KAVRAMLARLA KURÂN-I KERİM'E BAKIŞ

 

Ahmed Hulûsi'de Kavramlar-Av.Asuman Bayrakcı

 

 

CEBERÛT ÂLEMİ->"ŞUURLU ÇEKİRDEK"İN ÂLEMİ

 

 

ŞUURLU ÇEKİRDEK->HAKİKAT-İ MUHAMMEDİ

  • VÂHİDİYET MERTEBESİ

  • MÂNÂLAR BOYUTU->ESMÂ VE SIFAT BOYUTU

  • İLK  VE TEK TECELLİ

  • "DATA"

  • "NOKTA"

  • "RUH-U Â'ZAM"

  • "HEYÛLA"

  • İNSAN-I KÂMİL

  • Salt Tekillik boyutu

  • Hakikat âlemi

  • Mânâlar Boyutu-Mânâlar Âlemi

  • Tamamiyle mücerred olan (soyut) âlem

  • Esmâ mertebesinin ana vasıfları

  • “Allah adıyla işâret edilenin isimleri”

  • Tek kare resmin mürekkebi olan Esmâ’ül Hüsna

  • Tüm bildirilmiş ve bildirilmemiş Esmâ-ül Hüsnâ

  • Salt mânâlar âlemine ait mânevi sûretler boyutu

  • Allah’ın ilminde bulduğu özellikler âlemi

  •  Sûretsiz, şekilsiz, mekânsız “Vücud”

  • İlm-i İlâhi

  • "Salt bilgi"

  •    İlâhi ilmin ilk zuhuru

  •   İnzal olan “ilmin hakikati”

  •  Anlam oluşturan veri

  • "HÛ zamiriyle işaret edilenin İlminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış "Nokta"

  • Arş'ın Üstü

  • Ahadiyet derûnu

  • Tüm anlam ve kavramların anası-aslı, fakat bir anlama bürünmemiş hâli

  • String boyutu

  • Kozmik Bilinç

  • Akl-ı Evvel”

  • “Mutlak Ben”liğin, kendini, isimlerinin mânâları yönünden seyri, tanıyışı

İsmi “ALLAH” olarak bildirilen, her türlü beşeri anlayış ve kapsamsal kavramın ötesinde olarak, yalnızca “” yani sadece “O” olarak tanımlanır (ki bu boyuta “âlemi lâhut” da tâbir edilir).

”, evren içre evrenleri, ilminde, ilmiyle, bir “NOKTA”dan yaratmıştır!

O “nokta”, “” zamiriyle işaret edilenin, ilminde açığa çıkardığı özelliklerinin varlığıyla var kılınmış şuurlu bir çekirdektir (heyûla); “Hakikati Muhammedî”dir (âlemi ceberûttur)!.

Algılanan ve algılanamayan, bilinen ve bilinmeyen her şey, bu şuurlu ve bilinçli “NOKTA”nın varlığındaki isimlerin işaret ettiği özellikler ile gene ilimde varolmuş “ilmî suret”lerdir.

Bu “nokta”nın ilim mertebesinde ilmî açılımı ile “melekût âlemi” meydana gelmiştir ki bu mertebe, evren içre evrenlerin meydana geldiği “salt enerji okyanusu”dur. Burada çokluktan, çokluğa ait sayısallıktan ve birimsellikten söz edilemez!.

Buraya kadar açıklanan durum, Hazreti ÂLİ’nin “bu AN o AN’dır” işaretinin ihtiva ettiği “nokta”dır; ki bu, ezelden ebede böyledir ve hiç değişmez!.

İşte bu “nokta” içinde, “nokta”nın varlığındaki Allah isimlerinin, değişik bileşimler hâlindeki açığa çıkışları ve bunların yapıları gereği algılamaları, “GÖRESELLİĞİ” ve çokluk (kesret) kavramlarını oluşturmuştur (nâsut âlemi).

Burada konunun iyi anlaşılabilmesi için çok önemle dikkat edilmesi zorunlu olan husus şudur:

Olay, yukardan aşağı, gökten yere değil; bir tekillikten açılan, gelişen, oluşan, meydana gelen algılamalara dayalı “çokluk” tarzında düşünülmelidir.

Her birim, aynı TEK’ten (melekût) meydana gelmiştir!. Melekût, birimin dışından gelen değil; birimin derûnundan zâhirine (bilincine) açığa çıkan, birimin varlığını meydana getiren mertebe anlamındadır!. Kurân-ı Kerîm’deki “B” sırrı, kişinin hakikatindeki bu mertebeye işaret eder!.

“Melekût”, evren içre evrenlerin varlığını meydana getiren şuurlu enerji-kudret sıfatının açığa çıkışıdır!.

Evren içre evrenlerde meydana gelen her yapı ve birim, evrensel enerji ve şuurla meydana geldiği için de, aslında cansız ve şuursuz hiç bir şey yoktur evrende!. Belki algılama sınırları ötesini inkâr edenler tarafından cansız ve şuursuz yakıştırması yapılır bir kısım yapılara.

Tümüyle canlı ve şuurlu olan evren ve içindeki tüm yapılar “SÜNNETULLAH” diye isimlendirilmiş olan “evrensel sistem ve düzen” içinde oluşmuştur. Ve gene sonsuza dek o sistem içinde Yaratanın muradına göre her an yeni bir şan alarak yaşamını sürdürecektir.

