devreye sokamaz. Ancak
beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebed âtıl durmak için varedilmiştir
demek değildir bu!..
Beyinin ilk anda
açılmamış hücre gruplarının bazı çalışmalar ile devreye girmesi, kapasite
genişlemesi, yeni kabiliyetlerin elde edilmesi mümkündür!..
Esasen
“Din” dediğimiz olayın temeli de beynin yeni bölümlerinin devreye
girmesi ve bu bölümlerin çalışması suretiyle elde edilecek yeni güçler gerçeğine
dayanır.
Zikir dediğimiz,
«Allah»a ait bir mânânın beyindeki tekrarı olayı nedir?..
«Allah»
ismini dilinizle söylediğinizi kabûl edelim.
Dilde söylenen bu kelime bilindiği gibi, öncelikle beyinde hazırlanacak, sonra
da dile uzanan sinirle dil hareket ettirilerek düşünülen mânânın ses şeklinde dışarıya ulaşması sağlanacaktır.
“
ALLAH kelimesinin beyinde
hatırlanması” demek; bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları
arasında bir bioelektiriğin akışı demektir.
Esasen beyindeki tüm
fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki bir bio - elektrik faaliyetten başka
bir şey değildir!.. Her mânâya göre
beyinde değişik hücre grupları arasında bir bioelektrik akış sözkonusudur.
Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya
sayısız mânâlar çıkmaktadır.
Beynin
tüm fonksiyonları hep bu hücre gruplarının oluşturduğu sayısız krozmanlar
neticesinde gelişmektedir. 15
milyar nöron ve her bir nöronun 16 bin nöronla bağlantısı. Ve bunların
sayısız işlevi!.. (fetebarekAllâhu
ahsenül halikîn!..)
Hormonların bu alandaki
fonksiyonları ise bilebildiğimiz kadarıyla, hücrelerin kimyasal yapısını
etkileyerek, bio-elektriğin akış hızını ve yönünü kanalize ederek değişik
anlamlar taktığımız oluşumları meydana getirmesi!..
Her an
sayısız takım yıldızlardan gelen değişik frekanslı ışınlar. değişen
açılar dolayısıyla beyin üzerinde meydana gelen sürekli değişik kozmik etki ve
bunun sonucu bio-elektrik akış, mevcût potansiyelin her an yeni gelenler
istikâmetinde sürekli yeni mânâlar oluşturacak şekilde faaliyeti.
Esasen beyin için uyku
diye bir olay sözkonusu değil!.. Beyin,
anlattığımız istikâmette sürekli olarak çalışmada ve sürekli olarak tesir
almada.
ZİKİR,
bize göre, dünyada bir insanın yapabileceği en yararlı çalışma türüdür.
hf
ZİKİR, YALNIZCA “ALLAH’I
ANMA” MIDIR?!
ZİKİR, “Allah’ı
anma” diye her ne kadar tercüme edilirse de, böyle
bir tercüme son derece yetersizdir.
1-ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin mânâsı
istikâmetinde, beyin kapasitesini arttırır.
2-ZİKİR, beyinden üretilen dalga enerjinin RUH’a, yani halogramik
dalga bedene yüklenmesini ve böylece ölümötesi yaşamda güçlü bir RUH’a sahip
olunmasını sağlar.
3-ZİKİR, tekrar edilen mânâlar istikâmetinde beyinde
anlayış, idrak ve o mânâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.
4-ZİKİR, Allâh’a yakîn sağlar.
5-ZİKİR,
ilâhî mânâlar ile tahakkuku temin eder.
İşte, birkaçını
saydığımız bu özellikler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm de ZİKİR son derece övülen
bir çalışma olarak belirtilmiş; ve bu konuda ZİKRE önem vermeyenler şiddetle
uyarılmışlardır:
“RAHMAN’IN ZİKRİNDEN YÜZ ÇEVİRENE ŞEYTAN MUSALLAT OLUR VE
ARKADAŞI OLUR. SONRA GERÇEKLERİ SAPTIRIR VE ONU HİDÂYETTEN
UZAKLAŞTIRIR. ONLARSA BU DURUMDA HÂLÂ HİDÂYETTE OLDUKLARINI SANIRLAR.”
(43-36/37)
“ŞEYTAN ONLARI İDARESİNE ALMIŞ, ALLAH’I ZİKRETMEYİ UNUTTURMUŞTUR.
ONLAR ŞEYTANIN GRUBUDUR. ŞEYTANA
TÂBİ OLANLAR HÜSRANA UĞRAYACAKLARDIR.” (58-19)
“ALLAH’I ÇOK
ÇOK ZİKREDİN” (33-41)
“HER KİM,
BENİM ZİKRİMDEN YÜZ ÇEVİRİRSE ONA DAR BİR GEÇİM VARDIR VE ONU A’MÂ OLARAK
HAŞREDERİZ” (20-124)
“BENİ
ZİKRETTİĞİNİZDE SİZİ ZİKRETMEKTEYİM” (2-152)
“
“ALLAH ZİKRİ,
EKBERDİR” (29-45)
ZİKİR’in insana
ne kadar büyük yararları olduğuna bakın Hazret-i Rasûl
Aleyhi’s-selâm nasıl işaret ediyor:
“Allah
katında çalışmaların en sevimlisi hangisidir?...
sorusuna cevap:
Dilin, Allah’ı
zikretmeye devam ettiği halde ölmendir”!.
“Size
çalışmalarınızın en hayırlısını, Allah indinde en temiz olanını, derecelerinizi
en fazla yükseltenini ve sizin için altın ve gümüş infak etmekten,
düşmanlarınızla savaş meydanında karşılaşıp boyun vurmanızdan ve onların sizin
boyunlarınızı Allah yolunda vurmalarından daha hayırlı bir çalışmadan haber
vereyim mi?..
İşte o, Allah’ı ZİKRETMEKTİR.”
“Allah’ın azâbından, Allah’ı ZİKİR etmekten daha fazla hiç bir
şey kurtaramaz.”
“Allah
katında kıyâmet gününde kulların hangisinin derecesi daha faziletlidir;
sorusuna şu cevabı verdi:
Allah’ı çok ZİKİR EDENLER.”
Soruldu ki,
“Yâ Allah yolunda cihâd
Buyuruldu:
“Kâfirler ve müşrikler
içerisinde kılıcı ile kırılıncaya kadar ve kana bulanıncaya
kadar savaşsa da, şüphesiz ki, Allah’ı çok zikredenlerin derecesi, ondan
daha faziletli olur.”
“Kul,
şeytandan ANCAK, Allah’ı ZİKRETMEKLE korunur!..”
“Sahip olduklarınızın en faziletlisi, Allah’ı zikreden dil,
şükreden kalp, imanında yardımcı olan eştir.”
“Allah’ı
ZİKREDEN ile etmeyenin benzeri, diri ile ölü gibidir!..”
“Allah’ı o
kadar çok zikredin ki, insanlar size “deli mi
bu!” desin!..”
“Münafıklar
size, “gösteriş için yapıyorsunuz” diyecekleri kadar
çok Allah’ı zikrediniz.”
“Müferridûn
geçti!.. Buyruğuna soruldu, ”kimdir
müferridûn?” diye.
“Allah’ı çokça zikretmeye düşkün olanlardır. Zikir, onların ağırlıklarını hafifletir. Böylece kıyâmet
günü de hafif olarak gelirler”
“ŞEYTAN, ağzını Ademoğlunun kalbine koymuştur. O
Allâh’ı zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri bırakınca kalbini yutar!.”
Bu hâdis-i şerîf
teşbih yani benzetme yollu bir anlatımdır... Kişi Allah’ı
zikrettikçe, Cinler ondan uzak dururlar ve ona vesvese vererek düşüncelerini
bulandıramazlar; ama zikir terkedilince, cinler onun beynini istedikleri gibi
etkileyerek hüküm altına alır, mânâsınadır.
“Allah’ın bir kula verdiği en faziletli şey, ona ZİKRİNİ ilham
etmesidir.”
“Hiç bir sadaka Allah’ı zikretmekten daha faziletli değildir.”
“Cennetlikler
hiç bir şeye üzülmezler ancak, dünyada iken ZİKİRsiz geçen anları hariç!..”
