![]() |
Eğer düşünen, akıllı bir insan olarak yaşamak istiyorsak,
sadece fikirleri eleştireceğiz. İnsanlar hakkında hiçbir yorumda, değer yargısında
bulunmayacağız. Çünkü, bir insanı
yargılayıp hüküm verebilmemiz için, o insanın bütün düşünce dünyasına, niyetlerine
âşina olmamız gerekir ki, bu da, mümkün değil!.
Demek ki, akıl
olmadan iman olmaz!.
Akıl, bir bilineni
diğer bir bilinene bağlamak suretiyle derin tefekküre ulaşır.
Tefekkür, düşünce
devreye girince de, iman başlar. Ancak elbette ki bu, tefekkürün en alt seviyesidir ki,
semeresi de “Taklidî iman”dır. Bunun
tahkike dönmesi ise çok daha kapsamlı aklı ve dolayısıyla tefekkürü gerektirir.
Diğer yaratılmışlar da yer içer, çiftleşir, uyur, ürer..
Bütün bunları yapmak için özel bir bilince ihtiyacı yoktur. Bedenin
tabiatı-doğası, onu o istikamette sürükler götürür. Oysa, insanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan
ayıran şey, "tefekkür" dediğimiz derin ve kapsamlı düşünce; "muhakeme"
dediğimiz, farklı şeyleri değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma
özelliğidir.
Şefkat ve merhâmet tüm mahlûkata;
tefekkür ise sadece insana hastır!. Oysa insanı insan yapan şey, “TEFEKKÜR” dediğimiz “muhakeme” dediğimiz belli doneleri
detaylarıyla ele almak bunları analiz etmek bu analizlerden çıkan sonuçları sentez
yaparak ortaya bir mana çıkartmak ve bu çıkan manaya göre kendine yön vermek
özelliği oluşturur. Yani bir insanın insan olabilmesi için yaşam değerlerini iyi
ele alması üzerinde araştırma yapması ve bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara
gör kendine yön çizmesi.. Tefekkür, düşünce
devreye girince de, iman başlar! İnsanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan
ayıran şey, "tefekkür" dediğimiz
derin ve kapsamlı düşünce; "muhakeme"
dediğimiz, farklı şeyleri değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma
özelliğidir.. Yani, bir insanın, insan olabilmesi için, gerçek yaşam
değerlerini iyi kavraması, yaşam sistemi üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve
bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara göre de kendine yön çizmesi zorunludur. İşte bu düzey, tasavvufta "Mülhime Nefs" dediğimiz mertebede
başlar.
ZİKİR, birinci anlamda,
“ALLAH”ın belirli isimlerini ya da belirli duaları tekrar etme diye
anlaşılır.
ZİKİR, ikinci anlamıyla
ise, hatırlama, anma, üzerinde durma şeklinde anlaşılır.
Daha
üst boyutta "ZİKİR" ise tefekkürü yani derin ve kapsamlı
düşünceyi doğuracak bir biçimde konunun üzerine eğilme olarak anlaşılır.
Genel mahlûkata ait zikir başkadır; “insan”a ait
olan başka!. Burada bahis konusu edilen “zikir”, bütün
mahlûkatın yaptığı değil; sadece insanlara şâmil olandır... Çünkü;
“BİZ EMANETİ GÖKLERE, YERE VE DAĞLARA ARZETTİK, ONLAR
BUNU YÜKLENMEKTEN KAÇINDILAR, ENDİŞEYE DÜŞTÜLER; İNSAN BUNU YÜKLENDİ.”
(33-72) Âyetinde belirtilen emânettir bu!. . “Zikir”; insanların asıllarına yöneliş ve
tekâmülleri derecesinde, gerçek anlamına uygun bir hâl alır. Başlangıçtaki zikir dilden, hep bir kelimeyi tekrar
ile olur. Daha sonra bu, içten ve dil hareket etmeksizin olur.
Bundan sonra kalbten zikir gelir... Bunu daha da açık
izah etmek istersek, “tefekküri zikir” de diyebiliriz.. Gerçek anlamdaki
zikrin, ilk basamağı budur. Bundan evvelkiler, bu basamağa gelmeye yarayan yol gibidir. Burada birkaç hadîsi şerîfi daha belirtelim. «Bir saat tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır.» «Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık ibadetten
hayırlıdır.» «Bir saat tefekkür, bin yıllık ibadetten hayırlıdır.»
