kavramlar.jpg (6719 bytes)

 

"ATEİST"

"TANRI TANIMAZ"

 

ZEKİ İNSAN “ATEİST” OLUR!

Zeki insan, ateist olur; akıllı insan, "Allah"a iman eder!. "Bühl" ise tanrısıyladır!. 

ara.jpg (366 bytes)

 

HAYÂLLERİNDE VARSAYDIKLARI “TANRILARINDAN” BAHSEDER

VE  “TANRIYA İNANMIYORUZ!” DERLER.

OYSA...

 En ilkelinden gelişmişine kadar, hemen herkesin, düşüncesinde bir "TANRI" kavramı vardır… O'na kızar, O'nu sever, O'nu yargılar, Zaman zaman yaptığı yanlış (!) işleri yüzünden O'nu itham eder; âdeta O'nu yukarıda bir yıldızda ya da galaksinin herhangi bir yerinde boşlukta oturmakta olan tonton bir dede, ya da celâlli bir sultan gibi hayâl ederiz!..

Biraz daha geniş düşünenler ise, bu hayâlimizde var kabul ettiğimiz "TANRI"nın gerçekte varolmasının mümkün olmadığını belirterek; "biz tanrıya inanmıyoruz" derler ve bu yüzden de "ateist-tanrı tanımaz" olarak adlandırılırlar…

Oysa gerçekte, ne tanrı tanımazların (ateistlerin), ne de duyduklarına göre hiç düşünmeden şartlanma yollu bir tanrı var sananların; Hz. Muhammed'in açıkladığı "ALLAH"tan haberleri yoktur!

Bu yüzdende "Tanrı" ile "ALLAH" kavramlarını aynı zannedip hattâ sanki iyi bir iş yapıyor sanısı ile "ALLAH" yerine dillerine "TANRI" kavramını dolarlar… Aslında yaptıkları doğrudur; zira onlar gerçekten "ALLAH"tan ve "ALLAH" kavramından sözetmeyip, hayâllerinde varsaydıkları "TANRILARINDAN" bahsetmektedirler…

Şunu kesinlikle bilelim ki…

Rasûlullah Muhammed Mustafa aleyhisselâm ve Kur'an-ı Kerim şu çok önemli gerçeği vurgulamaktadır;

ÖTEDE ya da ÖTENDE bir TANRI yoktur; SADECE "ALLAH" vardır!..

"ALLAH"ı hakkıyla idrâka çalışmadılar.(22-74)

Âyeti bizim bu konudaki ihmalimize işaret eder…

Biline ki…

Dilimizdeki "TANRI", "İLÂH", "MÂBUD" kelimeleri ile bunların İngilizce'deki karşılığı olan "GOD", Fransızca'da karşılığı olan "DIEU", Almanca'da karşılığı olan "GOT" kelimeleri hep "TAPINILACAK bir varlık" kavramını ifade eden kelimelerdir…

Yani, insanlar, bu kelimeler ile ÖTEDEKİ bir mâbuda, ilâha, tanrıya işaret ederler!..

"ALLAH" kelimesi ise ÖZEL olarak bir varlığın ismidir!..Ki biz, O varlığa işaret etmek ve O varlığı tanıtmak için, ya çeşitli vasıflarıyla târif ederiz; ya da bu vasıflarını çeşitli isimlerle işaret ederiz…Ancak, bütün bu isimler, hep, O varlığın, sadece ve sadece çeşitli vasıflarına işaret eder; ve o vasfı yönünden O'nu târif eder…

Meselâ, bu fakire "HULÛSİ" derler…Bu isim, O'nun özel ismidir…Herhangi bir lisana bu ismi çeviremezsiniz…İngilizce de olsa, Fransızca da olsa hep gene "HULÛSİ" denmek zorunluluğu vardır…

İşte bunun gibi, "ALLAH" isminin de, ÖZEL bir varlığın ÖZEL ismi olması nedeniyle, başka bir kelimeye çevrilmesi, veya başka bir kelimeyle anılması mümkün değildir…

Esasen, yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer kelimeler "tanrısallık kavramına" işaret ederken; "ALLAH" kelimesi ise tamamiyle ÖZEL bir VARLIĞA işaret eden ÖZEL bir isimdir…

Bu sebepledir ki, tanrısallık ifade eden hiç bir kelime, asla "ALLAH" kelimesinin yerini tutamaz!..

"ALLAH" yerine "TANRI" kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavranış yani  idrak yetersizliğinden konuyu değerlendirmedikleri için yapmaktadırlar…

İşte, böyle özel bir ismi olan ve "CÜZ" kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa kişi "ALLAH" dediği zaman, bu kavram yanısıra bir de "CÜZ" tasavvur ederse; ya da bir "CÜZ" kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi "ALLAH"a şirk koşmuş olur; yani "ALLAH" gerçeğini örtmüş ve bir "TANRI" kabullenmiş olur!..

Ki bu durumda da şu âyetle uyarılır:

 -ALLAH YANISIRA TANRI OLUŞTURMA!..

Sonra aşağılanmış ve kendi başına bırakılmış olursun… (17-22)

İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:

— "ALLAH" YANISIRA TANRI EDİNME!. (28-88)

Yani varolan gerçek mutlak varlık "ALLAH" iken; sen "ALLAH" kavramından gaflete düşüp, "ALLAH”  ismiyle işaret edilen varlığı ötende bir TANRI sanıp; böylece bir TANRI edinmiş durumuna düşme!..

