kavramlar.jpg (6719 bytes)

 

BİLİM

KİMLE ÇAĞDAŞIZ BİZ?

İnsanın dışında ve ötesinde bir varedici, TANRI!

İşte bunun varolmadığını söylüyor, Hz.Muhammed!

 Ve diyor ki;

 "Sadece ALLAH VARDIR!"

 "Sadece Allah vardır” ın Hz.Muhammed'in açıkladığı şekliyle izahına gelmeden evvel, günümüzdeki "çağdaş" diyicem; ama hangi çağdaş?

 "Çağdaş" kelimesi de çok lâstikli bir kelime...

 Hangi kişilerle çağdaşız?...

 Hindistan'da ırmak kıyısında doğup, çırılçıplak büyüyüp, salgınlarla yeryüzünden kaybolan insan kardeşlerimizi mi?.

 Afrika’da açlıktan kaburgaları çıkmış bir halde bir deri bir kemik yaşayıp yeryüzünden geçip giden insan kardeşlerimizin çağını mı?.

 "Yukarıda Tanrı var... Görür haaaaaaa!!! Yanlış yapma, seni cehennemine atar!!!. Sonra, sonra... sopasıyla döver seni!!!!" diyen, Tanrıya tapınarak ömrünü tüketen insanların çağı mı?

 Yoksa Einstein'ı geçip, daha da ötesinde kuantum fiziğinin getirdiği holografik evren gerçeğiyle bütün bu varlığın yapısını açıklayan gâvur(!) bilim adamlarının çağı mı?...

 Kimle çağdaşız biz???

 BEN, İNSANLARI YARGILAYICI DEĞİLİM!

 BEN, "ALLAH ADINA" KONUŞAN, "DİN ADINA", "İSLÂM ADINA" KONUŞAN BİRİ DE DEĞİLİM!

 Ne ben, Allah-Din adına konuşabilirim; ne de yeryüzündeki herhangi bir kişi benim adıma konuşabilir!.

 Ben, İSLÂM, DİN HAKKINDA konuşabilirim; sizler gibi!

 Hepimizin bu konuda konuşmağa hakkı vardır.

 İnsanlar benim yazdıklarım söylediklerim hakkında konuşabilirler; herkesin buna hakkı vardır. Ama ADINA KONUŞMA YETKİSİ, yeryüzünde kimseye ait değildir!

 Kim, “Din adına, Allah adına konuşuyorum” diyorsa, sakın kızmayın!

 Tatlı bir tebessümle dinleyin onu!

 Bırakın konuşsun!

ara.jpg (366 bytes)

DİN VE BİLİM İLİŞKİSİ

Din, tamamen fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi bazı bilimsel gerçeklere dayanıyor.

Ve bunun da çeşitli yönlerini kitapta izah ettik... Meselâ:

"Hac" olayını anlattığımızda, 1820`lerde ilk defa bulunan ley hatlarından; yerin altındaki pozitif ve negatif akım kanallarının varlığından söz etmiştik.

"Zemzem" suyunun, insanı bir anda canlandıran özelliğinin de gene Kâbe ‘nin altına isabet eden pozitif enerji alanından kaynaklandığını; bu enerji alanından yayılan enerjinin Kâbe ‘den yükselişinin pek çok evliyâ tarafından tesbit edildiğinden bahsetmiştik..

Hattâ zemzem suyunun o kuyuda yetersiz kalması hâlinde, oraya dışarıdan pompalanacak suyun da bu merkezden geçirilmesi şartıyla aynı özelliği kazanmış olacağından sözetmiştik!

İnsan vücudundaki bioelektrik akım şebekesi olan sinir sistemi gibi; yer yüzünün pozitif ve negatif manyetik akım kanalları bulunduğunu, bunların belli radyasyonlar yaydığını, bu radyasyonların da insan vücutları ve beyinler üzerinde etkileri olduğunu söyledik...

Şimdi anlatacağım deve ve kedi ile ilgili bazı olaylardan da görüleceği üzere; bazı hayvanların, bizim algılayamadığımız, ses-koku ya da daha başka bir takım titreşimleri çok iyi algıladıkları bir gerçektir!

Bunlar beyin kapasiteleri nedeniyle yeraltından yayılan titreşimlerin hücreleri için ne kadar yararlı olduğunu tesbit edip, ona göre yer seçimi yapmaları çok enteresan ibret verici örneklerdir.. Yapılacak bilimsel araştırmalarla yakın gelecekte bu yeraltı akımlarının kesinlikle değerlendirilmesi fazla uzak olmasa gerektir.

Gerek deve ve gerekse kedi olayının, aslında dayandığı çok entresan gerçekler var... Biz, bazı bilimsel olayları eskiden çözemediğimiz için bazı olayları başka sebeplere yoruyorduk... Meselâ:

Hazreti Rasûlulllah aleyhisselâm Medine`ye geldiği zaman, herkes "Gel bizim evde kal, burası senin olsun" dedi...

Ne var ki O, bazılarına göre, sosyolojik bir seçim yaptı... Kimseyi kırmamak için, "deve nereye giderse orada kalırım" dedi...

O günün insanı hâliyle bunu, kimseyi kırmak istemediğine bağladı...

Halbuki deve, yapısı itibariyle, yer altındaki pozitif akım kanallarının titreşimlerini en iyi algılayan hayvanların başında gelir.

Hz. Rasûl aleyhisselâm, nerede kalacağını belki de bu yüzden devenin algılama gücüne bıraktı!

Ve, deve en yararlı, müsbet akımın en güçlü olduğu bölgeye kurulmuş olan, Hâlid Bin Velid`in (Allah ondan razı olsun) evine gitti, orada durdu. Ve Rasûlullah aleyhisselâm da orada kaldı...

Benzeri türden bir olay da kedi için söz konusudur! Bu konuda uzmanlar diyor ki, evinizin en huzurlu köşesini bulmak istiyorsanız, kedinizi serbest bırakın ve onun yatıp uyuduğu yere daimi oturacağının koltuğunuzu koyun veya yatağınızı oraya yapın..