Böylece kişi, tefekküre başlar...
Bu mertebede, dünyadan sıyrılmıştır artık... Bundan sonra zikir sırdandır... Kişinin, âhıretle
dahi alâkası kalmaz. Ve daha sonra da hafî zikir başlar!. Burada tefekkür,
esmâ mânâlarından dahi tecrittedir!. Burada, birlik, mutlak bölünmez birlik
tefekkürü ve müşahedesi başlamıştır... Bütün bunlardan başka, ahfa vardır ki, onun hakkında
ne dilin gücü yeter bir şeyler söylemeye; ne de kalemin gücü yeter bir şeyler
yazmaya.... Onu, Rab bilir!. Rab’dadır!. Rab’dandır!. Rab’dır!. Kişi, sırdaki rûhâniyetle zikre başladıktan sonra,
artık Rabbın örtüsüne bürünülmüş demektir. Buradaki tefekkür, «Bir saat
tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır» hadîsinde bildirilen tefekkürdür
ancak. Daha sonraki erişilen mertebelerde de diğer hadîslerin
manâları ortaya çıkar. Artık bu ve bundan sonraki hâlleri, gerçek yönü, örtü
altındakilerden gayrine gizli olmaya başlamıştır. Muhakkikler, beden, nefs, kalp, ruh, sır, hafî,
ahfâ diye bir tasnif yapmışlar… Gene bu muhakkikîn, nefs mertebelerini de emmâre,
Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdiye, Mardiye ve Sâfiye diye tasnif etmiş ve
sıralamış kendilerine ulaşan bilgiye ve müşahedelerine dayanarak…
Kelime
anahtarları, eğer beyinde düşünce kilitlerini açabilirse, insan tefekkür âleminin
sonsuzluğuna kanat çırpar.
Esasen,
sonsuzluk için varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini tanıyıp "Sonsuz"a
ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak; ya da ilim ve idrak yetersizliği sebebiyle
kemâlini şartlanmalara bırakmış bir halde, "ben bir maddeyim" vehmi ile
hücre batağında mahvolacaktır!.
Allah'a yakin
elde etmek isteyen kişinin adım atacağı ilk basamak, "tefekkür"dür!.
Tefekkürsüz
şeklî tapınmaya verilen isim ise namazdır!.
İman ve gereği
fiillerle cennete, düşünsel arınmayla “Allah”a erersin; takdirindeki
kadarıyla… Tefekkürsüz, sorgulamasız “Allah”a ermiş tek bir ferd yoktur, buna
Allah Rasulü de dahil!.
Fâtiha’sız namaz
olmaz, çünkü yönelişin anahtarı odur!.. Onun anlamının tefekkürüyle
başlar “Allah”a yöneliş!…
Anlamını tefekkür etmeden ister Arapça oku, ister Türkçe, yalnızca papağan gibi
tekrarlamış olursun; “bal”, “bal” deyip, midesi “bal”dan mahrum, bedeni
onun lezzet ve enerjisini tadmamış anlayışı sınırlı gibi!.. Sana “bal”ı
öğretmişler ki, alıp yiyerek değerlendiresin, diye!.
Taklitçilikle yaşam
asla oluşmaz... Taklidi terketmenin yolu da, kabullenmeyi terkten geçer!... Sürekli
tefekkürle yaşamakla başlar... İnsan ezbercilikten ve taklitçilikten çıkmadan düşünerek
yaşayamaz... Attığın her adımda, o yaptığını niye yapmakta olduğunu
düşünmek ve sonuçlarının sana neler getirebileceğini de hesaba katmak
zorundasın... Ki, sürekli düşünme melekesi gelişsin... Öyle ise Ezberci ve taklitçi yaşamdan, her an düşünerek
yaşam katmanına sıçrama yapmak zorundayız... Düşünen beyin insana verilen en büyük belâdır!... “En büyük belâ Nebi
ve Rasûllere, sonra sırasıyla mertebesine göre velilere ve müminlere verilir “
yolundaki hadisi bir de bu bakışla değerlendirin bakalım...
Acaba belâ, hastalık-kaza-işsizlik gibi şeyleri mi anlatıyor, ki bunlarla insan
tekâmül etsin; yoksa DÜŞÜNMEYE başlayan beyni mi?...
