AHMED HULÛSİ’DE

KAVRAMLAR

 

AV. ASUMAN BAYRAKÇI

www.allahvesistemi.org

 

   Yayınlarımızın Telif Hakkı Yoktur. Sitemizdeki tüm bilgiler, Hz. MUHAMMED'in (aleyhisselâm) bildirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edilenin hakikatinin ne olduğunun öğrenilmesi ve "DİN" denilen yaşam sisteminin bu vizyonla değerlendirilebilmesi için, tüm insanlarla karşılıksız paylaşılmak üzere hazırlanmıştır. Tüm yayınlarımızı ücresiz okur; dinler, bilgisayarınıza indirebilir, çoğaltabilir; YAZAR ve KAYNAK BELİRTMEK ŞARTIYLA her yoldan bütün çevrenizle paylaşabilirsiniz. Allah ilmine karşılık alınmaz. Prensibimiz maddî ya da manevî karşılıksız paylaşımdır.

 

FİİL

Bir mânânın beş duyuya hitap eder şeklide ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz..

hf

BÜTÜN FİİLLER

99 İLÂHİ İSİM OLARAK ADLANDIRILAN

MÂNÂ GRUPLARI BÜNYESİNDE OLUŞUR

Varlıktaki bütün fiiller doksan dokuz ilâhi isim olarak adlandırılan, mânâ grupları bünyesinde oluşur. Bu açıdan bakılınca evren tümüyle bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile çıkmış hâlinden başka bir şey olmaz.

Meseleyi biraz daha açmak gerekirse; ister beş duyuyla tespit sahamız içinde kalsın, isterse de mevcut algılama sistemimizin dışında olsun, bir şey hariç olmamak üzere herşey, bu ilâhi isimlerin mânâlarının kuvveden fiile dönüşmesinden başka bir şey değildir.

hf

FİİL,

MÂNÂDIR

MÂNÂNIN TA KENDİSİDİR!

Varlıkların meydana gelişiyle, bu varlıkların meydana gelişinin tabii sonuçları olarak onların fiilleri meydana gelir...

Daha açık bir ifadeyle anlatmaya çalışalım...

Fiiller, belli bir mânânın dışarıdan algılanan şeklidir!.

Belli bir mânânın varoluşunun doğal sonucu ve algılanış şekli, fiildir!. Yani, her fiil, gerçeğiyle, mânâdır!..

Dikkat ediniz, “mânâ ihtiva eder”, demiyorum!.. Birimin algılama şekline göre, “mânâ ifade eder”dir, bunun anlamı, ama ben bunu demiyorum!.

Fiil, mânâdır; mânânın ta kendisidir!.

O “mânâ”, algılama aracına bağlı olarak “fiil” şeklinde değerlendirilir!.

İşte burayı çok iyi anlamak lazım... Çünkü, çok ince bir “sır”dır bu; ve konunun önemli “püf” noktalarından bir tanesi de burasıdır!.

Esas varolan mânâdır!.

Mânânın, fiil şeklinde algılanışı, algılama aracı dolayısıyladır!.

Bir fakire merhamet edip, acıyıp, verdiğin sadakada, fiili “sadaka vermek” diye târif ederiz.fakat burada sadaka vermek fiili ile merhamet aynı noktadan çıkmaktadır. Çünkü sendeki merhamet duygusu yani merhamet isminin karşılığı olan mânâ, fiil düzeyinde o kişiye o nesneyi verme şeklinde görünür. Yani netice olarak mânânın fiile dönüşmesi belli bir isim olarak sanki fiil mânâdan ayrı bir şeymiş gibi görüntü meydana getirir.

Bir mânânın beş duyuya hitap eder şeklide ortaya çıkışına “Fiil” diyoruz... Yani beş duyuyla tespit ettiğin her oluş, bir fiildir. Ve bu fiile de bir isim verilir. O isimle bir mânâyı kendi içinde taşır ve dolayısıyla isme bağlanır. Netice olarak isim ve fiil aynı mânâya işaret eder.

hf

FİİLLER,

 MÂNÂLARIN YOĞUNLUK KAZANMIŞ BİR HALDE

DUYULARA HİTABIDIR

Gözün algılama kapasitesi, normal bir insan görüntüsü imajını meydana getirirken, röntgen ışınlarıyla bakış bir iskelet yapının varlığını iddia etmemize yol açar; kızıl ötesi ışınlarla bakışımız ise ışıksal yapıdan müteşekkil varlıklar müşahede etmemize yol açar.

Oysa varlık tümüyle, gerçekte bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılması sözkonusu olmayan, başından ve sonundan söz edilemeyen bir varlıktır.

Çokluk gözüyle, daha açık bir ifadeye beş duyu kaydında olarak varlığını tespit ettiğimiz her nesne, esas oluşu itibariyle  ilâhi isimlerin mânâlarının değişik terkipler şeklinde yoğunlaşmasından başka bir şey değildir. Bu varlığın benliğini büründüğü sayısız mânâlar, “ilâhi isimler” olarak târif edilmiş.

Burada dikkat edilecek nokta “benliğini bürüdüğü” kelimeleridir. Her ne kadar büründüğü mânâlar, kendinde olmadığı ve kendinden ise de, kendisi o mânâlarla kayıtlı olmadığı için, “bürünme” tâbirini kullanmak zorunda kalıyoruz.

“Fiiller” diye anlatılan bütün oluşlar, mânâların yoğunluk kazanmış bir halde duyulara hitâbından başka bir şey olmadığından ve duyular dahi, bu mânâlardan meydana geldiğinden; varlık tümüyle bu mânâlardan başka bir şey olmamış olur!

hf

DEĞİŞİK FİİLLERE İSİMLER VERİYORUZ…

YANİ İSİMLER,

  FİLLERDEN DOĞUYOR

Bütün mânâlar tek bir Ruh’ta mevcuttur. Tek bir ruh vardır!