“Kim Allah’ı çok zikretmezse imandan uzaklaşır.”
“İnsan,
üzerinden geçip de, içinde Allah’ı zikretmediği her an
dolayısıyla kıyâmette büyük pişmanlık duyar.”
“Herhangi bir
topluluk, bir mecliste toplanır, Allah’ı zikretmeden dağılırlarsa, bu meclis
kıyâmet gününde kendileri için bir pişmanlık olur!..”
“Kim Allah’ı
çok ZİKİR ederse, münâfıklıktan uzak olur!..”
İşte bunlar gibi daha pek çok Rasûlullah Aleyhi’s-selâm hadîs-i
şerîfi bize ZİKİR konusunda büyük uyarıda bulunmaktadır.
hf
Sen, Allah`ın ilminde, O`nun güzel isimlerinin özellikleriyle
yaratıldığın için, Allah isimlerinin işaret ettiği mânâlar, özellik olarak
senin beyninde açığa çıkmaktadır.
Allah`ın güzel
isimlerini beyninde tekrarladığın zaman, bu isimlerin özelliklerinin beyninde
daha da gelişmesini sağlamış olursun..
Zikirde esas olan ; beynin kendi içinde bu dalgasal
faaliyeti tekrar ederek, yeni hücre gruplarını o dalga boyu istikametinde
programlamasıdır...
Zikrin, beynin çalışan
bölümünün kapasitesini, zikredilen mânâ istikametinde arttıran bir çalışma
sistemi olduğunu; Türkiye ve Dünyada ilk defa, l986 yılında yayınlanan “İNSAN
ve SIRLARI” isimli kitabımızda; daha derinliğine detayları ile de “DUA
ve ZİKİR” isimli kitabımızda açıkladık..
Zikrin, yani
kelimelerin beyindeki tekrarının, beyinde yeni hücre bloklarını devreye
sokma çalışmaları olduğunu tasdik
Siz, Allah`ın belirli
isimlerini beyninizde, bir süre, belirli bir düzen içinde tekrar ettiğiniz zaman,
otomatikman beyninizde o anlam doğrultusunda bir kapasite oluşuyor; böylece
kişiliğinizi o anlam istikametinde geliştiriyorsunuz!
İster inançlı olun,
ister inançsız, bu hiç farketmiyor!.. Çünkü bu
Allah`ın Sistem ve düzeni!.. SİSTEMİN ve düzenin işleyişinin
sizin inançlarınızla hiç alâkası yok!.
Bu konunun
anlaşılamayışının en büyük sebebi, Allah’ın güzel isimlerinin işaret ettiği
mânâlardan oluşmuş bir formül olduğunuzun farkında olmayıp; ibadeti ötenizdeki
bir tanrıyla ilişkiler zannedişiniz !..
Oysa, Ahmed Yesevî`den
Yunus Emre`ye, Abdulkadir Geylanî`den İmam Gazalî`ye, Hacı Bektaş Velî`den
Erzurumlu İbrahim Hakkı`ya, Mevlâna`ya kadar her gerçeğe ermiş zât, Allah`ın
insanın “Hakikat”ında olduğuna dikkati çekmiş; ötendeki tanrıya değil, özündeki
Allah`a yönelip O`nu keşfetmeye çalışmanın zorunlu olduğu gerçeği üzerinde
durmuşlardır..
Nitekim, zikirden
amaç da ötendeki bir tanrıyı hoşnud etmek değil; beyin kapasiteni ve buna
bağlı olarak anlayış ve idrak kapasiteni arttırarak, özündeki Allah`ı
tanımak; o güzel isimlerin anlamlarının sende kuvvetli olarak açığa çıkmasını
sağlıyarak “hilâfet sırrını” yaşamaktır!..
ZİKİR çalışması içinde, zikirle açılan ek kapasitesinin
değerlendirilmesi sırasında yoğun olarak İLME ağırlık verilmesi ve artan
kapasitenin İLİM ile değerlendirilmesi şarttır. Aksi
halde bu kapasitenin cinnî ilhamlar istikâmetinde programlanması söz konusu
olabilir ki; bu da hiç iyi olmaz.
Ayrıca bu tür zikirler
sırasında kitabın girişinde yazdığımız CİNLERE KARŞI KUR’ÂN
’DA ÖĞRETİLEN KORUNMA DUASININ yapılması son derece yararlı olur.
İslâm camiâsında
genellikle RUHÂNİYETİ arttırıcı zikirlere devam edildiği için;
mâneviyatı son derece güçlü sayısız insan yetişmesine karşın; dünya ilimlerine
dönük beyinler çok az çıkmıştır!.. Şayet
beyin sistemli bir şekilde dünya bilimlerine yönelik bir biçimde zikir ile
takviye olunsa idi, elbette ki o yönde gelişmiş üst düzey beyinler de çıkardı.
Ancak,
ne var ki, “yarın zorunlu olarak terkedeceğin şeye, bugün sahip çıkarak,
kendini, o şeyi terketmekten ileri gelen azâbdan koru” düşüncesinde olan
İslâm camiâsı, dünyaya fazla bir değer vermemiş ve o yolda kendini fazla
yormamıştır.
Önce
anlaşılması son derece kolay olan şu misâli verelim.
Size
son derece kıymetli mücevherle dolu bir kasa veriyorlar ve diyorlar ki.
Şayet anahtarını elde
edersen, bu kasayı açabilirsin, içindeki her şey senin olabilir.Soruyorsunuz:
Peki anahtar nedir,
nasıl açabilirim?..
Cevap;
Ucu
özel bir şekillendirmeye tabi tutulmuş demirdir anahtar. Elde etmek içinde şu kadar pahasını ödemek zorundasın.
Diyorsun ki, kasa
nasıl olsa bende!.. O kadar paha ödeyeceğime, alırım
bir demir, alırım bir ege; çenterim demiri olur anahtar!..
Ama ne çare ki, bir
ömür boyu demir çentseniz, o kasanın özel kilit şifresine uygun anahtarın bir
benzerini yapamazsınız. Ve bu yüzden de kasanızı açıp
içindeki çok kıymetli mücevherlere kavuşamazsınız. Ta ki, pahasını
ödeyip özel şifresi için yapılmış anahtarı elde edene kadar.
Unutmayalım
ki, her kilit ancak şifresine uygun anahtar ile açılır.
İşte
bu misâlde olduğu üzere, her beynin kendine özel bir formüle ihtiyacı vardır ki
çok kısa sürelerde büyük gelişmeler elde etsin.
Ama bunun için de elbette, bu konudan anlayan, bu konu
hakkında bilgi sahibi kişiyi bulmak zorunluluğu mevcuttur.
Bu
devirde böylesine ehil kişiyi bulmanın çok zor olduğunu düşünerek bu kitapta,
bize ihsan olunan ilim ölçüsünde, elden geldiğince çeşitli zikir formüllerinden
sözedeceğiz. Ki bunlar
bizâtihi tecrübelerimize göre son derece yararlı olmuşlardır.
Dileyen bu zikir
formüllerini bir süre kendi üzerinde dener, fayda görürse devam eder, fayda bulmazsa da genel zikirlerle ruhaniyetini
geliştirme yolunda çalışmalarına devam eder.
hf
ARTIRMANIN
ÖLÜMÖTESİNDEKİ YARARI NEDİR?
Beyin ne düzeyde
açılır ne düzeyde gerçekleri görmeye geçerse; o açılımı aynen dalga bedene yâni
ruha yükleyeceği için ve ruh da beynini
yitirdikten sonra asla yeni bir kayıt alamıyacağı için Dünyada
açılmayan beyinlerin meydana getirdiği «ruhlar için ölümötesi yaşamda asla
açılma imkânı yoktur!»
Bir an
düşünün...
Milyarlar ve milyarlar
sürecek ebedî denen bir yaşam!.. Ve siz bu yaşam için
gerekli olan potansiyeli ancak şu son derece kısıtlı olan dünya hayatında
beyninizi değerlendirebildiğiniz oranda elde edebileceksiniz!..
Şayet
bunun ne demek olduğunu düşünemiyorsanız.
Elbette ki size söyliyecek başkaca bir sözümüz yok!..
Evet, zikrin birinci
yönünden bahsederken, beynin ürettiği bioelektrik enerjinin, bir tür dalga
enerji biçiminde ruha yüklenmesidir, dedik!..