"Tanrı"
kavramından kurtulmak irfan ile olur, basiret ile olur bunu da tefekkür ve muhakeme ve
ilim getirir...
Herbirimiz,
aldığımız şartlanmalara göre, “şartlanmalara göre” diyorum, çünkü gerçek tefekkür yani fikir yürütme SORGULAMA ile
başlayan fikir yürütmedir!
Îmân
edebiliyorsan, îmân et ve hemen sorgulamaya başla ki hikmetine eresin!. Her
yaptığını mutlaka neden yapıyorum diye düşünerek yapmaya çalış ki, taklitçi
mahlûk türünden olmayasın!. İçgüdü ve duygularıyla yaşadı; “dayansın
şimdi ehli kubûr”, demesinler!.
Nasîbi olan,
taklidi bırakıp,
tahkike yönelir!. Nasîbi olmayan da, bu işin dedikodusuyla ömür tüketir!.
Tefekkürsüz
bakan göz, insan gözü değildir.
Tefekkürün ilk
basamağı, var sandığın "ben"liğinin "yok"luğunu idrâk
etmektir!.
Değeriniz,
tefekkür gücünüz nisbetindedir!.
“Allah” ismiyle işaret edilen,
kısmen anlatmaya çalıştığım varlığı akşam yatağınıza yattığınızda kendi
tefekkürünüzle bir düşünün, bakın... O varlığın
yanında O’nun bir anlık bir düşüncesinin mahsulü olan bütün bu evren!. Bu Evrenin
oluştuğu AN’ın evvelinde ve sonrasında acaba daha ne An’lar ve ne yaratılmış
âlemler var!. Ondan sonra kalkıyoruz, mahalle kahvesinde lakırtı
yapan- laklaka yapan insanların birbirine hitap etmesi gibi ağzımıza o kelimeyi alıp
“ALLAH!” falan diyoruz.... “Allah şöyle... Allah böyle... Allah şunu
yapmış..”.. !!!!!!! Neden bahsettiğimizin, kimden bahsettiğimizin, nasıl
bir boyutta nasıl bir varlıktan bahsettiğimizin acaba farkında mıyız? Biz küçükken, küçüklüğümüzde çemberler
vardı... Çatalın arasına konmuş bir tekerlek.. Bir sopası vardı.. O çemberi
yürütürdük Bazen de önümüze alırdık elimizle onun simidini döndürürdük
“araba kullanıyoruz” diye kendimizi tatmin ederdik... Gerçekten büyük olup araba
kullananlar da bize bakardı; “Güzel... Çocuk eğleniyor!” derdi.... “Allah” isminin mânâsını farketmiş ve gereğini
hissedip yaşayan Evliyaullah indinde biz, o çemberi döndüren çocuklar gibiyiz,
Allah’tan bahsederken; Onun yarattığı Âlemlerden, O'nun halkettiği sayısız
varlıklardan sözederken!. Çünkü ne konuştuğumuzun farkında değiliz!.
Hayatımız,
çevreden-anadan-babadan-okuldan-televizyondan-gazeteden vesâireden ezberlediklerimizi
ertesi gün bir diğerimize tekrar etmekle geçiyor. Düşünmeden, ne konuştuğumuzun anlamını hissetmeden
ve farketmeden kelimeleri tekrarla geçiyor. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz öyle
bir ortamda yaşıyoruz ki daha 5-6 yaşında çocukları okula yollayıp beyinlerini
katletmeye başlıyoruz, ezberci eğitim sistemiyle! Eğitim sistemimiz, ezberciliğe dayanmış... “bunları ezberle, tekrar et, pekiyi al sınıfını geç!”
sistemi, üniversite sona kadar devam ediyor ve hattâ üniversitelerde tâa yukarılara
kadar gidiyor.. Hiçkimse neyi niçin diye sorgulamadan yetişiyor..
