AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

Z

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİHRİST

 “Zâhir”-“Bâtın”
· “Zâhir Ehli”
· Zaman
· Kabir Ve Berzah Âlemi'nde, Mahşer'de Ve Cehennem'de "Zaman"
· Cennet'te "Zaman"
· Gün(insan sırları1-37-38-39)
· “Zât”
· Zât, tefekkür edilebilir mi?
· Zât-ı Akdes(Bkz."Hiçlik")
· Zât Âlemi (Lâhut Alemi)
· Zât-ı Baht
· Zâti İletişim
· Zât-ı Mukaddes(Bkz."Hiçlik")
· Zebur
· Zekâ
· Zekât

· "Zerre"(bkz."Düşünce")
· "Zıt"
· "Zındık"
· Zikir

· Zikir, yalnızca “Allah’ı Anma” mıdır?!
· Zikir Niçin Çok Önemli?
· Beyin kapasitesini artırmanın ölümötesindeki yararı nedir?
· Zikir gücünden mahrum beyinler!
· Özel Ve Genel Zikirler
· Neden "Esmâ Zikri
· “Allah İsimleri”nden Başka Kelimeler de Zikredilebilir mi?!

· Çok Zikreden Deli mi Olur?
· Zikir yalnızlığa çekilmek şart değildir!
· Zikirde Niçin Arapça Kelimeler?
· “Çok”un Allah’ı Zikri!
· Salâvat Çekmek
· Zillet
· Zulmet (Bkz."
Zıt")
· Zulüm
 

“ZÂHİR” – “BÂTIN”

 İki ayrı dünya/boyut var sanıyoruz, Zâhir ve Bâtın!...  Oysa iki ayrı dünya değil, yalnızca ALGILAYABİLDİKLERİMİZ  ve ALGILAYAMADIKLARIMIZ var....

Ve bu da herkese   G Ö  R E    değişiyor!...

Zâhir,  bâtındır;    bâtın,  zâhir!.... İkisi arasında  fark  var sanış  gözün kapasitesinden   oluşur!..

Aynı tek şeyin, gözün görebildiği kısmına “zâhir” derler, göremediğine ise “bâtın”...

Oysa ikisi aynı   “Tek”tir

Sınır kavramından (Zâhir-Bâtın) kurtulmuş olanın alâmeti, değer yargısız  çokluğu seyirdir!…

Zâhir ve Bâtın denir.... Tekrar ediyorum... Bil ki, bu iki isimle işaret edilen şey birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir!... Fark, gözden dolayıdır!.. Hepsinde, her an, tecelliler zuhur etmektedir.    Sakın,   bu ikisini    birbirinden ayrı sanma!.

Bâtın”, gördüğünün, algılayamadığın yanıdır!.

Yani, görüş alanın içinde olmasına-görmene rağmen, görmekte olduğunun “algılayamadığın yanı”dır “bâtın!.

Nasıl oluyor, görüş alanı içinde olup da, bakmaya rağmen, algılayamamak?

Beyin veri tabanının, dışardan veya içerden beyne ulaşan verileri, onları deşifre edecek kadar yeterli verisi olmaması yüzünden, gelen veya gelmekte olan verileri değerlendirememesi, tanımlayamaması suretiyle…

Dışarıdanı anladık da, peki “içeriden” ne demek oluyor?

İçeriden” demek, beş duyu ile beynine ulaşmayan verilerin tüm türleri demektir..

Bilelim ki, “Bâtın”ı, bir mekân olarak düşünmek, son derece yanlıştır!..

Bâtın”, mekân olarak, “zâhir”in ötesinde veya ardında; ya da bir başka boyutta değildir!…

İnsanın, “algılayamadığının” adının “bâtın” olmasında!..

Esasen, “Bâtın”, tamamiyle “Zâhir” olanın ta kendisidir!.

Esasen, “Zâhir”, tamamiyle “Bâtın” olanın ta kendisidir!.

Bâtın”, algılayabildiğin anda, “Zâhir” olur…

Zâhir”, algılayamadığın süreçte “Bâtın”dır!.

Yani değişen, “Zâhir” ve “Bâtın” değil; senin algılamandır!.

Beynindeki veri tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim, veya o şey hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol açar!..

Kavradığın, “zâhir”dir; kavrayamadığın ise “bâtın!..

Karşındakinin veya yöneldiğinin hakikatını seyredebiliyorsan, “bâtın”ı artık “zâhir”dir sana!.. Seyredemediğin sürece hakikatını, “Zâhir, ”Bâtın”dır sana!.

Gel dostum, gayrı formatla şu PC’ni de; işletim sistemini ve programlarını yeniden düzenle!.. Sonra da her şeyi yerli yerince oluşturup, CD veya DVD’ni ona göre doldur!. Zira gittiğin yerde, yeni bir CD-DVD rewriter’ın olmayacak; yazılmışınla başbaşa kalacaksın ebeden; “Zâhir”in zâhir ve “Bâtın”ın bâtın olarak!.

Ve sen sonsuz dek, ötelerde, göklerde aramaya devam edeceksin, aradıklarını!.

Zâhir ve Bâtın denir.... Tekrar ediyorum... Bil ki, bu iki isimle işaret edilen şey birbirinden ayrı değildir; ikisi, aynı tek şeydir!... Fark, gözden dolayıdır!.. Hepsinde, her an, tecelliler zuhur etmektedir. Sakın, bu ikisini birbirinden ayrı sanma!..

Bütün tecellilerde hüküm, fenâya er olduğunda; şuur aslına rücu ettiği vakit, sadece «ALLAH» kalmıştır!... Ki bu da her an geçerlidir!.

Mevcûdatın “vücudu” sahibine aittir... Bütün görülenlerin var sanılan vücudları gözden doğan hayallerdir!

Beynindeki veri tabanında bulunan ve gerçekte “zâhir” olan, o şeye verdiğin isim, veya o şey hakkındaki şartlanmaya dayanan zannın-tasavvurun, seni, o şeyin hakikatinden perdeleyip; o şeyin, sana, “bâtın” olarak kalmasına yol açar!..

 hf

ZÂHİR EHLİ

 Avam!

Olayın tefekkürüne girmeyenler topluluğu.

 hf

ZAMAN

 Fena işgalci!.

Kötü yerleşmiş dünyamıza!.

Aklımızı esir almış; düşüncelerimizi kilitlemiş; fikrimizi istediği gibi yönetiyor…

Zaman!.

Biz ölümlüler, düşünce sistemimizin efendisi etmişiz onu!… Onsuz düşünmesini bile beceremiyoruz!. Onsuzluğu, hayâl bile edemiyoruz!.

En fazla yapabildiğimiz, lâkırdısını tekrarlamak… “Zaman izâfidir, gerçekte yoktur”; falan gibilerinden!…Tıpkı gri papağanlar gibi!.

Falanca yaştayım… Filanca zamanda… Ne zaman?… !!!

Et-kemikle yaşayıp, etle düşünenden, ne kadar bekleyebilirsiniz ki etin olmadığı boyuta ait gerçekleri ve kavramları?

Et alanlar… Et satanlar… Eti etle tartanlar!

Etle yatıp, etle kalkan; et peşinde koşanlar!

“İnsan”ı, et sanan; et için yaşayanlar!

İnsan”a, etiyle değer biçip; “zamanla kayıt altına sokanlar!.

Yok”un, yokken, varsaydığı; aslı “yok” olan yaşam kriteri!.

Biz ise, hâlâ soruyoruz; “eee ne zaman”?

Allah Rasûlü, olacak olaylardan söz etmiş… Gün gelecek, kıyâmet yaklaşınca kadınlar erkekler gibi giyinecek; saçlarını deve hörgücü gibi yapacak; demiş… 1400 küsur sene önce!!!… Ama bunları bildirirken zaman vermemiş…

Daha nice “kıyâmet” alâmetleri saymış; ama yine onlarda da “zaman” vermemiş!.

Bir nîce ermiş de gelecekten söz etmiş; ama onların da çoğu zaman vermemiş… Yalnızca olacak olaylardan bahsetmişler…

Niye bu böyle?

Çünkü onların, yaşamakta oldukları etsiz boyutlarında, “zaman” kavramı yok da ondan!… Bütün bu olan biteni, etsiz boyutlarıyla yaşıyorlar ve etsiz bir boyutta algılayarak bize indirgiyorlar da ondan!…

Derlerse, bizim ısrarımız yüzünden, bir zaman; çoğunlukla yanılmış olurlar!… Çünkü, zamansızlığı zamanla yorumlamak, büyük ölçüde yanıltıcı bir iştir…

“Zaman”sızlıkta seyredilir-yaşanılır olaylar dizisi; dalga dalga!.

Tıpkı peşpeşe görülen rüyalar gibi!.

Her ne kadar, rüyanın içinde olana, bir zaman kavramı varsa da, kendi hissiyatına göre; bu da, daha önceden beynine yerleşmiş verilerden kaynaklanır bir şeydir; gerçek değil!.

Bu sebepledir ki, rüyalarda görülen olaylardan zaman tespit etmek mümkün değildir!… Olacağı görebilirsin; ama zamanını kestiremezsin!.

Bu gerçek, Allah Rasûlleri’nin, takipçileri olan ermişlerin boyutunda biraz daha farklıdır…

Onların algıladıkları boyutta, rüya türünden görüntü de yokmuş!…

O boyutta, yalnızca görüntüsüz bir algılama, sezgi; ve bunun idrakta açığa çıkışı söz konusuymuş!.

Çünkü o boyut, zaman ve mekân kavramının mevcut olmadığı salt bilinç boyutu imiş!.

Bu boyutun altında, vizyonların söz konusu olduğu; uyanıkken rüya görme, diyebileceğimiz bir ikinci algılama boyutu daha varmış… Bunun misâli, bildiğimiz rüya imiş!..

Az önce anlatmaya çalıştığımız, gerçek, yani görüntüsüz algılama ise, Allah Rasûllerinde “vahiy”, takipçilerinde “ilham” denilen bir şekilde açığa çıkarmış…

O algılamanın söz konusu olduğu boyutta, algılanan olaylar, şekilsel mahiyet arzetmezmiş… Sıralamanın getirdiği zaman kavramı da geçersizmiş o yüzden!.

Duyduk ki… Bir farklı imiş onların yaşadıkları(?) o boyut bizim etsel dünyamızdan!..

Sanki “burak”la, “refref”le giderlermiş o şekilsizlik, zamansızlık boyutuna onlar; ve bilinçlerinde, bir anda bulurlarmış bulduklarını!…

Sonra “tenezzül” ederlermiş bizim etli dünyamıza…

Konuşanı olursa, dillendirirmiş algıladıklarını, ete-kemiğe bürüyerek… Bazı acemileri de, bu bürünmüş olanları “zaman”la paketliyerek!.

Zaman”la paketlenenler çoğunlukla adresi bulmazmış; zira etle bürünenler, “zaman”la paketlenince, ne zaman açığa çıkacaklarını bilemezmiş!!!…

“Dedi ama çıkmadı işte”; “bilemedi bak”; gibi etsel muamelelere muhatap olurlarmış!.

Ders alanı, yanlışını anlayanı artık “zaman” kullanmazmış!…

Kullananı ise, yanlışını farketmesi için; “uyduruyor”, “atıyor”, “palavra sıkıyor”, “felâket tellâlı” sopasıyla terbiye edilirmiş!..

Ve bir gün gelir, fark ederlermiş ki “zaman”la paketleyenler, yaptıklarını yapmamak gerek!… Düzeltirlermiş bu yanlışlarını…

Onun içindir ki, geçmişten pek çoğu “zaman” vermemiş; yanlızca olaylardan ve dizinden sözetmişler… İleri gidip “zaman”la paketleyenler de sopayı yemişler!.

Bilmek gerek bu gerçekleri; ondan sonra yapmalı değerlendirmeleri!..

Şayet yanlış yaparsak değerlendirmeleri?

Kendimize en büyük zararı vermiş oluruz!… Kimsenin veremeyeceği kadar!. Çelik örgülü kurşun kaplı beton duvarlar içine hapsetmiş oluruz kendimizi ve kilidini de imha etmiş oluruz!.

Hatta daha da ötesi!.

Ete hapsetmiş oluruz kendimizi!

Etle yatar; etle kalkar; et peşinde koşar; etli düşünür, etli yaşar… Sonunda da zaman kozasında kurur gideriz!.

İnsan”, zamansızlık ve mekânsızlık boyutunda, o boyuttan, o boyut için yaratılmıştır!.

Bu sözünü ettiğim boyuttaki varlığı itibariyle bir “ruh” bile değildir!… Ama buna karşın varoluşunun “ruhu” vardır!. O “ruhu”nun gereğidir ki, kendi hakikatini arar; bunu bulup eremediği sürece de “ruhu”nun huzur bulup tatmin olması, sükûna ermesi mümkün olmaz!.

Dünyadan yaratılan, dünya peşinde koşar… Sonunda dünyaya döner!.

O boyuttan yaratılan da boyutunun özlemiyle yanar; sonunda boyutuna erer!.

Her şey aslına dönücüdür!.

Avama göre “zaman”; fiiler mertebesinde, olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle, birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..

Bu boyutta ise fiil sözkonusu değildir!..

Bu ancak,  “Zâti ilmin kendine nazarı”  diye târif edilebilir.

Zaman kavramı yaratılmış, yani, sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır..

Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır... Oysa “ALLAH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir..

Sen düşündüğün için zaman vardır ve içinde bulunduğun hâle göre de ölçülenir!..

Zaman kişiye göredir...

Zamanımız” diyoruz... Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!.

Buradaki zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz zamana göre burada geçireceğimiz 50–60-70 senenin üç beş saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlatım ve yazdım.

Orada öyle bir zaman boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik sâliseler!..

Oraya geçince, “Dünyada bir saniye kadar mı yaşadık?. diyeceğiz.

Oraya gidip de, oranın zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz...

Zaman kavramı izâfi bir kavram. Yani zaman, bazılarına göre daralır bazılarına göre yayılır, genişler.

Gece, hiç rüya görmemiş bir adama göre ; Gece yatıp sabah kalkan yaklaşık 8 –10 saat uyuyan bir adama göre, gece 1 saat mi, 5 saat mi, 10 saat mi?. Bu husus meçhuldür.

Ancak, şu da bir gerçek ki; Gecenin yarısında dişi ağrıyan, zonklayan bir adama göre 5 dakika süren diş ağrısı, bir asır gibi gelir.

Bunun bir başka örneği benim başımdan geçti...

Araba ile trafik kazası geçirip üç takla attığım zaman direksiyonun başında oturuyordum.. Araba son derece yavaş bir şekilde, ağır ağır dönüyordu, bana göre!.

Ama, dışarıdan bakanlara göre araba 120 km. hızla, bir anda üç takla attı, diye târif edilecektir. Dışarıdakine göre olay bir anda olup bitti. Ama, bana göre o an öyle bir genişledi, yayıldı ki, son derece ağır bir biçimde ben o olayı yaşadım.

Bir başka örnek daha vereyim.