TEK KARE RESMİN MÜREKKEBİ

Tüm bildirilmiş ve bildirilmemiş Esmâ-ül Hüsnâ

DATA! Tüm bildirilmiş ve bildirilmemiş Esmâ-ül Hüsnâ, O’ndaki özelliklere işaret eder… Ki bu özellikler “tek kare resmin” mürekkebidir!

“DATA”! Ahadiyet derûnudur ki; fikirden söz edilmez bu özelliği hakkında… Bildirilen odur ki, “Ahadiyet” in kanalından (semboliktir bu kelime) “Zatî ilm” ile varlığını alır. Uzun yıllar önce yazdığımız “Şuhud-u zat” kavramı buna işaret eder. Bunun sonucunda, tenezzülü ile “Vahdet-i şuhud” yaşanır… Onun dahi tenezzülü ile “Vahdet-i vücud” yaşantısı açığa çıkar. Tüm bunların açığa çıkışı hep Esmâ mertebesi kapsamında olur.

“DATA”! Vahidiyet, tüm isimlerle işaret edilen özelliklerin kendi TEK’illiğinde mevcut olduğuna dikkati çeker.

“DATA”! Hüviyetiyle, “HU” ismiyle, “Ahadiyeti”ni fark ettirir! “Ahadiyet” derûnundan açılan kapı ötesindeki, mutlak “Zat”a işaret eder! “Esmâ” diye işaret edilen özelliklerin, “seyr” amaçlı olarak “bilinmekliği için”, “vehim nuru”ndan yaratılmış olduğunu anlatır!

“DATA”! Ulûhiyeti itibariyle, “ALLAH” adıyla işaret edilen indinde bir “NOKTA”dan ibarettir. Çünkü “ALLAH EKBER”dir!

“DATA”! “Heyûla”dır… “NOKTA”dır! Bâtını “âmâ”, zâhiri İLİM”dir!

 

"ALLAH EVVELÂ AKLIMI YARATTI... ALLAH EVVELÂ NURUMU YARATTI!"

 

 

Andolsun sizi ilk defa yarattığımız (durumdaki) gibi (orijininizin farkındalığıyla) FERD'ler olarak bize geldiniz! Sizi hayaline daldırdığımız şeyleri, geride bıraktınız(En'âm/94)

 

ALLAH FITRATI->"FITRATALLAH"

("ESMÂ HAKİKATİNDEN (uzanan) ALLAH İPİ")

 

(Ana Program-Varoluş Programı)

  • "ESMÂ'ÜL HÜSNÂ", "O"NUNDUR!

  • SEMÂLARIN VE ARZIN ANAHTARLARI (özellikleri açığa çıkaran kuvveler) “O”NUNDUR!

O ki, bütün çiftleri (gen çift sarmalını) yarattı ve sizin için gemilerden (bilinçler) ve en'amdan (biyolojik beden) bindiğiniz şeyleri oluşturdu.(Zuhruf/12)

  • Semâların ve arzın gaybı O'nundur! Görmesi ve işitmesi akılla kavranılamayandır O! Onların, O'nun dûnunda bir Veliyy’i de yoktur! O'nun hükmüne ortak olacak da yoktur!"(Kehf/26)

  • Muhakkak ki O, halkı ibda eder (Esmâ'sından Mubdi' ismi anlamına göre, tüm yaratılmışları, muradı doğrultusunda topluca ve birimselliksiz yaratır)(Yunus/4)

  • "HÛ" ki halkı ibda (izhar) eden, sonra onu iade eden! Ki o(nu yapmak), O'na kolaydır! Semâlarda ve arzda en âlâ misaller O'nundur!(Rûm/27)

  • Hüküm O'nundur... O'na (hakikatiniz olan Esmâ mertebesinin farkındalığına) döndürüleceksiniz!(Kasas/88)

  • "Şefaat tümüyle Allah'ındır! (Çünkü) semâların ve arzın mülkü O'nundur! Sonra O'na rücu ettirileceksiniz."(Zümer/44)

  • SubhanAllahi amma yesıfun = Onların vasıflamalarından Allah münezzehtir(Mu’minûn/91)- "O'na isimlerin mânâlarıyla yönelin. O'nun Esmâ'sında ilhada sapanları (Esmâ'yı beşerî değer yargılarıyla sınırlayanları; El Esmâ ve El Hüsnâ'nın ne olduğunu fark edemeyenleri ve "Ekberiyet"iyle Allah'ı bilmeyenleri) terk edin!(A’râf/180)

"ÂLEMİ CEBERÛT"->SAYISIZ MÂNÂLARI HÂVİ "TEK BİR KOZMİK BİLİNÇ"TİR!

"ALLAH evvelâ aklımı yarattı. ALLAH evvelâ nûrumu yarattı!."

diye Hz. Rasûlullah'ın açıklamasında yer alan "akıl" ve "nur", işte bu "Ruh" adlı Melek, yani, "RUHU ÂZAM"dır.

Yani, bölünmesi parçalanması söz konusu olmayan, mânâda beliren ilk tekillik, birimlik kavramıyla mevcut olandır.