Genetik verilerle oluşmuş insan beyni, gerek astrolojik tesirler, gerekse yer altındaki bu manyetik akım kanallarının yaydığı radyasyonlarla beslenen ve yönlenen bir yapı olarak çalışır.

ara.jpg (366 bytes)

 

İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ANA SORUN,

BİLİM- DİN DENGESİNİ KURAMAYIŞIMIZDIR!

İçinde bulunduğumuz ana sorun, din-bilim dengesi kuramamaktır.

Ya Din’i veri kaynağı alıp sembolik anlatımları tasavvufla da bezeyerek hayâli bir dünyada yaşıyoruz...

Ya da bilimsel verileri ve yaşamın görebildiğimiz gerçeklerini esas alarak göremediğimiz gerçeklerden uzak düşüyoruz.

Hangi yandan veri edinirsek akabinde bunun diğer yanla örtüşmesini sağlamak için bir çalışma yapmazsak, bilelim ki gerçeklerden sapma ihtimali hayli fazladır.

Din kanalından veya tasavvuf yollu bize ulaşan verilerin yaşamın gerçekleriyle örtüşmesini anında sağlamazsak hayâlimizde yarattığımız bir dünyada yaşamaya başlarız.

Sadece bilimsellik ve yaşamda gördüklerimizle yetinirsek, genelde algılanamayan sembol ve mecazlarla işaret edilmiş yaşamın gerçeklerinden mahrum kalır, sonucunda da ânımızı değerlendirememek yüzünden geleceğimizi köreltiriz.

ara.jpg (366 bytes)

 

“MADDECİLİK”, BİLİM’İN GÖZÜNDE

DEMODE BİR GÖRÜŞ OLDU ARTIK!

Evrenin, sonsuz dalga boyundan meydana gelen, bilemediğimiz sayıdaki boyutta olan gerçek yapısına karşın; insanın, sadece kesitsel algılama araçlarıyla (beş duyu) değerlendirme yapmak zorunda olması nedeniyle; gerçekte, asla "EVREN"den söz edilemeyeceği; ancak "İnsanın Evreni”nden bahsedilebileceği, kesinlik kazanmıştır!.

İşte acı ama kesin olan bu gerçek karşısında, insan için geriye ne kalıyor?

Beş duyu sınırlarıyla kayıtlı insan beyinlerinin, bilimsel veriler ve bulgular eşliğinde, yeni düşünce sistemleri ile çevresini ve içinde yaşadığı boyutun gerçeklerini doğruya en yakın biçimde tespit edebilmek...

İşte, sorunumuz burada başlıyor!

Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, beş duyunun yâni kesitsel algılama araçlarının kendisine ulaştırdığı dalgaboyları ile kayıtlı olan beyin, günümüzde gelmiş olduğu ilim seviyesi sonucu olarak şu gerçeği itiraf etmek zorunluğunu hissetmektedir:

Algılanan boyutların ötesinde, sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız değerler ve o değerler ile kendine özgü canlılık sahibi varlıklar mevcuttur.

Öyle ise, biz, bilimsel verilerin doğrultusunda düşünürsek, göreceğiz ve itiraf etmek mecburiyetinde kalacağız ki; bizim madde dünyamızın dışında, kendi madde boyutlarında mevcut fakat “BİZE GÖRE” ışınsal yapı olan canlılık ortamı sayısı hadsiz hesapsızdır!.

Bundan birkaç onyıl öncesine kadar, bilim dünyası ilkel maddecilik görüşüyle bağımlı bir halde idi. “Madde asıldır, ötesinde hiçbir şey yoktur; maddeötesi yaşama sözkonusu olamaz” denirken. Günümüz bilim dünyasında “maddecilik” son derece ilkel ve demode bir görüş hâlini aldı!.

ara.jpg (366 bytes)

 

TASAVVUF VE BİLİM,

AYNI ORİJİNAL TEKİL YAPIYI İNCELER!

 “Madde” dediğimiz yapı nasıl esasında  bir alt boyutunda atomik bir kütleyse, onun bir alt boyutunda ışınsal bir kütleyse,  onun daha alt boyutlarında kuantsal bir kütleyse  ve çoğul yapı öz’e inildikçe tekil yapıya dönüşüyorsa ve aslı tekil bir yapıysa; işte “varlığın hakikati aslı orijini TEK’tir ve herşey bu Tek’ten meydana gelmiştir” mecazi sembolik anlatımı, Tasavvufta “Vahdeti Vücud” anlatımı!

Benim kısaca çok öz bir biçimde bilimsel olarak anlatmağa çalıştığım bu olay, bu bilimsel doneler ortada yokken; ama  bu ana tema hissediş yoluyla sezgi yoluyla farkedilirken; mecâzî bir anlatımla dile getirilmiş, bundan “Tasavvuf” meydana gelmiş.

Yani tasavvuf ve bilim aynı orijinal tekil yapıyı ele alıyor, inceliyor, etüd ediyor; fakat bu yapı bundan 50 sene 70 sene öncesine kadar mecaz yolu sezgi yollu dile getirilip bir başkasına aktarılmağa çalışıldığı için semboller misaller kullanılmış ve tasavvuf kapsamı içinde anlatılmış.

Hz.Muhammed öncesinde, İslâm öncesinde aynı gerçekler gene incelenmiş, incelenebildiği kadarıyla. Budist felsefe meydana gelmiş..Taocu felsefe meydana gelmiş.. böyle dile getirilmeğe çalışılmış bu tekil yapı.

Bu tekil yapıyı misal yolu anlatmak istersek;

Deriz ki; deniz suyu düşünün..deniz suyunun üstünde meydana gelmiş çeşitli aysbergler, buzdağları, buzkütleleri..

Kuzey kutbundaki  veya güney kutbundaki buzul yapı...

buzul yapı ve deniz diyerek ayırıma gidiyoruz, iki ayrı yapıdan sözediyoruz...

Halbuki esasında  ikisi aynı tekil yapıdır..

Suyun donmuş halinin adıdır buzul yapı..

Buzul yapıların çeşitli rüzgarlara ve dış etkilere göre aldığı farklı farklı görünümlere de farklı farklı isimler verdiğinizi düşünün veya   aynı suyu değişik kaplara koyarak değişik   heykeller şekilde oluşturduğumuzu düşünerek  bunlara da değişik isimler verdiğimizi varsayarsak; pek çok varlık var diyeceğiz ama neticede hepsi de görünümdeki farklılığına karşın aynı tekil yapıdır; sudur !