Saniyeli olan saatlere bir bakın gözümüzle bir anlık saate döndürüp baktığınız anda sanki orada saniye takılmış gibi görürsünüz. Sonra saniye hareket edip hızla dönmeye başlar olur.

Zaman, algılayana göre değişen bir kavramdır.

Zaman kavramının ötesinde, cennet dediğimiz ortamdaki yaşantıda; hayâl ettiği şey, düşündüğü şey, kendisinde açığa çıkan biri,  ilminin doğrultusunda o anda belli olaylar yaşar. İçinde olur bunların hepsi. Ve sayısız defa devam eder.

Nasıl, bazıları rüyâ gördüğünde; “Yahu bu rüya hiç bitmedi. Sabaha kadar durmadan rüyâ gördüm. ” der. İşte bunun gibi kendi ilminin getirisi olan bir ortamda sonsuz  var edişleri yaşar. Dolayısıyla artık burada, zaman kavramı  kalkar.

Gerçekliği itibariyle, Kâinat tek bir zaman boyutundan ibarettir!.. Algılayabilene!.. Bu zaman boyutu içinde, hükmü ilâhî ile sayısız boyut yoğunlaşmaları gerçekleşmiş algılıyıcısına göre ve bundan da sayısız isimlerle anılan varlıklar meydana gelmiştir.

 hf

KABİR VE BERZAH  ÂLEMİNDE,

MAHŞER’DE VE CEHENNEM’DE  “ZAMAN”

 Peki... Şimdi burada bir zaman var... Kendimize göre uydurduğumuz, kabullendiğimiz bir zaman!.

Öldükten sonra da, kıyamete kadar olan devrede yine bir zaman kavramı var.

Muhyiddin İbnül Arabi’nin anlatımına göre:

Cehennemden çıkacaklar için yol 3000 senedir. Bin sene çıkış, bin sen düz gidiş, bin sene de iniş..” diye açıklıyor. Tabii ki, oranın zaman ölçüsüne göre...

Fakat, Cehennemden çıktıktan sonra, çıkanlar için (oradan çıkıp Cennet boyutuna girenler için) Cennet boyutunda zaman var mı?

Şu anda dünyada yaşıyoruz. Ölüm denen olayla birlikte dünya gözden kayboluyor. Sanki, dünya hiç var olmamış gibi!.

Nasıl ki, uykudan uyanan bir insan, rüyasında gördüklerini bir süre hatırlar, Bilâhare o rüya silinir, gider. Yani, rüyanın ortamı ve yaşamı silinir hafızadan!

Aynı şekilde, ölümü tadan kişinin de hafızasından dünya ve içindekiler kaybolup gider ve o, “Kabir âlemi” denen, “Berzah âlemi” denen âlemde yaşamaya başlar...

Bu âlemde yaşam devam ederken belli bir süre sonra büyük kıyamet meydana gelir. Büyük kıyâmetle birlikte dünyanın manyetik alanı ortadan kalkar ve yer yüzünde yaşamış olan bütün insanlar tek bir plâtformda bir arada ve cehennem her bir taraftan, alttan, üstten, sağdan, soldan, her bir yandan bu plâtformu kuşatmış vaziyette!.

İnsanların bu plâtformdan kaçmaları, Cehennemin içinden geçerek kaçıp kurtulma şansları var.

Ve herkes kendi inancına göre dünyada kazandığı ilmine göre, dünyada kazandığı belli güçlere göre bu cehennem ortamının içinden geçip, dışarı çıkmaya çabalayacak.

Bu süreçlerde hep, zaman kavramı işliyor.

 hf

CENNET’TE “ZAMAN”

Cehennemden çıkıp Cennet ortamına girebilenler acaba nasıl bir ortamda yaşayacak? Orada zaman mefhumu var mı?

Dünyada zaman var, kabir aleminde zaman var, kıyâmette zaman var, mahşerde zaman var, cehennemde zaman var!.

Bunlara rağmen, Cennet ortamında zaman kavramı yoktur!. Çünkü Cennete nur yapıda girilecek, nur yapılı ortamda da ışık hızına erişilir.

Işık hızına ulaşılan bir ortamda da artık zaman durur!.

Nur beden boyutu, yani Cennet boyutu ışık hızı boyutudur. Orada olup biten her şey ışık hızı ile olup biter.

Işık hızı ile devam eden olaylar dolayısıyla da orada zaman kavramı olmaz!. O nurâni yapıda her şey, düşünce boyutunda oluşur.

Düşünce boyutunda ; “Şöyle bir bedenim olsun.” dersin. derhal bedenin o düşündüğünün şeklinde olur, belirginleşir.

Düşünce boyutu ışık hızına ulaşır.

Düşünce boyutunda zaman kavramı yoktur.

Cennet ortamına gidenlerde zaman kavramı olmayacağı için yaşlanmak diye bir kavram da , söz konusu değildir.

Orada sadece düşünsel beraberlikler ve düşünsel güzellikler yaşanır. Herkes “düşünebildiği kadar”ki güzellikleri yaşayacaktır.

 hf

ZÂT

 Allah adıyla işaret edilenin “ZÂT”ından bahsediş semboliktir... Çünkü “zât” kavramından da münezzehtir ve bu  kavram bize “GÖRE”dir!.

“AHAD” ile “HAYY”; “ALİM” ile “MÜRÎD”; “HAYY” ile “KADİR”; ve tüm kompozisyonlarla anlatılanlar hep aynı  tek   “ALLAH”tır!..

Yani, bütün bu anlatılanlar ile târif edilen aynı Tek “ZÂT”tır!..   O Tek “ZÂT”ın değişik vasıflarıdır özellikleridir  bu isimlerle işaret edilenler...

Öyle bir, TEK “ZÂT” ki, baş-son gibi kavramlardan beri; sınırsız-sonsuz; bölünmesi, cüzlerinin varolması muhal; sayısız mânâlara sahip; sonsuz - sınırsız, cüzleri olmayan irade; sonsuz-sınırsız cüzü olmayan kudrettir; varlığının dışında ikinci bir varlık düşünülemez; içi ve dışı yoktur, merkezi özü olmaktan münezzehtir!.. 

Kısacası,    “AHAD”tır...   TEK’tir!..

Zât’ın sıfatları bilinir, eserleri de müşahede edilir.

 hf

 ZÂT  TEFEKKÜR EDİLEBİLİR Mİ?

 Allah’ın  Zâtı nedir?. Sıfatı nedir?. Esmâsı nedir?.

Zât kelimesi ile ne kastediliyor?.

Sıfat kelimesi ile ne kastediliyor?.

Esmâ kelimesi ile ne kastediliyor?.

Ne anlatılmak isteniyor?. Önce bunu iyi anlamak lâzım!..

Bunu anlatmak için de, size şu misâli vereyim:

Bir kişi “ben” der..

“Ben” dediğin zaman sorarım!..

Nedir bu “ben” kelimesi ile işaret ettiğin şey?.

“Ben” kelimesini, sen bana izah etmek istediğin zaman, belli vasıflarından, özelliklerinden söz edersin ancak!.

“Ben, canlı bir varlığım. Benim bir aklım var. Şuurum var. Belli bir dileme gücüm var. Belli bir takım şeyleri yaparım.” dersin.

Bu târif, gerçekte “ben” kelimesinin karşılığı, açıklaması değildir.

“BEN” in, “ben” kelimesi ile işaret edilen varlığın sahip olduğu özellikleri anlatma sadedinde yapılan bir açıklamadır.

Bana, “Hulûsi” adını vermişler.

Kimdir Hulûsi? Dedilerinde. “Benim” derim.

“Peki, sen kimsin?.Diye bana sordukları zaman.”

“BEN” kelimesi ile işaret olunan orijin varlığı, ben anlatamam!.

Yani, Zâtımı anlatamam.. O, orijin varlığa Zât adı verilir tasavvufta!..

Zâtımın sahip olduğu özellikleri anlatırım. Yani, vasıflarımı anlatırım. Bir diğer ifade ile sıfatlarımı, anlatırım!.

Meselâ; “Hayat” sıfatına sahibim ben..

Hayatta olduğum için varım. Varlığım, hayatta olmamı açıklar.

Demek ki, benim bir vasfım; Hayatta olmam!.Yani, “Hayy” isminin manâsı bende mevcut olduğu için; Hayatta olan, canlı bir  varlığım!.Ben’im, bir vasfım bu!.

Sonra, aklım var, şuurum var!.

Şuûr, belli bir ilmin ifadesidir. Az veya çok!. Bir ilmin ifadesidir.

Demek ki, “ben”im bir ilmim var.

Bir vasfım da, ilim!.

Yani, “Alîm” isminin mânâsına da sahibim. Böyle bir mânâ da bende mevcut. “BEN” de!. mevcut!.

Sonra!.  Bu ilmimi, bildiklerimi “açığa çıkarma, ortaya koyma” özelliğine sahibim. İster düşüncede, düşünce plânında açığa çıkarayım!. İster eylem plânında!. Bunu açığa çıkarma özelliğine sahibim

Yani, dilerim, isterim, irade ederim.

Demek ki, irade sıfatı da “ben”de mevcut!.

“Mürid” isminin işaret ettiği, “irade etme, dileme , arzu etme” özelliğim de var!.

Bu da, benim bir vasfım!.

Bundan sonra açığa çıkarttıklarımı, bir kuvvet bir kudretle meydana getiriyorum.

Demek ki, kuvvet ve kudretim de var!.

Bu, açığa çıkarmayı irade ettiklerimi, çıkartabiliyorum. Çıkması kudretle meydana geliyor.

Yâni, “Kadîr” isminin manâsı da, benim varlığımda mevcut.

Sonra... Açığa çıkarttıklarımı algılayabiliyorum.

“Semî” nin mânâsı, algılamaktır.

Ve, “Basîr”.

Algıladıklarımı değerlendirebiliyorum.Yani, ben’de “Basîr” sıfatı da var!.

Bütün bunlar, benim ana vasıflarım.

Ama, dikkat edin!.

Gene de bu ana vasıflar dediğim, bu özellikler, vasıflar bendeki, “BEN” deki özelliklerin bir kısmı.

Bunun yanında acaba daha başka ne vasıflarım var?

Bunları açığa çıkartmadığım için belli değil!.

“Ben” dediğim, nasıl bir şey?

Bu da  meçhûl!.

Ben’deki, bazı özellikler biliniyor. Biliyorum!. Açığa çıkarmışım, tesbit etmişim ama, bunun ötesinde, “ben”de acaba neler var?.

“Ben’i” görebiliyor muyum? “Ben’i” algılayabiliyor muyum?. Hayır!.

Sadece, “BEN” in varlığını tesbit ediyorum, ilim özelliğimle.

“Ben” var!. Bu özelliklerin mevcut olduğu bir varlık var!.

Ama, O nedir?.. Burası kapalı.

Onu hiç kimse ortaya çıkartamaıyor.

Hiç kimsede O, ortaya çıkmadığı gibi, Allah’ın Zâtı da hiç bir şekilde açığa çıkmadığı için konuşulup, tartışılamaz ve Zât hakkında  hüküm verilemez!.

Bunun için de, Allah Rasûlü;

 “Allah’ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyin!.

 Diyor. Çünkü, Zât hakkında tefekkür ediyorum sanırsın, Zâtı üzerine değil, vasıfları üzerine düşünmektesin.

Zira, saydığım bütün bu özellikler “Zât” daki yani, “Ben” deki belli özellikler, vasıflar!.

Orijinde ne var?.

Meçhûl!.

Allah, ilim sıfatından bildiğimiz, anladığımız bir biçimde Esmâsı ile, yani, Allah’ın isimleri ile işaret edilen özelliklerle sayısız varlıkları yaratmıştır.

Bunları ne ile yaratmış?.

İşte, Zâti vasıfları olan, İlim, İrade, Kudret vasıfları ile yaratmıştır.Yani, bu özellikleri ile bunları yaratmıştır. Ama, “bunları yaratan Zât, nasıl bir Zâttır?” sualinin cevabı burada yok!.

Zât’ın anlaşılması, Allah’ın Zâtı’nın anlaşılması muhaldir.

Bir ressamın eserlerini görebilirsin. Sayısız resimler yapar!.

Sayısız resimleri, kendisindeki sayısız özelliklere dayanarak yapar. Ve  Ressam’da daha ortaya koymadığı sayısız özellikler var.

Ama, bu özellikler nerede ve ne’de mevcuttur dendiği zaman;

“Ressamın Benliği’nde, Zâtı’nda mevcut.” Dersin. Başka bir açıklama getiremezsin artık, mümkün değil!.

İşte, onun içindir ki, Allah’ın Zâtı’nı anlayıp, idrâk etmek mümkün değildir.

“Zâtı ile şöyle yaptı, Zâtı ile böyle yaptı. Zâtımda zâtı mevcut!.” gibi ifadeler dahi, aslında yetersiz ve kullanılmaması gereken ifadelerdir.

Kullanılıyorsa, bir şeyi anlatmak, tanımlamak amacı ile anlatılır. Ama, gerçekte kullanılmaz!.Çünkü, Allah’ın Zâtı, ifadeye, kelâma, düşünceye, tefekküre gelmez!.

 hf

ZÂT ÂLEMİ (LÂHUT ÂLEMİ)

 Her mânâ ve özellikten arı bir halde sadece "ben varım” bilinci kişinin lâhut boyutunu teşkil eder. Aynı zamanda bu boyuta "ZÂT" âlemi de denilir.

Ceberût âlemi mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp mardiyede zirvesine çıkılır; ki bu âleme de hakikat âlemi denilir. Ki bunun da neticesi lâhut âlemidir.

İnsan "zâtı" itibariyle lâhut âleminde yaşar...

Lâhut ise Zât'ın âlemidir.

Lâhut âlemi "ZÂT" âlemidir ki bu âlemin ne olduğunu ancak yaşayan bilir. Ne anlatabilmek mümkündür, ne de bilgi edinerek yaşıyabilmek!..

hf

ZÂT-I  BAHT

 "Allah âlemlerden Ganî`dir"  açıklaması  "Zât-ı Baht" dediğimiz, Zât`ın mutlakiyet sıfatına işaret eder!.

Esasen gerçekte Zât`ı için, mutlakiyet sözü dahi edilemez. Çünkü, aşağı mertebelere göre, Zât`a işaret sadedinde kullanılan bir ifadedir bu!...

Gerçekte, Zât için, "Baht" veya "Mutlakiyet" veya "Vücud" veya "Varlık" gibi tâbirler dahi kullanılamaz!.

hf

ZÂTÎ İLETİŞİM

 Hepsinin, "Öz"ü ve "Zât"ı itibariyle, "hologramik" esasa göre aynı varlık ve aynı cevherden meydana gelmesi nedeniyle; skalanın her hangi bir boyutundaki birim, "Öz"üne, "Zât"ına doğru bir yolculuğa çıkabilirse; veya bir diğer ifadeyle, "Zât"ına doğru bir sıçrama yapabilirse, o Nokta`da, kendisinden sayısız defa mikro veya sayısız defa makro plandaki birimlerle iletişim kurabilir!.

Bu iletişim, Zâtî iletişimdir... Ama bunun için de kişinin ilk önce kendi Zât`ını bilmesi gerekir...