Şimdi gelelim zikrin
ikinci tür yararına
«Cennet ehlinin
çoğunluğunu BÜHL kimseler teşkil eder»
buyruluyor.
«Bühl»
kelimesi Arapçada «saf» kişiler anlamında kullanıldığı gibi «ahmak»
anlamına da gelebiliyor.
Nitekim Hazreti İsâ Aleyhis-selâm’a ait olduğu söylenen şu sözde bu mânâ
çok açık görülmektedir:
«Allah devâsı
olmayan tek dert yaratmıştır, o da «BÜHL»lüktür!..»
Yâni, «ahmak»lıktır!..
Evet, cennete
girenlerin çoğunluğunu «saf» vatandaşlar teşkil edecektir!.. amennâ ve saddakna!.. Niye bu
böyle?..
Çünkü
cennet ehlinin çoğunluğunda ilâhi rahmete nâil olma neticesinde, beyinlerinde
dünyanın manyetik çekim alanına karşı koyacak olan «antiçekim dalgalarını»
üreten devre açılmış ve cennete gidebilecek güce nâil olmuşlardır. Ancak ne var ki, oralardaki sonsuz ve sayısız nimetleri değerlendirebilecek
üst düzey kapasiteye ulaşabilmek için yeterli çalışmayı yapmamışlardır!.. Cennette, dünyadan bildikleri sayısız
zevkler ve bunların daha değişik türleri içinde ebedî bir yaşam süreceklerdir.
Oysa Allah'a yakınlık
kazanmışların (mukarreblerin) cennetteki yaşamlarını normal beyinlerin tahayyül
bile etmesine imkân yoktur!..
Bunu
basit bir misâl ile açıklamaya çalışayım.
Bir insan tüm yaşamı
boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir
anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor!.. Bir yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini
ve o kişinin sevincini gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!..
Şimdi
düşünün ki beyni üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol açan ışınları değerlendirebilecek bir
düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla, ya da bir diğer ifade ile bu
yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir beyne sahip!..
Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza dek sürekli artan
bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor!.. Bilmem
anlatabiliyor muyum?..
ZİKİR GÜCÜNDEN
MAHRUM BEYİNLER!
Zikir yapmamak,
genelde çoğumuzda mevcut bulunan, en büyük eksikliktir... Zikir gücünden mahrum
beyinler ise kolaylıkla CİN'lerin etkilerine açık duruma gelmektedirler...
İnsanın, şeytana tâbi
olması, ifadesiyle anlatılan bu olay zannedildiğinden çok çok daha büyük
boyutlarda önemli olan bir durumdur..
İnsanların
EKSERİYETİNİN, cinlerin hükmü altında olduğunu şöyle vurgulamaktadır, Kur'ân-ı
Kerîm:
«Ey cİn topluluğu, insanların EKSERİYETİNİ hükmünüz
altına aldınız!.» (6-128)
Günümüzde
kendilerini "uzaylı varlıklar" olarak insanlara takdim eden ve
genelde «uzaylılar» olarak kabul edilen "cinler"e karşı
insanın yegâne savunma mekânizması «zikir»dir!...
Onlara karşı okunacak
"zikir"yani "dualar" ise Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle
öğretilmektedir:
«Rabbi enniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azaba... Rabbi euzü
bike min hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun» (Sad 41-Mü'minun 97/98)
Bugün hücrebilimciler,
beyin kullanılır kapasitesinin yalnızca ZİKİR ile arttırılabileceğini çok iyi
biliyorlar...
Ruh gücümüzün beyin
kapasitemiz kadar olacağını da biz artık idrak
ettik...
Öyle ise, ne kadar bu konuda kendimizi geliştiriyoruz?
ZİKİR birkaç çeşittir.
Önce ikiye
ayrılır:
1. Genel zikir.
2. Özel
zikir.
GENEL ZİKİR,
gene ikiye ayrılır:
A. Ruhaniyet zikri
B. Özel
gayeye yönelik zikir
ÖZEL ZİKİR de ikiye ayrılır:
a- Özel gayeye yönelik
zikirler
b- Kişiye özel, zikirler
Demiştik
ki, belirli kelimelerin veya kelime grublarının beyinde tekrarının adıdır ZİKİR.
Yapılan her zikirde,
ne kelime olursa olsun, beyinde belirli bir frekansta dalgaboyu üretilerek,
beynin görev dışı olan hücreleri, o frekansla programlanır..
Şayet
CİNNİ ilhamla gelmiş bir kelime ya da budistlerin meşhur "om"
kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikâmette bir gelişme
sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek bir takım
ilhamlar almaya başlar. Ve bunun sonunda,
verilen ilhamlara göre, kendini, UZAYLI veya EVLİYA, veya MEHDI veya NEBİ veya
ALLAH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder.
Buna
karşılık bir de İslâmi kaynaklarca öğretilen GENEL ZİKİRLER vardır ki;
bunlar tamamiyle, kişinin RUH gücünün artmasına ve RABBINA yaklaşmasına
vesile olur. Bu GENEL
ZİKİRLER'e hemen bir iki misal verelim.
"Subhanallâhi
ve bihamdihi"
"Subhanallâhi
velhamdulillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber"
"Lâ
ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh"
"Lâ
ilâhe illallâhul melîkül hakkul mubîn"
"Subbûhun
Kuddûs Rabbul melâiketi ver Ruh"
Bir de GENEL
ZİKİR klasmanı içinde yer alan "Özel
gayeye yönelik" zikirler vardır. Bunlar, ilim
talebine yönelik, kusurunu itirafa ve bağışlanmaya yönelik, zikirler gibi.
Hemen bunlara da misal verelim:
"Rabbî
zidniy ilma"
"Lâ
ilâhe illâ ente subhaneke inniy küntü minez zâlimîn"
"Rabbic'alniy
mukıymes selâti ve min zürriyetiy"
ÖZEL ZİKİR,
esas olarak kişinin durumunu çeşitli yönlerde geliştirmeyi hedef alan, özel gayeler istikâmetinde gelişmeyi amaç edinen
zikirlerdir.
ÖZEL ZİKİRLER esas
itibariyle kişinin beyin programına, yani kendine has özellikleri,
karakteristiği, kişisel arzu ve hedeflerine göre düzenlenen zikir
formülleridir. Bu zikir terkipleri, belirli âyet ve hadîslere
dayanan dualar ile, o kişide kısa sürede gelişme sağlayacak ilâhî isimler
grublarından oluşur.
Tarikâtlarda
verilen zikir formülleri günümüzde genellikle hep GENEL ZİKİR kapsamında olduğu
için; gelişme sürecini de 30-40 yıl gibi çok uzun zaman dilimlerine
yaymaktadır.
Oysa
bu özel zikir formüllerini deneyenler, kendilerinde bir-iki sene gibi, çok kısa
süreler içinde büyük gelişmeler hissetmektedirler.
ÖZEL ZİKİRİN, özel
gayeye yönelik bölümünde yer alan bazı zikirlere misal
vermek gerekirse, bu konuda şunları söyleyebiliriz numûne olarak:
"Allahumme
inniy es'eluke hubbeke"
"Allahumme
elhimniy rüşdiy"
"Kuddûs-üt
tâhiru min külle sûin"
ÖZEL ZİKİR bölümündeki
(b) şıkkında yer alan kişiye özel zikirlere gelince
ise.
MÜRÎD -
KUDDUS - FETTAH - HAKÎM - MÜ'MİN - RAHMAN - RAHÎM - BÂSIT - VEDUD - CÂMİ – RÂFİ
Ve daha bunlar gibi değişik Allâh'ın isimlerinden oluşur.
Kişinin
beyin programının ihtiyaç gösterdiği bir biçimde; kişiye özel sayılar ile
bunlar formüle edilerek çekilir.
Ve kişi üzerinde kısa sürede tesiri açığa çıkar.
hf
İslâm’daki «zikir» kelimeleri olan Allah’ın isimleri, esas
olarak varlıkta yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya
çıkartıcı devreler zaten kozmik plandan düzenlenmiştir. Siz bu
kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans
ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..