Ötede, ya da ötende bir tanrı kabul etmek sûretiyle, farkında olmadan "ALLAH" kavramı ve anlamı dışına çıkarak "tanrı" kavramı içine girersin…

Böylece de Kur'ân-ı Kerim'in açıklamış olduğu "vahdet" idrâkından kendini mahrum etmiş olursun…

Ve böylece de "nefsine en büyük zulmü yapmış olursun"

ara.jpg (366 bytes)

 

SON DEVİR ATEİSTLERİNİN KENDİ İLMİ SEVİYELERİNE

DAYALI BAKIŞ AÇILARIYLA ORTAYA ATTIKLARI SORU…

Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın “Allah Rasülü” olarak bize bildirdiği İslâm Dini’ne karşı olan bazı kişilerin, kutsal Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’inRUHU”nu “OKU”yamamaktan ileri gelen; şu eleştirel sorusu hayli sık karşıma gelmeye başladı...

Bu kişilerin eleştirel sorusu şu:

-Hz. Muhammed, 1400 küsur sene önce, yaklaşık 5000 kişinin yaşadığı ve çoğunluğunu ilkel düşünceye sahip insanların oluşturduğu bir topluluğa peygamber olarak gelmiştir!. Kız çocuğunu büyüdüğünde ar olur diye diri diri kuma gömüp öldüren; kadının bir mal gibi sayısı sınırsız ölçüde alınıp satıldığı; kadının bir insan olarak görülmediği ve hiç bir hakkının olmadığı bu toplumda; sorular ve sorunlar elbette ki, o toplumun anlayış seviyesine göre şekillenmiş; o soru ve sorunların çözümü de Kur’ân ‘ın şekillenmesine vesile olmuştur.

Eğer Hz. Muhammed, o bölgede değil de Kutuplarda dünyaya gelseydi, peygamberlik döneminde tebliğ edeceği kitap, eskimoların yaşadıkları toplumsal şartlara, örf ve âdetlere göre oluşan soru ve sorunlara göre şekillenecekti...

Bu durumda, gene o Kitaba göre; yeni nebi ve kitap gelmeyecek olduğuna göre; insanlık, bu çağda, anlayış seviyesi ortada olan o topluma göre konmuş olan kurallarla mı yönetilecektir?.. Bu kurallar, o kitabı, bırakın çağlar ötesine hitâbetmeyi, düne veya bugüne göre dahi geçersiz kılmaz mı?... Dünya genelinde yaşayan sayısız topluma 1400 küsur sene öncesinin anlayışına göre şekillenmiş kurallar ile nasıl hitâp edilebilir; Kur’ân, insanları 1400 yıl öncesine mi döndürerek cennete sokacak?

Evet, son devir ateistlerinin, kendi ilmi seviyelerine dayalı bakış açılarıyla ortaya attıkları soru bu!.

Bu fâkire göre.... Belki doğru, belki yanlış; ama sorunun cevabı şöyle...

Kur’ân-ı Kerîm ‘inRUHU”nu anlayanlara göre, bu Kitap, insanlık yaşadıkça, onlara ışık tutacak ve âhiret saâdetini sağlayacak bilgileri ihtiva etmektedir!.

Ayrıca, çok büyük bölümüyle, cehennem ve cennet boyutlarında dahi sonsuza dek yararlanılacak bilgi ve yaşam gereklerini kişiye açmaktadır... Kişinin kendi hakikatını; “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen ‘in ne olduğunu açıklamaktadır!.

Daha önceki açıklamalarımda, Kur’ân içindeki bilgilerin bir kısmının “Nübüvvet” kemâlâtından, diğer kısmının da “Risâlet” kemâlâtından kaynaklandığını; “Risâlet” kemâlâtından kaynaklanan bilgilerin sonsuza dek gündemini koruyup, insanlara yeni açılımlar kazandırabileceğini belirtmiştim... “Risâlet” kemâlâtından tebliğ olunan “İhlâs” sûresi, “Fâtiha” sûresi gibi...

“Nübüvvet” kemâlâtından kaynaklanan ve toplumsal yaşam içinde insanların davranışlarına yön veren; evlenme, miras, şahitlik, kısas gibi konular ise, insan dünyada yaşadığı sürece gündeminde kalan ve kişinin ölümüyle birlikte, o kişinin gündeminden düşen hükümlerdir..

Şimdi burada, Kur’ân-ı Kerîm’inRUHU”nu farkedip; anlamaya çalışalım...

Kur’ân, insanları asırlar öncesi ilkel yaşama döndürme ve insanları geriye dönük yaşama sâbitleyip, kilitlemeye dönük olarak mı bize tebliğ edilmiş bir kitaptır... Yoksa... İnsanları geleceğe hazırlanmaya, insanlara tekâmül-gelişme yollarını göstermeye, en mükemmele yönlenmeye mi teşvik etmektedir...

Bu yüce kitabı en iyi anladığına inandığım kişilerin başında gelenlerden Hz. Âli, bu anlayışa dayalı olarak şöyle demiştir:

“Çocuklarınızı, yaşadığınız devre göre DEĞİL; yaşayacakları devre göre yetiştiriniz!.”

Yani, Çocukluğu ve gençliği Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın yanında geçip; “Kur’ân  Ruhu”nu O’ndan edinmiş olan Zâtın bakış açısıdır bu geleceğe dönük yaşam tarzı ve bakış açısı...