Zaten sorgulama hakkı da yok!. Eğer sorgulamaya
kalkarsa saf dışı ediliyor! Eti kıyma yapan kıyma
makineleri gibi bir eğitim sistemi... 5 yaşında 6 yaşında çocukların beyinlerin o
kıyma makinesine giriyor, 20 yaşına kıyma olmuş gibi prototip çıkıyor bir
taraftan.. Ezberlenen kelimeleri
takip etmeler... Merak ediyorsanız, açın televizyonları konuşmaları dinleyin...
açın radyoları konuşmaları dinleyin.. Prototip, birbirinin
tekrarı! Biri bir lâf söylüyor
hoşuna gidiyor, özeniyor o da onu söylüyor.. Televizyonda konuşan adam; “ çok
güzel bir lâf ettiniz diyor.. Lâf, kahvede edilir!
Düşündüğünü bilmeyen insanların konuştuğuna
“lâf” denir!. O lâfların toplamı da, “lakırtı”dır!. Düşünen insanın yetişmediği bir toplumda kim nasıl
olacak da tüm ebedi hayatını konu alan DİN kelimesi kapsamındaki bir tefekkür
sistemini sorgulayacak kavrayacak ve onu hissedip yaşamaya çalışacak!. Bir televizyon bir radyo almaya kalkıyorsunuz bir araba
almaya kalkıyorsunuz, çevrenizdeki ne kadar insana danışıyorsunuz; hangisi
hangisinden daha iyi, neden daha iyi?... Ama Din gibi tüm ebedi hayatınızı esas alan, tüm ebedi
hayatınıza yön verecek olan bir ana konuda, gelmişiniz 40 yaşına 50 yaşına,
hâlâ ben şundan duydum ki böyleymiş!! “Ben câmide gittiğimde Cumada duydum ki
hocaefendiden böyleymiş. Filanca şeyhe götürmüşlerdi beni ondan dinledim ki
böyleymiş!”!!!!! gibi yaklaşımlarla kendi ebedi hayatınıza yön vermeye
kalkıyorsunuz.! Mideniz ağrıyor, en yüksek en kültürlü en bilgili en
yeniliği araştıran profesförlerin olduğu hastanelere akıyorsunuz, Amerikalara
İngilterelere gidiyorsunuz; ama ebedi hayatınızı konu alan saha da “Duydum ki
böyleymiş!” deyip ona göre yaşamağa kalkıyorsunuz.. Hiçbir insan bir diğerine en büyük kötülüğü
yapamaz, kişinin kendine yaptığı kötülük kadar! İnsanın kendine yaptığı en büyük kötülüğü
hiçbir dış güç yapamaz! Nedir o kendimize yaptığımız en büyük kötülük? KENDİMİZİ
ALDATMAK! GERÇEKÇİ
OLAMAMA! “Ya nasıl olsa kurtarır!!!..
Allah merhametlidir, Rahimdir, affeder!! “ ................ Bu gibi cümlelerde kullandığımız
ALLAH kelimesi, kafamızda yarattığımız “Tanrı” ya verdiğimiz isim! Herbirimiz, aldığımız şartlanmalara göre, “şartlanmalara
göre” diyorum; çünkü gerçek tefekkür
yani fikir yürütme SORGULAMA ile başlayan fikir yürütmedir! Hiçbirimiz DİN konusunu sorgulayarak kabullenmiyoruz!.
O devreyi hiç açmamak lazım..rahat sakin böyle, koyun
gibi yaşamak için. Eğer, o devreyi bir açarsan, bir düşünmeye başlarsan, bir
daha bunun durdurulması yoktur; geri dönüşü yoktur. Beyninde o düşünme devresi açıldı mı yandın! Düşünmeye başlıyorsun.
Bizim temel prensibimiz, DÜŞÜN! Yanlış düşün, önemli değil! Yalnız, düşünmeye başla.Çünkü ilkokuldan başlayarak ana
ocağından başlayarak ana babadan başlayarak düşünceyi yasaklıyoruz. ”Sakın
düşünme karıştırma kurcalama!”diyoruz. Halbuki bizim inandığımız Hz.Rasulallah
diyor ki: Soru ilmin yarısıdır! “İlim almak Çin’e git” Beşikten mezara ilim tahsil
et” diyor. Ve de diyor ki;Soru ilmin yarısıdır. Soru ilmin yarısıysa, soracaksın! Ne kadar kafan çalışıyorsa o kadar sorun vardır. Sorusu
olmayan insanın zaten kafası çalışmıyordur. Kafası çalışmayan adamı koyver çayıra sal... gitsin! Hiçbirşeyi taklit yollu yapmayacaksın.; Yani eğer ben bir
insanım şuuruna sahipsen, “o böyle yapıyor bende yapıyım” demeyeceksin! Niye yapıyım diyeceksin? İnsan olmanın insanlık şerefine ulaşmanın ilk basamağı,
niye niçin nasıl suallerini kullanmakla başlar. Sualllerde insanı insan yapan faktördür.