Bu tek ruh, değişik özellikleri veya değişik kâbiliyetleri veya değişik ortaya koyabileceği şeyler dolayısıyla, ayrı ayrı varlıklarmış gibi mütalâa edilmektedir. Halbuki mânâ yapı tek, varlık da tek!

Bu tek olan varlık, değişik oluşlar meydana getiriyor... TEK’ten çok özellik sonucu, çok şey seyrediliyor ve çok varlık var sanılıyor.

Buna misâl yollu şöyle yaklaşalım..

Şimdi, Ahmed diyoruz… Ahmed dediğimiz tek bir varlık değil mi?..

Ahmed’in cömertliği var, Ahmed’in yürekliliği var, Ahmed’in boynu büyüklüğü var... Şimdi cömertlik, cesurluk, düşüncelilik dediğimiz hep aynı Ahmed’e ait değil mi?

Evet!

Peki bu ayrı ayrı mânâlar, Ahmed’de ayrı ayrı mânâ yapılar olarak mı var?.. Yâni, bu isimlerin mânâları ayrı ayrı mânâlar olarak mı var Ahmed’de?

Hayır!

Değişik olarak ortaya koyduğu fiillere verdiğimiz isimler bunlar!

Eğer bir olay gördüğü zaman, o olaya arkasını dönüp gidiyorsa, korkak diyoruz…. Yâni isimler, fiillerden doğuyor! Ahmed’in ortaya koyduğu mânâ, ortaya koyduğu fiil, bir mânâ ile yorumlanıp, onda bu mânâ da vardır deniyor...

Eğer ki isimleri kaldırırsan varlık tek olarak gözükür! Varlığın tekliğini müşahede edersin!

Eğer isimleri kaldırmaz da; yâni fiillere nisbetle isim vermede devam edersen, çok mânâlar varmış gibi gelir; çok isimler varmış gibi olur!

hf

FİİLLER,

 İSİMLERİN MÂNÂLARININ GELİŞ ŞİDDETİNE GÖRE

AÇIĞA ÇIKIŞIDIR!

Her zerrenin, zâtıyla, sıfatıyla, esmâsıyla ve efâliyle Hak’tan gayri bir şey olmaması hasebiyle, “beyin” ismi altında da, zâtıyla sıfatıyla, esmâsı ve efâliyle Hak’tan gayrı bir şey mevcut değildir. Çeşitli ilâhi isimlerin mânâlarına karşılık olan beyin devrelerinin açılışı ve faaliyete geçirilişi, ancak beynin ilk oluşum devresi için sözkonusu.

Az önce dedik ki, taş, yıldız, hayvan gibi isimlerin ardında, Hakk’ın varlığından başka bir şey mevcut değildir!. Bir yıldız ya da takımyıldız, “burç” dediğimiz sistemler dahi belirli mânâları ihtiva eden yoğunlaşmış kitleler.

Böyle olunca, belirli bir mânâyı hâvi olan kitlelerin yaydığı radyasyon, oluşması devresinde beyinde, kendi yapısına uygun mânâların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu radyasyonlar beyne ulaştığı zaman, kendi anlamı türünden bir çalışma tarzını beyinde meydana getirir. Ve beyinde oluşturduğu mânânın neticesini de biz “fiil” ya da “düşünce” şeklinde o birimde müşahede ederiz!.

Beyinde, belirli tesirlerin gelişiyle birlikte, belirli bir çalışma başlıyor. Bunun sonunda o da, ‘’mânâ’’, ‘’fiîl’’ şeklinde ortaya çıkmış oluyor!. Gelen ışınım beyinde meydana getirdiği kendi mânâsına uyan çalışmayla, kendi anlamında olan bir fiilin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Hangi tür mânâ, oluş sırasında beyne gelmişse, beyin daha sonraki yaşamında, faaliyetinde ona uygun mânâları ortaya çıkarıyor.

Doğum tarihi ve saati itibariyle beyin ilk tesirleri aldı. Böylece bu tesirlerin mânâları istikâmetinde beyinde âşikâre çıkacak kâbiliyet oluştu. Bu kâbiliyet ile o beyin de Hak Teâlâ isimlerinin anlamlarını andıran mânâları fiile dönüştürmeye başlar. Yâni, o beyinden sâdır olan fiiller; o isimlerin mânâlarının, geliş kuvvetine göre o mahalden çıkışından başka bir şey değildir!

hf

 

VARLIK, ORİNİJİNİNDE, ZÂTI  İTİBARİYLE

O MUTLAK VARLIK OLMASINA RAĞMEN,

O SÛRETLERİN ŞARTLARI İÇİNDE

O FİİLERİ ORTAYA KOYMUŞTUR

Biraz önce vurgulamıştım ki; hangi özellik ve mânâları ortaya koymayı murad ettiyse, o özellik ve mânâlara uygun sûretlere bürünmüş ve o sûretlerin kendi şartları içinde bir takım fiilleri ortaya koyma yoluna gitmiştir.

Varlık, orijininde, zâtı itibariyle O mutlak varlık olmasına rağmen, o sûretlerin şartları içinde o fiilleri ortaya koymuştur.

İş bu yüzdendir ki, "İlâhi kanunlar" denen evrende geçerli sistem, o muhteşem mekanizma:

"Velen tecide lisünnetallahi tebdilâ."

"Allah`ın varediş sisteminde, kanunlarında, asla değişiklik olmaz!" (48/23 )

âyetinde belirtilen bir biçimde asla değişmez!.

"Doğa kanunu" da diyebileceğin “sistem”, 0 mutlak kanun koyucunun, sistem oluşturucunun dilediği bir biçimde hükmünü icra eder.