Başparmağım...  işaret parmağım... orta parmağım...  yan parmağım... serçe parmağım... Benim 5 parmağım var desem de hepsi şekilde bunlar 5 tir özde esasta hepsi de aynıdır.bütün parmakların içinde kanı da siniri de canı da herşeyi birbirinin aynıdır. Fark, dışardan bakıştadır.

Elin ayağın kolun vesairede gene farklı organlar gözükür ana tekil bir yapıdır.

Bu varlık sayısız ayrı ayrı yapılar olarak gözükmesine rağmen, dışardan bakılması hasebiyle  farklı ayrı ayır varlıklar yapılar görülmesine rağmen esasında tek bir yapının değişik uzantılarıdır.

Nasıl ki madde boyutunu incelediğimiz zaman 110  atom türüne indirgeyebiliyorsak, bu varlığı meydana getiren özellikler de Allah’ın 99 ismi adı altında anlatılmış. Esasında 99 değil tabii, 100 ü de geçiyor; 120,130,140 a kadar da çıkabiliyor, kaynaklarda. Ama genel plan anlatım bu 99 la  özetlenmiş.

Bu varlığı meydana getiren özellikler orijindeki Tekil yapıdan kaynaklanıyor.

Bu tekil yapının varlığında mevcud olan belli özellikler, ayrı ayrı lokalize olmuş özellikler değil..

Yani varlığın aslında orijininde  bir yerde Allah’ın Rahman isminin özelliği bir yerde Allah’ın Rahim isminin özelliği bir yerde Cemil isminin özelliği bir yerde Fettah isminin özelliği gibi düşünmeyeceğiz.

Senin bedeninde “Can” nerde?

Heryerde eşit olarak var!.

Nasıl  senin bedeninde can her yerde eşit olarak varsa, Allah’ın HAYAT sıfatı da bu Kâinatın her noktasında aynıyla mevcud. Daha fazla veya daha az şeklinde değil.

Hayat sıfatı bu varlığın her noktasında parçalanmaz bölünmez bir biçimde varolduğu gibi İLİM  sıfatının neticesi olan Bilinç de Evrenin her noktasında bölünmez parçalanmaz bir biçimde mevcud!.

 Hayat ilim irade Kudret sıfatları gibi Kelâm Semi Basar (Semi algılamadır, Basir değerlendirmedir) vasıfları da Kâinatın her noktasında her yerde mevcuttur. Fakat bu vasıflar nasıl atomlar varlığın her noktasında mevcudsa fakat  bu atomların değişik bileşimleri değişik madde türlerini meydana getiriyorsa, Allah’ın bu isimlerinin özellikleri bu isimlerin işaret ettiği mânâların özellikleri de değişik bileşenler halinde değişik varlık türlerini meydana getiriyor.

İşte böylece Tasavvufta “KESRET” denilen ÇOKLUK Âlemi ve pek çok sayısız varlık türleri meydana geliyor.

Ama bu türleri tek tek ele alırsak, nasıl bir insanı bir hayvanı ele alırsak onda 110 atom çeşidine iniyoruz, bileşen olarak; bu varlık türlerinde de Allah’ın 99 isminin değişik terkiplerini değişik bileşimlerini değişik formüllerini görüyoruz.

Mevcud olan herşey Allah’ın bu 99 isminin mânâsından meydana gelmiş değişik formüllerle meydana gelmiş değişik varlıklar.

Yani temelde, algılayabildiğimiz bütün varlıklar  tek bir orijinin kendisinde mündemiç özelliklerinin başka bir biçimde algılanmasıyla alâkalı.

Herbirimiz, bir diğerlerimize göre var, dıştan bakışla!

Ama olayın içinden bakarsak, TEK bir varlık ve o tek varlığın kendi kendini seyretmesi ve kendi özelliklerini açığa çıkarması, bunu seyretmesi olayı sözkonusu.

ara.jpg (366 bytes)

 

İSLÂM’IN HER HÜKMÜ, TAMAMİYLE

FİZİK-ŞİMİK-ELEKTROMANYETİK VE

KOZMİK GERÇEKLERE DAYANIR!

Evet, bu bölümde Din hükümlerinin havadan getirilmiş mesnetsiz, keyfi hükümler olmayıp, tamamıyla Allah tarafından yoktan var edilen varlığın, gerekleri, oluşumu, kanunları dolayısıyla getirilmiş tatbiki zorunlu şeyler olduğunu elimizden geldiğince açıklamaya çalıştık.

 Bu anlattıklarımızla, bu iş bu kadardır demek istemiyoruz. Ancak bu hükümlerin altında, bu gerçekler de yatmaktadır, diyoruz. Zirâ, her bir hükmün altında o kadar daha değişik gerekçeler yatmaktadır ki, bunların her birisi başlı başına bir kitap yapmamızı zorunlu kılar. O da bize bildirileniyle!

 İşin bu bilimsel yönünü niye açıklamak durumundayız?

 Çünkü din, bugüne kadar anlatıldığı şekliyle, sanki boşgezen çöl insanını temizliğe iyiliğe çekip onlara bir çeki düzen vermek için gelmiş havasında yeni nesile aktarılmaya çalışılıp, gerçekler örtülmektedir de ondan!

 Şunu belirtmek için, işin bu yönünü açıkladık ayrıca;

 İslâm'ın her hükmü, tamamıyla fizik-şimik elektromanyetik ve kozmik bir takım gerçeklere dayanmaktadır!

 Kim bunları anlayıp kavrayıp gereğini tatbik ederse, yararını gene ölüm ötesi yaşamda kendisi görecektir. Kim de bunlarla ilgilenmek gereğini duymaz bu konuda beynini çalıştırmaz ise, bir daha telâfi edemeyeceği bir biçimde zararını kendisi çekecektir.

 Esasen biz bu kitabı, her şeyin içyüzünü araştıran, taklitçilikten uzak, hikmete yönelik bir yapıdaki yeni nesil ve batı için yazdık!