 Kendi Zâtını Bilmek”ten murad nedir?

 Önce, kendi bilincini, bulunduğu boyutun bir bilinci olma, kaydından soyutlayacak, bu blokajdan kurtulacak!.

Şartlanmalar, değer yargıları, duygular, birimsel kabuller gibi tüm hâllerden uzaklaşacak!. Bilincini arındıracak!.

Çünkü, evren, kâinat biliyoruz ki, Sonsuz-Sınırsız Tek`in ilminden hâsıl olmuş bir yapı... Bu yapıda Evrensel Öz, Zât, İlim, her nokta`da ve zerre`de mevcuttur!...

Dolayısıyla, sizin gerçek "Öz Şuurunuz", Öz`ünüz, Zât`ınız, mikro plandaki veya makro plandaki, bir atom şuuru veya Galaktik bilinçle aynıdır..

Ama bir bedende onun şartları içinde oluşmuş "Bilinç", olmamız nedeniyle, çeşitli var kabullerle, var sayımlarla, gerçekten kopmuş, kalıplanmış, bedenlenmiş, bloke olmuş ve "birimsel bilinç"  hâline gelmiştir...

Oysa, bilinç dediğimiz şey, eni boyu ağırlığı, şekli olan bir şey değildir!.

Bilincin sınırları, kayıtları, blokajı kendisine yüklenen yanlış bilgilerle meydana gelir. Bilinç bu yanlış bilgilerden arındığı oranda da, mikro ve makro plandaki varlıklarla zatî boyuttan iletişim kurabilecek hâle gelir.

 hf

ZEBUR

 Hz.Davud A.S ‘a gelen Rabbani Kitap!

 hf

ZEKÂ

 Alt bilincin üretimi olan fikrî faaliyetin kaynağı, zekâdır.

Bir insan, tüm dünya yaşamını “zekâ”sı ile geçirebilir ve kurtarabilir.

“Mantık”, zekâ tarafından da kullanılır; akıl tarafından da.

Kişide akıl varsa ve akılla yaşıyorsa, ölüm ötesi yaşamı düşünme ve evrensel düşünceye açılma kapasitesine sahiptir.

Bununla ölüm ötesi yaşam gerçeğine göre kendisine bir rota çizer ve ona göre fiîller davranışlar ortaya koyar.

Zeki bir insan ise, dünyasını en iyi şekilde yaşamak için ne gerekiyorsa, mantığı o yolda kullanır ve çok iyi konumlara da ulaşabilir; senaryodaki rolü uygunsa.

Beyin veri tabanındaki yerleşik bilgiler, ya genetik kanaldan ya da çevreden, şartlanma yollu, sorgulanmadan ve hatta farkında bile olunmadan yerleşmiş verilerdir.

Kişi, bunlara ters düşen bir gerçek ile karşılaştığı zaman, önce ilk reaksiyon olarak onu reddeder. Çünkü zekâsı, korunma ve elindekileri koruma dürtüsü doğrultusunda, onu reddetmeyi gerektirecek şekilde çalışır.

Dış, sisteme dayalı gerçeklere göre değil, kendi veri tabanına göre geleni değerlendirir zekâ!. Bunun sonucunda da, gelen veri, sorgulanmadan, akıl ile yaşam gerçeklerine göre ölçümlenmeden hemen red oluşur.

Zeki kişi o anki menfaatine göre ne gerekiyorsa onu derhal bulup gereğini tatbik eder.

Zekâ kısa vadelidir, günlük çözümler içindir.

Akıl ise uzun vadeli bakışlar ve değerlendirmeler getirir.

Zeki kişi günlük menfaatlerinin gerektirdiği bir biçimde yaşar. Akıllı kişi ise geleceği düşünerek hayatına yön verir.

hf

ZEKÂT

 Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde geçen,

 “akıymüs salâte ve âtüz zekât”

 namazı ikame ediniz; zekâtı veriniz”

 tanımlamasından soruldu bana:

-Niçin bu iki ifade birbiriyle yanyana?

Birisi mânevî, Allah’a borcumuz; öteki dünyalık, kula borcumuz?.. Ne bağlantısı var ki bu iki ayrı fiilin, daima ikisi birarada ifade ediliyor?

Allah’ın bahşetmiş olduğu ilim kadarıyla anlatayım efendim…

“Hak’tan alıp halka vermek” diye anlatılan ve Mevlevî’liğe mâl edilen bir görüş vardır.. Bunun, Mevlevî’likte sembolü de “semâ” denilen kendi etrafında dönme hareketidir..

Mevlevî’lerin bazılarının Mevlâna Celâleddin’i taklit ederek yaptıkları bu dönüşte en önemli nokta ellerin durumudur.. Sağ kol yukarı kalkık vaziyette; sağ avuçta göğe bakar bir haldedir…Sol kol ise sol yana iyice açılmıştır yaklaşık 75 derecelik bir açıyle… Sol avuç içi ise yere bakar, el parmakları aralıklı olarak…

İşte bu görünüş, “sağ elle Hak’tan alıp, sol elle halka dağıtmanın” sembolüdür… Hızlı bir dönüş, gözün gördüklerinin kaybolmasını, fâni dünya değerlerinin ortadan kalkıp, “Allah” isminin mânâsına “urûc” etmeyi ifade eder..

“Namaz”, Hak’ka urûçtur boyutsal anlamda!..

“Zekât” ta Hak’tan aldığını halka dağıtmaktır!..

Böylece görürüz ki aslında bu iki fiil bir bütündür!

Allah”, “Rahm” sahibidir!…Rahman”dır!..Rahîm”dir!…Üretir” ve ürettiğini korur, muhafaza eder; âşikâre çıkma zamanı gelinceye kadar; sonra da açığa çıkartır!. İşte bu O’nun rahmetidir!..

Her şey, bu yoldan “Allah”ın “Rahm”inden yaratılmış, üretilmiştir!.

Âlemler ve âlemlerden biri olan kâinat, “Allah”ın “rahmet” sıfatından yaratılmıştır!.. Karşılıksız olarak “üretir”, vareder!.

Kâinat, “Allah”ın zekâtıdır!

Ürettiğinin” bir kısmı “Rahman”dan gelendir… Acıyla karışık nimettir üretilen.. Bir kısmı “Rahim”den gelen üretimdir, sırf nimet olarak!..

İnsan’da zekât,”Hak’tan alıp halka vermek”tir!

Hak’tan aldıklarından neyi verirsen zekât olarak-karşılıksız olarak; Allah’ın kurmuş olduğu düzen ve sistem gereği, o gelir sana misli misli!

Besmelenin bir anlamı da anlayabildiğimiz kadarıyla şudur;

“Bismillah’ir Rahman’ir Rahîm”…

“Allah” ismiyle işaret edilen ve varlığımın hakikatı olanın rahmetiyle üretiyorum; ki bu rahmet bir yönüyle acıyla karışık olsa dahi neticede sırf nimettir, mutluluk getirir”…

Allah” ismiyle işaret edilen, mutlak varlığın yeryüzündeki sembolü “anne”dir!.

Anne” üretir ve karşılıksız olarak verir!..

Anne” de “rahm” sahibidir; yavrusunu orada üretir!.. Ürettiği yavrusunu kâh “Rahman”iyet yönünden nimetlendirir, terbiye için azarlar, cezalandırır, onun hoşuna gitmeyecek kurallar koyar… Hep onun iyiliği için!. Kâh da en güzel şeyleri yedirir, giydirir, gezdirir; “Rahîm”iyeti yönünden!

“Allah”, “rahm”inden yaratıp ürettiklerine karşılıksız vermektedir her an; “anne”, “rahiminde” ürettiklerine karşılıksız vermektedir ömür boyu!.

Allah Rasûlü Muhammed Mustafa Aleyhisselâm şöyle uyarmıştır bizi:

 “Allah ahlâkıyla ahlâklanın”!.

 Allah ahlâkıyla ahlâklanıp, karşılıksız verebilmektir zekât!..

Zekât vermek, Allah ahlakıyla ahlâklanmanın bir yoludur!

Zekât; tasarrufunda olanı karşılıksız vermektir! En alt sınırı da   kırkta bir veya yüzde ikibuçuktur!

“ALLAH” bağışı olan varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın yönüdür....

Sonsuz olan, sonsuz zekât vermededir!

Sonlu olandan da sınırlı zekât vermesini istemektedir, ”zekat” adı altında!

Zekât, Hak için halktan, mülkten geçmektir!..

Allah`tan geleni halkla Hak için paylaşmaktır!.

Varlıksızlıkta dâim olmak için, varlığından geçmektir!.

“ALLAH” âlemlerden Ganî’dir; esası üzere “Gınâ”dan hisse almaktır!.

HALK`ta “HAK”kı görüp, ondan esirgememektir!.

Şeytan vasıflı cinin, Adem’de Hak’kı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lânetlenmesi benzeri olarak...

Zekât ve sadakadan kaçanlar, “İnsan”da “Hak”kın varlığını göremeyip, onunla varlığını paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!...

Bİr yerde şu  soruldu bana;

“Pek çok zengin  çok büyük rakkamlarda zekât    veriyor, para veriyor, giysi veriyor, yiyecek-içecek veriyor, binalar yaptırıyor..Fakat hiç birisinde mânevi ilimler gelişmiyor, irfan sahibi olmuyorlar, mâneviyata geçemiyorlar!

Çünkü, para veriyor, erzak veriyor, yiyecek-giyecek veriyor. Onun da verdiğinin karşılığı aynı boyuttan geliyor. Serveti artıyor, parası artıyor, malı artıyor. Verdiği şeyin cinsinden, türünden karşılığını alıyor...

Öbür taraftan âlim, ilim dağıtıyor. Onun da ilmi artıyor.

Evliya, velâyet kemâlâtından olan “yakîn ilmi”ni anlatıyor. Onun da yakîni artıyor.

Ne verir, ne dağıtırsan, sana gelen de, o dağıttığının türünden, cinsindendir...

Onun için eskiler demişler ki, "Hiçbir şey yapamıyorsan, Ku'rân al yakınlarına, etrafa hediye et, dağıt, paylaş!.."

Câmilere Kur'ân hediye etmenin, dağıtmanın, bağışlamanın anlamı da budur.

İlim kitabı dağıtırsan, sana ilim gelir. Yiyecek dağıtırsan, yiyecek gelir. Yani, senden ne çıkarsa, beyninde hangi istikamette bir açılım oluyorsa, o istikamette beyninde kapasite gelişir ve üretir.

Öyleyse, üretmek ve dağıtmak insanın esas amacı olmalıdır.

Kur'ân 'da devamlı tekrarlanan “namazı ikâme etdeki murad, namazın Mi’râc'a dönüşmesidir.

Namazın Mi’râc'a dönüştüğü zaman sen, mâneviyatta sayısız hâllerle bezenirsin, yaşarsın, hissedersin...

Mâneviyatta aldığın bu hâlin akabinde.zekâtını ver!” kısmı gelir.

Yani, “mânen yaşadığının güzelliklerini çevrendekilerle paylaş! Onlara bunu anlat! Onlar da bunu yaşasınlar. Yaşayamayanlar, bundan hisse alsınlar, “dır, buradaki "namazı ikâme et” den sonraki “zekâtı ver,” in mânâsı...

Demek ki, ne üretir, ne dağıtırsan, dağıttığının karşılığını alırsın. Para ve erzak dağıtırsan, para ve erzakın 10 mislinden 700 misline kadar artar. İlim dağıtırsan ilmin artar. İrfan dağıtırsan, irfan artar.

Pirinç, fasulye, nohut dağıtıp mâneviyât ilmi alacağını düşünme! Zira, böyle bir sistem yok!.

Sistem, ürettiğinin ve dağıttığının türünden alman üzerine kurulmuştur.

Şimdi, anlattıklarımı bir kenara koyun ve çevrenize bir bakın!

Kim ne dağıtıyor?.. Ne alıyor?..

Yüz milyonlar dağıtan hangi zengin, ilim ve mâneviyat sahibi oluyor? Ama, ilim anlatanların ilmi devamlı artıyor. Yani, ne dağıtırsan, o artar.

İşte beynin çalışma sistemi budur. Beynini ne yönde çalıştırırsan, o yönde kapasite artar.

Günde onbeş dakika yüzersen, yüzme kapasiten artar.

Günde yarım saat yürürsen, yürüme kapasiten artar.

Günde bir saat futbol oynarsan, futbol kapasiten artar.

Beynini devamlı hangi yönde çalıştırırsan, o yönde kapasiten artar.

Zikre başladığın zaman, zikir başta sana çok ağır gelir. Yarım saatte kafam çatladı dersin. Ama, aradan aylar geçince, başlangıçtakinin on misli daha zikir yapabilirsin. Çünkü kapasiten artmıştır.

Başlangıçta, kitaptan bir sayfa okursun, “kafam durdu, almıyor,” dersin. Ama, okudukça, bir sene sonra baştan sona kitabı bir okuyuşta bitirirsin, hiç bana mısın demezsin. Zira, kapasite ziyadesiyle gelişmiştir.

Önemli olan, senin beynini hangi istikamette geliştirmeye başlamandır.

Eğer, mânevi ilimler, mâneviyat istiyorsan, elde ettiğini olabildiğince çok kişi ile paylaşacaksın, anlatacaksın, konuşacaksın, dağıtacaksın!.

Hiçbir şey yapamıyorsan, imkânların dahilinde birkaç ilim kitabı al ve dağıt! Zira, ilim kitabı dağıtınca, sana ilim gelecektir.

Ne dağıtırsan onun karşılığını alırsın. Allah’ın sistemi bu!.

Bunun sebebi nedir?

“Allah  Anayasası”ndaki sistem ve düzen; “ne verirsen misli misli o gelir sana!” şeklindedir..

Para dağıtırsan  misli misli para gelir..bina dağıtırsan,bina gelir..İlim dağıtırsan ilim gelir.. Bâtın ilmi, maneviyat dağıtırsan o yoldan sana açılım olur!
Zenginler zekâtlarını neyle ve nereye veriyorlarsa o yoldan da karşılığını alıyorlar! Patlıcan     tohumu ekip gül yetişmesini bekleyemezsin!

Maddiyat verip, mâneviyatta yer almak istiyorsan; en azından, insanlara mânevi bilgileri(sohbet,kitap,kaset olarak) zekat vermelisin ve o konuları onlara ulaştırmalısın ki sana da mâneviyatın kapısı açılsın!

Ne verirsem ne yoldan, biliyorum ki, SİSTEM gereği onun misli gelecek bana aynı türden ve aynı yoldan!...

Arpa dağıtıp altın toplayamazsın!... Altın dağıtıp irfâna eremezsin!...

Zulüm yapıp, rahmet bekleyemezsin!...

Bina yapıp, ilim alamazsın!...

Ne yapıyor, yaptırıyorsan, karşılığını da o yoldan alırsın SİSTEM gereği!...

Bu niçin böyle..?

Kısaca bunu da açıklamaya çalışayım..