Eğer, “nübüvvet” çeşmesinden toplumu sulayan hükümlere bakılırsa... Bunların hepsi, geçmişte ve o sıralarda, âdeta insan yerine bile konmayan, o güne kadar ticari seks metaı hükmündeki dişilere, kadınlık haklarının edindirilmesi amacına dönüktür!. Onların, ticari mal olarak görülmeleri yasaklanmış; onlara olarak belirli haklar edindirilmiş; toplumda sözü geçmezken, “şâhit” olma hakları teslim edilmiştir; mirastan pay alma hakları oluşturulmuştur!.

Şimdi lûtfen izân ve basiretle, anlamaya çalışarak şu gerçeği farkedin:

Kur’ân, “RUHU” itibariyle, eskide kalmayı önlemek, geriye dönüşü durdurtmak, haksızlıkları ortadan kaldırmak, insanları sürekli ileriye dönük değerlendirme yapmaya teşvik amacıyla hükümler getirmiştir!.

AYRICA... Benim kişisel kanaatim olarak, kimseyi bağlamaz; fakat Kur’ân ‘ı daha gerçekçi değerlendirmeye vesîle olur diye düşünerek belirtirim ki;

Kur’ân bu hükümleri getirirken, dememiştir ki; bu hakları arttırıp eşitliği sağlamayın, burada kalın ve ileriye gitmeyin, kadınlar ikinci sınıf olarak kalsın; tekâmül etmeyin!.

Sayısız dişi alma hakkını, bir aşama olarak, dört ile sınırlarken; tek eşle yaşamanın çok daha yararlı olduğu yolunda uyarısı vardır; ve bu hedef olarak gösterilmiştir...

Zekât, asgari insanların hakkı olarak gösterilirken, sadaka adı altında varlığındakileri olabildiğince insanlarla paylaşmanın faziletinden söz edilmiştir...

Yani, kadına edindirilen haklar, nihâi son hak, son sınır değil; toplumun, erkeklerin ve kadınların tekâmülü nispetinde, geliştirilecek haklar manzumesinin temelidir...

Söz hakkı olmayan kadına, iki kadından biri olarak “şâhit” olma hakkı kazandırılmış ise; bu ebeden bu kadardır, anlamında değil; kadının kendini geliştirmesi oranında erkekle eşit hakları olabileceğine işaret anlamındadır, kanaatimce!... “Söz hakkı olmayanın”, hiç olmazsa ikisi bir arada insan olarak yaşayıp, “şahit olmasına” olanak sağlanmıştır... Ama zaman içinde toplum olarak, kadının değerini anladığınız zaman; onun da sizin gibi Allah kulu olduğunu, insan olarak ve “HALİFE” olarak yeryüzünde yer aldığını farkettiğiniz zaman, tek başına, erkekle aynı haklara sahip olmasını engellemeyin, anlamında olarak...

Bir toplum, kadına bir erkekle beraber tek başına şâhid olma hakkı tanıyorsa, bu asla Kur’ân ‘ın “RUHU”na ters düşmez anlayışıma göre; ve hatta evlâ olan da budur!.

Mirasta payı olmaya kadına, hiç değilse erkeğin yarısı kadar hak edindirilirken o günkü şartlara göre; bu demek değildir ki, sakın ola fazlası verilmeye!.. Aksine eşit pay verilmesi, toplumun, Kur’ân “RUHU”na göre gelişme göstermesinin işaretidir..

Yani, “Kur’ân RUHU”, geriye dönmeye taban sınır getirmiş bu hükümlerle; fakat ileriye doğru uygulamaları asla sınırlamamıştır; anlayışıma göre...

İşte getirdiği, ileriye dönük sınırlaması olmayan insan haklarıyla; ihtiva ettiği bu ilerisi açık anlayış dolayısıyla, artık Kur’ân ‘dan sonra yeni bir kitap kelimesine gerek kalmamış ve Hz. Muhammed Aleyhisselâm “Hatemin Nebi” olmuştur!.

Ölüm ötesi yaşam şartları ve Allah’ı bilme yönleri itibariyle Risâlet yollu sistemi açıklayan Kur’ân; nübüvvet” yoluyla da insan haklarını o günün şartlarında olabildiğince iyileştirmiş, geliştirmiş ve bunları asgari-taban sınır olarak tesbit edip; bunun zaman içinde daha da geliştirilmesini yasaklamamıştır!.

İşte bu temel prensip, anladığım kadarıyla, “Kur’ân ‘ın RUHUdur; ki, O Azîz Kitabın, sonsuza dek geçerliliğini; ve başka bir kitap gelmesine ihtiyaç duyulmamasını temin etmektedir!.

ara.jpg (366 bytes)

ATEİST GÜNLERİMDE DÜŞÜNÜYOR

VE İÇİNDEN ÇIKAMIYORDUM,

YUKARIDA BİR TANRI OLABİLECEĞİ FİKRİNİN…

 Eskilere uzandım…

15-17 yaşlarındaki ateist günlerime…

O zamanlar düşünüyor ve içinden çıkamıyordum, yukarıda bir tanrı olabileceği fikrinin!

Evrensel gerçekler yanında, gökte bir yerlerde tanrı olabileceği fikri, bana çok ilkel geliyordu!. Hele onun yolladığı, postacı türünden bir peygamber ya da elçisi!.

Kabullenebildiğim tek gerçek, ortada, algıladığım bu evrenin mutlaka bir yaratıcısının olabileceği idi!. O zamanlar, bir yandan kendi kendime ve kurslarda öğrendiğim İngilizce’mle ders veriyordum lise talebelerine. Diğer yandan da dublaja gidip gelmeye başlamıştım…

17 yaşında iken Eylül 10’unda babam terki dünya etti âniden!.