Yani, bir diğer anlatım ile;

Sebepler âlemi içinde yaşanılmaktadır... Varlık, tümüyle O`nun varlığından ibaret olmasına rağmen, yaşam tarzı, "O"nun içinde bulunduğu sûretin şartlarını yaşaması, ortaya koyması dolayısıyla, "Hikmet âlemi veya sebepler âlemi" biçiminde bir oluşum meydana getirmiştir.

Bundan dolayı da her birim, kendi yapısının, varoluş kapasitesinin içinde bir takım şeyleri oluşturmak mecburiyetindedir.

İşte, her bir birimin, takdir edilmiş bulunan bir özellik ve mânâyı ortaya koyması:

" Biz her şeyi kaderiyle halkettik". (Kamer 49)

 âyetinde vurgulanmıştır.

Ayrıca, bu hususu izah eden önemli bir açıklama da, Rasûlullah tarafından şöyle açıklanmıştır:

"Herkes ne için yaratıldıysa ona o kolaylaştırılır!."

Yani, hangi gaye için meydana getirildi ise o birim, o gayeye göre programlanmıştır. O programın gereği de, gereğini yapmak da ona kolay gelir ve onu yapar!.

Bu gerçeği bilmeyen, birime dışarıdan bakan kişi ise, "bu kişinin kendine özgü bir iradesi var ve bu irade ile bunları yapmaktadır." deyip; orada bir irade-i cüz`ün olduğunu var sayar... Halbuki, o, irade-i cüz denen şey, gerçekte, irade-i Küll`ün tâ kendisidir.

Külli programın, o birimden ortaya çıkması hâlinde aldığı isim "irade-i cüz"dür.

hf

HER AN, BÜTÜN ÂLEMLERDEKİ

TÜM FİİLLERİN YARATICIXI

ALLAH'TIR

Allah'ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın "hikmet"tir!

Mâdem ki, Allah, bütün âlemleri, kendi sayısız-sınırsız ve sonsuz esmâsını seyir için meydana getirmiştir. Her an, bütün âlemlerdeki tüm fiillerin yaratıcısı Allah'tır. Öyle ise, O'nun bütün yaptıkları "Hakîm" isminin gereği olarak bir hikmete dayalıdır ve yerli yerindedir!

"Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir ol öyle,

Bak sonuna, sabreyle,

Görelim mevlâ neyler,

Neylerse güzel eyler!

"Beyitlerinde Erzurumlu İbrahim Hakkı rahmetullahu aleyh bu hususa işaret ederek, yersiz bir şeyin olmadığını her şeyin yerli yerince meydana geldiğini anlamak ister.

Esasen, gerçekte ise olay, “mâsiyet” ve “tâat” kavramlarının çok ötesinde; Allah'ın, "lâ yus'âl" olarak dilediğince fiilini ortaya koymasıdır ki, biz buna "hikmet" deriz.

Gerçektir ki, Allah "hikmet" ile kayıt altına girmekten de münezzeh'tir!

Bu hususu da çok iyi idrâk etmek mecburiyetindeyiz.

hf

RASUL VE NEBİLERDEN ÇIKAN FİİLLER

TERKİBİYET HÜKMÜNDEN ÇIKMAZ.

BU NEDENLE DE O FİİL ALLAH’A BAĞLANIR!

Nefis, tümüyle Rabbın zuhuru!

Daha evvel anlattık!..

Dedik ki:

"Nefis" dediğimiz, "nefs" kelimesiyle kastedilen şey, sende mevcut olan "Rububiyet" hükmü olan "esmâ terkibin"dir!

Yani, terkibin mâhiyetinin ve hakîkatının Hak olması; ve birimsel mânâda da bu Hak'tan terkib oluşu dolayısıyla; "nefs" adıyla kastedilmesidir dedik. Yani, "nefs"ten murad Rab’tır. Nefsine tâbi olan Rabbına tabî olmuş olur!.. Ki bu da onun tabii zikri olur. Demek ki bir fiil gördüğümüzde, bu fiil, terkibiyet hükmünden çıkıyorsa ki; genellikle böyledir, dolayısıyla o fiîl nefisten gelmektedir!.,.

Eğer herhangi bir fiîl terkibiyet "hükmünden" çıkmıyorsa ki; Nebi ve Rasûllerden meydana gelen bütün fiîller terkibiyet hükmünden çıkmaz, çünkü velâyette "ölmeden önce ölme" dediğimiz hal var; "Ölmeden evvel ölmek" dediğimiz hal ile birlikte fiîl, artık kişiye bağlanmaz, Allah'a bağlanır!..

hf

NEBİ,

EDEB OLARAK,

 FİİLİ NEFSİNE BAĞLAR!

Ölmeden evvel ölmek” ne demek?

Onun ilminde terkibiyet hükmünün kalkması demektir!.. Terkibiyet hükmünden doğan fiil kalkıp da, o fiil Allah’a bağlanırsa, velâyette; bir nebîdeki fiîl nefse mi bağlanır?.. Ama buna rağmen bir nebî, herhangi bir fiîli edep olarak nefsine bağlar; Allah’a demez ki, “sen meydana getirdin bu fiîli, yerli yerincedir!..Çünkü, gerçekte, terkip hükmü kalkmaz! Terkip hükmü ebedî olarak kalkmaz!

hf

HER FİİL

MUTLAK KEMÂLDEN İBARETTİR

İlâhi isimlerin mânâlarının âşikâr olmaması hâlinden doğan veya algılayacağımız kuvvetle zâhir olamamasından doğan târifleri, tâbirleri nereye ve neye bağlayacağız, nasıl bunlar meydana gelmiş olacak?