Allah’ın kurmuş olduğu sistem ve düzen gereği, insanda meydana gelen her şey beyin aracılığıyla ortaya çıkar, farkedilir hâle gelir!..

Beyinde hangi konu ağırlık kazanırsa, o konu üzerinde beyindeki açılımlar genişler ve alışları artar!.

Verme fiîli, beyinde ilgili alandaki kapasitede genişleme oluşturur!.. Hangi fiilller kişiden açığa çıkarsa, o fiillerin kökeni olan hücre bloğunda büyüme, gelişme olur; o alanda faaliyet gösteren hücrelerin sayısı artar!.

“Anlamasan da ibadet et” önerisinin ardındaki gerçek budur!.

Fiîller, açılımları zorlar ve yeni kapasiteler meydana getirir…

Netice, zekâtını hangi yoldan neye dönük olarak verirsen, karşılığını da aynı yoldan, misli misli alırsın!. Maddiyata dönükse, o yoldan; maneviyata dönükse, o yoldan!.

İnsanlığın şerefi, insanın pırlanta tacı olan ilim sahibi olmak isteyenlerin  bu çok önemli hususa dikkat etmeleri zorunludur!

Şunu kesinlikle biliniz ki; vermeden alamazsınız!...

İslam kitabındaki zekât bölümünü adam gibi düşünerek; ve sistem içindeki bir mekânizma oluşunu değerlendirerek okuyup anlamaya çalışın; ve zekâtla tıkanıklığınızı giderip, perdenizi kaldırmaya, kozanızı delmeye çalışın!...

Perdeyi kaldıran en önemli faktörlerden biri, VERDİKLERİNİZDİR!...

Tüm hayvanlar alıcıdır... İnsan ise verici...

Veren, Allah'tır... alan, mahluktur!...

 hf

 “ZIT”

 Zıddı olan her bir kavram kula, gayrılık anlayışıyla yaşayana GÖRE`dir.. Allah indinde "zıd" kavramı geçersizdir!.

Varlık âleminde ne görüyorsak, ne algılıyorsak, ne düşünüp tahayyül ediyorsak, bütün bunların hepsi de "Allah" ismi ile işaret ettiğimiz yüce Zât`ın ilmi ve kudreti ile, ilminde, esmâsındaki mânâların açığa çıkması sûretiyle meydana gelmede...

Yani, her şey, "şey"in varlığı – isteği - iradesi dışında; evreni meydana getiren Zât`ın, ilmi ve iradesi istikâmetinde oluşuyor.

Bütün algılanan zıtlar aynı Tek kaynaktan meydana geldiğine göre, O Tek kaynak, bütün bu zıtların fevkindedir!.

Esasen, kâinatta, mevcudatta "zıt" yoktur!. Çünkü, Allah`ta zıt yoktur!. "zıt" kavramı bize göredir!.

Burada farkedilmesi gerekli olan husus şudur:

Zulmet, nur`un zıddı değil; onun açığa çıkmaması hâlinin adıdır!.

Dalâlet, hidâyetin zıddı olarak varolmayıp; hidâyetin açığa çıkmaması halinin adıdır.

Varlıkta asıl, Allah isimlerinin işaret ettiği mânâlardır.. Bu isimlerin işaret ettiği mânâların ise zıtları varolmayıp, esas olarak bilinen ismin mânâsının açığa çıkmaması dolayısıyla algılanan o durum "zıt" diye düşünülür.

Yani, asıl olan isimlerin özelliklerinin algılayıcıya yeterli oranda açığa çıkmaması hâli, o ismin mânâsının zıddıolarak kabul edilir.

Meselâ varlıkta asıl Nur`dur.. Nur`un algılayıcıya göre yeterli oranda açığa çıkmaması halinde, içinde bulunulan durum o birime göre zulmet olarak nitelendirilir.

Zıt olarak kabul edilip de, Allah isimleri içinde yer almayan her mânâ, asâleten var olmayıp; asla göre, izâfeten var kabul edilen mânâlardır. Çünkü varlıkta var olan yapılar, varlıklarını Allah isimlerinden, yani Allah`tan alırlar ki, Allah zıt kavramlar içinde olmaktan münezzehtir!

Esmâsı yönünden;

 "Allah âlemlerin Rabbı'dır"..

 Fakat;

 "Allah âlemlerden Ganî`dir"!.

 Allah âlemlerin hem Rabbıdır ve hem de Allah âlemlerden Ganî`dir!.

Hiç bir zaman bu iki ana düsturu, prensibi unutmayacağız ve bu iki prensibe gâfil olmayacağız...

Eğer, "Allah âlemlerden Ganî`dir" kavramı ağır basarsa, "Tenzih" ağırlıklı olarak, âlemlerden ötede bir "TANRI" anlayışına kayma ihtimali doğar. Bundan dolayı da da şirk oluşur!.Dolayısıyla,

 "Âlemlerin Rabbı'dır ALLAH"!... Ve, "Âlemlerden Ganî`dir"

 istikametinde hem tüm mânâları ve bu mânâların fiile dönüşüş hallerini Allah'a bağlayacağız... Hem de Allah'ın bu mânâlarla kayıt altına girmekten münezzeh olduğunu vurgulayacağız..

Yani aynı anda aynı şekilde geçerli olan iki gerçekten birinde saplanıp kalmayacağız!.

Bu Allah`a ait bir realite!.

Ve...

Varlıkta da O'nun varlığı dışında bir "şey" mevcut olmadığına göre, bu senin "Nefs"ine ait olan bir realite!.

hf

 “ZINDIK”

 “ALLAH” kavramını inkâr ederek; kendini bir birimsel yapı kabul edip, tümüyle bedene dönük zevk ve arzular peşinde, hiçbir korkusu kalmaksızın yaşayan!.

 hf

ZİKİR

 Bilinçli bilinçsiz tüm varlıkların yaptıkları tesbih kapsamındadır...

Bilinç eseri açığa çıkan ise ZİKR  hükmündedir...

Zikir, beyinde belirli anlamlar taşıyan kelimeleri tekrar etme çalışmasıdır.. Zaman ve mekânla, inançla kayıtlı değildir!..

Beyin, oluşumundan itibaren gerek galaksi içi ve gerekse galaksi dışı çeşitli güçlü merkezlerden gelen yayınlarla programlandığı için, biz beynimizi ne kadar zikir ile geniş kullanılır kapasiteye ulaştırabilirsek, o nisbette evrensel özellikleri kendimizde keşfederiz

Zikir, birinci anlamda, “ALLAH”ın belirli isimlerini ya da belirli duaları tekrar etme diye anlaşılır...

Zikir, ikinci anlamıyla ise, hatırlama, anma, üzerinde durma şeklinde anlaşılır.

Daha üst boyutta "zikir" ise tefekkürü yani derin ve kapsamlı düşünceyi doğuracak bir biçimde konunun üzerine eğilme olarak anlaşılır.

Beyindeki her tekrar, beynin kullanılır kapasitesinin o istikamette genişlemesine yol  açar...

Esmâ tekrarı, tekrar edilen esmânın anlamı kapsamında meydana gelir. Kelime zikrinde süreklilik var aynı kelime frekansı üzerine...

Dua ve namaz, zikrin bir çeşididir; kezâ Kur'ân okumak ya da salâvat dahi.

Zikir, dinde yer alan en büyük ibâdet olarak nitelendirilmiştir. Niçin?..

Astroloji bölümünde, yaklaşık 15 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak çok cüz'î bir kısmının doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girdiğini; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşmasının imkânsız olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.

Evet, beyin doğum anından sonra, dışarıdan gelen ışın etkileri ile yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebed âtıl durmak için varedilmiştir demek değildir bu!..

Beyinin ilk anda açılmamış hücre gruplarının bazı çalışmalar ile devreye girmesi, kapasite genişlemesi, yeni kabiliyetlerin elde edilmesi mümkündür!..

Esasen “Din” dediğimiz olayın temeli de beynin yeni bölümlerinin devreye girmesi ve bu bölümlerin çalışması suretiyle elde edilecek yeni güçler gerçeğine dayanır.

Zikir dediğimiz, «Allah»a ait bir mânânın beyindeki tekrarı olayı nedir?..

«Allah» ismini dilinizle söylediğinizi kabûl edelim. Dilde söylenen bu kelime bilindiği gibi, öncelikle beyinde hazırlanacak, sonra da dile uzanan sinirle dil hareket ettirilerek düşünülen mânânın ses şeklinde dışarıya ulaşması sağlanacaktır.

ALLAH kelimesinin beyinde hatırlanması” demek; bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir bioelektiriğin akışı demektir.

Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki bir bio - elektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyinde değişik hücre grupları arasında bir bioelektrik akış sözkonusudur. Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır.

Beynin tüm fonksiyonları hep bu hücre gruplarının oluşturduğu sayısız krozmanlar neticesinde gelişmektedir. 15 milyar nöron ve her bir nöronun 16 bin nöronla bağlantısı. Ve bunların sayısız işlevi!.. (fetebarekAllâhu ahsenül halikîn!..)

Hormonların bu alandaki fonksiyonları ise bilebildiğimiz kadarıyla, hücrelerin kimyasal yapısını etkileyerek, bio-elektriğin akış hızını ve yönünü kanalize ederek değişik anlamlar taktığımız oluşumları meydana getirmesi!..

Her an sayısız takım yıldızlardan gelen değişik frekanslı ışınlar. değişen açılar dolayısıyla beyin üzerinde meydana gelen sürekli değişik kozmik etki ve bunun sonucu bio-elektrik akış, mevcût potansiyelin her an yeni gelenler istikâmetinde sürekli yeni mânâlar oluşturacak şekilde faaliyeti.

Esasen beyin için uyku diye bir olay sözkonusu değil!.. Beyin, anlattığımız istikâmette sürekli olarak çalışmada ve sürekli olarak tesir almada.

ZİKİR, bize göre, dünyada bir insanın yapabileceği en yararlı çalışma türüdür.

 hf

ZİKİR, YALNIZCA  “ALLAH’I  ANMA”  MIDIR?!

 ZİKİR, “Allah’ı anma” diye her ne kadar tercüme edilirse de, böyle bir tercüme son derece yetersizdir.

 1-ZİKİR, beyinde tekrar edilen kelimenin mânâsı istikâmetinde, beyin kapasitesini arttırır.

 2-ZİKİR, beyinden üretilen dalga enerjinin RUH’a, yani halogramik dalga bedene yüklenmesini ve böylece ölümötesi yaşamda güçlü bir RUH’a sahip olunmasını sağlar.

 3-ZİKİR, tekrar edilen mânâlar istikâmetinde beyinde anlayış, idrak ve o mânâların hazmedilmesi gibi özellikleri geliştirir.

 4-ZİKİR, Allâh’a yakîn sağlar.

 5-ZİKİR, ilâhî mânâlar ile tahakkuku temin eder.

 İşte, birkaçını saydığımız bu özellikler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm de ZİKİR son derece övülen bir çalışma olarak belirtilmiş; ve bu konuda ZİKRE önem vermeyenler şiddetle uyarılmışlardır:

 “RAHMAN’IN ZİKRİNDEN YÜZ ÇEVİRENE ŞEYTAN MUSALLAT OLUR VE ARKADAŞI OLUR. SONRA GERÇEKLERİ SAPTIRIR VE ONU HİDÂYETTEN UZAKLAŞTIRIR. ONLARSA BU DURUMDA HÂLÂ HİDÂYETTE OLDUKLARINI SANIRLAR.” (43-36/37)

 “ŞEYTAN ONLARI İDARESİNE ALMIŞ, ALLAH’I ZİKRETMEYİ UNUTTURMUŞTUR. ONLAR ŞEYTANIN GRUBUDUR. ŞEYTANA TÂBİ OLANLAR HÜSRANA UĞRAYACAKLARDIR.” (58-19)

 “ALLAH’I ÇOK ÇOK ZİKREDİN” (33-41)

 “HER KİM, BENİM ZİKRİMDEN YÜZ ÇEVİRİRSE ONA DAR BİR GEÇİM VARDIR VE ONU A’MÂ OLARAK HAŞREDERİZ” (20-124)

 “BENİ ZİKRETTİĞİNİZDE SİZİ ZİKRETMEKTEYİM” (2-152)

 EĞER KULLARIM SANA BENİ SORARLARSA, BEN YAKINIM. BANA DUA EDENİN DUASINA İCABET EDERİM” (2-186)

 “ALLAH ZİKRİ, EKBERDİR” (29-45)

 ZİKİR’in insana ne kadar büyük yararları olduğuna bakın Hazret-i Rasûl Aleyhi’s-selâm nasıl işaret ediyor:

 “Allah katında çalışmaların en sevimlisi hangisidir?... sorusuna cevap:

Dilin, Allah’ı zikretmeye devam ettiği halde ölmendir!.

 “Size çalışmalarınızın en hayırlısını, Allah indinde en temiz olanını, derecelerinizi en fazla yükseltenini ve sizin için altın ve gümüş infak etmekten, düşmanlarınızla savaş meydanında karşılaşıp boyun vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı Allah yolunda vurmalarından daha hayırlı bir çalışmadan haber vereyim mi?..

 İşte o, Allah’ı ZİKRETMEKTİR.”

 “Allah’ın azâbından, Allah’ı ZİKİR etmekten daha fazla hiç bir şey kurtaramaz.”

 “Allah katında kıyâmet gününde kulların hangisinin derecesi daha faziletlidir; sorusuna şu cevabı verdi:

 Allah’ı çok ZİKİR EDENLER.”

 Soruldu ki, “Yâ Allah yolunda cihâd eden gazinin ki?”...

Buyuruldu: 

“Kâfirler ve müşrikler içerisinde kılıcı ile kırılıncaya kadar ve kana bulanıncaya kadar savaşsa da, şüphesiz ki, Allah’ı çok zikredenlerin derecesi, ondan daha faziletli olur.”

 “Kul, şeytandan ANCAK, Allah’ı ZİKRETMEKLE korunur!..

 “Sahip olduklarınızın en faziletlisi, Allah’ı zikreden dil, şükreden kalp, imanında yardımcı olan eştir.”

 “Allah’ı ZİKREDEN ile etmeyenin benzeri, diri ile ölü gibidir!..

 “Allah’ı o kadar çok zikredin ki, insanlar size  “deli mi bu!” desin!..”

 “Münafıklar size, “gösteriş için yapıyorsunuz” diyecekleri kadar çok Allah’ı zikrediniz.”

 “Müferridûn geçti!.. Buyruğuna soruldu, ”kimdir müferridûn?” diye.

 “Allah’ı çokça zikretmeye düşkün olanlardır. Zikir, onların ağırlıklarını hafifletir. Böylece kıyâmet günü de hafif olarak gelirler”

 “ŞEYTAN, ağzını Ademoğlunun kalbine koymuştur. O Allâh’ı zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri bırakınca kalbini yutar!.

 Bu hâdis-i şerîf teşbih yani benzetme yollu bir anlatımdır... Kişi Allah’ı zikrettikçe, Cinler ondan uzak dururlar ve ona vesvese vererek düşüncelerini bulandıramazlar; ama zikir terkedilince, cinler onun beynini istedikleri gibi etkileyerek hüküm altına alır, mânâsınadır.