İslâm’daki «Allah isimleriyle» zikir, sizde Allah’a yaklaşma
ve O’ndaki sayısız özellikler ile bezenme hali oluştururken; bunun dışındaki
kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet - alıcılık sadece
«cin»lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir. Bu da
neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına ve sizin de hiç farkında
olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.
Öyle
ise her hâli ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar
ile oluşturulan bağlantılar o zikrin bize yansımasına yol açacaktır. Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur.
Siz
hangi ismin mânâsına dönük olarak «zikir» yaparsanız; yâni, Allah'ın «esmâi
hüsnâsı» tâbiriyle işaret edilen Allah'ın hangi ismini tekrar ederseniz,
beyninizde o mânâ yönünden bir kapasite genişlemesi sözkonusu olur.
Beyindeki her tekrar,
beynin kullanılır kapasitesinin o istikamette genişlemesine yol açar...
Esmâ tekrarı ise,
tekrar edilen Esmâ’nın anlamı kapsamında meydana
gelir...
Özel zikirler, kişiye
has, Allah'ın isimlerinden ibaret olan zikirlerdir.
Allah'ın çeşitli
isimleri, değişik kuvvetlerde, ayrı ayrı, kişiye has formüllerle, beyinlerde
açılımlar oluşturmuştur. Siz genel zikir klasmanında bir
zikir yaptığınız zaman, her ismin mânâsı eşit kuvvetle tesir alır ve hepsi de
aynı oranda gelişme gösterir.
Oysa, meselâ «MÜRÎD»
isminin mânâsı diğerlerine göre daha az nisbette aşikâre çıkmış ve bundan
dolayı da iradesi zayıf olan, bildiğini tatbik edemeyen bir beyin sözkonusu
olduğundan; siz genel zikirlerle olaya yaklaşsanız, hepsi aynı nisbeti
koruyarak güçleneceğinden, bu ismin mânâsı yönünden kolay kolay netice
alamazsınız!..
Ama buna karşılık, siz
direkt olarak «MÜRÎD» zikriyle olayın üstüne gittiğiniz zaman; kısa
sürede görürsünüz ki, kişi «irade» yönünden,
yâni bildiğini tatbik etme yönünden büyük mesafeler alır.
İnsanların cehennemde
azâp çekmelerinde en büyük faktör, kendilerindeki irade gücünü
kullanmayışlarıdır!.. Bunun temelini de beyinlerinde
"MÜRİD" isminin zayıf açılmış olması teşkil eder.
"MÜRİD" isminin zikri "irade" sıfatını
güçlendirir.irâde gücünün kullanılması da tatbiîki ilme bağlıdır!
Bu
irade konusunda olduğu gibi, cimrilik konusunda, yumuşaklık konusunda, ilim
konusunda, kısacası hemen her konuda böyledir.Ancak bunun için de bu zikri
veren kişinin, karşısındakinin beyin yapısını çok iyi bilmesi gerekir.
Yâni, O kişinin genel
beyin programında hangi burçların ve hangi planetlerin pozisyonu nelerdir?.. Hangi isimlerin mânâları bu şekilde hangi nisbetlerle
açılmıştır?..istidadı hangi konulardadır?.. Gibi
soruların cevablarını bilip, kişiye özel zikrin verilmesi gerekir!..
Allah
adıyla işaret olunanın İRADE sıfatının
ismi olan "MÜRÎD" ismi zikredildiğinde, kişinin beyninde boş
duran hücreler, bu ismin frekansında programlanarak devreye girdiği
için; bir süre sonra o kişide İRADE gücünün arttığı ve eskiden başaramadığı bir
çok şeyi başardığı görülür.
Ancak hemen burada
kesinlikle idrâk edilmesi zorunlu bir husus da vardır ki, o da şudur:
Herkesin beyin
yapısının kendine has bir orijinalitesi vardır ve bu tür "esmâ"
yani Allah'ın isimlerine dayalı zikir türünde, mutlaka bu işin ehlinden
bilgi
Kendi
aklına geldiği gibi ZİKİR yapmak, farkında olmadan CİNLERİN İLHAMIYLA ZİKİR
yolunu açar ki; kişinin bilinçsizce kendini cinlere teslim etmesine sebeb
olabilir.
Nitekim,
bu yüzden bazı evliyâullah, "Aydınlatıcısı olmayanın, aydınlatıcısı
şeytan olur" demişlerdir.
Evet, esas itibariyle
ham, yani programlanmamış olan beyin hücrelerini, ZİKİR yoluyla, erişilmek
istenen gaye istikâmetinde programlayarak eskisinden
çok daha güçlü çalışan bir beyne sahip olunabilir.
ALLAH"ın
"İRADE" sıfatının adı olan "MÜRÎD" ismini
zikrettiğiniz zaman; terkibinizdeki bu ismin manâsı güçlenir; beyninizdeki
"İRADE" fonksiyonu daha kapsamlı olarak faaliyete geçer ve
eskiden iradeniz zayıf olduğu için başaramadığınız bir çok şeyi rahatlıkla
başarabilirsiniz.
Ya
da "HAKÎM" ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin
hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu
düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı
olarak yer aldığını idrâk edersiniz.
Yani,
"ALLAH ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar sistemindeki gibi, bütün
isimleri eşit oranda yükseltirken; "İSİMLER zikri” ise sadece kendi
cinsinden olan terkibinizdeki manâyı güçlendirir. Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli
gelişmeleri farkedilir hâle getirir.
İşte
bu sebebledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi arzu edenlere,
"İSİMLER" zikri tavsiye ederiz.
Bizim tavsiye
ettiğimiz zikirlerin, herhangi bir tarikat zikri ile alâkası aslâ yoktur!..
Târikatsız ya
da hangi târikattan olursa olsun; kişi bu zikirleri yaptığı zaman, birkaç ay
içerisinde neticelerini görmeye başlar!..
Bu
arada tavsiye etmekte olduğumuz isimlerle ilgili olarak biraz bilgi vermek
istiyorum. Ki, ne yaptığının bilincine ermek
isteyenlere yararlı olur umarım!..
Önce
ilk tavsiyem olan "MÜRÎD" isminden sözedeyim.
"MÜRÎD"
ismi, "ALLAH" adıyla işaret olunanın "İRADE"
sıfatının adıdır!..
Bizim tüm boyutları
ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..
Hayat,
sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS"
ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek
devam edecektir.
"ALÎM"
ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.
"MÜRÎD"
ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar
ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.
"SEMÎ"
sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk
ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE"
yeteneği kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının
bizden ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET"
bizde görev yapar!..
"MÜRÎD"
ismi, bildiğimiz kadarıyla ilk defa olarak bize açılmış, bir "sır"dır!.. Bizden evvel, hiç kimse bu ismin
zikrini yapmamış ve başkalarına da tavsiye etmemiştir. Hatta din ve
tasavvufla uğraşan pek çok kişi, bu ismin varlığını bile bilmez; çünki
kitaplarda daima diğer sıfatların isimleri yazılır da; "İRADE"
sıfatının ismi yazılmaz!.. Muhakkak
ki bu da Allâh'ın bir hikmeti sonucudur.
"MÜRÎD"
ismi, yaptığımız çeşitli çalışmalar sonucu olarak müşahede ettik ki, insanda en
süratli gelişmeyi sağlayan bir güce sahip!.
Hemen
hepimiz, pek çok şeyi biliriz de, bir türlü bu bildiklerimizi uygulamaya
koyamayız. Bunun da gerçekte tek bir sebebi
vardır, İRADE ZAYIFLIĞI!..
İşte
bu irâde zayıflığının çaresi, anladığımız kadarıyla "MÜRÎD"
isminin zikredilmesidir. Bu
ismin zikredilmesi sonucu, kişinin ilgi duyduğu konuya karşı irâdesi güçlenmeye
başlıyor ve eskiden bilip de tatbik edemediği pek çok şeyi kolaylıkla tatbik
edebilir hâle geliyor.
Meselâ
diyelim ki içkiyi bırakamıyor; TASAVVUF EHLİNE KESİNLİKLE YASAK OLAN
SİGARAYI BIRAKAMIYOR; veya istediği gibi ibâdet edemiyor; yahûd kendini
ilme verip kararlı bir biçimde ilim çalışamıyor; işte bu durumda bu zikir,
kişinin irâde gücünü arttırdığı için, kolaylıkla bunları başarabiliyor.