Hayvan sual sormaz.
Hayvansı insansılarda da sual olmaz.
Niye yapıyım neden yapıyım bana izah et! Ben yola böyle çıktım çünkü.. Ben 18 yaşında bu işlere başladım başladığım zaman
sorguladım; “neden, niye inanıyım?” Niye Ahiret? Niye Allah ? Niye peygamber? Hep
sorgulayarak girdim..Bana dediler ki; sorma kafir olursun...Dinden çıkarsın!! ”Varsın, zaten içinde değilim, çıktım derim” dedim. Ve ondan sonra da kendi başıma bütün suallaerin
cevaplarını bulmaya çalıştım ... Tabi kaynak kitaplardan, şurdan burdan, kendi
başıma derken.. Yani Camiden medet yok! Allaha şükür geleni dışarı itiyorlar.
Aklı başında adamsın kardeşim burda işin ne git, gelme
diyor... Aklıbaşında adamları zaten islamiyete istemiyorlar. Sorgulayacak adamı istemiyorlar.
İşte bütün bunlar;
«Ölmeden evvel ölünüz», buyruğunun sonucunda
erilen müşahededendir. Muhterem kişi,
Eğer, kendi kendine bir şeyler yapamıyorsan, bir bileni, bir
öze ermişi ara! Çeşme senin
ayağına gelmez, susadıysan, sen çeşmeyi ara ve ona git! O sana yol gösterir!. “BİZ DÜNYANIN SEMÂSINI YILDIZLARLA DONATTIK VE BÜTÜN
ŞEYTANLARDAN KORUDUK.”
(37-6/7) Bilenler, öze ermişler, gökteki yıldızlar misâlidir...
Tefekkür semâsının yıldızlarıdır onlar!.
Onlar artık şeytanlardan, bütün
menfaat duygularından, kötü düşüncelerden sıyrılmış, cinlerin dahi
ulaşamayacağı mertebelere yerleşmişlerdir. “Allah dostları”ndan, “korunmuşlar”dan olmuşlardır. Artık sen, onlardan biriyle yolunu doğrult! “YILDIZLA ONLAR HİDÂYET BULURLAR.” (16-16) Duymadın mı Efendimizin sözünü;
«Ashabım gökteki yıldızlar misâlidir; hangisine
uyarsanız hidâyeti bulursunuz!.» buyurduğunu. Öyle ise, sen, o gerçek yolu kendin bulamıyorsan, bu
yıldızlarla bul. Onlardan sual et bilmediklerini. Rehberin, Efendimiz; MÜRŞİDİN, KUR’ÂN, râbıtan, Zât-ı
Hak olsun!.
İnsanın, ölümünden sonra,
dinî akîdelere göre, dünyada ortaya koymuş olduğu olumsuz ahlâki
davranışlarından sorumlu olması da, o ahlâkın kendi yaradılışında olmayıp,
beyninden ileri gelmesi sebebiyle, “insan”ın beyindeki o düzensizlikleri
düzenlemeye çalışmamasındandır... Bakınız ünlü Tıp adamı Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi
IRMAK, beynin üst yapısı hakkında ne diyor:
"Beynin üst
yapısı hakkında şimdilik şunu biliyoruz: Bu üst yapıda 15 milyar hücre vardır...
Yâni üst beyin kabuğunda... Ve bu hücreler arasında iştirak bağları, küçücük
lifler bulunur... Yâni, bu liflerle birbirine bağlanır hücreler... Ayrıca fizyolojik
olarak da elektrik bağları vardır...
Şimdi bu son ilmi
araştırmalar gösteriyor ki, insan bu bağlantı imkânlarının (90 senelik hayatında)
ancak pek azını kullanmaktadır... Ve bu bağlantılar vasıtasıyla, hücre
gruplarının çalışması tefekkürün, felsefik görüşün ortaya çıkmasına vesile
olmaktadır...