 “Allah’ın bir kula verdiği en faziletli şey, ona ZİKRİNİ ilham etmesidir.”

 “Hiç bir sadaka Allah’ı zikretmekten daha faziletli değildir.”

 “Cennetlikler hiç bir şeye üzülmezler ancak, dünyada iken ZİKİRsiz geçen anları hariç!..

 “Kim Allah’ı çok zikretmezse imandan uzaklaşır.”

 “İnsan, üzerinden geçip de, içinde Allah’ı zikretmediği her an dolayısıyla kıyâmette büyük pişmanlık duyar.”

 “Herhangi bir topluluk, bir mecliste toplanır, Allah’ı zikretmeden dağılırlarsa, bu meclis kıyâmet gününde kendileri için bir pişmanlık olur!..

 “Kim Allah’ı çok ZİKİR ederse, münâfıklıktan uzak olur!..

 İşte bunlar gibi daha pek çok Rasûlullah Aleyhi’s-selâm hadîs-i şerîfi bize ZİKİR konusunda büyük uyarıda bulunmaktadır.

 hf

ZİKİR NİÇİN ÖNEMLİ?

 Sen, Allah`ın ilminde, O`nun güzel isimlerinin özellikleriyle yaratıldığın için, Allah isimlerinin işaret ettiği mânâlar, özellik olarak senin beyninde açığa çıkmaktadır.

Allah`ın güzel isimlerini beyninde tekrarladığın zaman, bu isimlerin özelliklerinin beyninde daha da gelişmesini sağlamış olursun..

Zikirde esas olan ; beynin kendi içinde bu dalgasal faaliyeti tekrar ederek, yeni hücre gruplarını o dalga boyu istikametinde programlamasıdır...

Zikrin, beynin çalışan bölümünün kapasitesini, zikredilen mânâ istikametinde arttıran bir çalışma sistemi olduğunu; Türkiye ve Dünyada ilk defa, l986 yılında yayınlanan “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda; daha derinliğine detayları ile de “DUA ve ZİKİR” isimli kitabımızda açıkladık..

Zikrin, yani kelimelerin beyindeki tekrarının, beyinde yeni hücre bloklarını devreye sokma çalışmaları olduğunu tasdik eden ilk bilimsel makale ise 1993 yılı aralık ayında Dünyanın en ünlü bilim dergisi olan “Scientific Amerikan”da John Horgan imzasıyla yayınlandı... Uzun yıllar yapılan yoğun laboratuvar çalışmaları sonucu açıklanıyordu bu makalede.. Sonuç, her yeni öğrenilen ve tekrarlanan kelimeler, beyinde o zamana kadar boş-âtıl duran hücre guruplarını devreye sokarak beynin çalışan kapasitesini arttırıyordu!..

Siz, Allah`ın belirli isimlerini beyninizde, bir süre, belirli bir düzen içinde tekrar ettiğiniz zaman, otomatikman beyninizde o anlam doğrultusunda bir kapasite oluşuyor; böylece kişiliğinizi o anlam istikametinde geliştiriyorsunuz!

İster inançlı olun, ister inançsız, bu hiç farketmiyor!.. Çünkü bu Allah`ın Sistem ve düzeni!.. SİSTEMİN ve düzenin işleyişinin sizin inançlarınızla hiç alâkası yok!.

Bu konunun anlaşılamayışının en büyük sebebi, Allah’ın güzel isimlerinin işaret ettiği mânâlardan oluşmuş bir formül olduğunuzun farkında olmayıp; ibadeti ötenizdeki bir tanrıyla ilişkiler zannedişiniz !..

Oysa, Ahmed Yesevî`den Yunus Emre`ye, Abdulkadir Geylanî`den İmam Gazalî`ye, Hacı Bektaş Velî`den Erzurumlu İbrahim Hakkı`ya, Mevlâna`ya kadar her gerçeğe ermiş zât, Allah`ın insanın “Hakikat”ında olduğuna dikkati çekmiş; ötendeki tanrıya değil, özündeki Allah`a yönelip O`nu keşfetmeye çalışmanın zorunlu olduğu gerçeği üzerinde durmuşlardır..

Nitekim, zikirden amaç da ötendeki bir tanrıyı hoşnud etmek değil; beyin kapasiteni ve buna bağlı olarak anlayış ve idrak kapasiteni arttırarak, özündeki Allah`ı tanımak; o güzel isimlerin anlamlarının sende kuvvetli olarak açığa çıkmasını sağlıyarak “hilâfet sırrını” yaşamaktır!..

 ZİKİR çalışması içinde, zikirle açılan ek kapasitesinin değerlendirilmesi sırasında yoğun olarak İLME ağırlık verilmesi ve artan kapasitenin İLİM ile değerlendirilmesi şarttır. Aksi halde bu kapasitenin cinnî ilhamlar istikâmetinde programlanması söz konusu olabilir ki; bu da hiç iyi olmaz.

Ayrıca bu tür zikirler sırasında kitabın girişinde yazdığımız CİNLERE KARŞI KUR’ÂN ’DA ÖĞRETİLEN KORUNMA DUASININ yapılması son derece yararlı olur.

İslâm camiâsında genellikle RUHÂNİYETİ arttırıcı zikirlere devam edildiği için; mâneviyatı son derece güçlü sayısız insan yetişmesine karşın; dünya ilimlerine dönük beyinler çok az çıkmıştır!.. Şayet beyin sistemli bir şekilde dünya bilimlerine yönelik bir biçimde zikir ile takviye olunsa idi, elbette ki o yönde gelişmiş üst düzey beyinler de çıkardı.

Ancak, ne var ki, “yarın zorunlu olarak terkedeceğin şeye, bugün sahip çıkarak, kendini, o şeyi terketmekten ileri gelen azâbdan koru” düşüncesinde olan İslâm camiâsı, dünyaya fazla bir değer vermemiş ve o yolda kendini fazla yormamıştır.

Önce anlaşılması son derece kolay olan şu misâli verelim.

Size son derece kıymetli mücevherle dolu bir kasa veriyorlar ve diyorlar ki.

Şayet anahtarını elde edersen, bu kasayı açabilirsin, içindeki her şey senin olabilir.Soruyorsunuz:

Peki anahtar nedir, nasıl açabilirim?..

Cevap;

Ucu özel bir şekillendirmeye tabi tutulmuş demirdir anahtar. Elde etmek içinde şu kadar pahasını ödemek zorundasın.

Diyorsun ki, kasa nasıl olsa bende!.. O kadar paha ödeyeceğime, alırım bir demir, alırım bir ege; çenterim demiri olur anahtar!..

Ama ne çare ki, bir ömür boyu demir çentseniz, o kasanın özel kilit şifresine uygun anahtarın bir benzerini yapamazsınız. Ve bu yüzden de kasanızı açıp içindeki çok kıymetli mücevherlere kavuşamazsınız. Ta ki, pahasını ödeyip özel şifresi için yapılmış anahtarı elde edene kadar.

Unutmayalım ki, her kilit ancak şifresine uygun anahtar ile açılır.

İşte bu misâlde olduğu üzere, her beynin kendine özel bir formüle ihtiyacı vardır ki çok kısa sürelerde büyük gelişmeler elde etsin. Ama bunun için de elbette, bu konudan anlayan, bu konu hakkında bilgi sahibi kişiyi bulmak zorunluluğu mevcuttur.

Bu devirde böylesine ehil kişiyi bulmanın çok zor olduğunu düşünerek bu kitapta, bize ihsan olunan ilim ölçüsünde, elden geldiğince çeşitli zikir formüllerinden sözedeceğiz. Ki bunlar bizâtihi tecrübelerimize göre son derece yararlı olmuşlardır.

Dileyen bu zikir formüllerini bir süre kendi üzerinde dener, fayda görürse devam eder, fayda bulmazsa da genel zikirlerle ruhaniyetini geliştirme yolunda çalışmalarına devam eder.

  hf

ZİKİRLE BEYİN KAPASİTESİNİ

ARTIRMANIN ÖLÜMÖTESİNDEKİ  YARARI  NEDİR?

 Beyin ne düzeyde açılır ne düzeyde gerçekleri görmeye geçerse; o açılımı aynen dalga bedene yâni ruha yükleyeceği için  ve ruh da beynini yitirdikten sonra asla yeni bir kayıt alamıyacağı için  Dünyada açılmayan beyinlerin meydana getirdiği «ruhlar için ölümötesi yaşamda asla açılma imkânı yoktur!»

Bir an düşünün...

Milyarlar ve milyarlar sürecek ebedî denen bir yaşam!.. Ve siz bu yaşam için gerekli olan potansiyeli ancak şu son derece kısıtlı olan dünya hayatında beyninizi değerlendirebildiğiniz oranda elde edebileceksiniz!..

Şayet bunun ne demek olduğunu düşünemiyorsanız. Elbette ki size söyliyecek başkaca bir sözümüz yok!..

Evet, zikrin birinci yönünden bahsederken, beynin ürettiği bioelektrik enerjinin, bir tür dalga enerji biçiminde ruha yüklenmesidir, dedik!..

Şimdi gelelim zikrin ikinci tür yararına 

«Cennet ehlinin çoğunluğunu BÜHL kimseler teşkil eder»

 buyruluyor.

«Bühl» kelimesi Arapçada «saf» kişiler anlamında kullanıldığı gibi «ahmak» anlamına da gelebiliyor.

Nitekim Hazreti İsâ  Aleyhis-selâm’a ait olduğu söylenen şu sözde bu mânâ çok açık görülmektedir:

 «Allah devâsı olmayan tek dert yaratmıştır, o da «BÜHL»lüktür!..» Yâni, «ahmak»lıktır!..

 Evet, cennete girenlerin çoğunluğunu «saf» vatandaşlar teşkil edecektir!.. amennâ ve saddakna!.. Niye bu böyle?..

Çünkü cennet ehlinin çoğunluğunda ilâhi rahmete nâil olma neticesinde, beyinlerinde dünyanın manyetik çekim alanına karşı koyacak olan «antiçekim dalgalarını» üreten devre açılmış ve cennete gidebilecek güce nâil olmuşlardır. Ancak ne var ki, oralardaki sonsuz ve sayısız nimetleri değerlendirebilecek üst düzey kapasiteye ulaşabilmek için yeterli çalışmayı yapmamışlardır!.. Cennette, dünyadan bildikleri sayısız zevkler ve bunların daha değişik türleri içinde ebedî bir yaşam süreceklerdir.

Oysa Allah'a yakınlık kazanmışların (mukarreblerin) cennetteki yaşamlarını normal beyinlerin tahayyül bile etmesine imkân yoktur!..

Bunu basit bir misâl ile açıklamaya çalışayım.

Bir insan tüm yaşamı boyunca düşünüyor, taşınıyor, araştırıyor her şeyini feda ediyor ve sonunda bir anda ömrünü feda ettiği konu kendisine açılıyor ve o şeyi keşfediyor!.. Bir yaşamı harcadıktan sonra keşfedilen o şeyin değerini ve o kişinin sevincini gözlerinizin önüne getirmeye çalışın!..

Şimdi düşünün ki beyni üst düzeyde çalışma kapasitesine erişmiş biri. Sayısız yepyeni mânâlara yol açan ışınları değerlendirebilecek bir düzeye erişmiş; sürekli yeni yıldızlarla, ya da bir diğer ifade ile bu yıldızlardaki meleklerle rezonansa girebilen bir beyne sahip!.. Her an yepyeni şeyler alıp bunları değerlendiriyor ve sonsuza dek sürekli artan bir biçimde bu gelişmeyi tadıyor!.. Bilmem anlatabiliyor muyum?..

hf

ZİKİR GÜCÜNDEN MAHRUM BEYİNLER!

 Zikir yapmamak, genelde çoğumuzda mevcut bulunan, en büyük eksikliktir... Zikir gücünden mahrum beyinler ise kolaylıkla CİN'lerin etkilerine açık duruma gelmektedirler...

İnsanın, şeytana tâbi olması, ifadesiyle anlatılan bu olay zannedildiğinden çok çok daha büyük boyutlarda  önemli  olan bir durumdur..

İnsanların EKSERİYETİNİN, cinlerin hükmü altında olduğunu şöyle vurgulamaktadır, Kur'ân-ı Kerîm:

 «Ey  cİn topluluğu, insanların EKSERİYETİNİ hükmünüz altına aldınız!.» (6-128)

 Günümüzde kendilerini "uzaylı varlıklar" olarak insanlara takdim eden ve genelde «uzaylılar» olarak kabul edilen "cinler"e karşı insanın yegâne savunma mekânizması «zikir»dir!...

Onlara karşı okunacak "zikir"yani "dualar" ise Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle öğretilmektedir:

 «Rabbi enniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azaba... Rabbi euzü bike min hemezatiş şeyatıyni ve euzübike rabbi en yahdurun»  (Sad 41-Mü'minun 97/98)

 Bugün hücrebilimciler, beyin kullanılır kapasitesinin yalnızca ZİKİR ile arttırılabileceğini çok iyi biliyorlar...

Ruh gücümüzün beyin kapasitemiz kadar olacağını da biz artık idrak ettik...

Öyle ise, ne kadar bu konuda kendimizi geliştiriyoruz?

 

ÖZEL ve GENEL ZİKİRLER

 ZİKİR birkaç çeşittir.

Önce ikiye ayrılır: 

1. Genel zikir.

 2. Özel zikir.

 GENEL ZİKİR, gene ikiye ayrılır:

 

A. Ruhaniyet zikri

 B. Özel gayeye yönelik zikir

 

ÖZEL ZİKİR de ikiye ayrılır:

 

a- Özel gayeye yönelik zikirler

 b- Kişiye özel, zikirler

 

Demiştik ki, belirli kelimelerin veya kelime grublarının beyinde tekrarının adıdır ZİKİR.

Yapılan her zikirde, ne kelime olursa olsun, beyinde belirli bir frekansta dalgaboyu üretilerek, beynin görev dışı olan hücreleri, o frekansla programlanır..

Şayet CİNNİ ilhamla gelmiş bir kelime ya da budistlerin meşhur "om" kelimesi gibi bir zikir yapılırsa; kişinin beyninde o istikâmette bir gelişme sağlanır ve insan farkında olmadan CİNLER ile rezonansa girerek bir takım ilhamlar almaya başlar. Ve bunun sonunda, verilen ilhamlara göre, kendini, UZAYLI veya EVLİYA, veya MEHDI veya NEBİ veya ALLAH olarak görüp; çeşitli mantıksal bütünlükten uzak fikirler içinde heba eder.

Buna karşılık bir de İslâmi kaynaklarca öğretilen GENEL ZİKİRLER vardır ki; bunlar tamamiyle, kişinin RUH gücünün artmasına ve RABBINA yaklaşmasına vesile olur. Bu GENEL ZİKİRLER'e hemen bir iki misal verelim.