 Henüz bu kitapta açmadığımız daha nice konu vardır ki, bunlar dahi İslâm'daki, tasavvuftaki sayısız işaretlerin dayandığı bilimsel gerçeklerdir. Dileriz ki bunlara da yönelinir ve bütün bunların içyüzleri araştırılır, anlaşılır ve gereklerini uygulayarak kişi kendisini daha iyi bir duruma getirir.

 Eskilerden kendisine naklolmuş mecâzî, misâlî bilgileri olduğu gibi şartlanma yollu kabûl etmiş kişilere, belki de bu anlatmaya çalıştığımız şeyler çok zor, çok ağır; anlayamadıkları için inanılması çok güç şeyler gibi gelecektir!.

 Varsın, anlayamadıklarına inanmasınlar!

 Eğer temel mânâda yapılması gerekenleri yapıyorlarsa, kendilerine bu kadarını yeter görüyorlarsa, bu da yeter. Elbette ki yaptıkları zâyi olmayacak ve karşılığını alacaklardır.

 Cenâb-ı Hak Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin bize ihsan etmiş olduğu bu ilmin temelinde Kur'ân-ı Kerîm ve tartışılmayan 6 hadîs külliyatında mevcût olan hadîs-i şerîfler yatmaktadır. Esasen dindeki bütün hükümler dahi aynı kaynaklara dayanmaktadır.

 Şayet, bizim müşahedemizi geçersiz kılacak bir âyet ya da Rasûlallâh buyruğu ile karşılaşırsak, elbette ki biz o konudaki müşahedemizi terkeder ve henüz mâhiyetini anlayamasak bile o hükmü kabul ederiz.

 Çünkü her bir işaretin altında sayısız hikmetler yatmaktadır.

 Şâyet bütün iyiniyet ve araştırmalarımıza rağmen yanılmış olduğumuz hususlar mevcût ise inşâallah onların da gerçeğini bize ve size şu dünya yaşamı sırasında bildirsin Cenâb-ı Hak!

ara.jpg (366 bytes)

 

BUGÜN, İNSAN İLMİNİN

OBJEKTİF BİLİM HUDUDUNU,

HANGİ NAZARİYELER ÇİZİYOR?

Bern'de imtiyazlar dairesinde görevli bir genç adam vardı... Henüz 26 yaşında idi... “Albert” diye çağırırlardı onu... Oysa geçen zaman, düşünce şekli, onu kısa zamanda dünya çapında şöhrete eriştirdi ve artık herkes onu:

-Sayın Einstein...diye çağırmaya başladı...

Einstein'in ilk yaptığı iş, bilimi, yepyeni bir fizik sahasına yöneltecek bir yazıyı yayınlamak oldu... İnsanların yaptıkları takvimler 1905 yılını gösteriyordu o zaman...

Einstein ilk olarak uzay ve zamanla ilgili düşüncelerimizin yanlışlığını ortaya koydu...

Mekân”ın, maddi şeylerin olanaklar içindeki tertibine verilen bir addan başka bir şey olmadığını anlatırken; zamanın da, dışarıda değil bizim kendi zihnimizde yaşayan bir şey olduğunu; olayların birbiri ardınca dizilişinden başka birşey olmadığını söylüyordu...

Einstein bunları daha açık bir şekilde de şöyle izaha çalışıyordu:

"Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut olan bir şey değildir. Bizim, mekânda idrâk ettiğimiz şeyler, aslında mevcûdatın öz yapısından dış yapısına, yahut da, dış yapısından öz yapısına doğru bir dizilme içinde bir bütündür; ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre kıyaslama metodundan başka birşey değildir."

İşte bilimin bu şekilde yepyeni bir gelişme hızına kavuştuğu sırada, 1915'de evrenin de - daha doğrusu evrende madde olarak tesbit edilmiş bulunan şeylerin - tek bir asıldan meydana gelmiş olduğu, Langevin tarafından isbat edilmişti...

Ki bu da, gene Einstein'in nazariyesi sayesinde ortaya çıkıyordu...

Bu arada -yani 1900 yıllarında- ünlü bilim adamı Max Planc da bir açıklama yapmış ve uzun zamandır cevabı verilemeyen şu soruyu cevaplandırmıştı...

-Herkesin bildiği gibi, ateşte kızartılan -meselâ bir çelik- nesneler ilk önce kızarır, sonra turuncu, sonra sarı ve daha sonra da beyaz bir renk alır... Demek oluyor ki, bu cisim ısıtılarak bir enerji yayılmaktadır... Ve bu enerji yayımı dolayısıyla da, sıcaklık derecesine göre değişik dalga boyundaki ışınlar meydana gelmektedir... Ancak bu yayılım hangi kanuna göre gerçekleşmektedir?..

Evet, Max Planc konuştu, dedi ki:

-Cisimlerin yaydığı enerji akarsu gibi devamlı olmayıp, kesik kesik, dalgalar hâlindedir... Ki böyle dalgalar hâlinde yayılan enerji cüzlerine de "Quant" demekteyiz...

Planc'ın bu sözleri Einstein'in 1905'deki açıklamasına kadar anlaşılamamıştı...

Ancak bu husus da Einstein tarafından değerlendirilebildi ve Einstein bu buluşa şu ilâveyi yaptı:

-Işık, hareket, X ışınları gibi bütün yayılıcı enerji, gerçekte birbirinden ayrı quantlar hâlinde uzayda seyretmektedir.

Einstein; ışığın bu özel etkisini, ancak, ışığın birbirinden ayrı enerji taneciklerinin -fotonların- birleşmiş farzedilmekle izah edilebileceğine; ve bu taneciklerden birinin bir elektrona çarpmasının bilardo bilyelerinin birbirine çarpması gibi olacağına karar verdi...

Ve bu şekilde düşünmeye devam ederek şöyle konuştu:

-Mor ve ötesindeki ışık fotonları kırmızı ve ötesindeki fotonlardan ziyade enerjiye sahiptir ve maden levhadan fırlayan her elektronun sürati, o levhaya çarpan her fotonun enerji mevcuduyla eşdeğerlidir.

Einstein bu prensipleri bir sıra tarihi gelişimler içinde izah etti ve bu yüzden de Nobel mükafatını kazandı...