Ancak
bu isimden bahsederken, şunu da kesinlikle belirteyim. Nasıl ilâçların belirli dozajları varsa, "İSİMLER"
zikrinde de belirli rakkamların üstüne kesinlikle çıkılmamalıdır.
"İSİMLER"
zikri insan bünyesinde, beyninde, sürekli takviye yapar!..
Nasıl, Diabet yâni
şeker hastalığında, şekeri tüketmek için ensülin yeteri kadar
verilmediği için dışardan takviye alınırsa; terkedildiği zaman bünye derhal
kendi orijinini yaşarsa. Aynı şekilde, Zikre devam edildikçe de, mânâsı ister
bilinsin ister bilinmesin; inanılsın inanılmasın, hükmünü icra eder. Tecrübelerimize göre, zikir bırakıldıktan sonra onbeş
gün içinde bünye eski normal haline döner!.
Burada kesinlikle
anlamamız gereken bir husus da şudur!..
Siz asla ötedeki,
yukarıdaki bir TANRI'yı zikretmiyorsunuz!..
Siz,
varlığınızın her zerresinde tüm varlığıyla mevcût olan SONSUZ - SINIRSIZ
ALLAH'ın bazı sıfat ve isimlerinin sizde açığa çıkmasını, sağlama yolunda bir
çalışma yapıyorsunuz. Ve ancak
algılayabildiğiniz nisbette, gerek kendinizde ve gerekse çevrenizde, Allâh'ı
tanıyabilirsiniz!.
İşte
bu sebeplerden dolayıdır ki, "MÜRÎD" ismi, bize göre, kişinin
ALLAH'I tanımasında en süratli yoldur.
Ancak bu tanıyışı Allah'tan "Hazmı ile"
taleb etmek gerekir. Zira, "hazımsızlık" insanın başına
olmadık işler açar!..
"MÜ'MİN"
ismine gelince. Bu isim kişinin
"İMAN NURU"na kavuşmasına vesile
olur. "İMAN NURU" ne demektir?.
İnsan,
tüm ömrünü şartlanma yollu, şartlanmaların kendi bünyesinde oluşturduğu mantık
düzenine göre geçirir. Ve bu
şartlanmalarının oluşturduğu mantığının
İşte
"imân nûru" bir kişide oluştu mu, artık o kişi
mantığına ters düşeni reddetmeyi bırakarak, o şeyin olabilirliğini araştırmaya
başlar. Zihin kapasitesinin ötesinde bir şeyler olabileceğini
düşünebilir. Her şey benim bildiğimden ibarettir, en büyük benim, benim
bilmediğim olamaz, mantığımın
İşte
bu algılayamadığını inkâr etmeyip, olabilirliğini düşünme ve inanma hâlini
"İMAN NURU" diye tanımlarız.
İnsanı sürekli yeniye,
ileriye, bilmediklerine, algılıyamadıklarına açık bir hale getiren özellik
"İMAN NURU"dur!..
"FETTAH"
isminin zikri, insanda açılımlar yapar!.. Hem zâhîri
problemlerin çözümlenmesi yönünden, hem de "BÂTIN" kapanıklıkların
açılması fetholması cihetinden!
"KUDDUS"
isminin zikri, insanın tabiatından, benliğinden kurtulması yönünden çok
faydalıdır. İnsan, şartlanmaları ve doğası
gereği olarak, kendini içinde yaşamakta olduğu fizik beden zanneder!..
Tıpkı, 65 model
şevrole otomobilin direksiyonunda oturup da, kendini otomobil sanan sürücü gibi!.. Sorarsınız, kimsin sen; der, 65 model şevroleyim!.. Bir türlü aklı almaz, kendisinin otomobilden ayrı bir
varlık olduğunu ve bir süre sonra arabadan çıkıp gidebileceğini!..
İşte
aynaya bakıp, ben bu bedenim diye düşünen kişiler de, şayet farkedemiyorsa bir
süre sonra bu bedeni terkedip yaşamına değişik bir boyutta o boyuta özgü bir
bedenle devam edeceğini. durum
biraz vahîm demektir!..
İşte
"KUDDUS" ismi, insanın aslının kudsî bir varlık olduğunu,
madde ve ruh ötesi bir bilinç varlık olduğunu farketmesine yarayan isimdir.
"REŞÎD"
ismi insanda "RÜŞD" halinin oluşmasını sağlar.
Fizik bedende
"rüşd" bir tanımlamaya göre, "bülûğ" ile başlar; çünki o
zaman cinsiyet hormonları faaliyete geçerek zihinsel fonksiyonlarda
"aklı" güçlendirir; ve aynı zamanda da cinsiyet hormonları beynin
biokimyasını etkileyerek, "günah" dediğimiz "negatif yüklü
mikrodalga enerjinin" ruha yâni mikrodalga bedene yüklenmesini sağlar. Bir
diğer tanımlamaya göre de, sebebi her ne hikmetse, 18 yaşında başlar!..
Olgunluğun tabanı,
insanın ölümötesi yaşam olabileceği ihtimalini düşünerek, hayatına ona göre yön
vermesi, bu konuda araştırmalar yapmasıyla başlar!..
İşte "REŞÎD"
ismi bu en alt sınırdan başlayıp, "İlâhî sıfatlarla tahakkuk etme"
hali olan "FETİH" haline kadar devam eder.
Ondan sonra bir başka şekilde hükmünü icrâ eder.
"HAKÎM"
ismine gelince. İnkârın daima
kökeninde, idrâk edememe vardır!.. Sebebi
hikmetini bilemediğin, anlıyamadığın şeyi inkâr edersin. Oysa, bilsen o
şeyin neden öyle olduğunu, neyin neyi nasıl meydana getirdiğini, ne yapılırsa,
nasıl neyi meydana getireceğini, bütün değerlendirmen bir anda değişiverir!..
İşte
bu isim, kişide oluşların hikmetine erme kapasitesini genişleten, her şeyin ne
sebeble oluştuğunu, neye yönelik olarak konduğunu farkettiren isimdir.
"HALÎM"
ismi insanda, öncelikle hoşgörü ve yumuşaklık, sâkinlik ve fevrî çıkışları
kesme özellikleriyle tesirini gösterir.
Kişinin mânevîyatta
gelişmesi için önce hoşgörülü olması ve fevrî, aşırı ve zamansız çıkışlarını
kontrol altına almış olması gerekir!..
Çünki bu tür çıkışlar
insanın hem zâhir dünyasını mahveder, sinirli, stresli, bunalımlı bir yaşama
çevirir. Hem de bâtın âlemini mahveder, Allah'la arasına sanki ziftten -
katrandan bir perde çeker!..
"HALÎM"
ismi işte insanın hem zâhir hem de bâtın dünyasını düzene sokan isimdir. Kişinin olgunlukla hoşgörüyle karşısındakine açık olmasını sağlar
ki bu da onun yeni yeni şeyleri farketmesine vesile olur. Sinirlilik, stres, fevrî davranışlar bu zikre devamla çok kısa
sürede kontrol altına alınır. İleri aşamada failin Hak
olduğunu görmeye yol açarak, müşahedeye imkân sağlar.
"VEDÛD"
ismi kişide muhabbet duygusunu geliştirir.
Tüm varlığa karşı sevgiyle yaklaşır. Her yerde ve şeyde Allâh'ı hissedip sevmeye başlar. Dünyası sevgi olur.
"NÛR"
ismi insanın idrâk gücünü, kapasitesini artıran bir isimdir. Kişinin hem ruh gücünün artması, hem de idrâk gücünün gelişmesi hep bu
ismin neticesidir.
"BÂİS"
ismi dar manâda yeni bir bedenle varoluş gibi anlaşılır. Ve işin gerçeğini bilmeyenler tarafından da zannedilir ki, -şimdi
ölücez yok olucaz; sonra kıyâmette mahşerde Allah bizi -BÂ'S- edecek
yeniden yaratılacağız! Bütüniyle İslâm öğretisi dışındaki yanlış bâtıl ilkel
bir bilgidir!.