Bu ilâhi isimler “Esmâ-ül Hüsnâ”da da görüldüğü gibi belli ana mânâları mutlak varlığa lâyık olan bir biçimde, şekilde ortaya koyar, târif eder; bunun zıddı olan mânâlar, meselâ Nur’un zıddı olan “zulmet”; veya ilmin zıddı olan cehâlet gibi vasıflar aslında var olmayıp, ilâhi murad gereği olarak; tecellilerin, veyahut ta ilâhi isimlerin terkipleri dolayısıyla varmış gibi görünen algılamalardır, mânâlardır... Ve bu mânâlar dahi birer hikmettir!.

Herhangi bir hâlin noksan olarak kabul edilmesi, terkibe göredir!. Allah’a göre ise, her fiil mutlak kemâlinden ibarettir!. Zulmet dediğimiz şey dahil!.

hf

FİİLİN İÇİNDE

MÂNÂ MEVCUTTUR

“Yâ Gavs-ı Â’zâm. İNSANI meydana getirdim beni hâmil olması için... Ve kâinatı da, İNSANI hâmil olması için meydana getirdim!”

“Beni hâmil olması” beyânından murad, maddi ya da fiziki taşıma değildir elbette ki. “Varlığında barındıran” anlamında.

Ancak unutmayalım ki, bir insan var, bir de ondan ayrı bir mekânda veya boyutta mevcut Tanrı var da; birincisi ikincisini bünyesinde barındırıyor, değil!

Bir fiilin, o fiilli oluşturan mânâyı hâmil olması gibi bir taşımadır burada kastedilen mânâ. Yani, mânâ fiilin içinde nasıl mevcut ise, İNSAN’ın da rabbini hâmil olması öylecedir.

Yoksa, olayı mekân ve madde boyutları içinde anlamak son derece ilkel ve yetersiz bir düşünce şekildir. İnsanın, ilâhî isimlerin zuhûr mahalli olması, yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir, mecâzî bir anlatım ile.

hf

ALLAH İNDİNDEKİ ZAMAN BOYUTUNDA

(DEHR’DE)

FİİL SÖZKONUSU DEĞİLDİR

DEHR” ise daha önce naklettiğimiz kudsî hadiste açıklandığı üzere Allah’tır.. Öyle ise,”AN” gerçeği itîbariyle Allah katındaki zaman birimidir!.. Ve bu zaman birimi ancak “zât” ve “sıfat” tecellileri mertebelerine erişmişlerce bilinebilir..

Yoksa avâmın şartlanma yollu, beş duyu kaydından dolayı var kabullendiği zaman anlayışı ile burada kastedilen “AN” mânâsını anlayabilmek mümkün değildir..

Avâma göre zaman, fiiler mertebesinde olayların birbiri ardına dizilmesi sebebiyle birinin diğerine karşı durumuna verilen hükümdür..

Bu boyutta ise fiil sözkonusu değildir!..

Bu ancak, “zâti ilmin kendine nazarı” diye târif edilebilir.

Kendine nazarı da,

zâtına nazarı,

varlığına nazarı,

kendindeki mânâlara nazarı olmak üzere, üç ayrı bölümde incelenebilir…

Zâtına nazarı, zât mertebesini;

sıfatına nazarı, bu belli sıfatlarını bilmeyi;

mevcut olan mânâlarına nazarı da esmâ mertebesinin tabîi ve zarûri sonucudur ef’âl mertebesi! Çünkü mânâlar mutlaka, kendi mânâları istikametindeki fiilleri doğururlar!.

hf

HER FİİL,

HİKMETTİR

Allah’ın fâili hakikî olarak meydana getirdiği tüm fiiller, hiç bir ayırım sözkonusu olmaksızın “hikmet”tir!.

 

hf

HER FİİL,

ALLAH’IN DİLEMESİYLE YARATILMIŞTIR!

Âlemlerin Rabbı olan Allah, yarattığı âlemlerde Zâtı ile mevcuttur!.

Bu âlemlerde, her zerrede, kendinden gayrı bir varlık olmadığı gibi; kendi mânâlarını da gene kendisi seyretmededir!..

Öyleyse ”yaratma” dediğimiz olay, mânâların fiiller mertebesinde aşikâre çıkışıdır!.

Fiiller mertebesinde aşikâre çıkan her bir fiil yaratılmıştır!

Yaratılmış çeşitli isimler alır.. İnsan, maden, hayvan vs. . Ve bunlar, bütün yaratılmışlıklarına karşılık, varlıklarını tümüyle Hak’tan alırlar!.Hakk’ın varlığı ile kâimdirler.

Hakk’ın varlığı ile kaim olmaları, kendilerinde “Kayyum” isminin mânâsının mevcut olmasındandır!.

Her biri, kendi yönünde ne yapması gerektiğini bilir!. Çünkü, ”Alim” ismi de kendilerinde mevcuttur!.

Ancak bu isimlerin o fiil mahallinde aşikâre çıkmaları, o mahallin “kâbiliyet ve istidadına” yani bu mânâları aşikâre çıkarmada pay alışına; hisse alışına göredir!.

Her bir mânâ, neyi gerektiriyorsa, o mânânın gerektirdiği fiil oradan aşikâre çıkar. Bu fiillin ortaya çıkması da “Allah’ın dilemesi”nden başka bir şey değildir!.

Fiil mertebesindeki fiilleri meydana getiren fail, o fiillerin mânâlarıdır ki; o mânalar, O Zâtın kendinde bulduğu mânâların ortaya çıkıp çıkmaması ile alâkalı olan mânâlardır... Yani belli ilâhi isimlerin mânâlarının âşikare çıkması veya çıkmasındaki şiddeti zuhuru, neticede bu fiilleri meydana getirmiştir.. Ki bu da dilemesine bağlıdır!

hf

FİİL OLMADIĞI SÜRECE

MÂNÂLAR BÂTINDADIR!