Ancak daha sonraları, Einstein'in ileri sürdüğü "belki de, ışık, birbirinden ayrı cüzlerdir.“ fikri, ondan daha izah edici olan;

"Işığın dalgalardan meydana gelmiş olduğu...“ görüşüyle karşılandı.

Böylece, bir zaman, "ışık dalgalar hâlinde midir; ayrı ayrı zerreler midir?" sualine cevap verilemedi...

Nihâyet 1925 yılında Louis De Broglie, "elektronların zerreler hâlinde olmayıp, dalga şeklinde kabul edilmesini", bunun daha gerçekçi olacağını ileri sürdü.

Kezâ bu arada elektronların katı elâstiki kürecikler olmasından ziyade, gözetlemeye, ölçmeye gelmeyen şeyler olduğu tesbit edilmeye başlandı...

Ve bu arada Sir J. Jeans fikrini açıkladı:

-Katı bir yuvarlak için uzayda her zaman muayyen bir mekân olur; halbuki görünüşte elektronun böyle bir mekânı yoktur. Katı bir küreciğin hacmi olur; halbuki “ kalbe düşen bir korku veya merak ne kadar yer tutar? ” diye düşünmek nasıl ki mânâsız ise, bu, elektron için de böyledir."

Ve 1927 yılında Viyana`lı fizikçi Schrödinger, proton ve elektronlara hususi dalga hareketleri isnâd ederek, quantsal olayları izah edecek bir görüş ortaya attı...

Kezâ aynı yılda Amerika'lı iki âlim Davisson ve Germer de, elektronların gerçek dalga halleri gösterdiğini tecrübe ile isbat ettiler.

İşte böylelikle maddenin bütün temel taşları yavaş yavaş maddelikten soyulmaya başlandı.

Eskiden, katı bir yuvarlak tasavvur edilen elektron; elektrik enerjisinin dalgalanır bir miktarına döndü; atom da, birbiri üstüne konmuş dalga kümesi oldu.

Sonuçta bizim için:

-Bütün maddeyi dalgaların meydana getirip "var gösterdiği" bir bütün; diye kabul etmekten ve;

-Dalgaların meydana getirdiği bir evrende yaşıyoruz! demekten başka bir çare kalmadı...

Einstein bunlarla da yetinmedi...

Maddenin enerjiye; yâni başka bir tâbirle, "maddenin", "maddeötesine" dönüşmesinin esaslarını da inceledi...

Ve bunu da şöyle izah etti:

-Hareket eden bir cismin kitlesi, hareket hızlandıkça artacağından ve bir çeşit enerji olduğunda, hareketli bir cismin kitlesinin artması demek olur...

Yani kısaca, enerji, kitledir!. Herhangi bir madde parçasında bulunan enerji, kitlesi (gram olarak) ile ışığın sürati (saniyede santimetre karesinin) çarpımına eşittir.

Bu demektir ki, eğer imkân olsa da 1 kilo maden kömürü tamamen enerjiye çevrilebilse, 25 bilyon, yâni milyon kere milyon kilovatsaat elektrik elde edilir, ki ABD'nin bütün enerji kaynakları devamlı çalışarak ancak iki ayda bu enerjiyi sağlamaktadır...

Evet bütün bu gelişmelere rağmen öyle bir sual ile karşı karşıya ki insanlık ve dolayısıyla bilim dünyası, onun cevabını objektif olarak hiç bir şekilde veremiyor... İşte o soru:

-Bu kitle yahut da enerji dediğimiz cevherin mâhiyeti nedir?. Sahip olduğu güç nerden gelmektedir?.

Bu da başka bir soru...

-Madde, enerjiye döndüğü gibi, tekrar maddeye dönüşemez mi?.. Bu imkânsız mıdır?

Objektif bilim maddeyi maddeötesine, enerjiye dönüştürebildi... Gerçekleştirdi bu fikri!. Buna karşın henüz maddeötesine yani enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâline yani tekrar madde hâline dönüştürmeyi başaramadı.

Ancak, biz burada antiparantez belirtelim ki:

-BİLİM ERGEÇ, MADDEYİ ENERJİYE YANİ MADDEÖTESİNE DÖNÜŞTÜREBİLDİĞİ GİBİ, ONU TEKRAR ESAS HÂLİNE, YANİ MADDE HÂLİNE DE SOKMAYI GERÇEKLEŞTİRECEKTİR!

Zira bu husus İslâm tasavvufunda görülen "tayyı mekân" yahut bir diğer deyişle "ESRA" olayının açıklanmasından başka bir şey değildir.

Nasıl ki bir velinin uzak mesafede olanları olduğu yerden aynen görmesi "Clairvoyans" olayı bugün televizyonla kısmen açıklanabiliyorsa!.

Zamanımız velilerinden birinin:

-"Biz hasırdan Mısır'ı göremeseydik, siz Avrupa'da olanları buradan zor seyrederdiniz!"

Yâni, insanın yapısında beyninde bu özellik olmasaydı, siz televizyonu zor keşfederdiniz!

Sözü üzere; bilimin her izah ettiği, gerçekte tasavvuf ehlinin normal yaşantısının müsbet ilimle isbatından başka bir şey olmamaktadır... Ki bu konuyu çok daha geniş ve detaylı bir şekilde "İNSAN VE SIRLARI" ile "TEKİN SEYRİ" adlı kitaplarımızda incelemekteyiz...

Evet, netice olarak; bugün insan ilminin objektif bilim hududunu dışta "İzâfiyet - Rölativite - Göresellik", içte de "Quantum" nazariyesi çiziyor...

"İzâfiyet-Göresellik", mekân ve zamana ve çekim kuvvetine ve idrâk edemeyeceğimiz uzak ve büyüklükteki hakikatlere dair düşünce dünyamızı objektif yoldan imar ederken;

"Quantum nazariyesi" de, madde, atom, enerji birimleri ve özellikleri hakkında idrâkın fevkindeki hakikatleri kabul etmemiz gerekliliğini gösteren yolu açmış bulunmaktadır...

Eskiden insan, bilim adına, herşeyi maddeden ibaret sanıp; maddeötesini inkâr eder, maddeötesindeki herşeyi yok sayarken...