Fakat şimdi
bilmekteyiz ki, en mütekâmil bir insan, Einstein bile, mevcut potansiyellerinin,
bağlantı liflerinin pek azını kullanarak ölmüştür...
Şimdi şöyle
tahminler yapılmaktadır:
İleride gitgide, yeni
kombinezonlar kurmaya alışacak veya hâdiseler onu zorlayacaktır. Böylece insan yeni
vasıflar ortaya koyacaktır...
Hattâ bu 15 milyar
hücre arasındaki irtibatlar, günün birinde tam teşekkül ettiği zaman, insan
ulûhiyete çok yaklaşmış olacak, Allah`ın gölgesi veya halifesi durumunda
olabilecektir... Fakat şimdilik bu imkânların pek azını kullanabiliyoruz... Bizim,
tabii- vasat insan dediğimiz insan, bunun beşini, onunu kullanabiliyor... Shakespare`de
6 bin kelime, bir köylüde ise 60 kelime görülür... Kullanılan kelime adedi, bu
kombinezonların sayısı ile ilgilidir... Hangi adam hayatında fazla kelimeye sahip ise,
bu kombinezonların fazla olduğuna işaret eder...
-Her bir kelime bir
kombinezonun mu ifadesidir?
- Evet... Her bir
kelime bir kombinezonun ifadesidir... Her bir kelime, ayrı hücre grupları
arasındaki bir kombinezonla meydana gelir...
-İnsanın
tekâmülü, bu lifleri daha fazla kullanabilmesine mi bağlı demek?
- Evet, bu lifler
anatomik olarak herkes de mevcut; fakat kişinin bu lifleri kullanabilme yeteneği
herkesin şahsına göre değişmektedir... Onları kullanmamızı gerektirecek
hâdiselerle karşılaşmamış olmamız da bir sebep olabilir burada... Kullanılmaya
kullanılmaya insiyaklar da dumûra uğrar.
- Demek, muhayyilesi
geniş bir insan dediğimiz zaman, bu kombinezonları fazlasıyla kullanabilen bir kişi
kastetmiş oluyoruz...
- Evet... Bugün ilmin
varmış olduğu neticelerden biri de budur! Çoğu da bunu erkenden alıştırmalı
diyorlar...işte çocuk terbiyesinin, yüksek dimağı faaliyetleri öğretmenin faydası
da bundan dolayı çoktur..." İşte Sayın Ordinaryüs Profesör Doktor Sadi IRMAK`ın da beynin yapısı hakkındaki
görüşü böyle... Biz burada tıbbi bir eser yayınlama durumunda olmadığımız
için beynin özelliklerine daha fazla girmeyeceğiz... Ancak beyin hakkındaki
fikirlerimizin ispatı mâhiyetinde, zannediyoruz ki ülkemizin bu ünlü bilim adamının
sözleri de okuyucularımızın bu sahada bir şeyler kazanmasına vesile olmuştur...
Mukallitler ve
onlara tâbi olanlar hiç bir zaman gerçekleri göremezler ve usta saptırıcılar tarafından kolayca
saptırılırlar.
Deccal dahi,
geldiğinde Hak üzere olduğunu, HAK olduğunu iddia edecek ve tüm mukallitler ona
inanacaktır neredeyse…
Mukallitlerin önemli
bir kısmı, “MESH”e uğramış olanların
neslidir! Kur'ân, “MESH” edilmiş ve
maymunlaşmış kavimden söz ettiğinde, buradaki inceliği fark edemeyenler;
yukarıdan bir elin uzanıp, insanların yüzünü “mesh” ettiğini sanıp; bu
“mesh” sonunda da o insanların suretlerinin maymuna döndüğünü anladılar… “Sakla samanı, ….” atasözünü duyup da,
evini samanla dolduran anlayışı kıt gibi!
Oysa, beynini,
tefekkür, muhakeme kuvvelerini kullanmayanların, kendilerindeki bu ilahi kuvveyi
kullanmamak suretiyle “mesh”e uğrayıp, maymunlaştığını; çevresindekileri
taklit ederek muhakeme kuvvesini kullanmadan yaşama tarzının “MESH” olduğunu
anlayamazlar!
“MESH”in
geçmişte kaldığını sanırlar anlayışı kıtlar!…
Bugün dahi,
“MESH”e uğramış insanlar ve insansılar, insanları, onların yaşadıkları
mekânları fena kuşatmıştır!