Soyutun somuta dönüşmesi sınırında oluşan varlıktır. Elbette burada, beş duyuya göre somutluktan sözetmiyoruz!.

Yani, "ilmi ilâhi"de ilk mânâ sûretinin belirmesidir. Arş ve bunun altındaki oluşan ilk melektir.

Bu Melek`ten katman katman, boyut boyut diğer melekler meydana gelmiş; ayrıca her bir boyutun da kendine has melekleri oluşmuştur.

Melekler, nur yapılıdır. Bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz.

“Herşey enerjiden meydana gelmiştir” dendiği zaman, burada bahsedilen enerjidir.

Yalnız bir yanlış anlamayı ortadan kaldıralım...

Enerji”, "ALLAH"'ın "kudret" vasfının kuvveden fiile çıkması hâlindeki adıdır. Yani "NUR"'dur. "Nur" diye bahsedilen şey, bir tür "salt enerji"dir.

Bu bilinçli enerji (kudret), “Kozmik Bilinç”, evrende var olan herşeyi kendisinden meydana getirmiştir.

Bir diğer ifade ile, bu kâinatta var olan herşey, O "RUH" adlı Meleğin gücünden, "O"nun ilmiyle meydana gelmiştir!.

Eğer varlıktaki nesnelerin, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tesbit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir.

Çünkü, evrende var olan her şey "enerji"den meydana gelmiştir. Yani, "nur"dan meydana gelmiştir. Meleklerin varlığı da "nur"dur; dolayısıyle, meleklerden meydana gelmemiş hiç bir şey yoktur!.

"İnsan" denilen varlığın aslı, orijini de melektir!.

Maddenin aslı da melektir!.

Çünkü melekler, her şeyin varlığını oluşturan "ALLAH" isimlerinin anlamlarının, soyut boyuttan somutluk ortamına geçişinde yer alan ilk bilinçli, kaynak varlıklardır!.

Bu yüzden, "melek", kişinin kendi özünü, hakikatını, aslını, orijinini tanımada çok önemli bir boyut ve önemli bir katmandır!.

İşte “Melekût Âlemi” diye anlatılan, sayısız mânâlar ihtiva eden mikrodalga kökenli kozmik âlem de; “Ceberût Âlemi” diye anlatılan da, o sayısız mânâları hâvi TEK bir KOZMİK BİLİNÇ’TİR!.

 

Bu bahsettiğim, "Ruh" dediğim varlık ise, melekî boyut olan, "Nur" ismiyle târif edilen kuantsal enerjiye çok yakın plandaki bir boyut!. Yani, enerjinin bir üst boyutu oluyor.

Bu Kozmik Bilincin tasavvuftaki karşılığı İNSAN-I KÂMİL veya Hakikat-i Muhammedî, ya da değişik vasıfları itibariyle Aklı Evvel, Ruh-u Â’zâm’dır!. Âlemi ise Ceberût’tur!.

“ESM MERTEBESİ”NİN BİR TANIMI DA

“CEBERÛT ÂLEMİ”DİR

Allah adıyla işâret edilenin isimleri” olarak bildirilen “Esmâül Hüsna”, tasavvufta “esmâ mertebesi” olarak tanımlanır.

Esmâ mertebesi”nin bir tanımı da “Ceberût âlemi”dir!.

Bu mertebeye “ilk tecellî” denir.

Bu kemâlatın açığa çıktığı zevat, bu tecellî ötesinde ikinci bir tecellînin (tecellî sâni) asla var olmadığını dillendirmişlerdir.

Bu mertebe itibarîyle, kesret (çokluk) ve kesrete dayalı kavramlar aslâ söz konusu değildir!. Halkın, evliyadan sandığı “mülhime” anlayışı içinde olanların, tahkiklerindeki “Allah” ismini verdikleri mertebedir burası!.

Hay”, “Alîm”, “Mürîd”, “Kâdir”, “Semî”, “Basîr”, “Kelîm” isimlerinin işaret ettiği vasıflar,NOKTA” olan ve “heyûla” ismiyle de işâret edilen “esmâ mertebesinin” ana vasıflarıdır ki; bu yüzden “Zâti Sıfatlar” olarak kabul edilmişlerdir. Muhakkik olmayan, “ALLAH” ismiyle bu mertebeye işaret edildiğini sanır!. Heyhat! Nerede bu mertebe, nerede “EKBER”iyet işareti!

“HAKİKAT-İ MUHAMMEDİYE”NİN ZÂHİRİ

“CEBERÛT”TUR

Evrenin her zerresi “RUH”la ve “RUH”tan meydana gelmiştir.

“RUH” olmadık hiç bir zerre mevcut değildir... Zira; zerre, “kuant” onunla mevcuttur!

Her ışıklı zerrecik, hareketini sağlayan enerjiyi “RUH”tan almaktadır...

Dolayısıyla evren, ilk varolduğu andan itibaren “RUH”a sahip ve “RUH”la kaim olmuştur; kâinatın yokoluşuna kadar, yani kıyâmete kadar da sahip olacaktır...

Dini tâbirle, “RUH” ile kâinat yaratılmıştır... “RUH” ile kaim ve var olan varlıkta gerçeği itibarıyle asla yok olma düşünülemez... ŞUUR” kaynağıdır...