Üç gün sonrası Cuma idi… Mekke’de doğduğunda Kâbe eşiğine konulup, orada âdet olduğu üzere kendisi hakkında hayır dua edilmiş annem rahmetli Adalet yalvardı bana; “Ne olur Cuma namazına git de, baban için dua et” diye…

Evimizin karşısındaki Cerrahpaşa Câmiine gidip, bir yabancı gibi en arkada sağ köşeye çekilip ezanı beklemeye başladım.

Derken ezan okunmaya başladı… İçime bir hüzün çökmüştü nedenini bilmediğim.

Sanki, bir ses derûnumdan sesleniyordu bana…

“Dünyanın boşluğunu, her şeyin basitliğini ve sürekli tekrarını görüyorsun… Bu seni mutlu etmiyor, tatmin etmiyor. Gel bir de bizi dene!. Pişman olmayacaksın!”

Bir anda kafamın içinde düşüncelerimin değiştiğini hissettim ve karar verdim… Artık Müslüman olacak, 5 vakit namaz kılacak; abdestsiz yere basmayacak; Din’in ne olduğunu öğrenecektim.

Cuma namazından çıkıp eve geldiğimde ve hemen girişte, kapıyı açan anneme bunları söylediğimde gözünden yaşlar akmaya başladı… Çok mutlu olmuştu!

Sonra ikindi ve akşam namazına gittim ve karşı komşumuz rahmetli Cemal Abi’mize sordum, sende hiç İslâm’ı anlatan iyi bir kitap var mı?

Bana, Diyanetin çıkardığı 11 ciltlik Sahihi Buhari tercümesini verdi hemen… Bir solukta bitirmiştim 11 cildi!.

Dünyam değişmişti bir anda… Sanki o devirde yaşıyordum… Ben de Rasûlullah ailesinden bir fert olmuştum, o hadisleri okurken… Sanki aralarında dolaşıyordum.

Bu arada hadislerde ne okuyorsam hemen uygulamaya geçiyordum…

Her okuduğum “kelime” olarak yâni “zâhir” anlamıyla kafama giriyor ve yerini alıyordu.

Her gün oruç tutuyor, sabah namazlarında bazen câminin kapısını ben açıyor; hattâ bazen de o gudubet akortsuz sesimle, var gücümle insanları uykusundan ediyordum minâreden ezan okuyarak; Tanrıma yaranmak için!.

Ateistlikten, mekân veremediğim gökteki Tanrıma tüm kalbimle inanır hâle dönüşmüştüm.

Harama bakmamak için, kadınların yüzüne bakmıyordum!. Komşulara kızıyordum başları açık olduğu için, bu yüzden cehenneme gideceklerini pencereden bağırıyordum onlara. Hep Tanrım için yapıyordum bunları!.

Artık tüm günlerim evde kitap okumakla geçiyordu neredeyse… Diğer bir komşumuz Elmalı’nın tefsirini vermişti 8 ciltlik, onu ve bulduğum sâir hadis kitaplarını okuyordum devamlı. Arada bir de gidip İngilizce Ders verip üç-beş kuruş alıyordum.

Artık tem amacım, Tanrıma iyi bir kul olup, Rasûlullah yolunda insanlara hizmet vermek idi.

Tabii bu arada öğrendiklerimi devamlı sorguluyor, sorular çıkartıyor, cevaplarını arıyordum… Hattâ bu arada, dünyanın düz olduğuna; Nil’in dünya düz olduğu için ekvatora doğru aktığına bile inanmıştım sâfiyet ve güven duygusu içinde, “DİN”i anlatanların doğru söyleyeceğine inanarak.

Sorularım hiç bitmediğinden, beni önce Rahmetli Gönenli Mehmed Efendi ile, sonra da Rahmetli Medine’li Seyyid Osman Efendi ile tanıştırmışlardı.

Osman Efendi ile çok kısa sürede dede-torun gibi olmuştuk… Çok sevmişti beni nedense!. Çok gizli bilgiler anlatmaya başlamıştı bana.

 Bu arada ben de artık tasavvuf kitapları okumaya başlamıştım… Abdulkâdir Geylânî, İmam Gazalî, Muhyiddin A’râbi, Şahı Nakşıbend ve daha nice zâtların eserleri benim bakış açımı tamamıyla değiştirmeye başlamıştı… “ALLAH”ı fark edip, “tanrı” kavramından uzaklaşmaya başlamıştım artık.

Öyle ki…

O sıralar beni götürdükleri Rahmetli Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile, Erenköylü Sami Efendi’nin, benim “vahdet” anlayışıma uzak düşen; daha ziyade, -belki de bulundukları ortam veya zaman şartları dolayısıyla- “zâhir” ve “kesret” ağırlıklı sohbetleri tatmin etmemişti beni...

Ben derin “vahdet” sohbetleri arıyordum…

Bu arada 106 yaşındaki bir Nakşi şeyhi, câmide beni görmüş, yanına çağırmış, bana şu teklifi yapmıştı…

“Yüz bin İhlâs (kul hu Vallahi) oku ve yanıma gel”…

Bunu dedi, ben başladım ve 20 günde tamamladım yüz bin İhlâs’ı; ama bir daha göremedim onu, zîrâ dünyasını değiştirmişti o arada…

Artık, “zâhir”e ve “şekil”e dönük değerlendirmelerim değişmiş; her şeyi “vahdet” anlayışı açısından sorgulamaya ve değerlendirmeye başlamıştım… Bu arada, bu anlayışın ve hissedişin sonucu olarak “TECELLÎYAT” isimli kitabı yazmıştım.