"BÂİS"
ismi her an geçerlidir ve eseri her an görülen bir
isimdir. Bâ's olayı da her an cereyan etmektedir. Ölüm
meydana geldiği anda, kişi fizik bedenden kopar, biolojik bedenle bağlantısı
kesilir ve hemen o anda mikrodalga bedenle "Bâ's" olarak
yaşamına kesintisiz bir şekilde devam eder. Bu hususu isteyenler, İmam-ı
Gazalî'nin Esmâ-ül Hüsnâ ismiyle dilimize tercüme edilen kitabında
-BÂİS- ismi açıklamasında veya -Hazreti MUHAMMED'İN ALLAH'I-
isimli kitabımızın -ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ- bahsinde tetkik edebilirler.İşte bu
-Bâis- ismi zikri hem olayın kavranılmasını kolaylaştırır hem de, her anki bâ's
oluşumuzda, yâni her an yeni bir bedenle varoluşumuzda bize çok daha gelişmiş
özellikler getirir
-RAHMAN- ismi
hem ilâhî rahmete nâil olmamızı sağlar, hem de gazab anlamı taşıyan fiîllerden
korunmamızı temin eder. Çünki gazab,
şiddet ateşini kesen Rahman’ın rahmetidir. İleri
mertebelerdeki zevâtta bu ismin çok daha değişik neticeleri vardır ki, onlara
bu kitapta girmek istemiyorum.
Bu
arada şunu da açıklığa kavuşturayım.
Bu Allah isimlerini çekerken başında "Yâ"
veya "EL" diyecek miyiz; meselâ "Yâ Mürîd"
gibi diye soruyorlar. Ötede birinin ismi zikredilmiyor ki böyle bir ek
ismin başına gelsin!.. Hiç gerek yoktur!..
hf
“ALLAH İSİMLERİ”NDEN BAŞKA KELİMELER
DE
ZİKREDİLEBİLİR Mİ?!
Beyin belirli «zikir» türleri ile yeni açılımlara kavuşur ve bundan
dolayı da kişinin gerek dünyâ yaşantısı ile alâkalı, gerekse de ölümötesi
yaşantısını etkileyici bir biçimde sayısız etkiler meydana gelir dedik.
Şimdi
hemen burada şu sual akla gelir.
Yoga’da genellikle
kullanılan ve budizmde «mantra» kelimesiyle tanımlanan özel anahtar
kelimeler vardır ki, bunların yogada trans ya da
teveccüh ya da yönelim gibi kelimelerle kastedilen hallerde tekrarı
sözkonusudur. Bundan başka böyle bir kelime de kendisi bulup; bu kelimeyi
tekrar ederek bir şey elde edemez mi insan?..
Bu sualin cevabını tam
olarak anlıyabilmek için çok geniş boyutlarda meseleye bakmak mecburiyetindeyiz!..
İslam’daki
«zikir» kelimeleri olan Allah’ın isimleri, esas olarak varlıkta
yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler
zaten kozmik plandan düzenlenmiştir.
Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans
ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..
Oysa bu anlama
gelmeyen «mantra»larla sadece beyinde rasgele bir hassasiyet, alıcılık
oluşturursunuz ki, bu da sizin «CİN» denilen ateşin-manyetik bedenli
varlıklarla iletişim kurmanıza yol açar!.. Bunların ise en iyileri bile pek çok
şeyden mahrum kalmanıza yol açar!
Yâni
özet, İslâm’daki «Allah isimleriyle» zikir, sizde Allah’a yaklaşma ve
O’ndaki sayısız özellikler ile bezenme hali oluştururken; bunun dışındaki
kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet - alıcılık sadece
«cin»lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir.
Bu da neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına
ve sizin de hiç farkında olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.
Öyle
ise her hâli ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar
ile oluşturulan bağlantılar o zikrin bize yansımasına yol açacaktır. Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur.
Evrendeki
tüm varlıklar, varedenin sayısız özelliklerinin âşikâre çıkmasına vesile olmak
gayesiyle ve sanki o özelliklerin yoğunlaşması suretiyle oluşmuştur. Bir diğer ifade ile; tüm takım yıldızlar, yıldız birikimleri olan
galâksiler hep vareden mutlak varlığın sayısız isimlerinin ve vasıflarının
yoğunlaşmış halleridir gerçekte!.. Ve
bunların yaydıkları sayısız kozmik ışınım dahi kendilerini oluşturan mânâların
tüm varlığa yayılmasından başka bir şey değildir.
hf
ZİKİR konusunda halkımızın çok korktuğu bir husus vardır.
Elbette bunda en büyük faktör de "menfî şartlandırma"dır.
"Çok tesbih
çekme, deli olursun!.."
Türünden,
kasıtlı ya da kasıtsız söylentilerin kesinlikle belli olan bir yönü vardır ki o
da `BİLİNÇSİZLİK' olan şartlandırma, insanları ZİKİR konusunda
son derece ürkütmüştür.
Kur'ân-ı
Kerîm her halûkârda, ayakta, otururken, yan
yatarken sürekli zikir yapılmasını tavsiye ederken; maalesef, bu
bilinçsiz çevreler, elden geldiğince insanları zikirden uzak tutmaya
çalışmaktadırlar.
"ALLAH'I
AYAKTAYKEN, OTURURKEN, YATMIŞKEN ZİKREDERLER; GÖKLERİN VE YERİN YARADILIŞ
HİKMETİNİ DÜŞÜNEREK, RABBİMİZ SEN BUNLARI HİKMETSİZ BOŞUNA YARATMADIN
MÜNEZZEHSİN DERLER" (3-191)
Evet, insan
daima üç halden birindedir; Ya ayaktadır, ya
oturuyordur, veyahud da yatmaktadır.
İşte,
yukarıda âyet, her üç halûkârda da zikredilmesi gerektiğini bize açık seçik
vurgulamaktadır.
Öyle ise, bize düşen,
elden geldiğince, zikir yapmaktır!..
Nerede
olursak olalım, ister abdestli, ister abdestsiz, olabildiğince zikir yapmak
suretiyle beynimizi geliştirelim, Allah'a yakîn elde edelim.
Bizim,
nice içki içen ve hatta alkolik olan kişiye zikir tavsiyemiz vardır ki, bunlar
meyhanede içki içerken zikre başlamışlardır.
Bir elinde içki
kadehi, diğer elinde tesbihle işe başlayan bu kişiler; zikrin beyinde yaptığı
yeni açılımların sonucu; kendilerinde meydana gelen idrâk ile bir süre sonra
içkiyi bırakmışlar; ve daha sonra da kendi içlerinden gelen bir şekilde, hiç
bir dış baskı olmaksızın beş vakit namaz kılıp, Hacca
gitmişlerdir.
Biz
diyoruz ki, ZİKİR insana en güzel geleceklerin yegâne anahtarıdır; çünkü
beyin kapasitesini geliştirmeye yönelik yegâne ve en güçlü çalışmadır.
Ya, çok tesbih çekip
de deli olanlar; diyeceksiniz!...
Şunu kesinlikle ifâde
edeyim ki, çok tesbih çekmek yüzünden hiç bir normal insan deli olmaz!..
Ama şurası kesindir
ki, çevresinde normal gibi tanınan oysa gerçekte şizoid ya da paranoid
olan pek çok insan vardır!..
Bunların
bu hasta durumları genellikle 35-40'tan sonra bazen de daha ileri yaşlarda
ortaya çıkar. Hatta bazen de
bir vesile olmazsa, hiç ortaya çıkmadan kapalı olarak bu dünyadan geçer
giderler.
İşte, esasen hasta yapılı olan kişilerden biri bir vesile
ile tesbih çekmeğe başlamış ve daha sonra da bir vesile ile hastalığı ortaya
çıkmışsa, ard niyetli kişiler tarafından bu durum hemen tesbih çekmeğe zikir
yapmaya bağlanarak, insanlar dinden ve zikirden soğutulur.
Oysa normal yapılı,
sağlıklı, akıl-mantık bütünlüğüne sahip bir insanda, zikrin asla hiç bir zararı
yoktur!.. Aksine, bu tür bazı hastalıkları
olan kişilerde dahi zikrin bazı faydaları olmakta; onların taşkın halleri zikir
yoluyla oldukça kontrol altına alınabilmekte veya çok çok içe kapanık halleri
daha dışa açılmaya yönlendirilebilmektedir.