Yani, evrende mevcut bulunan her nesnede birimsel ölçüde bilinç vardır... Ancak bilelim ki, bilinç bölünür ve cüzlere ayrılır bir şey değildir.

Dolayısıyla kâinatta var olan her hareket asla tesadüfi olmayıp, taşıdığı “ŞUUR”un sonucu olarak, bize bugün düzensizmiş gibi gözükse de, gerçekte düzenli hareketler göstermektedir...

”ŞUUR”suz sanılan hayvanlar veya cisimler veya zerrecikler dahi, taşımakta oldukları birimsel bilinç dolayısıyla gerçekte, belirli bir düzen içinde hareket etmektedirler... Ancak, kendileri bu durumu idrak edecekleri bir sistemden, yapıdan öte oldukları için; bu özelliklerini kendileri bilememekte; biz dahi beş duyumuzun kaydında kaldığımız sürece onların bu durumunu idrak edememekteyiz...

"Akl-ı Evvel" ismiyle "Hakikat-ı Muhammedî" denilen varlığın ilmine işaret edilir. Bu yüce varlığın "canı" ise "RUH-U A'ZAM" ismiyle tanınır ki, âlemde mevcut olan bütün ruhlar, bu tek ruhtan meydana gelmiştir cüzlere ayrılma sözkonusu olmadan.

Bu sebeple de hiç bir zaman, bu işin hakikatını bilenler tarafından "ruh-u cüzi" diye bir tanımlama kullanılmamıştır. Zirâ "ruh-u cüzi" diye bir şeyden bahsolamaz. Ruh-u A'zâm tecezzî kabul etmez!

Hayat sıfatı yönünden Ruh-u A'zâm, ilim sıfatı yönünden Akl-ı Evvel ve irade sıfatı yönünden "MÜRİD" olan Hakikatı Muhammedî'nin âlemi de ceberût tur!

Bir diğer tanımlama ile, Hakikat-ı Muhammedî'nin bâtını Lâhût, zâhîri ise ceberûttur ki, her halûkârda bu mertebede çokluktan bahis açılması mümkün değildir. Sırf ilim mertebesidir bu mertebe!

Bildiğiniz ve düşündüğünüz ve düşünemediğiniz her şey “RUH” tan meydana gelmiştir.

NÂSUT-MELEKÛT-CEBERÛT-LÂHUT ANLAYIŞINDA

VARLIĞIN ÖZÜNDEN GELEN BİR ŞEKİLDE

“ZÂHİR ALLAH” MÜŞAHEDESİ…

Esasen, genetik olarak bu programla yüklenmiş olan cenin özünden gelen bir melekî etki ile “ruh” adı verilen, mikrodalga diyebileceğimiz ölümötesi bedenini üretmeğe ve tüm zihinsel fonksiyonlarını bu bedene yüklemeğe başlar.

Biyolojik beden ölüm olayıyla kullanılmaz hâle gelince de artık ruh bedenle berzah âleminde kıyamete kadar yaşar.. Yeniden bedenlenerek dünyaya geri gelme, tenasuh=reenkarnasyon kesinlikle sözkonusu olmaksızın!.

Zaten farkedileceği üzere, ruh dışarıdan gelip cenine girmemiştir ki, çıktıktan sonra tekrar başka bir bedene girsin!. Böyle bir sistem mevcut değildir, hiçbir varlık için!. Bu tamamen HİNDU inancına dayalı görüştür.

Dünyadan önceki ruhlar alemi görüşüne mesnet edilmek istenen yukarıdaki âyeti dikkatle okursak, görürüz ki, “Ademoğullarından, bellerinden” sözedilmektedir.. Bu ise dünya yaşamına ait bir olaydır.. Ruhlar Âlemiyle hiç alâkası olmayan bir konudur..

Allahu Teâlâ’nın gerek meleklerle konuşması, gerek buradaki hitaplaşması ve dahi gerekse ölüm sonrasında meydana gelecek tüm konuşmalar hep temsil yollu, benzetme yollu açıklamalardır!.

İnsanın, meleklerin ve tüm varlığın hakikatı olan Allah”ın elbette ki dışarıdan öte bir varlıkmış gibi hitabı asla sözkonusu olamaz!.

“Nasût-melekût-ceberût-lahût” anlayışında varlığın özünden gelen bir şekilde “Zâhir Allah” müşahedesi de bunu ispat etmektedir.

Kısacası, Ruhların, bezmi elestte, bedenlerden önce topluca yaratılmaları ve sonra peyderpey dünyaya gelerek bedenlere girmeleri; ve hattâ bedenden ayrıldıktan sonra yeniden dünyaya geri gelerek bir bedenle yaşamaları hikayesi tamamiyle yanlış anlama sonucu meydana gelen uydurmadır!.

İmam Gazali de “Ravzatüt Tâlibin” isimli eserinde şöyle diyor:

“Çünkü Râsulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ruhu da anneleri tarafından dünyaya getirilmelerinden önce mevcut ve yaratılmış değildi....”