(ÖZÜNDEDİR)

İsimlerin varlığı aslında fiile dayanır!. Fiil olmadığı zaman, ismin mânâsının varlığı da kalmaz!.

Allah’ın isimleri olması, varlığın varolmasından sonradır bir başka anlamda!.

Varlık varolmadan evvel yâni fiiller boyutu olmadan evvel, isim boyutu da yoktu zaten; isim boyutu olmadığı gibi o mânâlarda yoktu!.

Bu mânâlar yoktu sözünü, tasavvufta nasıl ifade ediyorlar, mânâlar bâtındaydı diyorlar! Kendindeydi, özündeydi!

“Özündeydi” hükmünü de nereden veriyorsun?...

Fiile dayanarak veriyorsun.. Fiil olmayınca, zaten o mânâ olmayınca mânâ yok hükmündedir. Mânâlar sonradan varolmuştur.

hf

FİİLLER

YA İDRAKA DAYANIR …

YA DA KORKUYA

Fiiller ya idrâka dayanır, ya korkuya yâni vehme dayanır! İdrâkında meydana getirdiği teslimiyet vardır, korkunun da meydana getirdiği teslimiyet vardır...

Neticede teslimiyet oluşur ama; temelinde ne var?.. İdrâk mı var; yani o şeyin öyle olmasını idrâk etmen dolayısıyla mı teslim oldun; yoksa korkuyla mı oldun?..

Nitekim insanların Allah’ın emirlerine teslimiyeti iki yönlüdür... Bir nebînin, bir velinin ilâhi emirlere teslimiyeti idrâk yolludur...

Mühim olan, senden meydana gelecek olan teslimiyetin veya senden meydana gelecek fiillerin, duygu yoluyla değil yani vehmin hükmüyle değil; idrâkının hükmüyle olmasıdır! Gaye, neticede, bu idrâka gelmektir; bu idrâka gelmek için de o aşamadan geçmek lâzım...

hf

KİŞİNİN ÂLEMİ

FİİLLERİNİN GEREKTİRDİĞİ YERDİR

Bkz. F / Fıtrat /Tüm yaratılmışlar fıtratlarına göre tekâmül eder ve tekâmüllerinin sonunda da asıllarına rücu ederler

hf

EYLEMLER,

ESMÂLARIN KUVVEDEN FİİLE DÖNÜŞMESİYLE

 MEYDANA  GELİR

Varlıkların aslı-orijini, a’yânsâbitedir. Her şey esmâ boyutundan kaynaklanan esmâ terkibi... Bu esmâların çıkış noktası a’yân-ı sâbitedir.

A’yânsâbite bir boyuttur. Bu boyut ilmin enerjiye dönüş noktasıdır.

Enerji başlangıç noktasından doğar… İlim ile enerji, Evren boyutuna dönüşür. İlim boyutu, Evren enerji boyutunda yoğunlaşınca makro kozmosa dönüşür. Bu olay bizim mikro yapımıza da uygundur..

HİÇLİK noktası, Mutlak Varlıktaki AHADİYETe gelir. Önce HİÇLİK, sonra BEN noktasına gelinir. O nokta yani Vâhidiyet noktasında değişik özellikleri hissedersin. Bu nokta, Esma noktasıdır. Sıfatlarında bulduğun kendinde bulduğun özelliklerin kuvveden fiile dönüşmesi, Esma boyutunda olur. Esmalar kuvveden fiile dönüşerek eylemleri meydana getirir.

hf

FARKLI MÂNÂLARI ORTAYA ÇIKARABİLMEN,

 ANCAK FİİLLE MÜMKÜN!

Bu terkip dışı mânâları ortaya koyabilmek de ancak fiille mümkündür. Çünkü isim eşittir fiil dedik!.. Fiil isimdir, isim fiildir! Dolayısıyla sen o fiili ortaya koymadıkça, o ismin mânâsını ortaya koymuş olmazsın. Fiili ortaya koymak ismin mânâsını ortaya koymaktır.

İsmin mânâsını müşahede etmek, onu fiil düzeyinde görmektir. İkisi aynı şeydir. Sen terkibinin dışında olan fiilleri ortaya koyacaksın ve bu fiillerin neticesi olan mânâlar sende kuvveden fiile çıkmış olacak.

hf

FİİL,

BELLİ İSİMLERİN MÂNÂLARININ TERKİBİNDEN

 MEYDANA GELİR

Fiillerin, isimlerden gelen bir biçimde oluştuğunu konuştuk... Şimdi, fiil adı verilen şeyin, belli isimlerin mânâlarının terkip hükmüyle âşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını öğrendik...Yani, fiil eşittir isim dedik!...

Şimdi de fiil ile isim mânâları arasındaki fark noktası üzerinde duralım ve “fiil” dediğimiz şeylerin neden bu adı aldığını görelim..

Fiil, mânâların terkibinden meydana gelir... ”Esmâ” denince salt mânâlar kastedilir... Yani hangi isim söylenirse, o isimle kastedilen mânâ akla gelir... Oysa fiil mertebesinde ise, bir fiil denildiğinde, o fiili meydana getiren mânâlar terkibi sözkonusudur. Her fiil, fiil adı altında çeşitli mânâları değişik nispetlerde toplamıştır. Yani, birkaç  ismin mânâsının, bir terkip şeklinde birleşerek ortaya çıkmasının aldığı ada “Fiil” deriz.. Fiil mertebesi denmesinin sebebi, birkaç ismin mânâsının sayısız terkipler şeklinde ortaya çıkmasıdır.

İsim mertebesinde ise, isimler, yani, bu isimlerle kastedilen mânâlar, sadece o ismin müsemması olan bir mânâ olarak, tüm haldedir!... Bu mertebede mânâ terkipleri sözkonusu değildir. O isimle, salt o mânâ kastedilir.