Bugünkü düşüncelerimin tohumuydu o kitap!. Yeşerdi o tohum, şu ana kadar yayınladığım kitaplar dalları oldu; yaprakları savruldu İnternetle dünyaya!

Evet yıllar sonrasında, gördüm ki…

Benim o ilk yılarımdaki üzere, insanlar genellikle, Kur’ân-ı Kerim’in kelimelerinin yalnızca “zâhir” anlamı üzerinde duruyor; Kurân ı anlamak, ne vermek istediğini düşünmek yolunda hiç gayret etmek istemiyorlar!.

“Kapıkulu” olmak hoşlarına gidiyor, düşünerek hareket etmek; anlamak için sorgulamak yerine!.

Kelimelerin, anlatılmak istenen anlamların kılıfları, giysileri olduğuna hiç dikkat etmiyorlar!.

Harama bakma!” komutunun, gözle bakmak değil; “haram olanı arzulamamak” anlamında olduğunu düşünemiyorlar!. “Nesne”nin değil, “kendi hakları olmayan nesneyi arzu etmenin” haram olduğunu fark edemiyorlar!.

Fâil’e değil fiile buğz” şeklindeki İslâm’ın EN ÖNDE GELEN temel prensibi hiç anlaşılmamış!.

Hz. Ebu Bekr ve Hz. Âli’den günümüze kadar gelip geçmiş ve İslâm’ı sırtlayıp bu günlere taşımış olan tasavvuf düşüncesi ve ehlinin kıymeti hiç bilinmiyor!.

Tam bir kör dövüşü sarmış ortalığı!.

Herkes kendini, geçmişteki bir din âlim veya ârifinin muhâtabı etmiş ve kendini onunla kayıtlamış; kimse, Kur’ân ve Allah Rasûlü’nün DİREKT muhâtabı olduğunun farkında değil!.

Hele hele o günlere gelmişiz ki, Tanrı adına, neredeyse insanlar katledilecek!.

Tanrı adına kendilerini “tanrı halifesi” ilân edenler, “tahakküm duygularını tatmin için”, neredeyse insanları kamçıyla câmiye sokup, oruç tutturup, baş örttürtecekler!.

Öte yandan, hem İnsan haklarından söz ederken; insanların, neredeyse yatak odalarına kadar her yeri “kamusal alan” ilân ederek; hani idiyse aldıkları nefesi bile dinleyip, emir-komuta zinciri içinde yalnızca kendi arzularını uygulatmak isteyen; İran tipi “cumhuriyet” veya eski Doğu Almanya tipi “demokratik”lik özentisi içinde olanlar var!.

Tanrım aklıma mukayyet ol!

İnsanların, birbirlerine ve haklarına saygı duyacağı, hiç kimsenin bir diğerinin kişisel haklarına tecavüz etmeyeceği bir ortamı göremeyecek miyiz?…

Yoksa buna lâyık olmadığımızı mı düşünüyorsun!.

Her topluluk lâyık oldukları tarafından yönetilir” mi diyorsun?…

ara.jpg (366 bytes)

 

İSTANBUL’DA YETİŞEN ATEİST ÇOCUK BENİ

BİR TÜRLÜ HAZMEDEMEZ; SORULARIMDAN BUNALIR,

“KIYÂMET ÂLÂMETİ BU ÇOCUK!” DEYİP DURURDU…

- Kıyâmet alâmetisin sen!.

Derdi bana rahmetli anneannem Cenan hanım!… Mekke Posta müdürü Hüsameddin Efendiyle evlenip; dördüncü kızı annem rahmetli, Adalet'i (şimdi Silivrikapı’da yatıyor), Mekke’de doğurduğunda; âdet üzere Kâbe’nin kapı eşiğine koymuşlar; orada onun hayırlı evlâd olması için dua etmişler… Bunları anlatır, sık sık tekrar ederdi hep anneannem…

Rahmetli babası Mekke eşrâfından Seyyid Hasan efendi o zamanki Mekke Emiri Şerif Hüseyin’le kavga edip, sülâlenin şeceresini yakmış bir tipmiş!. “Allah’ın bildiği bana yeter, sen bana vız gelirsin” diye kafa tutmuş Şerif Hüseyin’e… O yüzden de, annem küçükken Türkiye’ye geldiklerinde anneannemle dedem “Yeşilbağ” soyadını almışlarmış… Zîrâ seyyidler yeşil bağ sararlarmış kafalarına o zamanlar…

İşte anneannem, beni, o, kafası kızınca şecereyi yakan babasına benzetirdi!… Ama daha da ötesi, İstanbul’da yetişen ateist çocuk beni bir türlü hazmedemez, sorularımdan bunalır, “kıyâmet alâmeti bu çocuk” deyip dururdu… O, 80 küsurunda öte boyuta intikal ettiğinde, ben 17 yaşındaydım ve bir âni dönüşle, evimizin karşısındaki Cerrahpaşa Camiinde, çocukluk hevesi, gudubet sesimle sabah ezanları okumağa başlamıştım!

İnsanları uyandırmaya çalışıyor; bu arada da kimbilir kimlerden ne küfür yiyordum! Buna rağmen, gene de “kıyâmet alâmeti” olarak kaldım O’nun gözünde!.