İnsanlar, “MESH”e
uğramışların ve insansıların âkıbetini çaresiz paylaşacaklardır aralarında
oldukları takdirde!…
Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde
yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz!. Ve belki de şartlanmalarımız o kadar
ağır basmakta ki; idrakımızın önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve
şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız. Evrensel boyutlarda meseleye bakarsak sürekli bir oluşum ve
dönüşüm sözkonusudur. Bu oluşum ve dönüşüm sırasında insan algılama
araçlarına nisbetle, o günün cehli içinde bir aydınlık devreyi bir karanlığın
takibetmesini bir gün olarak kabullenmiş ve bunu da o günkü anlayış içinde
güneşin doğup batmasına bağlamıştır. Düz tepsi gibi bir dünya ve bir yandan doğup bir yandan
batan, sonra dünyanın altından dolaşıp yine öbür taraftan yükselen güneşe
bağlı olarak oluşan bir gün!. Sonra bir başka grup çıkmış ve ayın doğup kayboluşu
esasına nisbetle 28 günlük ayları ve bunun 12 defa tekrarlanmasından ibaret olan
yılı kabullenmiş. Bir başka topluluk Güneşin dönümü esasına dayanarak 360
günlük seneyi ve 12'ye bölümü olan ayları kabûl etmiş. Ve böylece dünya
üzerinde yaşayan bedenlerin çevrelerinde dönen ay ve güneşe izafetle
kabûllendikleri zaman birimleri oluşmuş. Oysa bilimsel açıdan ya da felsefî açıdan ve hatta dinin
tefekkür yanı olan tasavvuf açısından meseleye bakılırsa, tek bir varlık ve nesne
olan âlem yönünden zaman parçalarından sözetmek mümkün değildir. Her nesneye
göre, ya o nesnenin yapısı bakımından izafi zamanlar sözkonusudur, ya da evrensel
tek bir an sözkonusudur. Bu açıdan da devam edilince, zaman denilen şeyin olayların birbiri ardınca
sıralanması olduğu ortaya çıkar. Evet, tefekkürü itibariyle zamanın, idrâkı itibariyle de
mekânın sözkonusu olmadığı bir evrende yaşamını sürdüren insan, ne hikmettir ki, gerek
şartlanmaları ve gerekse de kendisi sandığı bedeni vasıtasıyla, zaman ve mekân
kayıtları ötesinde, evrende idrakı kadar yer kaplamaktadır.
İnsan gerçek
algılama aracına yani tefekkür kabiliyetine göre bilinen boyutların çok ötesinde
bir yaşam şekline geçebilme imkânına sahip olduğu halde, acaba neden ve ne şekilde
kendini madde kayıtları içinde, «dünya zindan»ında yaşamak zorunda bulmaktadır
ki?..
İnsan "Zâtı" itibariyle Lâhût Âlemi’nde yaşar.
Ceberût âlemi, Mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp
Mardiye’de zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat Âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi Lâhût
Âlemi’dir. “NEFS” yâni Mutlak BEN”liğin, kendini, isimlerinin
mânâları yönünden seyri, tanıyışı, “Ceberût
Âlemi”dir!. İsimler ve mânâları yollu olmaksızın salt, sırf, “Samediyyet” yollu Ahadiyyet’e yöneliş, eniyyet ve hüviyyete yöneliş âlemi ise “Lâhût”tur. “İlim bir noktadır”, “Zâtıyla Zâtını seyretmektedir; gayrı sözkonusu
değildir”, “Allah â’mâ ‘dadır”
gibi cümleler hep bu âlemi çeşitli vecheleriyle tanımlamak içindir. -"Allah'ın ZÂTI
hakkında tefekkür etmeyiniz!" hükmü, bu tefekkürün imkânsız oluşu dolayısıyla
verilmiştir. Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın, "Allah'ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyiniz" buyruğu,
tefekkürün kaynağının sıfat mertebesinden kaynaklanması dolayısıyla Zât'a
erişmesinin imkânsız olduğuna işaret etmek içindir. Zîra sıfattan meydana gelen şeyin, Zât’ı ihâtâsı imkânsızdır.
|
2012 ® RADYO YANSIMALAR web sitesi. 24 saat yayın
|