Şimdi bir Ziya ismi altında, kaç tane ilâhi ismin mânâsı bir terkip hükmüyle aşikâre çıkıyor ve karşımızda gördüğümüz şeyin varlığını meydana getiriyor!.. Yani, ef’al mertebesi dediğimiz zaman, bu ef’al mertebesi , değişik isimlerin mânâlarının terkipler hâlindeki görüntüsüdür.

hf

SÂLİH AMEL

(İMAN GEREĞİ FİİLLER)

İmanın gereği olan fiillere Dinî terminolojide “ameli sâlih” adı verilir.

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Altı şeyden, yani güneşin batıdan doğmaya başlamasından veya Duhan’dan veya Deccal’dan veya Dabbetu’l-arz’dan veya (ölümünüzde) yâhud sizi başkası ile meşgul olmaktan alıkoyan bir fitneden veya Kıyâmetin vukûundan önce sâlih amel işlemeye koşun. (Müslim- İmam Ahmed)

Ebu Hüreyre r.a.’dan:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

İnsanın sabah mü’min, akşam kâfir; sabah kâfir, akşam mü’min olduğu için küçük bir dünya menfaati karşısında dinini sattığı ve karanlık gecenin dalgaları gibi fitnelerin vukû bulduğu zamanda sâlih amellere koşunuz! (Müslim, Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Yedi şeyden önce sâlih amele sarılın. Zîra şu aşağıdaki şeylerden birini ancak beklemektesiniz:

Ya âniden gelen fakirlik, ya sizi taşkınlığa sevkeden zenginlik, ya vücud sağlığınızı bozan hastalık, ya sizi şaşkın şekilde konuşturan ihtiyarlık, ya âniden gelen ölüm, ya Deccal, ya Kıyâmet, ki bu her şeyden şiddetli ve zordur. (Tırmizî)

Abdullah r.a.’den:

Allah Rasûlü(salla’llâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Cennet, sizden birinizin nalınlarının tasmasından kendisine daha yakındır, Cehennem de aynı böyledir. (Buhari, İmam Ahmed)

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

Ölen bir kimse yoktur ki, pişman olmasın. Eğer iyi işler yapmışsa, fazla yapmadığına, günahkâr ise, tevbe etmediğine pişman olur. (Tırmizî)

Ebu Hüreyre r.a.’den:

Allah Rasûlü (salla’llâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur:

Kim (düşmanından) korkarsa, geceleyin yolculuğunu yapar ve yerine ulaşıp, rahat ve emniyete kavuşur.

Dikkat edin! Allah’ın malı, Cennet’tir. (Tırmizî)

hf

İNSANIN DOĞAL DAVRANIŞI

KAVRAYIŞIYLA ORANTILIDIR

İnsanın doğal davranışı, bildiklerine göre değil; kavradığı kadarına göre oluşur!.

hf

TERKİB HÜKMÜNÜN NETİCESİ MEYDANA GELEN FİİLLER,

TABİAT HÜKMÜYLE ORTAYA ÇIKMASI HALİNDE

İLÂHİ EMİRLERE TERS DÜŞER!

Bizim ef’âl mertebesinde gördüğümüz bütün fiiller Hakikate dayanır.

”Hakikat” dediğimiz şey, Hakk’ın varlığı ve onda mevcut olan mânâların âşikâre çıkışıdır... Bu mânâlar, âşikâre çıkarken, terkibiyet hükmüyle zâhir olduğu için biz ona “beşerden” meydana geliyor deriz...

Beşerden meydana gelen fiiller, eğer terkib hükmünün neticesiyse, tabiatı, duyguları, şartlanmaları ve neticesi alışkanlıkları ortaya koyar!..

Alışkanlıklar, şartlanmalar, tabiat, duygular dediğimiz şey ise, tabîi hükmüyle ortaya çıkması halinde, ilâhi emirlere ters düşer!.. İlâhi emirlere ters düşmesinin sebebi de, beşeriyet kayıtları içinde, yâni Hakk’ın belli isim terkibi, mânâları içinde kalması dolayısıyladır.. Ki bu da kişinin neticede âkibette cehennemini meydana getirir.

hf

BİR FİİL VARSA

 ORADA MUTLAKA TERKİBİYET VARDIR

Terkibiyet kaydından kendini kurtarmandan murad; esmâ mertebesinde isimlerin hakîkatıyla yaşaman; sıfat mertebesinde Allah’ı müşahede etmen ve bunun neticesinde de “Allah’ın kulu” olmandır.

Ama buna rağmen, fiilin çıktığı mahal, gene de terkip hükmündedir. Çünkü bir fiil varsa ortada, mutlaka o fiili meydana getiren bir terkip söz konusudur! Bir terkip oluşmuştur, vardır, varolacaktır, olmamasına imkân yoktur!.. Dolayısıyla terkibiyet hükmü ebediyyen yok olmaz!..

hf

FİİLLER, AÇILIMLARI ZORLAR

VE  YENİ KAPASİTELER GETİRİR!

Allah’ın kurmuş olduğu sistem ve düzen gereği, insanda meydana gelen her şey beyin aracılığıyla ortaya çıkar, farkedilir hâle gelir!..

Beyinde hangi konu ağırlık kazanırsa, o konu üzerinde beyindeki açılımlar genişler ve alışları artar!.

Verme fiîli, beyinde ilgili alandaki kapasitede genişleme oluşturur.  Hangi fiiller kişiden açığa çıkarsa, o fiillerin kökeni olan hücre bloğunda büyüme, gelişme olur; o alanda faaliyet gösteren hücrelerin sayısı artar!.

Anlamasan da ibadet et” önerisinin ardındaki gerçek budur!.

Fiîller, açılımları zorlar ve yeni kapasiteler meydana getirir.