 "Subhanallâhi ve bihamdihi"

 "Subhanallâhi velhamdulillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber"

 "Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh"

 "Lâ ilâhe illallâhul melîkül hakkul mubîn"

 "Subbûhun Kuddûs Rabbul melâiketi ver Ruh"

 

 Bir de GENEL ZİKİR klasmanı içinde yer alan "Özel gayeye yönelik" zikirler vardır. Bunlar, ilim talebine yönelik, kusurunu itirafa ve bağışlanmaya yönelik, zikirler gibi. Hemen bunlara da misal verelim:

 

 "Rabbî zidniy ilma"

 "Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inniy küntü minez zâlimîn"

 "Rabbic'alniy mukıymes selâti ve min zürriyetiy"

 

 ÖZEL ZİKİR, esas olarak kişinin durumunu çeşitli yönlerde geliştirmeyi hedef alan, özel gayeler istikâmetinde gelişmeyi amaç edinen zikirlerdir.

ÖZEL ZİKİRLER esas itibariyle kişinin beyin programına, yani kendine has özellikleri, karakteristiği, kişisel arzu ve hedeflerine göre düzenlenen zikir formülleridir. Bu zikir terkipleri, belirli âyet ve hadîslere dayanan dualar ile, o kişide kısa sürede gelişme sağlayacak ilâhî isimler grublarından oluşur.

Tarikâtlarda verilen zikir formülleri günümüzde genellikle hep GENEL ZİKİR kapsamında olduğu için; gelişme sürecini de 30-40 yıl gibi çok uzun zaman dilimlerine yaymaktadır.

Oysa bu özel zikir formüllerini deneyenler, kendilerinde bir-iki sene gibi, çok kısa süreler içinde büyük gelişmeler hissetmektedirler.

ÖZEL ZİKİRİN, özel gayeye yönelik bölümünde yer alan bazı zikirlere misal vermek gerekirse, bu konuda şunları söyleyebiliriz numûne olarak:

 

 "Allahumme inniy es'eluke hubbeke"

 "Allahumme elhimniy rüşdiy"

 "Kuddûs-üt tâhiru min külle sûin"

 

ÖZEL ZİKİR bölümündeki (b) şıkkında yer alan kişiye özel zikirlere gelince ise.

 MÜRÎD - KUDDUS - FETTAH - HAKÎM - MÜ'MİN - RAHMAN - RAHÎM - BÂSIT - VEDUD - CÂMİ – RÂFİ

 Ve daha bunlar gibi değişik Allâh'ın isimlerinden oluşur.

Kişinin beyin programının ihtiyaç gösterdiği bir biçimde; kişiye özel sayılar ile bunlar formüle edilerek çekilir. Ve kişi üzerinde kısa sürede tesiri açığa çıkar.

 hf

NEDEN  “ESM”  ZİKRİ?

 İslâm’daki «zikir» kelimeleri olan Allah’ın isimleri, esas olarak varlıkta yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler zaten kozmik plandan düzenlenmiştir. Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..

 İslâm’daki «Allah isimleriyle» zikir, sizde Allah’a yaklaşma ve O’ndaki sayısız özellikler ile bezenme hali oluştururken; bunun dışındaki kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet - alıcılık sadece «cin»lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir. Bu da neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına ve sizin de hiç farkında olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.

Öyle ise her hâli ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar ile oluşturulan bağlantılar o zikrin bize yansımasına yol açacaktır. Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur.

Siz hangi ismin mânâsına dönük olarak «zikir» yaparsanız; yâni, Allah'ın «esmâi hüsnâsı» tâbiriyle işaret edilen Allah'ın hangi ismini tekrar ederseniz, beyninizde o mânâ yönünden bir kapasite genişlemesi sözkonusu olur.

Beyindeki her tekrar, beynin kullanılır kapasitesinin o istikamette genişlemesine yol açar...

Esmâ tekrarı ise, tekrar edilen Esmâ’nın anlamı kapsamında meydana gelir...

Özel zikirler, kişiye has, Allah'ın isimlerinden ibaret olan zikirlerdir.

Allah'ın çeşitli isimleri, değişik kuvvetlerde, ayrı ayrı, kişiye has formüllerle, beyinlerde açılımlar oluşturmuştur. Siz genel zikir klasmanında bir zikir yaptığınız zaman, her ismin mânâsı eşit kuvvetle tesir alır ve hepsi de aynı oranda gelişme gösterir.

Oysa, meselâ «MÜRÎD» isminin mânâsı diğerlerine göre daha az nisbette aşikâre çıkmış ve bundan dolayı da iradesi zayıf olan, bildiğini tatbik edemeyen bir beyin sözkonusu olduğundan; siz genel zikirlerle olaya yaklaşsanız, hepsi aynı nisbeti koruyarak güçleneceğinden, bu ismin mânâsı yönünden kolay kolay netice alamazsınız!..

Ama buna karşılık, siz direkt olarak «MÜRÎD» zikriyle olayın üstüne gittiğiniz zaman; kısa sürede görürsünüz ki, kişi «irade» yönünden, yâni bildiğini tatbik etme yönünden büyük mesafeler alır.

İnsanların cehennemde azâp çekmelerinde en büyük faktör, kendilerindeki irade gücünü kullanmayışlarıdır!.. Bunun temelini de beyinlerinde "MÜRİD" isminin zayıf açılmış olması teşkil eder. "MÜRİD" isminin zikri "irade" sıfatını güçlendirir.irâde gücünün kullanılması da tatbiîki ilme bağlıdır!

Bu irade konusunda olduğu gibi, cimrilik konusunda, yumuşaklık konusunda, ilim konusunda, kısacası hemen her konuda böyledir.Ancak bunun için de bu zikri veren kişinin, karşısındakinin beyin yapısını çok iyi bilmesi gerekir.

Yâni, O kişinin genel beyin programında hangi burçların ve hangi planetlerin pozisyonu nelerdir?.. Hangi isimlerin mânâları bu şekilde hangi nisbetlerle açılmıştır?..istidadı hangi konulardadır?.. Gibi soruların cevablarını bilip, kişiye özel zikrin verilmesi gerekir!..

Allah adıyla işaret olunanın İRADE sıfatının ismi olan "MÜRÎD" ismi zikredildiğinde, kişinin beyninde boş duran hücreler, bu ismin frekansında programlanarak devreye girdiği için; bir süre sonra o kişide İRADE gücünün arttığı ve eskiden başaramadığı bir çok şeyi başardığı görülür.

Ancak hemen burada kesinlikle idrâk edilmesi zorunlu bir husus da vardır ki, o da şudur:

Herkesin beyin yapısının kendine has bir orijinalitesi vardır ve bu tür "esmâ" yani Allah'ın isimlerine dayalı zikir türünde, mutlaka bu işin ehlinden bilgi alma zorunluluğu vardır!..

Kendi aklına geldiği gibi ZİKİR yapmak, farkında olmadan CİNLERİN İLHAMIYLA ZİKİR yolunu açar ki; kişinin bilinçsizce kendini cinlere teslim etmesine sebeb olabilir.

Nitekim, bu yüzden bazı evliyâullah, "Aydınlatıcısı olmayanın, aydınlatıcısı şeytan olur" demişlerdir.

Evet, esas itibariyle ham, yani programlanmamış olan beyin hücrelerini, ZİKİR yoluyla, erişilmek istenen gaye istikâmetinde programlayarak eskisinden çok daha güçlü çalışan bir beyne sahip olunabilir.

ALLAH"ın "İRADE" sıfatının adı olan "MÜRÎD" ismini zikrettiğiniz zaman; terkibinizdeki bu ismin manâsı güçlenir; beyninizdeki "İRADE" fonksiyonu daha kapsamlı olarak faaliyete geçer ve eskiden iradeniz zayıf olduğu için başaramadığınız bir çok şeyi rahatlıkla başarabilirsiniz.

Ya da "HAKÎM" ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar. Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı olarak yer aldığını idrâk edersiniz.

Yani, "ALLAH ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar sistemindeki gibi, bütün isimleri eşit oranda yükseltirken; "İSİMLER zikri” ise sadece kendi cinsinden olan terkibinizdeki manâyı güçlendirir. Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli gelişmeleri farkedilir hâle getirir.

İşte bu sebebledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi arzu edenlere, "İSİMLER" zikri tavsiye ederiz.

Bizim tavsiye ettiğimiz zikirlerin, herhangi bir tarikat zikri ile alâkası aslâ yoktur!..

Târikatsız ya da hangi târikattan olursa olsun; kişi bu zikirleri yaptığı zaman, birkaç ay içerisinde neticelerini görmeye başlar!..

Bu arada tavsiye etmekte olduğumuz isimlerle ilgili olarak biraz bilgi vermek istiyorum. Ki, ne yaptığının bilincine ermek isteyenlere yararlı olur umarım!..

Önce ilk tavsiyem olan "MÜRÎD" isminden sözedeyim.

"MÜRÎD" ismi, "ALLAH" adıyla işaret olunanın "İRADE" sıfatının adıdır!..

Bizim tüm boyutları ile varlığımız önce Allah'ın sıfatlarıyla meydana gelmiştir!..

Hayat, sıfatıyla, hayatımız; bedenlerimiz içinde bulunduğu boyuta göre "BÂİS" ismi hükmünce yeni özelliklerle yeni yapıyla meydana gelse dahi; sonsuza dek devam edecektir.

"ALÎM" ismi gereğince bir bilincimiz ve ilmimiz mevcûttur.

"MÜRÎD" ismi sonucu olarak "ALLAH'IN İRADE SIFATI" bizden ortaya çıkar ve "İRADE" sahibi olarak algılanırız.

"SEMÎ" sıfatıyla algılayıcılık kazanır, "BASÎR" sıfatıyla görür idrâk ederiz. "KELÂM" sıfatı bize "İFADE" yeteneği kazandırır ve bütün bunlar hep "KUDRET" sıfatının bizden ortaya çıkışı dolayısıyladır ki, bütün bunları yapacak "KUDRET" bizde görev yapar!..

"MÜRÎD" ismi, bildiğimiz kadarıyla ilk defa olarak bize açılmış, bir "sır"dır!.. Bizden evvel, hiç kimse bu ismin zikrini yapmamış ve başkalarına da tavsiye etmemiştir. Hatta din ve tasavvufla uğraşan pek çok kişi, bu ismin varlığını bile bilmez; çünki kitaplarda daima diğer sıfatların isimleri yazılır da; "İRADE" sıfatının ismi yazılmaz!.. Muhakkak ki bu da Allâh'ın bir hikmeti sonucudur.

"MÜRÎD" ismi, yaptığımız çeşitli çalışmalar sonucu olarak müşahede ettik ki, insanda en süratli gelişmeyi sağlayan bir güce sahip!.

Hemen hepimiz, pek çok şeyi biliriz de, bir türlü bu bildiklerimizi uygulamaya koyamayız. Bunun da gerçekte tek bir sebebi vardır, İRADE ZAYIFLIĞI!..

İşte bu irâde zayıflığının çaresi, anladığımız kadarıyla "MÜRÎD" isminin zikredilmesidir. Bu ismin zikredilmesi sonucu, kişinin ilgi duyduğu konuya karşı irâdesi güçlenmeye başlıyor ve eskiden bilip de tatbik edemediği pek çok şeyi kolaylıkla tatbik edebilir hâle geliyor.

Meselâ diyelim ki içkiyi bırakamıyor; TASAVVUF EHLİNE KESİNLİKLE YASAK OLAN SİGARAYI BIRAKAMIYOR; veya istediği gibi ibâdet edemiyor; yahûd kendini ilme verip kararlı bir biçimde ilim çalışamıyor; işte bu durumda bu zikir, kişinin irâde gücünü arttırdığı için, kolaylıkla bunları başarabiliyor.

Ancak bu isimden bahsederken, şunu da kesinlikle belirteyim. Nasıl ilâçların belirli dozajları varsa, "İSİMLER" zikrinde de belirli rakkamların üstüne kesinlikle çıkılmamalıdır.

"İSİMLER" zikri insan bünyesinde, beyninde, sürekli takviye yapar!..

Nasıl, Diabet yâni şeker hastalığında, şekeri tüketmek için ensülin yeteri kadar verilmediği için dışardan takviye alınırsa; terkedildiği zaman bünye derhal kendi orijinini yaşarsa. Aynı şekilde, Zikre devam edildikçe de, mânâsı ister bilinsin ister bilinmesin; inanılsın inanılmasın, hükmünü icra eder. Tecrübelerimize göre, zikir bırakıldıktan sonra onbeş gün içinde bünye eski normal haline döner!.

Burada kesinlikle anlamamız gereken bir husus da şudur!..

Siz asla ötedeki, yukarıdaki bir TANRI'yı zikretmiyorsunuz!..

Siz, varlığınızın her zerresinde tüm varlığıyla mevcût olan SONSUZ - SINIRSIZ ALLAH'ın bazı sıfat ve isimlerinin sizde açığa çıkmasını, sağlama yolunda bir çalışma yapıyorsunuz. Ve ancak algılayabildiğiniz nisbette, gerek kendinizde ve gerekse çevrenizde, Allâh'ı tanıyabilirsiniz!.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, "MÜRÎD" ismi, bize göre, kişinin ALLAH'I tanımasında en süratli yoldur. Ancak bu tanıyışı Allah'tan "Hazmı ile" taleb etmek gerekir. Zira, "hazımsızlık" insanın başına olmadık işler açar!..

"MÜ'MİN" ismine gelince. Bu isim kişinin "İMAN NURU"na kavuşmasına vesile olur. "İMAN NURU" ne demektir?.

İnsan, tüm ömrünü şartlanma yollu, şartlanmaların kendi bünyesinde oluşturduğu mantık düzenine göre geçirir. Ve bu şartlanmalarının oluşturduğu mantığının kabul edemediği şeyleri de bir türlü özümleyemez ve reddeder.

İşte  "imân nûru" bir kişide oluştu mu, artık o kişi mantığına ters düşeni reddetmeyi bırakarak, o şeyin olabilirliğini araştırmaya başlar. Zihin kapasitesinin ötesinde bir şeyler olabileceğini düşünebilir. Her şey benim bildiğimden ibarettir, en büyük benim, benim bilmediğim olamaz, mantığımın kabul etmediği şey yoktur, izansızlığından kurtulup, yeniye, ileriye, algılayamadığına açık bir hale gelir.

İşte bu algılayamadığını inkâr etmeyip, olabilirliğini düşünme ve inanma hâlini "İMAN NURU" diye tanımlarız.

İnsanı sürekli yeniye, ileriye, bilmediklerine, algılıyamadıklarına açık bir hale getiren özellik "İMAN NURU"dur!..

"FETTAH" isminin zikri, insanda açılımlar yapar!.. Hem zâhîri problemlerin çözümlenmesi yönünden, hem de "BÂTIN" kapanıklıkların açılması fetholması cihetinden!

"KUDDUS" isminin zikri, insanın tabiatından, benliğinden kurtulması yönünden çok faydalıdır. İnsan, şartlanmaları ve doğası gereği olarak, kendini içinde yaşamakta olduğu fizik beden zanneder!..

Tıpkı, 65 model şevrole otomobilin direksiyonunda oturup da, kendini otomobil sanan sürücü gibi!.. Sorarsınız, kimsin sen; der, 65 model şevroleyim!.. Bir türlü aklı almaz, kendisinin otomobilden ayrı bir varlık olduğunu ve bir süre sonra arabadan çıkıp gidebileceğini!..