Bugün insan,

Bilim gereği olarak, maddeötesini kabul etmediği, inkâra yöneldiği takdirde "basit, ilkel yaratık" olarak kabul edilmektedir!.

Evet değerli okuyucular, bundan yüzyıl öncesinin fizikçileri bir gülün kırmızılığını subjektif (enfüsi) bedii bir ihsas diye nitelendirdikleri halde, inanıyorlardı ki hakikatte kırmızı dedikleri şey, ışık yayan uzayın titreşimidir...

Oysa bugünün fizikçileri tarafından aynı kırmızı, bir dalga uzunluğu îtibar edilmekte ve onun fotonları hâvi enerji miktarı olduğu da kabul edilmektedir...

İşte bu görüşler dolayısıyladır ki, meşhur bir fizikçi şu istihzâlı sözleri söylemiştir:

-İnsan, Pazartesi, Çarşamba, Cuma günleri Quantum nazariyesini; Salı, Perşembe, ve Cumartesi günleri de dalga mekaniği nazariyesini kullanmalıdır!!!

Evet her iki halde de kullanılan mevhumlar, hayâlin meydana getirdiği birtakım mücerret şeylerdir...

Çekim kuvveti ve elektromanyetizm, enerji, akım, momentum, atom, foton gibi kavramlar ele alınıp da bakıldığı zaman hep fikirde, işaret yollu kabul edilen şeyler olarak ortaya çıkmaktadır.

Ki bunları, insan, “yer ve gökyüzündeki şeylerin aslı“ dediği, dıştaki sahih gerçeği bulmak için ortaya atmıştır... Ve kendi aklı ile îcat etmiştir...

Bütün bu anlattıklarımız, bilimin son derece muazzam gelişmesi, insana tek ve kesin birşeyi göstermiş, öğretmeye idrâk ettirmeye çalışmıştır:

Bilinen MADDE DÜNYASI'nın ÖTESİNDE, bilinmeyen ve İDRÂKIN KAVRAYAMAYACAĞI kadar muazzam bir MADDEÖTESİ BOYUT MEVCUTTUR.

Ki düşünen bir insanın, bu maddeötesi âlemi yok sayması; veya bu maddeötesi boyuta ait olduğu belirtilen şeyleri inkâr etmesi, en azından, onun basitliğini, ilkelliğini ortaya koymaktadır; o kişi isterse 20'nci yüzyılın sonunda ve bilim dünyasının bitişiğinde yaşasın...

Nitekim bu sebeple günümüz düşünen insanı, artık bilmektedir ki; inkâr, bir kişinin o sahadaki boşluğunu örtmek için kullandığı bir savunma silâhıdır...

ara.jpg (366 bytes)

 

BİLİMDEN, TEFEKKÜR GÜCÜNDEN

MAHRUM KALMIŞ BEYİNLER

Bir yanlış görüş daha...

Din’i, Allah Rasûlü’nün koyduğu kurallar olarak değerlendirip, insanların huzur ve saadet içinde yaşamalarını temin gayesiyle getirilmiş bir nizam olduğunu düşünmek.

Din’i sadece sosyal bir düzen şeklinde mütalâa etmek!!

"Allah vardır ama o evrensel bir güçtür. Kâinatı ve içindekiler yaratan sonsuz güçtür. Dünya üzerindeki hiç bir şey onu ilgilendirmez. İnsanların cennete veya cehenneme gitmesi ona göre hiçtir. Bir insanla konuşması diye bir şey de sözkonusu değildir.

Peygamberler, insanların huzur, saadet içinde yaşamaları için ortaya çıkmış dâhî insanlardır!. İçinde bulundukları şartlara göre bir takım prensipler, kanunlar koymuşlardır.

 Bu konan kurallar da o devrin ilkel insanlarına göre gerekli şeylerdir!. Günümüz insanının o kurallara göre yaşaması geriye dönüş, geri kafalılık olur!. Çöl insanı toz toprak içinde yaşadığından temizlensin diye abdesti; âtıl durup hareketiyetini kaybetmesin, jimnastik olsun diye namazı; oburluğun getirdiği sağlıksızlığı gidersin diye de orucu getirmiştir!!. Kısacası Allah vardır ama bir din yollamamıştır!. Peygamber lakâblı dahi kişi gününün şartlarına göre insanlara yararlı bir takım usuller getirmiştir ki, bunların 1400 sene sonra hiçbir geçerliliği kalmamıştır!. Günümüz insanı modern medenî insan olarak artık kendi kurallarını kendi koyabilir... " !!!

Evet, işte bu türden daha birçok düşünce(!)ler...

Tefekkür gücünden, olayları geniş açıyla seyredebilmek basîretinden, bilimden, insanı tanımak mârifetinden uzak kalmış beyinlerin, gördüğü ve işittiği kadar fikir yürütmesi dolayısıyla ortaya çıkan acı tablo!.

"ONLARIN BEYİNLERİ VARDIR; DÜŞÜNMEZLER!".

târifiyle anlatılan kişiler!.

Sanırım hayatta en güç iş, böylesine ilkel kalmış beyinleri, böylesine çalışmamaktan paslanmış beyin hücrelerini, tefekküre sokmak, bir takım gerçekleri görüp idrâk düzeyine gelmelerini sağlamaya çalışmaktır!.

Önce bunlara, Evrenin, varlığın yapısını idrâk ettireceksiniz...

Sonra, İnsanın yapısını, çalışma sistemini idrâk ettireceksiniz. Sonra Dünya'nın yapısını, âkibetini anlatıp idrâk ettireceksiniz. Sonra dünyaya bağımlı kalan insanın sonunu izah edeceksiniz. Sonra, insanın ruhunun oluşumunu, özellikle, bedensiz kaldıktan sonra ne gibi şartlarla karşılaşacağını açıklayacaksınız. Bütün bunlardan sonra ruhun kendini kurtarabilmesi için ne gibi çalışmalar yapması gerektiğini anlatacaksınız.

Daha sonra Hazreti Rasûlullah Aleyhis-selâm’ın vahiy yoluyla edinip insanları uyardığı esasları hangi bilimsel gerçeklere ve gerekçelere dayandığını açıklayacaksınız. Ve nihâyet Kur'ân-ı Kerîm'de bu gerçeklerin nasıl anlatıldığını misâllerle basiretlerine sunacaksınız!. 