Bundan, neredeyse bir asır öncesi Mekke’nin hayat şartlarını yaşamış bir insan için, 1945 doğumlu İstanbul çocuğu, elbette ki anlaşılmaz geliyor ve kıyâmet alâmeti olarak nitelendiriliyordu…

Oysa şimdi ben de, gençlerin konuşmalarına ve ilgi alanlarına bakınca, onlar da bana kıyâmet alâmeti gibi gelmeye başladı!.

Neredeyse kırk seneye dayanan geceli-gündüzlü araştırma ve çalışmalarımın mahsulünü, yaşça yakındaşlarıma anlatmakta her gün âczi yaşarken; onbeş-yirmi yaşında gençler konuyu anlayıp, bir-iki sene içinde beni öyle zorlayan sorular sormaya başlıyorlar ki; bir yandan onlara cevap yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da içimden söyleniyorum…

-Kıyâmet alâmeti bunlar!.

Kıyâmet alâmetleri(!) oldukça kolay anlıyorlar, gökte bir tanrı olmadığını!.. Hele taassub sahibi bir ailede yetişmemişlerse!..

Anlıyorlar da tanrının varolmadığını, iş, “ALLAH adıyla anılan”ı fark etmeye; hele hele hissetmeye gelince, sarpa sarıveriyor!.

Evrenin ölçülerini, hiç olmazsa fikir yollu anlıyorlar da; iş boyutsallığı fark etmeye gelince, çakılıp kalıyorlar!.

Bizim, “ALLAH ismiyle işaret edilen”i açıklamaya çalıştığımız kitap, internet yoluyla çok çok geniş bir alanda okunmaya başlandı son zamanlarda… Bunu okuyanlardan biri de burada, New Jersey'deki bir araştırmacı olan Bill Donahue.

Her hafta 45 dakikalık televizyon sohbeti yapan Bill, dört-beş konuşmasını “Allah” kitabının açıklamasına ayırmış… Bana da video kasetleri ulaştı… Adam ben yaşlarda… Belki biraz yukarı… Bir anlatıyor ki Tanrı kavramının geçersiz olduğunu; yalnızca "Allah"ın var olduğunu; görmeye değer!...

Evet buraya kadarı hoş da; iş başlıyor bundan sonra zorlaşmaya.. Anlatıyor hep Bill; “gökte değil, içimizde” diye…

Tıpkı bizim tasavvuf sonradan görmeleri gibi!.

Oysa…

İçimizde” değil!.

İçte” de değil!.

“AHAD” ve “SAMED” O!.

İç ve dış kavramları geçersiz “O”nun için!… Öyle bir “O” ki; “ben” ve “sen”siz bir “O”!.

Sen tutup da, “ben” düşünüp, hele hele “içinde” sanıyorsan “O”nu, bu çiftlikte yaşamaktır.

“HÛ” dediğinde, “ben”siz ve “sen”siz bir “AHAD” ve “SAMED” hissedemiyorsan; dikkat et, tanrı yaratıp, sonra da kurabiye niyetine yeme onu!. Anla bunu!… Tanrı değil “O”!.

“Allah âlemlerden Ganî’dir” işaretini farketmek yetmez; hissetmek lâzım… Ki hisseden de Kendisi olur ancak!.

Binlerce yıllık “Zen” öğretisinden nakil yaparak “ölmeden evvel ölürsen, ölünce ölmezsin” diyen Bill; kendini tanımanın yolunun, tanrı kavramını terkederek “ALLAH”ı anlamaya dayandığını anlatırken, sık sıkinside diyor; “içimizde”!

İşte sorunun çok iyi anlaşılması ve çözümlenmesi gereken yanı burası…

Neresi “”imiz?

İÇİMDE” diye düşünürken; “içim” olarak neyi veya nereyi düşünüyorum?

Bireysel bir “” mi, “kolektif” bir “” mi?

İkisi de yanlış!. Zîrâ, “ALLAH” hatırlayalım ki “AHAD”!..

İç” ve “dış” kavramı yaratılmışa GÖREdir!. Zâhir ve Bâtın oluşu da GÖREdir!… Bunlar yaratılmışa göre olan tanımlama vasıflarıdır!.

Mutlak gerçek, “AHAD” ve “SAMED” oluşudur!.

“Allah”ı düşündüğünde aklına gelen her vasıf ve özellik ve fikir; “O”nun “Ahadiyyet”i yanında yok olur!.. “O”, her fikirden “Ganî”dir!…

“Sen”de kendini seyrettiğinde, sen kalmazsın!.. Fikir de kalmaz!… “İç” ya da “dış” dahi kalmaz!.. “İçimde” veya “içimizde” düşüncesi de kalmaz!.

“O”, öyle kendini bilir ki; kendinden başkası asla ”var” olmamıştır!.

“O”, öyle kendini bilir ki; “iç” ve “dış” kavramlarından münezzehtir!.

“O”, öyle kendini bilir ki; yaratılmışların tümü zaman kavramsız olarak “yok”tan ibarettir!.

Ve “O”, öyle “Allah”tır ki; tanrılık ve tapınanları kavramları geçersiz olarak yalnızca kendisi olan “O” yani “Allah” vardır!.

Bak sen “kıyâmet alâmetine” neler yazıyor!.

Gün geldi, “kıyâmet alâmeti”, seslenişi oldu Sistemin!. Müezzini oldu minârenin!

Nîce dillerde terennüm etti bu gerçek, nîce zamanlarda!…

Kâh ateşten hitâp etti, kâh ağaçtan!… Dinleyen gene “ol kendi” oldu!.