İşte aynaya bakıp, ben bu bedenim diye düşünen kişiler de, şayet farkedemiyorsa bir süre sonra bu bedeni terkedip yaşamına değişik bir boyutta o boyuta özgü bir bedenle devam edeceğini. durum biraz vahîm demektir!..

İşte "KUDDUS" ismi, insanın aslının kudsî bir varlık olduğunu, madde ve ruh ötesi bir bilinç varlık olduğunu farketmesine yarayan isimdir.

"REŞÎD" ismi insanda "RÜŞD" halinin oluşmasını sağlar.

Fizik bedende "rüşd" bir tanımlamaya göre, "bülûğ" ile başlar; çünki o zaman cinsiyet hormonları faaliyete geçerek zihinsel fonksiyonlarda "aklı" güçlendirir; ve aynı zamanda da cinsiyet hormonları beynin biokimyasını etkileyerek, "günah" dediğimiz "negatif yüklü mikrodalga enerjinin" ruha yâni mikrodalga bedene yüklenmesini sağlar. Bir diğer tanımlamaya göre de, sebebi her ne hikmetse, 18 yaşında başlar!..

Olgunluğun tabanı, insanın ölümötesi yaşam olabileceği ihtimalini düşünerek, hayatına ona göre yön vermesi, bu konuda araştırmalar yapmasıyla başlar!..

İşte "REŞÎD" ismi bu en alt sınırdan başlayıp, "İlâhî sıfatlarla tahakkuk etme" hali olan "FETİH" haline kadar devam eder. Ondan sonra bir başka şekilde hükmünü icrâ eder.

"HAKÎM" ismine gelince. İnkârın daima kökeninde, idrâk edememe vardır!.. Sebebi hikmetini bilemediğin, anlıyamadığın şeyi inkâr edersin. Oysa, bilsen o şeyin neden öyle olduğunu, neyin neyi nasıl meydana getirdiğini, ne yapılırsa, nasıl neyi meydana getireceğini, bütün değerlendirmen bir anda değişiverir!..

İşte bu isim, kişide oluşların hikmetine erme kapasitesini genişleten, her şeyin ne sebeble oluştuğunu, neye yönelik olarak konduğunu farkettiren isimdir.

"HALÎM" ismi insanda, öncelikle hoşgörü ve yumuşaklık, sâkinlik ve fevrî çıkışları kesme özellikleriyle tesirini gösterir.

Kişinin mânevîyatta gelişmesi için önce hoşgörülü olması ve fevrî, aşırı ve zamansız çıkışlarını kontrol altına almış olması gerekir!..

Çünki bu tür çıkışlar insanın hem zâhir dünyasını mahveder, sinirli, stresli, bunalımlı bir yaşama çevirir. Hem de bâtın âlemini mahveder, Allah'la arasına sanki ziftten - katrandan bir perde çeker!..

"HALÎM" ismi işte insanın hem zâhir hem de bâtın dünyasını düzene sokan isimdir. Kişinin olgunlukla hoşgörüyle karşısındakine açık olmasını sağlar ki bu da onun yeni yeni şeyleri farketmesine vesile olur. Sinirlilik, stres, fevrî davranışlar bu zikre devamla çok kısa sürede kontrol altına alınır. İleri aşamada failin Hak olduğunu görmeye yol açarak, müşahedeye imkân sağlar.

"VEDÛD" ismi kişide muhabbet duygusunu geliştirir. Tüm varlığa karşı sevgiyle yaklaşır. Her yerde ve şeyde Allâh'ı hissedip sevmeye başlar. Dünyası sevgi olur.

"NÛR" ismi insanın idrâk gücünü, kapasitesini artıran bir isimdir. Kişinin hem ruh gücünün artması, hem de idrâk gücünün gelişmesi hep bu ismin neticesidir.

"BÂİS" ismi dar manâda yeni bir bedenle varoluş gibi anlaşılır. Ve işin gerçeğini bilmeyenler tarafından da zannedilir ki, -şimdi ölücez yok olucaz; sonra kıyâmette mahşerde Allah bizi -BÂ'S- edecek yeniden yaratılacağız! Bütüniyle İslâm öğretisi dışındaki yanlış bâtıl ilkel bir bilgidir!.

"BÂİS" ismi her an geçerlidir ve eseri her an görülen bir isimdir. Bâ's olayı da her an cereyan etmektedir. Ölüm meydana geldiği anda, kişi fizik bedenden kopar, biolojik bedenle bağlantısı kesilir ve hemen o anda mikrodalga bedenle "Bâ's" olarak yaşamına kesintisiz bir şekilde devam eder. Bu hususu isteyenler, İmam-ı Gazalî'nin Esmâ-ül Hüsnâ ismiyle dilimize tercüme edilen kitabında -BÂİS- ismi açıklamasında veya -Hazreti MUHAMMED'İN ALLAH'I- isimli kitabımızın -ÖLÜMÜN İÇYÜZÜ- bahsinde tetkik edebilirler.İşte bu -Bâis- ismi zikri hem olayın kavranılmasını kolaylaştırır hem de, her anki bâ's oluşumuzda, yâni her an yeni bir bedenle varoluşumuzda bize çok daha gelişmiş özellikler getirir

-RAHMAN- ismi hem ilâhî rahmete nâil olmamızı sağlar, hem de gazab anlamı taşıyan fiîllerden korunmamızı temin eder. Çünki gazab, şiddet ateşini kesen Rahman’ın rahmetidir. İleri mertebelerdeki zevâtta bu ismin çok daha değişik neticeleri vardır ki, onlara bu kitapta girmek istemiyorum.

Bu arada şunu da açıklığa kavuşturayım. Bu Allah isimlerini çekerken başında "" veya "EL" diyecek miyiz; meselâ "Yâ Mürîd" gibi diye soruyorlar. Ötede birinin ismi zikredilmiyor ki böyle bir ek ismin başına gelsin!.. Hiç gerek yoktur!..

 hf

“ALLAH İSİMLERİ”NDEN BAŞKA KELİMELER

 DE ZİKREDİLEBİLİR Mİ?!

 Beyin belirli «zikir» türleri ile yeni açılımlara kavuşur ve bundan dolayı da kişinin gerek dünyâ yaşantısı ile alâkalı, gerekse de ölümötesi yaşantısını etkileyici bir biçimde sayısız etkiler meydana gelir dedik.

Şimdi hemen burada şu sual akla gelir.

Yoga’da genellikle kullanılan ve budizmde «mantra» kelimesiyle tanımlanan özel anahtar kelimeler vardır ki, bunların yogada trans ya da teveccüh ya da yönelim gibi kelimelerle kastedilen hallerde tekrarı sözkonusudur. Bundan başka böyle bir kelime de kendisi bulup; bu kelimeyi tekrar ederek bir şey elde edemez mi insan?..

Bu sualin cevabını tam olarak anlıyabilmek için çok geniş boyutlarda meseleye bakmak mecburiyetindeyiz!..

İslam’daki «zikir» kelimeleri olan Allah’ın isimleri, esas olarak varlıkta yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler zaten kozmik plandan düzenlenmiştir. Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..

Oysa bu anlama gelmeyen «mantra»larla sadece beyinde rasgele bir hassasiyet, alıcılık oluşturursunuz ki, bu da sizin «CİN» denilen ateşin-manyetik bedenli varlıklarla iletişim kurmanıza yol açar!.. Bunların ise en iyileri bile pek çok şeyden mahrum kalmanıza yol açar!

Yâni özet, İslâm’daki «Allah isimleriyle» zikir, sizde Allah’a yaklaşma ve O’ndaki sayısız özellikler ile bezenme hali oluştururken; bunun dışındaki kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet - alıcılık sadece «cin»lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir. Bu da neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına ve sizin de hiç farkında olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.

Öyle ise her hâli ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar ile oluşturulan bağlantılar o zikrin bize yansımasına yol açacaktır. Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur.

Evrendeki tüm varlıklar, varedenin sayısız özelliklerinin âşikâre çıkmasına vesile olmak gayesiyle ve sanki o özelliklerin yoğunlaşması suretiyle oluşmuştur. Bir diğer ifade ile; tüm takım yıldızlar, yıldız birikimleri olan galâksiler hep vareden mutlak varlığın sayısız isimlerinin ve vasıflarının yoğunlaşmış halleridir gerçekte!.. Ve bunların yaydıkları sayısız kozmik ışınım dahi kendilerini oluşturan mânâların tüm varlığa yayılmasından başka bir şey değildir.

 hf

ÇOK ZİKREDEN DELİ Mİ OLUR?

 ZİKİR konusunda halkımızın çok korktuğu bir husus vardır. Elbette bunda en büyük faktör de "menfî şartlandırma"dır.

"Çok tesbih çekme, deli olursun!.."

Türünden, kasıtlı ya da kasıtsız söylentilerin kesinlikle belli olan bir yönü vardır ki o da `BİLİNÇSİZLİK' olan şartlandırma, insanları ZİKİR konusunda son derece ürkütmüştür.

Kur'ân-ı Kerîm her halûkârda, ayakta, otururken, yan yatarken sürekli zikir yapılmasını tavsiye ederken; maalesef, bu bilinçsiz çevreler, elden geldiğince insanları zikirden uzak tutmaya çalışmaktadırlar.

 "ALLAH'I AYAKTAYKEN, OTURURKEN, YATMIŞKEN ZİKREDERLER; GÖKLERİN VE YERİN YARADILIŞ HİKMETİNİ DÜŞÜNEREK, RABBİMİZ SEN BUNLARI HİKMETSİZ BOŞUNA YARATMADIN MÜNEZZEHSİN DERLER" (3-191)

 Evet, insan daima üç halden birindedir; Ya ayaktadır, ya oturuyordur, veyahud da yatmaktadır.

İşte, yukarıda âyet, her üç halûkârda da zikredilmesi gerektiğini bize açık seçik vurgulamaktadır.

Öyle ise, bize düşen, elden geldiğince, zikir yapmaktır!..

Nerede olursak olalım, ister abdestli, ister abdestsiz, olabildiğince zikir yapmak suretiyle beynimizi geliştirelim, Allah'a yakîn elde edelim.

Bizim, nice içki içen ve hatta alkolik olan kişiye zikir tavsiyemiz vardır ki, bunlar meyhanede içki içerken zikre başlamışlardır.

Bir elinde içki kadehi, diğer elinde tesbihle işe başlayan bu kişiler; zikrin beyinde yaptığı yeni açılımların sonucu; kendilerinde meydana gelen idrâk ile bir süre sonra içkiyi bırakmışlar; ve daha sonra da kendi içlerinden gelen bir şekilde, hiç bir dış baskı olmaksızın beş vakit namaz kılıp, Hacca gitmişlerdir.

Biz diyoruz ki, ZİKİR insana en güzel geleceklerin yegâne anahtarıdır; çünkü beyin kapasitesini geliştirmeye yönelik yegâne ve en güçlü çalışmadır.

Ya, çok tesbih çekip de deli olanlar; diyeceksiniz!...

Şunu kesinlikle ifâde edeyim ki, çok tesbih çekmek yüzünden hiç bir normal insan deli olmaz!..

Ama şurası kesindir ki, çevresinde normal gibi tanınan oysa gerçekte şizoid ya da paranoid olan pek çok insan vardır!..

Bunların bu hasta durumları genellikle 35-40'tan sonra bazen de daha ileri yaşlarda ortaya çıkar. Hatta bazen de bir vesile olmazsa, hiç ortaya çıkmadan kapalı olarak bu dünyadan geçer giderler.

İşte,  esasen hasta yapılı olan kişilerden biri bir vesile ile tesbih çekmeğe başlamış ve daha sonra da bir vesile ile hastalığı ortaya çıkmışsa, ard niyetli kişiler tarafından bu durum hemen tesbih çekmeğe zikir yapmaya bağlanarak, insanlar dinden ve zikirden soğutulur.

Oysa normal yapılı, sağlıklı, akıl-mantık bütünlüğüne sahip bir insanda, zikrin asla hiç bir zararı yoktur!.. Aksine, bu tür bazı hastalıkları olan kişilerde dahi zikrin bazı faydaları olmakta; onların taşkın halleri zikir yoluyla oldukça kontrol altına alınabilmekte veya çok çok içe kapanık halleri daha dışa açılmaya yönlendirilebilmektedir.

Her ne kadar Türkiye'de tarikatlar yasak idiyse de, basında okuduğumuz ve çevremizden duyduğumuz kadarıyla, Türkiye'de nerede ise her beldede bir şeyh vardır; ve bunların belki de toplam Türkiye nüfusunun yarısına yakın derviş topluluğu vardır. Yani en azıyla Türkiye'de 10 milyon zikir yapan insan sözkonusudur. Bu sayının yüzde ya da binde ya da onbinde kaçı, normal sağlıklı bir insanken, tesbih çekmek yüzünden akıl hastası olmuştur ki?..

Şunu kesin olarak ifade edelim ki, normal, sağlıklı, mantıksal bütünlük içinde yaşayan hiçbir insan, zikir çekmeğe başlaması yüzünden deli olmaz, kafayı üşütmez!.. Şayet, belki onbinde bir kişi böyle bir sebepten hasta oldu denirse, “onun geçmişini araştırın” deriz. Ya genetiğinde ya da doğuştan gelen sebeplerle bu hastalığın o kişide önceden mevcut olduğu açık-seçik görülecektir.

hf

ZİKİR  İÇİN

YALNIZLIĞA ÇEKİLMEK ŞART DEĞİLDİR

 ZİKRİN ne olduğunu tam anlamamış kişilerin, zikir yapılırken uyulması zorunlu şart olarak öne sürdükleri bir husus vardır; “Zikri tenhada, kimsenin olmadığı bir yerde, sessizlikte yapacaksın!...

Bu son derece yanlış bir zorlamadır!.. Ve asla şart değildir.

Tenhada bir yerde, yanlız başına olunan bir yerde, tefekkürle yapılan zikrin elbette bir çok faydalı yönleri vardır; ve bu asla inkâr edilemez.Ancak ne var ki, imkânı olamayan, bu yüzden zikir yapamaz, yapmamalıdır gibi bir anlam da çıkarılmamalıdır.

Her yerde, her zaman zikir yapılabilir demiştik. Nitekim, gerek Kur'ân-ı Kerîm'deki "ayakta, otururken ve yatarken" zikredilmesi gerektiğini bildiren âyet, ve gerekse de çarşı pazarda "lâ ilâhe illallahu vahdehu la şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdu yuhyi ve yumitu ve huve hayyun lâ yemûtu biyed'ihil hayr, ve huve alâ külli şeyin kadîr" zikrinin yapılmasının hadsiz hesapsız ecir getirdiğini anlatan hadîs-i şerîf muvacehesinde, deriz ki her yerde her zaman zikir yapılır ve yapılmalıdır!..

Esasen bu çok önemli bir konudur...