Netice, zekâtını hangi yoldan neye dönük olarak verirsen, karşılığını da aynı yoldan, misli misli alırsın!. Maddiyata dönükse, o yoldan; maneviyata dönükse, o yoldan!.

"ALLAH" bağışı olan varlığının en azıyla kırkta birini, ihtiyaç duyanlarla paylaşmak; işin bâtın yönüdür...

Zekât...

Hak için halktan, mülkten geçmektir!..

Allah`tan geleni halkla Hak için paylaşmaktır!.

Varlıksızlıkta dâim olmak için, varlığından geçmektir!.

"ALLAH" âlemlerden Ganî’dir; esası üzere "Gınâ"dan hisse almaktır!.

HALK`ta “HAK”kı görüp, ondan esirgememektir!.

Şeytan vasıflı cinin, Adem’de Hak’kı göremeyip; secde etmemesi ve bu yüzden lâ`netlenmesi benzeri olarak...

Zekât ve sadakadan kaçanlar, “İnsan”da “Hak”kın varlığını göremeyip, onunla varlığını paylaşamayanlardır... Ki, gelecekleri ne olur, neye benzer bunu kavrayışınıza bırakırım!.

hf

HER FİİLİN NETİCESİ,

“ALLAH SİSTEMİ” GEREĞİ OTOMATİK OLARAK OLUŞUR.

FİİLİ MEYDANA GETİREN MAHAL

İSTESE DE İSTEMESE DE!

  Gavs! Kim   mücahedeyi ihtiyâr ederse, ona müşâhedem olur; istese de istemese de!

Bu cümlede Sistem’in çok önemli bir sırrı açıklanmakta, dikkatli okuyanlar için...dikkatlice bir kere daha tekrar edelim;

“Kim mücahede ederse, müşâhedem oluşur. İstese de istemese de!”

İşte, içinde yaşadığımız kâinattaki, Allah’ın Sistemi-Düzeni budur! Bir fiil olmuşsa, o fiilin neticesi de otomatik olarak oluşacaktır, o fiili meydana getiren mahâl için; istese de istemese de de!

Yâni, o fiili meydana getirenin, fiilinin sonucunu görme yolunda bir talebi olmaması hâlinde dahi bir şey değişmez; onun neticesini mutlaka görmek durumunda kalır!

Bu durum bize şunu da idrâk ettirir;

Bir insanın, ille de yaptıklarının ne getireceğini bilmesi veya bilmemesi gerekli değildir neticesine ulaşması için...Bu  yüzden, her fiil neticesini meydana getirir.

Meselâ elinize bir bardağı aldınız ve bıraktınız, o düşünce kırılacaktır taş üzerine! Bardağın kırılması için, kırılacağını bilmesi şart değildir.

İşte bunun gibi, bir kişinin belirli mücahedeleri, çalışmaları yapması da kendiliğinden belirli, o mücahedenin karşılığı müşâhedeyi oluşturur.

Bu sebepledir ki, Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın buyurduklarını, ne getireceği bilinmese dahi tatbik edenler, otomatik olarak o çalışmaların semeresini alırlar!

Kur’ânKerîm‘in bildirdiklerini tatbik edenler dahi, bu tatbikatlarının karşılığını elde edeceklerdir, isteseler de istemese de!

hf

FİİLLER ÂLEMİ

Fiiller âlemi” denilen âlem, ilâhi isimlerin mânâlarının, terkipler şeklinde, bir terkibin diğer terkibe bakışından başka bir şey değildir!. Ve bu açıdan bakarsan, ortada ef’al âlemi diye bir âlemin olmadığını da müşahede edersin!. Bu defa bakarsın ki, fiil dediğin şeyler, aslında fiil olmayıp, terkibiyet hükümlerinin ortaya çıkışıdır! Ama sen buna, “fiil” diyebilirsin, “fiiller âlemi” de diyebilirsin! Ama “fiil” veya “fiiller âlemi” diye kastettiğin şey, ilâhi isimlerin terkibiyet hâliyle ortaya çıkışından başka bir şey değildir!.

Not: Daha geniş açıklama için “Ef’al Âlemi” bölümüne bakınız.

hf

FAİL-İ HAKİKİ

FİİLLERİ MEYDANA GETİREN,

 ALLAH’TIR!

Ef’âl yani fiiller âleminde meydana gelen bütün fiillerin hakiki failinin Allah olduğu idrâk edilir. Bu sebeple de, bahsedilen müşâhede içinde olan kişiden “suçlama-itham” kalkar. Çünkü artık hakiki fâili görmektedir. Fâili hakiki ise “lâ yüs’âl”dir! Yâni, yaptığından sual sorulması mümkün olmayandır.

Fâili hakiki’ye işaret eden âyetler şunlardır:

“ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN, ATAN ALLAH‘TI!”

“SİZİ DE FİİLLERİNİZİ DE ALLAH HALKETTİ!”

Bu idrâk, üzerinde biraz daha derin düşünülür ise önemli bir şuur sıçraması daha getirir ki o da şudur:

Mâdem ki fiilleri meydana getiren Allah’tır, öyle ise o fiillerin ortaya çıktığı mahal de Allah’a aittir! Dolayısıyla O, yaptıran değil yapandır!

Fiili meydana getiren fâili hakîki, yani o fiili ortaya koyan O’dur! Dolayısıyla ne fiil görüyorsak, onun meydana getiricisi hep O’dur.

Yalnız burada şunu iyi bilmek gerekir;

Resim, ressamın eseridir; ressamın kafasındaki düşünce veya duygunun şekle girmiş hâlidir ama, resim ressamdır diyerek, ressamı o resimle kayıtlamak, sınırlamak asla mümkün değildir.

Bunun gibi, herhangi bir fiili meydana getiren Allah’ı o fiil veya anlamı ile, yahut da suretiyle kayıt altına almak çok büyük düşüncesizlik ve anlayışsızlık olur.