Bütün bunları yapabilmek için de, evvelâ kendiniz böylesine yetişmiş olacaksınız!.

Deveye hendek atlatmak, diye bir tâbir vardır; herhalde binbir deveye hendek atlatmak; düşünme kâbiliyetini yitirip, şartlanmalar pasıyla sâbitleşmiş beyin dişlilerini harekete geçirmekten çok daha kolaydır!. Ama gene de tevfik Allah’tan deyip işe koyulmak gerek!.

Evet, bu kitapta, detaylarda boğulmadan, ana hatları ile bütün bunları elimizden, geldiğince, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Her şey anlattığımız, açıkladığımız kadar mıdır?..

Asla!.

 Eskilerden, bizim anlattığımız şeyleri keşif yoluyla, fetih yoluyla bilen zevât vardı. Ancak, o günün ilim düzeyi bu gerçekleri anlatmaya yeterli olmadığı için, mecâzların, misâllerin dayandığı gerçekleri bu şekilde dile getirememişlerdi.

 Bugün lûtfu ilâhi ile bize açılan öyle hususlar mevcuttur ki, henüz onları açıklamamız mümkün değildir!.

 Ancak bazı yeni gelişmelere dayan hususları da bir miktar "TEK'İN SEYRİ" kitabımıza aldık...

 İnşâallah, ilerideki yıllarda daha büyük ilmî gelişmeler olursa, bu hususları da açıklamak bize nasip olur!.

Bir an için inkâr etmeyi bırakıp, düşünün...

Şartlanmalarınızı kısa süre için yanınıza koyup objektif olarak anlatılanlara yönelin.

Bir düşünün...

Şâyet, Ganj kıyısında doğup büyüse idiniz, “Kutsaldır Ganj” deyip; içine saatte 120 ton lağım boşalan sularına girip, arınma-paklanma ibadetinde bulunacak mıydınız?.. Ya da Kotango kabilesinde doğup büyümüş olsaydınız, gene ibadet gayesiyle “Ulu Manitu” için elinizde balta belinizde saçak otlar bir totem etrafında dönmeyecek miydiniz?..

Neyse ki, bugün buradasınız ve bunları yapmıyorsunuz!

Size bu kitapta, insanın içinde olduğu tüm sistemi anlatmaya çalıştık. Esasen konu böyle bir kitaba sığmayacak kadar geniş!. Ne çare ki bu kadarı bile düşünmeye alışmamış, günlük meseleler içinde yorulmuş, bunalmış beyinler için ağır gelecektir.

Eskiler, "bütün âlem bir hayâlden ibarettir" demiş!. 19. yüzyılın koyu maddeciliği,MADDECİ” görüşe dayalı biçimde düşünülen “PANTEİST” düşünce günümüz bilimi yanında, eriyen buzun buharlaşması gibi tükenip bitmek üzere.

Düşünen beyinler katında, evren, gerçekliği itibariyle bir hayâl hâline geldi. Ama öyle bir hayâl ki, içindekiler ebeden onu gerçekmiş gibi yaşayacaklar!.

Din, tasavvuf yönüyle bütün bu meseleleri halletmiş!.

Ne çare ki, tasavvufun ne olduğunu bilmeyen çok büyük yığınlar, asırların kendilerine ulaştırdığı bu nimetten mahrumlar!. Bazı batılı düşünürlerden bu gerçeklerin kırıntılarını alıp, onları baştâcı ederken; kendilerindeki hazinelerin adını bile duymamışlar.

(*) İNSAN VE SIRLARI- Ahmed Hulûsi

ara.jpg (366 bytes)

2000 yılının eşiğinde olmasına rağmen, el'ân, Hazreti Muhammed'den önceki, gerçekleri görememe devrini yaşamaktadır!.

 ara.jpg (366 bytes)

 

İNSANLIK, HÂLÂ, HZ.MUHAMMED’DEN ÖNCEKİ

“GERÇEKLERİ GÖREMEME DEVRİ”Nİ YAŞAMAKTADIR!

İnsanlığın içinden sivrilen çok ender, beyinler dolayısıyla teknolojik bir sıçrama olmuş ve aya gidilmiş, Plütona uzanan uydular atılmış ise de; gerçekte, genel seviyesi itibariyle toplumlar hâlâ yüzyıllarca mâzide yaşamaktadırlar.

İster Amerikan toplumu için olsun, ister Sovyet toplumu için olsun, ister Japon toplumu için olsun bu böyledir!.

Yiyen, içen, zevk aldığı şeyler peşinde koşan, seks yapan, daha fazlasına sahip olmak için elinden geleni ardına koymayan, korktuğundan kaçıp sevdiğine erişmek için didinen; toplumun şartlanma yollu güttüğü insan! Asırlar ve asırlardır bu böyle süregeliyor!.

Bu süregelen gerçeklere insanın hakîkati ve gideceği yer itibariyle işaret etmiş olan son derece yüce insan Hazreti İsâ aleyhis'selâm!.

Allah bize değerini idrâk ettirsin. Ama ne çare ki 2000 senedir geçen milyonlar içinde hesaba ve kıyasa girmeyecek kadar az sayıda insan O'nu anlayabilmiş!. Sözlerine kulak vermiş!

Milyarlık Hıristiyan kitlesinden sözediliyor günümüzde, oysa Hıristiyanların hiç birisi Hazreti İsâ'ya kulak vermiş değil!. O'nun ne dediğini anlamış değil!.

Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın bildirdiği üzere, kendisi hâlen yaşamakta olduğu âlemden geri dönecek, bir süre aramızda yaşayacak halkın yanlış anladığı gerçeklerin doğrusunu açıklayacaktır.

Ve insanlığa O'nun, gelişini müjdelediği zirvedeki insan:

Hazreti Muhammed Mustafa salla'llâhu aleyhi ve sellem!.

Olağanüstü bir beyin kapasitesi ile yaratılmış. İlâhi lûtuf ile insanların ve dünyanın gelecek aşamaları kendisine seyrettirilmiş. Mi'râc olayı ile boyut sıçraması yapıp, cennet ve cehennem yaşamlarını müşahede etmiş. Ve nihâyet tüm yaşamını, insanların gelecekte karşılaşacakları olaylara karşı almaları icabeden tedbirleri anlatmakla değerlendirmiş bir Zât!