Her ne kadar Türkiye'de tarikatlar yasak idiyse de, basında
okuduğumuz ve çevremizden duyduğumuz kadarıyla, Türkiye'de nerede ise her
beldede bir şeyh vardır; ve bunların belki de toplam Türkiye nüfusunun yarısına
yakın derviş topluluğu vardır. Yani en azıyla Türkiye'de 10
milyon zikir yapan insan sözkonusudur. Bu sayının yüzde ya da binde ya
da onbinde kaçı, normal sağlıklı bir insanken, tesbih çekmek yüzünden akıl
hastası olmuştur ki?..
Şunu kesin olarak
ifade edelim ki, normal, sağlıklı, mantıksal bütünlük içinde yaşayan hiçbir
insan, zikir çekmeğe başlaması yüzünden deli olmaz, kafayı üşütmez!.. Şayet, belki onbinde bir kişi
böyle bir sebepten hasta oldu denirse, “onun geçmişini araştırın” deriz. Ya genetiğinde ya da doğuştan gelen sebeplerle bu hastalığın o
kişide önceden mevcut olduğu açık-seçik görülecektir.
ZİKİR
İÇİN
YALNIZLIĞA
ÇEKİLMEK ŞART DEĞİLDİR
ZİKRİN ne
olduğunu tam anlamamış kişilerin, zikir yapılırken uyulması zorunlu şart olarak
öne sürdükleri bir husus vardır; “Zikri tenhada, kimsenin olmadığı bir
yerde, sessizlikte yapacaksın!... “
Bu son derece yanlış
bir zorlamadır!.. Ve asla şart
değildir.
Tenhada
bir yerde, yanlız başına olunan bir yerde, tefekkürle yapılan zikrin elbette
bir çok faydalı yönleri vardır; ve bu asla inkâr edilemez.Ancak ne var ki,
imkânı olamayan, bu yüzden zikir yapamaz, yapmamalıdır gibi bir anlam da
çıkarılmamalıdır.
Her
yerde, her zaman zikir yapılabilir demiştik. Nitekim, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki "ayakta, otururken ve
yatarken" zikredilmesi gerektiğini bildiren âyet, ve gerekse de çarşı
pazarda "lâ ilâhe illallahu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül
hamdu yuhyi ve yumitu ve huve hayyun lâ yemûtu biyed'ihil hayr, ve huve alâ
külli şeyin kadîr" zikrinin yapılmasının hadsiz hesapsız ecir
getirdiğini anlatan hadîs-i şerîf muvacehesinde, deriz ki her yerde her
zaman zikir yapılır ve yapılmalıdır!..
Esasen bu çok önemli
bir konudur...
Zikir yaparken mutlaka tefekkür şart mıdır?.. Veya
namaz kılarken -ki o da duadır ve zikirdir- aklına başka şeyler gelmesi, namazı
bozar mı?..
Zikir veya namaz
sırasında akla başka şeyler gelirse, okunulan dua ve zikirlerin gene de faydası
dokunur mu?..
Kesin olarak
söyliyelim ki, Zikir veya namaz kılarken akla gelen şeyler, yapılan çalışmaya
asla zarar vermez.
Beyin,
aynı anda sayısız konuda ve yönde faaliyet göstermektedir ki, bunların her biri
de kendisi ile alâkalı bölümlerce ifâ edilmektedir. Ve hepsi de yerini bulur!..
Meselâ,
yolda yürürken, bir yandan tesbih çekip, bir yandan başka şeyler düşünür, bir
yandan da çevrenizi seyredersiniz.
Bu faaliyetin her biri beyinde ayrı ayrı birimlerde
değerlendirilir ve hepsi de yerini bulur.
Kezâ,
diyelim ki; evde bir yandan bir şeyler okur, bir yandan tesbih çeker, bir
yandan odada konuşulanlar kulağınıza gelir, bir yandan televizyona gözünüz
kayabilir. Bunların
hepsini de aynı anda yapabilirsiniz. Bu, beyninizin
gelişmişlik derecesi ve çok yönlü çalışabilme özelliğiyle alâkalıdır. Mânevî yönü olan kişiler, bütün bunlara üstlük, bir de mânevî
irtibatlar halinde olup, onların da hakkını rahatlıkla eda edebilirler.
Burada
mühim olan, beyinde yapılan çalışma ve onun neticesinin otomatik bir biçimde
ruha yüklenmesi olayıdır. Siz ister farkında
olun, ister hiç farketmeyin, değişmez!.. Nitekim,
misâl vermiştik, meyhanede içki içerken, rakı kadehi elde zikre başlıyan kişi,
devamı sonunda hacca gidecek duruma erişmiştir sekiz ayda!..
Dolayısıyla,
zikir için yalnızlığa çekilmek şart değildir.
hf
ZİKİRDE NİÇİN
ARAPÇA KELİMELER ?
"ZİKİR"den
sözedildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:
- Niçin biz bu
kelimeleri Arapça olarak söyliyelim?.. Aynı
kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı?..
Allâh (TANRI'dan
sözediyorlar elbette), sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?..
Elbette, bu sorunun
cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer!.. Öyle ise, dilimiz döndüğünce, bunun da izâhını yapalım.
Bilelim
ki. Sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan
işin en son safhasıdır!.. Olay
beyinde, o anda içten -yani kozmik boyuttan- veya kozmik âleme ait bir
varlıktan gelen; ya da dıştan -yani çevremizdeki algılamakta olduğumuz herhangi
bir varlıktan- gelen bir impalsla yani bir dalga - ışınsal etki ile başlar.
Bu
gelen etki neticesinde, önce beynin biomanyetiği, sonra bioelektriği ve daha
sonra da bioşimik yapısı tesir alır.
Bioşimik yapı aldığı tesir ile kendisindeki verileri bir
araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar bioelektrik kata dönüştürerek,
ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum sözkonusu ise
olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu
algılarız!..
Yani esas olan, dışta
algıladığımız ses - görüntü değil, bir üst boyutta cereyan
Şâyet, beynin bu ana
çalışma sistemini kavrayabildiysek; anlıyacağız ki, önemli olan,
kelimenin harf dizilişinden oluşan lisân değil, kelimeleri meydana getiren
frekans-titreşimdir!..
Evren ve içinde her
boyutta varolan, tüm varlıklar orijini itibariyle kuantsal kökenli dalga
varlıklardır. Ve dahi bu dalga yapıların her biri, bir anlam taşımaktadır.
Bu
ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli
bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar olarak "MELEK"
kavramı ile dinde açıklanmıştır.
Nitekim,
"Melek" kelimesinin aslı "melk"ten gelir ki
"güç, kuvvet, enerji" anlamındadır.
İşte, evrensel mânâda
her titreşim - frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın,
frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçimde evrende yer almakta ve bu yapılar
bizim tarafımızdan “MELEK” adıyla bilinmektedir..
İnsan ise; KENDİ ÖZ GERÇEĞİNİ, “ALLAH”I TANIMAK
için varedilmiş yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir!..
İnsan’ın kendini bu
beden sanması, Kur’ân tâbiri ile “aşağıların en aşağısında varolması”;
buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “Cennet hayatı” diye
tanımlanmasına sebep olduğu için, insana tek bir görev düşmektedir;
KENDİNİ ÖZ YAPISINDA
TANIMAK!..
Bunu da din, "NEFSini bilen RAB'bini bilir" diye
formüllemiştir.
İşte, madde boyutunu
asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının -beş duyu- kaydından ve onun
getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; mikrodalga
evren gerçeğini farkedecek, idrâk edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini
almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır.
Bu
arzu onun dalga yapıyla ilintisini güçlendirecek ve neticede farkedecektir ki,
kendisinde meydana gelen tüm olaylar, dalga anlamların açığa çıkışından başka
bir şey değildir.
Yâni beyin dalga
anlamları, bildiğimiz boyuta transfer
"ZİKİR",
ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrâk
edilebilecek bir sebepledir ki, bize geldiği gibi Arapça orijinal kelimelerle
yapılan çalışmadır.
Zira, her bir kelime,
harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses
dalgalarına dönüşmüş halidir.
Her frekans bir anlam
taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş halidir ki; bu da "zikir
kelime ve kavramlarını" oluşturur.