Bu konuda bizim dediklerimizi tamamiyle doğrulayan DİĞER bilgileri arzu edenler son devrin en kapsamlı Kur`an tefsiri olan Elmalılı Hamdi Efendinin “Hak Dini Kuran Dili isimli tefsirinin 4. Cildinin 2324. Sayfasından itibaren bulabilirler... Ayrıca çağdaş müfessirlerden Sayın Süleyman Ateş`in “Yüce Kurân’ın Çağdaş Tefsiri” isimli eserinin 3. Cildinin 412. Sayfasından itibaren bu konuda bilgi alabilirler.

CEBERÛT ÂLEMİ,

SIRF İLİM MERTEBESİDİR!

(Kesrete yer yoktur)

İlim sıfatı yönünden Aklı Evvel ve İrade sıfatı yönünden "MÜRİD" olan Hakikatı Muhammedî'nin âlemi de Ceberût tur!.

Bir diğer tanımlama ile, Hakikatı Muhammedî'nin bâtını Lâhût, zâhîri ise Ceberûttur ki, her halûkârda bu mertebede çokluktan bahis açılması mümkün değildir. Sırf ilim mertebesidir bu mertebe!.

Ceberût âleminde kesrete yer yoktur!. Burada tek bir bilinç ve bu bilincin kendi özünde bulduğu sayısız mânâlar sözkonusudur!.

İşte bu sebeple, kesret âleminde yer alan ikilemlerin hiç birinin varlığından ve vücudundan bu âlemde sözedilemez.

RUH NEFYİ,

CEBERÛT ÂLEMİNE AİT BİR TANIMLAMADIR

"RUHUMDAN nefhettim"in anlamı ise, "Zâtıma ait sıfat ve esmâm ile var kıldım"dır... Burada hiç bir boyuta göre hiç bir somut varlık sözkonusu değildir.. Bu ifade tamamiyle "ceberût âlemine" ait bir tanımlamadır!

Bu yüzdendir ki, "RUH" kelimesini geçtiği yerdeki genel anlama uygun bir şekilde yukarıda belirttiğim iki ayrı mânâdan birine göre değerlendirirsek, konuları anlamamız daha kolaylaşır sanırım..

CEBERÛT VE LÂHUT

SANKİ BİR NESNENİN İÇ YÜZÜ VE DIŞ YÜZÜ GİBİDİR

Kesret âlemi yâni çokluk âlemi, efâl âlemidir.

Çokluğun oluşturduğu mülk ya da melekût boyutunda sayısız fiiller sözkonusudur.

Vahdet âleminde ise kesretten sözedilemez. Vahdet âleminde kesretin yâni çokluğun varlığı kalmamıştır!.

TEK”, çok kavramı kabul etmez!. Ahadiyyet, çokluk kavramlarını yok eder.

Ceberût ve lâhût sanki bir nesnenin iç yüzü ile dışyüzü gibidir!. 

CEBERÛT ÂLEMİ İLE MELEKÛT ÂLEMİ ARASINDAKİ

MUHAYYEL SINIR->"ARŞ"!

"Arş" ise melekût ile ceberût âlemi arasındaki muhayyel sınırdır!

“Ef'âl âlemi” diye bilinen fiiller âlemi yani kesret âlemi, tümüyle “melekût” diye bahsedilen âlemdir. Bunun bir üst ya da alt boyutu olarak tanımlayacağımız, esmâ âlemi yani Allah'ın isimleri boyutu ise sırf mânâdan ibarettir ki bunda kesret yani çokluk kavramı mevcut değildir.

CEBERÛT ÂLEMİNİN TENEZZÜLÜ

(salt tekillik boyutunun mânâlarının açığa çıkarılması)

MELEKÛT ÂLEMİNİ

( tüm varlık seyrini ve yaşamını)

MEYDANA GETİRİR

Gerçekte, “maddî” diye bir âlem yoktur; yalnızca “manevî” âlem vardır! “Madde” algılaması beş duyunun beyinde oluşturduğu bir kabuldür!.

Uzay” ve “evren içre evrenler” kelimeleriyle işaret ettiğimiz “âfak”tan; tasavvufta, “esmâ mertebesi” diye işaret edilmiş “tek kare resim” olarak tanımladığımız stringler boyutuna uzanan “enfüs”e kadar; bize GÖRE iç içe olan ve 3D (üç boyutlu) olarak algılanan tüm katmansal boyutlar, aslında tek bir boyuttur!.

CEBERÛT” âlemi olarak tanımlanmış bu salt tekillik boyutunun mânâlarının açığa çıkarılması (tenezzülü) ise, “MELEKÛT” âlemi diye anlatılan tüm varlık seyrini ve yaşamını meydana getirir!

“LÂHUT” ise fikir kabul etmez! Düşünce, o boyutta “yok” olur! “Ahadiyet” denilen bu mertebe “hiç”liktir!

ALLAH” ismiyle işaret olunanın, Rahmaniyeti ve Rahimiyeti" , sonucu, “iki eliyle” (ilim ve kudret) -data ve enerji-, “Esmâ mertebesi” -stringler boyutu- hasıl olmuş; bu boyutun her an yeni bir şan alışı ile de tüm evren içre evrenler ve içindekiler olarak, birbirlerince algılananlar meydana gelmiştir, “melekût” (kuvveler) boyutunda.

Ki bu duruma, “âlemler, Allah’ın ilmindeki ilmî sûretlerdir” diye işaret edilmiştir tasavvufta.