Ateş, ağaç neyse ama; etten-kemikten gelince hitâbı, iş çetrefil oldu!.

Yazdığı senaryoda oyuncu olup, senaryoyu beğenmez oldu!.

Kâh çıktı gökyüzüne, yerdekileri tutmadı… Kâh indi yeryüzüne, göktekini takmadı!… Oyun bu ya, çarkı felek, ezel ebed dönedurdu; döndürenin elinde bir hayâl balon oldu!

Evet dostum, ben şimdi “kıyâmet alâmeti” olan gençlere anlatmaya çalışıyorum ki…

Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselâm efendimiz’in açıkladığı “Allah”ın ne olduğunu çok çok iyi anlayıp hissetmeye çalışın!… Belki her an bunu hissedemezsiniz; ama hiç değilse belli zamanlarda bunu hissedip yaşamaya gayret edin!.

Sakın unutmayın ki; “O” ne “dış”ınızda, ne de “”inizde!.

“ALLAH  Adıyla İşaret Edilentüm bu kavramlardan münezzeh!.

Âlemler, “O”nun indinde asla “var”lık kokusu almamış bir hayâl!.

Ben” ise, “O”nun yarattığı âciz, garîb, var sanılan bir “yok”tan ibaret “kulu”!…

Umarım rahmetle anarsınız beni, şu toprak mezarımda!.

 

ara.jpg (366 bytes)

 

KOYUN GİBİ TÂBİ OLAMADIM!

TEK BİR ŞANSIM VARDI…

Ben bu konuları 15 yaşında merak etmeğe başladım.

Kafama bir hayli sualler geliyordu...

Ne, neden niçin, nasıl????

Bu neden niçin nasıl’a cevap aramaya kalktığım zaman da, “bu böyledir! ya kabul edersin, veya etmezsin!. İleri gidersen, dinden çıkarsın, kâfir olursun!!!!” gibi cevaplarla karşılaşıyordum.

Tek bir şansım vardı!

Kendi kendime olayı araştırıp çözmek!

Ya bunu yapacak, çıkış yokunu bulacak, veya körü körüne çobanların güttüğü koyun gibi sağa sola gidecek, ya da hepsini inkâr edip defteri kapayacaktım!

Allah’ın insan verdiği en değerli şey akıldır!

Kısmetime biraz düştüğü için, koyun gibi de tâbi olamadım!

Bu akıl beni mutlak olarak gerçeği aramağa yönelttiği için de inkâr edip defteri kapayamadım..

Bir denize daldım ki, ne ucu bucağı var... Ne de dibi!.

Ve gördüm ki, Hz.Muhammed’in açıkladığı “Allah” kavramı ile Hz.Muhammed’in bildirdiği İslâm Dini ile  sağda solda çevrede  anlatılan öğretilen İslâm Dini bir hayli farklıymış!

Olay neydi, nedendi?

Din niye gelmişti?..

Din’deki ibadetler neydi,niyeydi?

İsterseniz buraya dönmek üzere yaşadığımız yaşadığımız devirden, kozamızdan başımızı çıkartıp evrensel boyutları tanımaya çalışalım...

Dünya üzerinde tek başınıza kendinizi düşünün... hiçbir insan yok, sadece siz varsınız.. bütün bir dünyanın üstündeki acaba yeriniz nedir?

Sonra  olayı biraz daha genişletelim...

Dünyadan 1.303.000 defa daha büyük olan güneş..

Hani sabah doğarken, böyle  çok güzel bir bakır tepsi gibi ufukta gördüğümüz, akşam batarken dağların tepesinde süzülen o kırmızı küre...

Dünyadan 1.303.000 defa daha büyük!

1.303.000 dünyayı biraraya toplayın, bir güneş ediyor ancak...

O güneşin yanında dünyanın yeri ne?... Dünyanın yanında  bu fakirin yeri ne?

İş burada da bitmiyor...

O bizim hadsiz hesapsız büyük olan güneş gibi son verilere göre 400 milyar güneş yani yıldız mevcut, bizim Samanyolu’nda; Milkway’da!

400 milyar!... Araları hadsiz hesapsuız açık!

10 kamyon 20 tonluk portakalı getirip biryere döksek, “içinde bir portakalı seçin bulun” desem, işte galaksi içinde dünyanın yeri o!.

Öteye gidiyim mi?...

 O galaksi, çevresindeki 20-30  kadar galaksiyle bir orta boy galaksiler grubunu meydana getiriyor.  Bu galaksi gibi 1 milyarı aşkın galaksi şu anda Evrende tesbit edilmiş durumda!

Galaksinin içinde yeri olmayan bir güneş!

Bir an duralım ve düşünelim lütfen...

Varsayalım ki, galaksi büyüklüğünde bir tanrı var...!!!

O Galaksi büyüklüğündeki tanrının yanında güneşin yeri ne?... Dünyanın yeri ne?... Sizin, benim yerimiz ne?...!

Şimdi düşünelim.

Bu galaksi büyüklüğündeki varsaydığımız tanrıya tüm yaşamımız boyunca övgü yağdırsak ne yazar.. sövsek, inkâr etsek, “kabul etmiyoruz” desek ne yazar?

Dikkat edin!.

Dedim ki, Galaksi büyüklüğünde bir tanrı!!!..

Ama o galaksi gibi 1 milyarı aşkın galaksi var daha  Evrende!

Ve bu evreni oluşturan bir güç, bir kudret, bir bilinç, bir ilim!.