Geçmiş sayısız Nebi ve Rasûller insanlara özetle şunu vermeye çalışmışlar:

“Sayısız putlara ve hayâlî TANRILARA tapınarak ömrünüzü boş ve faydasız şeyler ile harcamayın; âlemlerin, kâinatın, yerlerin ve göklerin yaradıcısı olan ALLAH'a ibâdet edin. Kimseye kötülük yapmayın, elinizden geldiğince insanlara hizmet edin. ALLAH'ın ne olduğunu tanımaya çalışın ki, O'nun halifesi olan kendinizde mevcût olan sayısız cevherleri değerlendirebilesiniz!.

İşte bu temâ, Hazreti İsâ Aleyhisselâm'da son haddine varmış ve şöyle ifade olunmuş:

-Göklerin krallığına inanıyorsan, benimle beraber olmak istiyorsan, her şeyini terket ve benimle gel!.

Göklerin, yâni ölümötesi ebedî yaşamın krallığından sözeden Hazreti İsâ aleyhisselâm, özellikle dünya krallığı peşinde koşan ve sadece yahûdî asâletine inanan ilkel beyinler tarafından kabûl edilmemiş; sayısız çilelere katlanmış ve nihâyet mûcizevî bir olayla dünyadan ayrılmıştır.

Ve O'nun, gelişini müjdelediği Hazreti Muhammed aleyhisselâm!.

Dünyaya ve ölümötesine dair hiç bir gerçeğin eksik bırakılmadığı bir kitabı, insanlığa sunan Zât!.

Gerçek yaşamın dünya hayatı değil, ölümötesi ebedî yaşam olduğunu bütün yönleri ile açıklayan; ölümötesi yaşamın bütün aşamalarını teferruatıyla târif eden eşsiz insan!.

Allah'ın hükmü ve takdiri sonucu 1400 sene öncesinin çöl toplumu içinde dünyaya geliyor ve onlara hitap etme mecburiyeti içine, insanlığa gerçeğin mesajını ulaştırma görevini yükleniyor.

İlâhi seçim ve takdir sonucu, geleceğin getireceği tüm gerçekleri göreceksiniz ve geleceğin sayısız tehlikelerine karşı insanlığı uyarmak görevini yükleneceksiniz... Ne yazık ki insanlık sizi anlama basîretinden son derece uzak olacak!.

Gerçekleri anlatmaya kalksanız, akıllar-hafsalalar sizi değerlendiremeyecek ve sizi inkâra gidecekler!.

Anlatmaya çalıştınız!.

Akılları reddetmesin, hafsalaları isyân edip mahrum olmasınlar diye meselelere ancak misâl yollu, mecâz yollu, benzetme yollu yaklaşıp, geleceğin tehlikelerinden söz edeceksiniz!.

Ve buna rağmen inkâr edileceksiniz!.

Mecnûn, deli, diyecekler!.

Büyücü diyecekler!.

Cinler zaptetmiş, onlar konuşturuyor, diyecekler!.

Siz, insanlığın içine gitmekte olduğu ateşi görüp, onların kendilerini, tedbir almayarak ateşe atmalarından büyük üzüntü duyacaksınız; onlar ise sizinle alay edecekler!.

Acaba kim katlanabilir böyle bir olaya???.

Ve bırakın o günküleri bir yana....

Acaba bizler, fark edebildik mi gerçekleri 2000 yılının eşiğinde?

İlmin tüm verilerine rağmen!. Resûl-i Ekrem’in 1400 yıl öncesinden bizi uyarmak için elinden geleni yapmasına rağmen!.

Bizim anlayışımıza göre, insanlık 2000 yılının eşiğinde olmasına rağmen, el'ân, Hazreti Muhammed'den önceki, gerçekleri görememe devrini yaşamaktadır!.

ara.jpg (366 bytes)

 

BİLİM İLE “KURÂN VE RASÛLULLAH

KAYNAKLI DİN” ARASINDA

HİÇBİR ÇELİŞKİ YOKTUR!

Geçmişte Din yani Hz.Muhammedin aleyhisselâm açıklamaları o günkü toplumların ilim seviyesince yeterince anlaşılamayacağı için çeşitli mecazlarla sembollerle anlatılmıştır .

İnsanlar bu mecazlar ve sembollerin şekli ifadesinde kaldığı için de yaşamın somut gerçekleriyle bunları bağdaştıramamış, birleştirememiş; dolayısıyla Din ayrı bir şey- bilim ayrı bir şey zannedilmiştir.

Fakat bizim bugün bu yaşadığımız devirde yaptığımız araştırmalar şunu gösteriyor ki Hazreti Rasûlullah’ın mecaz veya sembol yollu anlattığı herşey esasında tamamen yaşamın bilimsel gerçeklerine dayalı onları temel alan esaslardır!.

Yani Allah, ezelde bir Düzen, bir Sistem yaratmıştır.

Hazreti Rasûlullah bu Sistem ve Düzeni okumuştur, vahiy yollu olarak ve bu Sistem ve Düzen’e göre insanlara çeşitli öneriler iletmiştir!

Allah’hın takdir ettiği “Sistem ve Düzen”e dayalı olan bu teklifler, tamamen bilimsel temellere ve esaslara dayanmaktadır!.

Dolayısıyladır ki bugün artık Din ve bilimin ayrı bir şey olduğunu söyleyen kişi, ne Din’i bilen ne de bilimi bilen bir kişidir.

Eğer bir kişi gerçekten bilimin ne olduğunu bilse İslâmiyette anlatılan “Allah” ismiyle işaret edilen varlığın ne olduğunu bilse, Din ve bilimin iki ayrı bir şey değil; Din’in tamamen bilimsel esaslara göre düzenlenmiş olan bir şey olduğunu farkeder!.

Kurân ve Hazreti Rasûlullah kaynaklı Din ile bilim arasında hiçbir çelişki yoktur; bunu herzaman isbat etmeye hazırım!

Ahmed Hulûsi

yazdir

 

www.allahvesistemi.org