İNSAN, VASIFLARI İTİBARİYLE

CEBERÛT ÂLEMİNDE YAŞAR

Nâsût âlemi, bildiğimiz beş duyuya hitâb eden madde âlemidir.

Melekût âlemi ise beş duyu ile algılayamadığımız soyut varlıklar âlemidir. Meleklerin çeşitli türleri, cennetler ehli hep bu sınıftır.

Ceberût âlemi ise esmâ ve sıfat âlemidir. Yani isimlerin ve sıfatların mânâlarını teşkil eden âlemdir.

Lâhût ise Zât'ın âlemi’dir.

Bu hususta öncelikle bilmemiz gereken şey odur ki, bu anlatımlar hep mecâzîdir. Gerçekte, mekân anlamında böyle ayrı ayrı âlemler mevcut değildir!.

“Nâsût âlemi” denen madde âlemi, bilindiği gibi, beş duyuya hitâb eden bir âlemdir. Bu âlemde yer alan insanı düşünelim;

İnsanın bir madde bedeni vardır.

Madde bedenin ötesinde bir düşünce, şuur dünyası vardır.

Ve dahi bu düşünceleri kapsamına alan benliği vardır.

Şimdi düşünelim... düşünce dünyanız madde bedeninizden ayrı olarak kabul edilebilir mi, yani madde bedenden ayrı bir yerde midir?.

Elbette hayır!.

İşte aynı şekilde, madde âleminden tamamıyla ayrı bir yerde melekût ve ceberût âlemleri de düşünmemek gerekir.

Bu hususu daha iyi anlatabilmek için şöyle bir misâl verelim;

İnsan bedeni itibariyle nâsût âlemi’nde yaşar...

İnsan ruhu itibariyle melekût âlemi’nde yaşar...

İnsan vasıfları itibariyle ceberût âlemi’nde yaşar...

İnsan "zâtı" itibariyle lâhût âlemi’nde yaşar...

"Allah, Adem’i kendi sûreti üzere yaratmıştır",

hadîs-i şerîfi işte bu yaradılış sırrına işaret eder.

Elbette ki bu hadîste geçen "sûret" kelimesi maddî şekil anlamında değildir. Çünkü Allah, şekilden ve kayıttan münezzehtir.

Evet, burayı böylece anladıktan sonra şimdi yukarıdaki ifadeyi biraz daha açalım;

Madde ile düşünce dünyası arasındaki saha, “şerîat"tır. Yani kurallar sahasıdır. Bu sahada belirli kurallara uyularak yapılan fiili çalışmalar, neticede kişiyi hakikata yönelmeye sevkeder. İşte bu merhalede kişi şerîat safhasından tarîkat safhasına geçer.

Tarikat safhası, kişinin şekilden öze, oluşların, fiillerin ardındaki sır ve sebepleri keşfetmeye geçiş safhasıdır. Tarikat düzeyindeki kişi, neyin neden nasıl ne şekilde oluştuğunu araştırmaya başlar... Buradaki mânâsıyla tarikatı, meselâ; Nakşibendîlik, Kâdirilik Rufâilik gibi anlamayalım. Burada bahsedilen “Tarikat”, fiilin veya şekilin ardını araştırma safhası olarak anlatılmaktadır.

Nitekim “Melekût”, “melekler âlemi” olmanın ötesinde mânânın maddeye dönüştüğü âlem olarak da bilinir. “Ceberût âlemi” ise “mânâlar âlemi”dir. Ceberût yani salt mânâlar âlemine ait mânevi sûretler, melekût âlemi’nin soyut varlıkları ile madde âlemi’nde ortaya çıkarlar.

Bir diğer ifade ile, yani günümüz ilmiyle izah etmek gerekirse, kozmikaltı bilinç âlemine ait mânâlar, kozmik ışınlar aracılığıyla madde âlemi’nin maddi sûretleri şeklinde dönüşürler. Bu evrensel mânâda da böyledir, bireysel yani insanî mânâda da böyledir.

Biraz daha açalım...

Madde bedeninizle ortaya koyduğunuz fiilleriniz vardır ki, bu boyuta tasavvufta "Ef'âl Âlemi" ya da “Nâsût” veya “Şehâdet Âlemi” denilir.

Görme, duyma, hissetme, algılama gibi özelliklerinizin olduğu boyut ise “Melekût Âlemi” olarak anlatılır.

Cesaret, cömertlik, titizlik, merhamet, hükmedicilik gibi özelliklerin olduğu boyut ise benlik duygusu, ilim, irade, kudret gibi vasıflarla birlikte kişinin “Ceberût Âlemi”ni meydana getirir.

Her mânâ ve özellikten arı bir halde sadece "ben varım bilinci” kişinin “Lâhût Boyutu”nu teşkil eder. Aynı zamanda bu boyuta "ZÂT Âlemi” de denilir.

CEBERÛT ÂLEMİ,

ZÂTİ SIFATLARLA VE ESMÂ YOLLU

KENDİNİ TANIMA VE SEYRETME MERTEBESİDİR!

Ceberût âlemi, Vâhidiyet mertebesidir ki, esmâ ve sıfata tekâbül eder. Zâtî sıfatlarla ve esmâ yollu kendini tanıma, seyretme mertebesidir bu mertebe.