Diyeceksiniz ki, “burdan ne çıkar”?

Burdan şu çıkar:

Varlığı var eden o mutlak güç, ALLAH,  bizim hiçbirşeyimize ihtiyaç duymaz!

Bizim yapacağımız hiçbirşey O’na ne katkı sağlar, ne de yapmayacağımız birşey Ondan bir şey eksiltir.

Yani Evreni vareden, (nasıl varettiğine sonra gelicem) o Mutlak varlık, bizim hiçbirşeyimize muhtaç değildir, ihtiyacı yoktur! Hattâ böyle bir ihtiyaç kavramından beridir!

Yani biz ibadet de etsek başka şeyler de yapsak O’na hiçbir katkı sağlamaz!

Allah’ın insanın ve insanlığın hiçbirşeyine ihtiyacı olmadığı gibi, Allah’ın Rasûlü olan Hz. Muhammed’in de insanların yapacağı hiçbirşeye ihtiyacı yoktur! Çünkü Allah’ı bilmiştir... Allah’ı bilenin insanlara ihtiyacı olmaz!

Allah’ın ve Rasulü’nün hiç bizlere insana ve insanlığa hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi, bütün Allah’ı bilenlerinde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur!

Yani ben burada size Allah’ın  Dini’ni, İslâm’ı, Hz.Muhammed’in getirdiği Dini anlatıp propaganda yapıp da sizi İslâmiyete çekmek istiyor değilim!

Hiç öyle bir derdim, gayem yok!

Sadece, yaptığım bu araştırmalar sonucunda elde ettiğim bulguları sizlerle paylaşmak istiyorum!

Bu edindiğim kanaatler belki işinize yarayabilir... Belki yaramaz!

Ama sizler aydın insanlar olarak en azından  görüyorum ki nezâketle, saygıyla bu düşünceleri  dinleyip  ilgi duyuyorsunuz... Minnetkârım...

Hz.Muhammed’in açıkladığı o ilk mesaja gelelim..

Tanrı yoktur Allah vardır!.

1400 yıl yıl Hz.Muhammed’in Allah Rasûlü olarak vurguladığı bu gerçeği sanıyorum 1400 yıl sonrasında, günümüzde, insanların hâlâ farketmediğini anlayacaksınız birazdan...

Nedir o gerçek?

Önce kısaca “Tanrı” nedir bunu anlatmağa çalışıyım...

İnsanın kendi dışında  ötesinde veya ötede bir yerde varolup da, dünyayı ve üstündekileri yarattığını-yönettiğini-insana işlerini tevdi ettiğini düşündüğümüz varsaydığımız bir varlık “Tanrı”!

Hattâ hattâ bazen ona kızarız da .. Hattâ hattâ ona hesap da sorarız..”Niye bu işi böyle yaptın??? Niuye böyle  yanlış iş

yapıyorsun?? Nerdesin meşgulmüsün??? Bizim ne halde olduğumuzun!!!” diye...

 Bu gibi varsayımımızda olan içimizden gelen bir inancın oluşturduğu “Tanrı” kavramıdır. Yani insanın dışında ve ötesinde bir varedici, “TANRI”!

İşte, bunun varolmadığını söylüyor Hz.Muhammed! Ve diyor ki;

“Sadece ALLAH VARDIR!”

Sadece Allah vardır” ın Hz.Muhammedin açıkladığı şekliyle izahına gelmeden evvel, günümüzdeki çağdaş diyeceğim ama hangi çağdaş?

Çağdaş kelimesi de çok lastikli bir kelime...

Hangi kişilerle çağdaşız?...

Hindistan’da ırmak kıyısında doğup çırılçıplak büyüyüp salgınlarla yeryüzünden  kaybolan insan kardeşlerimizi mi?...

Afrika’da açlıktan  kaburgaları çıkmış bir halde bir deri bir kemik yaşayıp yeryüzünde geçip giden insan kardeşlerimizin çağını mı?...

“Yukarıda   Tanrı var...Görür haaaaaaa!! yanlış yapma, sen,  cehennemine  atar!! Sonra , sonra sopasıyla döver seni” !!!!

Dediğini, Tanrıya tapınarak  ömrünü tüketen insanların çağı mı?...

Yoksa, Einstein’ı geçip, daha da ötesinde kuantum fiziğinin getirdiği holografik evren gerçeğiyle bütün bu varlığın yapısını açıklayan gâvur(!) bilim adamlarının çağı mı?

Kimle çağdaşız biz???

BEN İNSANLARI YARGILAYICI DEĞİLİM!

BEN,  ALLAH ADINA” KONUŞAN,            DİN ADINA”, “ İSLÂM ADINA” KONUŞAN BİRİ DE DEĞİLİM!

Ne ben Allah, Din adına konuşabilirim..ne de yeryüzündeki herhangi bir kişi benim adıma konuşabilir.

Ben İSLÂM, DİN HAKKINDA konuşabilirim, sizler gibi!

Hepimizin bu konuda  konuşmağa hakkı vardır.
İnsanlar benim yazdıklarım söylediklerim hakkında konuşabilirler herkesin buna hakkı vardır. Ama ADINA KONUŞMA YETKİSİ yeryüzünde kimseye ait değildir!

Kim “Din adına, Allah adına konuşuyorum” diyorsa, sakın kızmayın!

Tatlı bir tebessümle dinleyin onu!

Bırakın konuşsun!

Ahmed Hulûsi

yazdir

Tüm Kavramlar Programı

 

Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücretsiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

www.allahvesistemi.org