Zikir yaparken mutlaka tefekkür şart mıdır?.. Veya namaz kılarken -ki o da duadır ve zikirdir- aklına başka şeyler gelmesi, namazı bozar mı?..

Zikir veya namaz sırasında akla başka şeyler gelirse, okunulan dua ve zikirlerin gene de faydası dokunur mu?..

Kesin olarak söyliyelim ki, Zikir veya namaz kılarken akla gelen şeyler, yapılan çalışmaya asla zarar vermez.

Beyin, aynı anda sayısız konuda ve yönde faaliyet göstermektedir ki, bunların her biri de kendisi ile alâkalı bölümlerce ifâ edilmektedir. Ve hepsi de yerini bulur!..

Meselâ, yolda yürürken, bir yandan tesbih çekip, bir yandan başka şeyler düşünür, bir yandan da çevrenizi seyredersiniz. Bu faaliyetin her biri beyinde ayrı ayrı birimlerde değerlendirilir ve hepsi de yerini bulur.

Kezâ, diyelim ki; evde bir yandan bir şeyler okur, bir yandan tesbih çeker, bir yandan odada konuşulanlar kulağınıza gelir, bir yandan televizyona gözünüz kayabilir. Bunların hepsini de aynı anda yapabilirsiniz. Bu, beyninizin gelişmişlik derecesi ve çok yönlü çalışabilme özelliğiyle alâkalıdır. Mânevî yönü olan kişiler, bütün bunlara üstlük, bir de mânevî irtibatlar halinde olup, onların da hakkını rahatlıkla eda edebilirler.

Burada mühim olan, beyinde yapılan çalışma ve onun neticesinin otomatik bir biçimde ruha yüklenmesi olayıdır. Siz ister farkında olun, ister hiç farketmeyin, değişmez!.. Nitekim, misâl vermiştik, meyhanede içki içerken, rakı kadehi elde zikre başlıyan kişi, devamı sonunda hacca gidecek duruma erişmiştir sekiz ayda!..

Dolayısıyla, zikir için yalnızlığa çekilmek şart değildir.

 hf

ZİKİRDE NİÇİN ARAPÇA KELİMELER ?

 "ZİKİR"den sözedildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:

- Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyliyelim?.. Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı?..

Allâh (TANRI'dan sözediyorlar elbette), sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?..

Elbette, bu sorunun cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer!.. Öyle ise, dilimiz döndüğünce, bunun da izâhını yapalım.

Bilelim ki. Sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır!.. Olay beyinde, o anda içten -yani kozmik boyuttan- veya kozmik âleme ait bir varlıktan gelen; ya da dıştan -yani çevremizdeki algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan- gelen bir impalsla yani bir dalga - ışınsal etki ile başlar.

Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biomanyetiği, sonra bioelektriği ve daha sonra da bioşimik yapısı tesir alır. Bioşimik yapı aldığı tesir ile kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar bioelektrik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum sözkonusu ise olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu algılarız!..

Yani esas olan, dışta algıladığımız ses - görüntü değil, bir üst boyutta cereyan eden dalga-bioelektrik-bioşimik üçlü sistemidir!..

Şâyet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek; anlıyacağız ki, önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisân değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!..

Evren ve içinde her boyutta varolan, tüm varlıklar orijini itibariyle kuantsal kökenli dalga varlıklardır. Ve dahi bu dalga yapıların her biri, bir anlam taşımaktadır.

Bu ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar olarak "MELEK" kavramı ile dinde açıklanmıştır.

Nitekim, "Melek" kelimesinin aslı "melk"ten gelir ki "güç, kuvvet, enerji" anlamındadır.

İşte, evrensel mânâda her titreşim - frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın, frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçimde evrende yer almakta ve bu yapılar bizim tarafımızdan “MELEK” adıyla bilinmektedir..

İnsan ise;  KENDİ ÖZ GERÇEĞİNİ, “ALLAH”I TANIMAK için varedilmiş yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir!..

İnsan’ın kendini bu beden sanması, Kur’ân tâbiri ile “aşağıların en aşağısında varolması”; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “Cennet hayatı” diye tanımlanmasına sebep olduğu için, insana tek bir görev düşmektedir;

 

KENDİNİ ÖZ YAPISINDA TANIMAK!..

 Bunu da din, "NEFSini bilen RAB'bini bilir" diye formüllemiştir.

İşte, madde boyutunu asıl sanan beyin, kesitsel algılama araçlarının -beş duyu- kaydından ve onun getirdiği şartlanma blokajından kendini kurtarabildiği takdirde; mikrodalga evren gerçeğini farkedecek, idrâk edecek ve o gerçek boyutta, gerçek yerini almak için, gerçek varlığını hissetme arzusu duyacaktır.

Bu arzu onun dalga yapıyla ilintisini güçlendirecek ve neticede farkedecektir ki, kendisinde meydana gelen tüm olaylar, dalga anlamların açığa çıkışından başka bir şey değildir.

Yâni beyin dalga anlamları, bildiğimiz boyuta transfer eden ve bu arada da bir yandan bu kavramları dalga bedene yüklerken, diğer yandan da dışarıya yayan muazzam bir cihazdır.

"ZİKİR", ancak işte bu anlattıklarımızın kavranılmasından sonra anlaşılabilecek, idrâk edilebilecek bir sebepledir ki, bize geldiği gibi Arapça orijinal kelimelerle yapılan çalışmadır.

Zira, her bir kelime, harf; belli bir frekansın-titreşimin beyinde ses dalgalarına dönüşmüş halidir.

Her frekans bir anlam taşıdığına göre; kelimeler, belli anlam taşıyan frekansların, ses dalgalarına dönüşmüş halidir ki; bu da "zikir kelime ve kavramlarını" oluşturur.

Yâni, belirli evrensel anlamlar, kuantsal anlamlar, evrende dalga boyları, titreşimler halinde mevcût olduğundan; bunların ses frekansına dönüşmüş haline de kelimeler dendiğinden; o anlamların titreşimine en uygun kelimeler Arapça olduğu için, zikir kelimeleri Arapça olmuştur.

Dolayısıyla, siz o kelimeyi değiştirdiğiniz zaman, asla o frekansı tutturamaz ve asla o istenilen frekansın ihtiva ettiği anlama ulaşamazsınız.

İşte bu sebepledir ki.

Kişi, Allah Rasûlü’nün, Kur'ân-ı Kerîm'in insanlara idrâk ettirmek istediği sırlara ermek ve evrensel gerçeklere vâkıf olmak istiyorsa, zikir kelimelerini geldiği gibi, yâni Arapça orijinalinde olduğu gibi, tekrarlamak mecburiyetindedir.

Ve en az hayatında bir kere, kesinlikle, Kur'ân-ı Kerîm'i Arapça orijinal kelimeleriyle beyninde tekrar etmek ve bunu RUHUNA yani dalga bedenine yüklemek zorundadır!.. Ki, ölümötesi yaşamında sonsuza dek kendisinde bulunan bu bilgi kaynağından yararlanabilsin!

Ayrıca, bu kelimelerin Arapça olarak orijinaline uygun biçimde tekrar edilmesi zorunluluğunun bundan çok daha basit bir sebebi de vardır..

Bu Arapça kelimeleri, eğer, Türkçe'ye çevirmeye kalkarsanız, bazen bir sayfa, bazen daha fazla yazmak zorunda kalırsınız; o anlamı verebilmek, o mânâyı kavrayabilmek için. Oysa, bunu tek kelime olarak tekrar imkânı mevcutken!..

Bilmem anlatabildik mi, "ZİKİR" daima, niçin, geldiği orijinaliyle yapılmalıdır.

hf

“ÇOK”UN  ALLAH’I  ZİKRİ

 "Tek"in ilmindeki, varsayım sayısız çokun, tek tek O`nu zikri, diye bir olay söz konusu değildir; Hakk`ın nazarında!.

Bu, algılama yanılgısıdır!.

İşin başında yaşanılan bir takım hallerdir..

hf  

SALÂVAT ÇEKMEK

 Salâvat, Allah Rasûlü’nü değerlendirebilmektir! Kişiliğini değil, getirdiğini... Yani o da, OKU yabilmektir!.

hf

“ZİLLET”

 İster mâsiyetten dolayı Rahîme sığınma hali olsun; ister, tâat ile bir takım nimetler bekleme hâli olsun, her iki hâl de zillet hâlidir, temeldeki "benlik"ten doğan zillet hâlidir!..

hf

ZULÜM

 Zulüm, enfüste olur…

Zulüm, âfakta olur..

Enfüsteki zulüm, “nefsinin hakkını vermeyip”, “bilincini “ALLAH”tan mahrum bırakmaktır”!.

Âfaktaki zulüm, kendisinde olmayan şeyi ortaya koyması için kişiyi zorlamaktır!

Parası olmayanı, para bulmaya zorlamak zulümdür…

Beyni olmayanın, aklını çalıştırmasını istemek, zulümdür!..

İlmi olmayandan, ilimden söz etmesini istemek zulümdür!.

Allah zulmedenleri sevmez!.

Allah zâlimlerden intikam alır!.

Allah, yarattığını hoş görmeni ister!.

Hulûsi, sakın zâlimlikten!.

Herkes ne iş için yaratılmışsa, ondan yalnızca yaradılış amacına göre fiiller bekle!.

Parasızdan para; akılsızdan akıl; cahilden ilim; dişiliğiyle yaşayandan beyin; damızlık olarak yaratılmıştan, Allah ilmi isteme!.

Onlara zulmetme!.

Kadın…

Dişi…

Giyinecek, süslenecek… Oyanacak boyanacak… Allanıp pullanacak!. Daha yetmezse, kestirecek bir taraflarını, yağlarını aldıracak!...Kâh düzelttirecek bir taraflarını, kâh incelttirecek,kâhşişirtecek!
      Dünyası bu, dişinin!..

Yaşamı mutfakla yatak arasında geçecek, pazarlama saatleri dışında!

Zulmetmeyin ona!.

Beynini çalıştırmasını istemeyin!.

Aklını kullanmasını önermeyin!.

Yaşamını ölüm ötesi değerlere göre değerlendirmesini teklif etmeyin!

Zulmedersiniz!.

Kişinin kapasitesinin üstünde olan şeyi ondan istemek, zulümdür!.

Erkek…

Yemek için çalışacak… Para kazanacak… Yiyecek… Piliç peşinde koşacak… Tuttuğunun bedelini ödeyecek; çıtır çıtır yiyecek!.. Sonra da bir sigara tüttürüp, keyfine keyif katacak!.

Zulmetmeyin ona!.

Herkesi kendisi gibi bilir o!.

Herkes kendisi gibi, para için yaşar, sanıyor!!!

Demeyin ona, kafanı çalıştır!.

Aklını, İbrahim Aleyhisselâm’dan aldığın dâvet yolunda kullan!.

Tanrı ve tanrıçalarını terk et de Allah’a er!..

Allah seni kendi için yarattı, sen kimlesin?

Zekidir, hemen şeytanına hizmet verir: "Ben zaten O’ndan gayrıyla değilim ki!."

Zulmetmeyin ona!.

Allah’ın yarattığı “yok”lar olan çokluktaki hayâl suretleri ile beraberliğin, gerçekte, “ALLAH”la BİRlikte olmakla hiç bir alâkası olmadığınıanlatmaya çalışmayın ona!

Zulmedersiniz!.

Bir dinler, beş bildiğini yapar!.

Demirdir; ateşe girdiğinde büründüğü ateş kırmızılığına aldanmayın; ateşten çıktığı anda, gene demirin soğuk yüzünü görürsünüz onda!.

Zulmetmeyin!

O bu yolda kulluğunu yapacak ve sonrasında da bunun sonuçlarını yaşayacaktır!.

Kaktüsü gül; darıyı pirinç; dünya adamını Allah adamı yapamazsınız!.

Zorlamayın… Zulmetmeyin!

Kız…

Süslenip püslenecek!. Gonca gülken, elden ele gezen solmuş güle dönecek!… Milyonlar vererek kokular alıp, çiçekler gibi kokacak… Açılıp saçılacak; gülfidan bedeniyle gururlanacak... Anasının izniyle, zarını koruyup; her kumara oturabilecek!.

Zaten güzelliğinden başka sermayesi yok ki; pazarlayabilsin!.

Beynini almayı unutmuş dünyaya gelirken!.. Müzik, eğlence ve süs! Tüm dünyası bu işte!

Tahsil, ilim, irfan istemeyin ondan!

Zulmetmeyin ona!.

Gelirken yanında getirmediği şeyi kullanmasını isteyerek; zâlimlerden olmayın!.

Zeki insanlar vardır… Onlar için önemli olan tek şey paradır!. Çünkü para en ulu puttur!. O puta sahip oldukları sürece sevilip sayılırlar!. Adam muamelesi görürler. O puttan gayrı şeyleri yoktur; onun için de dört elle sarılırlar o puta!.

Putları dişi verir, sarışını esmeriyle… Yiyecek-içecek verir, envâi çeşit! Mal-mülk verir Karun gibi!

Doyasıya, patlayasıya yerler içerler; yatarlar kalkarlar!…

Beyinleri vardır; dedikodudan başka şey bilmezler… Bir sohbete oturduklarında en fazla beş dakika durabilirler dedikodusuz!. İlim mi?… Evet evet, özel şark kilimleri vardır elbette!.

Öylesine zekidirler ki, kendilerini sağlama almak için kimseye güvenmezler!. Bizatihi tecrübe etmeden hiç bir şeye inanmazlar!.

Ateşi ellerine almadan, yakıcılığını kabul etmezler! Sağlamcıdırlar ve de şüpheci!.

Elektriğin çarptığını ancak tutarak anlarlar ve kabul ederler!

Ölüm sonrası hayatın gerçekliğini ve oraya ancak dünyada iken hazırlanabileceklerini, ölüp de sonraki yaşamı tattıktan sonra denemiş olarak kabulleneceklerdir!.

Kendi vicdanlarını uyuşturmak için, hacı efendilere, hoca efendilere, şeyh efendilere gidip, el öpüp, nostalji dinlerler; günah çıkartıp vicdanlarını rahatlatırlar!…

O kadar sağlamcıdırlar bu zeki insanlar ki, kendi akıllarına bile güvenmezler; akıllarıyla rotalarını çizmezler; bir sürüye katılmayı yeğlerler!.

Zulmetmeyin!.

Onlardan akıllarını kullanıp, ilim üzerinde tefekkür edip, geleceklerini sağlama almalarını istemeyin!.

İnsanlardan kendilerinde olmayan şeyleri istemek, onlara zulmetmektir!.

Sakın bunu aklınızdan çıkartmayın!.

Zâlimlerden olmayın!.

Allah zâlimleri sevmez!.

Allah, mazlumun da Allah’ıdır!. Koyunun da! Pilicin de!..

Ezan ulaşmadıysa kulağınızdan beyninize doğduğunuzda; elbette icâbet edemeyeceksiniz TAM DAVETE!.

Koyunların beyninde davetleri değerlendirecek açılım bulunmaz ki, onlara ezan okunsun!.

Tüm yeşillikler hepimizin…

Koruyalım yeşillikleri ve onlardan yararlananları da, koyunları da sevelim.