Vâhidiyet, Tek varlığın kendini tanıması, sıfat mertebesidir; Ceberrût âlemidir.

Esmâ mertebesi ise, sırf mânâlardan ibarettir. Bu boyutta madde ve mikrodalga varlıklar mevcut değildir. 

ŞUUR, KENDİNİ

“CEBERÛT BOYUTU”NDA TANIDIĞINDA

BİRİMSEL BENLİĞİ(İzâfi benliği-Vehmî benliği) KALKAR VE

 KENDİSİNDE HAKKANİ VASIFLAR İLE

“RAB” ZUHUR EDER

(“Rabbin Namazı”)

Rabbin namazı”, Rabb-ül Âlemiyn’in rubûbiyet hükümlerinin ef'âl âleminde yürürlükte olmasıdır.

Rabbin hükümlerinin, Rabbanî kudretiyle tahakkukundan "Rabbin namazı" diye sözedilmektedir.

“Rab”, esmânın mânâları üzere mahlûkatı varedip yönlendirendir!. Bu tasarruf, "terbiye" diye anılır.

Bu mertebe, boyutsal bir mertebedir ve "şuur sıçraması" diye adlandırdığımız bir tür mi'râc ile hâsıl olur. Şuurda oluşur!.

"Şuur" kendisini "Ceberût" boyutunda tanıdığı zaman, kendi vehmî benliği, birimsel benliği kalkmış olur; ve kendisinde Hakkânî vasıflar ile Rab zuhûr eder.

İşte bu namaz, bir mânâda "Rabbın namazı" denilerek, Rab’be izâfe edilir. Ki gerçekte Rabbin tasarrufu dışında kalan hiç bir şey yoktur.

Esasen, Rabbanî seyr, kendi esmâsı üzerinedir. Ef'âl ise esmânın tabiî neticesi olarak meydana gelir.

Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm, Allahû Teâlâ’nın ikrâmı olarak Mirâc‘a çıktığı zaman, Ceberût Âlemi’nde, Rabbül Âlemîn’in tüm mevcûdat üzerinde esmâ yollu mutlak tasarrufunu müşâhede etti, "Kâ'be kavseyn" noktasında.

"Ev ednâ". Hattâ bunun da ötesinde, Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ismi altında, "gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli ve yürüyen ayağı olarak"; "Şehâdet etti ki Allah, kendisinin dışında, ötesinde bir TANRI mevcut değildir"!.

CEBERÛT ÂLEMİ

MUTMAİNNE NEFS’TE YAŞANMAYA BAŞLANIR

VE MARDİYE NEFS MERTEBESİNDE ZİRVESİNE ÇIKILIR

Melekût âlemine nüfuz eden kişi burada müşahede etmeye başlar ki, pek çok varlıktan oluşan bu âlemde faili hakiki TEK’tir!. Her bir varlık, gerçekte O TEK varlığın isteğine uygun bir şekilde, O’nun irade ve kudretiyle kâim ve görev yapmaktadır. Gerçekte o varlıkların asla bağımsız birer vücutları yoktur!.

İşte bu seyre “tarîkat seyri” denilir ve nihâyeti Ceberût âlemine varır. Müşahedesinde çokluk kavramı kaybolur, çokluk görüntüsünün ardındaki TEK’in irfanı başlar!. Kişi bu durumda “Nefs mertebeleri” diye anlatılan sıralamada 3. Basamakta yer alan “Mülhime nefs” seviyesindedir!.

Ceberût âlemi, Mutmainne Nefs durumunda yaşanmaya başlanıp Mardiye’de zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “hakikat âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi, “lâhut âlemi”dir.

İnsan "Zâtı" itibariyle Lâhût Âlemi’nde yaşar.

Ceberût âlemi, Mutmainne nefs durumunda yaşanmaya başlanıp Mardiye’de zirvesine çıkılır; ki bu âleme de “Hakikat Âlemi” denilir. Ki bunun da neticesi Lâhût Âlemi’dir.

NEFS” yâni Mutlak BEN”liğin, kendini, isimlerinin mânâları yönünden seyri, tanıyışı, “Ceberût Âlemi”dir!.

İsimler ve mânâları yollu olmaksızın salt, sırf, “Samediyyet” yollu Ahadiyyet’e yöneliş, eniyyet ve hüviyyete yöneliş âlemi ise “Lâhût”tur. “İlim bir noktadır”, “Zâtıyla Zâtını seyretmektedir; gayrı sözkonusu değildir”, “Allah â’mâ ‘dadır” gibi cümleler hep bu âlemi çeşitli vecheleriyle tanımlamak içindir.

"Allah'ın ZÂTI hakkında tefekkür etmeyiniz!"

hükmü, bu tefekkürün imkânsız oluşu dolayısıyla verilmiştir.

Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın, "Allah'ın Zâtı üzerinde tefekkür etmeyiniz" buyruğu, tefekkürün kaynağının sıfat mertebesinden kaynaklanması dolayısıyla Zât'a erişmesinin imkânsız olduğuna işaret etmek içindir.

Zîra sıfattan meydana gelen şeyin, Zât’ı ihâtâsı imkânsızdır.