Bütün bunları öğrenip yaşamaya çalışırken;

”ALLAH” ÂLEMLERDEN GANÎDİR âyetinin işaret ettiği tenzihiyet yani kayıtsızlık ve sınırsızlık, prensibini de asla gözardı etmemek mecburiyeti vardır.

hf

FAİL-İ İZÂFİ

En büyük günah da “BENLİK”tir!.

BENLİK ortadan kalktı mı, günah da kalkar!.

Allah dilediğini yapar, hikmettir!.

 “Sen” bir olumsuz fiil işlediğin zaman günah olur!.

Fâili izâfî varolduğu sürece günah bitmez. Fiil, hakiki fâile bağlanıp, izâfî fâil ortadan kalktı mı günah da son bulur!.

hf

FİİLE BUĞZ EDECEK AMA

FAİLİ  YİNE SEVECEKSİN

Şeriatta çok hassas bir terazi vardır:

Buğz” konusunda “fiile buğz fâile muhabbet”!

Hubbu fail buğzu fail” esastır. Yani buğz edilecek fiilde dahi faile buğz etmek yoktur, şer’an!

Bırak tasavvufu, hakikati... Kişide kötü bir fiil gördün.. Çok kötü bir fiil ortaya koyuyor kişi.. Bu  kişiye  dahi şeriatın hükmü odur ki; o fiili kötü göreceksin; fiile  buğz edeceksin, faili yine de seveceksin!

“Adâvet”in mânâsı, bizim düşündüğümüz anlamda “düşmanlık” değil.. O fiilin neticesinde sende gaflet hâli oluşacağını idrâk ederek farkederek o fiilden uzak durmak anlamınadır; bizim bildiğimiz mânâda beşeri mânâda adâvet değil...

hf

FİİL, KULA BAĞLANDIĞINDA

“İBADET”;

ALLAH’A BAĞLANDIĞINDA

“UBÛDET” OLUR!

Fiil, kula bağlandığı zaman ibadet adını alır. Fâili Hakiki ortaya çıkıp, kuldan sâdır olan fiillerin Allah’a ait olduğunda ise ubûdet denilen yaşam başlar!

Hemen şu âyeti kerîmeyi hatırlayılım:

“ATTIĞIN ZAMAN SEN ATMADIN ALLAH ATTI !” (8-17)

Atma fiili senden çıktı ama sanma ki sen varsın da o atma fiilini sen meydana getirdin; atma fiilinin hakiki fâili Allah’tı.

“SİZİ DE, FİİLLERİNİZİ DE HALKEDEN ALLAHTIR” (37-96)

İşte bu gerçeği göremeyiş, yani fâili hakikiyi göremeyiş; fiillerin fâili hakikisi olarak vehmi benliğini kabulleniş, bir yönüyle şirk, diğer yönüyle de küfürdür!

Fiillerin fâili olarak kendini görüş, Allah’a karşı kendini bir tanrı gibi kabullenme sonucunu doğurur ki, bu yönüyle şirke yol açar!

Öte yandan fiili gene kendisinin meydana getirdiğini zannediş, fâili hakikiyi inkâr sonucunu doğurur ki, bu da kişinin inkârını yani küfrünü oluşturur.

Kişi, vehmettiği yani gerçekte var olmayıp da var kabul ettiği “Ben”liğinin “yok” olduğunu, var olan TEK Vücûd’un Allah olduğunu yakîn ile yaşadığı zaman, küfür de şirk de biter, emaneti sahibine teslim etmiş olur.

İşte vusûlünün tahakkukundan sonra bir kısım evliyaullahtan çıkan ve şatahat denilen bazı sözleri bu ilimle değerlendirmek gerekir.

Hallac-ı Mansur’un meşhur “ENE’L HAK” sözünü dinleyen Mevlâna Celâleddin’in “Ne yani Ene bâtıl mı diyecekti?.. Elbette Ene’l Hak der” dediği nakledilir.

Mevlâna Celâleddin bunu nasıl diyor?..

Görerek! Yâni, rüyete erdiği, ilme erdiği, hakikata erdiği, gereğini yaşadığı için Hallacı Mansur ismi altında zâhir olan varlığın HAK olduğunu biliyor ve dolayısıyla da O’na yakışan elbette böyle söylemektir diyor!

Diğer bir deyişle, Hallac-ı Mansur konuşuyor diyen binbir perdeliler gibi değil; gördüğünün hakikatına ermiş perdesiz evliyaullahtan biri olarak böyle konuşuyor.

“Cüppemin altında Allah’tan gayrı mevcud değildir” diyen evliyaullahın önde gelenlerinden Cüneydi Bağdadî’nin bu beyanını dahi aynı şekilde anlamak ve sözü sahibi hakikisine bağlamak gerekir. Zirâ “yok”un haddinden değildir “varlıktan dem vurmak!

hf

YARATILMIŞI SEVERİM

YARADANDAN ÖTÜRÜ…

“Fâile Hubb ve fiîle buğz!.

İslâm Dini’ne göre… Bu gerçekleri değerlendirmeye çalışan tasavvuf görüş ve anlayışına göre…

Kötü veya zararlı bir fiîli ortaya koyan birini gördüğümüz zaman yapılacak iş şudur:

O kötü fiîlden yüz çevirip, ondan nefret etmek; buna karşın o fiîli meydana getirene karşı, en azından “yaratılmışı severim yaratandan ötürü” anlayışı ile sevgimizde bir eksiklik oluşturmamak!.

Mutlak Hâkim, mutlaka bir amacına dönük olarak oluşturmaktadır her şeyi; ki bu da, o şeyin varoluş hikmetidir!

İyi veya kötü, bize göre… Kim, ne derse desin!

hf