Yâni, belirli evrensel
anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler halinde mevcût
olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş haline de
kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça
olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.
Dolayısıyla,
siz o kelimeyi değiştirdiğiniz zaman, asla o frekansı tutturamaz ve asla o
istenilen frekansın ihtiva ettiği anlama ulaşamazsınız.
İşte
bu sebepledir ki.
Ve en az hayatında bir
kere, kesinlikle, Kur'ân-ı Kerîm'i Arapça orijinal kelimeleriyle beyninde
tekrar etmek ve bunu RUHUNA yani dalga bedenine yüklemek zorundadır!.. Ki, ölümötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan
bu bilgi kaynağından yararlanabilsin!
Ayrıca, bu kelimelerin
Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun bundan çok
daha basit bir sebebi de vardır..
Bu Arapça kelimeleri,
Bilmem
anlatabildik mi, "ZİKİR" daima, niçin, geldiği orijinaliyle
yapılmalıdır.
hf
"Tek"in
ilmindeki, varsayım sayısız çokun, tek tek O`nu zikri, diye bir olay söz
konusu değildir; Hakk`ın nazarında!.
Bu, algılama yanılgısıdır!.
İşin başında yaşanılan
bir takım hallerdir..
hf
Salâvat, Allah
Rasûlü’nü değerlendirebilmektir! Kişiliğini değil, getirdiğini... Yani o
da, OKU yabilmektir!.
hf
İster mâsiyetten
dolayı Rahîme sığınma hali olsun; ister, tâat ile bir takım nimetler bekleme
hâli olsun, her iki hâl de zillet hâlidir, temeldeki "benlik"ten
doğan zillet hâlidir!..
hf
Zulüm, enfüste
olur…
Zulüm, âfakta olur..
Enfüsteki zulüm, “nefsinin hakkını vermeyip”, “bilincini “ALLAH”tan mahrum bırakmaktır”!.
Âfaktaki zulüm, kendisinde olmayan şeyi ortaya koyması için kişiyi zorlamaktır!
Parası olmayanı, para
bulmaya zorlamak zulümdür…
Beyni olmayanın,
aklını çalıştırmasını istemek, zulümdür!..
İlmi olmayandan,
ilimden söz etmesini istemek zulümdür!.
Allah zulmedenleri
sevmez!.
Allah zâlimlerden
intikam alır!.
Allah, yarattığını hoş
görmeni ister!.
Hulûsi, sakın
zâlimlikten!.
Herkes ne iş için
yaratılmışsa, ondan yalnızca yaradılış amacına göre fiiller bekle!.
Parasızdan para;
akılsızdan akıl; cahilden ilim; dişiliğiyle yaşayandan beyin; damızlık olarak
yaratılmıştan, Allah ilmi isteme!.
Onlara zulmetme!.
Kadın…
Dişi…
Giyinecek, süslenecek…
Oyanacak boyanacak… Allanıp pullanacak!. Daha
yetmezse, kestirecek bir taraflarını, yağlarını aldıracak!...Kâh
düzelttirecek bir taraflarını, kâh incelttirecek,kâhşişirtecek!
Dünyası bu, dişinin!..
Yaşamı mutfakla yatak
arasında geçecek, pazarlama saatleri dışında!
Zulmetmeyin ona!.
Beynini çalıştırmasını
istemeyin!.
Aklını kullanmasını
önermeyin!.
Yaşamını ölüm ötesi
değerlere göre değerlendirmesini teklif etmeyin!
Zulmedersiniz!.
Kişinin kapasitesinin
üstünde olan şeyi ondan istemek, zulümdür!.
Erkek…
Yemek için çalışacak…
Zulmetmeyin ona!.
Herkesi kendisi gibi
bilir o!.
Herkes kendisi gibi,
para için yaşar, sanıyor!!!
Demeyin ona, kafanı
çalıştır!.
Aklını, İbrahim
Aleyhisselâm’dan aldığın dâvet yolunda kullan!.
Tanrı ve tanrıçalarını
terk et de Allah’a er!..
Allah
seni kendi için yarattı, sen kimlesin?
Zekidir, hemen
şeytanına hizmet verir: "Ben zaten O’ndan gayrıyla değilim ki!."
Zulmetmeyin ona!.
Allah’ın
yarattığı “yok”lar olan çokluktaki hayâl suretleri ile
beraberliğin, gerçekte, “ALLAH”
Zulmedersiniz!.
Bir dinler, beş
bildiğini yapar!.
Demirdir; ateşe
girdiğinde büründüğü ateş kırmızılığına aldanmayın; ateşten çıktığı anda, gene
demirin soğuk yüzünü görürsünüz onda!.
Zulmetmeyin!
O bu yolda kulluğunu
yapacak ve sonrasında da bunun sonuçlarını yaşayacaktır!.
Kaktüsü gül; darıyı
pirinç; dünya adamını Allah adamı yapamazsınız!.
Zorlamayın…
Zulmetmeyin!
Kız…
Süslenip püslenecek!. Gonca gülken, elden ele gezen solmuş güle dönecek!… Milyonlar vererek kokular alıp, çiçekler gibi kokacak…
Açılıp saçılacak; gülfidan bedeniyle gururlanacak... Anasının izniyle, zarını
koruyup; her kumara oturabilecek!.
Zaten güzelliğinden
başka sermayesi yok ki; pazarlayabilsin!.
Beynini almayı unutmuş
dünyaya gelirken!.. Müzik, eğlence ve süs! Tüm dünyası
bu işte!
Tahsil, ilim, irfan
istemeyin ondan!
Zulmetmeyin ona!.
Gelirken yanında
getirmediği şeyi kullanmasını isteyerek; zâlimlerden olmayın!.
Zeki insanlar vardır…
Onlar için önemli olan tek şey paradır!. Çünkü para en
ulu puttur!. O puta sahip oldukları sürece
sevilip sayılırlar!. Adam muamelesi
görürler. O puttan gayrı şeyleri yoktur; onun için de dört elle
sarılırlar o puta!.
Putları dişi verir,
sarışını esmeriyle… Yiyecek-içecek verir, envâi çeşit! Mal-mülk verir
Doyasıya, patlayasıya
yerler içerler; yatarlar kalkarlar!…
Beyinleri vardır;
dedikodudan başka şey bilmezler… Bir sohbete oturduklarında en fazla beş dakika
durabilirler dedikodusuz!. İlim mi?…
Evet evet, özel şark kilimleri vardır elbette!.
Öylesine zekidirler
ki, kendilerini sağlama almak için kimseye güvenmezler!.
Bizatihi tecrübe etmeden hiç bir şeye inanmazlar!.
Ateşi ellerine
almadan, yakıcılığını
Elektriğin çarptığını
ancak tutarak anlarlar ve
Ölüm sonrası hayatın
gerçekliğini ve oraya ancak dünyada iken hazırlanabileceklerini, ölüp de
sonraki yaşamı tattıktan sonra denemiş olarak kabulleneceklerdir!.
Kendi vicdanlarını
uyuşturmak için, hacı efendilere, hoca efendilere, şeyh efendilere gidip, el
öpüp, nostalji dinlerler; günah çıkartıp vicdanlarını rahatlatırlar!…
O kadar sağlamcıdırlar
bu zeki insanlar ki, kendi akıllarına bile güvenmezler;
akıllarıyla rotalarını çizmezler; bir sürüye katılmayı yeğlerler!.
Zulmetmeyin!.
Onlardan akıllarını
kullanıp, ilim üzerinde tefekkür edip, geleceklerini sağlama almalarını
istemeyin!.
İnsanlardan
kendilerinde olmayan şeyleri istemek, onlara zulmetmektir!.
Sakın bunu aklınızdan
çıkartmayın!.
Zâlimlerden olmayın!.
Allah zâlimleri sevmez!.
Allah, mazlumun da
Allah’ıdır!. Koyunun da! Pilicin de!..
Ezan ulaşmadıysa
kulağınızdan beyninize doğduğunuzda; elbette icâbet edemeyeceksiniz TAM DAVETE!.
Koyunların beyninde
davetleri değerlendirecek açılım bulunmaz ki, onlara ezan okunsun!.
Tüm yeşillikler
hepimizin…
Koruyalım
yeşillikleri ve onlardan yararlananları da, koyunları da sevelim.