CEBERÛT ÂLEMİ’NE AİT MÂNEVİ SÛRETLER,

MELEKÛT ÂLEMİNİN SOYUT VARLIKLARI İLE

MADDE ÂLEMİNDE ORTAYA ÇIKARLAR

Ceberût yani salt mânâlar âlemine ait mânevi sûretler, melekût âlemi’nin soyut varlıkları ile madde âlemi’nde ortaya çıkarlar.

Bir diğer ifade ile, yani günümüz ilmiyle izah etmek gerekirse, kozmikaltı bilinç âlemine ait mânâlar, kozmik ışınlar aracılığıyla madde âlemi’nin maddi sûretleri şeklinde dönüşürler. Bu evrensel mânâda da böyledir, bireysel yani insanî mânâda da böyledir.

CEBERÛT ÂLEMİNDE YAŞAYAN VÂKIFIYN’İN NAZARINDA

 MELEKÛT ÂLEMİ “HAYÂL”DEN BAŞKA BİRŞEY DEĞİLDİR

Ârif, madde âleminin ardındaki melekût boyutunun sırlarıyla, hikmetlerle meşguldur.

Ef’âl âleminde olup bitenlerin ardındaki hikmetlerle ve fâili hakikiyle çeşitli mânâları yönünden meşgul olan ârifin bu meşgalesi dahi kendisini bir üst boyuttan alakoyan perde hükmündedir. Çünkü, Ceberût Âlemi’nde yaşayan Vâkıfîn’in nazarında ârifin Melekût Âlemi, hayâlden başka bir şey değildir!.

Hakikat âlemi ve TEK gerçek NUR mevcutken, tutup da hayâlî varlıklar ile meşgul olmak, sanki şeytana uymak gibidir!. 

CEBERÛT ÂLEMİ’NİN PERDESİ

(Esmâ Âlemi)

Ceberût âleminde yaşayanın gayesi, Lâhut âlemine geçip, Zâtı Ehadiyyette, "HİÇ" olmaktır!. Perdesi ise esmâ âlemidir!.

 

‘’Zât’a ermek’’, ‘’Zâtını tanımak’’, ‘’Zâtı için seçilmiş olmak’’ gibi tâbirler ile anlatılmak istenilen husus gerçek hedef olunca görülür ki; ceberût mertebesinin hâli dahi Zât’a perdedir!.

Vâkıf”; yâni hakikata ermiş, çokluk kavramından ve görüşünden arınmış, kendi isimlerinin mânâlarını seyreden; bu seyir hâlinde elbette ki zâtından perdeli durumdadır.

Evet, her ne kadar, Zâtın esmâsını, yâni Zâtın îcâd ettiği mânâları seyrediyorsa da; gene de meşgalesi, İsimlerin işaret ettiği sonsuz mânâlardır. Ve bunların asla sonu gelmeyeceği içinde, Zâtı ancak esmâ perdesi arkasından seyir hâlindedir!.

Ki bu yüzden de Vâkıfîn, ne kadar yüce ve hattâ yaşamı hayâl bile edilemez mertebede “Hayy” olursa olsun, Zâtın hüviyete dönük yönünden uzak düşmüştür!.

CEBERÛT ÂLEMİNDE YAŞAYANIN ORUCU

Bu oruçta, orucu kesintiye düşüren şey; mevcûdatta müstakil varlıkların varolduğunu düşünmektir!. Tevbesi ise, Tek'liğe sığınmaktır!.

‘’Falanca şöyle yaptı, filanca böyle yapıyor, fişmekânca böyle yaptı da onun için böyle oldu, keşke böyle yapmasaydı, böyle olmazdı...’’ gibi görüş veya düşüncelere dalındığı anda bu oruç bozulmuş demektir!.

Çünkü, Hakikatta, bütün isimlerin ardında tek bir fâili hakiki vardır ki, o da Allah'tır!. Ve seyirde olan, bu Hakikatten perdelendiği anda da orucunu bozmuş olur!.

Ceberût âlemini yaşayanın orucuna sekte vuran hâl ise; esmâdan bir isimle kayıtlı durumda kendini hissedip, o ismin mânâsının seyrinde mukayyed olmaktır.

Çünkü, Ceberût âleminde yaşayanın gayesi, lâhut âlemine geçip, Zâtı Ehadiyyette, "hiç" olmaktır!. Perdesi ise, esmâ âlemidir!.

İşte bu öyle bir oruçtur ki, tutan, içinde kaybolmuş; Varlıkta Bakî olan Allah kalmıştır!.

 

EVREN İÇRE EVRENLER->MÂNÂ SÛRETLERİ

 

 

KURÂN'I BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUNUZ?

{O, âlemler(İnsanlar) için yalnızca bir Zikir'dir (HATIRLATMADIR!)-Tekvir/26}!

 

 
 

 

ŞUURLU ÇEKİRDEK->HAKİKAT-İ MUHAMMEDİ

KURÂN'IN VERDİĞİ BÜYÜK HABER->"RUH-U Â'ZAM" MÜŞAHEDESİ

 

 

SALÂT(Namaz)

 

“NÛRU MUHAMMEDΔNİN ASIRLAR ÖNCE YAPTIĞI DÂVET

("B" sırrı kapsamında iman)

 

 

 

 KUR'ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ

2012 ® RADYO YANSIMALAR web sitesi. 24 saat yayın

www.allahvesistemi.org